29 Kasım 2014 Cumartesi

Hafızasını yitiren millet…



Hafızasını yitiren millet…

Gözümüzü kapatalım ve 1999 yılına dönelim. Apo’nun yakalandığı yıla…
O gün size, “Türk devleti ile PKK masaya oturacak, Apo emredecek Hükümet yapacak” deselerdi, muhtemelen bunu diyen insana çıldırmış gözüyle bakardınız; değil mi?
Ama görüyoruz ki, 15 yıl önce delilik olarak tanımlayacağımız şeyler bugün oluyor, hem de gözlerimizin önünde! Hepimiz de izliyoruz sadece.
Aslında asıl çıldırma hali bu olmalı. Bir millet, hem de otuz bin insanını teröre kurban etmiş bir millet nasıl olur da tüm bu olup biteni sadece izlemekle yetinir, anlamlı bir tepki vermez?
….
Sorunun temeli aslında bu.
Ve bu durumu Türk milletinin “hafıza sorunu” yaşaması ile açıklayabiliriz sanıyorum.

İlk kademede “etnik hafızamız” son derece zayıf. Etnik kelimesi belki bilimsel anlamda çok istediğimizi anlatmayabilir ama güncel olarak anlatıyor.
Türk milleti, kendi etnik kökenini unutmuş durumda. Türk için Türk olmanın veya olmamanın pek bir önemi yok. Ama daha önemlisi, Türk olmayanların etnik kökenini de hafızamızdan silmiş durumdayız.
Şu son 12 yıla baktığımızda, Türk devletine karşı etnik bir kalkışma, sızma ve çökertme operasyonu ile karşı karşıyayız. Operasyonu yapan parti AKP, yardımcısı ise PKK.
Kimdir bu AKP’liler diye incelediğimizde ise, yönetim kademelerinde tek bir Türk bile bulunmayan bir şebeke ile karşılaşıyoruz. AKP’nin başındakilerin etnik hafızası ise son derece diri. Türk’ü yönetime sokmuyor, Türk’ü devletsiz bırakmak için de Türk olmayan tüm etnik unsurlarla işbirliği yapıyorlar.
Kitabımızın ilk amacı, Türk’e etnik hafızasını hatırlatmaya çalışmak. Türk olmayanlar etnik kökene nasıl bakıyorsa, Türk olanlar da yanlarındakilere de karşılarındakilere de hangi etnik kökenden diye bakmak zorunda. Bu kitabın önemli bir tezi bu.
O nedenle AKP’li tüm kurucular, bakanlar, milletvekilleri ve diğer yöneticilerin etnik kökenini burada açıkladık. Göreceksiniz ki Kürtler büyük bir çoğunluğu oluşturuyor. Peki AKP’de Türk yok mu? Üst kademelerde pek yok, alt kademelerdekiler de tıpkı milletimizin çoğunluğu gibi etnik hafızalarını yitirmiş durumdalar.

İkinci kademede bir milli hafıza sorunu da yaşıyoruz.
Burada kullandığım milli kelimesi, uluslararası ilişkileri açıklayan bir kavram, ülke içi için etnik kavramını kullandığımızdan ülke dışındakiler için millet kavramını kullanıyorum.
Milli hafızadan kastımız, Türk milletinin diğer devletlerin milletleri ile olan ilişkisi. Örneği Avrupalılar, Ruslar, Yunanlar, Amerikalılar gibi.
Şimdi yeniden Apo’nun yakalanmasına dönelim.
Apo ilk önce Suriye’deydi. Bugün ülkemiz Suriyeli mültecilerle dolu. Bu insanlar Apo’yu ve PKK’yı yıllarca bağrına basan insanlar. Ülkemizde Esad’a destek gösterileri yapılıyor ama o Esad da PKK’yı besleyen ve büyüten adam.
Apo Suriye’yi terk ettikten sonra Yunanistan’a gitti. Yunanistan’la bugün dostuz.
Yunanistan’da barınamayacağını anlayınca Rusya’ya geçti. Rus Parlamentosu Apo’ya iltica hakkı bile verdi. Ama işlemler uzayınca Apo Rusya’da kalmaktan vazgeçti. Rusya ile de bugün dostuz. Üstelik kimileri ulusalcılık adına Rusya ile Türkiye’nin Avrasya cephesinde ittifakını bile savunabiliyor.
Rusya’dan çıkan Apo İtalya’ya geçti. İtalya ile yıllardır can ciğer kuzu sarmasıyız.
Amerika Apo’nun asılmamasını istedi. Asmadık.
Avrupa idamı kaldırın dedi, kaldırdık.
Kuzey Irak’a tam girecektik ki ABD “nereye kardeş!” dedi durduk kaldık.
2002 yılından 2009 yılına kadar gazete arşivini bir tarayınca, hemen her yıl ABD’nin “PKK’ya karşı Türkiye ile işbirliğinde kararlı olduğu” açıklamasını göreceksiniz. Ama 12. yılın sonunda Amerika PKK’nın Suriye koluna açıkça silah yardımı yapıyor! Bizse Amerika ile hâlâ dostuz…
Bir millet milli hafızasını yitirirse işte bunlar olur. Düşmanlarınla dost olmuşsan, PKK’yı da, Apo’yu da kabullenirsin sonunda…

Hafıza sorunumuzun üçüncü kademesi ise siyasal hafıza. Bunu ülkemiz içindeki siyasal tercihlerimizle ilgili kavram olarak kullanıyorum.
Mesela PKK eskiden bizim için, bölücü olan bir terör örgütüyken bugün “Kürdün hakkını arayan siyasal örgüt”e dönüşebiliyor.
Eskiden olsa AKP’lilerin yaptıklarına vatan hainliği diyecekken, bugün, “çözüm olsun” diyebiliyoruz.
Hadi bunlar ihanet ediyor ya muhalefet ne yapıyor?
Atatürk’ün CHP’sinde Atatürk milliyetçiliği rafa kaldırılıyor da “ne oluyoruz” diyen yok.
MHP sürekli itidal çağrısı yaparken, “ne zamana kadar” diye isyan eden yok.
Siyasal hafızasını yitiren millet, iktidarın veya muhalefetin peşine takılmış, izleyici konumunda.

Ve son olarak hafızamızın vicdani kademesi de dumura uğramış durumda.
Şehit cenazelerini unutmuşuz…
Şehitlerimizin yakınlarını unutmuşuz…
Vicdanlarımızda vatan, millet, bayrak, şehit gibi değerlerin üstü örtülmüş.
17 yaşında bir genç kız yakılarak öldürülürken bile umursamıyoruz…

Sonuç olarak, hafızasızlık, bizi etnik, milli, siyasi ve vicdani yönlerin tümünde birden edilgen ve izleyici konuma düşürüyor.
Adeta bir trafik kazasında hafızasını kaybetmiş, yatalak bir hasta gibiyiz…

Elinizdeki kitap, bir anlamda hafıza kitabı diyebilirim.
AKP’nin iktidara gelişinden bugüne kadar geçen 12 yılda neler yaşadık diye gazete arşivlerini tek tek inceledik ve kayda aldık. Gördüm ki, bizim gibi bu konuda hassas olan insanlar bile öyle şeyleri unutmuş ki…
O zaman hatırlamak ve hatırlatmak gerek. Bıkmadan usanmadan.
Adeta hafızasını yitiren hastaya, alfabeyi baştan öğretmek gibi zor bir iş ama yapmalıyız…

Kitaptaki yazıları peş peşe okuduğunuzda, gazete küpürlerine baktığınızda, tabloları incelediğinizde, bizi kimlerin nasıl oyaladığının, nasıl kandırdığının, ne dolaplar çevrildiğinin ayırdına varacaksınız.

Bu kitabı hazırlarken 2002 yılından günümüze kadar yayınlanan Hürriyet gazetesini, (nesnel olması açısından değil orta yolcu olması açısından) gün gün taradık, toplamda 20 bin adet gazete haberini inceledik, bunlardan en önemli ve belirleyici olanları seçtik.
Son 12 yılda her gün Kürt meselesi ile ilgili yaşanan gelişmelerin tam bir kronolojisini çıkarttık.
20 bin gazete küpürü ve yaklaşık 500 sayfalık bir kronoloji, AKP ve PKK arasındaki ittifakı bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyordu. Elbette tüm bu arşiv malzemesini kitabımıza almadık, seçme yaptık.

Ayrıca büyük bir sıkıntımız daha vardı. Genel Kurmay Başkanlığı dahil, hiçbir devlet kurumu şehitlerimizin listesini tutmuyordu.
Bizler, son on iki yılda verdiğimiz tüm şehitlerimizi araştırdık ve bulduk. Bu kitapta bu isimleri yayınladık. Hafızamızın en önemli kısmı bu olmalı. Çünkü bugün yaşıyorsak şehitlerimiz sayesindedir.

Kitabımızda tüm AKP ileri gelenlerinin etnik kökenlerini de açıklıyoruz. Bunların içinde yanlışlık yaptıklarımız olabilir ama kimsenin hakkını yemeyiz.
Kürt kökenli AKP’lilere de, Ermeni kökenli AKP’lilere de etnik kökenlerinden dolayı bir nefret beslemiyorum. Ama Kürdün Kürt olduğunu, Ermeninin Ermeni olduğunu, Gürcünün Gürcü olduğunu açıkça ifade etmesi gerektiğini düşünüyorum.
Nasıl ki “Elhamdülillah Müslümanım” diyorsak, Kürt Kürdüm desin, Ermeni Ermeniyim desin.
Biz de bilelim bizi yönetenler kimmiş.

Kitabımızın sonunda PKK ile ittifak politikasını yürüten 10 AKP liderinin suçlarını sıraladık, bu suçların hesabını vermeliler.
….
Ben şahsım olarak ve Türk Solu olarak, bu on iki yıllık süre içinde bu kirli ittifaka karşı üzerimize düşen vazifeyi yaptığımızı düşünüyorum. Bu kitaba aldığımız yazılar ve gazete kapaklarımız, bugün de gelecekte de, iftihar tablomuz olacaktır.
Hiç susmadık hiç de susmayacağız.
Daha önce bir yazımda belirttiğim ve mahkemede bu yazı dolayısıyla yargılanırken tekrarladığım gibi, Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, bu ihanetin tüm sorumlularını asmak nasip olur inşallah.

Hafızamızın yerine gelmesi umuduyla…

Tayyip Türk değil

“Şimdi aklıma ne geldi biliyor musunuz? Üniversitede okuyoruz. Bana diyorlar ki ‘Sen Rizelisin. Sen Lazsın’ Diyorum ki ‘Laz değilim.’ ‘Olur mu ya Lazsın’ diyorlar bana. Ben de tabi ‘Laz olsam Lazca bilirim, bilmiyorum.’ Bu kadar ısrar edince gittim babama dedim ki, Allah rahmet eylesin, ‘Baba yahu’ dedim, ‘Biz Laz mıyız, Türk müyüz, neyiz’ dedim. Babam da dedi ki ‘Oğlum ben de sordum, ben de bilmiyorum.’
Peki baba hiç dedeme falan da sormadın mı dedim. ‘Çok küçüktüm’ dedi. Büyük dedeme, yani babamın büyük dedesine, o da molla bir zattı. Dede demiş, ‘Biz Laz mıyız Türk müyüz?” demiş.
O da o yaşlı haliyle mübarek demiş ki; ‘Torunum demiş yarın öleceğiz’ Allah bize soracak. –Men Rabbuke –Vemen nebiyyüke –Vema dinüke. Torunum Allah bize –Vema kavmüke- diye bir soru sormayacak’ dedi.
Ne demek bu? Yarın öleceğiz, Allah bize Rabbin kim, Nebin kim, dinin ne? Bunları soracak. Ama bize kavmin nedir diye sormayacak. ‘Torunum sana sordukları zaman demiş ‘Elhamdülillah Müslümanım’ de geç demiş.
Olay bu kadar basit.”
Bu sözler, 12 Aralık 1997 tarihinde Siirt’te düzenlenen mitingden…
Tayyip Erdoğan’ın “Halkı ırk, din ve mezhep gözeterek birbirine kışkırtmak” suçundan ceza aldığı ünlü konuşmasından.
Düşünün bir adam, yaşı gelmiş kırka ve hâlâ ne olduğunu bilmiyor!
Babasına soruyor, o da, bilmiyor!

Dedesi de bilmiyor!


Büyük dedesi de, “Boş ver Müslümanım de, geç” diyor!

Böyle bir aile düşünebilir misiniz?
Şöyle bir etrafınıza bakın; şu veya bu, herkes hangi milletten olduğunu bilir.
Kaldı ki “Ben Müslümanım de geç” diye bir anlayış İslamiyet’te de yoktur. Çünkü Allah kavmiyetçiliği yasaklar ama insanları kavim kavim yarattığını da Kur’an’da belirtir.


 Mesele şu, Tayyip Erdoğan Türk değil!

..

Kıbrıs AB kıskacına nasıl girdi?




Kıbrıs AB kıskacına nasıl girdi?




Erol Manisalı

TÜRKSOLU: AB Kıskacındaki Kıbrıs kitabınızda kıskacın anlamı nedir? AB’nin son Atina Zirvesi sonrası Türkiye-Batı ilişkilerini de ele aldığımızda kitap nasıl bir anlam kazanıyor?
EROL MANİSALI: Türkiye AB kıskacına 1989’da sokulurken, Kıbrıs da bunun bir parçası oldu. Bu kıskacı daha iyi anlayabilmek için 1993’ten itibaren Avrupa Parlementosu’ndan çıkan kararları sıralayalım.
* Kıbrıs; Hemen her yıl Kıbrıs’la ilgili karar alındı.
* Ege; çok sayıda karar çıktı.
* Güneydoğu Anadolu; bu konuda alınan kararların sayısı Kıbrıs’la başbaşa gidiyor. Belki de daha çok.
* Fener Patrikhanesi; bir kaç tane.
* Ermeni Soykırımı; Bu konuda alınınan kararların sayısı az ama çok etkili. Bir Fransız mahkemesi bu kararlara dayanarak Türkiye aleyhinde karar verdi.
TÜRKSOLU: Kıbrıs’ta taraflar kim?
EROL MANİSALI: Bir tarafta Rumlar ve Türkler; ancak bunlar tarafların bir kısmı;
* Ulusçular - Gayri Milliciler
* Kemalistler - Mandacılar
* Ulusalcılar - Emperyalistler
* Türkiyeciler- Kozmopolit çevreler
* Yerliler- Yabancılar
* Ankara - Brüksel
Taraflar bu şekilde sınıflandırılabilir. Ancak, temelde iki taraf var; sorunlara bu topraklardan bakanlar - sorunlara Brüksel ve Washington’dan bakanlar.
TÜRKSOLU: AB Kıskacındaki Kıbrıs kitabının özgün yanı ne?
EROL MANİSALI: Az yazılmış veya hiç yazılmamış gerçekler var kitapta. Kıbrıs meselesinin aslında, bir Kıbrıs meselesi olmadığı; AB’nin ve ABD’nin, “Türkiye meselesinin bir parçası olduğu” tahlil ediliyor.
TÜRKSOLU: Kıskacın tüm sorumlusu dış unsurlar mı?
EROL MANİSALI: Kesinlikle hayır. Türkiye’yi tek taraflı bağlamak isteyen “iç çıkar grupları”nın Kıbrıs’ta nasıl bir rol aldıkları da anlatılıyor. Bu grupların içinde,
- Bazı büyük sermaye çevereleri var.
- Bazı siyasiler var.
- Bazı bürokratlar var.
- Ve tabii medya mensupları var. Bazı akademisyenleri de unutmamak gerekiyor.
TÜRKSOLU: Kitabınızda Karen Fogg dosyası da ele alındı mı?
EROL MANİSALI: Onlar belgelerdi. Ben kitabımda daha çok “tahlillere” yer verdim. Yıllardır, AB’nin Kıbrıs konularında yaşadığım deneyimler bana ışık tuttu. Başbakanlarla, bakanlarla, diplomatlarla, uzmanlarla tartışmalarım oldu. Kıbrıs’a “nasıl baktıklarını” gördüm.
Daha önemlisi, Türkiye’ye “nasıl baktıklarını” anladım. Zaten, Batı’nın Kıbrıs politikası, “Onların Türkiye politikasını, bir turnusol kağıdı gibi ortaya çıkarır.”
AB’nin Kıbrıs’a bakışında, Brüksel’in Türkiye gözlüğünü görürüz.
TÜRKSOLU: Tek yanlı bağımlılık Kıbrıs’ı nasıl etkilemiş.
EROL MANİSALI: Türkiye tek yanlı bağlanarak köşeye sıkıştırılırken “Kıbrıs” isteniyor. Batı’nın Soğuk Savaş sonrası yeni politikaları bunlar.
- Irak’ın ABD tarafından işgali
- Kıbrıs’ı, uluslararası anlaşmalara rağmen, AB tarafından işgale kalkılması, aynı şeyler.
TÜRKSOLU: Yarın ne olur?
EROL MANİSALI: Herşey bize bağlı; Türkiye, kendi ulusal çıkarlarını koruyabilecek mi? “AB Kıskacındaki Kıbrıs” kitabında, bütün bunlar tartışılıyor.            
TÜRKSOLU: AB kıskacında Kıbrıs diyorsunuz. Son yaşadığımız süreçte ABD’nin de Kıbrıs kıskacından bahesedebilir miyiz? ABD Temsilciler Meclisi, Kıbrıs konusunda Denktaş’ı ve Türk tarafını suçlayan bir karar aldı. Hemen ardından BM Güvenlik Konseyi’nden de Türk tarafı aleyhine bir karar çıktı. Irak’ta Türkiye’den istediğini alamayan Amerika Kıbrıs’ta Türkiye’yi kıstırmaya mı çalışıyor?
EROL MANİSALI: Batı kıskacında Türkiye demek lâzım. Çok ilginç bir şekilde 1992 yılından itibaren ABD Irak’a ambargo uygulatmaya başladı. 1994 yılından itibaren de KKTC’ye ambargo uygulatmaya başladı. Aynı plan uygulanıyor. Önce zayıflatma, muhtaç hale getirip, sonra da işgal etme. Irak’ta silah zoruyla, silah yoluyla işgal yapıldı. Kıbrıs’ta ise şimdilik işgal diplomasi ve siyaset yoluyla yapılmaya çalışılmaktadır.
Bugün Irak ve Kıbrıs arasında tam bir uyum söz konusudur. Soğuk Savaş sonrası Batı’nın bölgeye ve özellikle Türkiye’ye bakışında tam bir uyum, örtüşme görülmektedir. Kıbrıs’a da ambargo uygulanmıştır, Irak’a da ambargo uygulanmıştır. Her ikisi de işgal edilmiştir, birisi ABD’nin silahlı müdahlesiyle tam işgal edilmiştir, diğeri ise AB’nin siyasi müdahalesiyle yarım işgal edilmiştir. Birine silahlı işgal yapılmıştır, diğerine ise uluslararası hukuk ayaklar altına alınarak diplomasi ve siyaset oyunlarıyla işgal yapılmıştır. Bu anlamda tam bir örtüşme söz konusudur.
TÜRKSOLU: Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye alındığı Atina Zirvesi’ne Türk Büyükelçisi resmen katıldı, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ise akşam yemeğine katıldı. Türkiye böylelikle AB’nin Kuzey Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıkladığı resmi toplantıya katılmış oldu.
EROL MANİSALI: Türkiye’nin tek yanlı bağımlılığının en somut belgesi budur. Türkiye Batıyla ilişkilerini karşılıklılık ilişkisi çerçevesinde kurmamıştır. Türkiye iktisaden, siyaseten, askeri açıdan tek yanlı olarak Batı’ya bağlanmıştır. Atina’daki törende bunu göstermektedir. Atina’daki tören ne yazık ki Türk toprağının işgal ve ilhak kutlamasıdır. Hükümetin dışişleri bu zirveye katıldı. Ama 70 milyon Türk halkı buna tamamen karşıdır. Bu toplantılara katılanlar halkı temsil etmeyen çevrelerdir.
TÜRKSOLU: Kıbrıs Rum tarafı herhalde bu kadar katılımı bile yeterli bulmamış ki, Türkiye’nin tavrını AB’ye saygısızlık olarak nitelendirmiş.
EROL MANİSALI: Zaten Kıbrıs’ta Smitis’in Türk tarafına çağrısı bile tamamen emperyalist bir çağrıdır. “Ben senin içini oyarım. Türkiye’yi de tanımıyorum KKTC’yi de tanımıyorum. Sizin içinizi oyarım” diyor. Kitabımda bahsettiğim Kıbrıs ve Türkiye üstündeki kıskaç AB ve ABD’nin oluşturduğu Batı kampı tarafından her geçen gün daraltılıyor.

Apo, Tayyip, Perinçek KUMPAS ÜÇGENİ




Apo, Tayyip, Perinçek KUMPAS ÜÇGENİ

 

Türkiye paralel devleti tartışırken gözlerden kaçan kirli bir ittifak var, bu bir kumpas üçgeni. Üçgenin üç köşesi var, bir köşede Tayyip Erdoğan, diğerinde Apo, öteki köşede ise Doğu Perinçek var.





Paralel ve Üçgen
Türkiye paralel devleti tartışırken gözlerden kaçan kirli bir ittifak var, bu bir kumpas üçgeni.
Üçgenin üç köşesi var, bir köşede Tayyip Erdoğan, diğerinde Apo, öteki köşede ise Doğu Perinçek var.
Bugüne kadar birbirlerini eleştirir, hatta kavga eder görünseler bile, son dönemde nasıl da ittifak halinde olduklarını tüm Türkiye görüyor.
Bu kirli ittifakı deşifre etmenin zamanıdır.
Herkes kumpastan bahsediyor ama kumpasın hası bu üçgen tarafından yapılıyor.
Gezi’deki PKK-AKP ittifakı
Gezi olayları başladığı andan itibaren Tayyip Erdoğan iktidarı zor duruma düştü. Çünkü halkın artık onu istemediği ortaya çıkmıştı. Milyonlarca insan sokakta, milyonlarcası ise evinde tencere-tava çalarak, “Çek git Tayyip” diyordu.
Gezi olayları başladığında AKP içinde ilk çatlak başlamıştı. Abdullah Gül, çok açıkça ılımlı bir tavır gösterdi. Bülent Arınç aynı ılımlı tavrı sürdürdü.
Tam o dönemde Fethullah Gülen, Tayyip Erdoğan’ın Gezicilere “çapulcu” denmesini doğru bulmadığını, hatta bu insanların içinden nice kahramanlar çıkabileceğini söyledi.
Bu kritik dönem, AKP içindeki çatlağın bir parçalanmaya dönüşebileceği dönemdi. Ancak Tayyip Erdoğan’a destek veren iki güç devreye girdi.
Birincisi PKK’ydı. PKK, Gezi Parkı’nda bir çadırı ve Apo itinin bir de resmi ile sözde bulunuyordu. Yani sanki onlar da Geziciydi!
Ama bizim daha o dönemde yaptığımız bir uyarı vardı. PKK Gezi Parkı’na bizzat Tayyip Erdoğan’ın emri ile sokulmuş bir ajan gruptu. Amaçları Gezi’deki ulusalcı ittifakı parçalamak, sol güçlerle ulusalcılar arasında doğabilecek işbirliğini önlemekti. Ancak bu oyunları tutmadı çünkü ulusalcı güçler de sol güçler de bu tuzağa düşmediler.
Şu anda Apo’nun açıklamalarından anlıyoruz ki, Gezi döneminde Apo ile Tayyip Erdoğan arasında bir ittifak varmış ve Apo’nun deyimiyle yıkılabilecek AKP iktidarını ayakta tutma işini de Apo üstlenmiş.
O günden bu yana PKK ile AKP arasında adeta bir barikat kardeşliğinin sürdüğünü görebiliyoruz. Apo, bugün de Tayyip’i yedirmem diyor!
Gezi’deki yabancı unsur
Gezi olayları sırasında tıpkı PKK gibi Gezi’de bulunan ama göstermelik bulunan bir grup daha vardı: Doğu Perinçek’in İP’i.
İşçi Partisi ve onların gençlik örgütü olan TGB, eylemlerin içinde bir gözüküp bir kayboldular. Hatta şaşırtıcı bir şekilde, bir önceki 29 Ekim ve 10 Kasım’daki, Silivri’deki çatışmacı tavırlarına ve çağrılarına karşın, Gezi süreci boyunca etkin olmadılar, ön plana çıkmadılar.
Daha o zaman tespit etmiştik; İP’in ve TGB’nin yönetici kadrosu eylemlerde yoktu. Belli ki başka bir pazarlığın içinde yönetim kademesini sokaktan çekmişlerdi.
Ve tam o dönemde Aydınlık gazetesi, ulusalcı kesim içinde yeni bir düşman cephe tanımlamaya başladı. Onlara göre hedef artık Tayyip Erdoğan değildi, hedef Gül, Gülen ve CHP’ydi. Kulağa hoş gelebilirdi, hatta Tayyip Erdoğan’dan sonra böyle bir iktidar bloğu kurulabilirdi de.
Ama ortada başka bir gerçek vardı: Tayyip Erdoğan hâlâ iktidardaydı ve o iktidardan düşmeden bu blok başa geçemezdi.
Üstelik bu propaganda, hem AKP muhaliflerini zayıflatır hem de muhalif CHP’yi yıpratırdı. Güçlendirebileceği tek kesim ise elbette Tayyip Erdoğan’dı.
Doğu Perinçek hem yönetim kadrosunu alandan çekerek, hem Tayyip Erdoğan’ın iç rakiplerine savaş açarak, hem de muhalif CHP’yi yıpratma kampanyası yürüterek, Tayyip Erdoğan’a destek vermiş oluyordu.
TSK’ya tuzak kuran kimdi?
Kısacası İmralı’da Kürtçülükten yatan Apo da, Silivri’de sözde ulusalcılıktan yatan Doğu Perinçek de Ankara’daki Tayyip Erdoğan’la birlikte hareket ediyordu.
Elbette bu desteğin dışarı çıkmak gibi bir karşılığının da olması gerekirdi…
Aslında bu tür bir kirli oyuna daha Ergenekon sürecinin en başında dikkat çekmiştik. Ergenekon’da verilecek cezaların kaldırılmasının tek yolu PKK’lılara da af çıkmasıydı. Yani toplum katil PKK’lıların dışarı çıkmasını ancak (ve de belki) mağdur olan komutanlarının dışarı çıkmasını sağlayarak hazmedebilirdi. Hem Ergenekonculara hem PKK’ya af, o daha o günlerde bile düşünülmüş bir formüldü.
Aslında Ergenekon denilen tertibin de ana hedefi Kürdistan’ı kurmaktı. Bu ise elbette PKK’yı dışarı çıkartarak olabilirdi. PKK’yı dışarı çıkartmanın formülü ise TSK’nın komutanlarını içeri almaktı.
İyi de TSK’nın komutanlarını kim içeri alabilirdi?
Bu iş için gerçekten de maharetli bir tezgah gerekiyordu. TSK ile ilişki kurmaya çalışan ve ulusalcı görünen birileri vasıtasıyla TSK sanki bir darbe planının parçasıymış gibi gösterilebilirdi.
Biliyoruz ki Doğu Perinçek’e bir şekilde selam veren ve elini uzatan komutanlar bugün içerdeler…
Ve yine biliyoruz ki Ergenekon tezgahının ilk sözde suç delilleri de İP’ten ve Doğu Perinçek’in evindeki bilgisayardan çıktı…
Perinçek’e verilen imkan
Aslında Silivri, Doğu Perinçek ve grubu için iyi bir büyüme yeriydi. Sonuçta tüm Ergenekon sanıkları Silivri’de olacaktı ve o güne kadar dışarda görüşme imkanı olmayan kişilerle de Perinçek ilişki kurabilecek ve onları örgütleyebilecekti.
Nitekim böyle de oldu. Perinçek, tam da Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi TSK mensupları ile rahat bir ilişki kurabildi. Çünkü ona bu imkan verilmişti.
İmralı’da Apo’ya sunulan imkanını aynısını Silivri’de Perinçek’e sunmuşlardı!
Sonuçta Apo ile Perinçek arasındaki eski ilişki biliniyordu. Perinçek, daha önce partisi Anayasa Mahkemesi tarafından Kürtçülükten kapatılmış birisiydi. Apo ile güllü fotoğrafları ortalıktaydı.
Sonuç olarak Apo ve Doğu Perinçek, kontrol altında tutulan ve yönlendirilen isimlerdi.
 

İmralı’da Apo’ya sunulan imkanını aynısını Silivri’de Perinçek’e sunmuşlardı!
Sonuçta Apo ile Perinçek arasındaki eski ilişki biliniyordu. Perinçek, daha önce partisi Anayasa Mahkemesi tarafından Kürtçülükten kapatılmış birisiydi. Apo ile güllü fotoğrafları ortalıktaydı.
Apo ve Perinçek dışarı
Ve gün geldi, Tayyip zor duruma düştü.
Artık kendi partisi içinde bile iktidarı yok…
Fethullah Gülen, açıktan karşı tarafa geçmiş durumda…
Muhalefet ilk defa İstanbul ve Ankara’da belediyeleri alabilecek güçte adaylar belirledi…
Tam da bu dönemde “üçgen” panik halinde yeni planlarla kamuoyunu AKP’yi sandıkta yıkma rotasının dışına çekmeye çalışıyor.
Birinci tezgah, PKK ve TSK’ya aynı anda çıkartılacak bir yeniden yargılama yasasıdır. Aslında “af” denilemiyor ama bu bal gibi de “af” demek. Yani TSK’nın şerefli komutanlarını PKK’lı adi katillerle aynı seviyeye düşürüp aynı anda iki tarafı da yeniden yargılamak.
Tabii bu süre içinde yargılamanın tutuksuz yapılmasını temin etmek. Yani adı af olmayan bir afla, şartla salıvermek dışarıya!
Bugün bu tezgaha düşenler, yarın aynı yasa Apo için de uygulanınca sakın şaşırmasın, sonuçta Apo’nun içeride tutulup Tayyip ve Perinçek’in dışarıda kalması, ittifakın doğasına aykırıdır. Bilin ki, Apo’yu da dışarı çıkartacaklardır.
İkinci tezgah, CHP’yi bölecek bir planlama yapmaktır. Sonuç olarak CHP’yi Gül’cü veya Gülen’ci göstererek, CHP’den yüzde bir iki oy bile kaçırmak demek, seçimleri Tayyip Erdoğan’a hediye etmek demektir.
Bunun için, yani oyları CHP’den kaçırtmak ve bölmek için Apo, adayı olarak Sırrı Süreyya’yı aday çıkartmıştır.
Bakalım Doğu Perinçek, CHP adayının karşısına ama Sırrı’nın yanında kimi aday gösterecek?
Mustafa Kemal’in değil Tayyip’in askerlerisiniz!
Büyük kumpas ise, Apo’nun ve Doğu Perinçek’in de dışarı çıkartılacağı bir Türkiye’de, son on yılın tüm günahının kimin üzerine yıkılacağıdır.
Asıl hedef şu anda Cemaat gibi durmaktadır. Paralel devlet diye tüm hukuki ve bürokratik mesuliyet Cemaat’e yıkılmak istenmektedir.
Şu anda Tayyip Erdoğan’ın paralel devletini ortaya koymadan Cemaat’e paralel devlet diye saldıran tüm kesimler, kesinlikle ve kesinlikle, Tayyip Erdoğan’ı ve onun on yıllık bu kanlı zulüm dönemini aklamaya çalışmaktadır.
Ergenekon dahil tüm kumpasların içinde Tayyip Erdoğan bulunmaktadır. Bu işi Cemaat’in altyapısı ile birlikte yapmıştır. Ve her iki kesimin de hesap vermesi gerekmektedir.
(Tam da bu nedenle biz hem Fethullah Gülen’le hem de Tayyip Erdoğan’la davalığız!)
Ama görüyoruz ki, Perinçek grubu başta olmak üzere, sözde ulusalcı yayın yapanlar, bir şekilde Silivri’den dışarı çıkmayı başarmış gazeteciler, ısrarla yandaş medyanın gazete ve televizyonlarında boy gösterip, Cemaat’e bindiriyor ama Tayyip Erdoğan’ın da kandırıldığını ifade ediyorlar.
Vah vah, ne kadar da saf ve kandırılmış bir adammış Tayyip Erdoğan değil mi?
Yediniz mi!
Yazık diyoruz, Tayyip Erdoğan’a verilen bu iğrenç destek, bilin ki sizi kurtaramaz.
Düne kadar can ciğer kuzu sarması dostlarını, tarikatları bile gözünü kırpmadan harcayan Tayyip Erdoğan’a mı güveniyorsunuz?
(Bu durumda tek düzgün tavrı alan Aziz Yıldırım’ı tebrik etmek gerekir. Tüm tezgahın başındaki asıl adam olan, asıl suçlu olan Tayyip Erdoğan’ı aklayacak bir açıklamayı yapmadı.)
Türk Solu’na kumpas
Büyük kumpas’ın ikinci boyutu ise yavaş yavaş şekilleniyor.
Cemaat’in dışında hedef alınacak ikinci kesim Türk Solu’dur.
Türk Solu, hem PKK’ya karşıdır, hem Perinçek gibi sahte ulusalcılara karşıdır, hem de Tayyip Erdoğan’a karşıdır.
Yani üçgenin üç köşesi de ittifak halinde Türk Solu’nun karşısındadır.
Çünkü bu üçgen T.C.’ye karşıdır, biz T.C.’den yanayız!
Bu üçgen Kürtçüdür, biz ise Türkçüyüz!
Bu üçgen enternasyonalisttir biz ise milliyetçiyiz!
Şimdi bu üçgenin tespit ettiği önemli bir husus var. Son on yıl içinde Türkiye’de ulusalcılık yükseliyor. Ulusalcılığın yükselişi ile birlikte, ülkenin bölünmez bütünlüğüne sahip çıkacak, bu ülkeyi PKK’nın bölmesine karşı çıkacak bir bilinç ve dinamik bir kuvvet oluşuyor.
Yani Tayyip Erdoğan hangi pazarlığı yaparsa yapsın o planları ayağının altında çiğneyecek ve bu ülkeyi böldürtmeyecek bir ulusalcı dalga geliyor.
Gezi’de şahlanan tam olarak bu ruhtu ve Apo bunu görünce gerçekten çok korkmuştu.
Türkiye’de bu görevi omuzlama cesaretindeki tek gücün Türk Solu olduğunu tespit eden üçgen, Türk Solu’na operasyon yapılması için anlaştı.
Apo’nun ifade ettiği gibi Gezi’deki ulusalcılık aşılmalı!
Bu karanlık yapının, kirli üçgenin hedefi bellidir, Apo’nun dışarı çıkartıldığı Türkiye’de, Perinçek’in ve Tayyip Erdoğan’ın savunduğu Türk-Kürt Federal devleti ilan edilecektir.
Bu planı bozacak tek güç olan Türk Solu, bu nedenle içeri alınmalıdır.
Hatta iktidarın 17 Aralık’ta başlayan operasyonun arkasında aslında Çözüm Süreci’ni sabote etmek olduğu açıklamaları son derece önemlidir. Yani mesele Cemaat-AKP kavgasının ötesindedir, Türkiye’yi bölmek isteyenlerle bölmeye karşı çıkan güçlerin savaşıdır bu!
Türk ruhu çoktan uyandı!
Plan bu kadar net ve ama sefilce.
Mustafa Kemal’in güzel bir sözü vardır: Bandırma Vapuru’nu arayan İngilizler’in vapurda kelle sayısını saydıklarını oysa kendilerinin Anadolu’ya bir ruh taşıdığını söyler.
Bizimki de o misal, Türk Solu’nu içeri alsanız da, Türk Ruhu çoktan harekete geçmiştir!

Ey Tayyip, Ey Apo, Ey Doğu:
Size o Kürdistan’ı Kurdurtmayız!


 http://adkf.org/ts/434/gokce-firat/apo-tayyip-perincek-kumpas-ucgeni/#sthash.y1kPdjCr.dpuf

a

SİYASİ DÜZENİN KUŞCULARI!.

SİYASİ DÜZENİN KUŞCULARI!.

siyasi-duzenin-kusculari
Kuşçular (kuş avcıları) ile, bir düzen partisine çöreklenip çıkarından başka hiçbir şey düşünmeyen, bunu da meslek haline getiren köy kurnazları arasında hiçbir fark yoktur!.
Kuşçu, nasıl ki kuşları tuzağa düşürüp yakalar ve onları satarak para kazanırsa, düzenci siyasetçi de insanları kandırarak oyu kapar ve kendine menfaat sağlar. İkisinin arasında hiç mi hiç bir fark yoktur. Şöyle ki: Kuşçu, özgür kuşları tuzağa, pusuya düşürmek için şu vasıtaları kullanır: Kendisinin bir kafeste beslediği, özgür kuşları öterek kandıracağı bir kuş, mostura denilen ve uzaktan çekilerek kuşların üzerine kapanan bir ağ, ağın önünde kuşların sevdiği tohumlu bitkiler ve sanki bu bitkilerin üzerinde yem yiyen ama ayaklarından özel bir çatal kazığa bağlı, uzaktan iple hareket ettirilen başka bir aldatma kuşu kullanılır..
Kuşçu, bununla da yetinmeyip başka bir tuzak daha kullanır. (Bunun sebebi mosturaya gelmeyen ve yere inmeyen, daha yüksek yer arayan kuşlar içindir.) O tuzağın adı da sallosturadır. Sallostura, kuşları kandırıp ökseye oturtmak içindir. Bu düzenek şudur: İnsan boyunda çok kalın olmayan bir ağaç çubuğun bir tarafında, ince dala iyi sarılmış ökse, diğer tarafında ise gene çağrı yaparak hem cinslerini öterek kandıracak olan ayaklarından bağlı, besleme bir kuş bulunur. Kuşçu, ağaç çubuğun gövdesine bağlı ince ipi uzaktan çektikçe, öksenin diğer tarafındaki kuş havalanır ve tekrardan kendi çubuğuna konar. Çağrıya aldanarak gelen özgür kuşlar ise ökseli çubuğa geldiklerinde ayaklarından ve çırpınmaya devam ettiklerinden kanatlarından ökseye yapışarak baş aşağı olurlar..
Kuşçuların bir kısmı bugün, canlı çağrı yapan kuştan ziyade teknolojiden yararlanarak, iyi öten kuşların seslerini CD’ye kaydedip kandırma işini bununla yapmaktadır. Kötü öten, ötmeyi beceremeyen kuşlarla bu iş yapılamayacağından işi teknolojik aldatmaya dökmüşlerdir. Bu, camlara yazı yazıp, sanki doğal bir konuşmaymış gibi salı toplantıları, açık ve kapalı alanlardaki toplantılarında konuşanlar bu gruba dahildir..
Şöyle bir düşünün bakalım!. Tuzak, aldatma, pusu kurma ve sahtekarlık da şu kuş avcılarıyla, siyasetten çıkar sağlayan bu düzenciler arasında hiç fark var mı?.
Siz hala düzen partili misiniz? Karar sizin, ya kafes ya da özgürlük…
TEK UMUT TEK YOL HEPAR
Osman Pamukoğlu
Hak ve Eşitlik Partisi
Genel Başkanı
http://hepar.org.tr/siyasi-duzenin-kusculari.aspx

..

27 Kasım 2014 Perşembe

OSMAN PAMUKOĞLU CEVAPLADI; İŞİD NASIL BİTER VE YOK EDİLİR..


OSMAN PAMUKOĞLU CEVAPLADI; İŞİD  NASIL BİTER VE YOK EDİLİR..



 
Osman Pamukoğlu, Halk Tv'de, CHP'li Muharrem İnce ile birlikte Uğur Dündar'ın konuğu oldu. Programın gündemi, Ortadoğuda yaşanan gelişmeler ve çözüm süreciydi. Pamukoğlu, Ak Parti'yi, çözüm sürecinde Abdullah Öcalan'ın her dediğini yapmakla suçladı.

"TÜRKİYE SURİYE TOPRAKLARINA ASLA GİRMEMELİ"

Osman Pamukoğlu, 1991 ve 2003'de yaşanan savaşların Ortadoğu'yu mahvettiğini söylediği konuşmasında, "Türkiye suriye topraklarına asla girmemeli. Bizim orada işimiz yok. Geçilmeyecek, tehlikeli. Savaş denilen şeyin öncesi de içi de belirsizliktir." dedi.
Pamukoğlu, Uğur Dündar'ın, "IŞİD tehlikesi Türkiye tarafından nasıl algılanmalı, bununla mücadele nasıl olmalı?" sorusuna da şu cevabı verdi;

"TIRNAĞI OLAN BAŞINI KAŞISIN"

"Orada, Kobani, Cezire, Afrin var, Kürtlerin yaşadığı yerler. IŞİD, Kobani'yi yani ortadaki baklayı koparmaya çalışıyor. Sıra diğerlerine de gelecek. Kobani'ye gittiğinizde şunu görüyorsunuz. Yakalarında İmralı'dakinin resmi, makam odalarının arkasında İmralı'dakinin resmi, bir tarafta PYD'nin bir tarafta PKK'nın bayrağı. Kobani'de halk yok. Savaşanlar var. PKK isterse dağ kadrosunu Kobani'ye gönderir ama göndermiyor. Ne diyor Kandil'dekiler, "biz dağda çarpışırız kırsalda çarpışmayız." Pazarlık mı yaptınız nerede çaçarpışacağınızla ilgili. PKK, topraklarımızdan hiçbir zaman çekilmedi. İmralı'daki oradan tehdit ediyor sürekli. Şöyle olur böyle olur. Rojava ya da başka bir yer, bizim o topraklara yapabileceğimiz bi şey yok. Tırnağı olan başını kaşısın."

"KENDİ BAŞIMIZA IŞID'LE MÜCADELE EDEMEYİZ"

Osman Pamukoğlu, Türkiye'nin IŞİD'le nasıl mücadele edeğine ilişkin de şunları söyledi;
"Bunu kendi başına yapamaz. Suriye'nin yüzde 35'ini Irak'ın yüzde 30'unu aldığınız zaman ne yapacaksınız. ABD Devlet Başkanı bile 3 yılı alır dedi sonra da bu uzun sürer dedi. 1300 km'lik sınırımızı hayal edin. Muazzam bir şey. IŞİD'le temas etmemiz için bu sınırlardan 40-50 km güneye girmemiz lazım. Bu birkaç tugayın, 30-40 bin askerin yapabileceği bir şey değil. Bütün dünya bu konunun üzerine eğilecek. İttifak yapmadan bunu yapmak mümkün değil."


..

BARIŞ HAYÂLİ BİR KAVRAMDIR.. AMA SAVAŞ GERÇEKTİR.

BARIŞ HAYÂLİ BİR KAVRAMDIR.. AMA SAVAŞ GERÇEKTİR.




..İnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve bu fikirleri tanıyan ve genelleştiren kimselerdir. Fikrin özelliği de hiç bir itirazın bozamayacağı bir kesinlikle kendi kendisini kabul ettirmesidir. Bu ise fikrin yavaş yavaş duygular haline gelerek inanca dönüşmesi ile mümkündür. Ve böyle olduktan sonradır ki,onu sarsmak için bütün başka mantıkların, başka yargılamaların hükmü kalmaz.Gazi Mustafa Kemal Atatürk .(1914)
Musul Konsolosluğumuzun 49 çalışanını üç aydır rehin tutan ve aldıkları rehinelerin kafalarını tek tek keserek televizyonlarda yayınlatan IŞİD terör örgütüne karşı Başkan Obama savaş ilan etti. Hazırlanacak koalisyon güçleri ile fiilen bu örgütün ortadan kaldırılması için düğmeye basıldı. Bu demektir ki Irak ve Suriyede halen devam eden kaos-kargaşa ve Asimetrik Savaş ortamı daha da artacak. Ortadoğu ülkeleri sıcak savaş ortamını yeniden yaşayacaklar.
Savaş ve barış insanoğlunun günlük hayatta en çok kullandığı kavramlardır. Savaş bir gerçek olayı, hareketli bir durumu ifade eder. Barış ise olması şiddetle arzu edilen ama bir türlü ulaşılamayan bir durumu anlatır.
Biz biliyoruz ki dünyadaki tüm hayvanlar arasında hiç bitmeyen kıyasıya bir savaş vardır. Bu savaş zorunludur ve bu tamamen hayatta kalabilme içgüdüsünün yansımasıdır. Tamamen doğal olarak yapılarından gelen ve hayatı idame amacıyla diğer cinslere karşı yapılan saldırıda fiziki güç kullanımı esas faktördür. Burada güçlü olan güçsüzü mutlaka yener. Sonunda güçlü yaşar, güçsüz ölür.
İnsanlar arasındaki bitmeyen mücadelenin temelinde de maddi çıkar temini yatmaktadır. Buna rağmen akıl ve mantık gibi unsurlarla kendini eğitip geliştirme kabiliyetine sahip insanların maddi çıkar  temininin yanında daha pek çok çatışma sebebi vardır. Genellikle kışkançlık ve bencillik egosunun hakim olduğu insanda savaş duygusu doğuştan mevcuttur. Bu duygu daima vardır ve insanı yönlendirip yönetmede önemlidir.
Canlılar arasında savaş kaçınılmaz bir olgudur ve daima olacaktır. Barış ise tarihin hiç bir döneminde fiilen olmamıştır ve olmayacaktır. Barış sözcüğü bir ideali bir özlemi ifade eder. Ütopiktir. Savaş sözcüğü ise gerçekleri anlatır. Savaş her zaman ve her yerde insanın hayatını yöneten ve yönlendiren bir egonun dışa vuruşudur.
Ayni ana-babanın ayni evde yaşayan, ayni kültür ve ayni ilgi ile büyüttükleri evlâtları arasından tamamen kıskançlık ve benlik egosunun tatmini yüzünden başlayan anlaşmazlık giderek maddi çıkarlar  devreye girdiğinde çatışmaya dönüşür. Abla-kardeş, abi-kardeş arasında bu bitmeyen kavgalar ebeveynleri en çok etkileyen ama bir türlü çözümünde başarılı olamadıkları temel aile içi olaylardır.
Aile içindeki bu çatışma çok doğaldır. Çünkü insanın tabiatında çatışma ruhu vardır. Yani yaratılıştan gelir. Munis ve sakin yaratılan kardeş huysuz ve bencil diğer kardeşin çatışma alanında yaşar. Biri hep saldırgandır. Diğeri ise daima savunmadadır. Bu çatışma bir ömür boyu sürer. Maddi çıkarlar ortaya çıktığında daha şiddetlenir. Miras paylaşımı gibi olağan durumlar ise kardeşler arasındaki en şiddetli ve kaçınılmaz mücadele sebeplerinden biridir.
Toplum yaşamında ayni kandan gelen ve ayni candan hasıl olan iki kardeş arasında dahi doğuştan meydana gelen bu doğal çatışmayı önlemek asla mümkün olamamıştır. Aile içindeki çatışma  aile dışındaki yakın komşular arasında devam eder. Ayni apartımanda birlikte yaşayan iki komşu arasında çatışmaya yol açacak pek çok etken vardır. Halı silkelemekten, gürültü etmeğe kadar süren çatışmalar istisnasız bütün toplumlarda vardır. Burada da temel etken kıskançlık egosudur.
Apartıman komşuları arasındaki çatışma alanından çıktığımızda yaşadığımız mahalle içindeki menfaât çatışmalarını görürüz. Mahalleler, sokaklar ve giderek köyler, kasabalar ve şehirler birbirine düşman olurlar. Yaşamımızın her safhasında ve her yerde daima çatışma vardır.
Bu çatışmaların çoğu maddi çıkar temininden çıkıyor gibi görünse de günümüzde iki kişi ve iki toplum arasında çatışma sebebi olabilecek pek çok etken dolaylı olarak kullanılmaktadır. Yani taraflar dışarıdan yapılan basit yönlendirmelerle kolaylıkla çatışma ortamına sokulmaktadır. Bir başka deyişle tarafların çatışmasının yaratacağı menfi sonuçlardan yararlanmak isteyen bir kısım mihraklarca bilerek, isteyerek, plânlı, proğramlı ve kontrollu çatışma ortamları yaratılmaktadır.
Mesela değişik futbol takımına sempati duymak gibi sanal bir olgu dahi iki kişi veya iki grup arasında çok önemli bir çatışma sebebi olabilmektedir. Bu kıyasıya çatışma karşı tarafın öldürülüp yaralanmasına veya sahip olduğu mal varlıklarının vahşice imhasına kadar uzanabilmektedir. Görüldüğü gibi burada maddi menfaat temini yoktur. Çatışmanın kaynağı tamamen düşünseldir.
Bugün kullanılan çatışma yaratma metotları arasında çeşitli ideolojiler yer almaktadır. İnsanoğlu kendisi gibi düşünmeyeni kendisi gibi düşünmeye ikna edebilmek için fikir tartışması yapmaktan kaçınır. Çünkü fikir çatışması ancak konusuna hakim ve karşıt fikirler hakkında da yeterli bilgi sahibi eğitim düzeyi yüksek kişiler arasında yapılır.
Fikirler çok uzun ve dikkat isteyen bilgi edinme sürecinden yani yeterli bir eğitim devresinden sonra sahiplenirler ve ancak bundan sonra karşıt fikirlerle mücadeleye girebilirler. Bir fikir sahibi kendi fikri kadar mücadele edeceği fikir hakkında da yeterli bilgi sahibi olmadıkça iki karşıt fikir arasında fikir tartışması yapmak imkansızdır.
Atatürk’ün başlıkta yer verdiğim  bariz ifadesi ile açıkladığı gibi insanları fikirler ve bu fikirleri sahiplenen kimseler yönetmekte ve yönlendirmektedir. Aslında burada mücadele fikirlerle birlikte fikirleri sahiplenerek sistemi yöneten kişi veya gruplar arasında olmaktadır. Dünyadaki tehlikeli davranışlardan biri de eksik ve kulaktan dolma bilgilerle fikir mücadelesine girmektir. Bu durumda bilgilerin değil kaba kuvvetlerin çatışması çok doğaldır.
Bilgisiz insanların kendisi gibi düşünmeyenlere yapacağı ilk şey kaba kuvvetle korkutup sindirerek rakibe fikrini kabul ettirmeye çalışmaktır. Yani kısa ve en kestirme yolu denemektir. Nitekim günümüzde değişik ideolojilerin birbirleri ile fikir plâtformunda değil, elde silah kaba kuvvetle savaş alanındaki mücadelelerine şahit olmaktayız.
 Fikir çatışmalarının ortak bir noktada birleşebilmesi idealdir ama pratikte bu imkansızdır. İşin içine kuvvet ve zor kullanılması girince karşıt fikirler arasındaki anlaşmazlıklar çok kısa sürede küçük çatışmalardan kitlesel savaşlara kadar dönüşebilmektedir. Nitekim, günümüzde ideoloji ayrılıkları  savaşların ana sebebi olan ekonomik çıkarların elde edilmesi gerçeğinin yerini almıştır. Şimdi fikir ayrılıkları  (ideolojiler) çatışmalarda başrolü oynamaya başlamıştır.
En geniş kitleleri etkisi altına alan ideolojiler olarak görülen dini inanç ve itikatlar; kişi ve gruplar arasındaki küçük çatışmalardan kıtalararası savaşlara kadar varan Haçlı Savaşları gibi büyük çatışmaların temel sebebi olmuştur. Tarihte bunun örnekleri tüm dini inançlarda görülmüştür. 
Bugün de Suriye ve Irak’ta İŞID terör örgütünün kendisi gibi düşünmeyen dindaşlarına yaptığı vahşet dünyayı dehşete düşürmeye yetmektedir.
Peki nedir bu savaş ve çatışma arzusu.? Bunun sonu olmayacak mı.? İnsanlar hep birbirleri ile savaşacaklar mı.? Barış, huzur dolu ve istikrarlı ortamlara insanlar kavuşamayacak mı.?
Bunların geçerli cevabı şudur; “ Evet insanoğlu bu yer kürede kaldıkça birbiri ile daima çatışacaktır, barış ise ulaşılmak istenen bir hedef olarak kalacaktır.” Aslında insanlık tarihi tamamen insanların, toplumların ve kültürlerin birbiri ile çatışmalarının tarihidir.
Tarihte hiç bir zaman hiç bir yerde devamlı sulh ve sükûn dönemi olmamıştır ve bundan sonra da olmayacaktır. İnsanlar savaşı gerçek olarak yaşamaya ve bunun yıkımını görmeye devam edeceklerdir.  Barış ise daima dillerde kalan güzel bir duygu olarak hayallerimizi süsleyecektir.
Bu durumda yapılabilecek tek şey bu çatışmaları yaratan etkenleri mümkün olduğu kadar azaltarak çatışma sonunda meydana gelebilecek tahribatı hafifletmek olacaktır.
Peki insan doğasında varolan bencilllik ve kıskançlıktan kaynaklanan ve maddi menfaat elde etmeye yönelmiş egolar olduğunu bilerek bunu çıkarları için kullananları önlememiz mümkün değil mi.?
İşte bu mümkündür? Çünkü bu gruplar kendi çıkarlarının elde edilmesinde insanlar arasındaki renk, dil, inanış faklılığından doğabilecek muhtemel çatışmaları körükleyerek önce toplumları ve bilahare ülkeleri bir savaş alanına çevirmektedir.
Burnumuzun dibinde kendi müesses nizamı içinde yaşayan Irak halkını liderleri Saddam Hüseyin’in zulmünden kurtarmak için ABD kıtalar ötesinden geldi ve ülkeyi bir uçtan bir uca işgal etti. Bu demokrasi oyununa diğer ülkeleri de kattı ve koalisyon güçleri adı altında dünya ordularını bölgeye yığdı. Havadan ve karadan yapılan acımasız saldırılarla bir milyonu aşkın Irak’lı hayatını kaybederken Irak toprakları bütün tarih, kültür ve tabiat varlıklarıyla bir harabeye çevrildi.
Ülke yağmalanırken Irak halkı kendi içinde birbirine düşürülerek işgalci güçlerle değil, birbirleri ile savaşır hale getirildi. Iraklılar her alanda zayıflar ve fakirleşirken ABD kontrolündeki petrol ve silah tüccarları, para babası bankerler, medya patronları ve nihayet küresel işadamları kârlarını katladılar.
ABD başkanı Bush, Irak’a demokrasi getirdiklerini(!) ve bu demokrasinin benzerini Büyük Ortadoğu Plânı çerçevesi içinde diğer 24 Ortadoğu ve İslam ülkesine getireceklerini dünyaya duyurdu.
Irak’ın işgâlini takiben Kuzey Irak’ta Türkiye’nin baskısından uzak kalan PKK terör örgütü ABD’nin kontrolundaki bölgede giderek güçlenmiştir. Aldığı ABD ve desteği ile silah ve kadrolarını yenileyerek giderek büyüyen PKK, yeterince güçlendiğine kanaat getirdikten sonra 2003 yılından başlayarak Türkiye’ye soktuğu militanları ile ülkemizi asimetrik savaşın harekât alanı haline getirmiştir.
Ülkemizi ve bölgeyi daha karanlık günler beklemektedir.
Sıcak savaş kapımızdadır. Muhtemel sıcak savaşlara hazırlıklı olmak zorundayız.

  Dr.  Tahir Tamer Kumkale

..

NE OLACAK BU MİLLİ EĞİTİMİN HALİ ?


NE OLACAK BU MİLLİ EĞİTİMİN HALİ ?




Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfan’ın müsbet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler uygulamaya geçtiği vakit Türk milleti yükselecektir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1933)
——————————
Eğitim ve öğretim faaliyeti çağımızın ve bilgi toplumunun ihtiyacına göre değişen ve gelişen bir seri sistemlerin bütünüdür. Sürekli araştırma ve geliştirme ister. Aydınlarımızın üzerinde kafa yorup, sorunların çözümüne katkıda bulunmaları gereken en önemli milli davamızdır.
Bugün bizi biz yapan ve bizim hâlâ Türk kalmamızı sağlayan milli kültür değerlerimiz çok ciddi küresel saldırı altındadır. Binlerce yıldan günümüze taşıdığımız, ve bize Türk kimliğini veren kültür değerlerimizi kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğumuzu bilmek ve buna karşı milletçe direnmek zorundayız.
Bu direnmeyi gerçekleştirecek gücü ancak çok iyi bir milli eğitim sistemi ile elde edebiliriz. Bu gücün lokomotifi ise vefakâr ve fedakâr Türk öğretmenleridir.
Kültürün muhafazası tamamen eğitim ve öğretim meselesidir. Eğer Türk milli değerleriyle yetişmiş, milli şuura erişmiş, konusuna hakim, bilgili ve bilinçli öğretim kadrolarına sahip değilseniz küresel saldırılar karşısında Türk toplumunun korunması asla mümkün değildir. Cumhuriyet öğretmenlerine Türk milli varlığının muhafazası ve devletin bek’asının sağlanmasında önemli görevler düşmektedir.
Mücadele etmeleri gereken konular çok ağırdır. Bu mücadele; bilgi, tecrübe, azim ve irade gerektirir. Sarsılmaz bir iman ve kendine güvene ihtiyaçları vardır.
Öğretmenlerimiz kutsal eğitim görevini yerine getirirken karşılaşacakları sorunlar ile bunların Türkün aklı ve kabiliyetine göre çözüm metotlarını Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bütük Nutuk” isimli eserinde bulacaklardır..
Günümüzde Türk Milli Eğitiminin içinde düşürüldüğü çıkmaz durum ülkemizin ve insanlarımızın geleceğine ilişkin kaygılarımızı arttırmaktadır. Bir ömrü eğitim ve öğretim camiası içinde hizmet ile geçiren tecrübeli eğitimci Mehmet Halil Arık Beyin kaleme aldığı “ÖĞRETMENİNDEN Milli Eğitim Bakanı NABİ AVCI’YA YENİ MEKTUP (1. BÖLÜM)” başlıklı yazıya internet kanalı ile ulaştım.
Değerli öğretmenimiz Sayın Mehmet Halil Arık Bey’in aşağıya tamamını aldığım yazısı tarihi bir ders niteliğindedir. Her kelimesi ve her satırına katılıyorum. Yarın bugünleri yazacak olan tarihçilerin eline verilecek en önemli belge olarak görüyor ve BİLDİRİ-YORUM okurları ile aynen paylaşarak vicdani görevimi yerine getiriyorum.
Yazı yorum gerektirmeyecek kadar açık ve anlaşılır bir dille kaleme alınmıştır.
Umuyorum ki yetkili ve etkili zevattan da okuyan ve ders çıkaran olur.
——————————————————————–
ÖĞRETMENİNDEN Milli Eğitim Bakanı NABİ AVCI’YA YENİ MEKTUP (1. BÖLÜM)
Sayın Nabi Avcı…
Sevgili Nabi…
Nabi…
Hitaba uygun sözcüğün hangisi olacağı konusunda kendimle ihtilafa düştüğümü İtiraf edeyim.
Sayın’la girmek istedim söze…vazgeçtim. Sözcüğün, saygınlık bağlamında, bunca olanlardan sonra, anlam ve önemini yitirmişliği geldi aklıma… ondan vazgeçtim.
“Öğretmen-öğrenci ilişkisinin büyüsünü bozmasın” kaygısıyla, sevgili Nabi; diye başlamak geldi içimden… Vazgeçtim. Zira, olanlar karşısında, sevgi ile yadedilecek geçmişin sade, duru ve samimi anılarından başka bir şey kalmamışlığına da kahredip bu sözcükle hitap etmeyi de düşüremedim üzerime… Öfkenin değilse bile, hayal kırıklığının yumuşatılmış ifadesinin arkasına saklanıyor olmak-gibi geldi… ondan vazgeçtim.
Nabi… diyerek, söze girmek en iyisi gibi geldi bana.
Sen bunu, 40 yıl öncesine giderek, öğretmeninin sınıfta sana doğrudan hitabıymış gibi algıla… Gelebilecek farklı kaba-saba yorumlara takılma… Dinle onu.
O sizleri hiç dinlemezlik etmedi… Sizler üzerinde hiçbir emrivaki (dayatma) uygulamadı. Uygulamak isteyenlere de, hep karşı durdu. Ona yanlış yapmadınız. Sizler saydınız, o sevdi!… Sizlere öğretirken, sizlerden çok daha fazlasını öğrendi. O günlerin ortak idealizminin bu günlere uzanan tazeliğidir ona bunları söyleten.
Geçen 40 yılların izini alnında görebilirsiniz de, yüreğinde asla göremezsiniz. O yıllarda da, Dünya’yı kimyadan önce görürdü. Sizlerdiniz dünyanın merkezi!… İnsan merkezli eğitimin gereği için o gencecik beyinleri idealize etmekti hedef. Yarınlara hazırlığın temeli olsun isteniyordu, o günlerin öğretileri, hilesiz, yalansız, dayatmasız.
Okuyanların, düşündüklerini aklın sentezi içinde en iyi ortaya koyanların başında gelirdin!…Dayatmalara, kalıplaşmış uygulamalara “fikri hür vicdanı hür” birey olmak adına karşı duruşlarını, öğretmenin unutmadı. Ama ne yazık ki sen, o günlerini unutmuş görünmektesin!..
Dönüp soruyor kendisine şimdi, o senin öğretmenin: Birileri adına, yanlışlıkların taşeronluğuna soyunmuş makam sahibi Nabi; O’mu!?…
*Milli Eğitim Komisyonu Başkanı iken, hani 4+4+4 gaflet yasasının 21 maddesini 25 dakikada, komisyondan geçirip tutanağa bağlanmasını sağlamıştınız ya!. O da size “takılı kaldı yüreğim geçmişe” deyip, sitem dolu bir mektup yazmıştı.
*”Üzüldüm” demişti; Demokrasi, vicdana inmedikçe, soksan duracak cinsten değilmiş!” demişti. 21 maddeyi, 25 dakikalık demokrasi vicdanına sığdıramamıştı.
*Utandım; öğrenen öğrenemediyse, öğreten öğretememiştir, ilkesine takılıp utandım. Demişti. Demokrasinin ayıbı saymıştı o gün olanları.
*Kahroldum; zira; “bu sistemle; adam değil; ancak, biat ve sadakat erbabı kula kulluk etmeye hazır ümmet yetiştirilir” diyerek, kahroluş gerekçesini koymuştu ortaya.
O günden bu güne katlandı üzüntü, büyüdü kahır!..
Aceleye getirilişinden, içeriğinin tartışmalara fırsat verilmeyişinden belliydi o yasanın peşinden bu günlere kurulacak köprüler.. Sen de, o köprünün Dumrul’u olma görevini o günün çarşambasında, gelecek perşembenin hatırına yüklenmiştin.
18 Milyona varan bir nüfusa eğitim adına doğrudan hükmeden sıfatın sahibi olarak; birkaç sorum olacak. Soru sahibini öğretmenin olarak değil de, demokrasinin kendisine tanıdığı vatandaşlık hakkını kullanmak isteyen sıradan bir vatandaş olarak algıla lütfen:
Görevde bulunduğun dönem içinde, seni unutturmayacak çok şeyler oldu da, iyilikle yad edilmene vesile olacak, aydınlığa çağdaşlığa dair, eğitim adına birşeyler oldu mu!?
Müfredat programları mı daha çağdaş hale getirildi örneğin !?
Öğretmenlik mesleği daha saygın hale mi getirildi!? Sürgünler mi bitti!? Kayırmalar ve kadrolaşmalar mı sona erdi!?, Sadakatın yerini liyakat mı aldı!? Eğitimde fırsat eşitliği özlemine çareler mi bulundu?
Fizik, kimya, matematik branşlarında bilgi düzeyleri yükseldi de Uganda’nın, Angola’nın, Afganistan’ın önüne mi geçtik!… Felsefe dersleri öğretim programlarında, dünya ölçülerinde yer alır mı oldu!?.
Okullaşma oranı mı arttı!?, Kapatılan köy okulları yeniden mi açıldı!? Taşımalı eğitim ucubesiyle, tamamen öğretmensiz bırakılan köyler, köy imamlarına teslim edilmekten mi kurtarıldı!?
Şaibesiz, dertsiz tasasız sınavlar mı yapılır oldu!?… Say say biter mi!?..
Dünün; yarası kangren, karmaşası kaos oldu!…
Bir empati yap hadi!… Şu an Milli Eğitim’inin içinde bulunduğu kaosun onda birini öğrenciliğinde sana dayatsalardı ne yapardın!?…
İşte sana anahtar. Çözüme buradan başla işte!..
Bu gün, karar verme konumundan çok; biat adına dayatmaları uygulatma konumunda taşeron rolünde oluşun üzüyor ve kahrediyor senin öğretmenini.
Sınıfın gönüllü sözcülüğüne soyunan 44 yıl önceki o Nabi Avcı’yı görmek istiyor hala o. O gün, olumsuzluklara karşı, sınıfın hakkını savunan Nabi’nin, bu gün de 76 milyonun yanında, dayatmalara karşı durmasını bekliyor o senin öğretmenin!…
Mantığıyla, okuyarak kazandığı edinimlerle, toplum yararına olmayan gidiş ve girişimlere, akıl dışı davranışlara, haksız uygulamalara, bilimde, pedagojide, sosyolojide, psikolojide yeri olmayan eğitim adı altındaki karanlık dayatmalara cesaretle karşı duracak Nabi Avcı’yı özlüyor o senin öğretmenin. Bulamadıkça da kahroluyor… o senin öğretmenin!.
Dönüp yine soruyor… Nabi bu mu? Her adımıyla, çözüm yerine, milli eğitimde yeni kaoslara sebep olan, bilim adamı Nabi!!…?…
Şunu çok açık dille ifade etmek isterim. Eğitim bir süreç. Canlı.. Değişim ve gelişim içinde bir organizma yani. Bu nedenle günün gelişen şartları içinde, yeni yeni sorunların ortaya çıkışı eğitimin doğası gereği olması gerekendir. Ne var ki;Türk Milli Eğitimi, hiçbir dönemde, bu denli olumsuzluklar içine gark olmamıştı.
Sınavlar şaibeli, atamalar kayırmalı, içerikler çağdaşlıktan uzak…. kayıtlarda kaos… Eşitsizlik diz boyu. Yönetmelikler keyfi. Yakılan okullar da kaosun ikramiyesi!..
sorunların üstüne; boynuzlu kulaklı bir de kızımız oldu. 9 yaşa indi türban, özgürlük adına!… Magazinel söylemden kurtulacakmışız yönetmelik; yayınlanınca;!… Öyle dediniz.
Bilesin ki; bu söylemin yüreklere su serpmedi. Aksine, alaylı esprilere konu oldu!..
Al yayınlandı işte!.. Baş kapalı olacakmış ama; yüz açık olacakmış!… Güya; peçeye yasak yani!… Sormazlar mı adama!.. Başı kapatmak özgürlük oluyor da; yüzü kapatmak niçin özgürlüğe dahil olmuyor!?.. O inanç değil mi!?.. Yoksa; saç yüzden daha mı “cazibedar” da kapatmada öncelik saça veriliyor!?.. Ya saç kapatma özgürlüğüne ek olarak birisi de yüz kapatma özgürlüğü talep ederse…? Ne hakla o’nun özgürlük talebine engel koyacaksınız!?..
Kaygım büyüdü. Artık susamıyorum… Örtünmek dinen avret yerlerini örtmeyi emrettiği iddiası ile yapılıyorsa, 9 ya da 13 yaşındaki bir çocuğu, cinsel obje olarak görmek asıl sapkınlık değil mi!?.. Yine; 9’undaki bir kız çocuğunu 9’undaki (en çok da 13) sınıf ve okul arkadaşının cazibesinden kurtarmak adına kapatmak din adına insani erdemleri katletmek değilse bile, dış dünyayı potansiyel saldırgan ve tacizci görmek değil midir?
Sen de 12 yaşında, karma yatılı okuldaydın Sayın Nabi Avcı!.. Ne büyük günahlar işlenmiş ne çok “özgürlükler” katledilmiş değil mi o yıllarda!.. O günlerin günah şahitliği mi seni bu gün ahlaki gardiyanlığa nöbetçi kıldı!?..
Yoksa Ziya Paşa’nın ağzından; “Evvel yoğ idi, iş bu rivayet yeni çıktı!” deyip, marifetinize bir nazire mi ekleyelim!?..
Bu gün, türban ile sapkınlıkların önüne geçmek isteyen zihniyetin yakın gelecekteki talebi, anaokullarından itibaren kız-erkek okullarının ayrılması, cinsiyete göre öğretmen talebi olacaktır. Dilerim bunu da senin uygulama dönemine denk getirmezler. (1.bölümün sonu)
29.Eylül 2014
Mehmet Halil Arık
Emekli eğitimci – DENİZLİ 
mehmethalilarik@gmail.com
http://kumkale.wordpress.com/2014/10/02/ne-olacak-bu-milli-egitimin-hali/
..