8 Şubat 2017 Çarşamba

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi BÖLÜM 1


PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi, BÖLÜM 1


Yazar: Ümit Özdağ
07 MAYIS 2013 SALI

   Devletimizin ve milletimizin geleceği açısından hayati öneme sahip günlerden geçiyoruz. Önümüzdeki birkaç sene içinde gerçekleşecek gelişmeler çocuklarımızın nasıl bir Türkiye’de daha açık bir ifade ile Türkiye’den geriye kalan kısımda yaşayacağını belirleyecek.

         Yaşanan gelişmeleri  algılama konusunda aydın kamuoyu ikiye bölünmüş durumda. AKP Hükümetinin de desteklediği, eski komünist yeni liberal ve kendilerine muhafazakar diyen aydınlar, A. Öcalan ile yapılan müzakereleri büyük bir sevinçle karşılıyorlar. “Nihayet anaların gözyaşları dinecek” diyorlar. AKP Grup Başkan Ayşenur Bahçekapılı “Bayram var, Bayram” diyerek süreci değerlendirmiştir. İktidar Partisinin grup başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı, CHP ve MHP’yi kana istemekle suçlayıp, artık Türkiye’de CHP ve MHP’ye yer olmadığını söylerken, Türkiye’de bayram olduğunu açıklıyor.
     Öte yandan Türk Milletinin çok büyük bir bölümü, MHP ve CHP, milliyetçi, vatansever aydınlar, gelişmeleri bütün bir endişe ve tepki ile izliyorlar, ülkemizin bir bölünme sürecine girdiğini ileri sürüyorlar.



         Gelişmeleri izleyen milletimizin genellikle gelişmelerin alacağı şekil ile ilgili büyük endişe içinde olduğu görülüyor.  Yapılan en son (Nisan 2013/Metorpoll) bağımsız çalışmanın ortaya koyduğu husus, “Öcalan ile yürütülen müzakereleri destekliyor musunuz?” sorusuna % 35 “evet”, % 58 “hayır” dediğidir. % 7 ise kararsız görünüyor.

       Aynı gelişmeler ile ilgili olarak bir milletin mensupları bu kadar farklı iki tepki verebilirler mi? Evet, verebilirler. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan ve Türk Milletinin varlığına açıkça kasteden Mondros Mütarekesini herkes acı ve nefret ile hatırlayacaktır. Ancak Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra İstanbul’da kutlamalar düzenlenmiş, fener alayları yapılmış, hatıra pulu basılmıştır. Kötü hatta milli bir felaket olduğu çok açık olan gelişmeleri dahi milletler hemen anlayamayabilirler.
            Bugün yaşanan Öcalan ve PKK ile müzakere, sonra mütareke (ateşkes) ve nihayet kirli barış sürecini bir bütünlük içinde ortaya koyabilmemiz için 1984’den buyana Türkiye’nin terörizm ile mücadelede hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiğini ortaya koymamız gerekmektedir. Çünkü, AKP Hükümetinin Öcalan ve PKK ile müzakere yolunu seçmesinin temel nedeni, “PKK’yı, Kürtçülüğü Türkiye Cumhuriyetinin milli-üniter devlet yapısı üretmiştir” ve “terör ile mücadele edilerek sonuç alınamıyor” gerekçeleridir. 
Bu gerekçelerin doğru olup olmadığı ancak 1984’den buyana yaşananları tahlil edersek anlaşılabilir.

        Kürtçülük Sorunu Türkiye Cumhuriyetinin Ürettiği Bir Sorun Mudur?
       AKP Hükümeti ve destekleyen politik/kültürel çevreler, PKK sorununun Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üniter milli devlet olmasından kaynaklandığına inanırlar ve savunurlar. Ne demektir milli ve üniter devlet.Türkiye Cumhuriyeti’nin milli devlet olması demek,  Türk devleti olması demektir. Siyasi ve hukuki olarak Türk Milleti, Türkiye’de yaşayan ve vatandaşlık bağı ile Türk Milletine bağlı olan herkesin oluşturduğu millettir. Türkiye Cumhuriyetinin üniter devlet olması demek, TBMM’nin tek egemen olması ve tek başkentin Ankara olması demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk devleti olmasından rahatsız olanlar, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin Türk Milletinin değil de hangi milletin devleti olduğu sorusuna cevap vermelidirler.
2. Abdülhamit Han anayasa tartışmaları sırasında şöyle demiştir: “Bir hükümdar için lazım olan şey, memleketin yararıdır. Eğer bu yarar anayasanın ilanında ise, o da yapılıyor. Fakat iyi uygulanır mı, Türk’ün yararı saklı kalır mı, burasını kestiremiyorum.”[1] Keza Panislamizm politikalarını en yoğun uygulayan sultan olan 2. Abdülhamit Han Piriştina Belediye Meclisinin Arnavutça hutbe okunması kararına ret cevabı verirken, “Bu benim hükümranlık (egemenlik) hakkımdır. Hala dilimizi öğrenmemişler mi?” cevabını vermiştir.[2]
Selçuklu ve Osmanlı Hakanları kendi egemenlikleri ile eşit olan her hangi bir egemenliği devletlerinin sınırları için de Osmanlı’nın adı üzerinde yıkılma dönemi hariç kabul etmemişlerdir. Özetle, Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve tek egemen yapısı ile Selçuklu ve Osmanlı’nın devamıdır. Esasen TBMM 1922’de 308’nolu kararında bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti..düşmanlarına karşı kıyam etmiş..bugünkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.”[3]
            Buna rağmen,AKP zihniyeti milli-üniter devletten vazgeçilir ise PKK ve Kürtçülük sorununun da sona ereceğini düşünmektedir. Başbakan Erdoğan şöyle demektedir: ”Osmanlı medeniyetinde farklılıklar zenginliktir. Ama Osmanlı’dan sonra zaafa uğradık ve neticesinde diğerleri, ötekileri, biz, onlar gibi bu tür yaklaşım tarzları birbirimize bağlayan kardeşlik özelliklerinde bir zafiyet meydana getirdi. Şimdi bunu aşmamız gerekiyor.”
Buradaki algı şudur. İstiklal Savaşı’nı gerçekleştiren Atatürk ve heyeti Osmanlı’yı yıkmıştır. “Biz Türk’üz” demiş, diğer insanları yabancılaştırmıştır. Bu çok yanlış bir tarih algısı olmasına rağmen anılan çevrelerde geçerlidir. Ancak bu algı Türkiye Cumhuriyeti öncesindeki Kürtçü isyanları izah etmemektedir. Oysa Cumhuriyeti kuran Türk milliyetçileri Osmanlı devletinin yıkılmaması için Trablusgarb’tan Filistin Cephesine, Irak’tan Kafkas Cephesine yıllarca savaşmışlardır. Herkesin ayrıldığı noktada özellikle Balkan Savaşı’ndan ve nihayet Birinci Dünya Harbi’nden sonra geriye kalan Türkler, Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır.

Oysa, Kürtçü isyanlar Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan çok önce başlamıştır.Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı, (1806-1823)İsyan, Baban aşiretinden Süleymaniye kentinin kurucu lideri olan İbrahim Paşa’nın ölümünün ardından, aşiretin artan gücünden endişe duyan Osmanlı idaresinin, rakip aşiretten Halid Paşa’yı emir olarak atamasıyla patlak vermiştir.İbrahim Paşa’nın torunu Abdurrahman Paşa’nın 3 yıl süren bu isyanı, 1808 yılında bastırılmış ve Abdurrahman Paşa, İran’a sığınmıştır.  İsyan, İran tarafından desteklenmiştir. 1823’e kadar sürmüştür.
İkinci isyan Babanzâde Ahmet Paşa isyanıdır(1812).Türk-Rus Savaşı’nın(1806-1812) sonlarına doğru ve Osmanlı Devleti’nin Sırp isyanıyla uğraştığı bir dönemde, yineaynıaileden, Babanzade Ahmet Paşa’nın başlattığıisyan, 1812’de bastırılmıştır.
Üçüncü isyan, Mîr Muhammed isyanıdır(1830).Soran Aşiretinin lideri Mir Muhammed Paşa’nın, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ’nın isyanından  cesaret alarak çıkardığı ayaklanmadır. Bu isyan sürecinde, Yezidiler, Baban Emirliği ve yerel aşiretlerle de çatışan ve Musul’a kadar geniş bir bölgede etkin olan Mir Muhammed,  1836 yılında bölgedeki din âlimlerinin Mir Muhammed’in isyanını onaylamayan ve kınayan fetvalarının da desteğiyle, güçlü bir Osmanlı müdahalesinin ardından isyan bastırılmıştır.
Dördüncü isyan Revandüzlü Kör Mehmet İsyanıdır (1832). Revandüz hakimi Kör Mehmet Paşa liderliğinde Kuzey Irak’ta gerçekleşmiş ve Osmanlı’nın, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın Ordusuna Nizip’te yenilmesi üzerine; 1833’de Mardin ve Diyarbakır’a kadar genişlemiştir. Ancak, bir sene sonra, Mehmet Reşit Paşa komutasında ilerleyen Osmanlı Ordusunun etkisi ve Kürt dini liderlerin tepkisi ile isyan sona ermiştir. Kör Mehmet, 1836’da yakalanarak, İstanbul’a götürülmüştür.

Beşinci isyan, Cizreli Bedirhan Bey İsyanıdır (1836). Bedirhan Bey, 1831’de Yeniçeri teşkilatını lağvetmiş ve yeni ordu için asker isteyen İstanbul’un talebini, Türk-Rus savaşından istifade ederek geri çevirmişti. 1836’ya kadar Cizre’deki diğer aşiretleri etrafında birleştiren Bedirhan Bey, Osmanlı’ya isyan etmiştir.

Altıncıisyan Yezdan Şer İsyanıdır( 1855).1855’te, Bedirhan Bey’in yeğeni Yezdan Şer isyan etmiş ve Musul’dan Van Gölüne kadar geniş bir bölgeyi kontrol altına almıştır. Rus Ordusu çekildikten sonra, umduğu İngiliz desteğini sağlayamayınca çökmüştür. Daha sonra Yezdan Şer tutuklanmıştır.

Yedinci isyan Şeyh Udeydullah İsyanıdır. (1880)19. yüzyıldagerçekleşensonisyanınönderliğiniNakşibendiŞeyhiŞeyhUbeydullahyapmıştır.İran’daki Kürtlerin maruz kaldıkları girişimleri bahane ederek, 20 bin isyancıyla, İran’a girmiş ve birçok Azeri Türk’ünün de katledildiği saldırıda bulunmuştur. 1881’de Şeyh’in Osmanlı tarafından tutuklanmasıyla son bulmuştur. 2. Meşrutiyet’in ilanı üzerine Rusya’nın tahriki ile Molla Selim İsyanı 1913’de Taşnak partisi ile işbirliği içinde başlamıştır. Özetle, bölücülük sorunu Türkiye Cumhuriyetinin milli ve üniter devlet yapısının ürettiği bir sorun değildir. Bölücülük sorunu 19. Yüzyılın başından itibaren devletin başına birçok badire açmış bir şekavettir.

GÜVENLİKÇİ ANLAYIŞ SONUÇ VERMEDİĞİ İÇİN PKK İLE MÜZAKERE BİR ZORUNLULUKTUR

 PKK ile müzakereleri haklı göstermek için ileri sürülen ikinci gerekçe, ise terörle mücadelenin başarılı olmadığıdır. Şimdi bu tezi de inceleyelim. AKP Hükümeti ve destekçileri edilgen, teslimiyetçi ve müzakereci stratejiyi haklı göstermek için “Terör 1984’den beri devam ediyor. Güvenlikçi anlayış ile bir yere varılamadı. Demek ki müzakere doğru” söylemini kullanmaktadırlar.     
Oysa,1984’den 1999’a kadar PKK ile süren mücadele sonunda PKK askeri olarak yenilmiş, hedeflerini gerçekleştirmesi engellenmiştir. PKK, 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli’ye yaptığı saldırıdan sonra “Bağımsız, Birleşik Sosyalist Kürdistan” hedefini ilan etmiş ve stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı konseptine dayanan Maoist Halk Savaşı ile Türk Ordusu’nu G.D. Anadolu’dan çıkarma hedefini açıklanmıştır. PKK 1990’ların başında kendisini bu hedefe yakın görmüş, Öcalan 50 bin kişilik bir orduya ulaşacaklarını açıklamıştır. PKK, Türkiye’yi cephe, Kuzey Irak’ı ise cephe gerisi olarak ilan etmiş, terörü Kuzey Irak merkezli olarak geliştirmiş ve Türkiye’ye taşımıştır.
        1987’de sıkıyönetimin kalkması ve Olağanüstü hal rejiminin uygulanmaya konulması ile  TSK terörle mücadeleden büyük ölçüde çekilmiş ve terörle mücadele İç İşleri Bakanlığı tarafından devralınmıştır. 1990 Kuveyt Savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta oluşan boşluk PKK için büyük bir fırsat olmuş, PKK gelişmesini sürdürmüştür. 1992 Kasım’ında TSK’nın başlattığı Kuzey Irak operasyonu ile birlikte ordu, terör ile mücadeleyi İç İşleri Bakanlığı’ndan sıkıyönetim ilan edilmeden devralmıştır. Türk Ordusu, 1993-1997 arasında uygulanan Türkiye’de “alan hâkimiyeti” ve PKK’nın “cephe gerisi” olan Kuzey Irak’ı ise sürekli sınır ötesi operasyonlar ile cepheleştirerek, 1997 senesine gelindiğinde PKK’yı askeri olarak mağlup etmiştir. 1998 terörün statikleştiği yıldır. PKK, eylem gücünü büyük ölçüde yitirmiş, Kuzey Irak’tan gerçekleşen PKK sızmaları ülkemizin iç kesimlerine ilerleyemeden güvenlik güçleri tarafından Hakkari’de yok edilmiştir. PKK Eylül 1998’de tek taraflı ateşkes ilan etmek zorunda kalmıştır.

        Ekim 1998’de Cumhurbaşkanı S. Demirel TBMM’nin açılış konuşmasında Suriye’yi Öcalan’ı teslim etmemesi durumunda savaş ile tehdit etmiştir. Şam, Öcalan’ı derhal sınır dışı etmiştir. Öcalan, Rusya, İtalya, Yunanistan ve Afrika üzerinden çıktığı yolculuğun sonunda yakalanmıştır. Türkiye’nin Yunanistan’ı tehdit etmesi ve bir Türk-Yunan savaşı çıkma ihtimali ABD’yi harekete geçirmiştir. ABD’nin Öcalan’ın bulunduğu Kenya’ya ve Yunanistan’a baskı yapması sonucunda, Öcalan Türk devletine teslim edilmiş ve 31 Mayıs 1999’da İmralı’da yargılanmaya başlanmıştır.
Yargılama sırasında Öcalan asılmamak kaygısı ile PKK’nın Kuzey Irak’a çekilmesini istemiş, örgüt bu emre uymuştur. Türkiye, PKK tarafından ilan edilen ateşkesi kabul etmemiş ve terör örgütü ile mücadele sürdürülmüştür. Kuzey Irak’a çekilen 500 PKK’lı geri çekilme sırasında çıkan çatışmalarda öldürülmüştür. Ancak mücadele bununla da kalmamıştır. TSK, 2002 sonuna kadar PKK ile mücadelesini Kuzey Irak’ta sürdürmeye devam etmiştir. Bütün bunlar göstermektedir ki, Öcalan ile 57. Hükümet döneminde İmralı’da istihbarat almak amacı ile askerler ve istihbaratçılar tarafından görüşülmüş ancak AKP Hükümetinin yaptığı gibi müzakere ve pazarlık yapılmamıştır. Bu dönemde Öcalan ile yapılan görüşmelerin niteliği Öcalan’ın sorgulaması olmuş, Öcalan’ın karşısına Başbakanın temsilcisi çıkmamıştır.
        Özetle, PKK ile askeri mücadele PKK’nın bağımsız devlet hedefine ulaşmasını engellemiştir. PKK’nın ilan ettiği bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan hedefi engellenmiştir. Lideri Öcalan ve askeri lideri sayılan ŞemdinSakık yakalanmıştır. 20 bin terörist öldürülmüştür.
          2000’de 29, 2001’de 20 ve 2002’de 7 şehit verilmiştir. Türkiye içinde terör eylemleri sona yaklaşır iken Türkiye, terörle mücadeleyi tamamen Kuzey Irak’a taşımıştır.Başarısız oldu dedikleri güvenlikçi anlayış bu sonucu almıştır. Bu bir başarıdır. PKK terörü etkisiz kılınmıştır, terör örgütünün ülke üzerindeki baskısı ortadan kaldırılmıştır. PKK kendisini Kuzey Irak’ta savunmaya zorlanmıştır. Öcalan, İmralı’da bir mahkum haline gelmiştir.

AKP DÖNEMİNDE PKK TERÖRÜNÜN TIRMANMASI

           2003’den itibaren PKK terörü tekrar tırmanışa geçmiştir. Bunun beş temel nedeni vardır. Bunlar,
          a) AKP Hükümeti ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında terör örgütü ile etkin mücadele için düzgün bir politika geliştirememiştir,
          b)Avrupa Birliğine tam üyelik uğruna ancak Batı Avrupa’da uygulanacak hukuki mevzuat Türkiye’ye taşınmış ve güvenlik güçlerinin terörle mücadele için sahip olması gereken hukuki imkanlar ellerinden alınmıştır.Yol denetimleri kaldırılarak, PKK’lıların karayollarını istedikleri gibi kullanmasının önü açılmıştır. Kırsalda gıda denetimleri kaldırılarak, PKK’nın dağ kadrolarının beslenmesinin önü açılmıştır.
         c)AKP Hükümeti terör ile mücadelede doğru bir anlayış ile gerekli önlemler almadığı gibi, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yürütülen sert mücadele ile terörle mücadelenin en seçkin isimleri tutuklanmıştır.
         d) Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik sınır ötesi operasyonlar için TSK’dan gelen talepleri  Hükümet göz ardı etmiştir.
         e) Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın 2 Mayıs 2013’de "Bizim temel icraatımız, daima köklü belirlenmiş stratejilerimiz. Şu günlerde çözüm süreci diye bir çalışmamız var. Bu yeni bir şey değil. 11 yıl önce başlattığımız çalışmanın yeni bir evresidir. 14 Ağustos 2001’de kurulduğunda yapılan programda bugünkü yaptıklarımızın ana hatlarıyla yazılı olduğunu görürsünüz. Çok iyi çalışarak yazdık biz o programı” diyerek,  AKP’nin daha ilk günden PKK terörü ile mücadele etme amacının olmadığını ortaya koymuştur.[4]
       AKP Hükümetlerinin politikaların ve hatalarının neticesinde PKK terörü tırmanışa geçmiştir. 2003’de 31, 2004’de 75, 2005’de 105 askerimiz şehit olmuştur. Nihayet 2006’da AKP ile PKK arasında İngiltere’nin hakemliğinde Oslo’da müzakereler başlamıştır. Müzakereler devam ederken, terör de devam etmiştir. 2006’da 111, 2007’de  146, 2008’de 171, resmi açılım yılları olan 2009’da 56, 2010’da 88 ve 2011’de 99 şehit verilmiştir.2012’de ise 123 şehit verilmiştir.

Üstelik, PKK terörü son on yılda tırmanırken, AKP Hükümeti PKK’nın nihai hedefi olan ayrı milletleşme ve kaçınılmaz olarak devletleşme sürecine hizmet edecek olan adımlar atmış, tavizler vermiştir. Bu çerçevede;

          1)TRT Şeş adı ile devlet Kürtçe televizyon yayınına başlamıştır.
          2)Kürtçe devlet okullarında seçmeli ders olmuştur.
         3)Üniversitelerde Kürtçe bölümleri açılmıştır, öğretmen yetiştirilmeye başlanmıştır.
         4)PKK’nın siyasi koluna Kürtçe propaganda yapma imkanı verilmiştir.
         5)Etnik örgütlenmeler ve bölücü propaganda serbest kalmıştır.
        6)Belediyeler Kürtçe yazışma yapmaktadırlar.
        7)Kürtçe bilme şartı ile kamu personeli istihdamı yapılmıştır.
        8)Merkezden bağımsız Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulmuştur.
        9)Mahkemelerde ana dilde savunma hakkı kabul edilmiştir.
       10)Büyükşehir belediyeleri yasası ile idari federasyonun alt yapısı kurulmuştur.[5]
        Özetle, 30 yıldan bu yana bitmeyen terör sloganı bir yalandır. Terör güvenlikçi önlemler ile büyük ölçüde bitirilmiş, AKP’ye terörsüz bir Türkiye teslim edilmiştir. Terörü canlandıran AKP’nin son 10 yılda uyguladığı politikalardır. Bundan dolayı doğru tespit son 10 yıldır bitmeyen terördür. Bu politikalar, yenik, Kuzey Irak’ta yaşamı için mücadele eden bir terör örgütünü, bugün 1984’den bu yana en güçlü olduğu konuma getirmiştir. Nisan-Mayıs 2013 itibarı ile PKK’ya katılım en üst seviyesindedir. Örgüt telsiz çağrılarında “Şimdi bize katılanlar Kürdistan eyalet kurulduktan sonra güvenlik görevlisi olacak” diyerek propaganda yapmaktadırlar.
Bu politika sonucunda Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 23 Nisan 2013 tarihli raporunda PKK’yı terörist değil aktivist olarak nitelendirmiştir. 25 Nisan 2013’de Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada da PKK çekilmesinden bahsedilirken, PKK terör örgütü olarak nitelendirilmemiştir.

2002’de İmralı’da bir mahkum olan Öcalan, bugün Time dergisine göre dünyanın en etkili 100 kişisinden birisidir.    

        PKK, terörü devam ettirdiği halde  AKP Hükümeti tarafından muhatap alındığını görmenin rahatlığı içinde terörü müzakere masasında baskının aracı haline getirmiştir. Oslo’da Başbakanın özel temsilcisi PKK temsilcilerine PKK üzerindeki baskıların kaldırıldığını, aksine baskı yapan bürokratların PKK tarafından Hükümete şikayet edilmesi gerektiğini söylemiştir.
Başbakanın Başdanışmanı Oslo’da PKK’lı muhataplarına şöyle demektedir: “Geliştirilen bir özgürlük alanı açıldı…Bir noktaya kadar tolere edebiliyorsunuz. Çünkü dediğim gibi alandaki valiler, emniyet müdürleri bu noktada gerçekten çok değerli insanlar.Yani şu anda sizi bilmiyorum. Spesifik olarak isim vererek şikayet edebileceğiniz şu adam düşmandır bu adam şeydir.”Bu cümleler AKP döneminde terörle mücadelenin ruhunu ortaya koymaktadır. Diğer bir ifade ile AKP Hükümeti terör ile mücadeleyi yasaklamış ve hatta cezalandırmıştır.
        Oslo’da Başbakan’ın özel temsilcisinin ifade ettiği gibi Türk Ordusu’nun PKK’ya karşı bütün planlı operasyonları durdurulmuştur. Askerlik yapan herkes bilir planlı operasyonların durdurulması terörle mücadelenin durdurulmasıdır. Bütün bunlar olurken, PKK ise terör eylemlerini tırmandırmaya devam etmiştir.
          Nihayet Ocak 2009’da TRT 6’in yayına başlamasını Temmuz 2009’da Kürt Açılımının ilan edilmesi izlemiştir. Açılımdan sorumlu Başbakan yardımcısı Beşir Atalay STÖ’ları televizyonlar eşliğinde dolaşarak gezerken ve görünürde sözde çözüm önerileri toplar, özde halkı sürece alıştırmak için psikolojik operasyon yaparken, Oslo’da PKK’lılar ile 9 maddelik bir protokol üzerinde anlaşma sağlanmıştır. Bu noktada TSK’nın nasıl yıpratıldığını ele alalım.

           2007 SONRASINDA TSK YIPRATILMIŞTIR

2007 sonrasında Türk Ordusu’nun karşı karşıya olduğu süreç, bir ordunun karşı karşıya kalabileceği en hüzün verici durumdur. Şüpheli deliller ile yargılanan subay ve generaller, terörist olarak mahkum olan Genelkurmay başkanı ve komuta kademesi, intihar eden kahramanlar. Neticesinde savaş yeteneğini yitirmiş bir deniz kuvvetleri, savaş yeteneği ağır darbe almış ve uçaklarının tamamını uçuramayacak bir hava kuvvetleri, bütün güvenlik sırları, savaş planları ortaya dökülmüş bir ordudan bahsediyoruz.
        TSK kadrolarına karşı sürdürülen psikolojik savaş neticesinde ağır bir baskı süreci Harp Okulundaki öğrenciden başlayarak en üst rütbedeki genelkurmay başkanına kadar uzanmaktadır. Türkiye’de her subay her an tutuklanma, casusluk ve terörist olmakla suçlanma ihtimali ile karşı karşıya görev yapmaktadır.

        Terörle mücadelenin efsane çocukları “özel kuvvet” mensuplarına suikastçi katil muamelesinin yapılmış, Türk ordusunun en seçkin subayları ahlaksızca “çocuk katili olmakla” suçlanmışlardır. Komutanları Korg. Engin Alan mahkum olmuştur. Özel Kuvvetin Cumhuriyet tarihi boyunca yetiştirmiş olduğu en başarılı isimlerden birisi olanTürk ordusundaki tek üç üstün cesaret ve feragat madalyası, altı üstün birlik yetiştirme takdirnamesi ve 180 takdirname sahibi olan Alb. Levent Göktaş’ın yıllardan beri hapishanede olması herhalde silah arkadaşlarının moralini yükseltmiyordur.
          Seçkinlerin en seçkinleri olan ve gizli ve açık operasyonlarda en önde giden hem Kardak’ta ve hem Cudi’de savaşan SAT’çıların da başına gelenler silah arkadaşlarını acaba nasıl etkilemektedir?
         PKK’ya karşı mücadelede en öndeki güç olan Jandarma Genel Komutanlığı sistemli saldırılar ile yıpratılmıştır. Komutanlığın geleceği belli değildir. Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye’nin % 92’sini kaplayan bir alanda 83 İl alay komutanlığı, 900 ilçe jandarma komutanlığı ve 2000 jandarma karakolu ile yurt sathına yayılan bir güçtür. Terörle mücadelede de uzmanlaşmış kadroları ile; 5384 subay, 22 bin astsubay, 24 uzman çavuş, 55 uzman erbaş ve 133 bin erden oluşan bu profesyonelleşmiş güçten şimdi bütün erler tasfiye edilerek küçültülmesi ve Jandarma Genel Komutanlığı tekerlekleri olmayan bir arabaya dönüşmesi planlanmaktadır.
         Oslo sürecinde askere “operasyon yapmayın” baskısında bulunulması, jandarma istihbaratın sahaya çıkarılmaması, birçok jandarma karakol komutanının kendisine bağlı olan köyleri bile ziyaret edememesi neticesini vermiştir. Jandarma’nın PKK ile mücadelede efsane komutanları Tuğg. Ali Aydın, Albay Cemal Temizöz, Albay Abdülkerim Kırca, Albay Hasan Atilla Uğur’un akibetlerinin silah arkadaşlarının moralini yükselttiğini söylemek mümkün değildir.     

           Sonuç olarak bir subayın yazdığı mektuptan özetlemek gerekir ise savaşın doğasını bilmeyen, bölgenin üstünden uçarak dahi geçmemiş olan köşe yazarlarının şehit veren, gazi olan, şehit olan, barut kokan subayları gazetelerdeki köşelerinde cahilce infaz etmeleri, haklarında açılan soruşturmalar, Hakkari’de olduğu gibi PKK’nın döşediği mayınların TSK’ya mal edilmesi, 1990’lı yıllarda PKK ile mücadele eden subay ve polis kadrolarının Öcalan’ın önerdiği Hakikatleri Araştırma Komisyonunda yargılanacak iddialarının ortaya atılması ve yalanlanmaması, Genelkurmay Başkanı’nın terörist olarak bütün karargahı ile tutuklu olması, PKK ile değil, TSK ile mücadele edildiği inancını vermektedir.
         TSK’ya yönelik bu saldırı ve komploların amacını belki de en iyi özetleyen Taraf gazetesi yazarı Melih Altınok’un şu satırlarıdır: “Bu gazete ve tekmili birden yazarları, daha 1-2 yıl önce, icraatları bugünkü çözüm süreci projesinin yanında teferruat sayılacak hükümeti, Erdoğan’ı alkışlamıyorlar mıydı? Ergenekon davasındaki, Balyoz’daki 12 Eylül referandumundaki hakkaniyetli tavrımız hangi sürecin başlaması içindi?”[6]

         PKK İLE İKİNCİ MÜCADELE SÜRECİ   

         PKK ile sürdürülen Oslo Müzakerelerinin 2011’de PKK’nın Silvan saldırısından sonra kesilmesini takiben güvenlik güçleri terörist örgütün kent kadrolarını oluşturan KCK’lılara karşı kapsamlı operasyonlar geliştirmişlerdir. 2002’den sonra terörle mücadele adına yapılan tek doğru eylem, KCK operasyonlarıdır. Ayrıca Öcalan’a tecrit politikası uygulanarak, PKK’yı yönetmesi engellenmiştir.
         PKK, bu siyasete “halk savaşı” adını verdiği terörist saldırılar ile cevap vermeye çalışmıştır. PKK’nın halk savaşı siyaseti 2012 yazında Hakkari’de alan hakimiyeti girişimi aşamasına ulaşmış ise de örgüt başarılı olamamıştır.
        Bu aşamada Abdullah Öcalan ile Hükümet arasında gizli müzakereler başlamıştır. AKP Hükümeti Öcalan’a uygulanan tecriti kaldıracaktır. PKK üzerinde tekrar etkinlik sağlamasının yolu bulunacaktır. PKK üzerinde etkinlik sağlayan Öcalan ise PKK’nın sınır dışına çıkmasını sağlayarak AKP Hükümetinin elini rahatlatacak ve bu da daha kapsamlı anayasal reformlar yapmasının önünü açacaktır. Hükümet ise Öcalan ve PKK’ya samimiyetini göstermek için KCK’lıların serbest bırakılması ve Kürtçe savunma hakkı dahil bazı adımlar atacak, gelecekte yapılacak etnik reformların perspektifini ortaya koyacaktır.      
        2012 yazı sonunda hapishanelerdeki PKK’lıların, “Kürtçe savunma hakkı” ve “Öcalan’a tecridin kalkması” talepleri ile sahte kitlesel açlık grevi başlamıştır. 68 gün sürdüğü iddia edilen açlık grevinde kimse ölmemesine rağmen bir medya kampanyası ile Türkiye açlık grevi gerilimine sokulmuş, her gün kitlesel ölümlerin her an başlayabileceği haberleri yayılmıştır.
        PKK açlık grevinin ilk aşamasında AKP 4. Olağan Kongresi 30 Eylül 2012’de yapılmış, Başbakan Erdoğan bu kongrede PKK Açılımı sürecinin en radikal adımlarının kısa zaman içinde  atılacağını açıklamıştır. 

Bu adımlar;          

1)Anadilde savunmanın sorun olmaktan çıkarılması, 
2)Anadilde kamu hizmetlerine erişim,
3)Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik komisyonu kurulması,
4)Kamu hizmetlerinde Kürtçe tercümanlık,
5)Nüfusunun 3’te 2’si Büyükşehir belediyesi sınırlarında yaşayan bir Türkiye olarak tanımlanmıştır.

          AKP 4. Kurultay’ın da Başbakan Erdoğan tarafından duyurulan yeni adımlar hızla atılmaya başlanmıştır.11 Kasım 2012’de Büyükşehir Yasa tasarısı muhalefetin büyük tepkisi ve direnişine rağmen kabul edilmiştir. AKP Hükümeti 12 Kasım’da anadilde savunma hakkı ile ilgili yasa tasarısını TBMM’ne vermiştir. KCK’nın istediği gibi Kürtçe savunmanın önü açılmıştır. 12 Kasım 2012’de MİT ile Öcalan arasında görüşme yapılmıştır. Sahte açlık grevi Öcalan’ın 17 Kasım 2012’de verdiği talimat ile sona ermiştir. Öcalan’a uygulanan tecride kaldırılmıştır. 23 Kasım’da MİT ile Öcalan arasında ikinci görüşme yapılmıştır. 3 Ocak’ta Öcalan ile MİT ve Öcalan-BDP görüşmesi yapılmıştır.3 Ocak’ta Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata İmralı’da BDP adına A. Öcalan ile bir araya gelmişlerdir.
07 Ocak 2013’de Erdoğan Öcalan ile artık “mütareke” yani ateşkes anlamına gelen yeni bir sürecin başladığını şu şekilde açıklamıştır: “Gelecekte Oslo’ya benzer, Oslo olmaz da başka bir yer olur.” Öcalan ile görüşmeler kamuoyuna İmralı ile görüşmeler şeklinde sunulmuştur. Sanki görüşmeler bir ada ile yapılıyor imiş gibi kamuoyu uyutulmak istenmiştir. Bu arada 16 Ocak 2013’de BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Diyarbakır’da yaptığı bir açıklama dikkatlerden kaçmış olmasına rağmen büyük bir önem taşımaktadır. Demirtaş şöyle demektedir: “Süreçte sadece Türkiye’deki Kürtlerin kaderi çizilmiyor, bütün Kürdistan’ın kaderi çiziliyor. Kürtlerin ulusal taleplerde birlikte hareket etmeleri gerekiyor. Sürece Erbil veya İmralı-Erbil adı verilebilir? Diğer tüm grup ve fraksiyonları da bu sürece katmalıyız” 
           Demirtaş’ın bu açıklamasına 04 Şubat 2013’de Erdoğan’ın yaptığı bir başka açıklama sanki cevap niteliği taşımaktadır: “Karşımızda siyasi muhataplarımız olabilir. Bunlar yerli de olur, uluslararası da olur ve uluslararası camiadan istifade edeceksek onlarla da bu işi görüşürüz. Nitekim görüşüyoruz, ben de görüştüm.” Açık olan husus, Öcalan ile görüşmelerin bir ayağını Barzani diğer ayağını ABD/AB eksenlerinin oluşturduğudur
       Bütün bu süreç yaşanırken, Türk Milletine yönelik kapsamlı bir psikolojik operasyon başlamıştır. Bu psikolojik operasyonun üç boyutu vardır.
       Birinci boyutu Öcalan’ın olumlu bir kişilik olarak sunulması oluşturmaktadır. AKP Hükümetinin önde gelen isimlerinin başını çektiği bir A. Öcalan’ı güzelleştirme psikolojik operasyonu yapılmaya başlanmıştır. Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın ifadeleri ile Öcalan, Türkiye Cumhuriyetinin hataları sonucunda iyi bir Müslüman genç iken Kürtçü olmuş bir kader kurbanı olarak sunulmaya çalışılmıştır.
       İkinci boyutu müzakere sonuçlarının topluma kabul ettirilmesi için AKP Hükümeti tarafından yapılan “PKK’ya taviz vermeyeceğiz” açıklamaları teşkil etmektedir. Ayrıca Öcalan’ın şartlarının devlet ve millet tarafından kabul edilebilir olduğu propagandası da bu hedefe ulaşılmasına yardım etmesi amacı ile yapılmıştır. Cengiz Çandar bu süreci şöyle özetlemektedir: “Kısacası kamuoyunda ‘Öcalan bu sefer işbirliğine çok yatkın ve PKK’yı dışarıya çıkaracak’ izlenimi yaratıldı. Bunun ne karşılığında olduğunu ise bilmiyorduk biz. Bu soruyu soranlara ‘savaşın devamını istiyor’ suçlaması yapıldı. Bu soruyu ortaya atarsan fitne sokuyordun ve Başbakan bu soruya cevap vermek zorunda kalacağı için sinirlenebilirdi.” [7]
       Üçüncü boyutunu halkın Öcalan ile görüşmeleri desteklediği düşüncesinin yayılması çalışmaları oluşturmuştur. Müzakereler ile ilgili kamuoyundan gelen gerçek ve sert tepkileri yansıtan kamuoyu araştırmalarına karşı sahte kamuoyu araştırmaları piyasaya sürülmeye ve basında yayınlatılmaya çalışılmıştır. Oysa değil sadece kamuoyunda AKP parti grubu içinde bile sert tepkiler vardır. Bundan dolayı Erdoğan, Kızılcıhamam toplantıları ile meclis grubunu denetim altında tutmaya ve teşkilatlardaki sapmaları engellemeye çalışmaktadır.

          AKİL ADAMLAR-PSİKOLOJİK SAVAŞIN ELEMANLARI

          Bu üç aşamalı psikolojik operasyona akil adamlar yeni bir boyut kazandırmışlardır. Öcalan ve Murat Karayılan tarafından önerilen ve nihayet, AKP ve PKK’nın isimlerde uzlaşması ile kurulan, içlerinde KCK davasından yargılananların da bulunduğu akil adamlar kurulunun amacı PKK’ya verilecek tavizler konusunda toplumu hazırlayacak bir psikolojik operasyon gerçekleştirmektir. Akil adamlar, Erdoğan’ın ifadesi ile “halka psikolojik operasyon yaparak” PKK ile üzerinde uzlaşılan çözüme Türk Milletini ikna etmek için kurulmuş bir psikolojik operasyon heyetidir.
         Akil insanlar heyeti televizyonlardan, gazetelerden, internetten sonra şimdide şehirleri dolaşarak, Türk Milletini kısaca söyleyelim aşamalı olarak “Bölünmeye razı etmeye” çalışacaklardır. Akil adamlardan Can Paker “Keşke Öcalan özgür olsa” diyor. Akil adamlardan Prof. Dr. Baskın Oran, “Barış gelmez ise AVM’ler havaya uçar, kan gölüne döner ortalık” diye milleti PKK adına tehdit ediyor. Mustafa Armağan eyalet sisteminden bahsetmektedir. Akil insan Abdurrahman Dilipak, “yeni devlet adamımız Abdullah Öcalan, eski devlet adamımız Süleyman Demirel’den daha sahici” demektedir.[8]
         Tabii ki, ne AKP Hükümeti ne de akil adamların PKK’lı olanlar hariç büyük bir bölümü, Türkiye’nin bölünmesini istemiyor. Hatta, bir çoğu “PKK ile mücadele etmeye devam edersek bölünürüz” şekilde düşünüyorlar. Ancak, saptıkları yol Türkiye’yi kaçınılmaz olarak bir kırılma noktasına doğru sürükleyecek. Türk Milletine anlatılacak olan nedir? Türk Milleti terörün bitmesini istemiyor mu? Türk Milletinin “barışa” doğru ifade ile huzura ikna edilmesine gerek yoktur. Terörü sona erdirmeye ikna edilmesi gereken, PKK’dır. Türk Milletini barışa ikna etmek gibi bir ihtiyaç olmadığına göre, akil insanlar Türk Milletini neye ikna edeceklerdir? Barışın bedeli olarak PKK’ya verilecek tavizlere. 
         Öcalan ve PKK ile yapılan müzakerelerin en önemli noktası da budur. AKP Hükümetinin PKK’ya vereceği taviz, Türkiye’nin federalleşmesi ve PKK’nın güneydoğu Anadolu’da bir veya iki eyaleti PKK devletçiğine dönüştürmesidir. Bu eyalet/devletçiklerden birisinin valisi de Abdullah Öcalan olacaktır.
        Bu noktada Öcalan’ın önerdiği ve uygulamaya konulan süreci nasıl işleyeceğini görmeliyiz. Öcalan, MİT ile yaptığı görüşmeler sonucunda üç aşamalı ve iç içe geçmiş süreçler çerçevesinde PKK ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir “barış” yapılacağından bahsetmektedir.
       Bu süreçlerin adlarını A. Öcalan,
 1)Sürekli ateşkes,
2)Yeni Anayasa,
3) Normalleşme olarak koymuştur.

         Öcalan tarafından çerçevesi çizilen bu süreç, AKP Hükümeti tarafından kabul edilmiştir ve resmi ağızlar Öcalan’ın belirlediği terminoloji ile konuşmaktadırlar. Öcalan 21 Mart 2013’de sürekli ateşkes ilan edecek ve PKK’lıların Irak’a çekilmesinin başlayacağı ilan edilmiştir. Ancak daha sonra gelişmeler geri çekilmenin başlamasını 8 Mayıs tarihine sarkıtmıştır. Böylece 15 Ağustos 2013’te bitmesi öngörülen geri çekilme, sonbahara kadar uzayacaktır. Üzerinde dikkatle durulması gereken husus, Öcalan’ın bu aşamada silah bırakılması ile ilgili herhangi bir şey söylememektedir.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



****

7 Şubat 2017 Salı

TÜRKİYE’NİN ENERJİDE DIŞA BAĞIMLILIĞININ TÜRKİYE - RUSYA İLİŞKİLERİNE ETKİLERİ




TÜRKİYE’NİN ENERJİDE DIŞA BAĞIMLILIĞININ TÜRKİYE - RUSYA İLİŞKİLERİNE ETKİLERİ




Barış DOSTERİ 
Özet ;

Bu metin 23 – 24 Eylül 2014 tarihlerinde Kocaeli Üniversitesinde düzenlenen “ Uluslararası Enerji ve Güvenlik Kongresi ” başlıklı konferansta sunulan tebliğdir. 


Türkiye, enerji tedarikinde dısa bağımlı bir ülkedir. Özellikle petrol ve doğalgaz açısından bu bağımlılık, Türk dıs politikasını da derinden etkiler. 
Öncelikle Rusya, Dran, Irak ve Azerbaycan gibi komsularından enerji ithal eden Türkiye’nin, doğalgazda Rusya’ya olan mutlak bağımlılığı, ilk nükleer santralin 
yapımının da yine bu ülke tarafından üstlenilmesi, iki ülkenin diplomatik iliskilerine de yansır. Suriye, Irak, Dran gibi önemli bölgesel konularda 
birbirinden farklı, hatta karsıt politikalar izleyen Ankara ve Moskova arasındaki iliskilerde, enerji her zaman ilk sırada gelir. Türkiye’nin bir numaralı dıs ticaret ortağı olan Rusya, dıs politikasında enerjiyi sadece Türkiye’ye karsı değil, Avrupa’ya karsı da önemli bir diplomatik silah olarak kullanır. Türkiye’nin yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmemesi, elektrik enerjisinde tek kaynağa (doğalgaz), bu kaynağın temininde de tek ülkeye (Rusya) bağımlı olması, enerji güvenliği ve ekonomik istikrar açısından olduğu kadar, dıs politika ve güvenlik açısından da önemli bir sorundur. 

Anahtar Kelimeler: Enerji, güvenlik, diplomasi, bağımlılık, doğalgaz. 

Giriş 

Enerji, uluslararası iliskilerde büyük önem tasır. Siyasette, ekonomide, diplomaside, güvenlikte çok önemli olan bir kaynaktır. Ona sahip olanlar tarafından stratejik bir silah olarak kullanılır. Çetin mücadelelerin, kanlı savasların nedenleri arasında ilk sıralarda gelir. Enerji kaynaklarının dünyadaki dengesiz dağılımı dikkate alındığında, Dngilizlerin ünlü devlet adamı Winston Churchill’in su sözleri daha iyi anlasılır: “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir”. Ülkelerin artan enerji talebinin yanında, artan nüfus da enerji 
alanındaki rekabeti keskinlestirir. Enerjinin çıkarılıp islenmesinden baslayarak, arzında, pazarlanmasında, tasınmasında zorlu bir rekabet söz konusudur. Ancak enerji arz güvenliğinde kolay çözümler yoktur. Enerjinin erisilebilir ve sürdürülebilir olması da kolay değildir. Hem kaynak bazında hem tedarikçi ülkede hem de tasıma güzergâhında çesitlilik sağlanması zordur. Günümüzde aynı anda hem ucuz, hem temiz, hem güvenli, hem de sürekli bir enerji kaynağına sahip olmak için yoğun çaba göstermek, gelismeleri yakından takip 
etmek gerekir. 

Dünyada enerji kaynaklarının tüketim kompozisyonu değisim halindedir. Gelismis ülkelerin yanı sıra gelismekte olan ülkelerin, en basta da Çin’in enerji talebinde büyük artıs söz konusudur. Kömürün ağırlığında bir miktar azalma, petrol, doğalgaz ve nükleer enerji kullanımında ise bir miktar artıs gözlenmekte dir. 

Su ve rüzgâr enerjisinin tüketiminde de artıs gözlenmektedir. 
Enerji üretiminde ise Orta Asya, Hazar ve Ortadoğu, yani Avrasya’nın merkezi ve çevresi öne çıkmaktadır. Ülkelerin büyümesine kosut olarak, enerji tüketimi de 
arttığından, enerji kullanımında tasarruf, verimlilik arayısları önem kazanmakta dır. Farklı enerji kaynaklarının, yeni, yerli ve yenilenebilir kaynakların önemi hızla artmaktadır. 

Enerji kaynağı açısından zengin ülkeler, bu kaynağı diplomaside etkili bir araç olarak kullanırken, tüm devletler, ikili ve çok taraflı siyasette, enerji güvenliğine büyük özen gösterirler. Enerji temininde dısa bağımlı olmanın, dıs politikada manevra sahasını daralttığını bilirler. Enerjiyi, sadece ekonomik gelismenin temel sartı olarak değil, aynı zamanda siyasi bağımsızlığın ve ulusal güvenliğin de temel unsuru olarak kabul ederler. Gelişmiş ülkeler, “enerji politik” denilen enerji siyasetinde, bilimsel bilgiyle beslenen, inisiyatif alabilen, proaktif politikalar izlerler. Bu sayede enerji alanında basarılı adımlar atar, azami kazanç sağlar, kayıplarını en aza indirmeye çalısırlar. 

Dünya birincil enerji tüketiminde, fosil yakıtların ağırlığı devam edecektir ki, özellikle Türkiye’nin çevresinde yasanan siyasi gelismeler, iç savaslar, çatısmalar ve isgaller de, büyük güçlerin, emperyalist merkezlerin, bu hesabı yaptıklarını göstermektedir. Farklı kurulusların ve uzmanların öngörülerinde kimi değisiklikler olsa da, 2020 yılında da fosil yakıtlar, yani petrol, kömür ve doğalgaz en çok tüketilen enerji kaynakları olacaktır. Farklı tahlil ve tahminlerin ortalaması alındığında, petrolün yaklasık yüzde 40, kömürün yaklasık yüzde 30, 
doğalgazın da yüzde 25 oranında tüketileceği hesaplanmaktadır. Kısacası, önümüzdeki yıllarda da fosil yakıtların baskın konumu değismeyecektir. 

Buna karsılık nükleer enerjinin ve hidroenerjinin payları yüzde 3 – 4 düzeyinde tahmin edilmektedir. Diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına ise yüzde 1 oranında pay ayrılmaktadır. 
Ancak belirtmek gerekir ki, yukarıda da değinildiği üzere, farklı kurulusların farklı öngörüleri söz konusudur. Örneğin; piyasa değeri olarak dünyanın en büyük enerji sirketi olan Exxon Mobile’ın arastırmasına göre; 2025 yılına kadar doğalgaz, kömürün yerine geçip dünyada en çok kullanılan ikinci enerji türü olacaktır. Sirket, doğalgazın kömürü geçmesine neden olarak çevre kosullarını öne sürmektedir. Kömürden daha çevre dostu bir yakıt olan doğalgaz tüketiminin 2040’a kadar yüzde 65 artacağını öngörmektedir. Kömür tüketiminde ise önümüzdeki yıllarda biraz daha artıs, sonrasında ise sert bir düsüs beklemektedir.2 

1 – Türkiye’nin Dthal Enerji Bağımlılığının Boyutları 

Dünya Enerji Konseyi’nin Türkiye’yle ilgili verilerine göre; enerji talebi artan ülkelerden olan Türkiye’nin enerjide dısa bağımlılık oranı yüzde 72’dir ve toplam ithalatı içinde enerji kalemi yüzde yaklasık 25’lik paya sahiptir. Bu yüksek enerji ithalatı, artan cari açığın en büyük nedenidir. Hem gelismekte olan hem de nüfusu artan bir ülke olarak bu durum, Türkiye açısından sürdürülebilir değildir. Türkiye, petrol ve doğal gazda büyük ölçüde dısarıya bağımlıdır. Ülke bazında ele alındığında, en çok enerji ithal ettiği iki ülke Rusya ve iran’dır. Türkiye, yıldan yıla oranlar küçük ölçüde değisse de, kabaca, kullandığı doğalgazın yüzde 60’ını Rusya’dan ithal etmektedir. Rusya Türkiye’nin bir numaralı dıs ticaret ortağıdır. 
2013 itibariyle iki ülke arasındaki ticaret hacmi, dolaylı kalemlerle birlikte 50 milyar dolara ulasmıstır ve denge Rusya’nın lehinedir. Rusya Türkiye’deki doğalgaz dağıtımında da ortaklıklarla hisse sahibidir. Dç piyasada da enerji sektöründe etkili olmakta, yatırımlar yapmakta, ortaklıklar kurarak, Türk sirketlerini satın alarak gücünü pekistirmektedir. Mersin Akkuyu’da yapımına baslanan Türkiye’nin ilk nükleer santralinin yapımından isletmesine, yakıt tedarikinden yönetimine kadar yüzde yüz Rusya tarafından üstlenilmesi de, Türkiye’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığını artıracak bir diğer unsurdur. 

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) raporlarına göre; 2011-2013 yılları arasında ham petrol ithalatında Dran ve Rusya’nın payı düsüs eğilimindeyken, Irak’ın payı artmıstır. 2013 yılında 2012 yılına göre, Dran’ın payı yüzde 39’dan yüzde 28’e, Rusya’nın payı yüzde 11’den yüzde 8’e düsmüs, Irak’ın payı yüzde 19’dan yüzde 32’ye çıkmıstır.3 Doğalgazda ise 2013 yılında kaynak ülkeler bazında Türkiye’nin doğalgaz ithalatı söyle gerçeklesmistir: Rusya yüzde 58’le ilk sıradadır. Onu yüzde 19’la Dran takip etmektedir. 

Azerbaycan yüzde 9, Cezayir LNG olarak yüzde 9 paya sahiptir. Nijerya’nın payı ise LNG olarak yüzde 3’tür.4 

Türkiye’de tüketilen doğalgazın yaklasık yarısı elektrik üretiminde kullanılmakta dır. Dlk sıradaki elektrik üretimini birbirine yakın oranlarla (yaklasık yüzde 25’er) sanayi ve konutlardaki tüketim takip etmektedir. Doğalgazda Türkiye’nin yerli üretiminin tüketimi karsılama oranı yüzde 1.5’tir. Bu oran, doğalgazda dısa bağımlılığın süreceğini de gösterir. 2013’te Türkiye’nin toplam enerji ithalatı 55.9 milyar dolar olarak gerçeklesmis, toplam ithalatının yüzde 22.2’sini olusturmustur. Bu fatura aynı zamanda toplam dıs ticaret açığının da yüzde 56’sını olusturmaktadır. 

Türkiye’de zaman zaman enerji temininde yasanan sıkıntılar, petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki dalgalanmalar ve bu ürünlerin ithalatındaki artıslar, yasamın her alanında etkisini göstermektedir. Sanayi üretiminden konutlardaki aydınlanma ya, hane halkının ısınmak için tükettiği yakıttan artan cari açığa dek her alana yansımaktadır. Doğalgazı en çok elektrik üretiminde, konutlarda ve sanayide kullanan Türkiye, al ya da öde ilkesine göre yaptığı anlasmalar ve garantili alım nedeniyle de, dünya ortalamasına göre daha yüksek bir doğal gaz faturası ödemektedir. Bu durum aynı zamanda sanayinin rekabet gücünü olumsuz etkilemekte ve konutlarında doğalgaz kullanan yurttasların bütçesini sarsmaktadır. 

Türkiye’nin 1990 – 2011 dönemi enerjiyle ilgili verileri incelendiğinde 1990’dan bu yana dısarıya bağımlılığın hızla arttığı görülür. Enerji talebini yerli üretimle karsılama oranı 1990’da yüzde 48.1 iken, 2000’de yüzde 33.1’e, 2010’da ise yüzde 29.2’ye gerilemistir. Son dönemde izlenen politikaların sürdürülmesi halinde, birincil enerji tüketiminde yüzde 70’ler düzeyinde olan dısa bağımlılığın süreceği ve daha da artacağı saptanmaktadır. EPDK analizlerine göre; Türkiye’de 2010 – 2030 döneminde yapılacak enerji yatırımlarının toplamı 225 – 280 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. Enerji yatırımlarında en büyük pay makine ve donanıma aittir. Yatırım tutarının asgari yüzde 60’ının makine ve donanım alımına ayrılacağı kabul edilirse, 20 yıllık dönemde 225 – 280 milyar dolar olması tahmin edilen enerji yatırımlarının 135 – 168 milyar dolarlık bölümünün makine ve donanıma harcanacağı görülür. Türkiye’nin enerjideki yüksek bağımlılığı, araç / gereç / donanım dikkate alındığında çok daha yüksek boyutlara ulasmaktadır. Söyle ki, Türkiye, elektrik üretim ekipmanları için 
her yıl 7 – 8.5 milyar doları yurt dısına aktarmaktadır ve birçok alanda olduğu gibi ekipmanlar konusunda da Çin, Türkiye için en büyük kaynak konumunda dır.5  Bu durum, sadece iktisadi iliskilerde değil, siyasi ve diplomatik iliskilerde de sık sık gündeme gelmekte, Türkiye’ye karsı caydırıcı bir koz olarak kullanılmaktadır. Türkiye’nin Malatya’nın Kürecik ilçesine yerlestirilen füze radarı sistemi, yine Türk topraklarına yerlestirilen patriot füzeleri, Suriye gibi konu baslıklarında Rusya ve Dran’la farklı cephelerde olduğu dikkate alınırsa, bağımlılığın siyasi yansımaları daha net görülür. Yüksek enerji bağımlılığı iktisadi boyutunun yanında, siyasette, diplomaside, ulusal güvenlikte de ciddi riskler yaratır. Türkiye, petrol ithalatında Rusya ve İran’a karsı alternatif yaratmıs ise de, doğalgaz temininde bu iki ülkeye karsı ciddi bir seçenek yaratabilmis değildir. Enerji koridoru olmak, enerji dağıtım üssü olarak öne çıkmak amacıyla muhtelif enerji geçis güzergâhları, enerji nakil hatları için projeler üreten veya üretilen projelere katılan Türkiye, muhtelif projelere karsın, bu konuda henüz umduğu sıçramayı yapamamıstır. Ekonomik, stratejik, jeopolitik engelleri asmakta zorlanmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin bizzat kendisinin de içinde 
bulunduğu enerji projelerinde zaman zaman Rusya ile ters düsmesi de ( Örneğin; Basarısızlıkla Sonuçlanan NABUCCO gibi) Türkiye’nin Rusya’ya karsı elini zayıflatan bir diğer unsurdur. 

2 – Rusya’nın Enerji Kartı 

Rusya, dünyanın en önemli enerji üreticilerinden biridir. Yeryüzünün en zengin doğalgaz rezervlerine sahiptir. Dünyanın en büyük doğalgaz ihracatçısıdır. Petrol ihracatında da dünyada üçüncü sıradadır. Uluslararası enerji piyasalarında çok etkili bir aktördür. Enerji öncelikli bir ekonomi politikası gütmekte, enerjiyi dıs politikasında çok temel, stratejik bir silah olarak kullanmaktadır. Sadece güçlü bir enerji tedarikçisi olarak değil, aynı zamanda enerji geçis yollarını denetleyen büyük bir devlet olarak da jeopolitik, stratejik, ekonomik ve diplomatik ağırlığını artırmaktadır. Ayrıca, bölgedeki tarihsel konumunu, gücünü, ittifak iliskilerini kullanmakta, bölge ülkeleri üzerindeki ekolojik hakimiyetini pekistirmekte, 
yumusak güç unsurlarını da devreye sokmaktadır. Enerji ihracında pazarını genisletip çesitlendirmekte, güçlü iliskiler içinde olduğu Çin’le enerji alanında dev isbirliği projelerine imza atmaktadır. “Dünyanın fabrikası” olarak nitelenen Çin’in Rusya’dan yaptığı enerji ithalatı, Rusya’nın elini güçlendirmektedir. 

Rusya, her ne kadar son dönemlerde Ukrayna ile yasadığı sorunlar ve Kırım’ın Rusya’ya katılması nedeniyle G 8’den6 dıslanmıs, üyeliği askıya alınmıs ise de bu ülkeler arasındaki en büyük enerji üreticisi ve ihracatçısıdır. Ülke siyasetine devlet baskanı Vladimir Putin’in ağırlığını koymasıyla birlikte benimsenen enerji politikası, petrol ve kömürde göreli olarak liberal ve özel sektöre öncelik tanıyan bir yaklasıma sahipken, doğalgaz ve elektrik üretiminde devlete ağırlık vermektedir. Ülkenin sadece ekonomisinde değil, politik ve diplomatik adımlarında da önemli yer tutan enerji sektöründe, en büyük ulusal enerji sirketi olan Gazprom’a stratejik önem verilmektedir. Bu kurulusun yöneticileri Putin’e yakın isimlerden oluşmaktadır. 

Rusya, dünyanın ve Avrasya’nın en büyük güçlerinden olan Çin’le her alanda gelisen iliskilere sahiptir. İki ülke birbirlerini “stratejik ortak” olarak tanımlamaktadır. Sanghay İsbirliği Örgütü’nde (SDÖ), BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) içinde, 

Birlesmis Milletler Güvenlik Konseyi’nde birlikte hareket etmektedir. Ortadoğu basta olmak üzere, dünyanın sorunlu bölgelerinde izledikleri politikalar büyük ölçüde örtüsmektedir. iki ülke orduları ortak tatbikatlar düzenlemektedir. Çin’in enerji talebenin sürekli arttığı düsünüldüğünde, Rusya ile Çin arasındaki uzun vadeli isbirliğinin, bu bağlamda Gazprom’un önemi daha iyi anlasılır.7 Rusya, Çin’in yanında, Avrupa Birliği’yle ve özellikle de birliğin en büyük ekonomisi olan Almanya’yla enerji alanında yakın iliski içindedir. AB’nin ve Almanya’nın en büyük doğalgaz tedarikçisidir. 

Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerinde de elektrik ve doğalgaz tasınmasında ve dağıtımında etkisini artırmaya çalısmaktadır. Enerji piyasaları nda kendisi açısından dezavantaj olusturan altyapı sorunlarını, bu alandaki büyük ölçekli yatırımlarla asmakta, eksiklerini gidermektedir. Avrupa’da özellikle Almanya ve İtalya’yla enerji düzleminde yakın iliskileri bulunan Rusya’nın, bu düzeyde olmasa bile, Fransa ve İngiltere’yle de iliskileri gelismistir. Avrupa Birliği Rus doğalgazına bağımlı olduğundan bu durum siyasi iliskilere de yansımak ta, AB’nin doğalgaz talebinin artmasına kosut olarak, ithalat bağımlılığı da artmaktadır. 

Avrupa’nın artan enerji talebi ve Rusya’ya olan bağımlılığı üzerinde önemle durmak gerekir. Zira bu bağımlılık, Batı’nın Rusya’ya karsı blok olarak hareket etmesini zorlastırmakta, Batı içinde çatlak yaratmaktadır. Rusya’nın bölgesel ve küresel diplomaside elini güçlendirmektedir. Söyle ki, AB’nin doğalgaz talebi yıllık 560 milyar metreküptür. Bu miktar dünya doğalgaz talebinin yüzde 17’sini olusturmaktadır. AB’nin doğalgaz üretimi 2013’te 200 milyar metreküp olmustur. Aradaki fark 360 milyar metreküptür, yani AB yüzde 64 oranında ithalat bağımlısıdır. 2030’a gelindiğinde AB’nin doğalgaz tüketimi 760 milyar metreküp olacak, üretimi ise 160 milyar metreküpe inecektir. Yani ithalatı 600 milyar metreküpü bulacaktır. Bu da dıs kaynak bağımlılığını yüzde 80’e tasıyacaktır. AB’ye gelen doğalgazın yüzde 80’i boru hatlarıyla, yüzde 20’si ise LNG olarak Nijerya ve Katar’dan gelmektedir. Boru hatlarıyla gelen 3 ana koridor sunlardır: 

1 – Norveç ve Dngiltere kaynaklı koridor. 

2 – Rusya kaynaklı koridor. 

3 – Afrika üzerinden, Cezayir ve Libya’dan gelen, Akdeniz’den geçen boru hatları. 

2013’te Rusya’dan 136 milyar metreküp doğalgaz ithal eden AB’nin doğalgaz pazarının yüzde 38’i Rusya’nın elindedir. 2030’a gelindiğinde Rusya’nın 
Avrupa’ya 236 milyar metreküp doğalgaz satacağı tahmin edilmektedir ki, bu Avrupa’nın Rusya’ya olan bağımlılığının daha da artacağının isaretidir.8 

Rusya’nın geçtiğimiz yıllarda doğalgaz nedeniyle Ukrayna ile yasadığı sorunlar, son aylarda Kırım’ın Rusya’ya katılması ve Ukrayna’da yasanan gerginlik nedeniyle boyut değistirmistir. Rusya – Ukrayna gerginliğinin siyasi, diplomatik ve askeri boyutunun yanında iktisadi boyutu ve enerji boyutu da vardır. Bu sorunda ABD ve AB her ne kadar Ukrayna’dan yana tavır almıslarsa da, Rusya üzerinde bekledikleri etkiyi yaratamamıslardır. Bunda, Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığının ve özellikle Almanya’nın Rusya’yla olan yakın iliskilerinin payı büyüktür. Almanya’nın Çin ve Dran’la da iliskilerinin gelistiği düsünüldüğünde, bu tercihinin Rusya’yla sınırlı taktik bir adım olmadığı, daha genis boyutlu bir stratejik adım olduğu düsünülebilir. 

Rusya, enerji konusunda çok yönlü, çok boyutlu bir siyaset izlemektedir. Örneğin; İran’la bu ülkenin nükleer faaliyetleri bağlamında isbirliği yapmakta, bu ülkeye teknoloji satmaktadır. Keza ülkenin en büyük enerji sirketi olan Gazprom, bir yandan Irak’taki varlığını güçlendirmekte, bir yandan da Kuzey Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi’yle temaslarını sıklastırmaktadır. Gazprom, bir yandan Avrupa’da serbestlesen yatırım ortamından yararlanırken, diğer yandan Ortadoğu’da İran ve Irak’ta, Kuzey Afrika’da ise özellikle Libya, Cezayir ve Mısır’da yeni üretim, paylasım ve ticaret anlasmaları arayısındadır. Gazprom’un sirket olarak yeni sahalara yayılısı, devlet merkezli uluslararası politikalarla uyumludur. Kremlin’in dıs politikadaki önceliklerini gözetmektedir. Avrupa pazarındaki serbestleşmeden etkili şekilde yararlanırken, Rusya’nın jeopolitik hedeflerine de, alternatif enerji güzergahlarındaki kontrolünü artırarak aracılık yapmaktadır. Güney Akım Projesi de, Rusya’nın Avrupa’yla kurduğu enerji iliskisinin, ekonomik olmanın ötesinde stratejik önceliklere sahip olduğu kanısını güçlendirmektedir.9 

3 – Türkiye – Rusya Dliskilerinde Enerji Unsuru 

Dıs politika, enerji ihtiyacı dikkate alınmadan yürütülemez. Türkiye gibi, enerjide dısa bağımlı olan (petrolde yüzde 93, doğalgazda yüzde 98 oranında), tükettiği enerjinin büyük bölümünü iki ülkeden (Rusya ve Dran) ve diğer komsu ülkelerden temin eden bir ülkenin, bu yalın gerçek nedeniyle diplomaside eli çok kuvvetli değildir. Rusya ile iliskiler özelinde bakıldığında Türkiye, nükleer santral yapımına 15 yılda toplam 71 milyar dolar ödeyecektir. En büyük ekonomik sorunlarından biri cari açık olan, verdiği cari açığın büyük bölümü de 
enerji ithalatından kaynaklanan Türkiye, bu durumun siyasette, ekonomide, diplomaside, ulusal güvenlikte yarattığı sorunlarla sık sık yüzlesmektedir. Örneğin; petrol fiyatındaki 10 dolarlık artıs, cari açığı 5 milyar dolar artırdığından, enerji faturası konusunda oldukça endiseli bir ülkedir. 

Türkiye ile Rusya arasında ilk doğalgaz anlasması, henüz SSCB dağılmadan önce, 1986’da imzalanmıstır. SSSCB dağıldıktan sonra da iliskiler ekonomik ve politik açıdan hızla gelismistir. Dki ülkenin ekonomik yapıları ve sanayileri, rekabetçi olmaktan çok, birbirinin eksiklerini giderici özelliklere sahiptir. 1986’da imzalanan anlasmaya göre; Türkiye doğalgaz bedelinin bir bölümünü mal ve hizmetle ödeyebilecekken, ilerleyen yıllarda Rusya’dan ithal ettiği doğalgaza karsılık bu ülkeye mal ihraç etmeyi sürdürememistir. Bugüne dek Rusya 
pazarından yeterince yararlanamamıstır. 1997’de Rusya ile ikinci büyük doğalgaz anlasması imzalanmıs ve Mavi Akım olarak bilinen projeyle Türkiye, 25 yıl boyunca Rusya’dan yılda 16 milyar metreküp doğalgaz almayı yükümlen mistir. 2004 Aralık ayında Putin’in Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret sonrasında ekonomik ilişkiler daha da gelişmiştir. 

Rusya, Hazar petrolünün Rusya’yı dıslayarak Bakü – Ceyhan Boru Hattı üzerinden batı pazarlarına tasınmasını ise kendisi için bir yenilgi olarak görmüstür. Bu olayın ve diğer gelismelerin de etkisiyle, ürettiği enerjiyi dünya pazarlarına ulastırmak için, yani sadece üretimde değil nakilde de söz sahibi olabilmek için, sürekli biçimde alternatif yolları gündeme getirmistir. Bu kapsamda Rusya’da üretilen enerjinin dünya pazarlarına ulastırılmasında Türkiye’yi de alternatif bir güzergâh olarak görenler vardır. Ancak belirtmek gerekir ki, ABD’nin, Rusya’nın enerji üretimi ve iletimindeki tekelini kırmaya dönük adımlarını hesaba katan Rusya’da, Türkiye’nin enerji dağıtım üssü, enerji geçis yolu olma çabasını endiseyle karsılayanlar çoğunluktadır. 

Karadeniz ve Türk Boğazlarını kendisi açısından yasamsal önemde gören ve Montrö Boğazlar Sözlesmesi konusunda çok hassas olan Rusya, 2008’de Gürcistan’la yaptığı savas sırasında, Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözlesmesi konusunda gösterdiği hassasiyeti ise takdir etmistir. Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyesi olmasına siddetle karsı çıkan Moskova’nın bu kaygılarını Ankara da büyük ölçüde paylasmaktadır. Ancak Ukrayna’da yasanan gelismeler sonrasında Türkiye’nin izlediği diplomasi ve Montrö Boğazlar Sözlesmesi konusunda esnemeye baslayan tavrı, Moskova’da endiseyle izlenmektedir. 

Rusya, ekonomik iliskilerdeki avantajlı pozisyonunu baskı aracı olarak kullanırken, yasanan krizlerde, aslında hassas ve kırılgan olan tarafın Türkiye olduğunu basarılı sekilde Ankara’ya hissettirmistir. Rusya’nın gümrüklerinde Türk mallarına uyguladığı zorlastırıcı rejim hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Rusya sadece Türkiye’den gelen Türk mallarını değil, Türk orjinli ama Avrupa’dan gelen malları bile “kırmızı hat” uygulamasıyla teker teker kontrol etmek suretiyle gümrüklerinde günlerce bekletmistir. Özellikle Türk tekstil ve 
insaat sektörü gümrük krizinden milyonlarca dolar zararla çıkmıstır. Yaz ve sonbahar ayları geldiğinde ise “domates krizi”, “mandalina krizi” adlarıyla neredeyse geleneksellesen bir sebze – meyve krizi yasanmaktadır. Rusya, geçtiğimiz yıllarda birkaç kez, tarım ürünlerinde yüksek oranda ilaç kalıntısı, nitrat ve Akdeniz Sineği bulunduğu gerekçesiyle Türkiye’den bazı tarım ürünlerinin ithalatını durdurmuştur.10 

Türkiye ile Rusya, Suriye’deki iç savasta, Irak siyasetinde, Türkiye’ye yerlestirilen füze kalkanı radarında, ABD’nin Karadeniz’e yönelik hesaplarında ve bu bağlamda Montrö Boğazlar Sözlesmesi’ni esnetmeye hatta mümkünse değistirmeye yönelik politikalarında, Ukrayna’daki son gelismelerde farklı politikalar izlemektedirler. Gelisen iktisadi, toplumsal, kültürel iliskilere, coğrafi yakınlığa, Rus turistlerin Türkiye’ye yönelik ilgisine, Türkiye’nin, Rusya’nın kurucu üye olduğu Sanghay Dsbirliği Örgütü’ne “Diyalog Ortağı” olarak kabul edilmesine rağmen, Türkiye’nin ABD basta olmak üzere Batı Bloku ve NATO ile olan güçlü bağları nedeniyle, Türkiye ile Rusya arasında, güçlü bir yakınlasma yasanmamaktadır. Her ne kadar Türkiye, Avrupa Birliği’yle soğuyan ilişkilerinin de etkisiyle, Sanghay Dsbirliği Örgütü’ne katılmak istediğini birkaç kez dillendirmiş olsa da, mevcut durumda bu üyeliğin gerçekleşmesi olanaksızdır. 

Her ikisi de büyük imparatorlukların bakiyesi ve Avrasya ülkesi olan Türkiye ile Rusya, Soğuk Savas’ın bitip, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, ikili iliskilerde rekabet ve isbirliğini aynı anda düsünmeye baslamıslardır. Özellikle Orta Asya’da bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri’nin ortaya çıkısıyla birlikte, Ankara’nın adımlarına karsı Moskova tedirgin olmustur. Türkiye’nin, eski Sovyet coğrafyasında, Orta Asya ve Kafkasya’da etkili olma çabalarının devamının gelmemesi ve Putin dönemiyle birlikte Rusya’nın “yakın çevre”den baslayarak yeniden öne çıkması sonrasında iki ülke iliskileri hızla gelismeye baslamıstır. Ancak, Rusya özellikle son yıllarda, Türkiye’nin “ılımlı islam” projesine destek verdiğini, bunun da Orta Asya’da radikal akımları güçlendirdiğini düsünmektedir. Dki ülkenin Karadeniz ve Ortadoğu politikalarında da bir rekabet olmakla birlikte, Rusya’nın Avrasya ve Ortadoğu’da artan etkisine kosut olarak, küresel bir aktör olarak da öne çıktığı ve gelişmelere ağırlık koyduğu görülmektedir. 

Dünyanın kanıtlanmıs doğalgaz ve petrol rezervlerinin yüzde 70’ini çevresinde bulunduran Türkiye, dünyanın enerji nakil merkezi, enerji geçis üssü, enerji transit istasyonu olmaya çalısmaktadır. Bu hedef Türkiye’yi heyecanlandır maktadır. Ancak bu hedefe, Rusya’ya rağmen ulasmak olanaksız dır. Türkiye, boru hatları diplomasisi izlemeye çalısırken Rusya’ya karsı net, kararlı, etkili bir siyaset takip edememektedir. Bütüncül, sağlıklı ve etkili bir enerji politikası yoktur. Rusya ise kaynak ülke olarak ve Avrupa’nın doğalgazda kendisine 
olan bağımlılığını bilerek, dinamik ve basarılı bir boru hatları diplomasisi izlemektedir. Özellikle Karadeniz’deki, Hazar ve çevresindeki enerji kaynakları söz konusu olduğunda Rusya’nın bariz bir belirleyiciliği söz konusudur. Ayrıca, Akdeniz’deki, Irak’taki ve Dran’daki enerji kaynaklarının çıkarılması, islenmesi, dünya pazarlarına ulastırılması için de, Türkiye’nin komsularıyla iyi iliskiler içinde olması gerekir. Ancak mevcut tabloda Türkiye; Suriye ve Irak basta olmak üzere komsularıyla irili ufaklı sorunlar yasamaktadır. Bölgesel bir güç olan Dran’la tarihsel rekabet içindedir. Türkiye, en az sorunlu olduğu komsusu olan ve enerji ithal ettiği Azerbaycan’la da, Ermeni açılımı sonrasında gerginlik yasamıstır. Rusya’nın özellikle Suriye ve Dran’la yakın iliskileri, Irak’la gelisen münasebetleri, Azerbaycan üzerindeki nüfuzu dikkate alındığında, Türkiye’nin enerji konusundaki hedefine ulasmasının, enerji köprüsü olmasının, en azından simdilik olanaksız olduğu görülür. 

Sonuç 

Doğalgaz yakıtlı elektrik üretim santrallerinde gaz gereksiniminin hangi ülkeden, hangi anlasmalarla, hangi boru hatlarıyla, hangi yatırımlarla karsılanacağı çok önemlidir. Elektrik üretiminde doğalgaz payının yüzde 30’un altına düsürülmesi hedefine ulasabilmek için, dısa bağımlılığın azaltılması gerekir. Türkiye’nin, yerli ve yenilenebilir enerji kaynakları açısından potansiyeli yüksektir. Kimi değerlendirmelere göre; önümüzdeki 25 yıllık elektrik enerjisi gereksiniminin tamamını yerli kömür ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının verimli sekilde kullanılmasıyla karsılamak mümkündür. Ancak bunun için planlamaya, enerjide milli politikalara ve sürdürülebilir kalkınmayı önceleyen yaklasımlara gereksinim vardır. Bu kaynakların daha etkin ve verimli kullanılması için, devlet öncülüğün de stratejik planlama yapılması sarttır. Son yıllarda uygulandığı üzere, dileyenin, dilediği yerde, dilediği kaynak veya yakıtla, dilediği teknolojiyle, dilediği zaman aralığında, yeterli denetim olmaksızın yaptığı enerji yatırım uygulamalarından vazgeçilmelidir.11 

Enerjide bağımlılık ekonomide bağımlılık demektir. Ekonomik bağımlılık ise siyasi, askeri, diplomatik, kültürel, teknolojik bağımlılığı getirir. Bu da, ulusal bağımsızlıkla ve milli egemenlikle bağdasmaz. Türkiye, enerji kaynaklarını daha verimli değerlendirmelidir. Enerji iletimindeki kayıp ve kaçağı (üretilen elektriğin beste beri kayıp ve kaçaktır) en alt düzeye çekmelidir. Enerjide kaynak çesitliliği yaratmalı, tek bir kaynağa (doğalgaz) ve bu kaynağın temininde tek bir ülkeye (Rusya) bağımlılığa son vermelidir. Entegre bir enerji politikası izlemeli, bu alanda stratejik planlama yapmalı, kendi kaynaklarını arayıp, üretip, isletmelidir. Fosil yakıtlar arasında petrol ve doğalgaz açısından fakir olan Türkiye, kömür rezervleri açısından asırı zengin olmasa da, fakir bir ülke de değildir. Keza yenilenebilir enerji kaynakları söz konusu olduğunda Türkiye rüzgâr, günes ve jeotermal enerji potansiyeli yüksek bir ülkedir. Dünyanın 7. büyük jeotermal enerji potansiyeline sahip olan Türkiye, bu alana daha çok yatırım yapmalıdır. 

Türkiye kamu öncülüğünde planlamaya öncelik verirken, bu yolla belirsizliklerin, gereksiz yatırımların, çevre dostu olmayan projelerin önüne geçmelidir. Sözde değil, özde bir ulusal enerji politikası saptanmalıdır. Dthal enerjiye bağımlılığı azaltacak yerli, yenilenebilir kaynaklara öncelik tanınmalıdır. Doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmak için hem doğalgaza alternatif kaynak arayısına girilmeli, hem de kaynak ülkelerde çesitliliğe gidilmelidir. Enerji politikalarında hedefler gerçekçi, akılcı ve uygulanabilir olmalıdır. 

DİPNOTLAR;


1  Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Öğretim Görevlisi 
2 “ Doğalgaz, Kömürün Saltanatını Bitiriyor ”, Hazar World, Ocak 2014, Sayı: 14, s: 4. 
3 www.epdk.org.tr, Petrol Piyasası Sektör Raporu, 2013. 
4 www.epdk.org.tr, 2013 Yılı Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu. 
5 Oğuz Türkyılmaz, “Bağımlılığın Öteki Yüzü”, Cumhuriyet Enerji, 4 Aralık 2012, s: 4. 
6 G 8, Dngilizce “Group of Eight” tümcesinden türemis olup, dünyanın GSMH’sı en yüksek olan ülkelerini belirtmek için kullanılır. 
Rusya bu gruba en son katılan ülkedir. Diğer üyeleri sunlardır: ABD, Japonya, Almanya, Dngiltere, Fransa, İtalya, Kanada. 
1975 yılından beri her yıl ekonomi zirvesi düzenleyen bu ülkeler, dünya ekonomisinin yaklasık üçte ikisini temsil ederler. 
7 Süreyya Yiğit, “Türkiye, Büyük Orta Asya ve SDÖ Pekin Zirvesi”, Ortadoğu Analiz, Ağustos 2012, Cilt: 4, Sayı: 44, s: 56. 
8 Samir Kerimli, Türkiye’nin Enerji Merkezi Olması Yolunda TANAP Projesinin Rolü, Hazar Strateji Enstitüsü Yayınları, Dstanbul, 2014, s: 9 – 10. 
9 Sanem Özer, “Doğu Akdeniz’de Enerji Güvenliği ve Savasları”, Ortadoğu Analiz, Aralık 2013, Cilt: 5, Sayı: 60, s: 71. 
10 Fatih Özbay, “Soğuk Savas Sonrası Türkiye – Rusya Dliskileri: 1992 – 2010”, Bilge Strateji, Cilt: 3, Sayı: 4, Bahar 2011, s: 62 – 63. 
11 Oğuz Türkyılmaz, age. 


KAYNAKÇA 

“ Doğalgaz, Kömürün Saltanatını Bitiriyor”, Hazar World, Ocak 2014, Sayı: 14, s: 4. 
  2013 Yılı Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu, www.epdk.org.tr 
  Fatih Özbay, “ Soğuk Savas Sonrası Türkiye – Rusya Dliskileri: 1992 – 2010 ”, Bilge Strateji, Cilt: 3, Sayı: 4, Bahar 2011, s: 62 – 63. 
  Oğuz Türkyılmaz, “Bağımlılığın Öteki Yüzü”, Cumhuriyet Enerji, 4 Aralık 2012, s: 4. 
  Petrol Piyasası Sektör Raporu, 2013. www.epdk.org.tr 
  Samir Kerimli, Türkiye’nin Enerji Merkezi Olması Yolunda TANAP Projesinin Rolü, Hazar Strateji Enstitüsü Yayınları, Dstanbul, 2014, s: 9 – 10. 
  Sanem Özer, “Doğu Akdeniz’de Enerji Güvenliği ve Savasları”, Ortadoğu Analiz, Aralık 2013, Cilt: 5, Sayı: 60, s: 71. 
  Süreyya Yiğit, “Türkiye, Büyük Orta Asya ve SDÖ Pekin Zirvesi”, Ortadoğu Analiz, Ağustos 2012, Cilt: 4, Sayı: 44, s: 56. 


*****

6 Şubat 2017 Pazartesi

Türk Ordusu’nu kafesledik


Türk Ordusu’nu kafesledik,



Salim Yavaşoğlu
14.06.2012 



Türk Ordusu’nu kafesledik
Utah Üniversitesi’nde konferans veren CIA’nın Türkiye uzmanı Henri Barkey, AB üzerinden yapılan derin operasyonu bu ifadeyle tanımladı.





İlk kez İslami parti iktidarda

Bu şoke edici sözler, TBMM’de 2003 yılında 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden 25 gün sonra Utah Üniversitesi’ndeki “Felaket ile Flört: Türkiye- Irak-ABD” adlı konferansta söylendi. Kürsüye çıkan Barkey, 3 Kasım’da ilk kez bir İslami partinin iktidara geldiğini hatırlatarak şöyle dedi:


Ordu ABD’ye güvenmiyor

Yaptığımız görüşmelerde bize, ’AB’ye girmek ve demokrasi istediklerini, bunu kendileri için bir rönesans olduğunu’ söylediler. Türk Ordusu ise ABD’ye güvenmiyordu. Irak’a ABD’den bağımsız girmek istediler. Avrupa Birliği adaylık sürecinde müzakereler yoluyla orduyu çok sıkı bir kafese kapattık.


“AKP ile anlaşarak TSK’yı kafesledik”

CIA ajanı Barkey, 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra ABD’de verdiği konferansta, “AKP liderleriyle anlaşarak Türk Ordusu’nu kafeslediklerini” anlatmış.



CIA’nın Türkiye uzmanı Henri Barkey’in, 2003’te 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden 25 gün sonra 26 Mart’ta Utah Üniversitesi’nde verdiği “Felaket ile Flört: Türkiye, Irak ve ABD” adlı konferansta, AKP lideriyle anlaşarak “Türk Ordusu’nu çok sıkı bir kafese kapattıklarını” söylediği ortaya çıktı. Barkey, AKP’nin, AB reformlarında ısrarlı tutumu ve ABD’nin Türkiye’ye gün vermesi için AB’ye baskı yapmasının “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kafesleme” planı olduğunu ifade ediyor.


“Felaket ile flört” 


Barkey’in bu sözleri kullandığı dönemde Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda Orgeneral Hilmi Özkök oturuyordu. Konferanstan 3 ay sonra, 4 Temmuz 2003’te de K. Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirildi. İlerleyen yıllarda ise Ümraniye ve Balyoz gibi soruşturmalarla çok sayıda subay tutuklanarak adeta “kafes”leniyor. Konuşmasında, 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinden Türk Ordusu’nu sorumlu tutan Barkey, ABD’nin en büyük felaketinin Türk Ordusu’nun, “PKK terörü ve çıkacak karışıklıkta Türkmenleri korumak için” Kuzey Irak’a girmekte ısrar etmesi olduğunu, bu nedenle konuşmasının adını “Felaket ile Flört” koyduğunu anlatıyor. Barkey, tezkerenin reddiyle gerçekleşmeyen kuzey cephesinin sırf  TSK’nın K. Irak’a girmesinin engellenmesi için düşünüldüğünü ifade ediyor.


Kızarlar Ama Unuturlar


Tezkerenin reddinden sonra TSK’nın “Ne olursa olsun ABD’den bağımsız olarak K. Irak’a girmek” tavrında ısrarlı tutumunu sürdürdüğünü kaydeden Barkey, bunun engellenmesi için “AB’nin Türkiye’ye müzakere tarihi vermesi gerektiğini, müzakere tarihinin en büyük yararının Türkiye’nin dikkatini Irak’tan uzaklaştırmak” olacağına parmak basıyor. Barkey bu sürecin AKP hükümeti eliyle yürütüleceğini, AB reformları ile TSK’nın kafese kapatılacağını anlatıyor. TSK’nın Irak’a girmesi engellenirse bunun ABD için en iyi senaryo olacağını belirten Barkey, Türklerin başta çok kızacağını sonradan unutup ilişkilerin derinleşerek devam edeceğini söylüyor. Barkey, AKP ile yürütülen bu planın gerçekleşmesinin 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden daha önemli olduğunu da vurguluyor. Barkey, “Türk Ordusu’nu çok sıkı bir kafese kapattıklarını” açıkça söylediği konferansta 1 Mart tezkeresi öncesinde yaşananlar hakkında da çarpıcı açıklamalar da yapıyor.


Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesini hiç istemedik!


Henri Barkey, Kuzey cephesinin açılmasına neden olacak 1 Mart tezkeresinin aslında Kuzey Irak’a girmekte ısrarlı olan Türk Ordusu’na karşı düşünülen bir önlem olduğunu da şöyle itiraf ediyor. “1 Mart tezkeresinin geçmemesinin tüm suçu Türk Ordusu’nda. Çünkü, İslamcı hükümet ile Türk Ordusu arasında çekişme vardı. Problemin önemli bir parçası Türk Ordusu’nun Amerika Birleşik Devletleri’ne güvenmemesiydi. Halbuki biz ’Bağımsız Kürdistanı’ desteklemiyorduk. İnanmadığımızı söylüyorduk. O yüzden bu konuşmanın adını ’Felaketle Flört’ koydum. Türk Ordusu, ABD’den bağımsız olarak Kuzey Irak’a girmek istiyordu. Ne olursa olsun! ABD’nin ise en son istediği şey buydu. Çünkü, Iraklı Kürtlerle Türk Ordusu arasında gerilim olacaktı. Zaten Kuzey cephesi bu tür sorunların ortaya çıkmaması için düşünülmüştü.”

Askerleri, “güç” olarak görmek istemiyorlardı


AKP’nin değişim söylemine inandığını belirten Barkey, iktidar partisini, “Askeri, güç olarak görmek istemeyen, sivilleşmeden yana ve merkez sağ olmak isteyen bir parti” olarak tanımlıyor. Barkey, 2002’de iktidara gelen AKP hükümeti ve lideriyle “Türk Ordusu’nu sıkı bir kafese kapatma” temaslarını ise şöyle anlatmış: “İlk kez bir İslami parti tek başına iktidara geldi. O güne kadar Türkler, AB’ye temkinli yaklaşıyordu. İlk kez ‘AB’ye girmek ve demokrasi istediklerini’ söylediler. İlk kez bir Türk hükümeti, ‘AB’ye girmek istiyoruz, onların kriterleri bizim için ölçü olur’ diyor. Bir İslamcı liderin rönesans terimini kullanması bana çok belirleyici geldi. Çünkü, AB’ye katılarak adaylık sürecinin Türkiye’yi daha fazla demokrat yapacağına inanıyorlar. Bu demokratikleşme süreci içinde biz orduyu çok sıkı bir kafese kapattık. Bundan sonra asker, eskiden olduğu gibi her 10 yılda bir müdahale edemeyecek. Keyfince hükümetleri değiştiremeyecek. AB’ye adaylık süreci Türkiye’yi daha demokratik bir ülke haline getirecek. Bu süreç Türk Ordusu’nun tutumuyla darbe yedi. Şunu söylemeliyim ki; Kuzey Irak’ta bir çatışma bu süreci zaafa uğratır ve geriletebilir. Eğer; biz bu Saddam’ı umut ettiğimiz kadar çabuk devirirsek, Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’a girmesini engelleyebilirsek, 1 Mart tezkeresi 1 yıl içinde unutulur. 

Türk hükümeti de reformlar yolunda devam ederse ilişkilerimiz iyileşmeye devam eder. Gelecek için umutluyuz. Türk Ordusu, Kuzey Irak’a girmelerinin hakları olduğunu söylüyordu. Ancak Başkan Bush, Türklere ‘giremezsiniz’ dedi.”
Kaynak:

Türk Ordusu’nu kafesledik

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/turk-ordusunu-kafesledik-68868h.htm

----

Henri Barkey'e yakalama kararı

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Gezi Parkı, 17-25 Aralık kumpası ve 15 Temmuz darbe girişiminin uluslararası ayağı iddiasıyla Henri Barkey’e yakalama kararı çıkarttı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 15 Temmuz darbe girişiminin uluslararası ayağı olduğu iddiasıyla Gülen’e yakın eski CIA uzmanı Henri Barkey’e yakalama kararı çıkarttı.

İktidara yakın  Star gazetesinden Kemal Gümüş’ün haberine göre İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu’ndan sorumlu Başsavcıvekili Hasan Yılmaz’ın yürüttüğü soruşturmada, 15-16 Temmuz 2016 tarihinde Büyükada Splendid Otel’de yapılan toplantıda Henri Jack Barkey’in darbeyi organize edip koordine ettiği ileri sürülüyor.
ABD Konsolosluğu çalışanı Metin Topuz ile Osman Kavala’nın da tutuklandığı soruşturma dosyasındaki bulgulara göre Henri Barkey’in şüphelilerle Türkiye ve yurt dışında bir araya geldiği ve toplantılar yaptığı iddia ediliyor.

HENRİ BARKEY KİMDİR?

Doktorasını Pensilvanya Üniversitesi’nde yapan Henri Barkey, Ortadoğu uzmanı ve ılımlı İslam teorisyeni eski bir CIA uzmanı. “Türkiye’nin Kürt Meselesi” isimli eserini, CIA’nın Ortadoğu şeflerinden Graham Fuller ile birlikte kaleme aldı. Zaman zaman Türkiye’ye gelen Barkey, Fethullahçılara uzun yıllardır verdiği destekle biliniyor.
TÜRK ORDUSUNU KAFESLEDİK
Eski CİA Ortadoğu istasyon şefi  Henri Barkey, 2003’te 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden 25 gün sonra 26 Mart’ta Utah Üniversitesi’nde verdiği “Felaket ile Flört: Türkiye, Irak ve ABD” adlı konferansta, AKP lideriyle anlaşarak “Türk Ordusu’nu çok sıkı bir kafese kapattıklarını” söylediği ortaya çıkmış, Barkey, AKP’nin, AB reformlarında ısrarlı tutumu ve ABD’nin Türkiye’ye gün vermesi için AB’ye baskı yapmasının “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kafesleme” planı olduğunu ifade etmişti.

Kaynak Yeniçağ:

  Henri Barkey'e yakalama kararı


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/henri-barkeye-yakalama-karari-176971h.htm


Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri!


‘Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri!’



  ‘Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri!’ 

Emin Pazarcı, 
Temmuz 2012

''Elimden Gelse, Bütün dünya Okullarının programlarına; ' İNSANIN İNSANI  SÖMÜRMEMESİ ' adlı bir ders koyardım.''


Barzaniler;
 _ ‘ Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri! ’ 
   
Batılı bazı diplomatlar, durup dururken Talabani ve Barzani’ye “ Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri ” adını takmamış. 

Her İpte oynuyorlar. Sabun gibiler, sürekli olarak sağasola kayıyorlar. Söyledikleri başka, attıkları adımlar farklı. Sürekli olarak rol değiştiriyor lar. Talabani de Barzani de son derece güvenilmez iki ayrı tip!

Mesut Barzani, Molla Mustafa Barzani’nin oğlu. Mesut Barzani bugün Amerika için ne ifade ediyorsa, dün de babası Sovyetler Birliği için onu ifade ediyordu. 
Molla Mustafa Barzani, Sovyetler’in güdümündeki bir KGB elamanıydı. Sovyet İstihbaratı KGB dosyalarındaki kod adı da Reis’ti. 1946′da yanındaki birkaç yüz 
Peşmerge ile birlikte Sovyetler’e kaçtı. Komünist rejim tarafından Bakü’ye yerleştirildi. Kendisi ve Peşmergeleri özel eğitimden geçirildikten sonra Irak’a 
geri gönderildi.

Molla Mustafa Barzani, hep kendisine silah ve para yardımı yapan Ruslar’ın emrinde oldu. 1961′de dönemin KGB Başkanı Shelepin’in talimatı ile Irak’ı 
parçalamak için isyan çıkardı. Bundan 46 yıl önce 1966′da, içinde Adana ve Sivas’ın da yer aldığı “Kürdistan” haritasını göstererek, İsviçre Televizyonu’na 
bir açıklama yaptı. Türkiye’ye meydan okudu: “İkinci hedefimiz Türkiye’dir.” 

Tabii, arkasına Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni alarak. Baba Barzani’nin bu çıkışı, Türkiye’deki pek çok gazetede yayınlandı.

Şimdi biraz daha gerilere gidelim. Barzani Ailesi, Osmanlı döneminde de ciddi problemdi. Osmanlı-Rus Savaşı’nın hemen arifesinde bu aşiretin reisi Şeyh 
Abdülselam, sözde “Tatil” yapmak için Rusya’ya gitti. Kısa süre sonra, büyük miktarda silah ve para yardımı alarak geri döndü. Aradan 1 sene geçtikten sonra Osmanlı-Rus Savaşı çıktı. Barzani Aşireti, Osmanlı’nın o zor günlerinde Ruslar’la birlikte hareket etti. Osmanlı, Ardından yine bunlar tarafından İngilizler’e satıldı.

Molla Mustafa Barzani’den sonra görevi oğlu devraldı. Önce Ruslar hesabına çalışan aile, dünya dengelerinin değişmesi ile birlikte, CIA ile iş tutmaya 
başladı. Şimdi bölgede KGB elemanı Molla Mustafa Barzani yerine, CIA ile birlikte hareket eden oğlu Mesut Barzani var. Dün, Sovyetler Birliği’nin desteği 
ile Türkiye düşmanlığı yapılıyordu. Bugün, ABD’ye sırt dayanarak Türkiye’nin altı oyulmak isteniyor. Efendiler değişti, ama hedef hiç değişmedi.

Geçmişte yaşananlara bir göz atalım. 

2003 yılında Barzani’nin tahrikleri sonucu Erbil’de Türk Bayrakları yakılmadı mı? 2007 yılında, Euro News’e konuşup Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı bir 
operasyon düzenlemesinin felaket olacağını söyleyen O değil miydi?

Türkiye’ye bütün Kürdistan’dan çok Güçlü bir karşılık verilir ” dememiş miydi?

Mesut Barzani, yine aynı yıllarda Kerkük konusunda Türkiye’ye posta koymaya kalkmamış mıydı:

”Türkiye’de de Kürtler var. Türkiye’nin Kerkük’e karışması durumunda biz de Diyarbakır ve diğer kentlerin içişlerine karışacağız. Türkler, Kerkük konusunda 
ısrar ederlerse, bütün sonuçlarına katlanarak onları engellemeye çalışacağım.”

Bu adam, Kandil’de bulunan ve Türkiye’nin teslim edilmesini istediği 248 PKK yöneticisi için “Bizim bölgemizde değiller” cevabını vermemiş miydi?

Şimdi de başımıza yeni çoraplar örmeye çalışıyor. PKK ile diğer Kürt gruplarını buluşturuyor. Suriye’de birlikte hareket etmelerini sağlıyor. Yetiştirdiği 
binlerce peşmergeyi, yeni bir yapılanma ortaya çıkarmak amacıyla Suriye’ye gönderiyor. Biz de Suriye’de sınırımıza yakın bölgelerde ortaya çıkan PKK 
yuvalanmasını ” Tehdit” olarak gördüğümüzü açıklıyoruz. Doğru, ama yeterli değil. Çünkü, ortada sadece bir PKK tehdidi yok.

Türkiye’ye yönelen tehdidin adını doğru koymak lazım: “ Barzani ve PKK işbirliği! ”

Artık açıkça görülüyor ki, Ortadoğu’nun siyasi fahişeleri Türkiye’ye karşı yeni oyunlar peşinde. Tabii, bu arada onları idare eden ve cesaretlendiren 
arkalarındaki gücü de unutmamak lazım!


(Emin Pazarcı, Temmuz 2012)
  
http://www.t2174a.com/?p=2054

..