30 Nisan 2020 Perşembe

Hepimiz Sorumluyuz…,

Hepimiz Sorumluyuz…,


Yekta Güngör ÖZDEN,
10 Kasım 2007
Hepimiz Sorumluyuz

69 yıldır 10 Kasım'da "Atatürk'ü Anma Törenleri-Toplantıları" yapılıyor, demeçler veriliyor, iletiler ve yazılar yayımlanıyor. 1953'ten beri Anıtkabir'de saygı duruşunda bulunuluyor. Özel Defter'de (Selanik'te doğduğu evdekine de) duygu ve düşünceler belirtiliyor, radyo-televizyon izlenceleri, fotoğraf sergileri, bilimsel ve sanatsal etkinliklerle yürüyüşler düzenleniyor, Atatürk'ün bize armağan ettiği bayramlarla kimi kazanım, kuruluş, devrim yıl dönümlerindeki çalışmalarda anlatımlarla, vurgulamalarla, film, gazete, dergi ve değişik türdeki kitaplarla tarihsel gerçekler sıralanıyor, şiir, şarkı, oratoryo-senfoniler-gösteriler sunuluyor, gelişmeler açıklanıyor. Sonuç ortada. Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuva-yı Milliye ateşiyle halkının önüne düşen, şeyhülislâmın ölüm fetvasına, halkına "sürü" diyen işbirlikçi padişah-halifenin ölüm fermanına aldırmayan, yoklukları, yoksunlukları, döneklikleri, isyanları, ihanetleri ve tüm güçlükleri göğüsleyerek her alanda tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, uygarlık ve çağdaşlığı amaçlayan ölüm-kalım uğraşı, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı "Türk Mucizesi" olarak nitelendirilen zaferle taçlandıran Mustafa Kemal'i tanımış ve anlamış olmadığımız için tanıtamadık ve anlatamadık. O'na olan borçlarımızı ödeyemiyoruz.

Mustafa Kemal, yenilmemiş bir komutan olarak istese köşesine çekilip iyi bir emeklilik yaşamı sürdürecekken askerlikten siyasete, eğitimden ekonomiye, sanattan spora her alana el atmış, ileri görüşlülüğüyle her konuda başarılı olmuş, akla, bilgiye, ahlâka, adalete ve eğitime verdiği önemle doğrulanmış,haklı çıkmıştır. Öğrenciliğinden beri ülkemiz için düşünüp öngördüklerini zamanlama ve yaşama geçirme ustalığıyla gerçekleştirmiş, "En büyük Türk Devrimi" dediği bir kültür ve hukuk yapısı olarak, demokrasi erekli cumhuriyetle Türklüğü

Düşmanları Çanakkale Savaşları'nda Marmara'ya gömerek, 9 Eylül 1919'da Akdeniz'e dökerek kutsal toprakların Haçlıların eline geçmesini önlemekle dünyada İslamiyet'e en büyük iyiliği yapan, en kapsamlı yararı dokunan Mustafa Kemal'dir. Türklere Tanrı'nın en anlamlı armağanı ve ödülüdür. Bizim için bağımsızlık, özgürlük, egemenlik, ahlâk, adalet, namus, onur demek olan Mustafa Kemal Atatürk bir kişi değildir. O'nu öğrenim aşamasında dayısının çiftliğinde geçirdiği çocukluk günleriyle, beden yapısıyla, gençlik duygularıyla, şimşek bakışlarıyla, şiir dizeleriyle değil, bir duygu ve düşün kaynağı niteliğiyle, seçkin kişiliğini oluşturan özellikleriyle, yapıcılığıyla anlatıp tanıtmak, doğal, tarihsel ve ulusal varlıklarımızla değerlerimizin özeti ve simgesi olduğunu belirtmek, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türkiye'yi Türkiye yapan atılımların gücü, Türkiye'mizle özdeşleşerek kanunlaşmış ilkeler anıtı olduğunu vurgulamak gerekiyor.

Kul-köle olan insanımızı, onur ve erdem saydığımız hak ve özgürlükleriyle donatıp nitelikli kişi, birey, yurttaş, ümmet durumundaki toplumumuzu da ulus düzeyine çıkarıp cumhuriyetin-devletin sahibi kılan Mustafa Kemal'in övgüye de, savunmaya da gereksinimi yoktur. Değerini bilmemek bizim kusurumuzdur.

Tarih yapan, evrensel kişiliğiyle örnek alınacak üstünlükleri ulusunun karakterini yansıtan, Büyük Söylevi'nin sonunda, bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurdukları devleti Türk Gençliği'ne emanet ettiğini söyleyen Mustafa Kemal'e gerçekten saygılı ve bağlı mıyız, içtenlikli izleyicisi miyiz? O'na verdiğimiz sözleri, içtiğimiz antları tutuyor muyuz? O'na yaraşır durumda mıyız? O, "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir" sözüyle hiçbir ayrım, soy ve inanç ayrılığı gözetmeden uluslaşmanın yüceliğini ortaya koymuşken 84 yıl sonra din ve ırk nedeniyle iç savaşın eşiğine gelmemizin nedeni, nedenleri nedir?

Atatürk'ü ulusal günlerde, bayramlarda ve 10 Kasım'da anıyoruz. Ama her gün artan özlemle arıyoruz. 10 Kasım'ları ağlama duvarına çevirmek, bayramları kaldırmak, etkinlikleri bırakmak girişimiyle neredeyse bir günle, bir saatle sınırlandıracak biçimsel anmalarla-yanmalarla ne yapılmak istenmektedir? Bugün yakındığımız durumlara, çözüm aranan iç ve dış sorunlara Atatürk'ü unutmak ve unutturmak çabaları neden olmuştur. Sanki Atatürk ilkeleri uygulanmış da zarar görülmüş gibi karalama, suçlama kampanyaları düzenlenmiştir. Namık Kemal'in şiirlerinde geçmesine karşın konumu belli olmayan vatanı bize kazandıran, Misak-ı Millî uyarınca sınırlarını Lozan'la kesinleştiren, ulusumuzu yok olmaktan, onurumuzu ve namusumuzu çiğnenmekten, camileri kilise ya da sinagog yapılmaktan kurtaran, yaşamımızı kazandıran Mustafa Kemal Atatürk'e uzanan ellere, dillere, kalemlere bakınız. Soros'un, Karen Foog'un çocukları, Bush tasmalılar sahnededir. Avrupa Birliği mızıkacıları, çıkarcılar, büyük kesimi terör aygıtı gibi çalışan medyada kimi köşelere yuvalanmış, kimi ekranlara çöreklenmiş sapkın tetikçilerle, kimileri miskinler tekkesine dönmüş üniversitelere karargâh kurmuş sözde demokrat, sözde ilerici dönekler, bilimi lekeleyen yalancılar, sömürgenler, şeriatçılar, ırkçılar, bölücü-yıkıcılar, teröristler birbirlerine dayanarak yol almaya çalışmaktadırlar. AB'nin dayatmaları, ABD'nin baskıları, ikilemleri, boşa çıkacak aldatma, kandırmaca ve oyalamaları her zamankinden çok Atatürkçü olmamızı, O'nu ödünsüz izlememizi, uyanık kalmamızı, toplumsal barış ve ulusal dayanışmaya önem vermemizi zorunlu kılmaktadır. Yoksa BOP uygulamasında günümüz iktidarının tutumuyla tehlike giderek büyümektedir. Bush, generalimizin sırtını okşayıp "Kuvvetli ordunuz var" diyerek aldatma ve oyalamayı sürdüreceğini sanmakla kendini aldatmıştır. ABD olanların da, olacakların da sorumlusudur. Ama karşısında nasıl durulacağı bilinmiyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi kararına onama-olur ister gibi ABD Başkanı'na gidiliyor. Atatürk bir kez bile Başkan olarak yurtdışına gitmedi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının getirdiği doyumsuz aydınlık, dayanılmaz bir karanlığa dönüşme olasılıklarıyla karşı karşıyadır.

Yanlışlık, hatâ ya da bozukluk, bir şeyler var ki lâik Atatürk Cumhuriyeti'nin yönetimine karşıtları geçti. Sonsuza değin bağımsız yaşatmaya ant içilmiş Cumhuriyeti niteliklerinden arındırmak isteyenler güçlendi. Atatürk "inanıyorum o halde varım"dan "Düşünüyorum o halde varım"a getirdi. "Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir" diyerek varlığımızı insancıl, bağımsızlıkçı, gerçek, çağdaş milliyetçilikle dokudu. Avrupa'nın 300 yılda 300 milyon ölü vererek sağladığı, aklın özgürlüğü, devletin dinden bağımsızlığı olan, dinlerin olduğu yerde bulunup olmadığı yerde bulunmayan, demokrasinin kaynağı, siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı olan lâikliği edindirdi. Çok dilli, çok dinli, çok ırklı, çok hukuklu toplumdan modern ulus yapısına taşıdı. Osmanlı döneminde üç tür okul, beş tür mahkeme, onbeş tür nikâh vardı. İstanbul'da 337 tekke 19 tarikat, ülkeyi kelepçeleyen kapitülâsyonları da anımsarsak nereden nereye geldiğimizi daha iyi anlarız. Ya bugün? Ilımlı İslam özentisiyle lâiklikten uzaklaşıp şirin gösterilmeye çalışılan dinci düzene takiyyelerle yönelmiş durumdayız. Niye böyle oldu? Temeli Türk Kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan, en büyük siyasal, hukuksal, düşünsel Türk Devrimi Cumhuriyet neden tehlikeli bir dönemeçte? Ve neden yurdumuzun kurtarıcısına, zamanının dünyadaki en önde gelen Cumhuriyetinin kurucusuna saldırılıyor? Cumhuriyetin etkinliğini engelleyen, dinsel ödünler ve siyasal tutarsızlıklarla başarılarını önleyip yakınmalara neden olanlar bırakılıp, altın yılları unutulup Cumhuriyet ve kurucusu niçin karalanıyor? Yaşamımızı, namusumuzu, onurumuzu, varlığımızı, kutsal toprakları, yarınımızı kurtardığı, anamızı-bacımızı, varlıkları, değerlerimizi koruduğu için mi? Bunları yapmakla suç mu işledi? Yıllardır ulusal bir sır olarak sakladığı düşüncelerini gerçekleştirerek tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni, tam bir halk demokrasisi olan cumhuriyeti kurup saltanatı ve hilâfeti seçmemesi suç mudur?

Anıtkabir'e gidip saygı duruşunda bulunanlardan kaçı içtenlikli? Hangisinin Atatürk için konuşup yazdıkları gerçek? Hani "Sap gibi durmak"tan, "millet isterse lâikliğin gideceği"nden, "Demokrasinin amaç değil araç olduğu."ndan, "Demokrasi tramvayının istedikleri yerde duracağı."ndan, "minarelerin süngü olduğu."ndan söz edenler? Takkiyecilere inanılır, güvenilir mi? Kimileri hangi yüzle Anıtkabir'e gidiyor? "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" sloganları yetmiyor. Her gün şehit veriyoruz, her gün bölme çabaları izleniyor.

10 Kasım'larda aynı salonlarda yanı yüzler, aynı konuşmacılar, giderek artan boşluklar. Bıkkınlık, kanıksama belirtiler azalsa da yeterli, doyurucu ilgi yok. Gençlik yok. Yinelenen görüşler. Aydınların ikiyüzlüleri, önyargılıları, koşullanmışları, çıkarcılar, ayrılıkçılar, bencilleri ve kavgacıları etkinliklerini sürdürme ve artırma çabasıyla dalkavukluk yarışında. Söz çok, eylem yok. Görevden, ödenti vermekten kaçınılıyor. Karşı devrimcilik, kadrolaşma, partizanlık, yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık, gereksiz, zararına özelleştirme, yağma, haksızlıkla-adaletsizlik sürüyor, ahlâksızlık yayılıyor, saygısızlık ve ölçüsüzlük üzücü boyutlarda. Türk olduğunu söyleyemeyen, alt-üst kimlik tartışmalarıyla kötülüklerinde direnen yöneticiler var. Oysa ulusal kimliğini inkâr eden yurttaş olamaz. Ümmetçilik ve tarikatçılık her katta, her yerde en geçerli yandaşlık, etiket, anahtar ve kartvizit. Anayasa ve temel yasalar gerçekçi biçimde değişmedikçe partiler demokratik yapıda olmadıkça sorunlar azalmaz, artar. Demokrasi, liderlerinin dudaklarında can çekişiyor.

Ne yapıyoruz? 

Birbirinize düşmüşcesine anlamsız ve gereksiz tartışmalar, atışmalar, çatışmalar, engellemeler, suçlamalarla zaman, emek, değer, insan yitiriyoruz. Hepimiz sorumluyuz. Eğitimde boşluk, bozukluk, ulusal dokuyu etkileyen oluşumsuzlukların başında geliyor. Hepsi Atatürk yolundan ayrılmanın sonucudur. O'nun ve Türkiye'mizin değerini bildiğimizi savunamayız. O'nu övmek, O'nunla övünmek en doğal hakkımız iken, kimi babasının çocukları, kimi dedesinin torunu, O'nun bağışlamasıyla yurda dönenlerin yakınları, kimi hainlerin ardılları, saltanat ve hilâfet heveslileri ve yabancı kuklaları bizi bizden uzaklaştırıyor. Kuşatma ve çökertme her yandan ve her koldan acımasızca ve artarak sürüyor. Kötülükler, yapanların yanına kâr kalıyor. Yurtseverlerin gereken ve umulan devingenliği gözetmediği de acı gerçeklerden birisi. "10 Kasım Mankeni" gibi törenden törene görünüp konuşanlar, özü bırakıp biçimle uğraşanlar, konumu, olanakları ve beklentileri için suskunluğu ve pısırıklığı yeğleyenler, saldıranlar ölçüsünde kusurludur. "Atatürk içimizde!" diyenler, "Ey Büyük Atam!" diyerek Gençliğe Seslenişi Ata'ya yöneltenler, Milletvekilleri ve devlet memurluğu andı içenlerden dönenler çıkmıyor mu? Bir de Atatürk'ü olmayan ülkelere, özellikle Müslüman çoğunluklu olanlara bakılsın. Ya Atatürk'ümüz olmasaydı?

Hukukun her bağlamda savsaklanıp yadsındığı, ayakbağı sanılıp dışlanmaya çalışıldı, hukuka karşı çıkıldığı günümüzde 1919'ları düşünelim. Mustafa Kemal Hukuk yolunu, kongreleri ve seçimleri önererek, "ümmet" düzeninde "millet"i vurgulayarak Anadolu İhtilâli'nin bayrağı Amasya Genelgesi'ni yayımladığı, Erzurum ve Sivas Kongreleri'ni topladığı, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'ni birleştirdiği, mandacı çözümleri geri çevirdiği, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordularının Başkomutanlığını aldığı, Sakarya ve Dumlupınar savaşlarını kazandığı, köhne saltanatla gereksiz ve yararsız yük olan halifeliği yıkıp yaradılışımıza ve yapımıza en uygun yönetim biçimi Cumhuriyet'i kurduğu, her anlamda devrimle çağdaş uygarlık düzeyine eriştirdiği, kadın-erkek eşitliğini sağladığı, aklın ve bilimin öncülüğünde anlayıştan insanlara, ilkelerden kurumlara her şeyi yenilediği, ülkeyi baştanbaşa büyük bir okul ve fabrika durumunda koşturup coşturduğu, sömürge olmaktan kurtarıp savaşta yendiği Yunanistan'ın Başbakanınca Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilmesini gerektirecek düzeye getirdiği, padişah-halifeliği kabûl etmediği, parti parasını aşırmadığı, olanakları kötüye kullanmadığı, modern cumhuriyeti İslâmlaştırmadığı ve İslâmiyet'i ılımlaştırmadığı, diktatörlüğü kaymadığı, yargıya etki, kimseye baskı yapmadığı, üniversiteler, Dil ve Tarih Kurumları, konservatuar, öğretmen okulu açtığı, namaz gösterilerine girmediği, milletvekili aylıklarını indirttiği için mi? Aylığını arttırmadığı, onama aygıtı olmadığı, ülkeyi böldürmediği, hiçbir yarım gütmediği, Türklükle övündüğü, yabancıların ayağına gitmediği, şeyhlerin dizlerinin dibinde oturmadığı, inanç sömürüsü yapmadığı, kralların ziyaretine koşmadığı, saygın ve örnek bire Cumhurbaşkanlığı sergileyerek her şeyini ulusuna bıraktığı için mi suçludur? Biz, vasiyetini bile istenci doğrultusunda uygulamıyoruz. Böyle bağlılık ve saygı olur mu? Dil ve Tarih Kurumları Atatürk'ün vasiyetiyle güçlendirmek istediği yapısını yitirdi. Sahiplerinin elinden yasa zoruyla alınıp devlet kurumu durumuna getirildi. Atatürk'ün vasiyetini tanımayan Atatürkçü olabilir mi? Atatürkçü görünen, böyle olduklarını söyleyenler Atatürk ilkelerine yeterince sahip çıktılar mı? Gereğince izlediler mi? İlkelere nasıl kıyıldı? Kimler ne yapıyor? Atatürk karşıtlığı belirgin iktidarın kapılarında bekleniyor, buyruk alma, iş koparma, atanma, yükselme, bir şey kapma, yanaşma ve yamanma için el ovuşturmuyorlar mı? Yönetimi, devleti, kimi organları, kurum ve kuruluşları lâik Atatürk Cumhuriyeti karşıtlarına kim-kimler teslim etti? Nasıl içlerine sindirip katlanabiliyorlar? Halkımız milletvekilini kendisi seçebiliyor mu ki Cumhurbaşkanını seçebilsin? Liderler atıyor, seçmen zorunlu oy veriyor.

Çocukları babasız-nesepsiz bırakmadığı, düşmanların yakıp yıktığı camileri ve minareleri onarttığı, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı oluşturdu, İmam Hatip Okulları ile ilahiyat Fakültelerine Öğretim Birliği Yasası'nda yer vererek muska, üfürük, büyü, sahtecilik ve ahlâksızlıkla dini karalama oyunlarına son verdiği, bilgilenme ve aydınlanma yolunu açtığı, okullar, millet mektepleri, Türkçe abece, harfleriyle kültürümüzü, zenginleştirdiği, 815 no.lu Kabotaj yasasının 5. maddesine aykırılıkları önlemek için ".yabancı bir gemi cür'et ederse." açıklığını koyduğu unutulmamalıdır. Her şeyin satıldığı günümüzde, Atatürk'ün Nazilli Basma Fabrikası'nın açılışında motor seslerine "İşte İstiklal Musikisi" deyişini anımsamalıyız.

Dünya'nın hayran olduğu, tutsak ulusların örnek aldığı, dehasıyla beğeni toplayan Yüce Atatürk'e saldırmak hangi insanlıkla, hangi insafla, hangi ahlâkla, hangi vicdanla, hangi dindarlık ve hangi soylulukla bağdaşır? Köy enstitülerin kapatılmasının aydınlanma koşusunu durdurduğunu unutmayınız. 7 Şubat 1923 Balıkesir Paşa Camii hutbesi, 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi ile 5 Kasım 1925 Ankara Hukuk Mektebini açış konuşmaları, 15-20 Ekim 1927 CHP II. Büyük Kurultayı'nda sonu Gençliğe Sesleniş'le biten Büyük Söylevi, 1 Kasım 1928 Türkiye Büyük millet Meclisi'ni açış konuşmasında ". Cumhuriyet bilhassa Kimsesizlerin Kimsesidir" dediğini, 6 Şubat 1933 Bursa Konuşması'nı, 29 Ekim 1933'te "Ne Mutlu Türküm Diyene!" kıvancıyla bitirdiği 10. Yıl Söylevi'ni, Türk Ordularına seslenişini her zaman anımsamalıyız. Atatürk'ü anmak, önerileri, öngörüleri, buyrukları, dilekleri, konuşmaları eserleriyle anmak ve örnek almakla anlam kazanır. Kendimizi eleştiriye bağlı tutup "O'na lâyık mıyız?" diye sorgulayarak gerçek ve geçerli olur. Ne yapmalı, neler yapmalı, kimlerle, nasıl yapmalıyız ki tehlike olasılıklarını giderelim? O'na "Deccal" diyen ve dedirten kendini bilmezler kendi karanlıklarında yitsin!..

Anlayanlar anlıyor, özlüyor, anlamayan ve anlamak istemeyenler çatıyor, saldırıyor. İçteki ve dıştaki Türkiye düşmanlarının O'nu engel görmesi, büyüklüğünün ve gücünün kanıtlarından biridir. Düşünceleri ve kişiliğiyle engin kaynak, bir ulusal dayanak olan Atatürk, insancıl yanı, barışçı ve bilimsever tutumuyla eşsiz bir yol gösterici, öncü ve önderdir. "Ya İstiklâl, Ya Ölüm" sözü varolma istencinin en önemli koşullarını özetlemektedir. İsmet İnönü'nün 21 Kasım 1938 "Türk Milletine Beyannamesi"ndeki ".insanlık idealinin aşık ve mümtaz siması, eşsiz kahraman Atatürk, vatan sana minnettardır" değerlendirmesi ile Celâl Bayar'ın 10 Kasım 1953 Anıtkabir'de toprağa verme töreni konuşmasında "Seni sevmek milli ibadettir" yaklaşımı asla unutulamaz.

Yaptıkları ve yaptırdıklarıyla getirdiği yaşam güzelliğini iyice saptamak için geçmişe bakmak gerekir. Kadınlarımıza 1930'da Belediyelerde, 1933'te Köy İhtiyar Kurullarında, 1934'te genel seçimlerde seçme-seçilme hakkını kazandırdı. Avrupa'nın göbeğindeki İsveç'te 1974'te bunu sağlayabildi. Almanya, İtalya da Türkiye'den sonra kadınlara oy hakkı tanımıştır. Dört yılda Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı kazanıp 623 yıllık saltanatla hilafete son vererek cumhuriyeti kurmuş, onbeş yıla başka ülkeni çağ boyu başaramadığı devrimleri sığdırmıştır. Türkiye için yeniçağ 1923'te başlamış sayılabilir. Atatürk gerçekten Türkiye için insanlık, çağdaşlık, bağımsızlık ve özgürlüktür.

Tören Atatürkçülüğünden kurtulup O'nu anlamaya çalışmak, küreselleşme-globalleşme ve yeni liberalizm savlarıyla kapitalist emperyalizmin BOP'la başımıza örülecek, çorabından kurtulmamızın en akılcı yöntemidir. "Çoğunluğun dili dilimiz, adı adımız" ilkesiyle benimsediğimiz ulusal yapı, Avrupalıların "Türkiyeli" diyerek çoğunluğun Türklerde olduğunu bildikleri Anadolu toplumu karakterini korumalıdır, koruyacaktır. Dinci ödünlerin açtığı çukurlarda boğulmayacaktır.

Kimi aşağılık nedenlerle günümüzde daha çok Kabakçı Mustafa, Abdülhamit, Derviş Vahdeti Said-i Kürdi (Nursi), Vahdettin, Damat Ferit, Dürrizade, Ali Kemal, Şeyh Sait var. İşimiz zor. Birçok şey satıldı, hem de "Babalar gibi." denilerek. Sırada satılacak başka şeyler olduğu söyleniyor ama onurumuzu asla satmaz, sattırmayız. Bayrağımızı dalgalanıyorsa, yabancı askerler kapılarımızı tutmuyor, kızlarımızı alıp götürmüyorsa, "Türk" sözcüğüne ve adlarımıza yasak konmuyorsa hepsini Atatürk ve arkadaşlarına borçluyuz. İnanç özgürlüğünü de. Ya şimdi olanlar? "Kemalizm"le "Atatürkçülük"ü birbirinden ayrı, "Cumhuriyet"le "Demokrasi"yi birbirine karşı gösterme aymazlık ve ahmaklıkları. Devrim Yasaların büsbütün geçersiz kılma, Anayasa'yı Atatürk'ten arındırma çabaları. Devleti, başta belediyeler kimi kurum ve kuruluşları oy ve iktidar için kullanmak, hukuk ve dini siyasallaştırıp demokrasiyi dinselleştirmek, din devletine özenmek, imam nikâhına, çok eşliliğe, asla din gereği olmayan sıkmabaş yoluyla kadını dışlayıp karanlığa gömmek, yanlış bir insan hakları ve demokrasi anlayışı, gereksiz hoşgörü ve tam bir sömürüyle toplum düzenini bozmak, aynılıkçılık ve bölücülük yapmak, partizanlık ve kadrolaşmayla organlara adam yerleştirerek, kendi adamlarını getirerek devleti ele geçirmek, yolsuzluk, soygun, kayırma ve çıkarla adalete güveni sarsmak, eğitimi yozlaştırmak, sanatın içine tükürmek, çevreyi ve doğayı kötüye kullanmak, "Köylü milletin efendisidir" denilen dönmelerden "Al ananı git!" denilen günlere geldik. Aşiret temelli feodal düzen, şeyhler, reisler, ağalar, efendilerle ünlenen tarikat yapısıyla siyasal, hukuksal otoriteyi dinin eline vererek lâikliği geçersiz kılma, siyasal ve sosyal bir aşama olan demokrasiyi sözde-yapay, cumhuriyeti biçim ve kağıt üzerinde bırakma, Atatürk ilkeleri üzerine kurulan, kaynağında laiklik ve çağdaşlık bulunan cumhuriyet, "Her şey halkla olacaktır" diye Samsun'a çıktığında konuşan Mustafa Kemal unutulmakta, unutturulmaktadır. Özünde düşünsel bir devrim olan dil devriminden dönülmekte, her alanda yozlaşma belirtilerine seyirci kalınmaktadır. Çağırılan ve diktadan kaçarak Türkiye'ye sığınan yabancı bilim adamlarını, kuruluş yıllarının ortam, koşul, olanak ve kadrolarını, dünya ekonomik buhranını unutup hiç sıkılmadan, Atatürk'ü diktatörlükle, dönemini de faşistlikle suçlayan, lâikliği karalayan öğretim üyeleri ve patron maşaları türedi.

Doğal, olağan karşılanması gereken teknolojik ve ekonomik gelişmelere göre geleceğimizi değerlendirmek yanılgılara götürür. Özü savsaklanıp biçim yeğlenirse temel yıkılır. Ulusal konular, değerler ve ilkeler bağlamında duyarsızlık bağışlanamaz. Temeli bırakıp kişisel ya da kurumsal çıkarlara öncelik vermek, temelsiz kalıp her şeyi yitirme tehlikesini getirir.

Bu arada demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez öğelerinden sayılan siyasal partilerin, ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insan ve hukuk kurumu olan devlet konusunda özenli davranmaları zorunluluğuna değinmekle yetiniyorum. İran, Irak, Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Sudan, Yemen, Arabistan, Libya, Cezayir, Fas, Tunus, Mısır, Yugoslavya. Nice örnek verilebilir.

Gerçekte "Atatürk Öğretisi" hepimizin yaşamsal sorunudur. Büyük Söylevi, çoğu gelişigüzel anlatılan Türk Devrim Tarihi derslerinin en önemli bölümü saymak, hattâ ayrı ders durumuna getirmek yararlı olacaktır. Atatürk'ü anlayanlara anlatmak fazla, anlamak istemeyenlere anlatmaya çalışmak da boşunadır. Atatürk'e saldırarak kendilerini inkâr durumuna düşenler yurttaşlık bilinciyle insanlık niteliklerinden yoksun olan zavallılardır. 1950 sonrasını bırakıp sonsuza göçenlere saldırı ile gündemi saptırmak isteyen, katılıklarıyla kötü örnek olan aydınlar sakıncalı tutumlarını sürdürdükçe Atatürkçülerin sorumlulukları artmaktadır. Atatürk'e saldırmanın özgürlük, gerçekleri ve değerleri savunmanın suç sayıldığı bir ortamdan terör yararlanır. Bu nedenlerle sorumluluğumuz büyüktür.

Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Parti liderleri-yetkilileri dinci konuşmalar ve öneriler yapar, bu konuda açık yan tutarsa; yöneticiler "Türk" olduklarını söyleyemeyip azınlıkları azgınlaştıran, bölücü ve yıkıcıları şımartan alt-üst kimlik tartışmasıyla ayrılıkçılığı körüklerse; soy ve inanç sömürüsü siyasal destek bulursa; ırkçı-faşist, şeriatçı-tarikatçı, numaracı-cumhuriyetçi, AB'ci-ABD'ci, dönek ve sapkın, "demokratik hoşgörü" maskeli aymazlıkla izlenirse; kurtarıcı-kurucu ve arkadaşlarına karşı çirkin söylemler gülerek dinlenir, önlenemezse; anayasal demokratik düzeni koruyup güçlendirmekle yükümlü iktidar rejime karşı olursa; sömürücü sakıncalılar kimi üniversitelerde yuvalanır, kimi medyada çöreklenirse; lâik cumhuriyete, devletin tek'liğine, ülkeni tüm'lüğüne, ulusun bir'liğine karşı partiler kurulup terör örgütüyle işbirliği yapar ve Meclis'e girerse; Cumhuriyetin kazandırdıkları göz ardı edilip saltanat ve hilafet özlemi duyulursa, haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk, kayırma, âdi suçlar birbirine eklenip yaygınlaşırsa; üniversite özerkliğine değer verilmezse; anlamsız ve ilkel yasaklarla konuşup yazma özgürlükleri kısıtlanırsa; tarihimiz, Atatürk ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'ndan soyutlanır, Çanakkale Savaşı Mustafa Kemal'siz anlatılır, şehitliklerde bağnazlar görevlendirilirse; Sevr'i yenilemek, Lozan'ı geçersiz kılmak isteyen doyumsuz Batı'nın istekleri buyruk gibi algılanıp yerine getirilirse; AB'ye üye olmadan ulusal egemenlik konusunda ölçü kaçırılıp ödünle düzenleme yapılırsa; yargıya el atılıp bağımsızlığı, yansızlığı ve güvencesi hiçe sayılırsa; demiryolları "komünist işi" ilân edilip karayollarında on binlerce yurttaşın yitirilip sakat kalmasına aldırılmazsa; yönetici ve siyaset adamları yargıya çatarak güveni ve saygıyı yıkıp mafya etkilerine kapı açarsa; yapılanmada, kentleşmede, beslenmede, çalışma başta olmak üzere yaşamın başka alanlarında boşluk, bozukluk, güçlük, birbirine eklenirse; devrimler yerine safsata, bilim yerine din, akıl yerine inanç, gerçek yerine varsayım, aydınlık yerine karanlık istenip fetva ve ferman dönemiyle tekke, türbe, zaviye, dergâh istenirse; partizanlık ve kadrolaşma iktidarın becerisi sanılıp desteklenir, kabadayılık, külhanbeylik ve takiyye alkışlanırsa; Anayasa ve temel yasalarla iktidar hırsı için oynanır, federatif yapıya kapı açacak hukuksal düzenlemeler ve sayısal çoğunlukla her şeyin yapılacağı sanılıp halk oylaması kötüye kullanılırsa; armağan paketleri ve öbür açılımlarla namus bilinmesi gereken oy alınıp satılırsa; tarikatlar cirit atar, haremlik-selâmlık uygulaması yapılırsa; İslâm'ın değil, siyasal İslâm'ın simgesi olan, dinsel hiçbir zorunluluğu bulunmadığı din bilginlerince de açıklanan sıkmabaş giderek artar, torpil aracı, anahtar, süslü kartvizit olarak kullanılır, kavga aracı kılınırsa; milliyetçilik yanlış anlatım ve bilgisizlerin suçlamalarıyla hafife alınırsa; kimi dinci kurslarda Atatürk'e hakaretle ant içilirse; eşitlik, toplumsal barış, ulusal dayanışma gereksiz görülürse; terör örgütü verilen şehitlerin acısıyla yana yürekleri durduracak söylemlerle örgütbaşının resmini taşıyıp slogan atarak kentleri karıştırıp kolluk güçlerine saldırırsa; teröristlerin affı istenirse; kimi meslek kuruluşları, dernek, vakıf, imzacı ve bildirici kişiler devlet ve özellikle silâhlı kuvvetler düşmanlığı yapıp terör örgütünü ve teröristleri koruyup kurtarmaya çalışırsa; iç ve dış borç ağırlığı altında ezilir, yabancılara karşısında eğilinirse; toplum olumsuzlukları kanıksar, uygar tepkiden kaçınır, güç karşısında geriler, uyarılarla ilgilenmez, sorunlara çözüm aramaya katkı vermezse; bağımsızlığın, özgürlüğün ve egemenliğin değeri bilinmezse; Atatürk ve İnönü dönemlerinin onuru, saygınlığı, kararlılığı, güveni, devrimciliği, devingenliği, 10. Yıl Marşı'yla yansıyan görkemi, gönenci ve coşkusu anımsanmazsa; yurttaşlık bilinci yitirilir, insanlık gerekleri yadsınır, çıkar güdüsüyle davranılırsa nasıl ayakta durabilir, nasıl ilerleyebilir ve nasıl varlığımızı sürdürebiliriz? Atatürkçülük bu aykırılıkları karşılayıp giderme gücüdür. Atatürk'ün gösterdiği yönden, açtığı yoldan ayrılırsak bizi hiçbir şey kurtaramaz.

Hepimiz Atatürk'ü beynimizde, yüreğimizde yaşatarak yaşamalıyız. Atatürk'çe düşünmek, çalışmak ve yaşamak ulusal ülkü olmalıdır. Atatürk'te anlaşmalı, birleşmeli, güçlenmeli, büyümeli, çoğalmalı, yükselmeli ve yücelmeliyiz. Birinci ödevimizin yüklediği sorumluluktan onur duyarak Atatürk'ün adımız ve andımız olduğunu gururla ve kıvançla yineliyorum.

Yekta Güngör ÖZDEN, 10 Kasım 2007

http://www.guncelmeydan.com/pano/hepimiz-sorumluyuz-yekta-gungor-ozden-t33025.html


***

26 Nisan 2020 Pazar

İzmir'in İşgali -15 Mayıs 1919

İzmir'in İşgali (15 Mayıs 1919) 




     Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru (1917) ve Yunanlılar da İtilaf Devletlerinin tarafına geçmiş ve onlarla birlikte savaştılar. 
Türkler yenilmiş duruma düşmüş ve toprakları da itilaf devletleri arasında pay edilmeye başlamıştı. 
Yunanlılar da savaştaki hizmetlerine karşılık İzmir ve civarını istediler. 
Yunanlıların ve İtilaf Devletlerinin Türk topraklarını işgali Wilson’un: “Bir toprak üzerinde yaşayan insanlar kendi düşünce ve isteğine göre bir idare şekli kabul edecektir” prensibine uymuyordu. İtilaf Devletleri Yunan Başbakanı Venizelos’a verdikleri sözü yerine getirmek için İzmir’in işgalini haklı gösterecek sebepler aramaya çalıştılar.


Yunanlı Venizelos, Aydın Hıristiyanları nın tehlikede olduklarını Türkler tarafından yok edileceklerini ileri sürerek yardım istedi. 
O sırada diğer devletler ordularını terhis etmişlerdi. Paris’te kurulan “Meclisi Ali” kendileri adına Yunan ordusunun bu işi çözmesini düşündü ve İzmir’in işgaline karar verdi. 14 Mayıs 1919’da İngiliz, Fransız, Amerikan ve Yunan donanmaları İzmir limanına girdiler. 
İngiliz Amiral Galdrop 17’nci Kolordu komutanlığına verdiği notada “Mütarekenin 7’nci Maddesine göre İzmir istihkamları ile civarındaki arazinin Yunanlılar tarafından işgal edileceğini ve mukavemet olunmamasını bildiriyordu. 

Bu nota üzerine telaşa düşen Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa İstanbul Hükümetine vaziyeti bildirerek fikirlerini sordu. 

Osmanlı Harbiye Nazırı verdiği cevapta: “Amiral Galdop’un bu teklifi mütareke şartları icabı olduğundan muvafakat edilmesi tabii olduğu”nu bildiriyordu. Yunan işgaline karşı ilk hareket İzmir Türk Ocağı’nda toplanan gençlik kitlesinde görüldü. İşgalden bir gece evvel cephanelik yağma edilerek halk karşı koymaya hazırlandı. İzmir kan dökmeden Yunanlılara teslim edilmeyecekti.

Gerçek adı Osman Nevrez olan İzmir'de Yunan Askerlerine İlk Kurşunu sıkan Gazeteci Hasan Tahsin
Gazeteci Hasan Tahsin

İzmir’in işgali Yunanistan için büyük bir önem taşıyordu; Megola İdea yani büyük Yunanistan ideali artık gerçekleşmekteydi. 
Batı Anadolu’yu kapsayan Bizans İmparatorluğu yeniden kurulabilecekti. 
Bu nedenle Yunanlıların yaptıkları işgal hareketleri bölgede düzeni sağlamak yerine Türk nüfusunu yok etmek için katliam yapılması şeklinde gerçekleşmiştir. Bu durumu daha önceden tahmin eden Türk halkı bu nedenle İzmir’in işgaline diğer işgallerden daha fazla tepki göstermiştir.         

15 Mayıs sabahı Yunan kuvvetleri İzmir rıhtımına çıktılar. Rumların çılgın sevinç ve alkışlarıyla karşılandılar. Efzun taburları İzmir kışlalarına yaklaşırken bu manzara karşısında heyecanını daha fazla zapt edemeyen bir Türk gencinin (Gazeteci Hasan Tahsin) attığı kurşun Yunanlıları harekete geçirdi. O dakikadan sonra İzmir halkı kan dökerek direnme hareketine başlamış oldu. 
Karşı konulmaması emrini alan Türk subay ve erleri kışlalarında insafsızca şehit edildiler. Daha sonra hükümet konağı ve diğer resmi daireleri basarak buralarda ki memur subay ve erleri türlü eziyetlerle gemilere götürüp günlerce aç bıraktılar. Bunlardan bir kısmını da dipçik vuruşları ile zorla “Yaşasın Venizelos” diye bağırmağa zorlandılar. Boyun eğmeyenler derhal oracıkta şehit edildiler. 17’nci Kolordu Askerlik İşleri Reisi Erkanıharp Miralayı Süleyman Fethi Bey başından çıkarılmak istenen kalpağını eliyle tutarak: ”Bağırmam” dedi ve derhal şehit edildi. Yunanlılar çarşıya girip dükkanları da yağmaladılar. İzmir’in işgali ve bu işgal esnasında meydana gelen kanlı olaylar İstanbul ve Anadolu halkı tarafından duyulduğu zaman yer yer mitingler yapıldı. İzmir katliamı ulusu susturup sindiremedi. Bu olayın doğurduğu acıyı ruhunun ta derinliklerinden duyan Türk ulusu Kurtuluşu silaha sarılmakta buldu. Yer yer hazırlanarak ilk milli savunma teşkilatını kurdu.

İzmir’in İşgaline karşı Anadolu’daki tepkiler 

Yunan Askerleri İzmir'de



Uygar dünyanın gözü önünde işlenen bu cinayetler kuşkusuz Türk milletinin üzüntü ve nefretini bir kat daha arttırmıştı. 16 Mayıs’ta hükümet istifa etmiş, yeni hükümeti kurma görevi tekrar Damat Ferit Paşa’ya verilmişti. Mustafa Kemal Paşa Samsun’dan çektiği telgraflarla İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini ordu ve milletçe kabul edilmeyeceğini bildirmişti. İstanbul’da işgali kınayan mitingler yapılmış, Yıldız sarayında cemiyet ve parti temsilcilerinin katıldığı Saltanat Şuası adıyla istişare yetkileri olan bir meclis toplanmıştı. Yurdun dört bir yanında coşkulu mitingler düzenlenmiş, İstanbul’daki resmi makamlara protesto telgrafları yağdırılmıştı.

İzmir’in işgaline tepkiler, özellikle böyle bir işgal tehlikesi altında bulunan Orta ve Doğu Karadeniz kıyılarında daha etkili bulunan ilhak anlamına gelmediğini anlatmak için özel bir kurul gönderilmişti.

Giresunlular 17 Mayıs’ta Belediye Reisi Osman Ağa’nın (Topal Osman) başkanlığında büyük bir protesto mitingi düzenlediler. 

Bölge basını da işgali büyük bir tepki ile karşılamıştı. Giresun’da siyah çerçeveler içinde “İzmir Faciasını Unutmayınız” hitabı ile yayınlanmakta olan Işık Gazetesi, işgalin etkisini şöyle ifade etmişti: “Göklerden yıldırımlar yağsa, dağlardan kanlı volkanlar fışkırsa, denizler taşsa da araziyi tufanlara boğsa idi Türklüğe, Alem-i İslamiyet’e belki o kadar tesir göstermezdi”.

İşgalin gerek Trakya’da gerekse Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki tepkileri de bundan farklı olmamıştı. Trakya’nın birçok yerinde düzenlenen mitinglerin en önemlisi Trakya Paşaeli Müdafaa Heyet-i Osmaniyesi’nin Edirne’de düzenlediği Sultan Selim mitingiydi. Siirt’te heyecana gelen halk her gün insan dalgaları halinde ilçe, bucak ve köylerden sancak merkezine akarak mitingler yapmıştı. 

23 Haziran’da yapılan mitinge 58.000 kişi katılmıştı. 17 Mayıs’ta Hasankale’de padişaha, Silvan’dan 30.000 nüfus adına Sadaret’e işgali kınayan telgraflar çekilmişti. İzmir’in işgalinin içteki bu büyük tepkileri yanında dış tepkileri de olmuştu.

Bazı İngiliz yetkilileri işgali, doğuracağı tepkiler açısından delice bir hareket olarak nitelendirmişlerdi. 

   İngiliz Genelkurmay Başkanı General H. Wilson, daha işgal öncesinde bunu büyük bir yanlışlık olarak değerlendirmişti. Fransa’da bir tepki görülmemiş, sadece Pierre Loti ve Claude Farrere gibi Türkleri tanıyan yazarlar işgali eleştirmişlerdi. İzmir’in işgali, İtalya’da öfkeyle karşılanmıştı. Kuşkusuz bu öfke, işgalin haksızlığından değil, İzmir’in daha önceki paylaşma projelerinde İtalya’nın payı olarak belirlenmesidir. Amerikan halkı da Wilson ilkelerinin bir yanan atılmasını hoş karşılamamıştı.

Sonuç olarak İzmir’in işgali yakın tarihimizin acı dolu sayfalarından birini oluşturmakla birlikte Milli Mücadele açısından milli potansiyeli harekete geçirmiş, milletin heyecanını doruk noktasına çıkarmıştı. Herhalde halka ne denli anlatılırsa anlatılsın, düşmanın çirkin iç yüzünü ortaya koyabilmek için bunun kadar etkili bir yol bulunamazdı. İşgalin ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı ve milli kurtuluş mücadelesine soyunduğu günlere rastlamış olması da milli mücadelenin talihliği olarak değerlendirilebilir. Bir taraftan Anadolu’nun Batı kıyılarına çöken bir karanlık diğer taraftan kuzey kıyılarından doğan bir umut. Herhalde bu tarihin garip oyunlarından biri olsa gerek. İzmir’in işgali, işgalci devletler açısından sonuçlarını hesaplayamadıkları bir gaf, Yunanistan açısından ise sonu hüsranla biten Anadolu macerasının başlangıcı olmuştu. 

İzmir’in İşgalinin Kurtuluş Savaşı’ndaki Önemi

1 Yunan ordusunun katliamlarına karşı ilk Kuvay-i Milliye birlikleri Batı Cephesinde kuruldu. Düzenli ordu kurulana kadar silahlı direnişi bu birlikler 
gerçekleştirdi.
2.Redd-i İlhak Cemiyeti Batı Anadolu’daki direnişi yönetmeye başladı. Balıkesir ve Alaşehir Kongrelerini toplayarak “Batı Cephesini” kurdu.
3.Anadolu’nun değişik yerlerinde İzmir’in işgalini protesto etmek amacıyla mitingler düzenlendi. Böylece İzmir’in işgali ulusal bilincin canlanmasında etkili oldu.
4.İzmir’in işgalinin haksız gerekçelere dayanılarak yapılması halk arasında milli direniş düşüncesinin güçlenmesine neden oldu.
5.Tepkiler nedeniyle İtilaf Devletleri bölgedeki işgali yerinde izlemek üzere bir heyet oluşturdu. 
Bu heyetin hazırladığı rapor “Amiral Bristol Raporu” olarak Milli Mücadelede yerini aldı.

https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/izmir-in-isgali-15-mayis-1919-392

***

25 Nisan 2020 Cumartesi

İZMİR İŞGAL ALTINDA

İZMİR İŞGAL ALTINDA




09 EYLÜL 2010 
İzmir İşgal Altında
Reha ATAKAN
EGİAD YARIN Yayın Kurulu Başkanı



30 Ağustos 1922 Türk Kurtuluş Savaşı’nın kesin zaferi ile başlayan ve Cumhuriyet Türkiye’sinin kuruluşunu müjdeleyen kurtuluş haftalarının içindeyiz. Başta Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere İstiklal Harbimizin tüm neferlerini sonsuz saygı ve şükranla anıyorum. Yüce Türk Milleti’nin bu büyük Zafer Bayramı’nı ve 9 Eylül İzmir’in Kurtuluşu’nu kutluyorum.

Uzun yıllar “Doğu’nun Yıldızı” olarak anılan İzmir, coğrafi olarak bir şehre nasip olabilecek özelliklerin hepsini barındırabilen ender kentlerden biridir. Deniz, körfez, dağ, orman, akarsu, göl, vadi, ova gibi coğrafi unsurların bir arada bulunduğu İzmir, 1900’lerin başında sahip olduğu mimariyle de şanına yakışan bir güzellik içindeydi. Kurtuluştan sonra savaşın ve yangının yaralarını sarmaya çalışan İzmir’i hızlı bir imar çalışması ile kısa sürede eski güzelliğine kavuşturma yı amaçlayan yöneticiler bir dizi çalışma başlattı.

“Karga” İzmir’de

Bu çalışmalar doğrultusunda dünyaca ünlü şehir plancısı ve mimar Charles Edouard Jeanneret’ namı diğer “kargaya benzeyen” anlamına gelen Les Corbusier’nin de aralarında bulunduğu birçok yerli yabancı mimardan görüşler alındı. İzmir’in mimari tarihini ve gelişimini merak edenlerin Les Corbusier’nin İzmir’e gelişini ve o yıllarda yapılan çalışmaları okumalarını tavsiye ederim.

O günlerde de tıpkı bugün gibi bir sürü tartışma, itiraz ve kargaşa arasında geçen çalışmalar sonucu kabul edilen plan yeni İzmir’in başlangıcı olmuş ancak, özellikle 1960’ların sonundan itibaren plansız bir şehirleşme İzmir’i bugünkü haline getirmiştir.
1940 yılında dünyanın en usta, en sıra dışı, en deli mimarlarını toplayıp İzmir’i göstererek “öyle bir şehir planlayın ki daha kötüsü yapılamasın” denilseydi iddia ediyorum o mimarların aklına İzmir’in bugünkü hali gelemezdi. Kentin en güzel manzaralı en sağlam zeminli tepelerine gecekonduları koyup, sahil boyunca yeni bir Çin Seddi inşa etmek, hemen bütün güzel eski evleri, köşkleri, binaları yıkıp yerine birbirinden çirkin beton apartmanları dikmek, bütün bunları yaparken ciddi anlamda hiçbir park, spor tesisi ve otopark yapmamak ve ortaya çıkan bu ucubeye “kent dokusu” deyip korumaya çalışmak herhalde kimse tarafından
hayal edilemezdi.

Bugün İzmir en az 60 yıldır çarpık kentleşmenin, betonlaşmanın ve bunu hazırlayıp yönetmeliklere sığınarak devam ettiren zihniyetin işgali altındadır. 

Bu işgal ne yazık ki düşman işgalinden daha tehlikeli ve kurtulması en zor olandır. “İzmir ne kenti olsun” diye bir sürü konferans düzenleniyor. Bence asıl soru “İzmir’i nasıl yeniden bir kent yapabiliriz” olmalıdır. Şehrin önünü tıkayan ihtiyaçları karşılamaktan uzak imar yönetmelikleri bir an önce değiştirilerek, cesur bir şekilde kent yenileme çalışmaları başlatılmalıdır. İzmir’e çok yazık oluyor…

Referandum konusunda merak ettiklerim

Birkaç aydan beri devam eden ve ülkeyi kilitleyen evet-hayır yarışmasının sonuçlanmasına az kaldı. Anlamadığım bir konu “demokratikleşme” tartışmaları. Gerçek anlamda demokrasiyi sağlayacak seçim kanunu, partiler yasası, dokunulmazlıkların kaldırılması gibi hayati meseleler dururken farklı konularda hazırlanmış bir anayasa paketi nasıl daha fazla demokrasi getirecek
merak ediyorum. Diğer yandan, “demokratikleşme” adına teröre karşı alınan önlemlerin kaldırılması ve ülkeyi bölünmeye ve bir iç savaşa kadar götürebilecek hukuki düzenlemelerin yarattığı ortamda yükselen ikinci bayrak ve özerklik (bölünme) seslerini ülkemizin geleceği için çok tehlikeli buluyorum.

Osmanlı’nın çöküş sürecinde yapılan hataların ve sapmaların bedelini Anadolu coğrafyasına sıkışarak ödedik. Şimdiki hatalardan bir an önce dönülmezse bedeli inanın çok daha ağır olur. Halk oylamasından çıkacak sonucun Büyük Türk Milleti için hayırlı olmasını dilerim.

***

Demokrasi Ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması.,

Demokrasi Ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması.,




Doğu Toplumlarında ve Türk Siyaset Geleneğinde Bir “ Doku Uyuşmazlığı ” mı?
Yazan 
Doç. Dr. Bülent Şener 
12 Ocak 2012 


     Demokrasi nedir? Ya da bir siyasal yönetim ne derecede az ya da çok “ demokratik ”tir ? 

     Bir Siyasal sistem hangi özelliğe / özelliklere göre “ Demokratik ”tir?

Bu sorulara tatmin edici yanıtlar vermek şüphesiz iç içe geçmiş pek çok kavramı/kategoriyi gözden kaçırmamayı gerektirir. Çok kullanılan bir genellemeyle "demokrasi" yalnızca "çoğunluk yönetimi" ve/veya "katılma" değildir. Bu tanımlamalar eşitlik, özgürlük, onay, uzlaşma, yarışma, çoğulculuk, meşruiyet, anayasal yönetim, azınlık, seçim, güçler dengesi, siyasal iktidarın sınırlandırılması vb. gibi kavramlara/kategorilere vurgu yapmadığı sürece eksik tanımlardır. Üstelik bu kavramlar birbirleriyle öylesine ilişki içindedirler ki, herhangi bir kategoriyi seçip bunu "demokrasi" için tek ölçüt olarak aldığınızda (örneğin Türkiye'de demokrasinin sadece "çoğunluk yönetimi" olarak algılanması ya da en çok bu yönüne vurgu yapılması) yanlış sonuçlara ulaşmanız mümkündür.

Demokrasilerde yönetimin çoğunluğa verilmesi, sayısal üstünlüğe mutlak anlamda değer verildiği anlamına gelmemektedir. Sayısal üstünlüğün her zaman nitelik üstünlüğüne yol açmayacağını gösteren, çoğunluk kararlarının, sırf çoğunluğa ait olduğu için "doğru" ve "haklı" olduğunu söyleyemeyeceğimiz pek çok tarihsel örnek mevcuttur. Burada yönetim hakkının çoğunluğa verilmesinin tek sebebi bu hakkı azınlığa vermekten daha doğru olduğu içindir. Buradaki kritik eşik, çoğunluğun hangi esaslara göre çoğunluğu ve azınlığı yöneteceğidir. Ünlü felsefeci Karl Popper bu soruyu çözerken şu mantığı yürütmektedir: Demokrasinin amacı, "kim yönetmeli?" sorusuna bir cevap getirmekten ibaret değildir. Önemli olan soru şudur: "Siyasal kurumları nasıl örgütleyelim ki, kötü ya da yeteneksiz yöneticilerin çok fazla zarar vermeleri önlenebilsin?" Böyle olunca demokrasi, yönetme hakkının kimde olduğuna dair bir sorundan uzaklaşmakta, bunun yerine siyasal iktidarın denetlenmesi ve sınırlandırılması sorununu ön plana koymaktadır ki bu da bizi "çoğulculuk"(ğ)a ve "anayasal denetim"e götürmektedir. Aksi halde demokrasiyi salt sayısal üstünlüğe dayanan bir halk iradesi, bir çoğunluk iradesi olarak düşündüğümüzde, Platon'un "halkın iradesi/çoğunluğun iradesi kendilerinin değil de bir tiranın yönetmesini isterse" şeklindeki bir sorunsal demokrasinin paradoksu olarak karşımıza çıkacaktır.

Demokrasi ve Sınırlandırılmamış Siyasal İktidar

Şunu unutmamak gerekir ki, " Mutlak İktidar ", denetimden uzak, her türlü kısıtlamalardan kurtulmuş, sınırsız, kurallara bağlanmamış ve hukukla sınırlanmamış, egemenin takdirine bağlı biçimde kullanılan bir iktidar demektir. Karşısında onu dengeleyecek yeterli iktidarlar bulunmayan bir iktidar, gerçekte, mutlak bir iktidardır. Demek ki, mutlakıyet, "iktidar toplaşması" ile ilgili bir şeydir. Bu bağlamda, bir toplum çoğulcu yapısını yitirdikçe ve aracı güçleri zayıfladıkça, o toplumda mutlaklığa olanak sağlayacak koşulları yaratmak daha kolay hale gelir. Buradan çıkarılacak ders, bir iktidarı durdurabilecek olan şeyin, yine başka bir iktidar olduğu gerçeğidir. Bu da ancak toplumda farklılıkların ve değişik iktidar odaklarının varlığıyla sağlanabilir.

Türkiye'de çok partili hayata geçişi, aynı zamanda demokratik bir siyasal yönetime geçişin de en önemli aşamalarından biri saydığımız taktirde, 1950-1960 yılları arasında toplumun çoğulcu yapısını yitirdiğini ve aracı güçlerin zayıfladığını ve dahası demokratik yollarla iktidara gelenlerin, söz konusu aracı güçlerin muhalefetini, iktidar olmanın verdiği imkanlarla ne derece yok etmeye çalıştığını açıkça gözlemleyebiliriz. Buradan da anlaşılmaktadır ki, aşırı merkeziyetçi fakat çok gruplu bir toplumda (örneğin Türkiye'de), grupların kendiliğinden işleyen karşılıklı etkileşimlerinin yerine kendi tek merkezli iradesini koyan bir iktidar ve demokrasi anlayışı, mutlak türden bir iktidarı kullanabilecek konumdadır. Esasen bu durum Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi Batı dışı demokrasiler için önemli bir paradoksu ifade etmeye bugün de devam etmektedir kanımca.

Demokrasi: Doğu Geleneğiyle Bir " Doku Uyuşmazlığı " mı?

Demokrasi, her şeyden önce Batı toplumlarının siyasal yaşayışının bir ürünüdür. Doğu toplumlarında demokrasi uygulamalarının Batı standartlarına ulaşmada yaşadığı temel güçlük de işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Zira, "Doğu" ve "Batı" toplumlarında siyasal iktidar ilişkileri tarihi tecrübe ve siyasal kültür farklılıklarından kaynaklanan adeta iki ayrı dünya oluşturmaktadır. 
 Batı toplumlarında siyasal iktidar ilişkileri parçalı iktidar yapıları arasında geliştirilmiştir. Yüzyıllar boyunca Batı'da siyasal iktidar ilişkileri monarklar, feodal güçler ve kilise arasında açık bir rekabet alanı oluşturmuştur. Bu rekabet, düşünce ve teorilerle de desteklenen zengin ve verimli bir siyaset dünyası yaratmıştır. Doğu toplumlarında ise siyasal iktidar, böylesine bir rekabetin konusu değildir. Hükümdarlar, rakip tanımadan, iktidarlarını kimseyle paylaşmadan yönetmişlerdir toplumlarını. Devlet kudretinin ve nizamının her vasıtayla pekiştirilmesi, merkeziyetçi bir yönetim kurulması, hiyerarşiye ve bürokratik usullere önem verilmesi, sosyal düzenin haklar ve sorumluluklar temelinde kurumsallaşması Doğu toplumlarındaki siyasal iktidar yapılarının en belirgin özellikleri olarak tarihsel süreç içerisindeki yerini almıştır.

Türk siyaset geleneğini de oldukça uzun bir tarihsel süreç içinde yukarıda bahsedilen yapı üzerinde yükselip geliştiği için, son 150 yıldır Türkiye'de Batı toplumlarındaki siyasal iktidar ilişkilerine benzer bir siyasi yapıyı içselleştirme çabaları ve arayışları sınırlı kalmıştır/kalmaya devam etmektedir. Demokrasi ile Doğu toplumları arasındaki bu "doku uyuşmazlığı" özellikle siyasi muhalefet geleneğinde (parçalı iktidar ilişkilerine tahammül edememekten dolayı) çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Çünkü "muhalefet" olgusu, Türk siyaset geleneği içinde meşru kabul edilen bir olgu değildir. Keza, siyasal iktidarın, muhalefet tarafından gerçek manada kontrol edildiği ve dengelendiği bir geleneğin izine rastlamak da mümkün değildir. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu'nda padişahın mutlak otoritesinin çerçevesini çizen kurallar ve değerler olmasına rağmen, Batı'daki gibi onu dengeleyen ve sınırlayan bir feodalite ve kilise gibi rakip hiçbir zaman olmamıştır. Bu alanda potansiyel olarak en güçlü konumda olan ulema sınıfının bile iktidarla çatışma ihtimalinin bulunduğu konulara girmekten kaçındığı ve hatta iktidarın bir insanın "yaşam hakkı" üzerinde "devletin bekası" için tasarrufta bulunmasına cevaz verdiği görülmektedir. (Örneğin, "Kardeş katli" meselesi)

Türk Siyasal Geleneğinde " Oksijen Çadırı "nda Bir Demokrasi

Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu'nun 18. ve 19. yüzyıllardaki reform çabalarında öne çıkan bürokrasi ise 1876'da Kanun-i Esasi'yle iktidarı saraydan Babıali'ye taşımışsa da, padişahın iktidarını denetleyen ve dengeleyen mekanizmalar kuramadığı için başarısız olmuştur. Padişah II. Abdülhamid'in otuz yıl süren istibdat döneminin ardından, 1908'de ordunun desteğiyle II. Meşrutiyet 'i ilan ettiren Jön Türkler ilk çok partili hayat tecrübesini başlatmış salar da, demokratik rekabetin "meşruiyet alanı dışında" oluşan kutuplaşması da benzer örnekleri daha sonra sık sık görüleceği üzere yaşanmıştır. İlk muhalefet partisi olan Fedakaran'ı Millet Fırkası'nın, iktidardaki İttihat ve Terakki'den gördüğü karşılık "vatan hainliği" ithamıdır ve bunun doğal sonucu olarak, dengelenmiş iktidar ilişkilerine tahammül edemeyen siyasal gelenek bir kez daha muhalefeti boğmuştur.

Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, 1946'da çok partili hayata geçişe kadar, iki defa muhalefet partili siyasal yaşam tecrübesi (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası) gerçekleşmişse de hem yeni rejimi yerleştirme çabaları hem de gelenekteki "doku uyuşmazlığı" bunların da uzun ömürlü olmalarına izin vermemiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası konjonktürün de etkisiyle kurulan Demokrat Parti (DP), 1950'de iktidara geldikten sonra da, Türkiye'de muhalefete biçilen rol yine değişmemiştir. İktidara geldiği zaman "devr-i sabık" yaratmayacağı sözü veren DP, kısa zamanda Cumhuriyet Halk Partisi'ni (CHP) "vatanı bölmeye çalışmakla" yani "vatan hainliği"yle suçlamıştır. İktidarla muhalefet arasındaki bu keskin kutuplaşmanın Türk siyaset tarihi açısından ortaya koyduğu en çarpıcı gerçek şu olmuştur: Türk siyasal geleneğinde, demokrasi açısından sorun, iktidarın meşruiyeti etrafında değil, muhalefetin bizatihi varlığının meşruiyeti etrafında dönmektedir.

Aradan 60 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, bugün bu sorun aşılamadığı gibi, bir adım daha öteye giderek kritik eşiği aşmış ve Türk siyasal sistemi açışından kaotik bir noktaya taşınmıştır. Kasım 2002 genel seçimleri sonrasında, genotipinde aslında ideolojik açıdan marjinal bir hareket ve parti olduğu halde, sosyo-ekonomik sistemsel krizler sonucu merkeze yerleşen ve fenotipinde içselleştirmediği bir demokrasi görüngüsüyle siyaset yapan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) söylem ve eylemlerinin bugün geldiği nokta vebuna bağlı olarak"kuvvetler ayrılığı"nın giderek nispileşmesi Türk siyasal sisteminde çok ciddi bir kırılmaya işaret etmektedir. 

14 Mart 2008'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının AKP hakkında açtığı kapatma davasından başlayarak, Anayasa Mahkemesi'nin "türbana/başörtüsüne" izin veren anayasa değişikliklerini iptal eden kararına, " Ergenekon Davası-Muhalefet-İktidar-Türk Silahlı Kuvvetleri gerilimi"ne, 12 Eylül 2010 referandumuna ve nihayet eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ'un "terör örgütü kurmak ve yönetmek"le suçlanmasına ve tutuklanmasına varan olaylar dizgesi bu kırılmanın fay hatlarını bize vermektedir:

Artık Türkiye'de parlamentoda salt çoğunluğun ötesinde bir çoğunluğa sahip olan muhafazakar ve otoriter siyasal iktidar, "çoğunluk" olarak gördüğü demokrasi adına, ne ortalama bir Batı demokrasisinde var olan anayasal sınırlandırmalarla, ne "kuvvetler ayrılığı" ilkesiyle ne de sivil toplumun denetim unsurlarına karşı kendini bağlı saymak istemiyor. Yukarıda zikredilen olaylar dizgesinin bugün için son halkasını teşkil eden ve "yargı erki" aracılığıyla 9 Ocak 2012'de ana muhalefet partisi CHP'nin liderinin eleştirel sözlerine karşı başlatılan soruşturma, "hukukun gücünün üstünlüğü"nden (ki bu olgu demokrasi tarihimiz açısından hep tartışmalıdır) "gücün hukukunun üstünlüğü"ne geçildiğini ister istemez akıllara getirmektedir. Oysa ki anayasanın bağlayıcılığı, hukukun üstünlüğü ve sivil toplum demokrasinin çoğunluk rejimi olmasını makul sınırlar içerisinde tutmaya yarayan önemli ilke ve araçlardır. Tarih bize sınırlandırılmayan ve "çoğunluk" anlayışıyla kutsanan iktidarların toplumlarını nasıl felakete sürüklediğini açıkça göstermektedir. Türkiye için bu felaket maalesef çok da uzak değildir. Bunun anlamı Alexis de Tocqueville'nin sözleriyle şudur: "... En beteri, özgürlükçü ve kendi kendini yöneten düzen arayışı içindeki toplumların hiç de istemedikleri halde, despot düzenle karşılaşmalarıdır..."

[1] Bu yazının teorik kısımlarında şu çalışmalardan yararlanılmıştır: Barrington Moor Jr., Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, 2. bs., Çev. Adam (Alaeddin) Şenel, Şirin Tekeli, İmge Kitabevi, İstanbul, 2003; Cemil Oktay, Siyaset Bilimi İncelemeleri, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 2005; Mümtazer Türköne (Edt.), Siyaset, Opus Yayınları, Ankara, 2006; Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi: Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, Doğan Kitap, İstanbul, 2008; Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, Cilt I-II, Liberte Yayınları, Ankara, 2008;Hasan Bülent Kahraman, "Tocquevilleci Demokrasi, Toplumsal İktidar ve Sivil Toplum Kaygıları", Doğu-Batı, Yıl: 10, Sayı: 39 (Kasım-Aralık-Ocak 2006-07), ss. 229-258.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/demokrasi-ve-siyasal-iktidarin-sinirlandirilmasi-dogu-toplumlarinda-ve-turk-siyaset-geleneginde-bir-doku-uyusmazligi-mi

***

23 Nisan 2020 Perşembe

İZMİR PENCERESİNDEN., DENİZCİLİK ve KABOTAJ BAYRAMI...

İZMİR PENCERESİNDEN.,  DENİZCİLİK ve KABOTAJ BAYRAMI...


BİZ GELENEKSEL OLARAK DENİZCİ BİR ÜLKEYİZ.., 
Binali Yıldırım Ulaştırma Bakanı )

Değerli EGİAD üyeleri ve de EGİAD YARIN dergisi okurları, Kurtuluş Savaşı’yla kazanılan bağımsızlığımızın ekonomik alanda da pekiştirilmesinin önemli adımlarından biri olan ‘Kabotaj Kanunu’nun, Türk denizciliğine ve ekonomiye katkısı, artan bir hızla sürmektedir.


    “Denizciliği, Türk’ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız” diyen Büyük Önder’in arzusunu yerine getirme gayreti içerisinde yiz.
    Türk denizciliği, günümüzde artık bütün dallarıyla çok iyi duruma gelmiştir. Sektörel kıyaslama yaptığımızda Türk denizciliği, altın dönemini yaşamaktadır. 


Hükümet olarak görevi devraldığımızdan bu yana Türkiye’de, denizcilik alanında çok önemli temel değişiklikler sağlayan çalışmalara imza attık.
Esasen, coğrafi konumumuzdan ötürü Türkiye’nin denizci olmaktan başka çaresi yoktur. Biz, geleneksel olarak denizci bir ülkeyiz. Böyle olmasına
rağmen tarih boyunca bu anlamda önemli eksikliklerimiz olmuştur.

   Türkiye, ne yazık ki denizyolu taşımacılığını etkin biçimde kullanamamıştır.
Bu durumu ortadan kaldırmak amacıyla pek çok tedbiri hayata geçirmiş bulunmaktayız.
Kabotaj Kanunu, bir tür Kurtuluş Savaşı mücadelesidir Biraz geriye baktığımızda denizciliğimizin nerelerden nerelere geldiğini açıkça görürüz. 
Döneminin en güçlü imparatorluklarından biri olan Osmanlı İmparatorluğu, Akdeniz ve Karadeniz’i Türk Gölü haline getirmesine rağmen,  bu denizlerdeki ticaret hakkını elinde tutamamış ve yabancı ülkeler, 18. yüzyılın başlarında kapitülasyonların verdiği haklara dayanarak,  tüm deniz ticaret hayatını ele geçirmişlerdi. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik temellerinin atıldığı 1923 Birinci İzmir iktisat Kongresi’nde alınan kararlara kadar devam etmiştir. Kongre ile Türk Denizciliği ekonomideki hak ettiği yeri yeniden alarak,
kapitülasyonlarla yabancılara kaptırılan deniz ticaretine yeniden sahip olmuştur. Kongre çalışmaları sırasında hazırlanarak 1 Temmuz 1926’da  yürürlüğe giren Kabotaj Kanunu, bu manada bir Kurtuluş Savaşı olmuştur. Kabotaj Kanunu ile yabancıların denizlerimizden elde ettiği çıkarlar sonlandırılmış, seyrüsefer hakkı gerçek sahibine, yani Türk Bayraklı gemilere teslim edilmiş ve deniz taşımacılığı mız millileştirilmiş tir.

   Bugün, kabotaj taşımacılığının önündeki tüm engeller tek tek aşılmaya başlanmıştır. Denizcilik sektörünün hızla büyümesini ve güçlenmesini
teşvik ederek, milletimizi denizleriyle barıştırmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Amacımız, denizcilik sektörüne gereken önemin verilmesi, sektörün korunup geliştirilmesi ve rekabet gücünün yükseltilmesidir.

      Denizciliğimizde başlatmış olduğumuz değişim rüzgârıyla, denizcimizin yüzü gülmüş, milletimiz denizleriyle barışmıştır.

7.5 yılda ülkemizin yüzünü denize dönmesini sağladık Bir deniz ülkesi olan Türkiye’nin kara sınırlarının üç katı uzunluğunda, 8 bin 400 kilometre kıyısı bulunmaktadır.

    2003’ten itibaren karasularımızın ve sahillerimizin imkânlarını halkımızın hizmetine sunmak, deniz taşımacılığının ve balıkçılığın gelişmesini sağlamak ve deniz kültürünü yaygınlaştırmak için gerekli bütün önlemler alındı, düzenlemeler ve yatırımlar yapıldı.

    7.5 yılda uyguladığımız politikalar ile denizciliğimizi geri getirdik.

Türkiye’nin yüzünü yeniden denize dönmesi sağlandık. Devrim niteliğinde yaptığımız en önemli çalışmalardan birisi, denizde kullanılan akaryakıttaki ÖTV’yi kaldırmak oldu. Böylece sektörümüze bugüne kadar 1 Milyar 750 Milyon TL’nin üzerinde destek vermiş olduk.

Göreve geldiğimizde Türk gemileri kara listedeydi. Yani 156 limandan çıkan gemilerimiz gittikleri ilk yabancı limanda tutuluyordu. Bunu rakamla ifade etmek gerekirse 100 gemimizden 26’sı gittiği yerde tutulurdu.

  Bu değer, Avrupa ortalamasında 4 gemidir. İlk iş olarak ülkemizin bayrağını bu durumdan çıkarmak gerekliydi.

   Yaptığımız 3 yıllık program çerçevesinde gerçekleştirdiğimiz düzenlemeler ve denetimler sayesinde ülkemizi kara listeden çıkardık. Bugün, denizciliğimizde beyaz bir sayfa açıldı. Rahatlıkla diyebiliriz ki Türk denizciliği, AK Parti iktidarı döneminde bayrak itibarını geri kazanmıştır. Bunları yaparken ülkemizin uluslararası itibarının artmasını da sağladık. Bugün uluslararası denizcilik örgütünde Türkiye, oylarını artırarak Konsey üyesi oldu.

   ‘Denizci ülke, denizci millet’ olmak için çalıştık ‘Denizci ülke, denizci millet’ olmak için önce denizcilik idaremizin denizcilerle buluşturulması  gerekiyordu; biz de Denizcilik Müsteşarlığımızı denizcilerle buluşturduk. 

Denizcilik Müsteşarlığımızda, denizci kökenli personel oranı 2002 yılında yüzde 6.7 iken bugün bu sayı yüzde 27’ye yükseldi. Böylece denizciliğimizi ehil ellere teslim ettik.

   Dünyada olduğu gibi ülkemizde de nitelikli gemi adamı ihtiyacı ciddi boyutlara ulaşmıştır. Biz de bunu gidermek için Denizcilik eğitimine önem verdik. Ara elaman sıkıntısını gidermek için 7.5 yıllık dönemimizde 40 yeni meslek lisesi, 6 meslek yüksek okulu, 2 fakülte açıldı. Amatör denizciliğimizi geliştirmek için kapsamlı bir yönetmelik ve 5897’nolu kanun kapsamında oluşturduğumuz ‘Bağlama Kütüğü’ uygulamaları ile halkımızın denizi kullanması önündeki engelleri kaldırdık; yani halkımızın denizle buluşmasını sağladık.

       Yeni düzenlemelerle artık 14 yaşından itibaren dileyen herkes çok kolayca, çevrimiçi sınav sistemleriyle amatör denizci olabiliyor ve 27 metre uzunluğa kadar tekneleri kullanabiliyor.

Bugün itibariyle amatör denizci olan vatandaşlarımızın sayısı, 100 bin’i geçmiştir.

Türkiye’de küçük teknelerle ilgili bir mevzuat yoktu. “Kim almış, nereye bağlı”, bunu da yasa ile düzenledik ve şu anda oluşturduğumuz yeni sicil kütüğü ile birlikte yaklaşık 35 bin civarında tekneyi kayıt altına aldık.

Türk Bayrağına geçişin önünü açtık Türk sahipli, yabancı bayraklı tekneler vardı. Yolcuları Türk, mürettebatı Türk, ülkemizin bakkalında alışveriş yapıyor ama Türkiye ile bir bağı yok. Bu hakikatten onur kırıcı bir şeydi ve bu ayıp, Türkiye’ye yakışmıyordu.

    Sağ olsun, denizci milletvekili dostlarımız, muhalefet, iktidar, hep beraber bir araya gelerek yabancı bayraktan Türk bayrağına geçişteki engelleri ortadan kaldırdık.

   Denizciliğimizin gelişimindeki en önemli engel; ‘ Motorlu Taşıt Vergisi’ idi. Öylesine yüksek ki 2-3 yılda teknenin, yatın fiyatının çok üzerinde bir para ödemek zorunda kalınıyordu.

   Bağlama Kütüğü düzenlemesiyle, bu sorunları ortadan kaldırdık.

Bugün 1.250’ye yakın tekne, Türk bayrağı çekti. Aslında Maliye, 1.250 adet mükellef kazanmış oldu.

İhracatımızın kapıları olan yeni liman projelerini hayata geçiriyoruz Büyük Türkiye’nin yolu, ihracattan geçiyor. O yüzden biz de ihracatımızın kapıları olan yeni liman projelerini, tozlu raflardan indirerek yapımlarını başlattık. Ege’de, ana konteyner limanı olmaya aday ‘Çandarlı Limanı’, Akdeniz’de ‘Mersin Konteyner Limanı’ ve Karadeniz’de ‘Filyos Limanı’ ile Türkiye’nin geleceğine yatırım yapmış olacağız.

Çandarlı Limanı’nın dalgakıran ve yol bağlantılarını kamu kaynaklarıyla yapacağız. YİD modeliyle yapılacak olan bu limanımızı, dünyanın en büyük 10 limanından birisi olacak şekilde planladık.

Tersane ve gemi inşasında rekor 2002 yılına kadar yapılan 37 adet tersaneye ek olarak sadece 2003– 2009 yılları arasında 70 yeni tersane yapılması sağlandı. Yatırımdaki tersane sayısı 69… Tuzla Bölgesi’ne sıkışan gemi inşa sanayisinin dengeli bir şekilde yurt genelinde kıyılara yayılması sağlandı. Türkiye, gemi inşasında dünya 23’lüğünden dünya beşinciliğine, yat inşaatında dünya üçüncülüğüne yükseldi…


Deniz Taşımacılığında Artış İvmesi Global krize rağmen 2009 yılında kabotaj hattında yaklaşık 159 milyon yolcu ve 9 milyon 400 bin araç,  deniz yoluyla taşındı. 

    2003 yılına göre yolcu sayısında yüzde 59, araç sayısında yüzde 50’lik artış gerçekleşti.

2009 yılı itibariyle limanlarlarımızda elleçlenen yük miktarı 309.5 milyon ton oldu. Bu demektir ki 2002 yılına göre elleçlenen yük miktarında 
yüzde 64 artış olmuştur.

Konteyner taşımacılığında ise 2009 yılında 4.416 Milyon TEU konteyner elleçlen di. Bu da bize, 2002 yılına göre yüzde 130’un üzerinde artış olduğunu gösteriyor.

      Bu vesileyle son söz olarak halk, özel sektör, Devlet elele verelim, hep birlikte denizciliğimizi daha da ileri götürelim diyorum.


EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 

İZMİR PENCERESİNDEN, İZ BIRAKANLAR..

İZMİR PENCERESİNDEN, İZ BIRAKANLAR..


Çok Çalışıp Zamanla Yarışıyor



Hüseyin ÖĞÜTÇEN 

ÖN BİLĞİ.,


     1923, İpsala-Edirne doğumlu olan Hüseyin Öğütçen, yaşarken adına heykeli dikilen, her yıl başarılı idarecilere adıyla anılan başarı ödülü verilen ülkemizin değerli bir mülki amiridir. İzmir’de, o zorlu askeri idare döneminde, 1981-84 yılları arasında valilik yapan Sayın Öğütçen, İzmir sonrası atandığı Kocaeli  valiliğinden, 1985 Eylül’ünde kendi isteği ile emekli olup İzmir’e yerleşti. Şu an 88 yaşında ve halen dimdik ayakta olan Hüseyin Öğütçen, Türk Eğitim Vakfı’nın İzmir Şube Başkanlığı görevini yürütmektedir. Zamana hatta zamanın ötesine koşan örnek alınacak çok özel yaşamı ve samimi açıklamalarıyla unutulmaz konuğumuz oldu.

      Öğütçen’in Öğretim açlığı hiç dinmedi..,

     Yaşantınızdan görüyoruz ki eğitim sizin için çok önemli olmuş.

     Kendi eğitim yaşamınızla birlikte nedenini, okurlarımızla paylaşır mısınız?

İş yaşantım boyunca, sadece bir alana özel ayrıcalık yapmak, çalışma ilkelerime aykırı olmuştur ancak beni yakından tanıyanlar, yaptığım yatırımlar doğrultu sunda bana hep; “Senin önceliklerin arasında ilk sırada eğitim, ikinci sırada turizm geliyor” derler. Eğitime önem vermem çok normal çünkü ben, Edirne’nin İpsala kazasının Sarıcaali köyündeki 3 sınıflı bir ilkokulda yetiştim. 

O günlerde, köylerdeki okullarda 3 sınıfın üstü yoktu. 2 yıl, okula gitmedim. 2 yıl sonrasında İpsala’ya giderek, 5 sınıflı ilköğretim okulunu da bitirdim. Yani biri, 3 sınıflı köy ilkokulundan diğeri de 5 sınıflı ilkokuldan olmak üzere iki ayrı ilköğretim diplomam var. Sonrasında Edirne’ye gidip ortaokul ve liseyi bitirdim. Ardından Ankara Üniversitesi SBF Mülkiye ile Ankara Hukuk Fakültesinde okudum ayrıca Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Felsefe eğitimi aldım ama meslek hayatım dolayısıyla bu eğitimimi tamamlayamadım fakat evraklarım halen Fakülte’de durmaktadır.

    Şu an yürütmekte olduğum Türk Eğitim Vakfı’ndaki görevimi de bir gün bırakırsam, yarım bıraktığım felsefe eğitimimi de tamamlayıp o diplomamı da alacağım.

_ Azminize helal olsun (Birlikte keyifle gülüyoruz) Tabii yaşım son derece müsait, 88 yaşımdayım ve 3. Üniversite diplomamı da alacağım.

    ‘İz Bırakan Mülki İdare Amirleri’ kitabına girmiş 80 kişiden biri ve şu an tek yaşayanı Peki efendim, mesleki kariyerinize geçiş öykünüz nedir?

   Kaymakamlık kursunu birincilikle bitirdikten sonra 1947 yılında ilk memuriyetime,  İçişleri Bakanlığında, stajyer memur olarak başladım.
Sonra Ankara Vilayet Maiyet memurluğu yaptım ve ardından 20 Kasım 1951’de, Meriç Kaymakamı olarak atandım ve sırasıyla Bigadiç, Burhaniye, Gönen ve Pasinler ilçelerinde kaymakamlık görevinde bulundum. 1960 yılında askeri darbe olduğunda Elazığ Valiliğine gidiyordum fakat Milli Birlik Komitesi üyesi Gönenli İrfan Solmazer, sicilimin parlaklığını görünce benden, kalmamı talep ederek kararı bana bıraktı. Kabul ettim ve Valilik görevime 7 yıl sonra, 26 Mayıs 1967 tarihinde Hakkâri’de başladım. 12 Mart 1971’de, TSK muhtırası üzerine dönemin Başbakanı Süleyman Demirel istifa etti; Hükümet değişikliği gerçekleşti ve Nihat Erim, Başbakan oldu. Ben de o dönemde Niğde Valisiydim. En kısa görev yerim, Niğde’dir; 7 ay kaldım ve ardından Antalya, İzmir ve Kocaeli
olmak üzere toplam 5 ilde, valilik yaptım.

Doğumuzdaki olayların ardında yabancı tahrik ve tertipleri var Hakkâri’ye dair unutamadıklarınız neler?

    Hakkâri ilimizde hani şimdi teröristlerin askerlerimizi sıklıkla şehit ettiği Şemdinli kırsalı dahil günde 14 saat eşek üzerinde dağ taş her yerini karış karış gezdim; yöreye dair araştırmalar yaptım. Bunları yaparken de yanıma polis-jandarma gibi herhangi bir silahlı koruma almadım.

    Bir YSE Müdürü, bir Sıtma Savaş Başkanı, bir de Veteriner Müdürü olmak üzere sadece 3 kişi yanımdaydı.

Yine televizyonda adını sıklıkla duyduğunuz Dağlıca bölgesine, yanıma eşimi de alıp, katır üzerinde8-9 saat yol alarak gittik. O seyahatlerimizde damlarda, çadırlarda konakladım. Benden öncesinde, başka bir devlet memuru Hakkâri’yi bu kadar ayrıntılı gezmemişti. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görev yapan
biri olarak diyorum ki bugün yaşadığımız terörist olayların hepsi, yurtdışında belli ülkelerde planlanmaktadır.
   Teröristler, bu ülkelerdeki kamplarda eğitim görmektedir. Ülkemizin doğusundaki huzursuzlukların hepsinin temelinde başka ülkelerin çıkarları, teşvik, tahrik ve tertipleri vardır. Bizim hatalarımız, noksanlarımız, ihmallerimiz olabilir ama bütün bu tahrik ve tertipler karşısında da devletimiz, son derece uyanıktır. 

   Noksanımız, hizmetin devamlılığı fikrinin yeterince yerleşmemesinden ileri gelmektedir.

Doğu illerimiz, sıklıkla ve farklı sebeplerle yabancılarca ziyaret edilmekte.
Halkımız ise kendisine maksatlı soru soran dost bildiğimiz yabancılara gülüp, bu gibi olayları ayrıntıları ile derhal devlet ilgililerine duyurmaktadır.

Hakkâri’den ayrılırken ziyaretlerine geleceğime dair kendilerine söz vermiştim. İnanmayıp, “Bugüne kadar burada görev yapıp da gidenlerden dönen olmadı; siz de bir daha buralara gelmezsiniz” demişlerdi.

Halen içimde uhdedir, 40 yıldır her niyet edişimde bir engel çıktı ve seyahatimi iptal etmek durumunda kaldım. Ancak Hakkârililer o kadar hatırşinaslar ki kısa bir süre önce Balçova’da dikilen heykelimin açılış törenine dahi hem Hakkâri milletvekilimiz hem de Hakkârili dostlarımız geldiler. 12 Eylül sonrasında kısmetse eşimle birlikte Hakkâri’ye gitmeyi düşünüyoruz.

   Hakkâri’de okuma-yazma oranını artırıp Türkçeyi yaygınlaştırdım Hakkârililerin sizi daha senelerce unutamayacakları eğitim öğretim faaliyetleriniz olmuş, bize onlardan bahseder misiniz?

   Hakkâri’de, dikkat çektiğiniz gibi önceliğim, eğitim-öğretim çalışmaları oldu. 1965 sayımına göre Hakkâri’de, okuma-yazma oranı yüzde 17 idi. Kadınların yüzde 96’sının okuma yazması yoktu. Yörede bir nahiye okulu açılalı 17 sene olmuş ama hiç mezun vermemişti.

   Birbirlerine destek olsunlar diye her köye en az iki öğretmen istedim ve aldım; ildeki eğitim seviyesini normal düzeye çıkardım. Ardından okulların yanına öğretmen lojmanları inşa ettirdim. Türkçe konuşamıyorlardı; yaygınlaştırmak için Türkçe öğrenme kursları açtırdım. 6 ilçeye ortaokul, her ilçeye sekizer daireli öğretmen lojmanı, Beytüşşebap’a yatılı bir bölge okulu, öğrenci yurtları yaptırdım.


Milli Eğitim’de Cumhuriyet tarihinin en büyük başarısı 1985 yılıdır. Antalya’da valilik yaparken devlet bize, o yıl için “ 80 Derslik yapacaksınız” dedi. 

Ben, kendi programıma 1.000 derslik aldım. 716’sını o yıl bitirmek üzere Antalya’da görev yaptığım 4 yıl içinde 1000’in üzerinde derslik inşa 
etmekle Cumhuriyet tarihinin en yüksek kapasitesini gerçekleştirdim.

   İzmir Valiliğine atandığını herkes gibi kendisi de radyodan öğreniyor 8 Ocak 1981 tarihinde İzmir Valiliği’ne getirildiniz. Bize o zorlu günlerde valilik yaptığınız koşulları ve Türkiye’nin 3. büyük kentinin en yüksek makamında olan kişi olarak bu zorlukları nasıl aştığınızı paylaşır mısınız?

   30 sene önceki Kenan Evren döneminde, İzmir’in hem valiliği hem de büyükşehir belediye başkanlığı görevlerini birlikte yapmam önerisi ile gelinmişti; ben sadece valilik görevini kabul ettim. O günlerde bazı iller için bu iki görev, dönemin şartları gereği birlikte yürütülüyordu. 

   Antalya valiliğinden merkeze geleli 4-5 yıl olmuştu. 

   Adım, öncelikle İçişleri Bakanlığında, müsteşar görevi için geçmişti. Askeri yönetim ile anlaşamayacağımızı hissettiğim için müsteşarlık görevine olumlu bakmamıştım.

   Zaten kişilik yapımı ve hassasiyetlerimi bilen Münir Raif Güney adındaki bir vali arkadaşımız da ki o dönemin Köyişleri Bakanı idi; İçişleri Bakanı ile hakkımda sohbet ederlerken beni değil de daha uyumlu çalışabileceklerine inandığı bir başka vali arkadaşımızı müsteşarlık görevine önermişti. Bu görevi kabul etmeyip İçişleri Bakanlığı’ndan ayrıldığımda Vehbi Koç’un teklifi ve önerisi üzerine Türk Eğitim Vakfı’nda Genel Müdür olarak göreve başlamıştım ve başlayalı da 1 ay olmuştu.

    İzmir valiliğine atandığımı, herkes gibi ben de 1 ay sonra radyodan öğrendim. 1980’de İzmir’e atanmıştım ama geliş tarihim, sizin de belirttiğiniz gibi 8 Ocak 1981 oldu. Vehbi Koç, sicilime İzmir valiliği de eklensin diye 3 aylığına bana izin verdi ama başta askeri idare var; 3 ay sonrasında Vehbi beye söz verdiğim gibi görevi bırakıp geri dönemedim. TEV, bana 3 ay daha izin verdi fakat yine gidemedim.

Körfezin temizlenmesiyle İzmir kurtuldu İzmir Körfezi’ni kurtarma projesini gündeme getiren ilk vali olarak anılıyorsunuz; o günün koşullarındaki,
bu özel ve değerli çalışmanız hakkında bilgi alabilir miyiz?

    İzmir’de körfez kirliliği benim için öncelikli sorundu. Karşıyaka tarafına geçilirken, çevreyi saran o kötü koku dayanılmaz derecedeydi.

Daha öncesinde de körfez kirliliğine dair muhtelif raporlamalar yapılmış fakat siyasi parti dönemlerinin hiçbirinde, bu sorunun giderilmesi için yol alınamamıştı çünkü çok büyük maliyetli bir projeydi. Körfezin suyu öylesine kirliydi ki öncelikle insanların sağlığı için denize girmelerini önleyici tedbirler ve yasaklar aldık.

    Kirlilik, körfez dibi topografyasının değişmesine etken olmuş. O haliyle oluruna bırakılsaydı gemiler, limana yanaşamayacak hale gelecekti. 

    Siyasilerin hiçbiri toprağın altına para yatırmak istemez. Türkiye’de bu işin önemini kavrayacak adam, o dönemde yoktu. İzmir’de bu projeyi  uygulaya bilecek teknik eleman da yoktu.

   Sadece İller Bankası, bu işi biliyordu. 9 Eylül 1981 günü, bu konu için hazırladığım brifinge Kenan Evren, dönemin Başbakanı Bülend Ulusu
ile kabinesindeki Bakanların hemen hepsi ve Kuvvet Komutanları geldiler.

   Benden, İzmir’in en önemli 3-4 sorununu irdelememi bekliyorlardı.

   Ben de açılış konuşmamı bu yönde belirterek “1” dedim ve herkesin bana bakmasını bekledim. Sessizlik olup da herkesin bana baktığından
emin olunca yineledim 
“1- İzmir Körfezinin Kurtarılması”. Herkes merakla bakmaya devam ederken;
“2- İzmir Körfezinin Kurtarılması” dedim ve sesimi daha da yükselterek
“3- İzmir Körfezinin Kurtarılması” dediğimde, gülmeye başladılar.

    Konuşmamı, İzmir ve körfezin tarihi boyunca üzerinde kurulmuş medeniyetlerle değerlendirdim. 8 bin yıl öncesinin medeniyetinde dahi burada
kanalizasyon düzeni vardı. Bugün gidin, Efes antik kentini dolaşın; toprağın altındaki kanalizasyonu görebilirsiniz.

    Oysa 1980’li yıllarda kanalizasyon ve arıtma tesisleri yapılmadığından körfez, kanalizasyon çukuru haline gelmişti. Kenan Evren’in de Yüzbaşı olarak İzmir’de görev yaptığı dönemde, körfezden denize girdiği günlerini hatırlattım. Neticede konuyu 3 başlıkta işleyerek hepsini körfez kirliliğine bağladım ve ardından devam ettim; 
“4- Bu Maddedeki sorunları biz hallederiz, size intikal ettirmeye gerek yok” diye bitirdim.

    9 Eylül’de İzmir’in düşmandan kurtarıldığını ifade ederek; “Bugün, 9 Eylül 1981, yine İzmir Körfezinin kurtarılması önemle ele alınmalıdır” diye konuştum. Particilik zihniyetiyle gelen yönetimler bunu yapamazdı.

Ancak o dönemin yönetimi yapabilirdi.

    O konuşmamı, “Olmak ya da olmamak noktasına gelindi. İzmir’i körfez kirliliğinden kurtarmak, sizin elinizde; bu kararı verirseniz İzmir, sizi ayakta alkışlayacaktır”  diyerek tamamladım. Kenan Evren, konuyu çok iyi açıkladığımı ifade edip, Konsey olarak konuyu kabul ettiklerini ancak Hükümetin de kabul etmesi gerektiğini belirterek; “Hükümet, programına alırsa biz de onaylarız” dedi. Bülend Ulusu ile yan yana oturuyorduk.

    Sayın Ulusu ayağa kalktı, düğmesini ilikledi; “Sayın Cumhurbaşkanım, memnuniyetle kabul ediyoruz” dedi. Kenan Evren, gülerek, “Vali bey, bakın, Başbakan da  kabul ediyor, artık gözün aydın, işi kısa yoldan hallet” dedi. Hemen programlar düzenlendi, onaylar alındı. 1982 yılında, Gümrük’ten Karşıyaka’nın dışına kadar 26,5 km alan için 5 ihale yapıldı. “İzmir’e en büyük hizmetin ne?” diye sorduklarında, bunu söylerim çünkü İzmir, kurtuldu.

    Cumhuriyet tarihinin en yüksek yatak kapasiteli turistik tesisini 3 yılda yaptık Her görev yaptığınız ilde, o ilin ihtiyaç ve sahip olduğu kaynakları iyi değerlendirerek başarılı projeler sunmuşsunuz. İzmirlilerin iftihar ettikleri Balçova Özel İdare Tesisleri, sizin eseriniz; İzmir termaline yönelik çalışmalarınız  konusunda neler söylersiniz?

    Sıcak su kaynağı bulduğum her yerde termal turistik tesisler kurdum.

    Gönen, Hasankale ve Çiftehan Kaplıcalarını da ele alarak, kompleks termal tesis haline getirdim. İzmir’de de Balçova karşıma çıkınca çok sevindim.
Agamemnon kaplıcalarını, Çeşme’de zannederdim. İzmir’de göreve başlayınca ilk encümen toplantısı sırasında dedim ki “Çabuk bitirelim de Çeşme’ye gidelim; 
Agamemnon Kaplıcalarını göreceğim”.

Dediler ki “Bu kaplıcalar, 10 km ilerideki Balçova mahallesinin içinde”.
“Öyleyse hemen gidiyoruz” dedim ve gittik; baktım ki tek bir ağaç yok, çöp dökülmüş, anarşistler silah tamimleri yapmış. Kafamdan geçenleri
anlatarak,“Tam yerini buldum” dedim.

   Encümen Üyeleri ise birbirlerine bakarak, “Yapmayı istediği şeyler olacak iş değil” diyerek, “Çattık!” demişler.

   Projelere başlanılmadan 1 ay öncesinde, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinden, 
Prof. Dr. Orhan Yenal, 
Prof. Dr. Nurten Özer, 
Ankara Üniversitesinden Prof.Dr. Hami Koçaş,
Ege Üniversitesinden Fikret Cüreklibatır,
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinden Doç. Mete Albaz ile Turizm Bakanlığının üst düzey yetkililerini, projeye danışman ve program 
hazırlamak üzere 1 hafta süresince Efes Oteli’nde misafir ettim.

   Konuyu, her yönleriyle tartıştık, Esasları tespit ettik.

   650 yatak kapasiteli Princess Hotel ki şimdiki adıyla Kaya Prenses’i, Mimar Sinan Üniversitesinden Yük. Mim. Orhan Çakmakçıoğlu hazırladı.
Açık ve kapalı havuzlar ile 1.500 kişilik Kardelen salonunun hazırlanması projesini İzmir’den konunun uzmanı Yük.Mim. Orhan Erdil yaptı.
Termal Tedavi Merkezi ki şu an için Avrupa’nın en büyük merkezlerinden biridir; bu projeyi de Nişli Grup adındaki firma üstlendi. Park ve yeşil
sahaları, Ege Üniversitesinden Prof. Aysel Bayraktar, projelendirdi. Termal Otel ile motelleri ayrı bir firma hazırladı. 

    Zamandan tasarruf adına 5 üstlenici büro, aynı anda projeye başladı. Proje aslında en erken 50 yıl sonrasını öngörüyordu. 
Kenan Evren’e, jeotermal ve termal otellerin inşası projesini ayrıntılarıyla sunduğumuzda, biraz sert bir ses tonuyla;
“Her bir şeyi anladık da Vali Bey, bu değirmenin suyu nereden dönecek” dedi. “Sayın Cumhurbaşkanım, değirmenin suyu, dünya kurulduğundan
beri boşa akıyor. O akan suya, değirmeni kuracak değirmenci de benim. Bütün sıkıntım, zamanda; burada ne kadar süreyle görevde kalacağımı bilmiyorum dolayısıyla bu büyük projenin her bir ayağına bir anda başladık. Sorunum, para değil.

    Bu proje için temin ettiğim paraları harcamadığım için sıkıntı içindeyim” dedim. Kenan Evren, Maliye Bakanına baktı, birlikte güldüler.

    Göreve geldiğimde, Cumhuriyet tarihi boyunca İzmir’in Efes Otel’i, 576 yatak kapasitesiyle tek 5 yıldızlı oteliydi. Oysa biz, Balçova’da, 3 yıl içinde 650 yataklı Prenses Otel, 78 odalı Termal Otel, 126 odalı 7 tane motel ile toplamda 1.050 yatak kapasiteli tesis projesiyle yola çıktık.

Jeotermal için ise MTA’dan çıkan sondaj rakamlara göre Balçova ve Seferihisar bölgesinde 70 bin konutu ısıtacak jeotermal kaynağını çıkarmak mümkündü. 

    Özel İdare bütçesine yük olmadan bu tesisler tamamlandı.

İzmir’e kazandırdığımız bu tesisler, 2010 yılı rakamlarına göre Özel İdare’ye 12 trilyona yakın gelir getirmektedir. Şirketleri üzerinden devlete önemli ölçüde vergiler ödenmektedir.

   Ege Bölgesinin en iyi kaliteli suyunu ‘Şaşal’ markasıyla buradan çıkardık; bu içme suyundan ve jeotermal enerji üzerinden de gelirler elde ediliyor. Bütün tesis yatırımlarında, Dünya Bankası ile İller Bankası kredi ve fon imkânlarını sonuna kadar en iyi şekilde değerlendirdim.

    Hazine imkânlarından faydalanmak için ilgili bürokratlarıyla dostane ilişkiler geliştirmek ve bu ilişkileri kalıcı kılmak gerekiyor. Size şöyle ifade edeyim: Benim bütün meslek hayatım boyunca siyasi görüşüm bilinmiştir ancak işimi yaparken hep tarafsız kalmaya çalıştım, hiçbir parti lehinde/aleyhinde tek söz sarf etmedim, doğruluktan ayrılmadım.

    Atatürk ve İnönü’den sonra bir lider tanımıyorum. Balıkesir’de görev yaparken dönemin Valisi ile ters düşmüştük; 3 kere tayinimi istedi fakat her defasında Balıkesir’in milletvekilleri ağırlığını koydu, tayin işim kaldı. Üstelik dönemin milletvekillerinin hepsi benim CHP’ne oy verdiğimi biliyordu. Bununla beraber hiçbir yerde CHP lehine görev ve yetkimi kullanmadım sadece oyumu verdim.


ÖDÜL TÖRENİ

    Mustafa Kemal Sahil Bulvarı askeri yönetimin İzmir’e en büyük yol hizmetidir
_ 1983 yılında Üçkuyular’dan Ordu Merkezine kadar uzanan yedi kilometrelik yol için güzergâhı kamulaştırarak bu yolun açılmasını da temin edip trafiği
rahatlattınız.

   12 Eylül askeri yönetimi zamanında yol konusunda İzmir’e yapılan en büyük hizmet, hiç şüphesiz ki Mustafa Kemal Sahil Bulvarıdır; gerçekleşmesinde ki en büyük şeref payı da Ege Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Süreyya Yüksel’e aittir. Mustafa Kemal Sahil Bulvarı ile kent, modern bir görünüm kazandı, halk denizle kucaklaştı, trafik rahatladı. İzmir’de daha pek çok başarılı girişimlerimiz oldu fakat 10 Şubat 1984 tarihinde İzmir’den Kocaeli Valiliğine tayin edildim.

   1985 Eylül’ünde de kendi isteğim ile emekliye ayrıldım.

    Atatürk İlke ve Devrimlerinin devamı için TEV’e bağışta bulunun Türk Eğitim Vakfı İzmir Şubesi Başkanı olarak halen aktif hizmet vermektesiniz. 

Bu çalışmalarınız hakkında bilgi alabilir miyiz?

    TEV, yurt içinde Atatürk İlke ve Devrimlerine bağlı, başarılı fakat maddi desteğe ihtiyacı olan teknik ve endüstri meslek lisesi, üniversite, yüksek lisans (master) ve doktora öğrencilerine burs vermektedir. Vakıf olarak İngiltere, Almanya, Fransa, Danimarka, Japonya, Hollanda ve İsveç ile müşterek burslar veren tek sivil toplum kuruluşuyuz. Avrupa ve Amerika’ya, üniversiteyi üst dereceyle bitirerek ilk 500’e girmiş 60 öğrenci gönderen tek vakıfız. Farklı illerde 14 İlköğretim Okulumuz, 2 Anadolu Lisemiz, 2 Yurt Binamız, 1 tane çok amaçlı Toplum Merkezimiz, 1 Çıraklık Eğitim Merkezimiz, 1 Kütüphanemiz var. Üstün zekâlı öğrenciler için de ayrıca tek okul var ki o da TEV’in Gebze’deki kısa adı ‘TEVİTÖL’ olan TEV İnanç Türkeş Özel Lisesi. Bu okula, ilköğretimi bitiren öğrencileri 3 aşamada seçerek alıyoruz.


    Velilerin hepsi çocuklarının geleceği için bu okulda eğitim almalarını istiyorlar ama kayıt için ağırlıkta gelir seviyesi düşük ailelerin başarılı ve zeki çocukları tercih ediliyor.

    Bu okuldan mezun olan öğrencilerimiz, dünyanın en iyi üniversitelerini kazanıyor. TEV İzmir olarak hem ciddi kapasitede bursiyerimiz hem de bağış severimiz bulunmaktadır.

   Kişi ve kuruluşlar, TEV’e şartlı veya şartsız burs bağışı yapabiliyor. Eğitime gönül veren İzmirli hayırseverler, TEV İzmir: 44 121 44  telefonumuzdan bilgi alabilir, Vakıflar Bankası Alsancak Şubesi 2021323 nolu TEV İzmir hesabına bağışta bulunabilirler.

    Yeri gelmişken, sizin aracılığınızla EGİAD üyelerine de Vakfımıza gösterdikleri ilgi ve yaptıkları bağışlar için çok teşekkür ediyorum.

Özellikle TEV çelenklerini kullanan çok sayıda EGİAD üyesi var.

    Geceleri yastığa başıma koyduğumda kafamın içinden kamyonlar geçerdi Başarılı çalışmalarınızdan dolayı Balçova Termal Tesislerinin girişine
heykeliniz dikildi ki sağlığında heykeli dikilen ender insanlardan birisiniz; neler hissediyorsunuz? 88. doğum günüme özel hazırlanan ‘Hüseyin Öğütçen Başarı Anıtı’nın açılış töreninde değerli İzmir Valimiz Cahit Kıraç, çok güzel bir konuşma yaparak bana bir de onur belgesi sundu. Yaşarken onurlandırıldığım için çok mutluyum, gurur duydum.

    Başarılı olmamdaki özelliklerimi, heykelimin açılış davetiyesine de yazarak beni; “Sorumluluk sahibi, adil, hukukun üstünlüğüne inanan, programlı çalışan, imarcı bir vali olarak tanınmıştır” şeklinde betimlemişler.

    Günümüz idaresinde görev yapan kişilerde, sorumluluk alan kişi sayısı maalesef parmakla gösterilecek kadar çok azaldı. Oysa benim hayatım,
gecem-gündüzüm proje ve fizibilite raporları hazırlamakla geçti. Geceleri yastığa başıma koyduğumda dahi bir an önce işimi bitireyim diye kafamın içinden kamyonlar geçerdi. Görevdeyken yaptırdığım tesislerde en az 2 bin kişi çalışmaktadır.

   Bundan 20 yıl önce İçişleri Bakanlığının çıkardığı, ‘İz Bırakan Mülki İdare Amirleri’ adındaki kitapta adı geçen 80 vali arasında ki 78’i zaten vefat etmişti; yaşayan sadece 2 kişi vardı; biri, bundan 15 sene önce öldü yani şu an için bu kitapta adı geçip de yaşayan tek valiyim. 

Türk İdareciler Derneği, 1994 yılından itibaren her sene cumhurbaşkanlığı nezdinde düzenlenen bir törenle, yılın en başarılı kaymakamına benim 
adımı taşıyan, ‘Türk İdareciler Derneği Vali Hüseyin Öğütçen Başarı Ödülü’ verir. 

   Çalışma hayatım boyunca 5’i Milli Eğitim Bakanlığından, 9’u İçişleri, Turizm, Sağlık Bakanlıkları ve Valiliklerden olmak üzere toplam 14 tane  Takdir namem, 7 tane Onur Belgem, 16 tane Hizmet Ödülüm var.

Genç işadamlarına başarılı olmaları için vermek istediğiniz özel mesajlarınız var mı?


   En büyük rehberiniz, Cumhuriyetin aydınlığında Atatürk İlke ve Devrimleri ile Anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen hükümleri olsun. Başarının 3 temel kuralı vardır; öncelikle Memleketini, Ulusunu ve İşini seveceksin. Makamlar, hizmet içindir; gösteriş yeri değildir.  Yaşamdaki en önemli unsur, zamandır.

   İşadamlarımız, zamanı tam zamanında kullanmalı, zamanla yarışmalı hatta zamanı ne kadar geçerlerse o kadar daha çok yaşarlar. 

_ Ödüller, Başarının Tapusudur; 
    Kişileri, yeni başarılara iten güçtür, dolayısıyla başarılı olan çalışanlarınızı Ödüllendiremezseniz kendiniz de başarılı olamazsınız.

EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 

***