22 Mart 2015 Pazar

Çürüme




Çürüme


Yekta Güngör Özden


A Toplumsal dokuda bozukluk belirtilerini üzüntüyle izlemekteyiz. Değerbilmezlik, nankörlük, bencillik yaşamın her alanında çirkin örneklerle boyutlarını artırıyor. Akıl, bilim, ahlâk, sanat, spor, çalışma, okuma, yazma gibi soylu ve düzeyli kişiliğin eğilimleri, yönelişleri, yadsınırcasına dışlanıyor. Eğitim, deneyim, yasal koşullar gözardı edilerek yandaşlık, partililik, yakınlık, bölgecilik, mezhepçilik ve tarikatçılık aranıyor. Kadrolaşma tüm ağırlığıyla sürüyor. Sessiz ve tepkisiz toplum görünümü giderek koyulaşıyor. Herkesin bildiğini okuması, vurdumduymazlık ve adamsendecilkle ivme alıyor. Olağan yollarla yöntemler geçerliğini yitiriyor. Kazanmak, elde etmek, ulaşmak, erişmek için ne yapılsa uygun sayılıyor. Ölçüsüzlük beceri ve başarı olarak algılanıyor. Böylesine karışık bir ortamda ilkeleri savunmak, emeğin, göz nurunun, alınterinin hakkını vermek, değerleri korumak ve yaşatmak kimi güçlüklere katlanmayı gerektiriyor. 1980 sonrasının, özellikle “Özal döneminin felsefesi” nitelemesiyle yakınılan durum geleceğe ilişkin kuşkuları, korkuları beslemektedir. Karamsar olmayanların bile umutsuzluk sözünü ettikleri bir yaşam gerçeğinin sarmalında toplumsal çırpınışlar sezilmektedir. Yakınmalar yayılmakta, çözüm çabaları birbirine eklenmekte, toplumsal duyarlık çağrılarıyla katmanları etkileme girişimleri hızlanmaktadır. Siyasal kesimlerden kaynaklanan düşkırıklığı, dış ilişkilerin ulusal onura ters düşen olumsuzlukları, aydınların anlaşmazlığı, Atatürkçülerin dağınıklığı, lâik cumhuriyet karşıtlarının dayanışması ve olanakları çözüm düşüncelerini yoğunlaştırmaktadır. ABD baskıları, AB dayatmaları, iktidar direnmeleri, bilgisizlik, ilgisizlik, yaşam sorunları, çıkar güdüleri, cumhuriyetin niteliklerine, devletin varlığına yönelik girişimlerle bu konularda verilen ödünler ufkumuzu karartmaktadır. Atatürk aydınlığında, onun gibi düşünmeye, çalışmaya, başarmaya özen göstererek yurttaşlık yükümlülüğümüzü yerine getirmeyi insanlık borcu sayıyoruz.

Dış Dünya

Atatürk’ün Rusya ilişkilerine verdiği önem yeni yandaşlar kazanıyor. Tarihten ders alanların Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde kurulan dostluk bağlarıyla İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki soğuk savaş dönemindeki kopukluk ve karşıtlıkların iki yan için de yarar getirmediğini anlamaya çalıştıkları görülmektedir. ABD’nin soyunduğu dünya liderliği, Rusya’nın daha etkili bir atom bombası açıklamasıyla sarsılmaktadır. Irak işgaliyle saygınlığını yitirme tehlikesiyle karşılaşan ABD’nin Türkiye’nin yeni ilişkilerine ve açılımlarına ne diyeceği önemlidir. Atatürk zamanının yürekli, İnönü zamanının incelikli dışilişkilerinin yerini edilgen, güdümlü, ödünlü, ulusal onura pek aldırmayan bir tutum aldığından Türkiye’nin kendine uygun durumları istediği gibi sağlaması kolay değildir. Ekonomik ve siyasal bağımlılık azalmayıp arttığından ABD’nin gözdağları ve baskıları gereken karşılığı görmemekte, ABD Irak’ın kuzeyindeki bölücüler kadar Türkiye’yi önemsememektedir. Fethullah Gülen’in ABD’nde kalışı Humeyni olayını düşündürmektedir. Felluce olaylarının cılız tepkisini bile “not ettiklerini” söyleyecek kadar Türkiye’ye aba altından sopa göstermektedir. Rum Ortodoks Kilisesi’nin ekümenlik savının arkasındaki ABD hiçbir hukuk kuralı dinlememekte, görüşmelerini gözlemci olarak izleyip imzalamaktan kaçındığı Lozan Barış Antlaşması’nın bozulmasına destek vermektedir. Patrik Bartholomeos’un Türkiye’yi yurtdışına şikâyet etmesiyle tırmanan ölçüsüzlüğü ABD kışkırtmasıyla iktidarın çekinmesinin sonucudur. Patrikhane Vatikanlaşmakta, siyasal konum almaktadır.

AB kumar oynarcasına gözlerini karartmıştır. Şantajları iktidarın aczi nedeniyle katlanılmaz düzeye çıkmıştır. Avrupa Parlamentosu Başkanı Josep Borrell Fontelles’in “Kürdistan” sözlerini dil sürçmesi olarak nitelemesi ve dolandırarak usdışı gerekçeler ileri sürmesi, genel bir izlemeyi bırakıp özel yerler seçerek ziyareti, oyunu açığa çıkarmaktadır. Yurtdışındaki Kürtçülerin yaptıklarını, verdiklerini devlet yapamaz ve veremez. Onların etkilediği yabancılar koyu birer kürtçü yandaşı olarak koşullanmış ve önyargılı biçimde ülkemize gelmektedir. Sevr ve Lozan karşılaştırması onların özlemini kırbaçlamaktadır. İktisadî Kalkınma Vakfı ile Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin “Kritik Karar Eşiğinde Türkiye-AB İlişkileri” konulu ortak etkinliklerinde eleştiriye ilkel karşılıkları, kimlerin ne olduklarının göstergesidir. Kimi yerler özel statülüymüş gibi kışkırtmak için özellikle seçiliyor. Söylemlerin hiçbir kanıtı ve gerekçesi de ortaya konulmuyor.

Putin’in Atatürk övgüsü Avrupalıları düşündürmelidir. Özellikle Türkiye’deki Atatürk karşıtlarını daha çok.

Toplum, AB’nin vereceği tarih kadar kendi tarihiyle ilgilenmiyor. Görüşme günü verilse de sonuçta bir şey elde edilemeyecektir. Ama görüşme günü verilmesi AB’ne girilmiş, Türkiye para yağmuruna uğramış, her sorun çözülmüş gibi yaygara yapılacak, aldanan yine halk olacaktır. Kanımca, AKP iktidarı AB’ne girmeyi Türkiye için değil, kendisi için istemektedir. AB ülkelerinin etkin kararlar ve uygulamalarla önledikleri sıkmabaş için yeni gösterilerin, medya girişimlerinin başlaması boşuna değildir. Birbiriyle bağdaşması, uyuşması olanaksız iki durumu savunmak, birinde içtenliksiz ve isteksiz olmayı gösterir. İktidar AB’ne yaranmak ve görüşme günü almak için iyi hazırlanmış yasaları Meclis’ten geçirme maratonunu başlatmıştır. Hukukçuların yakındığı bozukluklar, boşluklar, terslikler, yanlışlıklar, sakıncalarla yürürlüğe konulmak istenilen düzenlemeler -tıpkı ceza indirimleri gibi- gelecekte onarılması güç yaralar açabilecektir. Borrell’in sömürge valisi gibi davranması yasaların AB tarafından dikte ettirildiği kuşkusunu uyandırmaktadır.

Koşul olmadığı yinelenen Kıbrıs için yapılan tartışmalar bu konudaki ikilemi, ikiyüzlülüğü açıklamaktadır. Güney Kıbrıs yönetiminin Türkiye tarafından tanınmasının görüşme günü alınmasından sonra düşünüleceğinin söylenmesi de rumlara açık kapı bırakılması, yeşil ışık yakılması anlamındadır. Başbakan R.T. Erdoğan’ın bu doğrultudaki konuşmaları ödüne hazır olunduğunun bildirilmesinden başka bir şey değildir. Kanımca iktidarın “demokratikleşme adımları” kadrolaşmayı ve bozulmaları anlatmaktadır. Aslında olan hiçbir şey yoktur. Çoğunluk diktasıyla Türkiye için birçok sakıncalar taşıyacak Başkanlık ya da yarıbaşkanlık sistemine gitmeyi istemektedirler.

AB Anayasası lâiklikten sözetmeden kiliseyle ilişkileri 51. maddesinde benimsemiştir. Dinsel açılım ve yön bellidir. Slovakya Ulusal Meclisi sözde ermeni soykırım kararı alarak Türkiye’ye bakışını belirtmiştir. Görüşme günüyle gerçekleşecek güney Kıbrıs’ı tanıma baskısı Yunanistan’ın ve Rum yönetiminin ortak kapanıdır. Kürdistan söylemleri ve PKK’ya af istemleriyle gelişen yurtdışı oyunlar köktendinci kesimin ulusal onura yaklaşımının ne olduğunu da belirlemektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Annan Planı oylamasında ABD’nin para dağıttığını Ferhugen’in söylemesi nelerin tezgâhlandığının dışa vurumudur. Ne ABD, ne AB, ne sözde dostlar son beş ayda 47 askerimizi şehit verdiğimize üzüldüklerini bildirmemişlerdir. Bu acı sorulmamakta, sorumluları eleştirilmemekte, suçlanmamakta, tüm kusur Türkiye Cumhuriyeti ’ne yüklenerek verilmeyecek şeyler istenmektedir. Türkiye gerekenleri yapmıştır, hem de fazlasıyla. Denenecek, bir daha sınanacak olan, sınavda olan Avrupalılar dır. Hollanda kaynaklı son taslak ipe un sermenin örneği. Nazlanan Avrupa kendi geçmişini unutmuş. Çankaya Zirvesi mesajı nasıl etkili olacak?

İç Dünya

Başbakan R. T. Erdoğan bir konuşmasında “İrtica ve bölücülük demirbaş sorunlardır” diyor. Bizler yıllardır ne diyorduk? Bu sorunların çözümlenmesi, giderilmesi için hiçbir etkin önlem almayıp tersine yüreklendirici tutum izlenirse nasıl inanılır ve güvenilir? Irak’ta Türk şoförler öldürülüyor. Son, l Aralık’ta, iki sürücüye daha kıyıldı. ABD’li ve Irak’lılarla yapılan ortak toplantının ne sonuçlar vereceği görülecektir.

R. T. Erdoğan ikidebir “Medeniyetlerin uzlaşması” sözünü ediyor. Medeniyet (uygarlık) tüm insanlığın malıdır, evrenseldir. Erdoğan bu sözüyle dinleri amaçlıyor. Dinler uygarlık olamaz, dinlerin uyuşması, uzlaşması olamaz. Her dinin kendi kaynağı, ilkeleri, değerleri vardır. Her biri ayrıdır. Olsa olsa dinlerin anlaşması anlamında çatışmamasından söz edilir. Özlenen, beklenen, dilenen bu olmalıdır. Bunu da uygarlık sözcükleri kullanılarak anlatmak yanlıştır. Uygarlıklar ayrıymış gibi göstermek doğru değildir. Özellikleri, ayrılıkları olsa da amaçları birdir, insanlıktır. Bunların çatışması olamaz. Komşuluklar, dostluklar, ortaklıklarla birliktelikler çağdaş doğrultunun gereğidir. Barışı ve dostluğu kim istemez? Anlaşma olmadı, görüşme günü verilmedi, AB’ne üye olunmadı diye uygarlıklar çatışmış olmaz. Uygarlıklar birbirini etkiler ama uluslar, devletler birleşememiş, kaynaşamamış olur. Anlayış ve anlaşma sağlanamamış olur. Uygarlıkların karşıtlığı gündeme gelmez. Hem uygarlıktan söz edeceksiniz hem de kadınları kadın hekimlere bırakacaksınız. Böyle olacaksa erkeklerin kadın hastalıkları ve doğum uzmanı olmaları, kadınların da üroloğ olmaları yasaklanmalıdır. O zaman kimlerin ne ölçüde uygar oldukları daha iyi anlaşılır. Tüm bu sorunlar, Atatürkçü olmak varken Avrasyacı olmaya çalışmak gibi boş bir özentiyi anımsatmaktadır. Dışilişkiler uzun yılların deneyimi, karşılaştırmalı değerlendirme, güncel gerekler gözetilerek düzenlenir. Partilere, adamlara göre değişmez. Millî Güvenlik Kurulu önceki Genel Sekreteri’nin “..Gerekirse İran’la..” diye gündeme getirdiği bir başka çözüme bozulan diplomatlar oldu. Ama bugün Rusya ile siyasal flört yapılması uygun karşılanıyor.

AB koşullar sürmeye, yeni koşullar eklemeye hız veriyor. Avrupalılar çıkarları söz konusu olunca hiçbir şey görmez. Rusya-Türkiye yakınlaşması AB’nin olumsuz tutumuna karşılık olabilir. Bir gün AB Rusya’yı da içine alacak değişikliklere gidebilir. ABD karşısında güç gösterisi yapmak için. Avrupalıların kendileri için yapamayacakları şey yoktur. Almanya-Fransa savaşından sonra şimdiki sarmaşdolaş durum bunun bir kanıtıdır.

Türkiye Barolar Birliği hukuk alanında övülecek bir çabayla çalışıyor ve ilgilileri doyurucu biçimde bilgilendiriyor. 1. Ordu Komutanı’nın açıkladığı duyarlık yürekleri serinletiyor.

Milli Güvenlik Kurulu yeni Genel Sekreteri’nin gerici medyayı da çağırarak yaptığı toplantıda “irticâ faaliyetler” sorusunu geçiştirmesi, duymazlıktan gelmesi ilginç bir belirtidir. Türkiye’nin varlığına yönelik iç tehlikenin başındaki kötülüğü önemsememek Türkiye’yi önemsememektir. Güneyde kürtçülerin sözde barış çağrılarıyla giriştikleri ayrılıkçılık da ikiz tehlikenin dış destekli ucudur. Çoğunluğun içindeki insanların azınlık şarkıları söylemesinin anlamsızlığı, sakıncalı bir oyun içinde olunduğunu gösterir. Yakalanan patlayıcılar bayramlar için depolanmış olamaz.

Rum Patriği’nin Türkiye’nin yurttaşı olduğunu unutarak soyunduğu uğraşlar, hiçbir haklı gerekçesi olmayan savına içerden verilen destek düşündürücüdür. Atatürk’ün Büyük Söylevi’nde değindiklerini, tarihsel gerçekleri unutanlardan ne beklenir?

Kimi Tuhaflıklar

Terör örgütü renklerine özgürlük oluru verdiği söylenen Diyarbakır Valisi ile sıkılıp izin aldığı yazılan Emniyet Müdürü konusu da halkın merakla izlediği bir durumdur. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin içeriği de iktidar kanadı nedeniyle merak edilmektedir.

Af yasalarının neden olduğu kötülükler sormaca dökümleriyle bir bir ortaya çıkmaktadır. Yine de aynı yol, üstelik diplomalar ve eğitim-öğretim için yinelenmek istenmektedir. Öğretmenler Günü’nde lokma dağıtılıp hatim indirilmesi (Aydın’da), Millî Eğitim Bakanlığı’nın tarikatların genişleyip güçlenmesini sağlayacak Yurtlar Yönetmeliği yeni sorunlar getirecektir. İktidara yaranmak ve inanç sömürüsüyle iktidarda kalmak çabaları nerede olunduğunu anlatmaktadır. Bürokraside yalakalığın artmasından yakınılmaktadır.

Doğalgaza bir yılda yedi kez zam yapılması ekonomik durumumuzu açıklayan belirtilerden biridir.

Beri yandan kültüre, bilime, eğitime karşıtlık sayılacak aymazlık ve bağnazlık sürmektedir. Yargı bağımsızlığıyla, üniversite özerkliğiyle, sağlık ve işsizlik sorunlarıyla ilgisiz AB iktidar kaynaklı gerici girişimleri umursamamaktadır. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın, Devlet Halk Dansları Topluluğu’nun, Türk Halk Müziği Korosu’nun ve Devlet Tiyatroları’nın sınavlarını yapmalarına karşın iptal genelgesi iktidarın niyetinin göstergesidir. Siyasal tarikat durumuna gelen partilerin mârifetleri bitmeyecektir.

Peyzaj Mimarlarının etkinliğinde açıklanan insansız çevre, çevresiz insan olmaz anlayışı benimsenip özümsenmedikçe yaşam koşullarında olumlu düzelmeler güç gerçekleşir. Ağlama duvarları örmek kendi tutukevimize kapanıp beklemek, doğa kıyımlarına ilgisiz kalmak bizi insanlığımızdan uzaklaştırır. Oysa her amacın odağında insan vardır, her erek insan ve insanlık içindir. Toplumcu, ulusalcı anlayışların bireylerin hak ve özgürlüklerini güvenceye bağlayarak güçlenmesi beklenir. Bu arada Türkiye tarımının yıkımı da öncelik ve ivedilikle el konulacak bir sorundur. Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı’nın ayrıntılı açıklamaları düştüğümüz acı durumu göstermekte, önerdiği çözümlere ilgisizlik acıları artırmaktadır.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın Başkent Üniversitesi’ndeki gerçekçi konuşmasına medya nedense gereken önemi vermedi. Değişik kesimlerden birçok kişinin ilgiyle izleyip alkışlarıyla destek verdiği görüşler, onaylanan davranışlar Ankara’da toplanacak Kıbrıs Zirvesi’ni nasıl etkileyecek göreceğiz.

Putin’in Ukrayna Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası Batıyı uyarması, etki alanının çizilmesi yönünden dikkat çekmektedir. 32 yıl aradan sonra ülkemize gelen ilk Rus Devlet Başkanı olması anlamlı bir yaklaşımın da ilk adımıdır. Ankara trafik düzeninin yakınmalara yol açması nedeniyle incelik gösterip özür dilemesi yetkililerimiz için dolaylı bir uyarıdır.

El Kaide’nin Cidde saldırısı, Irak direnişinin derinliğine uzanmaktadır. Afganistan’da Karzai’nin andiçerek Cumhurbaşkanlığı görevine başlaması geniş önlemleri zorunlu kılması herkesi teröre karşı özene çağırmalıdır. Ülkemizde yitirdiklerimizi düşünüp kimilerine bakınca insan şaşırıyor. Bunlara değinilmemesi çok çok iyi korunduklarına mı, yoksa ajanlık yaptıklarına mı yorulmalı bir kanıya varılamıyor.

Sonbaharla birlikte sanat etkinlikleri yaşamı her şeye karşın renklendiriyor. Konserler, sergiler, gösteriler, oyunlar. Yayın alanında de kültürü zenginleştirme çabaları beğeni topluyor. İktidarlar bilime, sanata, spora ne ölçüde değer verip katkıda bulunursa ya da engel olmazsa, halk diliyle gölge etmezse o ölçüde geçerli ve saygın olurlar. Sanatı ve sanatçıyı umursamayan bir iktidarı kimse saymaz. Sanata ve sanatçıya karşı olanla kimse birlikte olamaz. Toplumsal düzeyi en iyi sanat ve bilim yansıtır, dostluğun ve barışın en etkin aracı da sanattır.

Sanat ve spora sırt çevirip demokratik yolları gözardı edip öğretim ve eğitim kurumlarında terör estiren, kentin sokaklarını savaş alanına çeviren eylemlerin nedeni, gerekçesi ne olursa olsun karşısındayım. Asla uygun bulmuyor, kınıyorum. Demokratik tepkilere zarar verilmekte, soğuk karşılanmasına yol açılmaktadır. Kardeş kavgası kimseye yarar sağlamaz.

Soytarılar

Namusluların namussuzlarla savaşımı güçtür. İsmet İnönü’nün 5 Temmuz 1932’de TBMM’nde basınla ilgili gensoru görüşmeleri sırasında “Bir memlekette erbab-ı namus lâakal eşirra kadar sabur olmazsa...” sözünün günümüzdeki anlamı, koşullarımızın elverişsizliğini ortaya koymaktadır. Yürekli olmaya çağrı niteliğindeki değerlendirme bugün de geçerlidir ama araçlar eşit değildir. Kimi organlara nasılsa gelebilmiş medyanın kimi köşelerine yerleştirilmiş tetikçiler olanaklarını kullanırken namuslu ve onurlu insanlar bir tür yalnızlık içinde uğraş vermektedir. Değerbilmez nankörler, maskaralar, madrabazlar, ikiyüzlüler-çokyüzlüler, şarlatanlar, çıkarcılar, dönekler, niteliksiz ve kişiliksiz asalaklar, terbiyesiz, bilgisiz, bağnaz ve aymazlarla sapkınlar sıkı işbirliği kurmuşlar doğruyu söyleyenleri olmadık nedenlerle suçlayarak tüm şirretliklerini sergiliyorlar. Her yerde, her biçimde ve her kılıkta raslanan aşağılık sürüsü giderek azgınlaşıyor. Saldırmadıkları değer kalmadı. Demokrasiden sözederek onu kötüye kullananlar bu palyaçolar, Atatürk başta olmak üzere kurumlaşmış büyüklerimizi, ilkelerimizi, değerlerimizi, düşünce ve inançlarımızı hiçbir çekinme duymadan kötüleyip karalayan, alçakça davranışlarına yalanlarla dokuyan bu soytarılar görüş, düşünce, eleştiri düzeyindeki konuşma ve yazılara katlanamıyorlar. Saptırıp çarpıtarak okuyucularını, ilgilileri aldatıyorlar. Saldırmak için demokrasi var, savunmak için yok.

Bunlar nasıl oralara gelmişler, nasıl diploma almışlar, nasıl söz sahibi olmuşlardır, şaşılır. Ahlâk, bilgi, erdem, nitelik yoksunu karaçalıcılar bir zamanlar taşıdıkları meslek sıfatlarını da ilgi çekmek için kullanırlar. Kendilerinden başkasını beğenmeyen kıskanç, bencil, ukalâ, konuşmanın anlamını kavrayamaz. Nedenini değerlendiremez. Örneğin, Anayasa Mahkemesi üyelik ya da Başkanlık gereklerinin ayırdında değildir. Zamanında, yerinde, gerekli konuşmaları gelişigüzel görür. Yargıçlık niteliklerini meslek gereklerine aykırı olmayan korumak ve savunmakla yurttaş ve hukukçu olarak yükümlü bulunulan ilkeleri savunmak, karşıtlarının saldırılarını yanıtlamak onun için sakıncalıdır. Soyguncuyu, hortumcuyu, ahlâksızı, yanlı davrananları, ulusal çıkarları hergün çiğneyip yıkanları bırakır, başka hiçbir kişi ve konu kalmamış gibi size ve sizin çaba gösterdiğiniz değerlere yüklenir. Bunu da beceri sayar. Utanma nedir bilmez. Bir zamanlar görür görmez ayağa kalktığı, elini sıkmak için öne geçmeye çalıştığı, bir şeyler öğrenmek ve konuşmak için çevresinde döndüğü insanı kötüleme yarışına girer. Aşağılık duygularının etkisiyle büsbütün çöker. Yaşına-başına yakışmayacak tutumlarıyla gülünç olur. Kendisinden her bakımdan küçük olduğu, meslekte bir şeyler öğrendiği insanın arkasından söylenmedik söz bırakmaz, karşılaşınca ayaklarına kapanırcasına ne yapacağını şaşırır. Deneyimi yetersiz, bilgisi kıt, yetenekleri elverişsizken “hasbelkader” geldiği yerden yararlanarak abuk sabuk konuşup yazar. Başkalarının başından geçtiğini duyduğu olayları kendi başından geçmiş gibi anlatıp yayar. Kendisini biryerlere taşıyanı ve izlenen yöntemi eleştirir. Beğenmediği düzenden yararlanmayı bilir, karşı çıkmaz. Yerleştikten sonra dikleşir. Kimi yeni yetme, sonradan görme, ham kişiler zaman zaman orda burda boy gösterip size sataşarak kendilerinden söz ettirmeye, ilgi çekmeye çalışırlar. Bunlara aldırmak, zaman yitirmek olur. Her havlamaya dönüp bakmak yürümeyi engeller. “Kervan yürür..” sözü bu nedenle dilimizde yer bulmuştur. Gençliğinde sizi saatlerce dinlemiş, bilmediklerini sormuş, öğrendikleriyle mutlu olmuş, yıllar sonra karşılaşınca saygılarını sunmaktan onur duyduğunu yinelemiş yalancılara her yerde rastlanır. Gazeteci, hukukçu, hekim, mühendis, öğretmen, asker, işçi, yönetici, bilimadamı vd. Soyluluk olmayınca mevki, makam, rütbe, sıfat, unvan ve konumun hiçbir önemi yoktur. Kıskançlıktan gözleri dönen bu tür kişileri bilenler bilir, tanıyanlar tanır. Çevresinde “Delinin biri” olarak tanımlananları da vardır. Kendisi kasılır, pozundan yanına yaklaşılmaz. Ondan bilgilisi, ondan yeteneklisi yoktur havasındadır. Konuşması dökülür, yazısı yanlışlar ve yalanlarla doludur, birşey söyleyip yazdığını sanır. Bölücülüğü, yıkıcılığı, anarşiyi, kötülükleri, hukuksuzluğu eleştirmez, korkar, yüreği yetmez, bir gazete ve dergiye sığınır, Türkiye’yi Türkiye yapan ilkeleri, yurdu kurtarıp devlet kuran Türk büyüğünü, insan haklarını, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, yargının bağımsızlığını ahlâkı ve adaleti savunan yurtseverleri suçlar. Böyle hastalar kamuoyunu yanıltır. Sizinle ne alıp vereceği var, anlaşılmaz. Anlaşılan, değişik bozukluklarla sarsaklığıdır. Bunlarla çalışanlar ne “mal” olduklarını iyi bilirler. “Düşkünlükleri ve düşüklükleriyle rezilin biridir, pespayedir, boş veriniz” derler. Zararlarını azaltmak, önlemek için tanıtmak gerekir. Sizinle konuşmadan, görüşmeden, ilgilendiği değindiği konuyu araştırıp öğrenmeden yazar. Kulaktan dolma bilgilir ve söylentilerle yazılar döşkenir. Sıfatına bakan da adam sanarak okur. Halkın içinde dolaşacak yüzü yoktur. Yüreği yetmez. Karşılanıp konuşmak ve tartışmak korkulu düşüdür. Başkan ve patron dalkavuğu, medya yılışığı öyle çok ki “al birini vur birine” sözü yetersiz kalıyor. Tanıyanların “Zıpır, zibidi, uydu, uyduruk adam. Bırak o oğlanı, onursuz o biçim herifi” dedikleri kimseye kabalık yapıp benim onun diliyle birşeyler söylememe gerek yok. Tartışmadan kaçıp saldırıyı yeğleyenlerle konuşulmaz.

Atatürkçü olmamasına karşın Atatürkçülüğü savunur gibi görünerek küçümser, yok sayar. Ulaşamadığı ciğeri kötüleyen kediler örneği eşiğine yüz sürdüğü, kapısında pineklediği Atatürkçülere sataşır. Bunların ne çocuğu olduğunu, kimlerle ne tür ilişkiler içinde kirlendiğini, kimlerin nasıl kullandığını tanıyanlar anlatır. Terlik bile olamayacakları kişilere pislik karıştıran kalemleriyle dokunduğunu sanarak kabarır dururlar. Kürtçüye, faşiste, şeriatçıya, diktacıya, teröriste, vatan satıcılarına, kiralık ve satılıklara, onursuz ve namussuzlara bir şey söyleyemez. Lâik Atatürk cumhuriyetine ise her yeri yalayan dilini uzatır. Bunların, düzeyine inilse neler söylenip yazılır. Önce kalemini ne yapacağı öğretilir. Anlatılması güç yaşadığı nice maceraları, utanmazlıkları, arsızlıkları, terbiyesizlikleri, özel yaşamındaki bozuklukları, ruhsal dengesizlikleri, meslek sakıncaları neler neler.. Okuduğunu anlamayan, durumu kavrama ve değerlendirme yetisi olmayan, yansızlığını yitirip kötü alışkanlıklarına esir olan, güvenilmeyen inanılmayan toplum mikroplarından uzak durmak onları kendi çirkinlikleriyle başbaşa bırakmak en iyi korunma yöntemidir. Dışlamak, onarılmaz yapıları, iyileştirilmez hastalıklarıyla ne yaparlarsa kendilerine yapmalarını izlemek. Safsataları çıplaklaşan bu şişkin ve pişkinler sırıtır, kırıtırlar, ahmaklığın ve avanaklığın ölçüsüzlükleriyle bildiklerini okumayı sürdürürler. Ne halleri varsa görsünler. Hiç değinmeyince kendilerini doğrulanmış, bizi de kabûllenmiş sayıp şımarıyorlar. Hiçbir kişisel, toplumsal ya da özel bir ilişkimiz yoktur. Mahkûm olur, utanmazlar. Atatürkçü olmamıza, yurttaşlarımızın sevgi ve saygıyla kucaklamalarına katlanamazlar. Bilmeliyiz ki vatanını satanın satmayacağı bir şey yoktur. Üstelik bunlar istemeden verirler. Asıl şebeke de, çete de bunlardır. Şebek de bunlardır. İğrenir, tiksinirsiniz.

Yazının en geniş bölümünü oluşturan bu zorunlu değinme için verilen zamana üzülüyorum. Susmanın sorumluluğunun konuşmanın sorumluluğundan daha ağır olduğunun anlamını, efendiliğin değerini bilmeyen dengesizlere karşı, yaraşır olduklarını söylememiz için gelen uyarı, öneri ve dilekleri gözeterek bunları yazdım. Ne zaman, niçin, nasıl dava açmak zorunda kaldığımı anlamayıp gerçekleri tersine çeviren sözde hukukçular da var. Dâvacı suçlanıyor da davaya neden olana hiç değinilmiyor. Önemli olan vicdanını yastık yapıp yatabilmektir. Kendine hesap verebilmek, kendi yüzüne bakabilmektir. Dürüst olmaktır. İnsan ölür, insanlık ölmez. Her şeyin başı insanlık. 
Çözülmeye, Çökmeye, Çürümeye karşı en etkin güç, İnsanlık. Yargı kesinleşmeden bir kimseye suçlu damgası vurmamak da bu kapsamdadır.

http://www.turksolu.com.tr/71/ozden71.htm

.

Neler Oluyor?





Neler Oluyor?


Yekta Güngör  Özden,



Memurların aylıklarına yapılacak ek konusunda Bakanlar Kurulu’nun kararı beklenirken Sosyal Sigortalar Kurumu hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na Başbakanın kişisel istenciyle devri olayına karşı çıkanların toplu gösterileriyle Kasım ayının son haftasına giriliyor. AB’nin görüşme günü belirlemesi konusunda umut ve ödün karışımı etkileme çabaları sürüyor. Gün verilmesi sonucun güvencesi değil. Ama siyasal iktidar AB’ne girilmişçesine şamatalarla erken seçimi bile gündeme getirebilir. Dinsel duyguları okşamaktan başka yararlı bir çalışması görülemeyen iktidar sözde türban gerçekte sıkmabaş reklâmlarıyla tabanını tutmak çabasındadır. Bavyera’da alınan sıkmabaş yasağını bile bile yandaşı ve goygoycusu medya ile sıkmabaş dayatmalarını yenileyip hızlandırma bu eğilimin kanıtıdır. Kimilerinin 17 Aralık nedeniyle suskunluğa, hattâ donukluğa bürünmeleri yanında Fethullah Gülen’in karıştırıcı konuşmaları her olasılığı düşündürüyor. Futbol karşılaşmaları sırasında bıçakla öldürülen 16 yaşındaki çocuk, herkesi derin acıya boğdu. Sorunun “Futbol terörü mü, değil mi?” tartışmasına indirgenerek öbür boyutlarının gözardı edilmesi yerinde saymamızın değişik bir görüntüsüdür. Yeni Türk Ceza Yasası ve uygulama yasası nedeniyle suçluların bir bir salıverilmeleri, çağdaş uygulamadan, etkin yaptırımdan, topluma kazandırma koşullarının yerindeliğinden başlayacak bilimsel çalışmaların nasıl savsaklandığını ortaya koymaktadır. Suçtan caydırma yetisi olmayan kuralların zararlı düzenlemeler olduğunda duraksanamaz, AB ülkelerinin koşullarıyla Türkiye’nin koşulları bir değildir. Geçiş süreci gözetilmeden sağlanan hoş görü, suça özendirme sayılır. Trafik kazalarıyla suçlara ilişkin çizelgeler incelendiğinde toplumsal düzene ilişkin endişelere katılmamak olanaksızdır.

Bir kez daha

AB’ne girmek için girilmedik kılık kalmadı. Eşit, onurlu, saygın giriş özeni, yerini herşeye karşın giriş paspallığına bıraktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1930’lardaki saygınlığı, Avrupa diktatörlerin elinde inim inim inlerken Atatürk’ün önderliğinde kazandıklarımız, Milletler Cemiyeti’ne çağrılmamız, Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi (12.1.1934), yabancı devlet büyüklerinin Atatürk’ü görmeye gelişleri unutuldu.
Yalpalamalar, ödünler, ezilip büzülmelerle sonuç alınmaya çalışılıyor. Yeni yeni çıkışlarla, oyunlar ve saptırmalarla AB süreci dalgalanıyor. Şimdi de Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın “Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız” sözünün değişik yankıları gündemi şişiriyor. Chirac’ın bu sözü dostluğa vurgu yapan, kültürel benzerlik ve birlikteliklerin önemini yineleyen bir açıklamadır. Asla soy-köken birlikteliği belirtmesi değildir. Ne var ki birçok kişi, AB’ne yaranmak için İlerleme Raporu’nda değinilen sözde azınlık sorunlarını bizde de tırmandıranların yanılgı ve yanlışlıklarına destek verdi. Yeterli bilgiyi edinmeden, siyasal ve hukuksal özelliklerin bilincine varmadan salt ideolojik saplantılar, iktidara yaranma ve konum edinme çabasıyla kaleme alınan yazılar yanında azınlık ve Bizans konularına doyurucu biçimde değinenler de oldu. Örneğin azınlık konusunda Aydın Akbay, Öztin Akgüç, Mehmet Türker, Kurtul Altuğ, Özdemir İnce herkesin anlayacağı açıklıkla değerlendirme yaptı. Erol Ertuğrul, İskender Özturanlı, Bertan Onaran da. İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal’la Oktay Akbal’ın güçlü değinileri yararlanılacak bilgiler içermektedir. Konuya yalın anlatımla bir kez daha değinmek yararlı olacak sanıyorum.

Türkiye’de Lozan Barış Antlaşması’yla belirlenen “müslüman olmayan yurttaşlar”la Bulgaristan’la yapılan anlaşmada anılanlar dışında asla azınlık yoktur. Yurttaşlarımızın soy ve inanç kökeni ne olursa olsun hepsi birbirine eşittir, hepsi devletin gerçek sahibidir. Aralarında hiçbir ayrım yoktur. Yurttaşlar arasında sınıf, derece vs. bir fark bulunduğunu akıl ve vicdan sahibi hiç kimse söyleyemez. Kürt kökenlilerin gelmedikleri kat, edinmedikleri olanak kalmamıştır. Ne olmamışlardır? Çoğunluğun içinden çıkıp azınlık olma isteminin mantıklı hiçbir yönü yoktur. Amaç, özerklik, bağımsızlık yoluyla ayrı devlet kurmak ve Türkiye’den toprak koparmaktır. Ne durumdan nereye gelindiği unutulmuştur. Büyük Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir. -Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözlerini anlamayanlar Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve Lozan’ın intikamını almak isteyenler birleşmişlerdir. Devletin adı bile onları yanıtlamaktadır. Tarih, toplumbilim, Türkçe, siyaset, hukuk bilgisi olmamak bir yana okumak-öğrenmek alışkanlıkları, dinlemek terbiyeleri de yoktur. Fransa’nın kendi ülkesindeki azınlıklara, Korsika’lılara neler verdiği, nasıl davrandığı açıklıkla ortada iken Türkiye’ye dayatmalarına aldananlar uyanmalıdır. İşgüzarlık yaparak, bilgiç geçinerek rapor yazanların incelenmesi, bugüne kadar yazdıklarının ve yaptıklarının irdelenmesi kimbilir neleri kanıtlayacaktır? AB’ni arkalarına alıp demokrat görünerek, bilgiçlik ve ilericilik taslayarak kendi ilkel milliyetçilik duygularına esir olup olmadıkları anlaşılacaktır. Ne eksik, neleri yok, bunları söylemiyorlar. Uygulamadan kaynaklanan haksızlıklar hepimiz için geçerli. Kürt kökenlilere kötülük yapan kürt yok mu? Ceza ve tutukevlerindeki müslümanlara bakıp müslümanlık nasıl kötülenemezse, kimi kötülüklere karışmış kişilere bakıp Atatürkçülüğü ve lâikliği kötülemek de asla geçerli olamaz. Ulusal Kurtuluş Savaşı birlikteliğiyle Avrupalıların adını koyduğu topraklarda “çoğunluğun adı adımız, dili dilimiz” ilkesini benimseyerek yurt edinmenin, ulus olmanın kıvancını yaşamak varken bölücülük yapmanın anlaşılır yanı yoktur. “Türkiyeli” ya da “Anadolu Devleti” devletin kurucu varlığını, insan topluluğunu dışlayan bir yetersizlik taşımaktadır. Konuşma dilinde “Türkiyeliyim” her şeyi karşılamamaktadır. Halk arasında doğum yeri, memleketi de söylenmektedir “Sivas’lıyım, Tokat’lıyım” gibi. Yabancılarla konuşurken ülke adı verilebilir. Yeni bir şey değil. Bu söyleniyor. Toprağı anlatan bu belirleme ya da belirtme yurttaşlığı açıklamıyor. “Nerdensin, nerelisin?” sorusunun yanıtı olsa da “Kimsin, nesin?” sorusunun yanıtı değil. Bu sorunun yanıtı yurttaşlık bağıdır. “Türkiyeli” ya da “Anadolulu” sözcükleri yurttaşlığı ortaya koymaz. “Türkiyeli” denilince bahane yapılan kürtlük de açıklanmış olmuyor. Anayasa Mahkemesi’nin DEP’in kapatılmasına ilişkin kararında şu tümce, ilgilisini kapsayan, ilgisizini dışlayan doyurucu bir içeriktedir:

“Devletin tek’liğinden, ülkenin tüm’lüğünden, ulusun bir’liğinden ödün vermeden herkes soy ve inanç kökenini özgürce açıklayarak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı kurumu kapsamında tam eşitlikle kucaklaşır.”

Geriye hiçbir şey kalmamaktadır. Yurttaş-vatandaş olarak Türk olduğunu söylemek kürt, çerkez, laz, boşnak, arnavut vs. kökenini kimsenin elinden almamaktadır. Nasıl ki hristiyan, musevi, olanların dinini ellerinden almadığı gibi. Yurttaşlık-vatandaşlık devletle olan bağın adıdır. Anayasal bir kurum, anayasal bir konumdur. Anayasal bir niteleme, anayasal bir bağdır. Irkı belirlemez. Önemli olan yurttaşlığın tanımıdır. Yürürlükteki Anayasa’nın 66. maddesi vatandaşlık başlığı altında vatandaşlığı tanımlayacakken Türk’ü tanımlamıştır. Bu da Türklüğün vatandaşlık olarak algılanması biçiminde yorumlanmaktadır. Ancak hem bir ırk tanımıdır, hem de Türk gerçeğinin ters yorumlanmasına neden olur. 66. madde bana göre “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkının oluşturduğu Türk Ulusunun bireyleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” olmalıydı, olmalıdır. Çoğunluğun adıyla anılan ulus ezici, eritici değil, birleştiricidir. Tito, küçük kültürleri bağımsızlaştırarak birliği sağlayacağını sandı, Tito gitti, Yugoslavya bitti. Atatürk küçük kültürleri ulusallaştırdı. İşbirlikçi sapkınlara, sözde dostlara, tüm düşmanlara karşın ayaktayız. Apo’yu şaşırtan ve aşan önerilerle ulusal birliğe zarar verenleri kınamak yetmiyor. Toplumu bilgilendirmek gerekiyor. İktidarın yetersiz tepkisi, yanlış boşluk doldurması da yarardan çok zarar getiriyor. Ümmetçiler ulusalcı olmadıklarından, ulus bağı yerine din bağını istediklerinden onların umurunda olmayabilir. Türk toplumunun yaradılışı ve yapısı, ulusal varlığının başlıca dayanağıdır. Kimliksizmişiz gibi, kimliğe gereksinimimiz varmış, kimlik arıyormuşuz gibi görünüm veren olumsuz çabaların, kendini yadsıma aymazlığının getirdiği sonuçlarla Chirac’ın sözleri birleştirilebilir. Karen Fogg çocuklarından Bizans çocuklarına uzanan çizginin sorumluları da azınl ıkçılardır. Türkiye şamar oğlanına çevirilmek isteniyor. Rauf Denktaş bir ara “Fogg çocukları”nın ne anlama geldiğini yaraşır olanlara söylediğini anlatmıştı. Bizans, yayılmacı Doğu Roma İmparatorluğu’nun mirasçısıdır. Biz bırakınız Bizanslı, Osmanlı da değiliz. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Atatürk’ün çocuklarıyız. Dostluk, kültür, ekonomik, siyasal işbirliğini dışlamıyoruz. Atatürk, Fatih’ten sonra İstanbul’u ikinci kez alan Türk büyüğüdür. Aynı yerde doğmak ve oturmak, aynı olmayı gerektirmez. Biz başkası değil, kendimiziz. Roma İmparatorluğunun parçalanmasıyla oluşan Bizans bizimle ortadan kalkmıştır.

Anayasal Vatandaşlık

Kültür benzerliği ve kimi birliktelikleriyle tanımlamalardan korkacak, dostluk yaklaşımlarını geri çevirecek değiliz. Ama emperyalist açılımlara kesinkes karşıyız. AB Türkiye’yi balmumu gibi avucunun içine almak çabasındadır. Avuçları yanabilir. Bir ara anayasal vatandaşlık gibi öneriler ortaya atılınca Anayasa Mahkemesi’nin 32. kuruluş yıldönümü töreninde Başkan olarak yaptığım konuşmada buna da değinmiştim. Mahkeme arşivlerinde bulunması gereken basılı metnin o bölümünü olduğu gibi buraya alıyorum:

“... Temelde anayasal bir kavram ve kurum olan, başka türlü düşünülmesi olanaksız vatandaşlığı, aykırı örnekler vererek, devleti, ülkeyi ve ulusu dışlayarak, özgün adını anmayarak “anayasal vatandaşlık” biçiminde önermek, yanlışlıktan ötede yanılgıdır. Bireylerin oluşturdukları ulus, devletin kurucu öğesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin adını bölmeye ve paylaşmaya, böylece etnik özellikleri siyasal ayrımlarla somutlaştırmaya yönelik çabalara olur verilemez. Her devletin bir adı olur, yurttaşlar da etnik kökenleri ne olursa olsun, yurttaşları oldukları devletin adıyla tanınır, onun vatandaşlığını taşırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk, içindeki tüm değişik topluluklarla Türk Ulusu’dur. Ülkemizde uluslar arası andlaşmalarda belirtilenler dışında, özellikle müslüman azınlık, herhangi biçimde azınlık sayılacak ya da çoğunluktan çıkarılıp azınlığa indirilecek bir topluluk yoktur. Hiçbir uluslararası kural da böyle bir sav’a, kendi yazgısını belirleme hakkı vererek ayırmaya elverişli değildir. Ülkemizde bir etnik topluluk sorunu değil, değişik ülke sorunları içinde değişik etnik topluluklar vardır. Yapay sorunlarla ulusal birliği bozmak isteyenlere yeni savlar olanağı verecek, Türk Ulusu yapısına ve bilincine aykırı ödünsel tanımlara gerek yoktur. Anayasa’nın 66. maddesinin birinci fıkrası, ayrılık ve ayrıcalık için değil, birlikteliği vurgulamak, kimi yersiz çekinmeleri gidererek kimliği açıklama özgürlüğünün engellenmediğini göstermek için düzenlenmiştir. Bu, bir ırk belirlemesi, vurgulaması ya da üstünlüğü değil, vatandaşlık adının belirtilmesidir. Öngörülen, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”dır. Ayrılık ve ayrıcalığı önleyen, birleştirici ve tümleyici tanım, vatandaşlığın adını öngörmektedir. Türk Ulusu’nun bireyi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olmaktan başka anlama gelmeyen, her zaman açıklanan etnik köken bağını kaldırmayan anlatım biçimi yurttaşlar arasındaki eşitliği de vurgulamaktadır. Irka dayalı bir tanım söz konusu değildir. Yurttaşlık niteliği ve ulusal birlik vatandaşlıkla anlatılmıştır. Türk Ulusu da ırkçılık anlayışı üzerine değil, insanlık temeli üzerine kurulmuştur. Bu konu özellikle ele alındığında aynı doğrultuda başka yazılış biçimleri, görüş ve öneriler de açıklanabilir. Dayatmalarla Cumhuriyet’in temeli olan ulusal nitelik değiştirilemez, ulusal yapı bozulamaz. Tekil devlete aykırı istemler ve ayrı ulus savı dinlenemez.

Anayasa Mahkemesi’nin siyasal partilerle ilgili kararlarında yinelediği gibi kimsenin etnik kimliği, soy kökenini açıklaması yasak değildir. Böyle bir özgürlük bulunmadığı savı da gerçek dışıdır. Devlet dili Türkçe olup özel yaşamda anadil kullanılması yasağı da yoktur. Gizlendiği, aşama aşama ortaya çıkarılacağı anlaşılan aykırı istemlere ortam ve olanak hazırlama niteliğindeki çabalarla yöntemler geçerli olamaz.”

On yıl önceki bu konuşmanın önsezilerden ilerde sayılacak bir gerçekçiliği yansıttığı kuşkusuzdur. Yabancıların kollarında, kucaklarında, ellerinde olanlar, yabancı vakıfların temsilciliklerini yüklenenler, yabancı kuruluşların sponsorluğunda halkımızı aldatanlar tarihi, özellikle Atatürk’ün Büyük Söylev’ini yeniden okumalıdırlar. Çevremize bakmaları yeter, anlayacaklarsa.

Neler Oluyor?

Çelişkiler, çarpıklıklar siyasal güç gösterileriyle sürüp giderken olaylar yatak ve kanal değiştiriyor. Oyalama ve avutma da öylesine. Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni olan demokrasiyi herkesin istediği gibi davranacağı, aklına eseni yapacağı, konuşup yazacağı bir başıbozukluk, disiplinsizlik düzeni gibi algılamanın belirtileri tüm sakıncalarıyla yaşanmaktadır. Soygunlardan kapkaçla ra, töre uygulamalarına, spor anarşisine değin her çirkinlik kol gezmektedir. Hakkını aramak isteyenlerin yıllarca beklediği, sonunda en sağlıklı güvencemiz yargıya bile güven duymama durumuna gelebildiği söylenen bir ülkede kimse rahat olamaz. Gösteri, tutku, şaşkınlık, bilgisizlik, çocukluk, gençlik, görgüsüzlük, şımarıklık ne denirse densin olaylar, bayram öncesinde, sırasında ve sonrasındaki trafik kazaları ürkütücüdür. Yalnızca Ramazan (Şeker) Bayramı’nda 81 kişi öldü, 261 kişi yaralandı (Milliyet, 18/11/2004). 19 kişi de cinayette yitirildi. Emniyet Genel Müdürlüğü açıklamasın da 2004 yılının 9 ayında 262589 asayiş olayında 5602 kişi öldü, 70872 kişi yaralandı. 14403 kapkaç olayı saptandı. Bu sürede kayıtlara geçen 352895 trafik kazasında 2277 kişi öldü, 81978 kişi yaralandı. Savaşlarda bile bu ölçüde insan yitirilmiyor. Bakınız tersliğe, Irak’ta da savaştaymışız gibi ABD ve İngiltere askerlerinden sonra en çok ölü veren Türkiye’dir. Bugüne değin (23.11.2004) Irak’ta 63 yurttaşımızı yitirdik. Ulusumuz bu sorunların etkin girişimlerle çözümünü beklerken milletvekillerinin ödeneklerini artırmaya çalıştıklarına ilişkin haberler basında yer almaktadır. Irak’ta bir hafta içinde 7 Türk öldürülüyor, cılız sitemlerle tepkimiz sınırlı kalıyor. Anayasa gereği uyulması zorunlu yargı kararlarını gözardı edenler, bu kararlarla bağdaşık milletvekili andını unutanlar, Anayasa’nın değiştirilmesinin önerilmesini bile yasakladığı cumhuriyetin lâiklik niteliğini tartışmaya açanlar sıkmabaş için alanları doldurup camileri kullanırken, eğitim-öğretimi kesintiye uğratırken Irak’ta ölen yurttaşlarımız için derin bir sessizliğe gömüldüler. Bu da yetmiyor, yine Anayasa’nın değiştirilmesini, tersine işlem ve uygulama yapılmasını yasakladığı devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü, dilini, tekilliğini, ulusal yapıyı tartışmaya açıp bunların yıkılmasına çalışıyorlar. Bu bozgunculukları ve kendilerini yadsıyıp demokrasi ve özgürlük adına yürütüyorlar.

Kendilerine yasalara aykırı biçimde, yetkili ve ilgililerin anlamsız hoşgörüsünden yararlanıp “AK Parti” diyen Adalet ve Kalkınma Partililer, doğanın ak örtüsüyle ansızın karşılaştılar. IMF ilişkileri, özelleştirme bildirileri, işçi olayları, memur etkinlikleri, öğrenci gösterileri, ekonomik sorunlar birbirine eklenirken 17 Aralık’ı atlatmaya öncelik verdikleri anlaşılmaktadır. Bu duruma anamuvafakat partisi de kendi içindeki çalkantılarla destek olmaktadır.

Muhalefet değil, Muvafakat

Gerçek muhalefeti oluşturacak güçlerin dağınıklığı ülkemiz için talihsizliktir. Bu durum sürdükçe lâik cumhuriyet karşıtı gericiler iktidarı bırakmayacaklardır. Aydın geçinenlerle, aydın sanılanların yapay sorunlarla, çocukça sayılacak nedenlerle uğraştığı günümüzde gericilerin ilke ve parti gözetmeksizin dayanışmaları demokrasinin gerçek gücü olan muhalefet yoksunluğunu ortaya koymaktadır. Yasama organına giren ikinci parti de anamuhalefet olmaktan ötede anamuvafakat partisi durumundadır. AB’ne Başbakanla gitmeyi onur saydığını söyleyen liderlerin kadrolaşma, lâik cumhuriyetin temel değerlerinden verilen ödünlerle kimi hukuksal, ekonomik ve siyasal uygulamalar konusundaki yavaşlığı yavanlık sayılacak niteliktedir. Bu soruna parti içindeki kavga düzeyine gelen çalkantılar eklenmiştir. Bir İlçe Belediye Başkanı’nın çıkışları çok yönlü düşünülecek özellikler sergilemektedir. Ülke düzeyinde iktidarın amacını, yöntemindeki sakatlıkları bir fırtına etkisiyle duyuracak demokratik çabalara tanık olunamamaktadır. Uygar atılımlarla demokrasinin erdemini halka tattırmak muhalefetin görevidir. Üstelik taşkınlıklara karşı da en iyi örneği oluşturmaktır. Kimi yasaları Anayasa Mahkemesi’nin uygunluk denetimine sunmaktan ötede doyurucu bir muhalefet girişimi görülmemektedir. Yeni Türkiye Partisi ile birleşme de şimdilik bir sonuç getirmemiştir. Birleşmelerin yararı ve zorunluluğu yönünden anlamlı bir başlangıç sayılabilir, o kadar. Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi ile Bağımsız Cumhuriyet Partisi’nin örnek, öncü olarak birleşmesinin kimilerinin kendi imzalarına ters düşen tutumlarıyla sonuçsuz kalması, siyasal tarihte değerlendirilecek bir engellemedir.

Öbür muhalefet partileri de ilkeler konusunda yeterli duyarlık ve özenden yoksundur. Sıkmabaşa verdikleri önem kadar başın içine önem verseler, lâik cumhuriyetin anlam ve değeriyle amacını tam kavrasalar muhalefet görevlerini yerine getirirler. Dinsel inançları oy aracı saymak anlayışı sürdükçe siyasal oluşumların çağdaş görünümlerini, olumlu sonuçlarını yaşamak olanaksızdır. AB zoruyla biçimsel değişiklikler, “uyum” adıyla kimi düzenlemeler de yapılsa özde bir ilerleme olasılığından söz etmek bile güçtür.

Daha başka şeyler de var

Kızılay saygın kurumlarımızdan biriyken hukuksal bozuklukların yaşandığı bir ortama sürüklenmiştir. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararları yerine getirilmemekle, oldubittilerle sonuç alınmaya çalışılmakla, siyasal iktidar yandaşları kendilerini güvenceye alarak hukuka karşı çıkmakla büyüyen suçlamalar birbirine eklenmektedir. Yargı organlarının yansızlığı, bağımsızlığının doğal sonucudur, gereğidir. İktidar etkisinde kalınacağını, ona açık durulacağını sanmıyorum. Yargı kararlarının yerine getirilmesini sağlamak, iktidarın görevidir. Yargı kararlarının uygulanamadığı bir devlet hukuk devleti olamaz. Uygulanmasını sağlayamayan, tersine tutum sahibi bir yönetim de geçerli sayılamaz. Kızılay’ın adına, onuruna uygun durum, tüm ilgililerin vicdan borcudur.

Ayrıca, Sayıştay üyeliği seçimlerini kendi istediklerinin seçilmesi, Sayıştay’dan kadrolaşmanın gerçekleşmesi için geciktiren iktidar TBMM Bütçe Plân Komisyonu’nda haklı eleştirilere uğramaktadır. Kadrolaşma çabaları yargı organlarını aşarak, kimi yargısal görevler verilen Sayıştay’ı da kapsamına almıştır. Kimileri kadrolaşmanın Sayıştay’da başladığını da ileri sürmektedir. Nerede olursa olsun, siyasal kadrolaşma sakıncalıdır, tehlikelidir, bugünün iktidarının karşısına muhalefet düştüğü zaman çıkacak en büyük engeldir. Ne yazık ki iktidar kadrolaşma hırsından vazgeçmiş görünmemektedir.

Açılışlar, çekilen nutuklar, korunan yandaşlar, savsaklanan görevler, ele alınmayan dokunulmazlık dosyaları, medya destekleri ortadadır. Her yere siyaset girmiştir. Yalnız kendilerini akıllı sananların akıllarından zoru olmasa da kuşku duyulur. Erzurum’da liselerarası basketbol şampiyonasını izlemeye gelen lise öğrencilerinin kızlar ve erkekler olarak haremlik-selâmlık biçiminde ayrı ayrı oturtulmalarını savunmak ilginç bir ölçüsüzlük örneğidir. Okullarda kız-erkek karma düzene geçildiği yılı anımsayıp şimdi yöneticilik yapan öğretmenlerin tutumuna bakınca üzülmemek elde değil. İktidara yaranmak ve bir yerlere gelebilmek için mesleğin gereklerini bırakıp dinciliğe soyunmanın hiçbir anlamı yoktur. Milletvekili ve Bakan olabilmek için ilkeleri gözardı edip her partiye girebilen, parti parti dolaşan, göze girip yandaş görünerek bir yerlere gelmek isteyen kişiliksiz ve niteliksizler demokrasiye, kurumlara, mesleklere, topluma, kendilerine zarar vermekten başka bir şey yapmış olmazlar.

İşte Sayılar

Yabancıları edindiği taşınmazlara ilişkin sayılar giderek kabarmaktadır. Kasım 2004 ortasında yabancı uyruklu kişilerin Türkiye’de sahip oldukları taşınmazların 271 bin dönümü bulduğu duyuruldu (Gözcü, 12.11.2004, sayfa 1). Habere göre taşınmazlar 44215’e ulaştı. Bunların %31.4’ü Yunanistan uyrukluların. %28.5’i Federal Almanya, %12.8’i İngiltere, %11.5’i de Suriye uyruklularındır. Gelecekte karşılaşılacak istekler, öneriler, oyunlar, dayatmalar, dış baskılar için ortam hazırlanmakta olduğu kuşkularını doğrulayacak hızda yabancılar taşınmaz edinmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin iptal başvurusunu görüşmesinden sonra dinleme kararı aldığı yazılmıştır. Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği ilkesi, sonuç iptal olsa bile, tehlikeleri hafifletemez.

Kıbrıs konusunda seçime gitmeyi zorunlu kılan olumsuzluklar yaşanmaktadır. AB ülkelerinin desteği, ABD’nin baskısıyla gelinen durum içaçıcı değildir. Kıbrıslı soydaşlarımız kandırılmıştır. AB Parlamentosu’nun aylar sonra yardımı onaylaması sorunları çözecek ağırlık taşımamaktadır. Tersine AB üyeliği için Güney Kıbrıs Rum yönetimini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıması koşulunun Türkiye’yi düşüreceği durum bundan da kötü olacaktır.

Kimi tasarıların TBMM’de görüşülmesinin öngörüldüğü günlerde 17 Aralık sonrası siyasal yaşamın neleri getireceği de kestirilmeye çalışılmaktadır. Görüşme günü alacak iktidarın güç gösterilerine girerek kimse için bir şey kazandırmayan sözde uyum yasalarından sonra Anayasa değişikliklerine kalkışacağı, YÖK Yasası ile sıkmabaşı da içine alan yeni açılımlar deneyeceği, yargıda etkinliği daha artıracağı, kadrolaşmayı her organa, her birime yayacağı konuşulmaktadır. AB ülkelerinin karşı çıkarak üyeliği tehlikeye sokacak kimi uygulamaları iktidarın 17 Aralık sonrasına bıraktığı, ertelemelerle AB ülkelerine şirin görünmeyi yeğlediği söylenmektedir. Onlar da bu tutarsızlıkları, bu kurnazlıkları ayırdedemeyecek düzeyde değillerdir. Bu nedenle neler olacağını o zaman göreceğiz.

Bu vesile ile Atatürk’ün büyüklüğü her gün yeniden ve daha büyük oranda anlaşılıyor. Olanları izledikçe, olacakları düşündükçe, O’na olan hayranlık, bağlılık ve saygı daha artıyor. 5 Mart 1931 günü milletvekili aylıklarını 350 liraya indiren yasa TBMM’de kabûl edilmişti. 1932’de Milletler Cemiyeti Türkiye’yi üyeliğe çağırmıştı. Nerden nereye gelindi. Açıklık, saydamlık, gerçekçilik, içtenlik, kararlılık, etkinlik, onurluluk O’nun zamanında doruktaydı. Saygınlık tanımı güç ölçüde büyüktü. Güvenirlik de öyle. Şimdiki kimi siyasetçiler seçmenlerine minnet döneminden sonra sanki cinnet dönemine girmişçesine onlardan uzaklaşıp kendi çıkarlarına düşüyor.

Bu arada şeriat kurallarına ilişkin tartışmalara katkıda bulunmak amacıyla bir açıklama yapmak gereğini duydum. Türkiye tarafından Cidde’de imzalanan ve 3.8.1996 günlü, 4163 sayılı yasayla onaylanması uygun bulunan “İslâm Ülkeleri Arası Yatırım ve İhracat Kredi Sigortası Kurumu Kuruluş Anlaşması”nın şeriatı öngörmesi nedeniyle ilgili Bakanlar Kurulu kararının imzalanması aşamasında zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i arayarak gereken açıklamayı yapmam üzerine kararname üç paragraf ve üç fıkrasına “ihtirazî kayıt” (hakları saklı tutma açıklaması) konularak imzalanmıştır (Resmî Gazete, 19 Mart 1997, Sayı 22938, sayfa 1).

Fethullah Gülen’in sözleri

Beni kötüleyen konuşmalarını yayınlarda izlediğim F. Gülen’in daha önce gönderdiği övücü mektuplara anılarımda değineceğim. Adamlarının konuşma için çağrılarını, gelip gitme isteklerini, geri gönderdiğim kitap paketlerini, armağanları da anlatacağım. Gazetesinde gerçekleri çarpıtıp amaçlı değerlendirmeler yapmakta, kamuya yanlış tanıtma çabalarını kendileriyle görüşme isteklerini kabûl etmememe karşın konuşmuşum gibi yayın yapmaktadırlar. Türkiye’de yaşanacağını söylediği kötü olaylar bugünkü iktidar karşıtlarının değil, kanımca, yandaşlarının neden olduklarıdır. Nasıl sıkmabaş için sessizliği seçmişler bekliyorlarsa, güvendikleri ve kendilerine dayanan iktidarı güç duruma düşürmemek için, yine kanımca, parmakları tetikte, bir elleriyle namlunun ağzını tutarak bekliyorlar. Bu iktidarın yerine başka bir iktidar, ilerici bir iktidar olsaydı yalnızca sıkmabaş için alanları cami önlerini, üniversiteleri kan gölüne dönüştürmeleri işten bile değildi. Irak olayları sıkmabaştan daha az mı önemli ki susuyorlar? AB üyeliği için verilen ödünler ondan az anlamlı mı ki duruyorlar? Şimdi aydınlara saldırılmamasının nedeni iktidarı sarsmamak içindir. İktidar yıpranmasın diye sabırlılar. Takiyyeleri anladıkları, bildikleri için bekliyorlar. Şimdiye kadar hiç gericilerden öldürülen oldu mu? Öldürülenlerin hepsi ilericiler. Demekki öldürtenler de, öldürenler de gericilerdir. Dindarlığı köktendincilikle gölgeleyen, islâmiyetle terörizmi yanyana getirten, inanca en büyük kötülüğü yapıp en büyük zararı veren dinden anlamayan, dini kötüye kullanan, lâikliğin dini vicdana yerleştiren değerini gözardı edenlerdir. Din bilginlerine, toplumbilimlerinin değişik dallarında ün yapmış bilimadamlarımıza karşın eğitim ve öğretim düzeyi bilinen F. Gülen’i dinlemenin, ABD’nin müslümanlığa ve müslümanlara karşı tutumunu onaylarcasına onun korumasına sığınan kişiye kulak vermenin anlamsızlığı açıktır. Müslümanlıkta Allah ile kulu arasında hiçbir araca yer yoktur. Kur’an dışında kaynak aramak ta boştur. Yansıyan ve yayımlanan demeçlerle iç ve dış ilişkileri, bilgilerin kaynağı iyice araştırılmalı, yargı evreleri üzerinde durulmalı, hakkındaki yayınlar değerlendirilerek hiçbir haksızlığa neden olmayacak duyarlıkla gerekenler savsaklanmadan yapılmalıdır.

Yurtiçi, özellikle yurtdışı ilişkiler, olanaklar, emanetçiler, sözde yöneticiler, yabancı ülkelerdeki varlığın kaynakları, dayanakları, temsilciler vd. ne varsa didik didik edilmelidir. Demokrasiler, hesap sorma, denetim düzenleridir. Gizli ilişkiler, kapalı sistemler demokrasiyle bağdaşmaz.

Irak yarası

“Türkiye tek başına girmeliydi, ABD’ye kolaylık tezkeresi Meclis’te kabûl edilmeliydi” tartışmaları sürerken ABD Irak’ta Irak’lı bırakmamacasına kıyım yapmaktadır. Bush’un yeniden seçilmesiyle artan şiddet eylemleri gelecekte başka ülkelere yönelme olasılıklarını da gündeme getirmektedir. ABD’nin tutumu tüm anlaşmalara aykırıdır, hiçbir kural tanımamaktadır. Kuralı kendisi koymakta, kendisi uygulamaktadır. Gerçekdışı savlarla girdiği Irak’ta hergün biraz daha bataklığa saplanmakta, gelecekte her ülkeye zararı olacak oluşumların tohumlarını atmaktadır. Terörle savaş adına en ağır terör estirilmektedir. Irak’ın kuzeyinde yuvalanan PKK-Kongra/Gel örgütüne hoşgörüsü Türkiye’ye dostluk sözlerine karşın en yumuşak biçimde sürmektedir. Irak’ta devletini, ülkesini korumak isteyenler terörist sayılıyor da Türkiye’yi bölüp parçalamak için onbinleri öldürenler niçin terörist sayılmıyor? ABD’nin Irak’ta ne işi var? PKK-Kongra/Gel örgütü ve destekçileri milliyetçi, yurtsever sayılıyor da ülkesini yabancı işgalcilere karşı koruyan Irak’lı nasıl terörist oluyor? İşin utandıracak yanı müslümanların suskunluğu, tepkisizliği, dağınıklığı yanında Avrupa ülkelerinin pısırıklığıdır. Kendilerine dokunmayan teröre ses çıkarmadıkları gibi ABD zulmüne ve vahşetine de katlanmakta dinsel ve siyasal nedenlerle ölümleri seyretmektedirler. Müslümanların böyle bir ortamda Ramazan Bayramı’nı kutlamaları bile düşündürücüdür.

Irak sorunu üzerinde dururken Turgut Özal’ı anımsamamak olanaksız. Hâlâ onu öven, doğal, olağan gelişmeleri, artan uluslar arası ilişkiler nedeniyle gelinen düzeyi tümüyle ona bağlayanlar var. Kötülüklerle köktendinciliğin sakıncalarına değinmemizi küçümseme ve alayla değerlendirmekten ötede hakaretle karşılayıp kötüleyen aşağılıklar, affedersiniz, alçaklar var. Kimi marksist, kürtçü, bölücü, ırkçı-turancı, faşist, şeriatçı, terörist kendileri gibi olmadığımız, Atatürkçü olduğumuz için bize saldırıyor. Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlığı, demokrasiyi, aklı, bilimi, gerçeği, kişiliği, onuru, namusu, ahlâkı, adaleti, insanlığı savunduğumuz için karalanıyoruz. Yalancıların, sahtekârların oyunlarına geliniyor. Duruşumuz, Türkiye karşıtlarını kudurtuyor. Özal’ın Kürt devleti, federasyon konusunda etki yapmaya, kandırmaya, nabız yoklamaya geldiği yargı organlarında aldığı sert yanıtlar ilgililerce bilinmektedir. Onun başlattığı aykırılıklar sayılmayacak kadar çoktur.

Kerkük’de kürt çoğunluğu sağlamak için belediye seçimlerinin ertelenmesi, Irak genelinde güvenlik gerekleri sağlanmadan genel seçimlere karar verilmesi Türkiye yönünden çok önem taşıyan olgulardır. Bakalım iktidar ne yapacak, nasıl davranacak? İnsan Hakları Danışma Kurulu’na yapılan atamalar iktidarın inadının açık belirtisidir. Kamuoyunun yakından tanıdığı kimi yandaşlarla yanaşma çabasında olanlardan kimileri iktidarı okşayan görüşleri, yazıları ve tutumları nedeniyle kurula alınmışlar, kurul yöneticilerinin önerileri geri çevrilmiştir. Azınlık konusu başta kimi görüş, değerlendirme ve önerilerine katılmasak bile alanında uzman, yansız, siyasal katılığı olmayanların dışlanması uygun olmamıştır. Bunlar iktidarın bildiğini okumayı sürdüreceğini, hattâ daha çok yandaşını bir yerlere getirerek kadrolaşmayı yayacağını göstermektedir.

Rumların Kıbrıs’ta kadınlara saldırdıklarına, erkekleri öldürdüklerine ilişkin kıyım açıklamaları kimilerinin aklını başına getirip gözlerini açacak mı bunu da göreceğiz. Kıbrıs seçimlerini de.

İnanç bağımlılığı ve çıkar düşkünlüğü beyinleri kerpiç-tezek durumuna getirirse önemli sorunların hiçbir değeri yoktur. İnsanları aldatmak, amacına erişmek için en kolay yol inanç sömürüsünden geçmektedir. Batıda da, doğuda da yumuşak karın budur. Namus, onur, saygınlık, bağımsızlık, özgürlük, kişilik, soyluluk düşünülmezse çekilecek sıkıntıların, yaşanacak güçlerin kesilmesi olasılığı yoktur. İbretlik yazarlar bunun kanıtıdır.

Medyanın Plakları

Atatürkçü gençlerin temiz duygular, iyi düşüncelerle çalışmaları kimi Atatürk karşıtlarını öfkelendiriyor. Kezlerce yazmamıza, açıklamamıza karşın yakıştırmalarından ve yalanlarından vazgeçmeyen medya papağanları bilmedikleri ve bilmek istemedikleri konuları çarpıtarak sapkınlıklarını sürdürüyor. Atatürk’ü, Atatürkçülüğü, lâikliği, cumhuriyeti, demokrasiyi, hukuku, insan haklarını kavrayamadığı görülen kimi aymazlar, diktatörlüğüne karşı olduğumuz Saddam’ın ülkesini işgalci dış güçlere karşı savunmasını uygun bulmamızı Saddamcılıkla suçladı. Yazılarımızı kadrolu yazar olarak, ücret alarak yazmadığımızı, sorumluluğumuzun kendi görüşlerimizi içeren yazılarımızla sınırlı olduğunu vurgulamamıza karşın bir dergide yazan herkesin bir örgüt üyesi gibi birlikteliği ya da işbirliği ileri sürüldü.Yargıda olan konu için yargıyı etkileyici açıklamalar yapıldı. Görevin, ordunun çağrının ne olduğunu bilmeyen, tersine silâhlı kuvvetleri “zaptiye” nitelemesiyle küçümseyip alaya alan kimileri kendi geçmişlerini unutup marksist, kürtçü, şeriatçı, bölücü olmayan onurlu insanlara saldırdı. Kendi yazdıkları gazetedeki tüm yazarlar aynı çizgide, aynı düşüncede, aynı ahlâk değerleriyle donatılmışlar gibi atıp üfürüyorlar. Bir gazete ya da dergideki imza sahiplerinin bağımsızlığı, kişilikleri, özellikleri unutuluyor. Çünki işlerine böyle geliyor. Varlığımıza, değerlerimize yönelik saldırıları gözardı ediyorlar. İkinci Meşrutiyeti Kurtuluş Savaşı’ndan önemli bulan, lâiklik ve Atatürkçülüğü tehlike, ve belâ sayan zıpırlıklar onları mutlu ediyor. İnsanlık, ahlak, yurttaşlık anlayışları böyle. İktidar çığırtkanlığı, çıkar düşkünlüğü öyle düşürüyor ki ne yapacaklarını bilmiyorlar.

“Atatürkçülüğün-Kemalizmin olmadığını” savlayacak kadar ileri giden şirretler var. Düzeyimiz ve kişiliğimiz gerekeni söylemeye engel.

Hele öyle bir düşüğü var ki. Görevde olduğum zaman yargıçlık niteliklerine, meslek gereklerine büyük özen içinde davranarak anayasal ilkeleri savunmam nedeniyle çöreklendiği köşeden sık sık bana saldırırdı. İrticanın iktidar yürüyüşünün ayak seslerini ilk sezenlerden biri olarak tehlikelere değinmem bu yalakayı rahatsız ediyordu. Hiçbir kişiye, kuruluşa, kuruma dalkavukluk yapmadan, hiçbir şeye sığınmadan, bağımsız ve özgür bir yurttaş, sorumluluk bilincine gölge düşmemiş bir hukukçu olarak duyarlığım ve özenimden gocunan içte ve dıştakiler ne söyleyip yazacaklarını şaşırıyorlardı. Kuyrukları yine boş durmuyor. Açtığım dâvalardan aldığım tazminatları, dağıttığım vakıf ve derneklere ilişkin makbuzları da sahiplerine gösterdim. Hangibirini sayayım? Dosyalarına bakarlarsa 1993’lü yıllardan bu yana yalanlarının, saldırılarının, haksızlıklarının belgelerini bulurlar. Terbiye kişiliğin, kişilik de insanlığın özüdür. Her havlamaya başını çeviren yolda yürüyemez. Eleştiriyi terbiyesizliğe dönüştüren ve yalanla dolduranlar, insanlıkdışı düşenlerdir. Hâlâ ödemeden kaçınan, özür dilemesini bile bilmeyen aymazları var. Babasının yanında kısa pantolonla yaramazlık yaparken, hukuk danışmanı ve köşe yazarı olduğum gazetede stajyer muhabirken tanıdıklarımın zamanla ne durumlara düştüğünü görünce içim burkuluyor. 1955-60’da ortaokul öğretmenleri olduğum iki çocuk (biri akıl hastahanesine de alındı) 30-35 yıl sonra benimle hiç konuşmadan, hiç görüşmeden köktendinciliğe kaymaları nedeniyle gülünç eleştiriler yazdı. Biri de şimdi gericilerin atadığı önemli bir yerde ama güç durumda. Arafat’ı terör dışı savaşımıyla övdüm, yitirilmesinden büyük üzüntü duydum. Arafatçı değilim.

Biraz ilgi

Hiçbir siyasal kuruluşun üyesi değilim. Hiçbir dernek ve vakfın yöneticisi değilim. Bir üniversitede öğretim görevlisi, bir üniversitenin ilköğretim ve lisesinde yönetim kurulu üyesiyim. Karşılıksız yapmaya çalıştığım bu hizmetlerden başka görevim yok. Olmasını da düşünmüyorum. Tek adresim evim. Buna karşın yıllar önce çalıştığım yerlere kart ve mektup gönderiliyor. Yanıtta gecikiyorum. Oysa benim gönderdiklerimde adresim açıkça bellidir. Demek ki yeterli ilgi gösterilip not alınmıyor. En büyük kazancım dostlarımdır. Onlardan kopamam, onları unutamam ve onların adres yanlışlığına katlanamam.

http://www.turksolu.com.tr/70/ozden70.htm

.

Karmaşa ve Kargaşa




Karmaşa ve Kargaşa



Yekta Güngör Özden

Cumhuriyetin ilânından 81, Atatürk’ümüzü yitirmemizden 66 yıl sonra giderek artan ve yayılan endişeler içindeyiz. İnsanlığın en güzel iklimi olan barışa ateş düştü. Irak’ı işgal eden ABD’nin insafsız ve vicdansız saldırısı sivillere, çocuk, kadın, yaşlı, hasta ayrımı yapmaksızın Felluce’da tüm şiddetiyle sürmekte, Filistin Lideri Arafat’ın ölümüyle Ortadoğu yeni karışıklıklarla karşı karşıya kalmakta, AB’ne katılmak için istenen her ödünü vermeye hazır Türkiye üzerinde içimizdeki işbirlikçilerin çığırtkanlığıyla yeni oyunlar hazırlanmaktadır. Varlığı yadsınan insanların ümmet durumundan ulus düzeyine yükselmeleri, ülkenin her yerinin kanlarla sulanarak düşmandan temizlenip kurtuluş ve bağımsızlığın sağlanması, Türk Mucizesi’ni izleyen Türk Devrimi ile kuruluşun çağdaşlık yolunda atılımları birbirine ekleyerek Cumhuriyetle demokrasiyi sağlaması gereğiyle değerlendirilememektedir. Rozet takarak, nutuk atarak, resim asarak Atatürkçü olduğunu sananlarla, Atatürkçü olduğu sanılan kimileri yılda bir 10 Kasım günü Atatürk’ü biçimsel anışla yetinmekte, bir de ulusal bayramlarda yine biçimsel bağlantılarla adından söz edilmektedir. Ne mutlu Türk’üm diyerek coşkusunu ve kıvancını açıklayan yurttaşlarımızın Atatürk’ü bir kişi değil Türkiyemizin tarihsel, doğal ve ulusal tüm değerlerinin simgesi, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türkiyemizle özdeşleşerek kurumlaşan ilkeler anıtı olarak düşünmeleri gerekir. İletilerle, defterlere yazı yazmakla, tören ve toplantılarda konuşmakla, “Ben Atatürkçüyüm” demekle Atatürkçü olunamaz. Hangi ulusun, hangi ülkenin Atatürk gibi bir değeri var? Güçlükler ve ateşler içindeki ülkelerin Atatürkleri olsaydı bugünkü durumlara düşmezlerdi. Bizde bozuklukları tiksinti duyuran kimilerinin Atatürk ve lâik cumhuriyet karşıtlıkları insanlık niteliklerinden yoksunluklarının kanıtıdır. Yabancılarla işbirliğine girişip onların uydusu ve uşaklığına soyunanlar 10 Kasım’larda bir kez daha düşünmelidir. 10 Kasım’lar gerçekte kendini sorgulayıp yargılama, kendine gelme, Atatürk’e hesap verme günleri olmalıdır. Başbakanın lâikliği kendi felsefeleri doğrultusunda yorumlayıp güne uyumundan sözetmesi, eğitim ve bilgi düzeyiyle yaptıkları gözetildiğinde yadırganmamalıdır. Lâiklik konusunda önceki sözleri, lâiklikle asla bağdaşmayan tutumları, eşinin sıkmabaşlı direnişi bilinmektedir. Şimdi başka şey yapacak ve söyleyecek değildir. Lâiklik bireylerin inanıp inanmama özgürlüğünün güvencesi olmaktan başlayıp devletin dinler karşısında bağımsızlık ve özgürlüğüyle anlam kazanır. Devlet, toplum, aile yaşamında, eğitim, sanat, spor, siyaset ve her şeyde aklın ve bilimin öncülüğünde çağdaş yaşam biçimini öngörür. Özü, kaynağı, temeli, ereği, amacı, içeriği ve niteliği asla değişmez. Başbakanın kendine göre yorumu ancak kendini ve yandaşlarını bağlar. Sıkmabaştan başka verecekleri bir şey olmadığı için sıkmabaşı benimsetmekte amacına uygun açılımı lâiklik sanmaktadır. Üstelik AB’ne giriş sürecinde bu konuda Avrupalıların tutumunu bile bile. Oy deposu kesime “Ne yapalım biz dayattık, direndik, uğraştık AB yüzünden olmadı” demek için. Gerçekten AB konusunda içtenlikli olsalar, gerçekten lâik olsalar, gerçekten din kurallarını iyi bilip iyi yorumlasalar, gerçekten siyaseti dinselleştirmek, dini siyasallaştırmak istemeseler böyle davranmaz, böyle konuşmazlar. Takiyye ölçüsüzlüğü, her ortamdan yararlanma kurnazlığı sırıtıyor.

Çarpıklık

Düşündüren, burukluk yaratan, umutsuzluğa ve karamsarlığa neden olan öyle olaylar yaşanmaktadır ki insan ne diyeceğini, ne yazacağını şaşırıyor. Yaşıyla, görev katıyla, meslek çizgisiyle, özetle konumuyla kendisinden beklenmeyecek aykırılıklara, çelişkilere, çirkinliklere düşenler var. Konuştuğunuza, tanıştığınıza, adam yerine koyup selâmlaştığınıza pişman oluyorsunuz. Bunlar, mevki, makam, yükselme, yerinde kalma için her duruma katlanan niteliksizlerdir. Kimileri yalancı, dedikoducu, armağan dağıtarak dolaşıp konuşup görüşecek düşünsel hiç bir birikimi olmadığı için boşluğunu ziyaretlerle kapatan birine inanır, kimileri nezaketin gereği olan yanıt vermeyi bilmez, gerçekten korktuğu gerçeği araştırıp sormamasından bellidir. Bir zamanlar gölgesinden yakın olduğu kişiyi karalar. İyi dilekler sıraladığı, övgüler yağdırdığı, birlikte görünmek için çırpındığı insan görevden ayrılınca görevdeyken arkasından yaptığı karalamaları genişleterek sürdürür. Böylesi kişiliksizlere inanan, bunlarla ilişkisini sürdüren zavallılar birgün sokağa çıktıklarında, ünvanlarından uzaklaştıklarında kimse yüzlerine bakmayacaktır.

Giderek daralan kemendiyle IMF esareti yoğunlaşıyor. AB’ne girdikten sonra Para Birliği’ne girme süreci vs. derken teslimiyet tamamlanacak. Sahte Atatürkçüler gibi sahte dindarları ve sahte demokratları da eleştirmek gerekir. Ne yazık yanlılık sürüyor.

Adalet Bakanı Apo için komutanların eleştirilerine “Ayrıcalık yapmıyoruz” yanıtını verdi. Başka nasıl ayrıcalık olacak? Tüm tutuklu ve hükümlülerin cezaevlerinde yatmalarına karşı Apo’ya niçin İmralı’da bakılıyor? Ona tanınan olanaklar, gösterilen özen, hangi tutuklu ve hükümlüye gösteriliyor? Bırakın tutuklu ve hükümlüleri, devleti koruma görevi yapan kimlere gösteriliyor? Önemli görevlerde önemli hizmetler yapmış kimi emeklilerden Başbakanlığın oluru kaldırılmadan taşıt aracı geri alınmamış mıdır? Koruma yönetmeliği gereği koruma görevlilerine verilecek taşıt aracı verilmiş midir? Kurumun vermesi gereken araç Başbakanlıkla anlaşma içinde 20 yıldan daha yaşlı önerilerek kullanılması engelenmemiş midir? Emekli Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu ve benzer nedenlerle korumalarını geri göndermemiş midir? Emekli Anayasa Mahkemesi Başkanı korumaların geri çekilmesini isteyen dilekçe vermemiş midir? Bu kişilere bir kez olsun bu konularda çektikleri sıkıntı ve durumları sorulmuş mudur, çözüm için ilgilenilmiş midir?

Kötü Olasılıklar

Yargıtay’a saldırıları, Bölge Adliye Mahkemeleri’nin kuruluşu tamamlanınca oralarda kimlerin nasıl görevlendirildikleri ortaya çıkınca saptanacaktır, nelerin izlendiğini göreceğiz. Üniversitelerin bölünerek Üniversitelerarası Kurul’da ve YÖK’te egemenliği ele geçirme çabaları, Anayasa değişikliğiyle yargıda etkinlik sağlama hırsı ülkemize nelere mal olacak onları da göreceğiz. İktidar Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Raporu’nda kendisine yönelik eleştirilerden rahatsız olduğu için Azınlık Raporu’na karşı çıkarak tepkisini gösterdi. Yoksa Azınlık Raporu işine geliyordu. Kendi ümmetçi düşüncelerine uygundu. AB’nin sempatisini kazanmak için azınlık konusunda bir şey söylemekten kaçınmaktadır. Alman Yeşiller Partisi Eş Başkanı Claudia Roth’un “Kürtleri tanımanız AB kilidini çözer” saçmalığına iktidardan gereken karşılık gelmedi. Çoğunluğu azınlık yapma çabasının altında yatan, ilerde toprak kopararak kendi devletini kurmak, Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamaktır. Çoğunluktaki bir insanın azınlık olmasını istemesinde akla, mantığa aykırılık açıktır. Anayasa’nın değiştirilmesinin önerilmesi bile yasaklanan kuralları, tarihsel gelişimi gözardı edilip “kürt ulusu” yapaylığı ve ayrılığının Anayasa’ya yazdırılması kalkışmaları başka türlü yorumlanamaz. Batılılar Türklerden çok kürtleri düşünmektedirler. Türk düşmanlıkları Sevr’in öcünü, Lozan’ın intikamını almak çabaları çok belirgindir. Bizden de Bn. Roth gibi birileri çıkıp “AB’ne üye olmaya değer mi” diye neonazilerin cirit attığı Almanya’yı denetlemeli, AB ülkelerinin cezaevlerinin ne olduğunu görmeli, göstermelidir. Ne yazık ki YÖK bahanesiyle güneydoğu illerinden gelen öğrencilerle İstanbul ve Ankara’da buluşan belli örgüt militanları Apo lehine slogan atmakta demokratik olanla anarşik olanı ayıramayanlar çevreye zarar da vermektedir. Gençler AB’ni, ABD’ni, onlara teslim olanları, uşaklık edenleri, uydu durumuna düşenleri, Atatürk’ü, laik cumhuriyeti ve Lozan’ı kötüleyenleri kınamıyorlar. TÜRKSOLU gazetesi ve çevresiyle, kimi gençler ve öğrencilerin sınırlı tepkileri özlenen genel duyarlılık için yeterli olmuyor. Bu arada AB Anayasası’na ve Nihai Senet’e gözlemci ve aday ülke olarak konulan imzalar bu metinlerin benimseneceğinin belirtilmesidir. Koşulların, kuralların ve kabulünün ön olurudur. Başbakan ve Yardımcısı bu imzaları atarken AKP Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay “Partisinin sıkmabaş konusunda geri adım atmadığını, yalnızca bu konuyu ertelediklerini” söyledi. AB’lileri aptal yerine koymuş olmuyorlar mı? AB’liler bunu bilmiyorlar mı? İktidarın Şeriat özlemi dönmemekte, artmaktadır. AB ne derse suskunluğu boyun eğmeye yeğleyen iktidar Irak’ta kamyon şöförlerinin öldürülmesinde de suskundur. Yüzbinden fazla sivilin ölmesine göz yuman Batılılar safında yer alan iktidar Atatürk’ün sözleriyle, resimleriyle uğraşarak onu unutturmak sevdasındadır.

AB desteğinde ayrımcılık

Genel ve yuvarlak konuşup hangi haklarının tanınmadığını söyleyemeyen kürt kökenliler, üstün oldukları olanakları da saklamaktadırlar. Verilmeyen hangi hakları var, belli değil. Evliliklerle, dil, din, toprak, yazgı birlikteliğiyle kültür kaynaşıklığıyla oluşan ulusal yapı içinde ayrılık güdenlerin aymazlığı yurtseverleri düşündürmelidir. Atatürk’ün “Türk ulusu” tanımı, vatandaşlık nitelemeleri, ülkenin ve devletin adı karanlık kafaları aydınlatmalıdır. Irkçılık peşinde koşanlar uyanmalıdır. Toprak alımlarıyla Hatay sorun olarak gündeme getirilecektir kuşkusu yayılmaktadır. Tüm bu olumsuzluklar karşısında iktidarın suskunluğundan daha ilginç olanı olanaklar içinde yüzen, Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Başbakanlık, Bakanlık, milletvekilliği, generallik, profesörlük, hemen hemen her şey verilen kürt kökenlilerin suskunluğudur. Sözde bağımsızlıktan yoksunlarmış gibi sapkın girişimler kimseye yarar getirmez. Cumhuriyet ulusalcıdır. Ümmetçiler asla cumhuriyetçi olamayacakları için iç ve dış cumhuriyet karşıtlarınca kuşatılır, kucaklanır ve kullanılır. Müslüman, iyi müslüman olan alevileri müslüman değilmiş gibi azınlık gören anlayış, gelecekte Türkleri azınlık yapmak isteyecektir. Gidiş bu yoldadır. Tüm bu kötülüklere sesini çıkarmayıp sözde azınlık raporuna tepki vermenin çelişkisi de açıklanır gibi değildir.

En güvenilir gazetelerde “Annan Plânı lehimizdedir. Federatif yapı neden olmasın? Yıllardır Türkiyeliyiz demiyor muyuz?” görüşleri demokratlık adına yer alırken iktidar yalakalığı şampiyonlarının sözde ermeni soykırımını tanıyarak başımızı kumdan çıkarmamız önerisiyle, geleneksel başörtüsünü bugünkü öcüleştiren sıkmabaşla bir tutma çabalarına şaşmamak gerekiyor. Anayasa’nın açıklığına karşın olumsuz öneriler, geçersiz görüşler, gerçekdışı savlar ve yapay dayanaklar bilimadamlarının ağzından duyulunca şaşkınlık daha da artıyor. Çok kimse haddini bilmiyor. Basın etiği olmayanlar, “Hâkim etiği” diyerek ilgilileri yargı ettiği için eleştirdiğini söylüyor. Çağdaş uygarlık düzeyini her zaman gelecek için öngörecek öneriyi algılayamayan, kavrayamayan yazarlar, bilim adamları var. Kitle örgütleri güçsüz. Kimileri AB parasıyla çalışmalar yapıyor. En iyi olması gerekenlerden kiminin yönetimi geçersiz, hukuka aykırı oluşumu biçimsel nedenlerle korumayı yeğliyorlar. Yurt düzeyinde geçerliğe çağrı duyulmuyor. Herkes durumunu sürdürmeyi uygun buluyor. Yazık. Aydınlar çelişkili ve suspus. Yurttaşlar tepkisiz. Olumsuzluklar kanıksanıyor. En tehlikeli olan da bu. Eşarp reklâmı gösterilip sıkmabaş reklâmı yapılıyor. Niyet belli. İftar yarışı modaya dönüştü. Boşalan işyerleri, tenhalaşan sokaklar nerelere kaydığımızı, sürüklendiğimizi gösteriyor. Görevi bırakıp, tutmadığı orucun iftarına koşanlar, gösterişçiler, yaranmaya çalışanlar, gerçek müslümanları üzüyor. Fakir çok. İftar yemekleriyle hoşgörünüp, gönül alıp tepkileri bastırmaya çalışıyorlar. İftar yemekleri dinsel sömürü düzeyine geliyor.

Hınzırlık

Yeterli bilgi ve kültür donanımı olmayanlar, bulundukları, nasılsa gelmiş oldukları makama dayanıp birşeyler söylüyorlar. Demokrasinin sınırı kendisidir. Hak ve özgürlükleri kötüye kullananlar ondan yararlanma gücünü yitirirler. Başka bir hak ve özgürlüğün sınırında durmak, onları ortadan kaldırmayı, etkisiz ve geçersiz kılmayı düşünmemek gerekir. Herkese göre ayrı bir demokrasi olamaz ve demokrasi araç olarak algılanamaz. Yasalarda şeriat düzenine uygun kurallar yer alamaz. Kadın sanıkları kadın hekimlere bırakmak düşüncesi ilkelliktir. AB yandaşlarının, yabancıların azınlık, patrikhane, ruhban okulu, Kıbrıs dayatmaları yanında bir de Zana aşkı nelerin kotarılmak istendiğinin kanıtıdır. Atatürk’ün Söylevi’ni bir kez daha okumaları gerekir. Atatürkçülüğün abc’si Büyük Söylev ile Medenî Bilgiler’dir. Takmalarla takıntılarla uğraşan kimi siyasetçilerin nereden gelip nereye gitmek istedikleri irdelenmelidir. Yasama organında sayısal çoğunlukla her şeyi yapaçaklarını sananlar katılıklarını, uyuşukluklarını, uykularını bırakmalıdır.

Kör dövüşü örneği siyaset, ticaret ilişkileri sürüyor. Gerçek, ciddî, bilimsel, kalıcı, mutluluk verici bir gelişme yok. Sözlerle gürültülerle sonuç almak beceri sayılıyor. Her şeyi çarpıtıyor, saptırıyorlar. Amaç Atatürk’ü ve Atatürkçüleri kötülemek. O’nun ne koşullarda, ne durumda, neleri yenip göğüsleyerek, nelere katlanarak, neleri başararak nereden nereye getirdiğini unutmak ve unutturmak istiyorlar. O olmasa şimdi ne durumda idik, düşünmüyorlar. Mekke-Medine dahil kutsal topraklar kimlerin elinde olacaktı?

Atatürk, yayılmacılığa, sömürgeciliğe, para kaynaklı, para ölçülü güce, emperyalizme karşı idi. Bağımsızlık savaşını insanlık düşmanlarına karşı verdi. Tutsak uluslara örnek, ışık, kaynak oldu. Uygarlıklara, eşit ve yararlı ortaklıklara, dostluklara, barışa asla karşı değildi. Özbenliğini koruyarak, bağımsızlığından ödün vermeyerek çağdaş olanakları edinmekten yana idi. Bilim ve teknolojiye bu nedenle değer vermişti. Yaşamsal olmayan savaşı cinayet sayıyordu. Macera peşinde olmadığı için “Anaların acısını yüreğinde duymayan komutan olamaz” demişti. Atatürk’ü yeterince tanımayan, anlamayan, Atatürkçülüğü kavrayamayan faşist-şeriatçı karışımı kişiler, liberalizm doyurmasıyla Atatürkçü ekonomi, Atatürkçü dış politika olamayacağı savını geveler durur. Bal gibi olur. Türkiye’nin koşullarına özgü akılcı, bilimsel, ilkeli, tutarlı ekonomi ve siyaset Atatürk’ün gösterdiği doğrultuda yürütülerek olur. İlkeler gözetilerek düzenlenen ekonomi ve kurulan ilişkilerdir. Tıpkı Fransa’nın, Almanya’nın, İngiltere ve İtalya ile öbür kimi ülkelerin kendi yararlarına uygun görüş ve yöntemlerle yürüttükleri ekonomi ve siyaset gibi.

İlkeler

Tekil devlette tek ulus vardır. Birey, birden fazla devletin vatandaşı olabilir ama devletin tek bir vatandaşlığı olur. Bir devlette iki ulus, iki vatandaşlık olmaz. Tersine öneri ve kalkışmaların amacı ayrı devlete gidecek yolu açmaktır. Kendi azınlıklarına ilgisiz Avrupa, Türkiye için dayatmaktadır. Biz gereken duyarlılığı göstermezsek dayatmalar artar ve ağırlaşır. Siyasal ve ekonomik bağımsızlık ülküsü kötü bir şey mi ki, karşı çıkılıp eleştiriliyor? Emperyalizmin maşaları, tetikçileri, tellâllığına soyunan madrabazları, medyadaki kimi maskara ve şarlatanlar boş durmuyor. Her şeyi AB ve ABD’nden bekleyen, kendine güvenmeyen duyarsız yeni mandacılar, çıkarcı, nankör ve sapkınlar. Atatürk ve arkadaşlarının büyüklükleri, Cumhuriyetin yüceliği her gün biraz daha göz kamaştırıyor.

Yurdu kurtaran, devletimizi kuran en büyük Türk büyüğüne saygı duruşundan kaçınan, çirkin sözler ve gürültülerle saygısızlık edenler önce kendilerinden utanmalıdır. Toplum solucanları değişik kılıkta, değişik yerlerde kinlerini kusmaktadır. Hele medyadakiler.

Bu sayının yazısını kimi ilginç olayları belirterek bitirmek istiyorum:

Başbakan Yardımcısı görevlisi olduğu devleti savunacak yerde eski Partisini savunuyor. AİHM’ne gönderilen dilekçeyi görevine göre değil, ideolojisine göre düzelttiriyor.

TBMM Başkanı dinsel günlerdeki iletileriyle lâik cumhuriyete yeni yüz vermeye çalışıyor.

Yeni Türk Ceza Yasası yürürlüğe girmeden indirimler nedeniyle köktendinciler bir bir salıveriliyor. Bu arada kendi varlığına yönelik girişimlere karşı sesini çıkarması, korumak ve kollamakla görevli olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerine karşı kalkışmalarda etkin uyarısını yapması için Silâhlı Kuvvetlere çağrıda bulunan gençler için ceza dâvası açılıyor. Kuşkularla, kuruntularla, kışkırtmalarla bir yere varılamaz. İlkeler konusudaki özen duyarlık ve birliktelik gerçek güçtür.

ABD Başkanının terör şantajı, para gücü ve dinsel sömürüyle yeniden seçilmesi ABD toplumu için de bir ölçüdür. Dünyanın bugünü ve yarını için artan tehlikeler konusunda herkesi uyarmalıdır.

Turgut Özal’ın kışkırtıcı, bozucu ve aldatıcı davranışları ülkemiz yönünden sakıncalar getirmiştir. Kürt federasyonu konusunda Anayasa Mahkemesi’nden aldığı sert yanıtları Danıyştay’da da duyunca bir süre sinmiştir. Anadolu Cumhuriyeti önerisi de içi boşaltılmış, biçimsel bir cumhuriyeti amaçlamaktaydı. Toprakların adıyla devlet, üzerindeki toplumu, ulusu yadsımaktır. Toprağın değil, o toprakla birlikte üstündeki ulusun oluşturduğu devletin vatandaşı-yurttaşı olur. Yeterli bilgisi olmadan aklına gelen her şeyi uyulması zorunlu kural niteliğinde ortaya koyanlar bulundukları yerden yararlanarak kendilerini benimsetmeye çalışanlardır.

Siyasal kabadayılıklar, iftar şovları ile Cumhuriyet Bayramı’ndan Ramazan Bayramı’na gidiliyor. Türkiyemizin çevresindeki olumsuzluklar, tehlikeli olasılıklar çemberi daralıyor. Atatürkçülerin temsil etmesi gereken tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, aydınlanma kesimi dağınıklık şöyle dursun karşıtlıkla geriliyor, etkisini yitiriyor. Çözülmemesi için çabalar ilkellik ve kabalıkla karşılanıyor. Lâik Cumhuriyet düşmanları her yolu, her yöntemi deneyerek, her kılığa bürünerek, şaşırtıcı davranış ve sözlerle kendi ağlarını kuruyor. Atatürk’e yaraşır durumda olmayanlar O’nun yüzüne bakamaz, adını ağzına alamaz. Atatürk’ün 19 yıla sığdırdıklarını yüzyıla sığdırmış kimse yoktur. Kimseyi O’nunla bir tutamayız. O’nu kimseyle karşılaştıramayız. O’na sataşıp O’nu eleştirenler önce kendilerine bakmalıdır.

http://www.turksolu.com.tr/69/ozden69.htm

.

Atatürk ve Cumhuriyet


Atatürk ve Cumhuriyet






Yekta Güngör Özden

Yurdumuzu ve ulusumuzu kurtarıp bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre çağdaş bir devlet kurarak lâik cumhuriyeti yönetim biçimi olarak getiren Büyük Atatürk’ün beden olarak aramızdan ayrılışının 66. yıldönümündeyiz. Kendimizi eleştirip sorgulayarak, tutumumuzu gözden geçirip yargılayarak gerçekçi sonuçları tartışmalıyız. Neler yapmalıydık, neler yapmamalıydık? Atatürk’e yaraşır oluşumlar gerçekleştirdik mi? O’nun önerilerini ve özlemlerini yaşama geçirebildik mi? Varlık nedenimiz ilkelerini koruyup güçlendirdik mi? Bunlara ve benzer sorulara doyurucu yanıtlar verebileceğimiz kanısında değilim. AB’ye girmek için yaranma ödünleriyle ABD’ni arkamızda bulmak için dayatmalarına katlanmak, aykırı ve sakıncalı önerileriyle isteklerine, öne sürdükleri koşullara tepkisiz kalmak siyasal iktidarın karakterine uysa da ulusalcı bir anlayışla bağdaşması olanaksızdır. Özellikle 1950’den sonraki olaylara eğilirsek sorumluluğumuz, kusurumuz, suçluluğumuz daha belirginleşir. Ezanın ve Anayasa dilinin arapçaya dönüştürülmesi, köy enstitüleriyle halkevlerinin kapatılması, başta Başbakanlar siyaset adamlarının köktendinci akımlara ödünle destek vermesi, ekonomik yönden dışa bağımlılığı getiren borçların artması, partizanlık, aşiret ağalığıyla tarikat şeyhliğini koruyan feodal yapının sürmesi, bu çağdışılıkların getirdiği sayısız sakıncaların yaşanmasına neden olmuştur. Kötülükler giderek büyümüş, cumhuriyetin erdem olduğunu kavrayacak olgunluğa erişemeyenlerle birleşen karşıtları Türk Devrimi’yle kaynağı Atatürk ilkelerini kötüleyerek, takiyyelerle, yükümlülüklerini yerine getiremeyen beceriksiz, sözde devletadamlarının aymazlıklarıyla yönetimi elegeçirmişlerdir. Varlıklarını sürdürüp amaçlarına ulaşmak için de Ulusal Kurtuluş Savaşı yenilgisiyle Lozan’ın yitiklerini unutamayan batılıların elverişli aracı olarak onların buyruklarını yerine getirmeyi görev bilmişlerdir. Batılıların korumasına girerek hem onların dediklerini, hem kendi özlemlerini gerçekleştirmeye koyulmuşlardır. Bu olumsuzlukları tepkisizlik, suskunluk ve donuklukla izleyenler de destekçi durumuna düşmüşlerdir.

Atatürk’ün başında bulunduğu 15 yılı da kapsayan 27 yılı kötüleyerek işbaşına gelenler Atatürk’ü Koruma Yasası çıkarmak zorunda kalmışlar, günümüz iktidarı da Atatürk’ün fotoğraflarını istemeden yeni Türk Lirasına koydurtmuştur. Devrim Yasaları uygulanmamakta, başta öğretim birliği olmak üzere lâik cumhuriyeti çağdaş uygarlık düzeyine çıkaracak her atılımdan dönülmektedir. Devletin tekliği, ülkenin tümlüğü, ulusun birliği tehlikededir. Cumhuriyeti yozlaştırıp niteliklerinden uzaklaştırmak için her tür girişime rastlanmakta, ulus-devlet yapısından, ulusallıktan, ulus oluşumundan, yurttaşlıktan vazgeçilmesi, alt-üst kimlik karmaşasıyla ulusun çoğunluğu içindekiler azınlık yapılmaya, azınlıklar da kışkırtılmaya çalışılmaktadır. Evrensel ilkeleri ulusallaştırarak dinci baskıcı kişisel yönetimin yerine halk yönetimini, eşitlikçi yurttaşlar düzeni cumhuriyeti getiren, kendini sürekli yenileyen Türkiye’mize özgü düşün dizgesi olan Atatürkçülüğün tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, çağdaşlaşma, demokrasi, eşitlik, dostluk, kardeşlik, bilimsellik, akılcılık, barışçılık, ahlâk, adalet, devrimcilik, yurtseverlik, insanlık, çalışkanlık, devingenlik olduğu unutulup yerine ılımlı islâm adı altında dinci biçimsel bir cumhuriyet, bir imam ya da şeyh devleti önerilmektedir. Siyasallaşan islâmın, köktendinci terörün neden olduğu vahşetler belleklerdeki sıcaklığını korurken sonu kestirilmez kötülüklere adım atılmaktadır. 12 Eylül’de Atatürk’ün kurdurduğu Dil Kurumu ile Tarih Kurumu kimlik değişikliği yapılarak üyelerinin elinden alınmış, Rektörlerin sıkmabaşlılara selâm vereceği söylenerek üniversitelere başlayan saldırı yargıyı da içine alarak Silâhlı Kuvvetler e kadar uzanmıştır. Liberalleşme, globalleşme, küreselleşme ile güdülme, uyduluk, uşaklık, bağımlılık, soygun, tutsaklık düzeyinde savunulmak ta, demokrasi ve insan hakları adına AB ile ABD’nin dayatmaları sineye çekilmekte dir. Özgürlükle hiç ilgisi olmayan sıkmabaş, peçe, çarşaf giyimi, türbe ve tekke alışkanlığı demokrasi kötüye kullanılarak yaygınlaştırılmak tadır. Köktendinciliğin, iktidarın kökü olan şeriatçılığın simgesi olduğundan savunulmak ta ve direnilmektedir. Özetle, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik, devrimcilik, Atatürk’ten ne kalmışsa hepsi atılmaya, geçersiz ve değersiz kılınmaya bağlı tutulmaktadır. Aydın geçinenlerle, aydın sanılanların kimi de bu oluşumlara destek vermekte, kimileri de ilgisiz ve tepkisiz zavallı seyirci durumun da küçülmektedir.

Yöneliş

Atatürkçü Düşünce Sistemi Atatürk ilkelerinin tümünü, önerelerini, buyruklarını, açıklama ve değerlendirmelerini kapsar. Bir yaşam biçimi, bir dünya görüşü, uygarlık düzeyinin üstünü amaçlayan Türkiye Aydınlanmasının kaynağıdır. Bundan korkanlar var. Atatürkçülüğün değişik ad, anlatım, tanım ve tanıtımına dayanıp amacının, ereğinin, doğrultusunun ve anlamının değiştiğini, artık bırakılması ve uzaklaşılması gerektiğini söyleyip yazan bunaklarla avanaklar var. Bugün AB’ne girmek sürecinde O’nun kazandırdığı düzeyle karşılanıyoruz. Onun yaptıklarıyla istemde bulunuyoruz. Türk Lirasının değeri yükselmeden, alımgücü artmadan, kâğıt üzerinde sıfırları silerek iç ve dış alışverişi yeni ölçü üzerinden yapmak ne özde bir değişim ne de ekonominin güçlenmesidir. Bir grafikerlik işlemidir.

Yepyeni anlayışla, yepyeni kurallar ve kurumlarla yepyeni bir toplum yaratma, kendi içinde özümseterek dünyaya benimsetme, sonsuza değin bağımsız yaşatma istenci ve gerekleriyle donatarak ulusal varlığı kanıtlama olan Atatürkçülük (Kemalizm) geleceğimizin güvencesidir. Bu gidişle Atatürk anıtlarını yıkabilir, büstlerini kırabilir, ikinci bir 31 Mart’a yeltenebilirler. Düşünce ve inanç özgürlüğünün güvencesi lâiklik sayesinde ezan dinleme, namaz kılma mutluluğuna kavuşan insanımızın müslümanlığa en büyük iyiliği dokunmuş Atatürk’e saldıranları, Atatürkçülüğü tutuculuk sayanları iyi değerlendirmesi gerekir. Namusumuzu ve onurumuzu kurtaran bir büyüğe yönelik çirkinlikler hiçbir insanlık ve din anlayışıyla bağdaşmaz.

11 yaşındaki turist kız çocuğunu kaçırıp saldırdıktan sonra öldürene, etnik ve köktendinci teröre başvuranlara, ağır suçları işleyenlere bir şey söylenmeyip Atatürk’e ve Atatürkçülere olmadık sövgüler sıralayanların düşüklüğünü tanımlamak güçtür. Ne yazık ki ulusumuzun alnına gören düşüren aşağılık suçların işlendiği yörede kimileri Atatürk’ü kötülüyor, eserlerini karalıyor, kendisini yadsıyor, Atatürkçülere düşman gözüyle bakıyor, Atatürk’ü unutmak ve unutturmak çabalarına destek ve hız veriyor.

Tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, cumhuriyetin kazanımları konusunda duyarlık, özen, çaba yok. Mezhepçilik, bölgecilik, çıkarcılık, hukukdışılık, çağdışılık, yalancılık, dalkavukluk, ikiyüzlülük, ayrıcalık, kayırma, yalakalık, düzenbazlık, sahtecilik, magandacılık, mafyacılık, aşırmacılık, kumar, uyuşturucu, fuhuş alışkanlıkları, tembellik, pislik, sakıncalı ilişkiler, kabadayılık, sahte oy kullanmak, geçersiz toplantılar düzenlemek, vakıf-dernek oyunları, sahte diploma ve belge, kaçakçılık, yakma, yıkma, öldürme, daha sayılabilecek nice olumsuzluklar egemen olmaya başladı. İftar yemekleri aldatmacası da ayrı. Orucu gerçek anlamında tutmayanlar gösteri yemekleriyle zaman yitiriyorlar. Kimler katılmıyor ki. Mevlit, mescit, cami, toplu namaz, Kur’an kursu, Atatürk karşıtı kuruluşlara sağlanan olanaklar da böyle. Atatürkçülere kuralları çiğneyerek açıklanan tepki teröristlere af, bağış, koruma, başka olanaklarla tırmandırılıyor. Bağımsızlık Marşı’nda ayağa kalkmayan öğrenciler, sırtını dönen sporcular olmadı mı? Şimdilerde kimi toplantılar Kur’an okunarak ya da dualarla açılmıyor mu? Rejimi değiştirme çabaları sezilmiyor mu? Gericileri yüreklendiren, doğrudan olmasa da dolaylı biçimde destekleyen, mevki, makam, yükselme karşılığında susan, onlara yol gösterip akıl verenler yok mu? Dağınıklığı, anlamsız ayrılıkları, gereksiz tartışmaları ve sakıncalı kavgalarıyla gericileri güçlendiren, onlara koz veren, olanak hazırlayan ve sunan Atatürkçü olabilir mi? Arada sırada çıkış yapmakla, törenlerde nutuk atıp çalım satmakla, defterlere ve gazetelere yazmakla, bilgiçlik taslayıp kendini Atatürkçü sanmakla Atatürkçü olunmaz. Karşıdevrime tepkisiz kalan, ödünleri reform ve değişim diye, demokrasi açılımı diye abartılarla sunan, AB için katlanılan durumları devrim olarak niteleyenleri alkışlayan Atatürkçü olamaz. Sevr ile Lozan’ı tartışmaya açıp addan başka bir şey olmayan azınlıklara yeni kesimler katılmasına gözyumanlar Atatürkçü değildir. Azınlık denilen yurttaşlarımızın neyi bizimkilerden az, bizim neyimiz onlarınkinden çoktur. Alevi yurttaşlarımız azınlık olmadıklarını açıklayıp önerilere karşı çıkarken sünnilik ayrımı güdenler bölücü önerilere suskunluklarıyla destek vermektedirler. Önerileri getirenlerin, yazanların, destekleyenlerin kimler olduğu, kökenleri, bağımlılıkları, geçmişleri, ilişkileri gözetilirse kimleri barındırdığımız, kimlerle ve nasıl kuşatıldığımız daha iyi anlaşılır. Kimse unutmasın, Atatürkçülüğü, lâik cumhuriyeti silmek olanaksızdır.

Ya Cumhuriyet?

Devletin dinler karşısında bağımsızlığı ve özgürlüğü demek olan, lâik anlayışın yönetimde gerçekleşmesi, demokrasinin yaşama geçmesi olarak tanımlanabilecek cumhuriyet, yönetilenlerin yöneticileri kendi aralarından ve belli süreler için seçtikleri bir yönetim biçimidir. Gerçek, eşitlikçi bir yurttaşlar düzeni, tam bir halk demokrasisidir. Karanlıktan aydınlığa çıkışın kurumudur. Türk kahramanlığı ile Türk kültürüne dayalı bir erdem anıtıdır. Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” sözüyle birleşmeyi, kaynaşmayı, ulusallığa açıklamış, din ve soy bağı ayrımlarını dışlayarak yapıyı içtenlikle sunmuştur. Neresi zararlıdır ki yararımızı istemeyenlerce önerilen yıkım nedenlerine yakın durulmaktadır? Atatürk ilkeleri tam uygulanmış, bu nedenle kötülüklerle karşılaşılmış gibi tersine önerilere sıcak bakmanın hiçbir anlamı yoktur. Cumhuriyeti “Özellikle kimsesizlerin kimsesi” olarak tanımlayan Atatürk’e, O’nun başta cumhuriyet tüm eserlerine ihanet eden ilgililer sorumludur. Cumhuriyetin hiçbir kusuru yoktur, kusur yönetemeyen, başarısız yöneticilerdedir. Bunlar, karşıtlarının yönetimi ele geçirmelerine, sayılarının artmasına, güçlenmelerine neden olmuşlardır. 1930’ların dünyadaki az sayılı cumhuriyetinin başında gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini budamaya çalışanlar işbaşındadır. 81. yıldönümünü kıvançla karşılıyoruz ama mutlulukla, coşkuyla, gelecek için umutlarla kutladığımızı, burukluk duymadığımızı söyleyemiyoruz. Lâik cumhuriyetin geleceği tehdit altındadır, tehlikededir. En büyük tehlike de dışardan gelen dayatmalarla içimizdeki işbirlikçileri ve gericiliktir. Fetva, ferman dönemine dönülerek şeriat düzeni gerçekleştirilmek istemi atamalarla, görevden almalar, emekli edilmelerle, haremlik-selâmlık uygulamalarıyla, iktidar diktası, lider saltanatıyla, ilericilere karşıtlıklarla açıkça ortadadır.

Avrupa’ya, ABD’ne muhtaç, buyruk almaya hazır iktidarı elverişli bulan Batılılar AB için baskılarını, dayatmalarını artırmışlardır. Eşit, onurlu, hakça üyelik olmazsa hayır demiyeceğini belli eden iktidarın cumhuriyetle gelinen süreci gözardı etmesi acıdır. Ekonomide, tarımda, hayvancılıkta, hukuk alanında AB’nin kendi uygulamalarıyla Türkiye’ye dayattıklarından ilgililer yakınıyor. İpoteğe dönüşen bağımlılık, 1989’da Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu geri çeviren o zamanki adıyla AT (Avrupa Topluluğu, şimdiki AB) 6 Mart 1995’de Gümrük Birliği yoluyla Türkiye’yi avucunun içine aldı. Medyanın yanıltıcı, aldatıcı, unutturucu, gerçekleri dışlayıcı tutumu yüzünden çok kimse durumun bilincinde değil.

Medyanın Büyük Kesimi

Nitelik değil, nicelik nedeniyle sayı yönünden büyük sözcüğünü kullandım. Utanmadan “Sivilleşme, nefes almak” diye başlayıp cumhuriyeti unutuyor ve “Mutlakiyetçi yönetim” diye Atatürk dönemini suçluyorlar. Nerden, ne koşullarda cumhuriyete kavuştuğumuzu bilmeyecek ölçüde bağnazlar. Gerçek “mutlu son” padişahlıktan sonra cumhuriyettir. AB uyduluğu değil. Devletin, ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insan ve hukuk kurumu olduğunu, niteliklerini, özelliklerini, yükümlülüklerini, yetki ve görevlerini bilmiyorlar. Sokak kabadayısı ağzıyla yazıyorlar. Medya tetikçilerinin, palyaçolarının, soytarılarının, duyarlık ve özeni suçlayan gerçek paranoyaların, şeriatçı ve ırkçı saldırganlarla patron ve para zaptiyelerinin, bilgisiz ve ahlâksız papağanların neler döktürdüğünü ibretle izliyoruz. Birkaç yurtsever, aklıbaşında, düzeyli yazarın karşısında çelik çomak oynar gibi dökülen nankör güruhu ulusumuz sağduyusuyla değerlendirmektedir. Menemen-Kubilây vahşetine soyunanlara destek verenler, bunları övgüyle alkışlayanlar bırakınız solculuğu sağcı bile olamaz. Saddam’ın genel tutumuna karşı çıkıp özelde yurdunu işgale karşı korumasını uygun bulanları Saddamcılıkla suçlayanların, Susurluk’a özenenlerin, Atatürk ve Cumhuriyete karşı çıkanların adamlıkla ilgisi olamaz.

Bilgileri ve kültürleri de yok. Lâiklik 1921 Anayasası ile gündeme geldi. (20.1.1921, madde 1). Özellikle 3 Mart 1924 yasaları ve 1926 Medeni Yasası ile yaşamdaki yeri pekişti. Nice devrim atılımları birbirini izledi. 1928’de Anayasa’dan dine ilişkin kural çıkarıldı. 1934’lerde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi. 1937’de altıok Anayasa’ya girdi. Hani Atatürk zamanında lâiklik yoktu? Atatürk’ün amaçladığı çağdaş uygarlık düzeyi her an gözeteceğimiz içinde bulunduğumuz zamanın uygarlık düzeyidir. O’nun tüm sözleri doğrudur ve yarınları bile karşılar. Sözün söylendiği zamanla sınırlı tutulması aymazlıktır. Medeni Yasa tasarı durumundayken azınlıklar Lozan Barış Antlaşması’nın 1923’de öngördüğü haklarından vazgeçtiklerini dilekçe ile Adalet Bakanlığı’na bildirmişlerdir (1925-1926). Tam eşitlik geldiği için. Çok dilli, çok dinli, çok ırklı, çok hukuklu düzenden ulusal düzene geçildiği, din bağı yerine ulus bağı seçildiği için. Bunları bilmeyen ya da iyi değerlendiremeyenlerden kimi amaçlı, kimi unvanına güvenerek bilgiçlik taslıyor ve tosluyor.

Milliyetçilik dincilikle birleşmez. Çatışmasa da çelişir. Köktendincileri destekleyerek terbiye dışı afişler, zorbalıklar, Atatürk karşıtlığı halkı milliyetçilikten soğutur. Sokak örgütü, mafya türü görünüm kötüye gidişin yaklaşan belirtisidir. En büyük Türk milliyetçisi Atatürk’ü ve ilkelerini unutup başkalarının, hele köktendincilerin peşine düşenler asla milliyetçi olamazlar. Milliyetçiliğin özü bağımsızlıktır. Bağımlılık yozlaşmanın son noktasıdır.

Tarih ve hukuk bilgisi, Anayasa saygısı, yurttaşlık bilinci, yeterli insanlık ve demokrasi anlayışı, felsefe yaklaşımı olmayanların Lozan’ı, Türkiye’yi, AB’ni değerlendirmesi inandırıcı olamaz, güven duyuramaz. Kişisel eğilimleri, düşünsel ve duygusal bağımlılıkları ağır bastığından, önyargılarına tutsak olduklarından aykırı ve karşıt görüşlerini dayatmaya çalışırlar. Önemi yoktur ama yanıtlanmaları, desteklenmemeleri gerekir. Devleti temsil edenler uluslararası bir antlaşmanın bağlayıcılığını, düzenlenirken günün koşullarına göre uzun tartışmalarda şimdiki akıl hocalığına soyunanlardan daha çok bizim tarihsel kişilikli temsilcilerimiz görüş açıklamışlardır.

AB’ne girince sanki her sorun çözülecek kişisel ve toplumsal bozukluklar kendiliğinden kalkacak, her yönden arınma olacak, düzeyimiz birden yükselecek, ekonomi şahlanacak, güçlenecekmişiz gibi beklenti var. Biz yaraşır olmazsak, kendimizi düzeltip uygun düzeye gelmezsek bize kimse birşey veremez. Geçici desteklerle ayakta durulamaz. Beklemekle, dilenmekle bir şey kazanılmaz. Çalışıp üretmezsek, ölçülü tüketmezsek, siyasal bir büyü gibi her şeyi AB’ne havale edersek ancak eğilir ve eziliriz. Onurlu girişi savunanlara bu nedenle saldırılmaktadır. Maskaralık şampiyonları körükörüne girişi pompalayarak ne olduklarını göstermekte, dayatmaları, aşağılanmaları kahkahayla karşılamakta, hattâ alkışlamaktadır. AB 17 Aralık’ta görüşme günü verse de Türkiye’yi üyeliğe almayacak, oyalayacak belki de görüşmeler bitmeden AB dağılacaktır. Ama görüşme günü verilmesi ülkemizde üyeliğe alınmışız gibi algılanacak, AB de başka ödünler almak için işine gelen bu iktidarı destekleyecek, iktidarın sürmesi, ilerici güçlerin susması için, kimilerinin de “demokrasiye engel oldu” suçlamasıyla karşılaşmaması için tepkisizliği sağlanmak üzere görüşmeler içtensizlikle sürdürülecektir. Ulus devlet modelini tek kültürlü gösterip ayrılıklara ve bölünmelere çağrı niteliğindeki görüşler ve raporlar yaraşır olduğu yanıtı elbet alacaktır. Doyurucu kültürü olanlar zaten böyle saçma sapan, ipe sapa gelmez savda bulunmazlar. Saplantılı Avrupalılar kürtçüleri, karşıtları, ayrılıkçı bölücüleri, kendi yandaşlarını Diyarbakır’da güçlü bulduklarından ya da öyle sandıklarından orayı merkez gösterip bölgeyi koparmaya çalışıyorlar. “Kürdistan ve Başkent Diyarbakır” söylemleri eskidir, amaçlıdır ve tam bir sapkınlıktır. Dostlukla, AB yapısı ile asla bağdaşır değildir. Bu arada sanatçı Bedri Baykam’ın haklı tepkisine neden olan AB’cilerin beyin yıkama etkinliklerinin kimlik bunalımı çekenlerin gösteri ortamına dönüştüğünü belirtmek gerekiyor.

Güncel Olaylar

AB’yle ilgili konuların her biri için çok sayfalı kitaplar yazılır. Konu genelge tüm ülke, tüm ulus için, başta iktidar ve anamuhalefet partileriyle tüm siyasal partiler, kuruluşlar ve yurttaşlar için bir sınav niteliğindedir. Neler verecek, neler alacağız, göreceğiz. AB’nin para yardımıyla dolaşanlar, etkinlik düzenleyenler, kendi çıkarları için uğraş verenler ortaya çıkacaktır. Yansız, bağımsız, gerçekçi görüşleri, içtenlikli eleştirilere kulaklarını tıkayanlar sorumluluğu yükleneceklerdir.

Akaryakıta beş ayda 5. zam yapıldı.

Memurlara yapılacak zam için Danıştay’a başvuruldu.

Yargıtay bildirisi yargıya yönelik saldırılara gereken yanıtı verince yarası olanlar gocunup eleştiriye başladı.

Havza’da Suboğan türbesini yedi kez dolaştıran eski bandocunun kimlere güvendiği araştırılmalıdır. Tetikçileri kimlerin kullandığı, soyguncu ve hortumculara zamanında kimlerin yardım ettiği araştırılmalı, saptanmalı, açıklanmalıdır.

Barzani Kerkük için Tehditlerini Sürdürmektedir.

Irak’ta Türk sürücüler öldürülmektedir ve bu iki durum için de iktidar eli-kolu bağlı beklemekte, ABD’nin oyalamasına kanmaktadır.

Tunceli’de 22.10.2004’de iki şehit daha verilirken Zana ve arkadaşları yanıltıcı çıkışlarla toplantılar düzenlemekte, yeni parti kurma hazırlıklarından sözetmektedirler.

İstanbul, Etiler Akmerkez’deki Atatürk Fotoğrafları Sergisi’nin anı defterine insanlıkdışı yazılar yazılabilmektedir.

AB dayatmalarına dayanamayıp teslim olanlar “Daha az Türklük” çağrısı yapabilmektedir.

Marksist-Maocuların kürtçülüğü kışkırtmalarına görüşleriyle katılıp onları yeni yöntemlerle açıklayanları fikirbabaları eleştirmektedir.

Ramazan sınırlamaları, büyük yerleşim yerlerinde bile ağır baskı biçiminde genişlemekte, oruç tutmadığı için pencereden atılanlara köprüden dereye atılanlar eklenmektedir.

Yıllar önce yanıtını açılış töreni konuşmamda verdiğim anayasal vatandaşlık yeniden gündeme getirilmektedir.

Körükörüne AB yandaşı olanların önerdikleri gerçekleşirse bir gazetenin “Türkiye Türklerindir” logosu ne olacaktır diye soranlar çıkmaktadır.

Türkiye’de siyasal partilerin kapatılması dâvasını Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın açtığı, 11 üyenin karar verdiği, Yeşiller Partisi’nin iki kez uyarıya karşın hesabını vermediği için zorunlulukla kapatıldığı, Anayasa Mahkemesi’nin Evren zamanında Büyük Türkiye Partisi’nin, 1995’lerde Barış Partisi’nin kapatılmasını geri çevirdiği unutulmaktadır.

Avrupa Parlamentosu Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Jeost Lagendijk’e ülkesini kötüleyen yurttaş çıktığını, ancak konuk yabancının bile bu suçlamayı kabûl etmediğini basından öğreniyoruz. Bağımlılık, önyargı, koşullanmışlık, ideolojik saplantı neler getiriyor, görülmektedir.

Samsun’da çalışan evli kadınlar için çalışma saatlerinin ramazana göre düzenlendiği duyuruluyor.

Van’da Apo’nun serbest bırakılması için yüz kişi imza toplayıp gösteri yapabiliyor. Teröristbaşının avukatlarına yeni gemi verilirken ilgili yönetmelikler çiğnenip kimi emeklilerin koruma önlemleri zayıflatılıyor. Yetkili ve sorumlular araştırıp sormuyor.

TBMM Başkanı ile Başbakan Yardımcısı yargının ancak kararlarının bilimsel gereklerle eleştirilebileceğini, yasal önerileri tartışma dışında varlık, yetki ve konumuna söz getirilmesinin sakıncalı olduğunu bilmez görünüyorlar. Bağımsızlığı, yargıç güvencesi sözde kaldıkça gerçek hukuk devleti savunması inandırıcı olamaz. Ermeni soykırımı savlarına karşı çıktıkları yok.

SSK’nun 148 hastanesi, 212 dispanseri, 202 sağlık istasyonu, 3 ağız ve diş sağlığı merkezi, 6 dispanser/ağız ve diş sağlığı merkezi, 2 dispanser ve hemodiyaliz merkezi ile gözsağlığı merkezi içinde olmak üzere tüm varlıklarına elkonulacağı yazılmaktadır. TV dizilerine ağırlık veren halkımızın bu sorunlarla ilgilenmesi AB kadar önemlidir.

İstanbul’da bir dershanenin haremlik selâmlık uygulaması da basında yer aldı. İktidar kendi doğrultusundaki olumsuzlukları ilgisizlikle karşılıyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin büyüklüğü dikkat çekiyor. Din devletiymişçesine katkı yanlılığın kanıtıdır.

AB üyelerinin gündem değiştirmek ve iktidarı desteklemek için olacak peşpeşe arananları teslim etmesi, geri vermesi ilgiyle karşılanmaktadır.
Soytarıların ve soysuzların zaptiyeleri böyle durumlara değinemezler.

Genel ve özel kimi durumlar

Eleştiri ve yakınmalarımızda haklı çıkıyoruz. Yapılanları görmeyecek kadar kör, yapılacakları anlamayacak kadar duyarsız olanlarla kazıkların tellâllığına soyunanlara her zaman rastlanacaktır. Olanlar ve olmayanlar ortada. Görünen köy klavuz istemez.

Yine de Atatürkçüler, gerçek Atatürkçüler yüzakımızdır. Kimi küçükler “Atatürkçüler kitaplardan para kazanıp yittiler, görünmüyorlar” diyormuş. Ben, Atatürkçü olmaya çalışan, bunu onur sayanlardan birisiyim. Emekliliğimi bu yolda çalışmalarla doldurup değerlendiriyorum. Kitaplardan para almıyorum. Son kitaplarımın tümünü, daha önce yazdığım gibi, bu yolda uğraşlarına destek için Atatürkçü gençlere bıraktım. Satış yöntemlerine, parasına, geldisine, gittisine asla karışmıyorum. Bunun yanında liselerde, üniversitelerde, derneklerde konuşmalarımı sürdürüyor, öğretim görevlisi olarak dersler veriyorum. Karşılık beklemeden yaptığım katkılarımın reklamına girişmiyorum. Bilenler biliyor. Öte yandan medya adımdan bile söz etmekten özenle kaçındığı gibi yalan yanlış, amaçlı yayınla da kötülemeye uğraşıyor. Örneğin, bir iş adamı öğrendiği rahatsızlığım için meslektaşım avukatıyla bana yurtdışından kendisi için getirttiği ilâçlardan göndermiş. Bedelini önermişim, almamış. Bu insanî yaklaşıma 1996’da yazıyla teşekkür edip hekimime danışarak kullanıp kullanamayacağımın belli olacağını bildirmişim. Kaçınıp çekinecek bir şey yok. Nezaketin gereğini herkese karşı her zaman yerine getiririm. Yanıtsız bıraktığım bir mektup ve kart yoktur. Kişiliğimin ve terbiyemin gereği budur. Beni tanıyanlar bilir. İlâcı gönderenle hiç karşılaşmamışım, el sıkışmamışım, aynı ortamda bulunmamışım, yemek yememişim, başka bir ilişkim olmamış. Benim görev alanıma giren sorunu da olmamış. Kaldıki avukatlık yıllarımda ona karşı dâva ve sonuç da almışım. Teşekkür yazımı dosyaları içinde bulup da bir şeymiş gibi basına sızdıran utanmaz, sıkılmaz niteliksiz görevliler kime yaranmış oldular? Beni doğrulayıp yayını kınayan telefonlar geliyor. Soran gazeteciye durumu olduğu gibi anlattım. O da sözünde durmadı. Ben bir şey yitirmedim, bana hiçbir şey olmaz. İnsanî ilişkileri, nezaket gereklerini gözardı eden kabalık ve ilkellik kimseye birşey kazandırmaz. Bana ilâç gönderenle dost ve sıkı ilişki içinde göstermek çabasıyla küçülenler düşünsün. O yıllarda onunla görüşen, çalışan, ilişkileri olanlar yok mudur? Birlikte ve onun işyerlerinde çalışanlar kötü mü? Düzeysizliğin böylesi, çirkinliğin bu türü az görülür. Yazılacak neler var, onlara, kendilerine ve çevrelerine baksınlar. Yazacak bir şey bulamayınca ne yapsınlar, şaşırıyorlar. Yineleyenler daha beter.

İş ortağı, şirketlerinin paydaşı, bankalarının yatırımcısı değilim. Kaldıki bir dernekte, vakıfta, partide birlikteliğimiz, tanışıklığımız, dostluğumuz olabilirdi, akrabam da olabilirdi. Suçlar ve cezalar kişiseldir. O kişinin eylemi beni etkilemez ve ilgilendirmez. Olayın haber değeri yoktur. Amaç, mide bulandırmak. Sanırım haberi yayımlayanlarla ekranlara taşıyanlar birbirlerini kutlayacaklardır. Yasayla affedilenlere, dokunulmazlık zırhına bürünenlere, din ve siyaset yoluyla kurtarılanlara, kurtuldu sanılanlara yönelsinler. On yıldan bu yana, aranmalarına kadar ilişkide oldukları suçlu mu? Gericilerin hastanelerinde tedavi olanlar gerici mi? Gülüp geçiyorum. Soytarıların ve soysuzların sözcülüğüne, zaptiyeliğine soyunan, Türklüğünden utanıp bilgisizlikle değil amaçlı olarak Türkiyelilik savunmasına girişenler gibi kendilerinin ne olduklarını, olabileceklerini gösterenler kamu vicdanında değerlerini bulacaklardır. Yılışık ve yavşak kimilerinin yüzüne bile bakmak benim için düşünülemez.

Bu hafta Cumhuriyetle kapanıyor, 19 Kasım etkinlikleriyle açılacak. Atatürk olmasaydı belki cumhuriyet olurdu ama biçimsel ve geç olurdu. Şimdi AB mi önemli, Cumhuriyet mi önemli diye her yurttaşın kendisine sorması gerekir. Cumhuriyeti değerleriyle, nitelikleriyle koruyarak AB’ne katılmak yanlış mı? Öbür ülkeler kendi değerlerinden vazgeçtiler mi? Türkiye’de hâlâ sıkmabaş affı, af yasası ile diploma düşünülüyor. Siyasal partiler böylece oy alacakları sanısıyla siyaseti de eğitimi de bozuyorlar. Türk Ceza Yasası’nın yeni kuralları nedeniyle terör örgütü militanlarından yalnız Diyarbakır’da 200’ünün salıverildiği yazılıyor.  Bunların düzelip düzelmedikleri, ne yapacakları görülecektir.

Paramızın değeri gücü değişmiyor, biçimi, rakamı değişiyor. Bu işlemi bile abartarak şişirerek veriyorlar. Kimse gerçeği aramıyor. AB için Fransa ile yapılan uçak anlaşmasının rüşvet sayılabileceği savları var. Bunca ödün, bunca sunumla görüşme günü almak başarı diye balonlar uçurulacak.

Bürokratlar da iktidara ayak uyduruyor. Dostluk, insanlık ilişkilerini iktidar ve yandaşlarının bakışlarına göre ayarlıyorlar. Bir insan için, üstelik belli yerlere gelmiş olanlar için ne kadar acı, yazık.

Ulusal bayramlarda asılan Atatürk posterlerinin kimilerinin değişikliği, çirkinliği özellikle Atatürk karşıtlığını sergilercesine kullanılıyor. Yetkililer ilgilenmezler mi? Atatürk’e ilgi duymayan, ilgisiz kalan ne ile ilgilenir, ne yapar?

http://www.turksolu.com.tr/68/ozden68.htm

..