14 Şubat 2019 Perşembe

DOKUZ IŞIK & ALPARSLAN TÜRKEŞ

DOKUZ IŞIK & ALPARSLAN TÜRKEŞ


ÖZET
DAVUT TAŞ

İçindekiler


GİRİŞ 1
A. BİR SİYASETÇİ OLARAK ALPARSLAN TÜRKEŞ 2
B. CUMHURİYETÇİ KÖYLÜ MİLLET PARTİSİ’NDEN MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ’NE 4
C. DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ VE ANALİZİ 5

1. Milliyetçilik 6
2. Ülkücülük 8
3. Ahlakçılık 9
4. İlimcilik 10
5. Toplumculuk 11
6. Köycülük 14
7. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik 14
8. Gelişmecilik ve Halkçılık 14
9. Endüstricilik ve Teknikçilik 15

SONUÇ 16

KAYNAKÇA 18

GİRİŞ;

Alparslan Türkeş’le biçimlenen Milliyetçi Hareket Partisi hareketi, gerek hareketin karşısında olanlar gerekse hareketin kendi mensupları tarafından yapılan birçok çalışmada, bir kitle hareketi olarak değerlendirilmiştir.  Her ne kadar Milliyetçi Hareket Partisi günümüzde iktidarı etkileme ve yönlendirme aşamasında etkisiz olsa da milliyetçi tabana seslenmesi ve köklü bir geçmişe sahip olması nedeniyle önemlidir. Yakın politik dönemde “milliyetçi hissiyat”a dayanan başka partiler kurulmuş olsa da MHP köklü geçmişi ve sistemi ile politik sahnede varlığını devam ettirmektedir. 

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi iken küçük bir azınlığa seslenen ve sığ bir teşkilata sahip olan MHP, Türkeş’in yarattığı dönüşüm ile bir sonraki genel seçimde çok büyük bir atak yapamasa da en azından MHP’yi çok daha geniş bir tabana seslenir hale getirmiştir. Fakat İstanbul’daki Türkçü çevreler, MHP’yi ümmetçi ve Anadolucu akımların etkisin de kalmakla ve Türkçülükten taviz vermekle suçlamışlardır.  Yine de yapılan tüm eleştiriler olumsuz olmamıştır. Yön dergisi CKMP’deki gelişmeleri ve yeni parti programını değerlendirmeye almış, “…Türkeş ve ekibi, Anayasa hudutları içinde dine azami saygılı ve milliyetçi bir çerçeve içinde, bir kalkınma görüşü getirmektedir. Faşistlik suçlamalarına rağmen CKMP’nin yeni programı ileri ve demokratik bir manzara taşımaktadır.” yorumunu yapmıştır. 
Türkeş’in yaptığı dönüşüme karşı çıkan “Türkçü” çevrelerin partiden uzaklaşması Türkeş’in partinin Weberyan tarzda “karizmatik lider”i haline gelmesinde etkili olmuştur.  
Türkeş ve ardından gelenlerin genel seçimlerdeki oy oranına bir göz atarsak:


Seçim tarihi Genel başkan Alınan oy sayısı Alınan oy oranı Milletvekili sayısı

12 Ekim 1969 Alparslan Türkeş 274,225 %3.02 1/450
14 Ekim 1973 Alparslan Türkeş 362,208 %3.38 3/450
5 Haziran 1977 Alparslan Türkeş 951,544 %6.42 16/450
24 Aralık 1995 Alparslan Türkeş 2,301,343 %8.18 0/550
17 Nisan 1999 Devlet Bahçeli 5,606,634 %17.98 129/550
3 Kasım 2002 Devlet Bahçeli 2,629,808 %8.35 0/550
22 Temmuz 2007 Devlet Bahçeli 5,001,869 %14.27 71/550
12 Haziran 2011 Devlet Bahçeli 5,585,513 %13.01 53/550

Yukarıda da görüldüğü gibi Türkeş döneminde kazanılan milletvekili sayısı en fazla 16 olmuş, oy oranı ise %6,42 ile sınırlı kalmıştır. MHP asıl atağını ise 1999 seçimlerinde yapmış ve meclise 129 milletvekili sokmuştur. Oy oranı ise %17,98’dir.

MHP oy oranında istikrarsız bir durum sergiler. Yine de MHP Alparslan Türkeş geçmişi ile incelemeye değerdir. En azından MHP milliyetçilik kavramının politik sahneye sokulmasını sağlamıştır. İnceleyeceğimiz Dokuz Işık ise Alparslan Türkeş’in MHP’sinin temel programını oluşturması ve bir döneme bakışı içermesi itibariyle önemlidir.  

A. BİR SİYASETÇİ OLARAK ALPARSLAN TÜRKEŞ

Ülkücü hareketin inşasına önderlik eden Alparslan Türkeş milliyetçiliğin ulusal kimliğin “doğal” bir unsuru sayılmaktan çıkıp ayrı bir politik kimliğe dönüşmesine taşıyıcılık etmiştir.  Alparslan Türkeş’in doktrinleştirdiği ve MHP’nin günümüzde sadece sembolikleşen vizyonunu oluşturan “Dokuz Işık”ı anlamak ise pek tabi onu tezleştiren Türkeş’in yaşamına göz atmaktan geçer. Nitekim yaşamsal deneyimler düşünüşü; düşünüşler de davranışları etkiler.
  
Türkeş, Lefkoşa’da 1917 yılında Feyzullah Hüseyin olarak dünyaya gelmiş 1933'te Kuleli Askeri Lisesi’ne geçici olarak kaydolmuş ve ardından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçtikten sonra 1936 yılında Kuleli Askeri Lisesi'ni ve 1938 yılında da Harp Okulu'nu bitirmiştir. Bir yıl sonra 1939'da piyade asteğmeni olarak atış okuluna girmiş ve buradan da teğmen olarak mezun olmuştur. 1955'de Harp Akademisi'ni ve daha sonra  Amerikan Harp Akademisi'ni ve piyade okulundan mezun olmuştur.

1955-1957 yılları arasında NATO Daimi Komitesi'nde görev yaparken Aynı sırada uluslararası ekonomi eğitimi görmüştür. 1959'da Almanya'da Atom ve Nükleer Okulu'na gönderilmiş ve buradaki eğitiminden sonra albay olmuş ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı NATO şube müdürü olarak atanmıştır.
Görüldüğü gibi Türkeş 1933-1963 yılları arasında kesintisiz üniforma giymiştir. Giydiği üniforma siyasi çizgisine teşkilatçı, militarist,  radikal, militan sıfatlarını dâhil etmiştir. 

1944 yılında daha üsteğmen rütbesindeyken İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından gözaltına alınmış ve Türk ırkçılığının en önemli isimlerinden Hüseyin Nihal Atsız  ile 1947’de bitecek olan “Irkçılık – Turancılık Davası”nda sanık koltuğuna oturmuş ve 9 ay 10 gün hapis cezası almıştır. Fakat tutukluluk süresince 1 yıl boyunca hücre hapsi yattığı için tahliye etmiştir. Daha sonra verilen bu ceza da Yargıtay tarafından bozulmuştur.

Yargılananlardan bazıları şunlardır: Fethi Tevetoğlu,  Zeki Velidi Togan, Said Bilgiç, Hasan Ferit Cansever, Reha Oğuz Türkkan, İsmet Rasin Tümtürk, Hikmet Tanyu, Orhan Şaik Gökyay, Muzaffer Eriş vb… 

1960 Darbesi ise irdelenmesi gereken bir başka konudur. Bilmemiz gereken ise Türkeş’in 27 Mayıs 1960 Cuma sabah saat 5.25’te darbe bildirisini okumasından öte Milli Birlik Komitesi’nden tasfiyesidir. 

MBK kendi içinde genç/radikaller ve ılımlılar olarak ikiye ayrılmıştı. Cemal Gürsel’in başında olduğu ılımlılar gerekli siyasi ve askeri düzenlemelerden sonra yönetimi sivil iradeye bırakmak istiyordu. Bu nedenle Alman Dışişleri Bakanı Genscher’in dediği; “dünya üzerinde, askeri darbenin otomatik olarak demokrasinin sonu diye niteleyemeyeceğimiz tek ülke Türkiye’dir” söylemi yerindedir.  
Yönetimin sivillere hemen bırakılmasına kesinlikle karşı çıkan, toplanıp yeminler eden Alparslan Türkeş’in de dâhil olduğu genç subaylar diğer adı ile 14’ler  13 Kasım 1960’ta yapılan bir iç darbe ile yurtdışı görevlerine gönderilerek sürgün edilmişlerdir.  Hatta bu grup bir “yeni kültür”den, Nasır’ın Mısır’ını örnek alan partisiz bir popülist siyasal sistem yaratmaktan söz ediyorlardı.  Sivil iktidarların yönetimine güvensiz olan Türkeş’in daha sonra sivil iktidar olmaya çalışması ise manidardır. Fakat Türkeş asker-sivil ilişkileri konusundaki duruşunun değiştiğini şu sözlerle açıklar:

Ben, 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra o kanaate vardım ki, ihtilâl yoluyla memlekete hizmet etmek mümkün değildir. Ne kadar eksik, ne kadar aksayan tarafları olursa olsun, hukuk yoluyla bir memlekete, bir millette hizmet, en iyi yoldur. İhtilâl otoriteyi yıkar, anarşi başlar. Bu anarşiyi durdurmak, yeniden düzeni ve otoriteyi kurmak çok güç bir meseledir ve memleket bundan zarar görür. Bunun ben içinde bulundum, fiilen yaşadım. 
Memleketin aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur: En kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilâlden daha iyidir. 

B. CUMHURİYETÇİ KÖYLÜ MİLLET PARTİSİ’NDEN MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ’NE

Başlangıçta küçük toprak sahibi ve esnafın çıkarlarını temsil eden CKMP, Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarını ayrılması ile (1962) etkinliğini yitirerek küçülmüştü.  1963’de Hindistan’dan dönen Albay Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının bu partiye girmesi bu partiyi nispeten canlandırmıştır. Köklü bir revizyonlar ise ilerde yapılacaktır.

CKMP genel müfettişliği görevi verilen Alparslan Türkeş, partinin yerel örgütleriyle doğrudan ilişkiye girerek onları yanına çekmeyi başarınca genel başkanlığa seçilmiştir.   Partinin dönüşümleri ise hızla devam etmektedir. Örneğin, partinin o tarihe kadar ülkenin yarısında teşkilatı varken, bu sayı hemen 61 il ve 435 ilçeye yayılmıştır. 

9 Şubat 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi adını alan CKMP, tekelci kapitalizme ve sendikalara karşı militan bir parti olmaya çalışmıştır.  Adana Kongresi’ndeki  değişiklik sadece adla sınırlı kalmamış Türkeş partiyi tam da istediği çizgiye çekmeyi eski dava arkadaşı Hüseyin Nihal Atsız’a karşı başarmıştır. Atsız ve ekibi kongreyi terk etmiş ve Türkeş tek güç olmuştur. Parti bayrağı, sembolü, İslamiyet’e bakışı, milliyetçilik tanımı, diğer etnik gruplara bakışı, teşkilat yapısı değişmiştir.

Bu değişikliklerden İslamiyet’e bakış ve milliyetçilik kavramında yapılan değişiklikler dikkate değerdir. İslami öğeler parti yapısına eklenmiş ve Şamanist motifler tasfiye edilmiştir. Atsız’ın meşhur deyimiyle; “MHP’de Allah Tanrı’yı kovmuştur”.  Türkeş “Dokuz Işık” adlı kitabında “Türk Tarihine Bakış” başlığı altında şunları demiştir:
Milletimizin tarihini iki bölüm olarak mütalâa edebiliriz. Bunlardan birisi Müslümanlığı kabul ederek İslâmiyet’e girmelerinden önceki dönemdeki tarihimizdir ki, bu dönem tamamiyle Orta Asya'da cereyan etmiş bir dönemdir (…) Türklerin yayıldığı ve büyük mücadelelerle büyük devletler kurduğu, büyük medeniyetler meydana getirdiği bir dönemdir. İslâmiyet'ten sonraki dönemi ise Türklerin batıya doğru yayıldıkları ve Batı Asya'da daha sonra Avrupa'da ve Afrika'da kendilerini gösterdikleri dönemdir. (...) Fakat Türk tarihinin en büyük devletleri ve meydana getirdiği en görkemli medeniyetleri Batı'da doğmuştur. Bu da Selçuklu İmparatorluğu ve Selçuklu İmparatorluğunu takip eden Osmanlı İmparatorluğudur.

Milliyetçilik kavramı ise ilerde değineceğimiz gibi esaslı değişikliklere uğramıştır. Atsız’ın ırkçı teması yerine din, kültür ve tarih birliği teması tercih edilmiştir. Fakat günümüzde dahi Atsız’ın bu teması etkisini sürdürmektedir. Bu iki değişikliklerin Türk toplum yapısınca daha çok benimsendiği ise bu değişim süreci tamamlanıp halka indiğinde görülecektir.     

C. DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ VE ANALİZİ

CKMP’nde yapılan değişiklikleri biçimsel ve fikirsel olarak ikiye ayırabiliriz. Biçimsel değişiklikler; ad, bayrak, amblem, teşkilat gibi değişiklikler iken fikirsel değişiklikler ise MHP’de artık tek güç ve “başbuğ”  olan Alparslan Türkeş’in dünyaya, Türkiye’ye ve Türk topluma bakışını içerir. 
1965 yılında aynı adlı çıkardığı kitabında ne komünist ne kapitalist bir nevi üçüncü yol olarak nitelediği “yüzde yüz yerli yüzde yüz milli” olan adlandırdığı Dokuz Işık Doktrini MHP’nin programının ötesinde misyon ve vizyonunu oluşturduğunu söyleyebiliriz.

 Giriş başlığında Türkeş “gaye”den söz eder. Dokuz Işık nihayetinde bu “gaye”ye ulaşmayı sağlayacak bir araçtır. Bu gayeler ise şunlardır: Türk milletini, insanca usullerle, en kısa yoldan, kendi gücüyle ayakta durabilecek, kuvvetli, müreffeh, mutlu, hak ve şereflerine sahip bir millet haline getirmek ve modern uygarlığın en ön safına geçirmek.
Bu gayeler dışında Türkeş Türkiye’nin diğer devletlerle olan geri kalmışlık mesafesini azaltmanın yollarını şöyle sıralar:

i. Her şeyden evvel bir milletin yüksek ahlâk duygusuna sahip olması ve yüksek bir manevi inanç taşıması gerekmektedir.  

ii. Bunlarla beraber milletin kuvvetli bir milliyetçilik şuuru içinde bulunması ve kendi milletini kalkındırmak, kendi milletini ileri götürmek aşkı, isteği ve azmi içinde bulunması gerekmektedir. 

iii. Bunlarla beraber bir milletin modern ilim ve teknikte hızla en yükseğe çıkması gerekmektedir. Bir toplumun hızla modern ilim ve teknikte en yüksek seviyeye çıkması, en ileri milletlere yetişmesi ise her şeyden önce süratle dünya çapında kabiliyetli, bilgili, yetenekli ilim adamları ve teknisyenler kadrosu kurmaya bağlıdır. 

iv. Bunların yanı sıra da memlekette modern sanayi kurmak ve modern tarım kurmak gerekmektedir. Gerek tarımı modernleştirme; gerek modern sanayi kurmak ve otomasyona dayanan, modern kitlevi çok üretim sağlamak ve böylece dünya ekonomisine dâhil olmak bir milletin ileri olmasını sağlayabilir. 

Bunlar çözülmedikçe bir milletin yapılacak üç, beş bin kilometre yol ile birkaç yüz köprü ile birkaç yüz okulla ileri milletlerin seviyesine hızla çıkması sağlanamaz.
Türkeş bu gayelerin gerçekleştirilmesi için “milliyetçiliğin” işlevinden yararlanma yoluna gider. Ona göre milliyetçiliğin ana işlevlerinden birisi bireyin kendine saygı duymasını sağlayarak bir amacı gerçekleştireceğine olan inancı aşılamasıdır. Türkeş yine Giriş bölümünde şunları kaleme alır: 
Bir insanın kendisine saygısı yoksa kendini aşağı görürse, kabiliyetsiz hissederse, o insanın büyük iş yapması, içinde bulunduğu çevreye yararlı olması mümkün olamaz.

Bu nedenle Türkeş Dokuz Işık Doktrini’nin başına “Milliyetçilik”i koyar.

1. Milliyetçilik.,

Milliyetçiliğin bu doktrinin bel kemiğini oluşturmasına şaşırmamak gerekir. Türkeş bu başlık üzerinden önemle durmuştur. Öyle ki Türk Milliyetçiliğin tanımı ve özellikleri konu içinde oldukça dağınık bir hal sergiler. 
Türkeş “Türk Milliyetçiliği ne demektir?” sorusundan milliyetçiliğin tanımı ve özelliklerini dağınık bir biçimde şöyle sıralar:

1) Türk Milliyetçiliği, Türk Milletine karşı beslenen derin sevgi, bağlılık duygusunun, müşterek bir tarih ve müşterek hedeflere yönelme şuurunun ifadesidir. 

2) Türk Milliyetçiliği insanî duygularla beslenen bir anlayıştır. 

3) Türk Milliyetçiliği kin ve garazı esas almayan, sevgiyi esas alan bir düşünce tarzıdır. 

4) Milliyetçilik; milletini sevmek, vatanını sevmek ve milletinin tehlikelere karşı korunması için her fedakârlığı göze almak duygusu ve düşüncesidir. 

5) Türk Milliyetçiliği bütün Türkleri kardeş sayan bir düşüncedir. 

6) Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve kendisini Türk milletinin bir mensubu kabul eden herkesi kardeş sayan bir düşünce ve görünüştür.

7) Türk Milliyetçiliği Türk milletinin gözüyle olayları görmek ve değerlendirmek zihniyetini ifade etmektedir. 

8) İster Türkiye içinde olsun, ister Türkiye dışında olsun, cereyan eden her olayın Türk milletine zarar getirmemesini istemek, düşünmek ve bunun için çalışmak duygusu ve şuuru, Türk Milliyetçiliği'nin bir başka ifadesidir denilebilir. 

9) Bunun yanı sıra Türk milletinin gerek Türkiye'de meydana gelen gerek Türkiye dışında meydana gelen olaylardan azami ölçüde yararlanmasını istemek, meydana gelen her olayın Türkiye'ye azami ölçüde yarar sağlamasını düşünmek ve bunun için çaba harcamak da Türk milliyetçiliğinin bir gereği olarak görülmelidir. 

10) Türk milleti dediğimiz gerçeği şu şekilde tarif etmek mümkün. Müşterek bir tarihten gelen ve müşterek bir tarih şuuruna sahip bulunan, aynı dine mensup, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş, yaşatmış ve bugün de aynı devletin sahibi ve bayrağı altında yaşayan, sınırları içinde yaşayan insan topluluğu Türk milletini teşkil etmektedir. Yani Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı tarihe mensup, aynı şuurunu taşıyan ve aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğu bugünkü milletimizi meydana getirmektedir. 

11) Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatana bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakârlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve bu şuuru taşıyan herkes Türk'tür. Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk'tür.

12) Milliyetçilik, Türk milletine karşı beslenen derin sevginin ifadesidir.

13) Bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan derin, köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce, en modern, en ilmi metotlarla çıkarılarak en kısa yoldan modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlamak duygusundan kuvvet alır.

Fakat Türkeş sınır dışında yaşayan Türkleri yok saymaz. Atatürk Milliyetçiliği ile bir farkı da budur. Yine de Türkeş Dokuz Işık’ta “Turancılık” fikrinden uzun uzun söz etmez.  Böyle olunca Türkeş Fransız ve Cermen milliyetçiliklerini kaynaştırmaya çalışmıştır fakat bu düşünceler temelde birbirleri ile çelişmektedir.
Yakın tarihe “Tabutluklar” adı ile geçen, tavanlarında beş yüzer mumluk ampullerin yandığı işkence odalarına kapatılan ve dönemin Emniyet Müdürü Ahmet Demir ve Savcı Kazım Alöç tarafından Nihal Atsız'a yazmış olduğu mektuplar yüzünden sorguya çekilen Alparslan Türkeş: “Biz, milliyetçiyiz. Biz bütün Türklerin, dünyada yaşayan Türklerin mutlu olmasını istiyoruz, esaretten kurtulmasını istiyoruz. Yani bu fikir, eğer Turancılıksa; bu fikri taşıyoruz” demektedir.” 
Türkiye’deki Türk milletinin menfaatini diğer Türk milletlerinden önde tutan Türkeş Turancılık hakkında şunları yazar: 
Türkiye'de Turancılık görüşleri hakkında yalan yanlış iddialar ortaya atılmış ve Turancılık düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir düşünce olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir. Yunanlılar için Enosis neyse, Ruslar için Panislavizm neyse. Almanlar için Alman Birliği neyse; Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için Panaryanizm neyse, Türkler için de Turancılık odur. Ruslar için suç ve kusur olmayan, Almanlar için suç ve kusur olmayan, Yunanlılar için suç ve kusur kabul edilmeyen, Araplar için suç ve kusur kabul edilmeyen, daha birçok milletler için suç ve kusur kabul edilmeyen kendi milletinden olan insanların kölelikten kurtulması ve yakın kültür birliği içinde, yakın işbirliği içinde bir varlık haline gelmeleri düşüncesi, Türkler için neden kötü gösteriliyor?
Aslında bunun cevabı pek de muğlak değildir. Çünkü Hüseyin Nihal Atsız’ın başını çektiği “Turancı”lar Turancılığı diğer ülkelerde bulunan Türkleri siyasi arenada kullanmak yerine ülke içindeki diğer milletleri ötekileştirme yoluna gitmişlerdir. Atsız’ın “Yağmur oğlum” diye başlayan oğluna öğüdü bunun en açık göstergesidir. Böyle bir duruma ulus devlet olarak inşa edilen Türkiye’nin refleks göstermesi pek de şaşılacak bir durum değildir.
Türkeş’in Siyasete atılmadan önceki konuşma ve yazılarında, belki de hayatının en önemli davası olan 1944 Türkçülük olaylarında Turancılık-Dış Türkler meselesi önemli bir yer tutarken ileriki yıllarda ve özellikle 1970’lerden sonraki zaman dilimde pek az yer tutmaktadır.  

Türkeş Türk’ün tanımını ise şöyle yapar: 

“Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendisini samimi olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk'tür.” 
Bu Atatürk’ün  “Ne mutlu Türk diyene” sözü gibi birleştirici bir özellik taşır. 
Türkçülük tanımını ise şöyle yapar: 
“Türkçülük, Türk milletinin hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk'e yararlı olması amacının, fikrinin ön planda tutulmasıdır.”   

2. Ülkücülük.,

Türkeş idealizm ile eş anlamlı tuttuğu ülkücülüğün tanımını şöyle kaleme alır: 
“Ülkücülük veya idealizm insan kafasının içinde elde edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel, kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için arzu gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır. İşte ülkücülük de yani idealizm de insanların ve insan topluluklarının kendileri için varılması mutluluk sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş bir durum sağlayacak, bir hayalin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir.”
Türkeş Türk ülküsünün tanımı olarak şunları yazar:
Ülkücülüğümüz; Türk milletini en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak; mutlu, müreffeh hale getirmek; bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturmaktır.
Yaptığı bir diğer benzer tanım ise şöyledir:
Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kademesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hale getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve sevgi göstermeyi, onların mutluluğunu dilemeyi ve onların mutluluğunu, Türkiye'yi risklere, tehlikelere maruz bırakmadan, bırakmaksızın, bırakmamak şartıyla sağlamaya çalışmayı içine alan bir ülkücülüktür.

Türk Ülküsüne ise şunları katar:

Her şeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta, insanlık duygularında en yüksek seviyede bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın en ileri girmiş varlığı haline gelmesi ve ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre geliştirmiş ve modern sanayi kurmuş, refahlı bir toplum haline getirmesi... Türk milletinin hiç kimseden merhamet dilenmeyecek, lütuf dilenmeyecek bir duruma gelmesi, kendi gücüyle ayakta duran, kendi, gücüyle varlığını koruyabilen ve sözünü dünyanın her yerinde saydırabilen bir varlık haline gelmesi düşüncesidir.
Bunun yanı sıra Türk milletinin haklarını her zaman dünyaya tanıtabilmesi, dünyaya duyurabilmesi düşüncesidir ve yine bunun yanı sıra bütün Türklerin kölelikten, yabancıların buyurduğu altında yaşamaktan kurtulmaları hepsinin bağımsız hale gelmeleri, bağımsız olmaları Türk ülkücülüğünün bir diğer görüşü, düşüncesidir. 
Türkeş ülkücülüğü de milli ve insani ülkü olarak ikiye ayırır. Milli ülkü yukarıda bahsettiğimiz yani faydası tüm topluma yayılmış amaçlar iken insani ülkü kişinin bir yaşam amacı belirlemesi, işini en iyi yapan olmasını ifade eder. Yani hem milletini hem kendisini geliştirmeye çalışacaktır. Türkeş her Türk Milliyetçisinin ülkücü olması gerektiğini belirterek ülkücülüğe verdiği önemi ayrıca belirtir.   

3. Ahlakçılık.,

Türkeş’e göre Ahlak:

Kişinin davranışlarını ayarlayan, sınırlayan ve bu davranışların hem kendisi için yararlı olmasını, kendisine mutluluk sağlayacak şekilde düzenlenmesini hem de çevresini rahatsız etmeden, zarara sokmadan çevresiyle uyuşmasını sağlamak üzere konulmuş olan kaidelerdir; münasebet prensipleridir, yaşama prensipleridir.
Türkeş Türk toplumunun ahlak kaynaklarını ise, İslam ve milli tarihe dayandırır.
Prensip olarak ahlakçılığı ise şöyle tanımlar:
Ahlâkçılık, her şeyden önce kişilerin ve toplumun millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yetiştirilmesi ve millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yaşaması ilkesidir.
Türkeş bir diğer tanımda ise şunları yazar:
Ahlakçılık derken her şeyden önce milletimizin dini olan İslâmiyet esaslarını ve İslâm inançlarını bunun başlıca kaynağı olarak almaktayız. Bunun yanı sıra kendi milli geleneklerimizi, milli tarihimizi ve milletimizin geçirmiş olduğu çeşitli tecrübelerin bize kazandırdığı kuralları göz önünde bulundurmaktayız.
Türkeş ahlakı bireyin devlete olan bağlılığını ve hatta devletin varlığının kişinin varlığından önde geldiğini pekiştirmek için kullanır. Bu düşünceleri bir ahlak kuralı olarak tanımlar. Ardında her ne olursa olsun dürüst hareket etmek, sabırlı hareket etmek ve büyüklere karşı saygılı, itaatli olmak, küçüklere karşı şefkatli olmak ve sevgi göstermek gibi ilkelerden bahseder.

4. İlimcilik.,

Türkeş İlimcilik prensibi ile ülkenin refahının artacağını öngörür. Refahı artırmak ise ilim ve teknik sayesinden güçlü bir orduya sahip olmaktan geçer. Bu nedenle Türkeş Türkiye’nin ilimde ve teknikte ilerlemesi gerektiği konusu üzerinde durur. Elbette bu teknik ilerlemenin ilk olarak askeri alanda meyve vermesi gerekmektedir. İlim ve teknikte ilerlemenin ise modern sanayinin kurulması, tarımın modernleştirilmesi ve gerekli beyin gücünün yetiştirilmesinden geçtiğini belirtir.
Türkeş önceliğin yüksek öğrenim kurumlarına verilmesi gerektiği üzerinde de durur. Ona göre bu kurumların yetiştirdiği kadrolar ilim ve teknikte ülkeyi daha iyi seviyelere getireceklerdir.
Türkeş Milli Eğitim’i de ele alır çünkü nihayetinde Milli Eğitim belirlenmiş bu amaçları gerçekleştirmek için birincil araçtır. Milli Eğitim’in dört amacını olarak ise şunları yazar:

a) Türk insanını yaşı ne olursa olsun Türk milletinin tarihinden şuur almış olan, Türk geleneklerinden şuur almış olan, Türk milletinin Milliyetçilik duygularıyla ve manevi değerleriyle beslenmiş olan insanlar olarak yetiştirmelidir.
b) Milli Eğitim Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre hedeflerini tayin etmeli ve Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları önce tespit edilmelidir.
c) Türk insanını topluma yük olmadan yaşayacak, üretici olarak yetişecek ve topluma katkıda bulunacak şekilde yetiştirmesi esas olmalıdır.
d) Bugün dünya üzerinde tekniğin, teknik bilginin önemi hayati derecede artmıştır. Bunun için Türk çocuklarını teknik eğitime yönelik yetiştirmek gerekmektedir. Türk çocuklarını, Türkiye'nin ihtiyacı olan kalkınmayı sağlayacak bir eğitim göstererek yetiştirmek yoluna gidilmelidir.

Türkeş devlet meselelerinin çözümünde ise pozitivist bir tavır takınır. İlmi yol gösterici olarak kabul eder. İslam’a doktrinine sık sık atıfta bulunan Türkeş’in bu tavrı gariptir. Görülüyor ki Türkeş İslam’ı, devletin kutsallığı ve yönetime itaatin gerekliliği fikirlerinin teması olarak kullanmakta ve böylece milletin devlet için var olduğu fikrini tartışılmayan bir alana taşımaktadır. Bu davranış Türkeş’in üniformasını hala tam anlamıyla çıkarıp siyaset yapacak seviyeye gelemediğini göstermektedir.  

5. Toplumculuk.,

Türkeş bu başlıkta Türk toplumu ile ilgili çözümlemelerinden söz eder ve yapılması gerekenleri sıralar. Bunların tamamı devletin ekonomik olarak kalkınması amacına hizmet eden düzenlemelerdir.
Türkeş toplumculuğun tanımı ise şöyle yapar: 
Toplum menfaatinin, toplum varlığının üzerinde gözetilmesi demektir.
Türkeş toplumculuğun gereğini ise şöyle belirtmiştir:
Kişiler, toplumun yararını, toplumun yükselmesini, Türk milletinin korunmasını, yükselmesini, yaşatılmasını her şeyin üstünde görecekleri ve her hareketi Türk milletine yararlı mı yoksa zararlı mı olur düşüncesiyle değerlendireceklerdir.
Türkeş ayrıca, vatan, millet ve devlet menfaatlerinin birey menfaatlerinin her zaman üstünde olduğuna dikkat çekerek bireylerin her türlü davranışlarından bu parametreye uymalarını gözetir. Hal böyleyken Türkeş yine “millet devlet içindir” söylemini seslendirir.
Türkeş toplumculuk görüşünü iki bölüme ayrılır. 

a. Ekonomiyi temsil eden bölüm,
b. Sosyal yapıyı ilgilendiren, sosyal görüşü temsil eden bölüm.

a. Ekonomiyi Temsil Eden Bölüm.,

Türkeş ekonomik görüşünü sanayinin kurulması, modern tarıma geçilmesi ve böylece kalkınması ile ifade eder. Sanayi ve tarıma dengeli önem verilmesi gerektiği üzerinde duran Türkeş bunları uzun uzun yazdıktan sonra Türk milletinin kalkınması için uygulayacağımız model nedir? Sorusunu sorar.
Anayasamızın kabul ettiği sistemin “Milli Ekonomi Sistemi” olduğunu söyleyen Türkeş, Milli Ekonomi Sisteminin esasında karma ekonomiye dayandığını, fakat bu karma ekonominin klasik karma ekonomi değil, modern karma ekonomi olduğunu ifade eder. Modern karma ekonominin farkı ise kamu ve özel sektör dışında bir üçüncü sektörü millet sektörünü içinde barındırmasıdır. 
Türkeş uygulayacağı modele "Üçlü Esasa Dayanan Karma Ekonomi" modeli adını verir. 

Bu Model ile; 

i. Özel teşebbüs desteklenecek, yardım görecek, 
ii. Devlet eliyle kamu yatırımları yapılacak, 
iii. Toplum sosyal dilimler, gruplar halinde, kooperatifler halinde, üretim ve tüketim birlikleri halinde teşkilatlandırılarak tasarruf sandıkları kurarak, MEYAK gibi, OYAK gibi kuruluşlar meydana getirilerek millet eliyle yatırımlar yapılması sağlanacaktır.

Gerçektende ne kapitalist ne sosyalist üçüncü bir yol olarak görülebilir bu model. Nihayetinde ne tam kapitalist kurallar ne de tam sosyalist sistem egemendir. 
Türkeş’in bu modelde kastettiği üçlü esas: Özel sektör, kamu sektörü ve millet sektörüdür. Türkeş ayrıca İtalyan faşizmindeki korporatif sisteme benzeterek Türk toplumunun altı sosyal dilime ayırmış ve iktidarında söz konusu altı meslek grubunu korporasyonlar şeklinde örgütleyerek ülkeyi yönetmek istemiştir.  Bu altı sosyal dilim Türkeş’in kalkınma modelini kapitalizmden uzaklaştırmaktadır. Çünkü üretim araçları üçüncü bir sektör olan millet eline geçmekte ve gelir adaleti sağlanmaktadır. Türkeş bu konuda şöyle yazar: 
Altı sosyal dilimimiz fabrikaların sahibi olunca, üretim araçlarının mülkiyetine, kara ve işyerinin yönetimine de katılmış, ortak olmuş olacaktır. Bunun sonucunda tam manasıyla sosyal adalet de sağlanıp, gerçekleştirilecektir. … Böyle bir iktisadi düzende gelir dağılımı da adil olacaktır.
  Bu altı dilimi ise şöyle sıralayabiliriz. Köylü dilimi, işçi dilimi, esnaf dilimi, memur dilimi, işveren dilimi ve serbest meslek mensupları dilimi. Her dilimin kendi içinde ayrı ayrı bir tasarruf teşkilâtı kurması gerekmektedir.

Türkeş Mülkiyet hakkı için ise şunları yazmaktadır:

Milli Doktrin Dokuz Işık mülkiyeti insan haklarının vazgeçilmez bir bölümü kabul etmektedir. Fakat mülkiyetin kapitalist sistemde olduğu gibi belirli kimselerin elinde yığılmasına ve mülkiyet hakkının başka kimselerin üzerinde sulta kurmak vasıtası olarak kullanılmasına karşıdır.
Görüldüğü gibi Türkeş mülkiyet dağılımındaki eşitsizliğe vurgu yapmaktadır. Türkeş mülkiyet hakkının gerekliliği için de şunları yazar:
Mülkiyet kavramı ile hürriyet kavramı arasında çok sıkı bir bağlantı vardır. İçtimai ve iktisadi adalet, hürriyet ve eşitlik, sömürüden kurtulma, yabancılaşmadan uzaklaşıp, insanların maddi ve manevi ilişkilerini geliştirmesi, mülkiyet ilişkisine bağlıdır. İnsanlar, sınıflar ve toplumlar arsındaki farklılaşmanın, sömürü ve yabancılaşmanın temel sebebi, bazılarının mülkiyet sahibi olup, bazılarının olmamasıdır.

 Türkeş’in söylemlerinde “özel mülkiyete karşı değiliz” vurgusu sık sık dillendirilir. Hatta Sovyetler Birliği eleştirisinde de temel farkı da mülkiyetin adaletli bir şekilde dağıtılması görüşüdür.  İşte Dokuz Işık bu başlığı ile bunu da engelleyecektir. Türkeş bunun da bahsettiğimiz altı dilimin de kendi arasında kuracağı sandıklarla yapacağı yatırımlarla olacağını belirtir ve bu konuda şunları yazar:

Bu maksatla her sosyal dilim bir tasarruf sandığına, bir tasarruf teşkilatına sahip olacaktır. Bugün yurdumuzda kurulmuş olan OYAK gibi, kurulmaya çalışılan MEYAK gibi. Bu tasarruf sandıklarında, her vatandaşın kendi imkânlarına göre toplanan tasarrufları millet sektörünün yapacağı yatırımları meydana getirecektir. Bu yatırımların sahipleri bu tasarrufları yapan kişiler olacaktır. Hisse senetleri vasıtasıyla kurulan fabrikalar, kurulan tesisler bu tasarrufları yapan vatandaşlarımızın malı olacaktır, mülkü olacaktır. Böylece her vatandaşa mülkiyet hakkı sağlanacak ve mülkiyet yaygınlaştırılmış hale getirilecektir.
Alparslan Türkeş 19. asırdan bu yana yaratılmaya çalışılan sermaye birikimi için de yapılması gerekenleri sıralar: Türk milletinin tasarrufla edindiği birikimler ile büyük sermaye birikimi sağlanması yolu; halkın kullanılmayan emeğinin kullanılması. Bunlardan kastı ise işsizlerdir.
Türkeş yatırımların önceliğinden söz eder ve süslü binalar yapmak, opera binaları yapmak, kapalı spor salonları yapmak gibi faaliyetlerin refah artışına direk etkisi olmadığını ileri sürerek bunların öncelik olmaması gerektiği üzerinden durur. Ona göre öncelikle Türk üretimini arttıracak ve Türkiye’nin gelirini, iktisadi gücünü arttıracak faaliyetlerin yapılması gereklidir. Bu “ölü yatırım”ları Türkeş gereksiz bulmamakla birlikte bunlara ayrılan kaynağın öncelikle sanayi ve tarıma aktarılmasını savunur. 
Toplumculuk ilkesinde gözetilen hususları üç ayrı bölümde açıklar:

I. Özel Teşebbüs.,

Toplumun kalkınmasında özel teşebbüs desteklenecek, himaye edilecektir. Fakat bunu yaparken işveren işçi ilişkilerini karşılıklı olarak iki tarafın da haklarını koruyacak ve her iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde denetlenmesi, düzenlenmesi, nezaret altında bulundurulması esasını şart koşuyoruz.
Türkeş işçi ile işveren arasında devlete hakem görevini vermiştir.

II. Küçük Sermayenin Birleşmesi

Burada kastedilen şey halkın elindeki küçük sermayelerin -ki yukarda benzer şeyler söyledik- birleştirilerek büyük yatırımlar haline getirilmesi ve mülkiyetin toplum içinde bölünmesidir.

III. Sosyal Yardım ve Güvenlik Teşkilatı 

Bu da Türk Milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilâtı meydana getirmek görüşüdür. 

Türkeş burada Osmanlı dönemi yardımlaşma sandıkları, loncalar, vakıflar, mahalle teşkilatlarından esinlenmiş ve bunların tekrar hayata geçirilmesini planlamıştır. Belirtmek gerekir ki Osmanlı toplum yapısı Türkiye toplum yapısından farklıdır. Osmanlı’da toplumlar gelir dağılımına göre değil dini olarak tabakalaşmışlardı. Yani zengin Ermeni ile fakir Ermeni ya da zengin Müslüman ile fakir Müslüman aynı mahallede yaşıyordu. Türkiye’de ise dikey tabakalaşma vardır yani zengin fakir ayrımı tabakalaşmanın tek ölçeği olup etnik ya da dini farklılıklar önemsiz hale gelmiştir. Bu nedenle zengin Müslüman ile zengin Yahudi aynı tabakada ve toplumsal mekânda buluşur. Böyle olunca Türkeş’in sözüne ettiği yardımlaşma sistemi temelden çöker. Çünkü bu yardımlaşma sistemi özünde gelir dağılımını eşitlemeye ve zenginden fakire kaynak tahsisine dayalıdır. 
Türkeş yukarıda anlattıklarımızdan başka toplumun psikolojik yapısına da değinir. Toplumun karamsar olduğunu ve bu nedenle kendisini meşgul ve mutlu edecek sanatsal faaliyetlerde bulunmasının ve sonuçta mutlu ve pozitif olmasının onun iş gücene artı değer katacağını savunur. Velâkin Türkeş daha öncesinde kaynakların opera, spor salonu vb “ölü yatırım”lara öncelikle verilmemesi üzerinde durarak burada kendiyle çelişmiştir. Yine Türkeş “sanat toplum için, toplum yararına kullanılacaktır” diyerek faşist devlet yönetimlerini andırmıştır.

6. Köycülük.,

Köycülük iki temel görüş şunlardır: Birincisi tarım kentleri görüşüdür; tarım kentleri esasına göre köy grupları meydana getirmek yani köyleri köy grupları halinde teşkilâtlandırarak ihtiyaçlarını karşılamak. İkincisi de tarımı hızla modernleştirmek ve teşkilâtlandırmak için tarım ve toprak reformuna başvurmak, tarım ve toprak reformunu birlikte yapmak. 
Türkeş bu başlığa büyük önem vermiştir çünkü bu doktrinin yazıldığı dönemde nüfusun %65 kadarı köylü nüfusu oluşturmaktadır. Türkeş bu sayının azaltılmasını ve tarım reformu ile köylerin daha sistemli/teşkilatlı hale gelmesi gerektiğini savunur. Sayıları çok fazla olan köylerin merkez köyler etrafından birleşerek cazibe merkezleri oluşturulmasını, kaynak tahsisinin böylece daha az yapılması ile kalkınmanın daha hızlı olacağını açıklar. Daha önce söz ettiğimiz altı dilimden en kalabalık olan köylü dilimin yardımlaşma ve sermaye biriktirme amacıyla kurulan, Türkeş’in “Köy-Ak”  dediği teşkilatı ise tarımın dünya ekonomisine açılmasını sağlayacaktır.
  
Türkeş’e göre komünistlerin “ağalık edebiyatı” yaparak savundukları toprak reformu ise gerçekte akılcı değildir.  Çünkü teşkilata önem veren Türkeş, toprakların köylülere dağıtılmasının ve işlenemeyecek derecede küçültülmesinin üretimi engelleyeceğini öngörür. Bunların sebebi olarak da köylü nüfusun diğer ülkelere oranla çok daha kalabalık olmasını gösterir.

7. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik.,

İnsanlar için mutluluk her şeyden önce hür olmaya bağlıdır. 
Her ne bahane ile olursa olsun, her ne isim altında olursa olsun insanları hürriyetsizliğe sürükleyen her çeşit davranışa karşıyız. 
Bu sözlerle hürriyete verdiği önemden söz eden Türkeş “İnsan Hakları Beyannamesi”nde ve “Birleşmiş Milletler Anayasası”nda yer alan tüm özgürlükleri kastettiğini belirtir. 
Türk milleti için uygun gördüğümüz yönetim sistemi de Hürriyetçi Demokrasi sistemidir.
Aslında hürriyetçi demokrasinin Türkeş tarafından ya da bir yönetim grubu tarafından uygun görülüp işletilmesi temelde “özgürlük”le çelişir. Çünkü özgürlük birincil olarak ifade özgürlüğünü ve seçim özgürlüğünü kapsar. “Hak verilmez alınır” sözü de bu duruma benzer bir haldedir. 

8. Gelişmecilik ve Halkçılık.,

Dokuz Işık'ın sekizinci ilkesi “Gelişmecilik”tir. Türkeş gelişmeciğin tanımını şöyle yapmıştır: 
Daima daha iyiyi, daha gelişmiş bir durumu el de etmek için araştırma yapmak; daha iyiye, daha mükemmele varmak arzusu taşımak ve bunun için çareler aramaktır.

Bununla beraber Türkeş gelişmeciliği devrimsel değil revizyonist bir tavırla açıklar:

Gelişmecilikte içinde bulunulan durumu yıkmak, devirmek söz konusu değildir. İçinde bulunulan durumu düzeltmek, yeniden durumu düzeltmek, yeniden düzenlemek, geliştirmek bahis konusudur. Yeni devrimcilik, gelişmeciliğin zıddı bir düşüncedir; görüştür. 

Türkeş devrimciliği neden bir yol olarak kabul etmediğini de şu sözlerle açıklar: 
Devrimcilik geçmişe ait her şeyi yıkmak, geçmişe ait her çeşit değerlerimizden vazgeçmek ve bizimle, tarihimizle ilgisi olmayan, nereye varılacağı kestirilemeyen bir başka durum meydana getirmek anlamını taşımaktadır.
Tüm bunlara rağmen Türkeş Cumhuriyet devrimlerine karşı olduğunu belirtmemiştir. Türkeş’in bu tavrı komünizme cephe almasından olsa gerek tamamen sosyalist devrim söylemlerine dir. 

Gelişmeciliğin bir diğer önemli faktörü ise, tabiat olaylarının, tabiat güçlerinin insanlara, insan toplumlarına zarar vermesini önlemek, buna karşılık tabiat güçlerinden tabiat olaylarından insanların, insan toplumlarının mümkün olduğu kadar büyük ölçüde yararlanmasını sağlamaktı.  
Türkeş gelişmecilik ilkesini Milli Doktrinin içine koyuş nedeni ise şöyle açıklamıştır:
İşte bütün gençlerimize, bütün memleketimizin insanlarına gerek kendi şahsi yaşayışlarında ve şahsi işlerinde, mesleklerinde daima daha iyiye varmak, daha mükemmele ulaşmak, daha güzeli elde etmek aynı zamanda milletimiz için, vatanımız için, devletimiz için daha yükseğe çıkmak daha kalkınmış, daha ileri bir duruma gelmek isteğiyle, ihtirasıyla yol aramak, çare aramak, çalışmak gerektiğini ortaya koymak istemekteyiz. Bunun içindir ki, gelişmecilik ilkesini Milli Doktrinin içine koymuş bulunmaktayız.

Türkeş gelişmecilik ile daha ileriye daha iyiye gitmeyi kastetmiştir. Türkeş bu konuda hırslı olmayı ve her zaman daha iyisini istemenin ve yapmanın faydası üzerinde durur. Böylece basamak basamak ilerlemek ve refahı arttırmak mümkün olacaktır.  

Türkeş sistemde değişikliği savunmuştur. Ona göre devrimsel bir hareket geçmişle bağların kopması anlamına geleceğinden oldukça zararlıdır.  Ayrıca gelişmecilik ile doğadan yararlanma yoluna gidilmesi gerektiğinden söz eder.
Son olarak Türkeş halkçılık hakkında şunları yazar:
Halkçılık deyimiyle kastedilen şudur: Her şeyin halkla beraber, halk için olması ve halka doğru olması ve halk tarafından olması.
Görülüyor ki Türkeş yine bir çelişki içinde kalmıştır. Daha öncesinden milletin devlet için var olduğunun altını çizen ve hatta sanatın toplum için yapılmasını isteyen Türkeş’in her şeyin halk için olduğunu ve hürriyetlerin vazgeçilmez olduğunu söylemesi siyasi bir manevra olarak görülemeyecek kadar mantıksızdır.   

9. Endüstricilik ve Teknikçilik.,

Türkeş bu başlıkta sanayiden ve onun temeli kabul ettiği teknikçilikten bahseder. Türkiye’de hafif sanayiden öte ağır sanayinin kurulmasını ve böylece modern tarıma geçilmesi gerektiğini söyleyen Türkeş, dünya milletlerinin atom ve uzay çağındayken Türkiye’nin henüz elektrik çağına giremediğini yazar. Fakat Türkeş endüstriye ve teknikçiliğe verilen önemin tarıma da aynı şekilde verileceğini ve bunların birbirinin fırsat maliyeti olmadığını belirtir.

Gelişmiş ülkelerle arasındaki fark giderek artan Türkiye’nin durumuna vurgu yapan Türkeş mevcut politikalarla bu farkın giderek artacağını savunur. Ve ona göre yapılması gerekenler; ivedi şekilde ağır sanayinin kurulması ve bunun için teknik alanında ilerlemenin sağlanması ve modern tarıma geçilmesidir. 
“Müreffeh ve Kuvvetli Türkiye” için kalkınma programının sanayi ayağını Türkeş ayrıca söyle ifade etmiştir: 

Kalkınmanın ana stratejisine hâkim olabilmek için ağır sanayi enerji menbaaları, demiryolları devlet elinde kalmalı; hafif sanayi özel sektöre devredilmelidir. (…)Yapılacak iş devleti otelci, kunduracı, bezci, kasap ve meyhaneci halinden çıkarmak ve sanayin nazım sektörünü de karcı, çıkarcı bir zihniyetle işleyen kayırılmış dostlar tagallübünden kurtarmaktır.

Son olarak Türkeş ULU TANRI’dan  güç ve imkân vermesini niyaz ederek ana ilkelerin özetini bitirir.   

SONUÇ

Dokuz Işık genel itibari ile sistemli yazılmamış bir eserdir. Örneğin kavram tanımları metin içinde karmaşık bir vaziyette bulunur. Bun nedenle Dokuz Işık’ı anlamak Türkeş’in ayrıca diğer eserlerini referans almak ile söz konusu olabilir. Çünkü Dokuz Işık adlı eserinden fikirlerini açıklamada ise oldukça basite kaçmıştır. Belirtmek gerekir ki Türkiye’nin sorunlarının saptanmasında nispeten başarılı olan Türkeş yapılması gerekenleri sıralarken faşist devlet uygulamalarını andırır. 

Kalkınmanın ön şartı sanayileşme, sanayileşmenin ön şartı sermaye birikimidir. Sermaye birikimi ise üretim araçları üretiminin millileştirilmesi anlamına gelmektedir. Bir ülkenin üretim araçlarını kendi ülkesinde milli sermayesiyle yapabilmesinin şartlarıysa öncelikle toplumu bu yönde motive etmek ve bu yöne kanalize ederek seferber etme gerekliliğidir.  Bu nedenle Türkeş’in doktrinin tüm başlıkları nihayetinde -insanları moralize etmek gibi yan amaçları ile bile olsa- ekonomik kalkınmayı sağlama amacı taşır. Türkeş kalkınmayı ise modern tarım ve ağır sanayinin kurulması tabanında düşünür. Tüm bu kalkınma sistemini ise ne komünist ne kapitalist “üçüncü yol”la yapmayı düşünür. Temelde kalkınma aracı ise, toplumu İtalyan faşizmindeki korporatif sisteme benzeterek altı sosyal dilime ayırmak ve her dilimin sermaye birikimi yapmasını sağlamaktır. Türkeş’in modern tarım ve ağır sanayiye geçişi de bu açıdan bu birikime dayanır. 
Ekonomik kalkınmanın özü de bu iki gelişme olunca Türkeş’in ekonomik refah sisteminin bu altı sosyal dilim ve akabinde meydana gelecek sermaye birikimi üzerine inşa edilmiş olduğu açıkça görülür. Fakat sosyal yapıların dinamik ve kaotik yapıları itibari ile bu derece ayrıntılı düzenlemelere uygun olmadığı tarihin seyri içinde anlaşılmıştır. 

Türkeş’in devlete itaati pekiştirmesinin nedeni ise devletin söz ettiğimiz “milli kalkınma” ve “milli kültür” gibi temel gayelerin uygulayıcısı konumunda olmasıdır. Bir tarafta üretim biçimde yapılması gereken değişimle açıklanan maddi kalkınma; diğer tarafta, üretim ilişkilerini de tamamlayacak olan, sosyal ilişkilerde içselleştirilmesi gereken manevi kalkınma vardır.  Devlet ise bunları gerçekleşmesi için çalışan güçtür. 

Söz etmemiz gereken bir başka nokta ise Türkeş’in “genç” nüfusu ocak içi eğitim vb uygulamalarla oldukça başarılı biçimde tarafına çekmiş olmasıdır. Adana Kongresi’nden CKMP’nin yeni programına muhalefet şerhi koyanlardan biri olan Zonguldak delegesi Müfit Duru, program tasarısı için yazdığı muhalefet şerhinde bu konudan şöyle bahseder: 

“Gençliğin siyasi bir eğitimle yetiştirilmesini öngören hüküm için, bu hüküm demokratik hiçbir memlekette hiçbir siyasi partide, görülen bir husus değildir. Bu tarz prensiplere ancak Lenin Rusya’sında, Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında ve Franco İspanya’sında rastlanabilir.”

Alsaç’ın adı geçen yükseklisans tezinde de yazdığı gibi Türkeş’in doktrini birbirinden ayrılmayan iki amaca hizmet eder; bunlardan biri maddi kalkınma diğeri ise manevi kalkınmadır. Maddi kalkınma söz ettiğimiz sanayileşme hamlesi iken manevi kalkınma ise bunu gerçekleştirecek toplumsal birlikteliğin gerçekleştirilmesi, toplumun tek dil ve kültür ile bütün hale gelmesi, toplumun sosyal inanç, ahlak ve kültür figürleri ile devlete sadakatinin sağlanması, toplumsal bilinç oluşturulması ve toplumda her bireyin üretime katılmasıdır.
Açıkça görülmektedir ki Türkeş’in asıl gayesi kalkınmadır. Milliyetçilik, İslam vb kültürel kavramlar Türkeş için sadece bu amaca yönelik araçlardır. Türkeş için milliyetçilik Atsız’daki asıl gaye olmamıştır. Türkeş için milliyetçilik motifi, kalkınmaya yönelik bir araçtan öte değildir. 

Türkeş için milliyetçiliğin sadece bir kalkınma amacı olduğunu Dokuz Işık adlı eserinden gayet net anlayabiliriz:

 Bir insanın kendisine saygısı yoksa kendini aşağı görürse, kabiliyetsiz hissederse, o insanın büyük iş yapması, içinde bulunduğu çevreye yararlı olması mümkün olamaz. Bir insan bir hendeğe doğru “Ben bu hendeği atlıyamam, gücüm yetmez, kabiliyetim yoktur" endişesiyle ümitsiz ve tereddütlü gelirse, o hendeği aşamaz, atlayamaz. Bir insan kendine güvenerek “Ben kuvvetliyim, ben bu hendeği hiç yüksünmeden atlayabilirim’’ diye korkusuzca gelirse atlar. Zafer, hiç bir zaman mahvolduklarını zannedenler tarafından kazanılamaz. Milletlerin hayatı da böyledir. Milletler kendi varlıklarının değerini hissederler, kendi kudretlerine inanç duyarlar, kendi izzetinefislerini her şeyin üstünde tutabilirler ve kendi varlıklarına saygı duyarlarsa, uygarlık âleminde büyük varlık gösterirler, büyük eserler meydana getirirler ve aynı zamanda kendi toplumları içinde yaşayan bütün insanları mutluluğa, refaha erdirirler. Bundan dolayıdır ki, biz prensiplerimizin başına milliyetçiliği koyuyoruz.

Görüldüğü gibi Türkeş’le özdeşleşen milliyetçilik Türkeş için aslında sadece bir araçtır. Bu araç bireylerin kalkınma yolunda daha istekli ve inançlı olmalarını sağlar. Gaye kalkınmaktır. Bu nedenle MHP, CKMP’den aldığı milliyetçi söylemi değiştirmiş ve kalkınma yolunda bir araç konumuna indirgemiştir. Fakat günümüzde hala MHP’in temel misyonun toplumu milliyetçi hissiyatlarla bir araya getirmek olduğu sanılmaktadır. Oysa Türkeş MHP’nin amacı kalkınmaktır. Milliyetçilik buna hizmet eden bir araçtır. Araç amaç konumuna gelmemiştir asla. Türkeş’in bu manevrası yani araç-amaç kavramlarını muğlaklaştırması insanların kalkınmaya katılmasa bile milliyetçi hislerle MHP’li olması yolunu açabilmiştir. Sonuçta Türkeş’in kalkınmayı açık bir gaye olarak belirtip milliyetçiliğin salt araç olduğunu açıklaması bu partiye salt milliyetçi gaye ile oy verenleri kaybetmesi anlamına gelebilirdi. Nitekim Türkeş öyle yapmadı.

1963’ten kalp krizi geçirdiği 4 Nisan 1997'ye dek sivil arenada siyaset yapan Alparslan Türkeş, partiye yön veren, partiyle bütünleşen karizmatik kişiliği ile Türk siyasi tarihinde yerini almış ender liderlerdendir.    

HAZIRLAYAN;
Davut Taş.,
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Yükseklisans I. Sınıf

KAYNAKÇA

ALSAÇ, Neşe Tarhan, “TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİLİK VE KALKINMA: ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN ÇALIŞMALARI VE GÜNÜMÜZE ETKİLERİ” Yükseklisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat ABD, İstanbul 2009,
AHMAD, Feroz, “MODERN TÜRKİYE’NİN OLUŞUMU”, Kaynak Yayınları, 9. Basım, 2011.
AHMAD, Feroz, “DEMOKRASİ SÜRECİNDE TÜRKİYE”, Hil Yayınları, 4. Basım, 2010.
AKŞİN, SİNA (yayın yönetmeni), “Çağdaş Türkiye 1908-1980 4. Cilt”, Cem Yay., 10. Basım, 2008.
BİRAND, M. Ali, “Türkiye’nin Avrupa Macerası 1959- 1999”, Doğan Kitap, 11. Basım, 2011.
ÖZDEMİR, Zeki, “1965-1969 yılları arasında Cumhuriyetçi Köylü Millet Patisi ile Milliyetçi Hareket Partisi” Yayınlanmamış Yükseklisans Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, 2007.
YALÇIN - ÇAY, Semih – Abdulhaluk, “Tarihte Türkler ve Alparslan Türkeş ” Berikan Yayınevi, I. Basım, 2003.
YALÇIN, Soner, “Siz Kimi Kandırıyorsunuz”, Doğan Kitap, I. Basım, 2008.
TÜRKEŞ, Alparslan, “Milli Doktrin Dokuz Işık”, Kamer Yayınları; İstanbul, 1997.
TÜRKEŞ, Alparslan, “Temel Görüşler”, İstanbul Dergah Yayınları,  
VURUCU, İkbal, “Osmanlıdan Türk Cumhuriyetlerinin Bağımsızlığına Kadar Türk milliyetçilerinde Turancılık Algısı”, Yükseklisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji ABD Konya 2009,

https://www.academia.edu/37620975/DOKUZ_I%C5%9EIK_ALPARSLAN_T%C3%9CRKE%C5%9E_%C3%96ZET

***

1 Şubat 2019 Cuma

YEREL YÖNETİMLERİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ


YEREL YÖNETİMLERİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ 

Atilla İNAN

GİRİŞ 


            14 Ocak 1970 tarih ve 1211 sayılı Merkez Bankası Kanununun 4inci maddesi, bankanın görevlerini saymış olup, bunları:


            I.- Mali ve Ekonomik Müşavirlik, 
            II.-Mali Ajanlık  
            III.-Hazinedarlık olarak belirlemişlerdir. 

            Söz konusu yasa hükmünün hazinedarlık başlığını taşıyan fıkrasında aynen;
             "Banka, hükümetin hazinedarıdır. Bu sıfatla, özelikle, Devletin gerek içerde ve gerekse yabancı memleketlerde tahsilat ve tediyatını ve bütün mazine işlemlerini ve memleket içi ve dışı her nevi para nakil ve havale işlemlerini ücretsiz yapar.
            Hazine ve katma bütçeli idarelerde, Özel İdare ve belediyelere ait paraların kurulu olduğu mahallerde bankaya, kurulu bulunmadığı yerlerde muhabirlerine yatırılması zorunludur. 
             "Banka ve tevdiata faiz ödenemez" denilmektedir. Hükümden anlaşılacağı gibi Merkez Bankasının devletin hazinedarı olduğu belirtilmiş; bunun gereği olarak yuriçi ve yurtdışı  bütün tahsilat ve tediye işlemlerinin, para iletişim işlerinin, ücretsiz yapılacağı belirtilmiştir. Daha sonra Devlet tanımı yapılarak, genel bütçeli kuruluşların özel idare ve belediyelerin yasa kapsamına girdiği açıklanmıştır.
            Hazine işlemlerinin ücretsiz yapılması karşılığında, söz konusu kuruluşların bankaya yatıracağı tevdiata faiz uygulanmayacağı hükme bağlanmıştır.
            Hazine birliği ilkesi para basma yetkisi gibi hemen bütün dünyada Devletin tekelinde olan bir ilkedir. İdari hukukumuza kaynaklık veren Fransız Yönetiminde Hazine'nin birliği ilkesinden hemen hemen hiç taviz verilmemektedir. Türkiye'de ise Hazine birliği ilkesinden sapmalar olmakta hatta bu konuda resmi düzenlemeler bile yapılabilmektedir.
            Hazine birliği ilkesinden bu noktaya varan sapmalar karşısında bazı tedbirler almak zorunlu hale gelmiştir. Son olarak 27.12.l997 tarih ve 23213 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 1998 yılı Bütçe Kanununun 7 nci maddesine Merkez Bankası Kuruluş Kanunu yanında hazine birliğini pekiştiren bir hüküm konulmuştur. Söz konusu madde hükmünde;
             "Genel bütçeli daireler, katma bütçeli idareler,özel bütçeli kuruluşlar, döner sermayeler, fonlar, kefalet sandıkları,bütçenin yatırım ve transfer tertibinden yadım alan kuruluşlar ile özel kanunla kurulmuş diğer kamu kurum ve kuruluşları (kamu iktisadi teşebbüsleri ve bağlı ortaklıkları ile müessese ve işletmeleri, özelleştirme kapsamına veya programına alışmış kuruluşlar .kamu bankaları, belediyeler ile özel kanunla kurulmuş akmu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve yardımlaşma sandıkları hariç); kendi bütçeleri veya tasarrufları ltında bulunan bütün kaynaklarını T.C. Merkez Bankası veya muhabiri olan T.C. Ziraat Bankası nezdinde kendi adlarına açtıracakları Türk Lirası cinsinden ve vadesiz hesaplarda toplanırlar.
            Bu kurumlar tahakkuk etmiş tüm ödemelerini bu hesaplardan yaparlar.
            İlgili kamu kurum ve kuruluşları tasarrufları altında bulunan tüm kaynaklarını, 15 Ocak 1998 tarihine kadar anılan banka nezdinde açtıracakları kaynakları hesaplarda toplamak ve bu banka şubelerini ve hesap numaralarını belirten tarihten itibaren bir hafta içerisinde hazine müsteşarlığına bildirmek zorundadırlar.
            İlgili kamu kurum ve kuruluşlarının yetkilileri ile saymanlar yukarıda bahsi geçen hükümlerin yerine getirilmesinden bizzat sorumludurlar.
            Bu maddenin uygulanması ile ilgili olarak esas ve usulleri belirlemeye, kaynaklar ve kurumlar itibarıyle istisnalar getirmeye Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan ve Maliye Bakanının müşterek teklifi üzerine Başbakan yetkilidir." denilmektedir.
            Bütçe kanununa ancak normal presödür içerisinde çıkarılacak kanunlara konulabilecek hükümlerin korulması  anayasaya uygunluk açısından tartışılabilir. Söz konusu hükmün Merkez Bankası Kuruluş Kanunundaki hükmün tekrarı niteliğinde olması karşılığında söz konusu iddia anlamını yitirecektir. Ancak tek hazinedarlık ilkesine getirilen istisnalar açısından anayasaya aykırılık iddiaları ciddiyeti korumaktadır. 
            Bu yazımızda Kamu Hazinedarlığı konusunda Bütçe Kanunuyla yapılan son düzenleme karşısında özel idareler ve belediyelerin durumunu incelemeye çalışılacaktır.


            I.- İL ÖZEL İDARELERİNİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ 

            1998 yılı Bütçe Kanunuyla getirilen düzenlemeyle, hazinedarlık işlemlerini T.C. Merkez Bankası veya onun muhabiri olarak T.C.Ziraat Bankası aracılığıyla yapacak genel bütçeli kuruluşlar, karma bütçeli idareler, döner sermayeler, fonlar  v.b. arasında özel bütçeli kuruluşlar da sayılmıştır. Özel bütçeli kuruluşlar arasına isr söz konusu yasayla ilgili 561 sıra no.lu Muhasebat Genel Müdürlüğü genel tebliğinde il özel idarelerinin özellikle dahil olduğu belirtilmiş bulunmaktadır.

            İl Özel İdaresi Kanununun değişik 80 inci maddesine göre, il özel idarelerinin Bakanlar Kurulunca kararlaştırılan bankalarda hesap açtırmaları özel bir kanuna dayanmaktadır. 561 seri nolu tebliğdeki özel kanunların verdiği izne dayanarak diğer bankalara yatırılan paraların Merkez Bankası ve T.C.Ziraat Bankası nezdindeki hesaba aktarılması açıkça belirtildiğine göre il özel idarelerinin de hazine birliği kapsamına alındığı görülmektedir. Kanımızca genelgenin bu hükmü Özel İdare Kanununun 80 inci maddesi hükmü karşısında geçerli olmayacağından, il özel idarelerinin hazinedarlık işlerinin bu konuyu eskiden beri düzenleyen Bankalar Kurulu kararlarına göre yapılması uygun olacaktır.


            II.- BELEDİYELERİN HAZİNEDARLIK İŞLEMLERİ 

            1998 yılı Bütçe Kanununun 7 inci maddesi birinci fıkrasında hazine birliği ilkesinden istisna edilen kuruluşlar arasında belediyeler açıkça sayıldığından, belediyelerin hazinedarlık işlemleri eskisi gibi yürütülmeye devam edilecektir. Belediyeler için Başbakanlığın 12.07.1997 tarih ve B.02.OPPG.0.12.383-14697 (l997/30) sayılı genelgesi ile tanınan imkanlar hala geçerlidir. Bir başka değişle belediyelerin döviz hesabı açma yetkisi yatırdıkları paraların vadelerini, faizlerini ve türlerini serbestçe belirleye bilme yetkisi ayrıca hesap açılan bankalarda repo yapma yetkisi devam etmektedir.



30 Ocak 2019 Çarşamba

12 Mart 1971'de Ne Olmuştu?

12 Mart 1971'de Ne Olmuştu?


Muhtırayla silahlar kimdeyse iktidarın da onda olduğu ilkesi bir kere daha doğrulanmıştı. 8-9 Mart'taki radikal darbe girişimi savuşturulmuş, Demirel'in AP hükümeti düşmüştü. 
26 Nisan'da sıkıyönetim ilan edildi. Rejim aktif saldırısına başlıyordu.

İstanbul - BİA Haber Merkezi
11 Mart 2008, Salı 

12 Mart 1971'de üç kuvvet komutanı ve Genel Kurmay Başkanı'nın imzasıyla TRT haber bültenlerinden okunan hükümete yönelik muhtıra ile Ordu, "Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Talimatı"nın Anayasa'dan daha üstün bir belge olduğunu pratikte kanıtlayarak Süleyman Demirel'in AP hükümetini düşürdü.
Parlamento kapatılmamış, siyasal partilerin çalışması engellenmemiş ve hiçbir yönetici tutuklanmamış ve hükümet idaresine fiilen el konulmamış olmakla birlikte bu apaçık bir darbe idi. Ordu kendi iradesini seçilmiş meclislerinin iradesine dayatmış ve silahlı kuvvetlerin yürütmesi "egemenliğin kayıtsız şartsız ait" olduğu söylenen milletvekillerinin ellerinden alınmıştı. Silahların kontrolü meclis ve hükümetin elinden çıkmıştı ve "silahlar kimdeyse iktidarın da onda" olduğu ilkesi bir kere daha doğrulanmıştı.

"12 Mart Muhtırası" adı verilen müdahalenin meşruiyet gerekçelerinin sıralandığı belgenin "reformlar ve inkılap kanunları"ndan söz eden programatik imaları, birçok çevrede yıllardır sözü edilen hasretle beklenen ve gerçekleştirilmesi uğruna sosyalist hareketin içindeki birçok çevre de dahil kimi "ilerici" ve "devrimci"lerin pek çok çaba gösterdikleri "radikal darbe"nin sonunda gerçekleştirildiği izlenimini veriyordu ama Muhtıra'dan çok kısa bir süre sonra silahlı kuvvetlerden aralarında "radikalizm"in yıldızları Tümgeneral Celil Gürkan, Hava Tuğamiral Aydın Kirişoğlu ve Deniz Tuğamiral Vedii Bilget'in de bulunduğu bir grup orta kademe subayın tasfiye edilmeleri tüm "radikal" çevrelerde hayal kırıklığına yol açtı.

Doğan Avcıoğlu'nun Devrim dergisi "Doğru Teşhis, Yanlış Tedavi" belirlemesinde bulunurken siyasal iktidarın parlamento ile paylaşılmaya devam edilmesini eleştirmeye başladı. Tereddütler yerini çok geçmeden karamsarlığa bıraktı. Erim Hükümeti açıklanıp programını ilan ettiğinde ve Vehbi Koç'un ağzından tekelci burjuvazinin tam onayını aldığında, herkes ve bu arada devrilen Demirel'in AP'si bile herhangi bir "radikalizm2in iktidara tırmanmakta olmadığından artık emindi. Düzen bir kere daha çatışan tarafların üzerine doğru tırmanarak bir hakem konumuna doğru yükselen yürütme gücünün egemenliğiyle kendisini kurtarmıştı. Sıra düzeni tehdit eden güçlerin hizaya getirilmesindeydi.

8-9 Mart 1971

Gerçekte Süleyman Demirel'in bir ordu müdahalesiyle devrilmesi aylardır bekleniyordu ancak hükümetten yana olduğu bilinen Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın müdahalenin başında bulunacağı umulmuyordu. Silahlı kuvvetlerde hayli yaygın bir zemine sahip olan "radikaller"in bir kere girişim başlayınca önderliği ele geçireceği sürekli olarak varsayılmıştı. Radikallerin sürekli aşağıdan yukarı doğru baskısıyla sonunda 8 Mart'ı 9 Mart'a bağlayan geceyarısı silahlı kuvvetlerin büyük bir bölümü harekete geçmek üzere alarma geçirildi. Darbe için hazırlanmış planlar uyarınca birlikler seferber edildi. Sıra kuvvet komutanlarının harekat emrini vermesindeydi.

Ancak bu emir hiçbir zaman gelmedi. Çünkü "Radikallerin" bütün bağımsız örgütlerinin bilgisini ve yönetimini kendilerine bağladıkları ve hepsi de "radikal" olarak bilinen Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ile Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan, darbe "radikaller"in programına uygun olarak yürürlüğe konduğunda karşılarında güçlü bir direniş cephesi oluşacağını görmüşlerdi. Silahlı Kuvvetlerin bu darbe süreci içinde bölünmesinin giderek darbede inisiyatifin kendi ellerinden de çıkartacağını ve alt kademedekilerin hazırlıklarını buna göre de yaptıklarını öğrenen Batur ve Gürler, Türkiye'nin General Necib'i olma korkusu içinde ancak aşağıdan gelen sürekli baskı altında bir müdahale adımı atmaksızın daha uzun süre oyunu sürdüremeyecekleri nin de farkında olarak, ordunun Amerikancı ve tutucu kanadının ortalama eğilimlerini dile getirdiği bilinen Genel Kurmay Başkam Memduh Tağmaç ile anlaştılar. Buna göre, ordu yumuşak bir müdahale ile "radikaller"in nefretinin simgesi haline gelmiş olan Demirel ve AP hükümetini alaşağı edecek, buna karşılık Batur ve Gürler de alt kademedeki "radikaller"i tasfiye edeceklerdi.

Böylelikle hem silahlı kuvvetlerde bölünme tehlikesi ve bunu izleyebilecek bir "iç savaş" tehlikesi atlatılmış oluyordu, hem de büyük burjuvazinin otorite bunalımını aşmak için bir olağanüstü rejim üzerinde burjuvazinin bütün fraksiyonları uzlaşmış oluyorlardı.

12 Mart Müdahalesi silahlı kuvvetlerdeki bu iki gücün çalışmalı dengesinin pratik anlatımıydı. Süleyman Demirel hükümetinin devrilmesinin ardından "Nasır"lar olabileceklerinden kuşkulanılan generaller ordudan çıkartılınca, aslında üstünlük bir anda Amerikancı ve muhafazakar kanadın eline geçmiş oldu. Çünkü bu noktadan sonra Batur ve Gürler artık isteseler de 12 Mart Muhtırası'nın parlamento ve burjuvazi karşısındaki blöfü olan ve gerçekte "radikaller"i frenlemekten başka bir amacı olmayan, reformlar yapılmazsa "idareyi doğrudan doğruya üzerine alma" tehdidini gerçekleştiremezlerdi. Bunu birlikte yapabilecekleri hiyerarşiden bağımsız bir örgüt yoktu artık. Onu kendi elleriyle parçalamış ve tasfiye etmiş, önderlerini Tağmaç ve Türün'ün önüne atmışlardı.

1965'ten başlayarak adım adım kurdukları bağımsız örgütlerini paşalarına teslim eden "radikaller"in, kendi planlarını karşı tarafa açıkladığını düşündükleri Korgeneral Atıf Erçıkan'ın evini bombaladıktan sonra yakalanan Dev-Genç eski Genel Sekreteri Ruhi Koç ve 69 deniz subayı hareketinin önderi emekli deniz teğmen Sarp Kuray "radikaller"in hayal kırıklıklarının ve öfkelerinin canlı bir örneğiydiler.

Yukarıda, silahlı kuvvetler komuta kademesinde varılan anlaşma aşağıda, parlamentoda da yansımasını buldu ve AP, CHP ve öteki partiler başbakanlığa atanan CHP milletvekili Nihat Erim hükümetine bakan vereceklerini ve programını onaylayacaklarını bildirdiler. Hükümete parlamento dışından Yön ve Sosyalist Kültür Derneği çevresinden OECD ve Dünya Bankası'nın gözde teknisyenlerinden Atilla Karaosmanoğlu, NATO Genel Sekreter Birinci Yardımcısı Osman Olcay, OYAK Yönetim Kurulu Üyesi Özer Derbil, 27 Mayısçı Sadi Koçaş, "ilerici" öğretim görevlilerinden AÜ Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Türkan Akyol ve başka teknisyenler de girdiler. Böylece ordunun zoru altında burjuvazinin bütün eğilimleri, teknokrasi ve bürokrasi bir hükümet çevresinde birleşmiş, temsili bir "milli birlik ve beraberlik" siyasal çevrelere hakim olmuş gibi görünüyordu.

Cumhuriyet'te İlhan Selçuk, Erim hükümetinin "Reformlar"a girişebilmesi için Atatürkçülerin birlik içinde kalması gerektiğini vurgular ve Mehmet Ali Aybar Erim hükümetine güven oyu verirken, TİP, Dev-Genç ve SDDF "tekelci kapitalistlerin", "bürokratik faşizmin" hükümetine hiçbir şekilde destek olmayacaklarını ilan ettiler. Resmi siyaset sahnesinde süregiden tüm ilişkiler bir fars havasına bürünürken CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, Türkiye'de Yunanistan usulü bir askeri diktatörlük kurulmuş olduğunu söyleyerek görevinden istifa etti.

"Radikaller" bozgun havası içinde geri çekilmeye ve darbeye kadar onayladıkları "Gerillacılık"tan vazgeçilmesi çağrıları yayınlamaya başladılar. Düzen kendisini yeniden tesis ederken NATO'nun güneydoğu kanadında ortaya çıkmış olan belirsizlikler ABD'nin istekleri doğrultusunda giderilmeye ve büyük burjuvazinin "komünizmle mücadele" programı paramiliter çetelerin elinden alınarak doğrudan doğruya devletin gizli aygıtlarına devredilmek, "kontrgerilla" sahneye çıkmak üzereydi. Ancak bunun için öncelikle görünüşte hala yürürlükte olan parlamentonun yürütme yetkilerinin askıya alınması, öte yandan Anayasa'da ezilen sınıfların özgürlük mücadelesi alanını yasallaştıran hükümlerin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Burjuvazinin siyasal gündeminde Anayasa'nın değiştirilmesi ve sıkıyönetim ilanı vardı.

Sıkıyönetime doğru,

12 Mart'tan sıkıyönetimin ilan edildiği 26 Nisan 1971'e kadar geçen süre içinde toplumsal mücadeleler de, silahlı eylemler de, faşist hareketin saldırıları da durulmadı. 20 Mart 1971'de Batman'da üç bin köylü kent meydanında biraraya gelerek "açız" diye haykırdılar. Jandarmanın zor kullanmasına karşın dağılmayarak sopa ve taşlarla karşılık verdiler. 21 Mart'ta Konya'da Eğitim Enstitüsünde faşist "komando"lar devrimci öğrencilere saldırarak altısını bıçakla yaraladılar. 24 Mart'ta İstanbul'da bin tekstil işçisi Enboy fabrikasında direnişe geçtikten sonra haklarını savunmayan Teksif merkezi ve şubelerini işgal ettiler.

25 Mart'ta Samsun'un Alaçam ilçesinde tütün üreticilerinin Tekel'in Tütün satmasını engelleyerek gerçekleştirdikleri direnişte dört öğretmen ve dört üretici tutuklandı. İstanbul'da Vezneciler'de faşistlerin üniversiteyi işgal girişimini önleyen devrimci öğrencilerle faşistler arasında çıkan çatışmadan sonra DGSA'yı basan polislerle de silahlı çatışma çıktı ve bir öğrenci iki polis yaralandı. 29 Mart'ta Ankara'da Kurtuluş Lisesi önündeki çatışmada faşistler üç devrimci öğrenciyi kurşunladılar. İstanbul'da Işık mühendislik ve Mimarlık Akademisini işgal ederek uzun saçlı erkek öğrencilerin saçlarını kesmeye başladılar. 31 Mart'ta İTÜ olaylar çıkacağı gerekçesiyle kapatıldı, 1 Nisan'da Robert Kolej kapatıldı.

3 Nisan'da işçileri 80 gündür grevde olan Grundig elektronik fabrikasının sahibi evine konulan dinamitle yaralandı. 3 Nisan'da Otomarsan fabrikalarının sahibi Mete Has ile Adanalı toprak sahibi Talip Aksoy kaçırıldılar ve 400 bin TL fidye karşılığında 5 Nisan'da serbest bırakıldılar. 10 Nisan'da İstanbul'da Balıkesir Öğrenci Yurdu'na faşist "komandolar" tarafından açılan ateşle Niyazi Tekin ağır yaralandı ve öğrenci Hasan Erkişi kaçırıldı. Niyazi Tekin 21 Nisan'da hastanede öldü. 16 Nisan'da Dr. Rahmi Duman'ın oğlu Hakan Duman fidye karşılığı kaçırıldı. 18 Nisan'da fidye ödenerek Hakan Duman serbest bırakıldı. 20 Nisan'da İstanbul DMMA faşistlerin saldırısı üzerine kapatıldı. 26 Nisan'da Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Hatay ve Diyarbakır'da Sıkıyönetim ilan edildi.

12 Mart rejimi Dev-Genç, ÜOB, TÖS, DDKO ve irili ufaklı birçok derneği kapatmaya başladı. Rejim aktif saldırısına başlıyordu. (SA/EÜ/TK)

* Bu Metin Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nden alındı. (7.cilt, sf.2166-68)

https://m.bianet.org/bianet/siyaset/105503-12-mart-1971-de-ne-olmustu


***

28 Ocak 2019 Pazartesi

12 Mart Muhtırası,

12 Mart Muhtırası,


18 May 2015 

GİRİŞ

Hint kökenli ABD ve Türkiye vatandaşı olan ünlü akademisyen Prof. Dr. Feroz Ahmad, “Modern Türkiye’nin Oluşumu” adlı eserinin giriş kısmında şu soruyu sorar, “Türkiye askeri bir toplum mu?” Kitap genel olarak bu soru etrafında şekillenmiş ve bu soruya cevap aramak için kurgulanmıştır. Ve nitekim Feroz Ahmad elde ettiği cevaplar ve kıyaslar ile sonuca ulaşır. Sonuca ulaşmada en kuvvetli delilleri ordunun toplumda kutsal yerinin olması, askerin siyasi rejimin koruyucusu olarak görülmesi ve bu niteliğini toplumdan almasıdır. Bu temel değerlendirme yanında, Osmanlı’nın son döneminde özellikle asker kökenli İttihatçıların etkisi, sonrasında Cumhuriyetin kurucu kadrolarının Mustafa Kemal önderliğinde asker kökenli kişilerden oluşması ve 1990’lı yıllara kadar Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı koltuğuna bir sivil vatandaşın oturmamış olması, 1960 ve 1980 darbelerine toplumun sessiz kalışı ve gizli bir onay göstermesi hep bu temel sorunun dayanağını oluşturan argümanlar olarak Ahmad’ın tezine sonuç vermesine yardımcı olmuştur.

Feroz Ahmad’ın iddiaları elbette tartışılabilir ve hatta tartışıldıkça farklı sonuçlara ulaşılabilir düşüncelerdir. Ancak bu iddialar arasında dikkate değer olan ve özellikle Cumhuriyet sonrası Türkiye’de önemli gelişmelerin habercisi olacak olan ordunun veya askerin kendisini siyasi rejimin koruyucusu olarak görmesidir. Öyle ya, Cumhuriyetin kurucuları askerdir ve ortaya koydukları temel siyasi düşünce ve yeni devlet rejimi ancak asker tarafından korunabilecektir. Bu iddia 1960 yılından itibaren neredeyse on’ar yıllık periyotlarda siyasal düzlemde askerin kendisini hatırlatmasına hatta hatırlatmakla kalmayıp, sistemi yeniden anayasa ve diğer araçlarla dizayn etmesine kadar gitmiştir.

Askeri Darbe, ülkemizin yakın siyasi tarihinde önemli bir kırılma noktası veya siyasetin kavşak noktası olarak belli yıllarda kendini göstermiştir. Bu gösteriş bir ‘Darbe’ olarak ortaya çıktığı gibi bir ‘Muhtıra’ olarak ve bir ‘Post Modern Darbe’ olarak da karşımıza çıkmıştır. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre; Darbe, “Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükûmeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme iş”, Muhtıra ise, “Herhangi bir şeyi hatırlatmak, uyarmak amacıyla yazılan yazı” olarak tanımlanmaktadır. 1960 ve 1980 yıllarında askerin ülke yönetimine fiili bir şekilde el koymaları bu eylemi darbe olarak tanımlayacak bir askeri müdahaledir. 1971 yılının 12 Martında, Genelkurmay Başkanı ve dört ordu komutanın Cumhurbaşkanına muhtıra vermek suretiyle hükümeti istifaya zorlaması hadisesi ise niteliği itibariyle bir Muhtıra sayılacak askeri bir müdahaledir. Darbeden farklı olduğu nokta ise, ordu kışlasından çıkarak ülkenin bütün yönetim organlarına fiili olarak el koymamış bunun yerine yazılı ve sözlü olarak hükümetin istifa etmesi yönde bir baskı kurmuştur.

12 MART ÖNCESİ: DÖNEMİN YAPISI

Türkiye Cumhuriyetinde, 1923 sonrası dönemde başarılı olmuş ilk askeri darbe 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen darbedir. Ordu, Demokrat Parti iktidarı döneminde siyasetten nispeten uzaklaşıp karargâhında kalmaya yaklaşık on yıl kadar sabredebilmiş ve 1960 yılında eyleme dökülen ve sonu halkın büyük çoğunluğu tarafından seçilmiş olan Başbakan’ın idam edilmesine kadar gidecek anti demokratik süreç vuku bulmuştur.

1960 darbesi meydana geldikten sonra Muhtıraya kadar olan süreç oldukça karışık bir takım olayların meydana geldiği bir siyasi dönem olarak kalmıştır.

27 Mayıs 1960 darbesi sonrası oluşan iklimde 1965 yılına gelinene kadar koalisyon hükümetler dönemi olarak beliren bir dönem geçilmiştir. Darbenin kendisine yapılan Demokrat Partinin devamı olarak görülen Adalet Partisi 1965 seçimlerinde adeta halk tarafından gecikmiş bir ‘özür’ mahiyetinde yüzde 53 oy oranıyla tek başına iktidara gelmiştir. Adalet Partisinin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi de bu seçimden 15 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçimlerin kaybedeni ise 60 darbesinde askerin müdahalesine karşı çıkmamakla hatta karşı çıkmadığı gibi desteklemekle suçlanan CHP olmuştur.

1965 yılından sonra gerçekleşecek olan 1969 seçimlerinde ise Dünya’da hâkim olan ‘68 Gençlik Kuşağı’ olarak adlandırılan sol düşünce tarzı Türkiye’de de etkin olmaya başlamıştır. 1960 darbesi sonrasında özellikle 61 Anayasasının özgürlükçü ortamında kurulmaya başlanan gençlik hareketleri 60’lı yılların sonunda iyice etkili olmaya başlamışlardır. Üniversite gençliği üzerinde daha da etkili olan bu eylem tarzı nedeniyle sıkça üniversite boykotları, açık hava eylemleri artmaya başlamıştı. Bu düşünceye karşı olan sağ görüşlü öğrenci hareketleri de bu dönemde karşı bir mücadelede bulunmak için örgütlenmelere başlamışlardı.

1969 yılı öğrenci olaylarının 27 Mayıs sonrası en yoğun olduğu yıl olarak yaşanmıştır. 1969 yılının ilk günlerinde ODTÜ’ye rektör ziyareti için gelen ABD Büyükelçisi Conner’ın arabası üniversite de yakılmıştı. 16 Şubat Pazar günü ise daha ağır sonuçlar doğuran bir olay yaşanmıştı. ABD donanmasına ait 6.filoyu protesto amacıyla İstanbul’da Taksim Meydanında bir araya gelen ve eylemde bulunan sol görüşlü 76 farklı gençlik hareketi mensubu ile karşı görüşte öğrenciler birbirine saldırmış ve neticesinde 2 kişi ölmüş ve çok sayıda yaralanma meydana gelmişti. Bu yaşanan olay siyasi tarihimizde “Kanlı Pazar” olarak yerini almıştır.

Aynı yılın Mayıs ayına geldiğimizde ise, 1 Mayıs günü ölen Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in 3 Mayıs günü gerçekleştirilen cenaze namazında yaşananlar gerginliği daha da arttırmıştır. İmran Öktem, daha önce adli yıl açılışı konuşmasında yapmış olduğu “Tanrıyı ’da insan yaratmıştır” sözleri ve var olan cemaatlere yönelik ağır eleştirileri nedeniyle sağ görüşlü ve İslami camia nezdinde çok eleştirilen bir kimseydi. Ölümü üzerine 3 Mayıs günü Ankara Maltepe Camiinde cenaze namazı kılınacağı esnada ortaya çıkan bir kimse, “Allahsızın cenaze namazı kılınmaz” diye bağırmaya başlamış ve halk cenazeyi protesto etmeye başlamıştı. Bu gergin ortamda cenazeyi kıldıracak imam bulunamamış ve uzun süre protestolar eşliğinde cenaze için oraya gelenler cami dışına çıkamamışlardı. Sonrasında ise Yargıtay’ın bir başka hâkim üyesi namazı kıldırmış ve geniş hak protestosu eşliğinde orada bulunanlar cami dışına çıkabilmişlerdir. Bu olay gergin siyaset ve toplumsal gündeme yeni bir yansımada bulunmuş ve bu olayın toplumsal izi sağ-sol çatışmasını arttırmaktan başka bir neticeye varmamıştır.

1969 yılından 1970 yılına geçildiğinde ise, işçi sendikalarının eylemleri sürekli olarak gündemde yer almıştır. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) tarafından 15-16 Haziran tarihlerinde organize edilen iççi sendikaları kanununa muhalefet eylemi ise neticesi itibariyle kanlı bitmiştir. Çoğu yazarın ve araştırmacının görüşüne göre, 1’i polis 4 kişinin ölümüyle ve yüzlerce yaralıyla sona eren bu eylem, aynı zamanda yeniden bozulan ülke ortamı için rejime bir müdahale gerekliliği düşünenler içinde “haklı” bir gerekçe oluşturmaya yaramıştır. Bu eylem neticesinde olağanüstü hal ilan edilmiş ve sivil iktidarın yetersiz kaldığı pek çok yerde asker devreye girmiştir. Bu devreye giriş kimilerince, aynı zamanda yaklaşan darbe ortamının habercisi olarak adeta bir provasının yapılması olarak değerlendirilmiştir.

12 MART SÜRECİ

1971 yılının henüz daha en başında, 1 Ocak’ta gazetelere yansıyan bir ifade aslında 1971 yılının hiçte sanıldığı kadar sıradan bir takvim yılı olmayacağının habercisi niteliğindeydi. Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu gazetelere verdiği demeçte, “1961 Anayasasını bertaraf etmek gayesi güden aşırı ve zararlı akımlar mevcuttur” ifadesini kullanmış ve bununla mücadelede bulunacaklarını belirtmiştir.

1971’in Ocak ve Şubat aylarında, öğretmenlerden belediye işçilerine, hekimlerden Devlet Opera ve Balesi sanatçılarına dek toplumun çeşitli kesimlerinde hoşnutsuzluklar ve hak arayış çabaları yüksek perdeden seslendirilmeye başlanmıştı. Öğrenci olaylarından boykotlardan dolayı üniversiteler süresiz kapatılmakta; polis yurtlara baskınlar düzenlemekte, öğrenciler gözaltına alınmakta ve tutuklanmaktaydılar. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç bu dönem için, “sosyal gelişmenin iktisadi gelişmeyi aştığı” görüşünü basınla paylaşmıştır. 1970’lerin başında gençlik örgütleri, silahlı eylemlerle de gündemde olmaktaydılar. Ankara, İstanbul gibi büyük illerde banka soygunları ve adam kaçırmalar artmış, bu eylemler arkasından sürekli gençlik örgütlenmeleri çıkar olmuştu.

Mart ayına gelindiğinde ise ülkenin gündemi iyice şiddet sarmalına kilitlenmiş ve hemen her gün yeni bir eylem ve kanlı neticelerinden bahsedilir olmuştu. Böyle bir ortamda, 4 Mart günü, Ankara Gölbaşı’ndaki ABD üssünde görevli dört Amerikalı, Deniz Gezmiş’in de içinde yer aldığı Türkiye Halk Kurtuluş Ordu’su tarafından kaçırılarak fidye istenmiştir. Amerikalıları bulmak için ODTÜ’ye giren 30 bin polis ve askerin yaptığı aramada, bir asker ve bir öğrenci vurularak ölmüş ve çok sayıda yaralı olmuştur.

Ülke içerisinde birlik sağlanamazken, yurt dışına karşı da bir takım zorluklar yaşanmaktaydı. Özellikle ABD Nixon yönetimine karşı hükümetin tavrı ABD nezdinde AP Hükümetine olumsuz görüşlerin her gün basın yoluyla iletilmesine kadar varmıştı. ABD Nixon yönetimi gençlerin uyuşturucu alışkanlığına karşı başlattığı mücadelede, Amerikan eroininin yüzde seksen oranında kaynağını Türkiye’de üretilen haşhaşa bağlamış, üretiminin durdurulmasını istemiştir. Bu durum 20 Temmuz 1970’de Amerikan Kongresinde gündeme getirilmiş, Türkiye’ye ekonomik yaptırım uygulanması gerektiği belirtilmiştir. AP hükümeti haşhaş üretimi konusunda birçok önlem almış, üretimin yasaklanamayacağını belirtmiştir. Bu durum üzerine Demirel, Beyaz Saray’da istenmeyen adam durumuna düşmüştü. Yine bu dönemde Washginton Post gazetesi “Ordu huzursuz Demirel’in günleri sayılı” diye yazmış, müdahale için geriye sayım başlamış her yerde ihtilal söylemleri yayılmıştır.

Ülkenin sosyal ve siyasi düzeninde bu hareketlilikler yaşanırken ordu kanadında da süreç üzerinde birtakım hazırlıklar yapılmaya öncesinden başlamıştı. 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren generallerden olan Cemal Madanoğlu 1967 yılından 1971 yılına kadar sürecek dönemde yeni bir darbe planı hazırlamıştı. Madanoğlu, 27 Mayıs darbesinin amacından saptığını demokrasinin Türkiye gerçekleriyle uyuşmadığı savı ile hareket edip Milli Demokratik Devrimi gerçekleştirmek adına harekete geçmişlerdir. Hatta darbe tarihi olarak 9 Mart 1971 düşünülmüştür. Yani Muhtıradan 3 gün öncesi. Darbe sonrası yeni bir anayasanın kurulmasından kimlerin hükümeti kuracağına kadar pek çok kalem belirlenmiş ve askeri komutanın dahi değiştirilerek yeni kademelenmenin kimlerden oluşacağı yazılıp çizilmiştir. Ancak MİT ve Genelkurmayın girişimi ve erken öğrenmeleri sonucu darbe girişimi gerçekleşmemiş ve engellenmiştir. Yapılması kuvvetli muhtemel olan bu darbenin gerçekleşmemesinde darbeye desteklerini açıkça ortaya koyan kuvvet komutanlarından Muhsin Batur ve Faruk Gürler’in darbe sonrası tasfiye edilecekleri korkusuyla Tağmaç yanında hareket etmeye başlaması da vardır. Bunun üzerine durumu izah etmek ve sıkıntıları anlatmak için dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın yanına çıkarak o günden sonra siyasi hayatımızın en ilginç cümlelerinden biri olacak ifadeyi Cumhurbaşkanına aktarmıştır, “Genç Subaylar rahatsız!”

Bu görüşme neticesinde yapılacaklar konuşulurken, genç subaylardan daha baskın çıkan üst düzey subaylar ve generaller erken davranarak 3 gün sonrasında 12 Martta Muhtırayı ilan etmişlerdir. 12 Mart Muhtırası, Genelkurmay sekreterliği tarafından üç subaya verilmiş ve TRT’ye götürülmesi emri verilmiştir. 13 haberlerinde TRT haber spikeri muhtırayı ilk defa Türkiye’ye duyuran kişi olmuştur. Aynı saatler içerisinde Meclis başkanına tevdi edilen muhtıra Meclis Başkan vekili Fikret Turhangil tarafından meclis genel kurulunda okunmuştur.

“Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın Kendi ülkesini işgal eden ordu öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize…””

12 MART MUHTIRASI NEDEN YAPILDI?

12 Mart Muhtırası muhtırayı veren askeri kadronun ilan ettiği bildiride de yer alan, ekonominin bozulması, paranın değerinin düşmesi, üniversitelerde başlayan öğrenci gösterileri, sendikaların grevleri sonucu üretimin düşmesi, Aleviler ile Sünniler arasında çatışmaların başlaması, İstanbul’sa İsrail başkonsolosunun sol bir örgüt tarafından kaçırılarak öldürülmesi gibi gerekçelere dayandırılmıştır.

Muhtırayı imzalayan dört üst düzey komutandan birisi olan Orgeneral Muhsin Batur, 1986 yılında yayınladığı anılarında, muhtıranın sağ hükümete karşı yapıldığını fakat olayları tırmandıranların muhtıraya destek veren radikal sol örgütlerin de etkili olduğunu söylemiştir. 1970’in başlarında ODTÜ’de sol görüşlü gençlerin başlattığı olaylar, polisle öğrencilerin çatışmaları muhtıranın gerekçelerinden birini oluşturmuştur. ODTÜ öğretim görevlilerinden Bahri Savcı, Cumhuriyet gazetesine yazdığı bir yazıda öğrencilerin daha fazla eylem yapmasını istemiş, ülkenin geleceği için solcu gençlerin sokağa dökülmeleri çağrısını yapmıştır. Banka soygunları, adam kaçırmalarda bu dönem ciddi bir artış meydana gelmiştir.

12 MART MUHTIRASI SONRASI

Muhtıra verilip hükümet kurulduktan sonra ilk iş olarak, amaçları kökten darbe yapmak olan beş general, bir amiral ve 356 albay ordudan tasfiye edilmiştir. Bu tasfiyenin amaçlarından biriside, eğer bu kadro başarılı olmuş olsaydı Muhtıra veren ekibi tasfiye edecek olmasındandır. Aynı zamanda bir kere darbeye niyetlenen ve son anda gerçekleştirememiş olan bu kadronun süreç içerisinde disiplin olarak kontrolünün zor olacak olması da nedenlerden birisidir.

Muhtırayı desteğini açık bir şekilde belirten ilk kişilerden biri TİP lideri Behice Boran’dır. Boran, Adalet Partisi iktidarının sivil faşizme geçtiğini savunarak hükümetin anayasaya aykırı faaliyetlerin içine girdiğini iddia etmiştir. DİSK muhtıraya destek verdiğini, sol görüşlü hareket liderlerinden Mucip Ataklı, askerin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirerek “hukuki bir ihtilal” yaptığını açıklamıştır. Sol Kemalist dernekler ortak bir bildiri yayınlayarak muhtıraya destek verdiklerini ilan etmişlerdir. Nedense sol görüş tarafında muhtıraya karşı duyulan bu destek mahiyetli açıklamalar sağ görüşlü kimselerden veya gruplardan fazlaca gelmemiştir.

Muhtıra Meclis bünyesinde okunduktan sonra ilk tepki Senato Başkanı olan Tekin Arıburnu’ndan gelmiştir. Muhtıranın muhatabı olan Adalet Partililer sessiz bir şekilde olanı veya olacağı seyrederken, CHP’liler okunan metni Meclis bünyesinde alkışlayarak karşılamışlardır.

Dönemin Başbakanı olan Süleyman Demirel, muhtıra metnine itiraz ederek karşı bir muhtıra yayınlamak görüşlerinin aksine, muhatabı oldukları metnin daha da büyüyerek 27 Mayıs vari bir askeri darbe olarak tekrar karşılarına gelmemesi adına Bakanlar kurulunda mevcut bazı bakanların muhalefetine rağmen, hükümetin istifa dilekçesini imzalayarak Adalet partisi hükümetini sona erdirmiştir.

12 Mart Muhtırasını ve hükümetin düşmesini dönemin önemli bir gençlik hareketi olan sol görüşlü Dev-Genç ve önemli sol gruplar muhtırayı memnuniyetle karşılamışlar, sivil diktatörlüğün hükümetin istifasıyla sona erdiğini ilan etmişlerdir. Bu memnuniyet sadece onların şahsında kalmamış, ülkü ocakları ve sağ görüşlü camianın bazı grupları da muhtırayı destekler açıklamalar yapmışlardır. Bunun sebebi ise, Muhtırayı veren kadronun aslında 9 Martta darbe girişiminde bulunan kişilerce verilmiş olduğunun sanılmasıdır. Muhtırayı veren kişiler ve reform niyetlerinin gerçek arka planı daha sonra gün yüzüne çıkacak ve bu durumda en büyük mağduriyet yine bu grup ve kişiler yaşayacaktır.

12 Mart muhtırası kendisine karşı olan bu desteğe rağmen en büyük zararı yine yukarıda ismi zikredilen grup ve kişilere vermiştir. Türkiye İşçi Partisi kapatılmış, Dev-Genç’in hareketlerine son verilmiş ve liderleri tutuklanmıştır. Muhtıra sonrası Türkiye’sinde Cuntacıların en önemli icraatlarından birisi de, dönemin en bilindik kişilerinden olan sol görüşlü gençlik hareketi lideri Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı bu muhtıra sonrası oluşturulan ortamda göstermelik bir yargılama ile idam edilmiş olmasıdır.

12 Mart Cuntacı kadro kendilerinden önce ilk darbeyi gerçekleştiren kadrodan farklı olarak yönetimi büsbütün ellerine almamışlardır. Bunun yerine nispeten uzlaşma mantığını gösterir nitelikte ama kontrolün kendilerinde olduğu bir AP-CHP koalisyonu kurmuşlardır.

12 Mart Muhtırası asıl olarak “Genç subaylar rahatsız”’ın yansıması olarak oluşmuştur. Genç subayların rahatsız olması ise, bir bakıma 1961 anayasası ile oluşturulan siyaseti yeniden tanzim edilmesi düşüncesinden doğmuştur. 1960 yılında yapılan darbe ile tasavvur edilen ve kısmen oluşturulan rejimin devam etmediğini görünce müdahale etme gereğini duyarak hatalarını, eksiklerini gidermeye çalışmışlar, vesayetçi anlayışı güçlendirmeye çalışmışlardır.

12 Mart Muhtırası bir ara dönem olarak siyasi hayatımızda sonuç doğurmuştur. Meclis bütünüyle feshedilmemiş ancak kurulan yeni hükmet ile bir takım reformların yapılması istenmiştir. 1961 Anayasasının doğurduğu düzen için “özgürlükler bize bol geldi” düşüncesi hâkim olmuştur. Yeni hükümetin başbakanı olan Nihat Erim bu dönemde “gerekirse özgürlüklerin üzerine şal örteriz” açıklamasını yapmıştır. Başbakan olduktan sonra ise “kafalara balyoz gibi inmekten” bahsetmiştir. Nitekim bu açıklamasından sonra, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Diyarbakır, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Hatay, Zonguldak ve Siirt’te sıkıyönetim ilan edilmiştir. Arka arkaya açıklanan sıkıyönetim bildirileriyle nişan, nikâh, düğün, okul aile birliği ve sportif faaliyetler hariç olmak üzere her türlü toplantı yasaklanmıştır. Erim; “hiç kimse unutmamalıdır ki,12 Mart öncesine geri dönüş yoktur” diyerek Türkiye’yi yeni bir liberalleşme dönemi yaşamasını önlemek,1961 Anayasa’sının ülke için bir lüks olduğu için daraltılması gerektiğini vurgulamıştır.

“‘Reformlar ve inkılap kanunlarından söz eden 12 Mart Muhtıra’nın, birçok çevrede yıllardır sözü edilen, hasretle beklenen ve gerçekleştirilmesi uğruna sosyalist hareket içindeki birçok çevrenin de çaba gösterdiği ‘radikal darbe’nin sonunda gerçekleştirildiği izlenimini vermesine karşın, kısa bir süre sonra ‘radikalizm’in yıldızları Tümgeneral Celil Gürkan, Hava Tuğamiral Aydın Kirişoğlu ve Deniz Tuğamiral Vedii Bilget’in de bulunduğu bir grup orta kademe subayın Silahlı Kuvvetler’den tasfiye edilmeleri tüm ‘radikal’ çevrelerde hayal kırıklığına yol açmıştır. Doğan Avcıoğlu’nun Devrim dergisi, “Doğru teşhis, yanlış tedavi” diyerek siyasal iktidarın parlamento ile paylaşılmaya devam edilmesini eleştirmiştir (bianet.org).”

12 Mart döneminde yeni yönetimce özellikle anayasada yer alan temel hak ve özgürlükler konusunda oldukça sıkı uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Düşünce ve basın hürriyeti hiçe sayılmış ve dönemin pek çok gazetecisi ve aydını tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Sıkıyönetim makamlarınca 39 kez süreli/süresiz gazete kapatma cezası uygulanmıştır.

12 Mart cuntası, kendilerinden önce 1960 yılında darbeyi gerçekleştiren seleflerinin yaptığı gibi yeni bir anaysa yapma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Bunun yerine mevcut 61 Anayasasını köklü bir revizeye tabi tutmuşlardır. 157 maddelik anayasanın ağırlıklı olarak temel hak ve hürriyetler ile ilgili kısmını kapsayacak şekilde 40 maddesini değiştirmişlerdir. Bunun konudaki niyetlerini meşrulaştırmak için sürekli olarak “27 Mayıs Anayasası kişilere lüzumundan fazla hürriyet tanımıştır; özellikle hürriyetlerin kötüye kullanılmasını ve böylece Türk toplumunu anarşiye sürüklemesini önleyecek güvenlik supaplarından yoksundur. Bu nedenle aşırı davranışları önleyecek nitelikteki kanunların yapılmasına izin vermemekle, demokrasi ve hürriyet düzeninin tehlikeye düşmesine sebep olmaktadır”  düşüncesi empoze edilmeye çalışılmıştır.

Yapılan anayasa değişiklikleri ile sadece temel haklar üzerinden bir hürriyetleri sınırlayıcı anlayış güdülmemiş, bunu yanında pek çok diğer alanda da sınırlandırıcı hükümler konulmuştur. Sosyal ve iktisadi haklar ve ödevler yeniden düzenlenmiş ve toprak reformu yapılması gündeme getirilmiştir. Yasam ve Yürütme arasındaki denge anayasada yeniden dizayn edilmiş, Kanun Hükmünde Kararname çıkarması hükümete verilerek, meclis belli alanlarda By-Pass edilecek ve güçlü bir hükümet kurulmuş olacaktır. Mevcut üniversitelerin özerklikleri sınırlandırılmıştır. Böylece merkezi kontrolün daha fazla olacağı üniversitelerde öğrenci olaylarının ve boykotların önüne geçilebileceği düşünülmüştür. TRT’nin özerkliği ise kaldırılmış ve tamamen hükümete ve bakanlığa bağlı bir devlet kurumu olarak yeniden yapılandırılmasına karar verilmiştir. Özetle, yapılan değişiklikler ile anayasanın daha özgürlükçü bakış açısı, daha kontrolcü, daha devletçi ve daha güçlü hükümet yanlısı bir bakış açısına dönüşmüştür. Bunun yansımasının neticesi olarak 1973 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulmuştur. Bu mahkemelerin en önemli özelliği, devlete ve anayasaya karşı devirmek ve düzeni bozmak amacıyla girişilmiş eylemlerin yargılanmasında yetkili olması ve 3 üyesinden birisinin asker olacak olmasıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan İstiklal mahkemelerine benzerlik gösteren bir çalışma usulü öngörülmüştür.

Darbecilerin neredeyse hepsinin yaptıkları eylemi meşrulaştırmak ve halka karşı korku salmak amacıyla etkin olarak kullandıkları yöntemlerden birisi de idam cezası ve uygulamasıdır. 1960 darbesi sonrası Başbakan Menderes’in ve Bakan arkadaşları Polatkan ve Zorlu’nun idamı bu anlamda geçekleştirilen ilk darbe cuntası cinayetleridir. 71 Muhtırasında da bu yola başvurulmuştur. Anca bu sefer yargılananlar siyasiler değil dönemin en etkili sol görüşlü gençlik liderleridir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları 16 Temmuz 1971 de yargılamaya başlamışlardır.  9 Ekim 1971’de ise yargılanan Gezmiş, İnan ve Aslan idam cezasına çarptırılmışlardı. İdam kararları 10 Mart 1972’de TBMM’de 53 ret ve 6 çekimsere karşı 238 oyla onaylanmıştır. Senatonun da kararı onaylamasıyla 6 Mayıs 1972’de Gezmiş, İnan ve Aslan hakkında idam kararları Ankara Cebeci Sivil Kapalı Cezaevi’nde yerine getirilmiştir.

12 Mart Muhtırası her şeyden önce bir askeri darbedir. Türk demokrasi tarihine, 27 Mayıstan sonra vurulan ikinci darbedir. Belki meclis feshedilmemiş, siyasiler yargılanmamış, asker karargâhtan çıkıp yönetime fiili olarak el koymamıştır, ancak muhtırayı veren komuta kademesi, Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Talimatının anayasadan daha üstün bir belge olduğunu pratikte kanıtlayarak kendi iradesini seçilmiş meclise dayatmıştır. Bu hal, 12 Mart’ın başlı başına bir darbe olarak kabul edilmesini mümkün kılmaktadır.

12 Mart sonrası sivilleşmek yolunda atılan en önemli adım cumhurbaşkanlığı seçimleri olacaktır. 1973’e girerken Cumhurbaşkanlığı seçimleri gündeme gelmiştir. Komutanlar kendi adayları desteklemiş, Gürler, Cumhurbaşkanı seçilebilmek için, Genelkurmay Başkanlığı görevinden istifa etmiştir, ancak Cumhurbaşkanı seçilememiş ve teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yeni Cumhurbaşkanı TBMM’den gelen öneri, komutanların da kabulüyle emekli Amiral Fahri Korutürk seçilmiştir. 4 Ekim 1973 seçimlerinin yapılmasıyla birlikte, ordunun dayatmasıyla kurulan partiler üstü hükümetlerin kurulduğu dönem sona ermiş, halkın iradesiyle yapılan seçimlerle 12 Mart rejimi ve ordu yeniden siyaset arenasına ara vermek durumunda kalmıştır. Ta ki 12 Eylül 1980’ e kadar.

12 Mart süreci beraberinde 12 Eylül darbesine kadar yeni bir süreci başlatmıştır. 1961 Anayasası ile verilen ve sonrasındaki gelişmelerden büyük pişmanlık duyan ordu, 1971 de darbe yapmaksızın rejimi kontrol altına almaya çalışmış ne var ki bunu çok iyi bir biçimde başaramadığı için ülkede dirlik düzen hiçbir zaman tesis edilememiştir. Bunun çözümü olarak görülen yol da askeri darbe olmalıdır anlayışıyla Muhtıra anlayışı yaklaşık 9 yıl sonra yerini askeri bir darbeye bırakacaktır.

http://darbeler.com/2015/05/18/12-mart-muhtirasi/

***