11 Şubat 2016 Perşembe

Başkentteki Görüşmelerin Perde Arkası


Başkentteki Görüşmelerin Perde Arkası








 
Gül Arınç

11 Şubat, 2016 

11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı görüşmenin ardından dün de Arınç, Çelik, Ergin ve Ergün ile bir araya gelmesi siyaset kulislerini hareketlendirdi.

CNN Türk’ün Gül’e yakın kaynaklardan edindiği bilgiye göre, Erdoğan ve Gül önce İstanbul’da bir davette, ardından düğünde bir araya geldiler. Sonrasında iki telefon görüşmesi yaptılar ve yüz yüze görüşme kararı verdiler. Erdoğan, Ankara’da tedavi görmekte olan anne-babasını ziyaret için başkentte bulunan Gül’ü resmi konutuna davet etti. İkili 9 Şubat’ta Beştepe Devlet Konukevi’nde akşam yemeğinde bir araya geldi ve buluşma yaklaşık 3 saat sürdü.
Yakın çevresi son tartışmalardan çok rahatsız olduğunu belirttikleri Gül’ün, “Hepimiz aynı gemideyiz. Aynı davanın insanlarıyız” görüşünü bu yemekte paylaştığını ifade etti; görüşmenin çok olumlu bir havada geçtiğini belirttiler.
Edinilen bilgilere göre, 1 Mart tezkeresi konusu ise Erdoğan-Gül görüşmesinde gündeme gelmedi.
Bu yemekten bir gün sonra Gül bu kez Arınç’ın evinde Sadullah Ergin, Nihat Ergün, Hüseyin Çelik ve Suat Kılıç ile bir araya geldi. Gül’e yakın kaynaklar, “Abdullah Bey dün ne konuştuysa bugün de aynısını konuştu. Sadece saygı duyulan bir insan sıfatıyla” vurgusunu yaptılar. Buna göre, Gül dünkü yemekte, “Biz hepimiz aynı gemideyiz, bu gemi su alırsa hepimiz zarar görürüz. Terör ve dış politikadaki konular ciddi sorunlar ve gelişmeler varken, enerjimizi başka şeylere harcamak yanlış olur. Partide dün görev yapanların da bugün görev yapanların da itibar ve şerefi önemlidir. Trollerin yaptıkları ne kadar yanlışsa basın üzerinden konuşmak da o kadar yanlıştır” görüşlerini paylaştı.
Diğer yandan CNN TÜRK’e konuşan Bülent Arınç da, “Dostane bir ziyaretti. Ben kendim davet ettim. Ülkenin tüm meselelerini konuştuk. Biz hep beraber AK Partiliyiz” dedi.
Ayrıca CNN TÜRK’ün ulaştığı kaynaklar, Arınç’ın açıklamalarıyla başlayan tartışmadan sonra, “Yeni bir siyaset hareketi gündeme gelebilir” iddialarını kesin bir dille reddetti. Parti içi muhalefet olgusunun da AK parti geleneğinde bulunmadığına dikkat çektiler.
Arınç, Habertürk’e de toplantıyla ilgili şu açıklamayı yaptı:
“Farklı anlamlar yüklememek lazım. Dün Sayın Cumhurbaşkanı ile görüştüler, gündüz de Ankara’daydılar, akşam da ben davet ettim. Mesle bundan ibaret, dostane bir ziyaret. Bir araya geldik. Biz bu partinin kurucularıyız, iyi bir AK Partiliyiz, trollerin, troliçelerin ne dediğinin önemi yok.”
Habertürk’ün “Erdoğan’a kırgın mısınız? Bu konu gündeme geldi mi?” sorusuna ise Arınç, “Hissi konulara girmemek lazım. Ben cevap verdim, edepli terbiyeli cevaplardır bunlar. Umarım herkes bu açıklamalardan bir ders çıkarmıştır. Hükümetimizi ve ülke meselelerini görüştük, faydalı oldu” yanıtını verdi.


...

AKP, PKK ile Savaşıyor mu?




AKP, PKK ile Savaşıyor mu?

12twkp1 copy
Gökçe Fırat
10 Şubat 2016

1- AKP’den önce terör dağda ve teröristler K. Irak’taydı. AKP iktidara geldi, terör şehre indi.
2- Oslo’da ve İmralı’da yapılan görüşmelerde, G. Doğu AKP tarafından PKK’ya teslim edildi, TSK bölgeden çekildi.
3- 2011’den bu yana 5 yıl içinde PKK tüm şehirleri mahalle mahalle örgütledi, silah yığdı. AKP izledi.
4- Ve şimdi AKP sözde PKK’nın şehir yapılanmasına karşı operasyon başlattı.
5- AKP’den önce teröristler şehre sızmaya çalışırdı, şimdi devlet kendi şehrine girmeye çalışıyor!
6- AKP’den önce teröristler paçavralarını şehre dikmeye çalışırdı şimdi devlet Türk bayrağını dikmeye çalışıyor!
7- Bugün Türk askeri ve polisi, şehirde şehit düşüyorsa, sebebi AKP’dir!
8- Devlet bugün kendi mahallesine 2 aydır giremiyorsa, sebebi AKP’dir!
9- Şehirleri PKK’ya teslim et, silahlanmalarını seyret, sonra askerini ve polisini o şehre sür ve şehit olsunlar!
Şehitlerin katili AKP’dir!
10- Üstelik o asker ve polisleri AK-itlerden değil milliyetçilerden seç, ülkücüleri ve milliyetçileri öldürt, onlardan kurtul!
AKP hainliği!
11- Son 3 ayda 300 şehidimiz var, hepsinin kanında AKP’nin kanlı elleri var!
12- Türk milletinin başına gelmiş en büyük bela AKP’dir!
PKK’nın en büyük şansı da AKP’dir!
Kahrolsun AKPKK!





Sen Adam Satmayı iyi bilirsin Tayyip Bey




Sen Adam Satmayı iyi bilirsin Tayyip Bey


ali



Ali Özsoy
08 Şubat 
2016


Bile bile lades
Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyerindeki dönüm noktası hocası dediği ve hatta oğluna ismini verdiği Necmettin Erbakan’ı ABD ve İsrail’e satması oldu.
AKP denen hareket; kelimenin tam anlamıyla bir değer satma, dava satma, adam satma hareketidir.
AKP’nin kuruluşunda Tayyip’in sarf ettiği simge cümle bu satışı özetliyor: “Biz Milli Görüş gömleğini çıkardık.”
Açıkça “ben Türkiye’yi pazarlamakla yükümlüyüm” diyen kişi, adam mı satmaz, dava arkadaşını mı satmaz?
Bu yüzden sonda söyleyeceğimizi başta söyleyeceğiz. Yaşananlar Abdullah Gül’üne de, Bülent Arınç’ına da, Hüseyin Çelik’ine de müstahak!..
Orada, o adamın yanında kalma çılgınlığına devam edenlere, diğerlerine de ders olsun.
“O zat”
arinc-aciklama










Bilindiği gibi AKP’nin Bülent Abisinin adı geçen hafta Tayyip tarafından “o zat” olarak değiştirildi.
Tartışma Bülent Arınç’ın Dolmabahçe Mutabakatı’yla ilgili çıkışıyla başladı. 28 Şubat 2015’te açıklanan meşhur 10 maddelik Dolmabahçe Bildirgesi teröristbaşı Öcalan’ın yol haritasıydı. Metnin Apo tarafından yazıldığını HDP’liler zaten kabul etmişti. “Ekoloji, kadın, demokratik cumhuriyet, yol haritası, yeni anayasa, anadil, özyönetim” v.s…
O zaman yeni bir AKP ihaneti olarak algılanan bildirge; AKP’nin ve Tayyip’in 7 Haziran seçim hezimetinden sonra birden bire önem kazandı. Çünkü Tayyip ve AKP bir milliyetçi (!) kesilmiş ve yeniden seçimlerin yapılması için hepimiz bildiği bol kaoslu bir süreç başlatmıştı. Tabi hem AKP’nin o zamana kadarki ortakları PKK-HDP hem de CHP ve MHP gibi muhalif çevreler bu mutabakatı sık sık tekrar gündeme getirdi.
Tayyip ise yine her zamanki gibi kendini kurtarmak için pis işleri için kullandığı adamlarını sattı. Bu sefer kimleri mi? Yalçın’ı ve Efkan’ı…
Tayyip’e göre Yalçın ve Efkan ona sormadan gitmişler Dolmabahçe’ye, oturmuşlar HDP’lilerle… Hep beraber teröristbaşının şartlarını konuşmuşlar, kabul etmişler, sonra da “milletin başkanı”, “dünyanın lideri”, “ümmetin halifesi” Recep Tayyip Erdoğan’a haber bile vermeden kameraları çağırmışlar, biz kabul ettik; işte yol haritamız demişler!!!
“Ataşehir’deki kupon araziyi bile bana danışacaksınız, Habertürk’teki altyazıyı bile bana soracaksınız, ben saksı değilim” diyen şahsın tüm bunlardan hiç haberi olmamış. Böyle bir şey olabilir mi?
Bülent Arınç da sonunda dayanamadı canlı televizyon programına çıktı ve Tayyip’in yalanladı.
Ve böylelikle gitti Bülent Abi geldi “o zat.” Haydi hayırlısı.
Bülent Arınç neden bu son satışa kızdı?
arinc-aciklama2












Bülent Arınç “O zat” ilan edilince, yandaş medya da saldırıya başladı. Atış serbest…
Zaten “paralelci” olduğu sık sık söyleniyormuş, “FETÖ” vakfının kurucusuymuş, milletvekili yapılmayınca gerçek yüzünü göstermiş.
İşin ilginci “ Paralelci ” dedikleri, cemaat çevresi Bülent Arınç için hiç de muhabbet beslemiyor. Bülent Arınç Cemaati “ Özür dilemeye ” çağıran ilk AKP’li liderlerden biriydi. Cemaat Arınç’ın muhalif açıklamalarına bile tepkisel davranıyor ve onu çoktan “ Kendisini tüketmiş” biri olarak eleştiriyordu.
Bülent Arınç tutarsız mı değil mi bilemeyiz. Ancak kendisinin hakkını vermek zorundayız. Bu Dolmabahçe olayında daha ilk baştan Arınç sağlam tavır aldı. Tayyip 13 yıldır iktidarda. 13 yıldır yanındakileri satıyor. Ne Abdullah Gül kaldı, ne Cemil Çiçek ne de başka bir önemli figür ilk yol arkadaşlarından…
Bülent Arınç bunların hiçbirinde kendini ortaya atmadı. Risk almadı.
Ama tek bir satış ona çok koydu. Tayyip Dolmabahçe rezaletinden sonra nedense 20 gün beklemiş sonra beni haberdar etmediler diye Akdoğan ve Ala’yı suçlamıştı. Yalçın Akdoğan ve Efkan Ala’nın satışa gelmesinden hemen sonra Arınç bu iki isme sahip çıktı.Hayır dedi. “Bugün yapılanlardan, yarın geleceğimiz noktadan sayın Cumhurbaşkanımızın habersiz sayılması mümkün değildir, her şeyi çok iyi bilmektedir.”dedi.
Peki hiçbir dava arkadaşının satılmasında sesini çıkarmayan Arınç neden bu sefer ilkesel davrandı?
Çünkü Arınç’ın üzüldüğü Akdoğan ve Ala’nın satılması değil, HDP’nin, PKK’nın ve Apo’nun satılmasıydı. Nasıl bir Kürtçülük refleksidir ki, Arınç ilk kez bütün saldırıları göze aldı ve göğsünü Akdoğan için siper etti.
Satan satana
Aslında Yalçın Akdoğan ilk önce Tayyip tarafından ofsayda düşürülünce bozulmuştu. Basit bir mesele değil bu sonuçta. Terör örgütüyle mutabakat yapıyorsun ama cumhurbaşkanı “ben bilmiyorum, onlar yapmış” diyor. Adamı teröristbaşının ifadesiyle “ipe götürür”ler. Nitekim seçimlerden önce konu yine alevlenince Arınç Akdoğan’ın kendisine teşekkür ettiğini açıklamıştı: “Abi, iyi ki bi açıklamayı yaptın, beni rahatlattın.”
Bülent Arınç nedense geçtiğimiz hafta canlı yayında Taha Akyol’a Dolmabahçe iddiasını yineledi:
“Dolmabahçe Mutabakatı’nda okunan metin hükümetin önüne gelinmişti. Oturma düzenine kadar her şey kararlaştırılmıştı. Cumhurbaşkanının haberi olduğunu biliyorum tahmin ediyorum. Yalçın Akdoğan anında haberi olduğunu aktarmıştı.”
Tabi bu sefer Tayyip Erdoğan haziran ayındaki Tayyip Erdoğan değil. Konuyu sessizlikle geçiştirmek yerine Bülent Arınç’a açıkça saldırdı:
“Bahsettiğiniz televizyon programında, bundan benim haberimin olduğunun, benim müsaademle yapıldığının iddia edilmesi kesinlikle dürüst, doğru bir hareket değildir. Kaldı ki o zat, benimle çalıştığı zaman içerisinde bunları konuşmamıştır. Parlamentodan çıktıktan sonra kalkıp da Cumhurbaşkanı hakkında böyle doğru olmayan ifadeler kullanılmasını kabul etmek mümkün değildir.”
Akdoğan da 8 ay önceki Akdoğan değil. Satışa geldikten sonra kendisine sahip çıkan Bülent Abisine minnettar olan Yalçın gitmiş yerine “Bülent’e bir taş da benden” diyen Yalçın gelmiş:
“Sayın Cumhurbaşkanımızın tavrı net, speküle etmek art niyetliliktir.”
Kısacası Tayyip’in satıp, PKK ile izinsiz mutabakat yapan adam durumuna düşürdüğü Yalçın Akdoğan süreci iyi okumuş. Belki ilerideki bir tarihte bu satış başına yine iş açacak; ama en azından bugün o da Bülent’i satarsa şimdilik başına bir şey gelmez. Yani “satılma kuyruğunda” Bülent Abiyi öne it; günü ve paçayı kurtar.
Satan satana! Ne hareketmiş ne “beraber yürüyüş”müş bu?! İnsan “beraber yürür yağmurda”, hatta taş yağsa bile yürür de; bir de sürekli şu sırtından hançerlenme ve dava (!) lideri tarafından bozuk para gibi harcanma korkusu olmasa…
Son satılan tam satılacak
Tayyip tarafından “o zat”, savunduğu Akdoğan tarafından “art niyetli”, yandaş basın ve kendi ifadesiyle trolliçeler tarafından “FETÖ”cü ilan edilen Arınç bir açıklama daha yaptı:
“Madem böyle büyük bir hata yapıldı neden mutabakatta görevli kişiler bakan olarak kabinede yer aldı.”
Arınç’ın kıvrak zekâsını zaten hepimiz takdir ediyor. Güzel polemik de kime laf anlatıyorsun?  Tayyip dâhil 70 milyon herkes senin yalancı olmadığını, Tayyip’in Dolmabahçe konusunda yalan söylediğini bal gibi biliyor. Ama sizin yarattığınız Türkiye’de kimse mantığı, delili, gerçeği önemsemiyor ki. Reis ne derse o doğrudur. “İş üstünde görsem bile, gözlerime değil, kendisine inanırım”cı muazzam (!) kitlenizle gurur duyun.
Yıllarca bu oyunu oynayan, pişkin pişkin milletle dalga geçen sendin Arınç. Hadi bakalım çıldırıp, saç baş yolma sırası sende.
Arınç’ın Yalçın Akdoğan’a seslenişi ise biraz daha sert:
“Tüm bildiklerimi tarih huzurunda Sayın Yalçın Akdoğan’ın namusuna emanet ediyorum.”
Namusa emanet… Gülümsedik.
Ama Arınç’ın açıklamasının son kısmı o kadar dokunaklı ki; ne gülümsemesi önce ağladık sonra da kahkahalarla koptuk:
“Sayın Cumhurbaşkanı’m, zat-ı alinizle 30 yılı aşkın dava arkadaşlığımız ve dostluğumuz var. Sevgiyle, dayanışma ve sabırla, çile çekip, bedeller ödeyerek bugünlere geldik. Siz benim rahmetli annemin 5. oğluydunuz. Evlatlarım rahmetli Mehmet Fatih, Ayşenur ve Mücahid’in Tayyip amcasıydınız. Bütün ağabeylerim sizi benden çok daha fazla severdi. Ben, sizlerle birlikte olduğum süre içinde nefsime çok ağır gelen şeylere davam ve partim adına, zatınıza büyük bir hüsn-ü zan ve lidere itimat düsturu ile sabrettim. Sizin yükünüzü paylaşmaya, her türlü zorlukta yardımcı olmaya ve gizli açık tehlikelerden de korumaya çalıştım. Siz de lütfen bu sevgi ve dava arkadaşlığı adına, en azından geçmiş günlerin hatırına nefsinize uyarak samimiyetsiz kişilerin tahriki ile hareket etmeyin…”
“Rahmetli annesinin beşinci oğlu, evlatlarının amcası”ymış…
Ya komik olma Bülent! Adam kendi öz evladı Bilal’e “koynumda yılan beslemişim, haini başka yerde arıyorduk yanı başımızdaymış” diyecek tıynette biri.
Tayyip de biliyor ya sonunu. Bu kadar satıştan sonra en son kendisi bir satılacak tam satılacak. Hem de tam da tahmin ettiği gibi en yakınları, “koynunda besledikleri” tarafından… Bir de seni, rahmetli anneni ve “Tayyip amca”larını özleyen manevi yeğenlerini mi düşünsün? Adam haklı.


..

2 Şubat 2016 Salı

CAN Ataklı Siyasi Baskı Kurbanı mı,Demirören Grubunun İstanbul Adayı mı?


CAN Ataklı Siyasi Baskı Kurbanı mı,Demirören Grubunun İstanbul Adayı mı?


Tarih:19/07/2013 
İç Politika 


Can Ataklı'ya yeni yolunda başarılar diliyoruz. Sonunun Şafak Pavey gibi olmamasını, ortaya isim atıp tepki ölçme taktiğine kurban gitmemesini temenni ediyoruz...
Bu şekilde bir veda edişin, cesur bir gazetecinin, gerçeklerden ödün vermediği için kaleminin kırılması olarak değil, Demirören grubunun CHP'ye aday önermesi olarak algılanabileceği uyarısında bulunuyor;Ve de..

******
Vatan gazetesi yazarı Can Ataklı'nın yılan hikayesine dönen gazeteden ayrılma macerası nihayet 'mutlu sonla' noktalandı. Yazılarının üç aydır yayımlanmayışını, " Sorun yok, izin yapıyorum.." gibi açıklamalarla geçiştiren Ataklı, bu üç ay içerinde şark tipi siyasetçiliğin en bariz belirtilerinden biri olan kamuoyunu oyalama becerisini kazandığınını ispatladı.

Üç aylık ücretli iznini siyaset akademisi kursuna dönüştürmeyi başardığı anlaşılan Ataklı'nın "Yarını bekleyin, önemli bilgiler vereceğim" dediği veda yazısı, gazetedeki sütununda bugün"sansürsüz" yayımlandı.

Twitter'dan yapılan"Yarını bekleyin, önemli bilgiler vereceğim.." şeklindeki ön bilgilendirmeden, Ataklı'nın hükümetin gazete patronu ve gazete yönetimine, onların da kendisine yaptığı baskıları ifşa edeceği beklentisine giren okuyucu, sansür konusunda bir gazetecilik manifestosu yerine Demirören grubuna ve Vatan gazetesine övgülerle karşılaştı...

Böylece, kamuoyuna karşı işlenmiş suçlar arasında baş sıralarda yer alan "sansürün" aslında "sıradan bir vaka" olduğu sonucu ortaya çıktı.

Bazı okuyucuları tarafından "cesur yürek" olarak adlandırılan Ataklı'nın kendisini üç aydır sansürleyen gazete patronu ve yönetimine anlayış göstermekte neden bu kadar ileri gittiği ise yazının sonunda anlaşıldı...

Bir grup CHP milletvekilinin kendisini ziyaret ederek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı önerdiğini açıklayan Ataklı, bunun üzerine Kemal Kılıçdaroğlu ile 
görüştüğünü ve henüz resmi bir "teklif" statüsüne bürünmediği anlaşılan girişime, erkence heyecanlanıp bel bağladığını açık etti.

Adaylık 'emarelerini' kendisince yeterli gördüğü anlaşılan Ataklı, İstanbul seçmenine daha şimdiden vaatlerde bulunmayı da ihmal etmedi.

Can Ataklı'ya yeni yolunda başarılar diliyoruz. Sonunun Şafak Pavey gibi olmamasını, ortaya isim atıp tepki ölçme taktiğine kurban gitmemesini temenni ediyoruz...

Bu şekilde bir veda edişin, cesur bir gazetecinin, gerçeklerden ödün vermediği için kaleminin kırılması olarak değil, Demirören grubunun CHP'ye aday önermesi olarak algılanabileceği uyarısında bulunuyor;

Ve de..

Gazetecilik mesleğinin en ağır suçunu ve engelini oluşturan patron baskısı ve sansür ile mücadeleyi tercih etmeyip, siyasi bir partiden gelen " Teklifimsiye " balıklama atlayışın özürlü bir start alış olduğunu da belirtmeden geçemiyoruz.

İşte Ataklı'nın gazetecilik mesleğine " Veda ", Siyasetçilik mesleğine ise heyecanlı girişinin yazısı:


Açık İstihbarat


..

Başbuğ'dan Tarihi Bir Teşbih Hatası ; Bir Taktik Hamle




Başbuğ'dan Tarihi Bir Teşbih Hatası ; Bir Taktik Hamle 



Açık İstihbarat
Tarih:12/07/2013 
İç Politika 


 Abdülhamid'i yeniden okumak; İslamı ahlaksızlıklarına kılıf yapanların aynı şekilde Osmanlıyı ülkeyi satışlarına kılıf yapmalarına engel olmak için şart.

...

 Abdülhamid'i yeniden okumak; Tayyip Erdoğan'ı Abdülhamid, kendini Mithad Paşa zannetmemek için şart.

Zira Türkiye'yi parçalama sürecinin baş mihmandarı Tayyip Erdoğan ile , imparatorluğu birarada tutma çabasının stratejisti  Abdülhamid'in uzaktan yakından alakası yoktur. 

Başbuğ'un bu mektupla tarihi bir teşbih hatası yaptığı tezini bir kenara bırakıp, bu mektupla bir başka taktik amacı olduğu tezine yöneldiğimizde ise karşımıza mektuptaki şu cümle çıkıyor:

İlker Başbuğ, tutsak olduğu Silivri'den bir mektup yazdı kamuoyuna açık. 

Kendisini Mithad Paşa ve yargılanmasını Mithad Paşa'nınki ile kıyaslayan bu mektup medyada yer bulsa da;  Arabesk filmindeki Şener Şen'in sürekli tekrarladığı "terkedildim" serzenişinden öte bir anlam ifade etmeyen, "haksızlığa uğradık" boyutunun ötesinde ele alınmadı.

Halbuki bu mektubun en önemsiz boyutu ; "Ergenekon"'daki hukuk katliamını tarihteki bir örneği ile karşılaştırması idi. 

Hukuk tarihimiz "Ergenekon"'daki hukuk katliamı ile boy ölçüşebilecek yüzlerce dava ile dolu. 

Bu açıdan yaklaşırsanız kendinizi İskilipli Atıf Hoca'dan , Deniz Gezmiş'e ; Malta sürgünlerinden, Adnan Menderes'e;  Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'den Nazım Hikmet'e  kadar bir çok tarihi şahsiyetle özdeşleştirebilirsiniz. 

Başbuğ'un bu kadar olası seçki içerisinde Mithad Paşa ile özdeşleştimesi aynı anda hem manidar, hem de talihsiz bir seçimdir. 

Başbuğ'un bu tercihi bilinçli ise vahimdir, bilinçli değilse daha da vahimdir. 

Tarihi, lise tarih kitaplarındaki klişelerden üzerinden okuduğunuz noktada, Abdülhamid "gerici" , Mithad Paşa "ilerici"'dir ve , Abdülhamid "istibdat" yönetimi peşindeyken, Mithad Paşa, "anayasa" peşindedir.

Halbuki; gerçek resim bu klişelerin ötesinde bir derinliğe sahip ve bir ülkenin Genelkurmay Başkanlarının da, Başbakanlarının da bu derinliğe hakim olmasını bekleme hakkımız var. 

Başbuğ'un kendisini Mithad Paşa'ya benzetmesindeki çarpıklıklara gelirsek:

1) Mithad Paşa, İngiltere-Fransa ekseninde, Batı'ya hizmet seviyesinde angaje olmuş, günümüzün Batı vesayeti altında palazlanan siyasetçi tiplemesinin birebir örneğidir.

2) Mithad Paşa; yine bu Batıcı vesayetin en vücud bulmuş şekli olan komplocu şebeke Masonluğun üyesidir.

3) Mithad Paşa; aynen bugünkü Türkiye'yi bölünme sürecine sokan zamane "AB-açılım" süreçlerinin baş hamilerindendir. 

4) Harp okullarına Rumların alınması için çabalamıştır. 

5) Yargılanacağını öğrenince sığınmak için önce İngiliz, sonra Fransız konsolosluğunun yolunu tutmuştur. 

Diyeceksiniz ki; Başbuğ değil midir, Harp Okullarında yaptığı konuşmada AB'yi savunmak adına..

" İstediğimiz zaman geri alabileceksek ; Egemenliğimizin bir kısmını devretmeyi tartışabilmeliyizcümlesini kuran. 

Bu yönü ile Başbuğ; Mithad Paşa'nın Batı'dan medet uman tarihsel miyop zihniyetinin doğal uzantısıdır. 

Ama Başbuğ, her halükarda Mithad Paşa'dan daha onurlu bir adamdır ki, tutuklanacağını bile bile hiç bir yere sığınma ihtiyacını hissetmemiştir. 

Başbuğ'un teşbihindeki bir diğer sakınca, kendisini Mithad Paşa'ya benzetirken, Tayyip Erdoğan'ı Abdülhamid ile aynı kefeye koyma hatasına düşmesidir.

Abdülhamid'i yeniden okuma gereği, onu yüceltme veya şeytanlaştırmanın ötesinde, bütün siyasi kerteriz noktaları birbirine girmiş Türk siyasi hayatının kodlarını yeniden mantıki bir çerçeveye oturtmak için şart. 

Abdülhamid'i yeniden okumak; İslamı ahlaksızlıklarına kılıf yapanların aynı şekilde Osmanlıyı ülkeyi satışlarına kılıf yapmalarına engel olmak için şart. 

Abdülhamid'i yeniden okumak; Türkiye'de siyasetin matematiğini de, ruhunu  da paçozluktan kurtarıp, tarihsel tutarlılığı ve sürekliliğe sahip bir zemine oturtmak için şart. 

Abdülhamid'i yeniden okumak; Tayyip Erdoğan'ı Abdülhamid, kendini Mithad Paşa zannetmemek için şart.

Zira Türkiye'yi parçalama sürecinin baş mihmandarı Tayyip Erdoğan ile , imparatorluğu birarada tutma çabasının stratejisti  Abdülhamid'in uzaktan yakından alakası yoktur. 

Başbuğ'un bu mektupla tarihi bir teşbih hatası yaptığı tezini bir kenara bırakıp, bu mektupla bir başka taktik amacı olduğu tezine yöneldiğimizde ise karşımıza mektuptaki şu cümle çıkıyor:

" Midhat Paşa’ya yurt dışına çıkması tavsiye edildi. II. Abdülhamid’in padişahlığa getirilmesinde başrol oynayan Paşa, Padişahın kendisine bir kötülük yapabileceğini düşünemiyordu."

Başbuğ'un Abdülhamid yerinde koyduğu Tayyip Erdoğan'a mesajı açık:

" Senin iktidarını Pekiştirmene destek verdim ama sen beni Sattın. Bana bu kötülüğü nasıl yaptın "

Halbuki aynı Başbuğ, bir kaç ay önce bir televizyondaki röportajdaki sözleri nedeni ile teşekkür etmişti.

Bu teşekkür mektubundan bugüne ne değişti de, Başbuğ tarihi bir teşbih üzerinden Erdoğan'a sitem ve hatta uyarma noktasına geldi.

Anlaşılan; Erdoğan'ın altındaki zeminin kayması ile birlikte, Erdoğan'ın verdiği sözleri yerine getirememe riskinin arttığını gören Başbuğ, Erdoğan'ı uyarma ihtiyacı hissetti.

Bu mektuptaki mesaj ; Erdoğan'ın ve Başbuğ'un ne kadar yakın çalıştığını bilenler için daha bir anlamlı. 

Fidan'ın gözaltına alınması çabasını kendisine karşı bir tehdit olarak gören Erdoğan'ın bundan önce aynı tehlikeyi Başbuğ gözaltına alındığında hissettiğini bilenler için de bu mektuptaki mesaj çok anlamlı.

Erdoğan yolun, Başbuğ sabrının sonuna geldi.

Başbuğ'un elinde Erdoğan'a karşı oynayabileceği çok fazla koz olmadığı kanaatindeyiz. Fakat Erdoğan'a karşı cephenin genişlediği bir ortamda, Başbuğ'un mektubu aynı zamanda bu odaklara Erdoğan cephesini terk etmeye hazır olduğunun bir işaret fişeği.

Belki bu bağlamda, İngiltere'nin adamı Mithad Paşa benzetmesinin bir anlamı var. 

Ağustos şurası öncesinde, Necdet Özel'in karargahtaki kuşatılmışlığını/yalnızlığını , Erdoğan'ın devletin tepesindeki kuşaltılmışlığı/yalnızlığı  ile paralel düzlemde okursak; Başbuğ'un bu mektubu tarihi teşbihte bir hata yapıyor olsa da, taktik olarak kendi açısından doğru bir hamleye denk düşüyor. 

Başbuğ Mithad Paşa'ya benzemediğinin farkında mı..

Sanmıyoruz...

Bu tarihsel resimde Mithad Paşa'ya benzeyen biri var ise o da Tayyip Erdoğan. 

Tayyip Erdoğan Abdülhamid'le uzaktan yakından olmadığının farkında mı...

Sanmıyoruz...

Devlet'in tepesini ayrıştırıp birbirine düşürenlerin Abdülhamid'in tarihte nereye , Mithad Paşa'nın nereye denk düştüğünden haberleri var mı?

Kesinlikle..

Açık İstihbarat

http://www.acikistihbarat.com/haberdetay.aspx?id=10376


.

Bağımsız Yargı en çağdaş, en sağlıklı güvencedir..,



Bağımsız Yargı en çağdaş, en sağlıklı güvencedir..,


Yekta Güngör Özden

12.01.2009/Sayı:219

Türkiye'miz hiç yaraşır olmadığı olayların çalkantısında çok üzücü bir süreçten geçiyor. Yurtsever insanlarımızın endişeyle izlediği işlem ve eylemler çok yönlü bir karmaşayı yansıtıyor. Devletin en önemli görevlerinde bulunmuş asker ve sivil kişilerin evleri ve çalışma yerleri aranıyor, polisler kollarına girilerek gözaltına alınıyor. Yurttaşların yargıya, kolluk güçlerine güvenini ve saygısını sarsacak, devlete bağlılığını zayıflatacak görünümler bir yana dış ülkelerin cumhuriyetimiz, organları ve geleceğimiz için olumsuz düşünceler ileri sürmesine neden olacak durumlar yaşanmaktadır. Adaletin uygulanmasına, gerçeklerin ortaya çıkmasına herkes yardımcı olacaktır. Uygar bir yurttaşlık anlayışı bu tutumu gerektirmektedir. Ancak, önyargılı, yanlı yaklaşımlarla, amaçlı girişimler ve kimi yönlendirmelerle yürütülen işlemler kimseyi doyurmaz. Siyasal yaklaşımlarla kişilerin özgürlüğüyle oynamak yarınlar için en tehlikeli bir belirtidir. Ceza Yargılama Yasası daha anlayışlı uygulamalara elverişlidir. Bunları göz ardı ederek kamuoyunu tepkilere sürükleyen işlemlere başvurmak uygun karşılanamaz. Emekliye ayrılmadan önceki görevleri, bilinen Atatürkçü ve ilerici tutumlarıyla tanınan kişilerin yasadışı bir örgütle bağlantıları savlanarak apar topar götürülmeleri inandırıcı olmadıkça zarar verir. Bilgileri, ifadeleri için çağrılıp da gelmeyenler için uygulanacak yöntemi hemen uygulamak, iyi saptanmamış, iyi yorumlanmamış, iyi değerlendirilmemiş kimi konuşmalara dayanarak gözaltına almak, dâva açıp yargıç önüne çıkarmadan aylarca ceza çektirilircesine tutuklu bırakmak tüm ilgilileri sorumlu kılan hukukdışı bir uygulama niteliğini almaktadır. Yineliyoruz, yargının bağımsız olmadığı yerde hiç kimse özgür değildir.

Hepsi ilgili Cumhuriyet Savcısı'na ifade verecek kişilere öntutuklu işlemi düşündürücü ve üzücü olmaktan öte ürkütücüdür. Demokratik hukuk devletlerinde rastlanmayan biçimde bir soruşturma yargıya gölge düşürecek dalgalarla çıkmaz sokaklara sürükleyebilir. Yargı bağımsızlığını gündemde tutan sorunlara yenilerini eklenmesi ülkemiz yönünden büyük bir handikaptır. Lâik Türkiye Cumhuriyeti'nin niteliklerine, kurucusuna ve ilkelerine yönelik girişimlerin egemen olması olasılığına karşı herkesi ayağa kaldıracak tutumlardan kaçınılması gerekir. Ağırlıklarını yitirenler, andlarını unutanlar, görevlerini savsaklayanlar, hukukdışılığa ve zorbalığa alkış tutanlar durmazsa durdurulmalı, uygar, hukuksal ve anlamlı tepkiler ve davranışlarla tüm kötülükler önlenmelidir. Gözaltına alınanlara ilişkin işlemlere hız verilmeli, iddianameler bir an önce hazırlanmalı, dâvanın tümlüğü, adaletli yargılanma, sanıkların birbirlerinin yanında sorgulanması ve anlatımlarına karşı diyeceklerinin sorulması konularında boşluk bırakılmadan yargılama tamamlanmalıdır. Soruşturma yıllarboyu sürüp yurttaşların huzuru ve güvenliği bir savcının takdirine bırakılmamalıdır. Yetkililer durumu her yönden değerlendirmeli ve gerekenleri hukuk devletine yaraşır biçimde yapmalıdır.

Tartışmalı anlatımlar ve günlüklerle gözaltına alınan kişiler dışında öbür suç işleyenlere, devleti yıkmak, topraklarımızı parçalamak için çaba gösterenlere, gerici örgütlere, soygunculara, izlenip yaptırıma bağlanması gereken birçok suçun şüphelisine ve sanığına karşı ne yapılıyor? Atatürk'ü sevip sayanlarla ilkelerine bağlı olanlara karşı yürütülen işlemlerle Türkiye düşmanlarına karşı yürütülmesi gereken işlemler ne anlama geliyor?

Yurtiçinden ve yurtdışından yardım alan kuruluşlara ilişkin denetleme ne sonuçlar veriyor? TRT'nin Kürtçe kanalına yaklaşımını açıklayan Diyarbakır Belediye Başkanı'nın amaçlarını açıklayan sözlerine karşı yetkililer ne düşünüyor? Yerel seçimler için güneyden ve doğudan oy toplamak için oyunlara girişen iktidar oraları kazanacağını sanırken Türkiye'yi yitirmekte olduğunu er-geç anlayacaktır. Sakıncalı açılımlar ve yargı bağımsızlığı için yıllardır uyarmaya çalıştığımız sorunlar tüm ağırlığıyla gündeme oturmaktadır. Oy ve iktidardan başka şey düşünmeyenlerin yaşamımızı kararttıkları gerçeği hepimize, en başta siyasal partilere sorumluluklarını bir daha anımsatmalıdır. Kimse karanlıkta ve kuşku altında kalmamalıdır. Hukuka ve yargıya asla gölge düşmemeli, düşürülmemelidir. Atatürk güneşini hiçbir güç söndüremez.


http://www.turksolu.com.tr/219/ozden219.htm


..

1 Şubat 2016 Pazartesi

30 AĞUSTOS’A TARAF OLMAK,





30 AĞUSTOS’A TARAF OLMAK,



Doç. Dr. Emin Gürses
AĞUSTOS 2001


Bugün 26 Ağustos. İngiltere Başbakanı liberal lider Lloyd Geore’un desteğiyle Anadolu’yu işgale kalkışan Kral Konstantin’in ordusunun Anadolu’dan defedilmesi için Mustafa Kemal öncülüğünde Garp Cephesi’nde başlatılan taarruzun günü. 20 Ağustos 19224de gizlice Akşehir’deki Garp Cephesi Kumandanlığı’na giden Mustafa Kemal, 26 Ağustos’ta İngiltere’nin desteğiyle Anadolu’yu işgale yeltenen Yunan ordusuna karşı taarruz başlatmıştı. 5 günde istenilen sonuç alınmış, 31 Ağustos’ta ordular İzmir ve Eskişehir’e yönelmişlerdi.

Taarruz öncesi, Meclis’te Hüseyin Avni bey’in öncülük ettiği “ikinci grup ünvanını takınan muhalif hizip” Mustafa Kemal’e saldırmakta, ordunun moralini bozmakta, saldırganlara dağınık bir Meclis görüntüsü vermekteydi. Sözünü ikide bir kesen Hüseyin Avni’yi “burası mahalle kahvesi değildir. Kürsüye saygı göster” şeklinde uyaran Mustafa Kemal, “ Bu tartışmalar açıkça yapılıp Başkumandan’a karşı söylenen sözleri düşmana işittirmekte ülkenin bir çıkarı var mıdır ” diye soruyordu.  İşgalcilerin Eskişehir’e dayandığı bir ortamda Afyon Karahisar milletvekili Mehmet Şükrü Bey’in sataşmalarına karşı da “ Burada komedya oynamıyoruz ” diyerek cevap vermekteydi.

Bu taarruzla birlikte, Kemal’in askerlerine çarpan Yunanistan Kralı Konstantin 27 Eylül 1922’de, Lloyd George ise 19 Ekim 1922’de koltuklarını kaybetmişlerdi. David Walder’in de belirttiği gibi “İngiltere siyasal partilerinin kaderi İzmir alevleri içinde yandı.”

liberal lider Lloyda George’un Türk düşmanlığı o düzeye varmıştı ki 11 Ekim’de Mudanya Bırakışması imzalandığı halde boş durmamış, 14 Ekim’de Manchester ’da yaptığı Türk düşmanlığı üzerine oturtulmuş konuşması, Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un istifasına kadar yol açmış, Büyük Britanya’nın temellerini sarsan  bir süreci başlatmıştır. Kasım 1922 seçimlerinde Liberaller İngiliz siyasetinden silinmiştir.

İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Kemalcilerin başarısının Müslüman halklar arasında Türklere sempatiyi arttırdığını belirterek bunun İngiltere’yi “zaferin meyvelerinden vazgeçmeye ve Avrupa’ya mücadeleci-militan bir Türk devleti yerleştirmeye zorlayacak bir neden olmadığı”nı belirtiyordu Eylül 1922’de. Bugün Curzon’un değişik maskeli versiyonları görevdedir.

Mustafa Kemal’in ordusu 9 Eylül’de İzmir’e ulaşınca orada bulunan İngiliz Amirali ve Konsolosu üstü kapalı tehdit savurmaya devam etmişlerdi (M. kemal’in 4 Kasım 1922 tarihli Meclis konuşması). bu tür tehditler biçim değiştirerek günümüze  kadar gelmiştir yeni emperyalizmin yeni yöntemi olarak. İngiliz Lordu Ahmed’in Ankara’ya gönderilmesi, bu adama bazı siyasilerin sahip çıkması, İngiltere’de ve diğer bazı batılı ülkelerde onlarca milletvekilinin hiç yokken Ermeni soykırımı iddiacılarıyla sarmaş dolaş olması, 1922’de yırtınan Türk düşmanlarının sonlarından ders alınmadığını göstermektedir.

Düşmanlık Büyük Britanya İmparatorluğu’nu sarstı ve çökertti. Bu çabalar Avrupa’ya bir şey kazandırmamıştır. Mustafa Kemal geleneği yeni Türk düşmanlığı çabalarını bertaraf edecek potansiyele sahiptir. Washington da bir Koreliyi göndermişti teftiş için. Bu çabalar boşunadır. Yerli partiler bunlara aracılık yapmaktan vazgeçmelidir. Emperyalizmden medet umanlara ve bunu siyasi faaliyetlerinin gereği sayanlara 1922’de Mustafa Kemal gerekli cevabı vermişti; “Bizim en önemli vazifemiz siyaset yapmak değildir.. düşmanı kovmaktır. bunu yapmadıkça siyaset, anlamsız bir söz olarak kalır.” (Nutuk, TTK. Cilt-II, s. 877).

30 Ağustos’a taraf olmak emperyalizme karşı olmakla eş anlamlıdır. 
Bu, Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarına sahip çıkmakla olur.

KURTULUŞ SAVAŞI ŞEHİDİ ALBAY REŞAT ÇİĞİLTEPE (1879-1922)

Bir aydan beri yapılan son hazırlıklar bitmiş, 26 Ağustos, yani Büyük Taarruz günü gelmişti. Şimdi beklenen taarruz saati idi. İşte saat dört buçuk da olmuştu. araziyi kaplayan hafif sis içinde, iki tarafın mukadderatını tayin edecek olan taarruz başladı.

57. Tümene Çiyiltepe, Kızıltaş, Kızlaryaylası adlı birbirinden sarp ve yüksek üç tepe düşmüştü. Bu tepeler önceden düşman tarafından mükemmel surette tahkim edilmişti. Hatta burayı gören İngiliz kurmay subayları aşılamaz demişti.

Topçumuz bütün ateşi bir tepeye teksif etmişti. Diğer iki tepe istenildiği şekilde ateş altına alınamıyordu. Piyadeler birinci tepeyi zaptetti. Askerimiz seve seve can vererek çarpışıyordu. Fakat, topçu ateşinden mahsun kalan tepeler dayanıyor du. Topçuya mermi yetiştirmek güçtü, üstelik bir de yanlışlık yüzünden sevkiyat gecikmişti. Ana baba günü bu olabilirdi. Ama, bir de harekâtı umumi olarak mütalâa etmek lazımdı. Cephe Komutanından şu yazılı telefon alınd: “ 57. Tümen Komutanı miralay Reşat bey’e; Umumi vaziyete tesir ediyorsunuz, harekâtınızın yavaşlığı bütün harekâtı geciktirmektedir.”

Reşat Bey, cesur ve fedakardır. Askeri Mektepleri bitirerek 1897’de Orduya katılmış, Balkan Harbinde Yanya müdafaasında yaralanmış,     I. Dünya Savaşında Çanakkele’de, Suriye’de ve Muş’ta Muharebeler vermiş, İstiklal Harbi başladığı vakit Kars’ta bulunmuştur. İstanbulbullu idi, fakat zabit çıktıktan sonra geçen 27 yıl zarfında İstanbul’a ancak bir iki defa uğrayabilmişti.

O, İşte hiçbir tertibat bile almadan hatlarda erlerle beraber ileri atılıyor ve yürekten çalışıyordu. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa da Cihan harbinden beri kendisini tanırdı. Fakat “ Evet, tepenin alınmasıda gecikiyordu. Topların orayı tutamaması düşmana dayanma kudreti veriyordu.” Reşat Bey kıtalarının önünde hücuma kalkıyor, ilerliyordu. Fakat kafası telefonun yazısında idi; evet, Başkomutan haklıydı. Emir Subayı Refik Selimoğlu ile Başkomutana haber yolladı; yarım saate kadar emri yerine getirilecek. Çiyiltepe de dayanan 7. Yunan Tümeninin haddi bildirilecekti. Hücumlar hücumları takip etti ve bu müddet de çoktan geçti. Nihayet emir subayına telefon için bir kağıt vererek yolladı, bu bir veda name idi.

Kağıtta şu yazıyordu: “ Verdiğim sözü tutamadığımdan dolayı artık yaşayamazdım....”

Komutanlarının ölüm haberi Tümeni coşturdu, erler ve subaylar Çiyiltepe’nin yamaçlarından sanki yukarı doğru uçuyorlardı. Biraz sonra buranın zaptı haberinin sevinci, Reşat Bey’in ölümü haberinin kederini tâdil etti...

Türk Subayları ve Erleri, Komutanlarından aldıkları emrin ifasını kendileri için bir Namus Borcu telâkki ederler...


http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/agustos01_10.html

..