6 Şubat 2017 Pazartesi

BÖLGESEL KALKINMA AJANSLARI VE TÜRKİYE UYGULAMASI BÖLÜM 1




BÖLGESEL KALKINMA AJANSLARI VE TÜRKİYE UYGULAMASI BÖLÜM 1

* YIL: 13 
* *SAYI: 153
* *EYLÜL 2010* 


*Yrd. Doç. Mehmet Emin ERÇAKAR *
 *BÖLGESEL KALKINMA AJANSLARI VE TÜRKİYE UYGULAMASI*  

*Özet*

 Bu çalışmada, yaklaşık yarım asırdır dünyanın gündeminde olan, ülkemizde ise son yıllarda gerek mevzuatının içeriği gerekse AB’ye uyum sürecinde yer aldığı için eleştirilere konu olan Bölgesel Kalkınma Ajansları incelenmektedir. Konuya, dünyadaki ve Avrupa Birliği ülkelerindeki uygulamalar yanında ülkemizdeki gelişimi açısından da bakılmaktadır. Ayrıca ülkemizde 5449 sayılı Kanun kapsamında kurulan ve kurulması düşünülen ajanslara ilişkin gelişmelere ve bu gelişmelerin ortaya çıkardığı yerinden yönetim ilkesinin hukuki tartışmaları değerlendirilmektedir. 

* * *
Anahtar Kelimeler: 
Bölgeselleşme, Bölgesel Kalkınma, Yabancı Yatırım, Yerinden Yönetim,

Giriş

Günümüzde gerek Türkiye’de gerekse dünyada yönetim anlayışı olarak içerik ve uygulamalar açısından büyük değişiklikler yaşanmaktadır. Bu değişikliklerin en önemli nedeni, genel olarak bütün dünya toplumlarına etki eden siyasi, ekonomik, kültürel vb. yaşamın her alanında ortaya çıkan küreselleşme olgusudur. Küreselleşme olgusu, beraberinde yeni bir yönetim anlayışı ve bunu gerçekleştirmede araç olacak bir örgütlenme modeli de getirmektedir. 
Bu yeni anlayış, bürokrasi, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarından oluşan, iktisadi, mali ve idari açıdan özerk örgütlenmeleri kapsamaktadır. 

Bunun sürekli kılınabilmesi için yeni araçlara ve bu araçların devamlılığını sağlamak için de uygun mali, idari ve toplumsal ortama ihtiyaç vardır. Bu yönetim modelinin getirdiği araçlardan biri de, yerinden yönetimin (adem-i merkezi) uzantısı olan bölgeselleşme için küresel bir model olarak geliştirilen Bölgesel Kalkınma Ajansları (BKA)’dır. BKA’ların ana amacı, belirli bir bölgenin ekonomik kalkınması olduğu için BKA’lar ihracata, bölgesel kalkınma adına, teşvik ve destek de sağlayan; bu bakımdan bir anlamda “bölgesel ihracatı geliştirme etüt merkezleri” işlevi gören kurumlar olarak dünya ekonomisindeki yerlerini almışlardır. Gutiérrez (2005:1), 

BKA’ları “bölgenin içsel dinamiklerini harekete geçirmek ve temel amaç olarak Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeleri (KOBİ) teknoloji, bilgi ve kaynak bakımından desteklemek amacıyla kurulmuş aracı kurumlardır” şeklinde tanımlarken, EURADA (Association of Regional Development Agencies 

–AB Bölgesel Kalkınma Ajansları Birliği)’ya göre ise BKA’lar, sektörel ve genel kalkınma problemlerini belirleyen, bunların çözümüne yönelik olanakları ve çözümleri saptayan, bu çözümleri geliştiren projeleri destekleyen kurumlardır(Tutar, Demiral, 2007:66). Verilen tanımlardan da anlaşılacağı üzere bu kurumlar, üst kurul olarak bilinen düzenleme ve denetleme kurumları benzeri kamu karar gücünü kamu organlarından alıp özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarından (STK) oluşan tüzel kişilere paylaştıran yönetişimci kuruluşlar olarak karşımıza çıkmaktadır (Hasanoğlu ve Aliyev, 2006: 85; Güventürk, 2006). Yukarıdaki tanımlardan yola çıkarak BKA’lar ile ilgili üç ana unsur saptayabiliriz. Bunlar (Koçberber, 2006:37); Kamu gücüne dayanması, ekonomik kalkınmayı hedeflemesi ve coğrafi bir bölgeyi kapsamasıdır. 

Bu unsurlar BKA’lara; hesap verebilirlik (accountability), sürdürülebilirlik (sustainability), yarar sağlayabilirlik (subsidiarity), bütünleşme ve dahil olma (integration and inclusion) gibi dört temel sorumluluk yüklemektedir. Şahin (2005: 141)’e göre, BKA’ların en çok desteklenen yönü, yerel toplulukların yönlendirdiği katılımcı bir kalkınma modelini hayata geçirmesidir. Bölgesel politikaların yetki ve sorumluluğunun dağıtılması (decentralization) sürecinde, BKA’lar tüm bölgesel politika araçlarının koordinasyonunun sağlanması bakımından büyük bir öneme sahip olmaktadırlar. Bu bağlamda BKA’ların temel işlevleri; a)Yatırımları teşvik etmek için, esnek ve rekabetçi bölgesel politikalar geliştirmek, b) Yenilikçiliği, teknolojik değişimi ve kalkınma araştırması sürecini desteklemek, c) Bilgi bankaları oluşturarak bölgeyi izlemek, d) Yol, su ve enerji gibi altyapı faaliyetlerini izlemek, e) Bilgi temini, yönetim, mali kaynak, altyapı ve üstyapı gibi tüm hizmetleri sağlamak, f) KOBİ’ler için finansal kaynaklar yaratmak, ulusal ya da uluslararası kredi kuruluşları ve bankalarla işbirliği yapmak ve g) Yeni buluş ve teknolojinin tanıtılmasını sağlamak olarak sıralanabilir (Gutiérrez, 2005: 1-2; Özen, 2005: 7-8). 

Bu işlevleri yerine getiren BKA’ların etkilerinin o bölge ile sınırlı kalmayacağı ve ülke genelinde makroekonomik farklı etkilerinin de olacağı muhakkaktır. Çünkü bölgesel kalkınma politikaları, bütünüyle ülkenin kalkınması için kullanılmaktadır. Bölgedeki yerel iş kapasitesini geliştirmeye, yenilikçi girişimleri desteklemeye, oldukça entegre bir yaklaşım çerçevesinde içsel kaynakları kullanarak bu hedeflere ulaşmaya çalışan bölgesel kalkınma yaklaşımı; kamu ve özel sektör kurumlarının katıldığı uzlaşmaya dayalı aktivitelerle yerel ekonomiyi yeniden planlayıp, düzenlemeyi ve inşa etmeyi amaçlamaktadır (Van Boekel ve Van Logtestijn, 2002:7-8; ILO: 2001:14-15, ILO, 2006:1). Diğer bir ifadeyle, ulusal düzeyde tasarlanan ve uygulamaya konulan ekonomik kalkınma politikalarından yerel/bölgesel kalkınma sistemlerine doğru önemli bir dönüşümün yaşandığı gözlenmektedir (Beer ve Maude, 2002:14). Bölgesel kalkınma yaklaşımı, yöre ve bölgelere kendi ekonomik ve sosyal geleceğini şekillendirme fırsatı sunan, özelden genele (yada tümevarımsal) karar verme sürecinin şekillendirdiği yerel kalkınma politikalarının ön plana çıkmasında etkili olmaktadır (ILO, 2001:1). Günümüzde bazı uluslararası organizasyonlar, yerel düzeyde ekonomik kalkınma sürecini destekleyen kapsamlı programlar uygulamaktadır. BKA; sadece yerel ekonominin hızlı şekilde canlanmasına yardımcı olmakla kalmayıp, aynı zamanda yerel altyapının yeniden inşası ve rehabilite edilmesinde, barış, sağlık ve eğitim gibi hizmet alanlarını iyileştirmede ve bir yöre ve/veya bölgenin etkin yönetilmesinde önemli paya sahiptir (Lazarte vd.,1997:2). 

1990’ların ortalarından itibaren tartışma konusu olan BKA; günümüzde Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), Birleşmiş Milletler Proje Hizmetleri Ofisi (UNOPS), Dünya Bankası (WB), Gıda ve Tarım Organizasyonu (FAO) gibi çoğu uluslararası organizasyonun ilgisini çekmektedir. EURADA (Avrupa Birliği Ekonomik Kalkınma Ajansları Ağı) ve ILS-LEDA (BKA Uluslararası Ağ Hizmeti) ile birlikte BKA’nın uluslararası bir boyut kazanması desteklenmektedir. Yerel kalkınma stratejileri ve organizasyonları, neredeyse gelişmiş ekonomilerin hepsinde dikkati çekmekte, gelişmekte olan ekonomilere uyarlanmaktadır. Bölgesel kalkınma kavramına ekonomik literatür açısından bakılacak olursa, Neo-klasik görüşe göre; uzun dönemde teknolojik gelişmeler sermaye birikimini arttırdığından, ekonomik büyümenin motoru konumundadır. Bunun aksine, içsel büyüme teorileri ise, ekonomi teorisini ampirik delillerle buluşturmada önemli bir yol almış olup, bu teorilerde teknolojik gelişmeler modelin içsel değişkeni olarak alınmış, girişimcilerin piyasa gücü, yenilik süreçleri ve ekonomik büyüme sürecine dahil edilmiştir (Andersen, 1996:2). 

Bu bakış açısı, günümüz içsel kalkınma teorilerine de girmiştir. İçsel kalkınma görüşü, üretim sistemlerinin yerel ve bölgesel ekonomilere adapte olma imkânı tanıyan bir grup fiziksel ya da diğer faktörlerden oluştuğu şeklindeki görüşü paylaşmaktadır. Farklı bölgelerdeki ekonomik büyüme oranları, gelir ve üretim düzeylerindeki değişiklikler, sermaye-iş stokundaki farklılıklar kadar, eğitim düzeyi ve AR-GE üretmedeki farklılıklara da bağlı olmaktadır. Ülkeler arasında ve ülkelerin bölgeleri arasında bazı yapısal ve kurumsal farklılıklar beklenebilir. Ancak bir ülkenin bölgelerinin birbirlerine çok benziyor olmaları, farklı olmalarından daha doğaldır. Örneğin, bir ülke içerisinde tasarruf oranlarının bölgeler arasında farklılıklar göstermesini açıklamak oldukça zordur. Bu durumda, mutlak yakınsamanın olmamasını üretim fonksiyondaki farklılıklarla açıklamak gerekir. Bölgelerin üretimlerinin sektörel yapıları bu anlamda önemli gözükmektedir. Neoklasik modelin sınandığı birçok çalışmada sektörel yapının önemli olduğu görülmüştür (Barro 1991, Sala-i-Martin, 1992). 

Ancak, iktisat yazınında model daha çok emek ve sermaye dışında üçüncü bir faktörün, insan sermayesinin varlığını dikkate alan yönde geliştirilmiştir (Mankiw ve diğ., 1992). Bir bölgedeki nüfusun sahip olduğu yetenekler ve teknolojik gelişmeyi algılama ve uyarlama kapasitesi bölgeler arasındaki farklılaşmayı açıklamakta kullanılmaktadır. Bölgelerin birbirlerine yakınsamıyor olduğu bulgusu, neoklasik modelin tartışılmasını da getirmiş ve farklı kuramların geliştirilmesine neden olmuştur. Özellikle Romer (1986, 1990) ve Lucas (1988), çalışmaları ile içsel büyüme modelleri adı verilen yeni bir kuramsal açılımın öncülüğünü yapmışlardır. Bu yeni modeller, neoklasik modelden iki konuda ayrışmaktadırlar. Bunlardan ilki, teknolojik gelişmenin içselleştirilmesi, bir başka deyişle teknolojik gelişmenin nasıl olduğunun modellenmesi, dolayısıyla da uzun dönemde bölgeler arasında görülen kişi başı gelir farklarının açıklanması yönündedir. Diğeri ise biriktirilebilir faktörlerin getirisinin azalan olmadığı varsayımıdır. Marshallcı teoride de; bölgesel kalkınmanın öncelikle bilgi tabanına, ikinci olarak da doğal kaynak tabanına bağlı olduğunu vurgulayarak, yerel işgücü piyasaları ve firma ağlarının rolü üzerinde durulmakta ve sonuç olarak ekonomik kalkınma; organizasyon türleri, ilişkiler sistemi ve öğrenme dinamiğinin stratejik olarak önemli rol oynadığı bir ekonomik büyüme ve yapısal değişim sürecini tanımlamaktadır (Casanova, 2004:27-28). 

Bölgesel ekonomiler, genelde işgücü ve işveren organizasyonları ve yerel yönetimler gibi sosyoekonomik aktörler arasındaki işbirliği ile işlemekte ve yerel ortaklık faaliyetleri de, etkin şekilde işleyen ve piyasa başarısızlıklarını önleyen mekanizmalar yaratmaktadır (Lim, 2003:2). Ekonomik entegrasyonlar ve küreselleşme bağlamında değişen yerel üretim sistemleri ve politikalar, bölgelerin, ekonominin ve ekonomik kalkınmanın odak noktası haline gelmesi yaklaşımlarına hız kazandırmıştır. Ekonomik faaliyetlerin sosyal yapılarla birlikteliğini saptayan yaklaşımlar, bölgesel ölçeklerde yer alan etkileşimlerin oluşturduğu esnek ekonomilerin küresel pazarlarda rekabet edebilmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Ekonomik kalkınma kapsamında hızlı değişmeler yaşanmasıyla birlikte günümüzde bölgelerin ekonomik ve politik bağlamda yeniden önem kazandığı bir gerçektir. Bu çalışmada, bölgesel kalkınma ajanslarının ortaya çıkışı, nedenleri ve sonuçları ile değerlendirilmeye çalışılmış, uygulamada karşılaşılan aksaklıklar ve geleceğine ışık tutulmaya gayret edilmiştir. Çalışmanın amacı, bölgesel kalkınma için bir reçete hazırlamak değil, gerçekleşen uygulama ve politikaları tartışmaktır. Bu amaçla, çalışmanın giriş kısmında konuya ilişkin ekonomik yaklaşımlar ortaya konmaya çalışılmış, bir sonraki bölümde AB ve dünyada bölgesel kalkınma ajanslarının gelişimi incelenerek daha sonra Türkiye’deki gelişim ve uygulamalara yer verilmiştir. Türkiye açısından çok uzak bir geçmişi olmayan bölgesel ajansların ülkemizdeki dengesiz kalkınma sorununa ne ölçüde çare olacağı analiz edilmeye çalışılmıştır. Ancak yaklaşımların çeşitliliği sorunun ne kadar büyük olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Eyalet Sistemi için Geri Sayım Başladı !



Eyalet Sistemi için geri sayım başladı !


27.09.2012 





















Türkiye’yi ,Bölme sürecini Resmen ve fiilen başlatacak 
“ Yerel Yönetimler Reform Paketi ” TBMM’nin açılışıyla birlikte gündeme gelecek .

O Tabloya Son fırça Darbeleri :

İktidara geldiği günden itibaren üniter yapıdan eyaletleşmeye giden yolun taşlarını döşemeye başlayan AKP, altyapısını çoktan bitirdiği tabloya son darbeyi indirmeye hazırlanıyor. AKP’li 5 vekilin hazırladığı ve sadece adı eyalet olmayan “Yerel Yönetimler Reform Paketi” Meclis’in açılmasıyla birlikte gündeme oturacak.

AB, Kesenin Ağzını iyice açtı :

İl genel meclisleriyle ilçe belediyelerini kaldıran ve büyükşehir belediye başkanlarına çok geniş yetkiler öngören paketin ön hazırlıklarını BM Kalkınma Programı (UNDP) yürüttü. Paketle ilgili olarak 2 yıl boyunca Türkiye’de çalışma yapan UNDP’nin bu faaliyetleri ise Avrupa Birliği tarafından finanse edildi: Tam 4 milyon euro... 

Merkezi yönetimin sonu geldi :

Paket kapsamında hazırlanan yasa teklifi, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısına tamamen aykırı. Paket yasalaşırsa özellikle büyükşehir belediye başkanları adeta illerin tek başına yöneticisi haline gelecek. Belediye başkanları il içi atamalardan görevden almaya, vergi ve harç koymaya kadar birçok yetkiye kavuşacak.

Adım Adım Federalizm! 

YENİÇAĞ’ın manşetlerden dikkat çektiği süreç, adım adım gelişti. İşte kilometre taşları...

12 Haziran 2006: Eyaletleşmenin ilk harcı Diyarbakır’da atıldı, mahkeme inşaatına başlandı .

23 Kasım 2006: Kalkınma ajansları devreye girdi, Türkiye fiilen 12 bölgeye bölündü .

7 Eylül 2007: Bölgesel istinaf mahkemelerinin görev yapacağı 9 şehir ‘eyalet merkezi’ seçildi . 

10 Aralık 2010: Adalet Bakanı Ergin, bir heyetle ABD’ye gidip federal sistemi inceledi .

11 Temmuz 2012: 13 yerde Bölgesel Ağır Ceza Mahkemesi kuruldu, yargı ayağı tamamlandı .

AB Eyaletleşme için kesenin ağzını açtı !

Türkiye’nin bölünme sürecinin önemli bir aşaması olarak kabul edilen eyalet sistemi için bir adım daha atılıyor. Sürece tam destek veren AB ise para göndermeyi sürdürüyor.

AKP siyasi ve hukuk işleri başkanlığı bünyesinde oluşturulan 5 milletvekili tarafından hazırlanan Yerel Yönetimler Reform Paketi olarak bilinen ve Eyalet sistemini anımsatan paket Ekim ayında TBMM’ye gelecek. İl genel meclisinin ve ilçe belediyelerinin kaldırılmasını öngören ve Büyükşehir belediye başkanlarına geniş yetkiler tanıyacak yasanın ön hazırlıkları Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından yapıldı.

Belediye başkanlarının yetkilerini daha aktif bir biçimde kullanmaları üzerine 2010-2011 yılları boyunca Türkiye’de çalışma yapan UNDP’nin çalışmalarını ise Avrupa Birliği finanse etti.

AB, bu çerçevede Türkiye’nin eyalet sistemine geçişinin alt yapı hazırlıkları için 4 milyon Euro harcadı .

CHP Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günay’dın da,  UNDP tarafından yapılan ve AB tarafından finanse edilen “ Türkiye’de Yerel Yönetim Reformu Uygulamasının Devamına Destek Projesi LAR 2 ” nin, yakında gündeme gelecek olan yasanın ön hazırlığı olduğunu söyledi. Günaydın, “ Yurt çapında bu projeyi LAR 2 olarak yürüttüler . Yerel Yönetimler yasa tasarısı daha hiç ortada yokken ne yapmak istediklerini biz bu toplantılardan anladık . LAR 2 bugün 29 ilin Büyükşehir yapılması ve tasarının yurt çapında örülmesi için yapıldı” dedi.

Merkezi Yönetimin Sonu

İçişleri Bakanlığı, Türkiye Belediyeler Birliği ve Yerel Otoritelerin uygulayıcı olduğu projenin hedefi ise şu şekilde açıklanıyor: “ Yerel yönetimlere ilişkin yeni politikaların ve yasaların etkin biçimde uygulanması için İçişleri Bakanlığının, yerel yönetim birliklerinin ve yerel yönetimlerin idari kapasitelerinin ve bu kurumlar arasındaki iş birliğinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesidir .”

UNDP bu amaçlara uygun olarak yerel yönetim reformuna destek sağlamak üzere, projede öngörülen faaliyetlerin en yüksek standartlarda uygulanabilmesi amacıyla İçişleri Bakanlığına gerekli teknik desteği sağlayacak ekip oluşturdu.

Proje detayında en çok dikkat çeken ise “ Orta vadede, yerel yönetim ile karşılaştırıldığında merkezi yönetimin rolü büyük bir değişim geçirmek durumunda kalacak ” ifadesi oldu.

AKP’li milletvekilleri tarafından hazırlanan yasa teklifi Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısına tamamen aykırı . Yerel Yönetimler Reform Paketi yasalaşırsa tüm Türkiye’de olduğu gibi doğu ve güneydoğu bölgelerinde de Büyükşehir Belediye Başkanları illerin tek başına yöneticisi olacak . Belediye başkanları il içi atamalar, görevden alınmalar, vergi ve harç koyma yetkisine sahip olacak. 

Hukuk Sistemini de finanse ediyor,

Türkiye’yi birliğe almamak için her yolu deneyen AB, konu ülkenin bölünmesi anlamına gelen eyalet sisteminin önemli bir ayağını oluşturan istinaf mahkemeleri için para vermişti. İlki Diyarbakır’da inşa edilen İstinaf Mahkemeleri için kesenin ağzını açan Avrupa Birliği, proje kapsamında Türkiye’ye 22 milyon 500 bin euro destek sağladı. 2007 yılında inşasına başlanan Diyarbakır İstinaf Mahkemesi, 1,5 yıl gibi kısa sürede bitirildi.


Federalizm ”e giden yolun taşları parça parça döşendi
   YENİÇAĞ, gelişmeleri sürekli olarak gündeme taşıyarak ülkede çılgın bir dönüşümün yaşandığına dikkat çekmeye devam ediyor. İşte AKP’nin yeni anayasa ile hayat bulacağı ve 2. cumhuriyetin önünü açacak o düzenlemeler :

12 Haziran 2006: AKP’nin ABD’ye verdiği eyaletleşme taahhüdünün ilk harcı Diyarbakır’da atıldı ve finansmanını AB’nin sağladığı Bölge İstinaf Mahkemesi’nin yapımına başlandı .

23 Kasım 2006: Avrupa Birliği’nin dayattığı federalizm, Kalkınma Ajanslarıyla devreye girdi . Avrupa’nın, Osmanlı’ya dayattığı federalizm, AKP tarafından“Kalkınma Ajansları” adı altında uygulamaya konuldu, Türkiye, bölgelere bölündü .

31 Mart 2007: Hükümet kurulurken ABD’ye vermiş olduğu memorandumdaki eyaletleşme sözünün önemli bir aşaması gerçekleştirildi. Memorandumda Erdoğan’a küreselleşmenin şehir devletleri demek olduğu kendisinin de bu yönde hareket etmesi halinde destekleneceği belirtiliyordu.

7 Eylül 2007: AKP, Amerika’nın dayatması, Avrupa’nın parasıyla bölge istinaf mahkemeleri için “9 eyalet” merkezini seçti . İstanbul, Ankara, İzmir, Kayseri, Konya, Samsun, Adana, Erzurum ve Diyarbakır’da kurulması planlanan istinaf mahkemeleri ABD’yi örnek alan merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın hayalini kurduğu, ancak gerçekleştirmeye fırsat bulamadağı “9 eyalet” merkeziyle birebir örtüşüyordu .

10 Aralık 2010: Adalet Bakanı Sadullah Ergin, müsteşar, genel müdürler ve daire başkanları ile birlikte ABD’ye gitti . ABD’li bir bakanlık yetkilisi, Türk yetkililerin Amerikan eyalet ve federal sistemini incelediklerini ima etti .

Ocak 2011: İçişleri Bakanlığı Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı bünyesinde, Amerikan yönetim sistemini yerinde görmek ve uygulamaları incelemek amacıyla Türkiye’den 35 kaymakam ve vali yardımcısı Amerika’ya gitti .

11 Temmuz 2012:  Eyalet merkezi olarak da adlandırılan 15 bölge kuruldu, bu bölgelerin 11’inde 13 Bölgesel Ağır ceza Mahkemesi kurarak yargı ayağını da tamamladı .

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=73443




İLKE.., Atatürk ve Cumhuriyet


İLKE.., Atatürk ve Cumhuriyet 



YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN 
(Anayasa Mahkemesi Önceki Başkanlarından) 


    Büyük Başarılarla tarihe geçen Osmanlı İmparatorluğu 36 padişah, 235 sadrazam ile 623 yıl sürmüş, baskıcı ve dinci kişisel yönetimin neden olduğu gerileme ve yıkılma dönemindeki tutarsızlıklar, ekonomik güçlükler ve toprak kayıplarının içine düşürdüğü durumlara dayanamayıp yaşamına son verilmiştir. 

 Uygarlığın çağdaş olanaklarından yoksun kalan Osmanlı toplumu giderek kötülüklere düşmüş, savaşlarda yitirdiklerinin acılarıyla yürekleri dağlanan aileler umutsuzluk ve çözümsüzlükle kıvranmış , Batının sömürgesi işlemi uyulanan ülkemiz yayılmacı emperyalist dış güçlerin işgaline uğramış , işbirlikçi iktidarın ihanetlerine eklenen isyanlarla karanlık tüm ağı rlığı yla üzerimize çökmüştü. Yokluk, düşkünlük ve yalnızlık yurtseverleri değişik düşüncelerle uğraştırırken öğrencilik yıllarından beri ülkesinin geleceğine ilişkin tasarıları olan Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Atatürk sevip saydığı , kendisine güvenen halkının başı na geçerek müdafaa-i hukuk ruhu ve kuvay-ı milliye ateşiyle atıldığı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, Millî Mücadele adıyla anılan ölüm-kalım girişimini başlatmıştı.
Kimsenin önerisi, dayatması ve herhangi bir yardımı olmadan Erzurum ve Sivas Kongrelerini toplayarak başladığı yolculuğa kendinin ustaca 9. Ordu Müfet-tişliğine (sonra 3. Ordu oldu) atanmasını sağlamış , 19 Mayıs 1919’da çıktığı Samsun’dan sonra 22 Haziran 1919’da “Bu ulusun bağı msızlığı nı yine bu ulusun istenci ve direnci kurtacaktır.” açıklığı nı taşı yan Amasya Genelgesi’ni kaleme alarak Anadolu İhtilâlı bayrağı nı açmış tır. Bu kutsal yürüyüş 23 Nisan 1920’de tam bir hukuksal kurumlaşma olan TBMM’nin açılışı yla ilk evresini tamamlamıştır. 

Meclis’in açılması kanımca Cumhuriyetin kurulmasıdır.

Adı, 1921 Anayasası’nın 29 Ekim 1923’de değiştirilmesiyle konulmuştur.

Cepheden cepheye koşarak yaşamını adadığı ülkesini düşmanlardan kurtarıp esenliğe çıkarmayı amaçlayan Mustafa Kemal, geleceğe ilişkin düşüncelerini 1905’de arkadaşlarına (Ali Fuat Cebesoy anılarında açıklıyor), 1908’de gazeteci-diplomat Rus İvan Malinov’a (Prof. Dr. Şerafettin Turan Türk Dili dergisine yazdı), Erzurum Kongresi sonrasında Mazhar Müfit Kansu’ya anlatıyor: Türkiye’de cumhuriyet kurulacaktır, lâtin harfleri kullanılacaktır, kadınlar örtünmeden kurtarılacaktır. 

Bunlar konuşmalarının önemli bölümleridir. Öbür sözü de Kongre öncesinde Mazhar Müfit Kansu’nun “Mücadele başarıya ulaşı rsa yönetim biçimi ne olacaktır?” sorusuna hiç duraksamadan verdiği “Hiç kuşkusuz cumhuriyet!” yanıtıdır. 30 Ağustos 1922 zaferine İsmet İnönü’nün önerisiyle “Başkomutan Meydan Savaşı ”adı verilmişti. 

Zaferin getirdiği sonuçların Cumhuriyete giden yolu açtığı unutulmamalıdır.

1 Kasım 1922’de 308 nolu TBMM kararıyla saltanatın kaldırılmasını, sınırlarımızın kesinleştiren 24 Temmuz 1923 günlü Lozan Barış Antlaşması izlemişti. 
Kimi arkadaşlarının karşı çıkmasına, “saltanat ve hilâfeti kurtarma amacıyla girişilen savaş” görüşüyle padişah yandaşlığı nın değişik anlatımlarla öne sürülmesine ve Mustafa Kemal’i engelleme çabalarına ödün verilmemiş, gece üzerinde çalışı lan metnin CHP Meclis Grubu ve TBMM çoğunluğunun benimsemesiyle 29 Ekim 1923’de cumhuriyet “ Hükûmet Biçimi ” olarak ilân edilmiştir. Mustafa Kemal 15-20 Ekim 1927’de toplanan CHP II. Büyük Kurultayı’nda, sonu Türk Gençliğine Sesleniş’le biten 36,5 saatlik Büyük Söylevi’nde bu oluşumu belgeleriyle, destansı biçimde anlatır. Olaylara dayandırarak anlattığı gelişmeler, her alanda tam bağımsızlığı , özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlanmayı amaçlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı ’nın amacına uygun bir yapılanmayı kanıtlamaktadır. 20 Nisan 1924 günlü, 491 nolu ilk Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Teşkilâtı Esasiye Kanunu)’nın, sonraki 1961 ve 1982 Anayasalarının I. maddesiyle cumhuriyet devlet biçimi olarak benimsemiş, anılan anayasaların sırasıyla 102/4., 9. ve 4. maddelerine göre cumhuriyet biçiminin değiştirilmesi önerisi bile yasaklanmış tır. 

Bu durum, Yaşamsal önemin kanıtıdır.

NEDİR?

Cumhuriyet, yönetenlerin yönetilenler tarafından, denetlenmek ve değiştirilmek koşuluyla belli bir süre için seçildiği düzenin adıdır. Tam eşitlikçi bir yurttaşlar düzeni, tam bir halk demokrasisidir. Atatürk, 29 Ekim 1933’deki Onuncu Yıl Söylevi’nde “Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü” olarak nitelediği cumhuriyetin, demokrasinin yaşama geçiş biçimi ve yönetimdeki adı olduğunu Türk Ulusu’nun yaradılışı na ve karakterine en uygun rejim bilinerek seçildiğini söylemiştir. 

4 Aralık 1923’de “Biz bu cumhuriyeti kanla kurduk” sözünden sonra 1 Kasım 1928 TBMM’ne açış konuşmasında “... Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” demiştir.

Kişilikleri, eğitimleri ne olursa olsun Osmanlı ailesinde babadan oğula geçen ve nice kanlı olaylara neden olan yöneticilik artık ulusun kendi istencini yansıtan çağdaş bir düzeye yükselmiştir. 30 Ağustos zaferini kazanan TBMM Ordularının ulusuna armağanı olan cumhuriyetin sahibi tüm Türk Ulusu’dur. Atatürk’ün özdeyiş değerli, çok anlamlı “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir.” sözü hiçbir soy ve inanç ayrımı gözetmeksizin ümmetten ulus düzeyine, kul-kölelikten yurttaşlığ a yükselen toplum ve insan öğesinin bölünmez bütünlüğünü ve özgün niteliğini vurgulamaktadır.

Osmanlı enkazını kaldırıp küllerini temizleyerek kurulan cumhuriyet, yurttaşlarından kurumlarına değin yepyeni bir yapıdır. 

Anlayış tan ilkelere ve kurallara uzanan açılımında insan değerinin üzerine yaşamın vazgeçilmez gereklerini koyarak hak ve özgürlüklerle taçlandırmış tır.
20 Ocak 1921 günlü, 85 nolu TBMM Anayasası’nın 1. maddesindeki “Egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur. Yönetim yöntemi, halkın geleceğini eylemli biçimde 
kendisinin yönetmesi ilkesine dayanmaktadır” açıklığı yla hedeflenen cumhuriyet ve egemenliği gökten yere indirip gerçek sahibinin eline bırakan lâikliktir.
Cumhuriyet sözcük olarak hukuksal, toplumsal ve siyasal alanda genel bir anlam taşı makla birlikte ona asıl değerini veren uygulama biçimi ve nitelikleridir.
Birçok devlet cumhuriyet adını taşı makta ve ulusal kurtuluş savaşı vererek dünyaya örnek olan ve “Türk Mucizesi” olarak adlandırılan başarının simgesi olamamış tır. 

Günümüzde kimi ruhsal ve beyinsel bozuklukların, kimi siyasal eğilimlerin, inanç katılıklarının, çıkarcılıkların ve aymazlıkla, sapkınlıkların yansıması olan karşı tlıklar, numaralandırma çabaları, bilinçsizliğin ve değerbilmezliğin ibret verici örneklerindendir.

10. Yıl Marşı ile övüncümüzü ve kıvancımızı coşkuyla açıklamamız, 1930’larda dünyadaki 12-13 cumhuriyetin önde gelenlerinden gösterilen Türkiye’nin gerçeklerinden kaynaklanmaktadır. Özellikle 1950 sonrası verilen ödünlerle yöneticilerin ağı r kusurları sonucu cumhuriyet kan yitirmeye başlamış tır. 84. yıl dönümünü kutladığımız günümüzde “100. yılını kutlayabilecek miyiz?” endişelerine tanık olmak üzücüdür. Atatürk’ü ve cumhuriyeti yeterince anlamadığı mız, anlatamadığı mız, değerlerini bilemediğimiz gerçeği, sorumluluğumuzu ve hepimizin yanlış lık ve yanılgılarını gündeme getirmektedir.

DURUM

Yanlış bir insan hakları, özgürlük, demokrasi, din, lâiklik anlayışı , duygusallık, inat, zıtlaşma, partizanlık ve kötü siyasetle toplumsal barış bozulmuş, en büyük 
insanlık suçu terörle ulusal dayanış ma sarsılmış , ge-reksiz düzenlemelerle cumhuriyetin niteliklerinden arındırılması aymazlıkları yeğlenmiştir.

Cumhuriyet yalnız sözcük değildir. Nitelikleriyle bir bütündür. Anayasa’nın 2. Maddesinin “...demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devletidir.” dediği yapı, cumhuriyetin tanımıdır. Bu kutsal yapıyı niteliklerinden soyutlamak, yalnız sözde ve kâğıt üzerinde bırakmak, açılımıyla ilgili maddelerden çıkararak yalnız tanımda korumak cumhuriyetten yararlananların, onu koruma andı içenlerin katlanabileceği bir durum değildir.

Tekil devlet yapısını, bir ulus gerçeğini, ülkenin tümlüğünü bozarak toprak koparıp ayrı devlet kurma çabasında olanlarla destekçileri iç ve dış odakları gözetirsek, eleştiri ve önerilerinin doğrultusunu kavrarsak karşılaştığımız tehlike daha iyi anlışılır.

Dinlerin olduğu yerde bulunup olmadığı yerde bulunmayan, devletin dinden 
bağımsızlığını, aklın özgürlüğünü anlatan lâiklik asla din karşıtlığı değildir. 

Başta din ve vicdan özgürlüğü olmak üzere her tür hak ve özgürlüğün güvencesidir. Bağı msızlığı n, demokrasinin, çağdaşlığı n kaynağı ; siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı ; eşitliğin, kardeşliğin, dostluğun, akılcılığı n, bilimselliğin, barışı n, uygarlığı n en elverişli iklimidir.

Laiklik sayesinde geldiğimiz ve ulaşmayı amaçladığı mız güzellikler ve günler, kökten dinci sömürücülerin kötülükleriyle kararmaktadır. Lâik Atatürk cumhuriyeti yönetiminin karşıtlarının eline geçmesi, koruyucularının ve sorumlularının bağışlanmaz tutumlarına bağlanmalıdır.
Gereksiz tartışmalarla zaman ve emek yitirilmekte, cumhuriyeti Özendirerek Türk Devrimi’nin temeli olan Atatürk ilkeleri güçlendirecek yerde karalama ve geçersiz kılma uğraşları sürdürülüp yaygınlaştırılmakta, Anayasa ile oynayarak AB ve ABD özlemleri doğrultusunda dinci düzenin yolları döşenmektedir.
Bizi dünya uluslar ailesi içinde onurlu ve saygın yerimize oturtan, her alanda Türk Devrimi’nin açılımlarıyla başka ülkelerde yüzyıllarca başarılamayan gelişmeleri 10-15 yıla sığ dıran, yollar, demiryolları, köprüler, uçak alanları, kara, deniz ve hava limanları, hastaneler, okullar, üniversiteler, kitaplıklar kazandıran, günün olanaklarıyla donatıp yapılarla bayındır kılan, yabancıların yanında düşkün kalmaktan kurtaran cumhuriyet ulusal onurumuzun simgesidir. Cumhuriyetin kazandırdıkları olmasa AB üyeliği söz konusu olamazdı.

Günümüz dünyasında 54-55 müslüman çoğunluklu ülkelerden hiçbirinde islâmiyet Türkiye’deki kadar mutlu ve özgür yaşanmamaktadır.
Bu ülkelerin hepsindeki cami toplamından fazlası yalnız Türkiye’de vardır. Hiçbir yurttaşı n dinsel görevlerini ve dininin gereklerini yerine getirmesinde kamu düzenini olumsuz etkilemedikçe hiçbir engel ve sınır yoktur. Devletin her görevi, her katı, ülkeninin her yeri herkese açıktır.


Osmanlı döneminde azınlıkların dinsel görevlerinin vergi karşı lığı nda yerine getirebildikleri, üç tür okul, beş tür mahkeme ve onbeş tür nikâh olduğu gözardı edilmemelidir.
3 Mart 1924 günlü, 429, 430, ve 431 nolu yasalarla cumhuriyetin dokusu güçlendirilmiş, 1926’de Medenî Yasa, 1928 ve 1937 Anayasa değişiklikleri ve öbür yasalarla yapı tamamlanmıştır.

Günümüz Anayasası’nın “İnkılâp Kanunlarının korunması” başlıklı 174. maddesinde sıralanan sekiz devrim yasasının amacı “
...Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma ve Türk toplumunu çağdaşlık uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma...” olarak belirtilmiştir. Bu yasaların Anayasaya aykırılıklarının ileri sürülememesi ve ancak TBMM’nce değiştirilip kaldırılabilme olgusu konunun önemini açıklamaya yeter. Cumhuriyet bizim her şeyimizdir. 

Ama tehditler ve tehlikeler açıktır.

Cumhuriyet, Türkiye’nin kurtarıcı ve kurucusu, Türkiye aydınlanmasının kaynağı , Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaşmış Atatürk’ten asla ayrılamaz. 
Niteliklerine asla dokunulamaz.

Oy, Seçim, iktidar ödünleriyle yozlaştırılamaz. Güvencesi Türk Ulusu, özellikle Türk Gençliğidir. Biçimsel bırakmamak, sorunların çözümlenmesinde en değerli 
kaynak olarak yararlanmak için en sağlıklı dayanaktır.

Özet değinmeleri içeren bu yazı cumhuriyetle kazandıklarımızı anımsatırken cumhuriyet olmasa, padişah-halife ya da bir dikta heveslisinin elinde kalsak ne olacağı mızı düşündürmeli ve görevlerimizi da-ha iyi yapmamız konusunda uyarıcı sayılmalıdır.

Yoksa, cumhuriyetin tanımından başlayıp siyasal, ekonomik, toplumsal, bilimsel, askerî alanlarda binlerce başarısını örneklerle, kanıtlarla anlatmak olanağı vardır. 

Başarısızlıklar cumhuriyet kurumunun değil, yönetcilerin ve sahip çıkması gerekenlerindir.

Ne var ki lâik cumhuriyet karşı tları yönetimi ele geçirmişlerdir. Geldikleri yerler, kullandıkları yetkiler, medyanın büyük kesimine yuvalanmaları, kimi üniversitelerde ve devlet organlarında etkinlikleri gözetilirse bunlara dayanan temelinin ne ölçüde sağlam olduğu kabul edilir.

Dinle bir tutulan sıkmabaş için Anayasa hazırlıklarına girişildiği günümüzde ABD baskıları, AB dayatmaları, terör ve ılımlı islâm açılımlarıyla sorunlar ağında 
olduğumuz kuşkusuzdur. Kapitülâsyonları, sömürge düşkünlüğünü, yeni mandacıları, Sevr’i unutmayıp Lozan’ı özümseyerek Atatürk Cumhuriyeti’ni 
sonsuza değin bağı msız yaşatmak yurtseverlerin insanlık borcu ve yurttaşlık görevidir.

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN 
(Anayasa Mahkemesi Önceki Başkanlarından) 




3 Şubat 2017 Cuma

Kofi Annan’ın Kıbrıs Planı Arkasındaki Tuzak ne olabilir?


Kofi Annan’ın Kıbrıs Planı Arkasındaki Tuzak ne olabilir?


Bu yazımı Facebook'ta beğenmek veya bir Arkadaşınıza göndermek (tavsiye etmek) için:




Dr. Tahir Tamer Kumkale
15 Kasım 2002 Cuma 

Türkiye daha yeni iktidar oluşmadan 40 yıldır çözülemeyen KIBRIS SORUNU'nun derhal çözülmesi ve sonuca bağlanması durumu ile karşı karşıya kaldı. 
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan Kıbrıs Türk ve Rum taraflarının önümüzdeki ay Kopenhagda yapılacak Avrupa Birliği Zirvesine kadar üzerinde yoğun müzakerelerde bulunulması amacıyla kendi düşüncelerinden oluşan çok kapsamlı bir çözüm paketini taraflara sundu ve 18 Kasıma kadar kendisine cevap verilmesini istedi.

Toplam 153 Sayfalık dosya Rauf Denktaş ve Klerides ile birlikte Garantör Devletler Türkiye-Yunanistan ve İngiltere'nin BM daimi temsilcilerine iletildi. 
KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın önemli sağlık sorunları yaşadığı bir dönemde BM’nin pazartesi gününe kadar cevap beklemesi Türk tarafı için sıkıntı oluşturdu.

Planın tam metni ve satır aralarında yatan menfi ve müsbet ayrıntılar tam olarak irdelenmeden muhtelif kulislerde; Denktaş’ın söz konusu planı reddeceği, 
Türkiye’nin de KKTC liderinin arkasında olacağı konuşuluyor. Dışişleri kaynakları ise Ankara’nın kabul edemeyeceği önemli noktalar bulunmakla birlikte paket 
için ‘müzakare edilebilir’ cevabı vereceğini belirtiyor.

Kıbrıs davasının başından beri konunun doğrudan içinde bulunan Başbakan Bülent Ecevit;"Belgenin zamanlaması da ilginçtir. Türkiye’de hükümet yok ve KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş hasta durumda. Kısa sürede cevap vermemiz isteniyor, bu haksızlık. Planda kaygı verici maddeler mevcut. Örneğin KKTC’den büyük ölçüde Arazi alınmak isteniyor. Öngörülen Arazilerdeki Türk nüfusu göz önünde tutulduğunda, Sayının 150-160 bini bulduğu anlaşılıyor. Türk Askerlerinin adadaki sayısı önemli ölçüde azaltılıyor. Bunlar bizim içimize sindirebileceğimiz durumlar değil." diyerek ilk izlenimlerini aktarıyor.

KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş; KKTC'nin 19ncu Kuruluş Yıldönümü kutlamaları nedeniyle Bayrak Radyosuna verdiği beyanatta;" Bu plan ile Kıbrıs sorununun çözümünde önemli bir safhaya girilmiştir. Barış yolunun açık kalması için toprak konusunun en sona kalması gerektiğini israrla istedik. 

Buna rağmen topraklarımızda halkımızın egemen olacağı kabul edilmeden harita konusunda görüşmek istemediğimizi , ama ilkeleri konuşabileceğimizi bildikleri 
halde ortaya harita konmuştur.Biz bunu kabul edemeyiz."şeklindeki ifadeleri ile ilk görüşlerini bildirmiştir.

Türkiye'nin daima KKTC'nın yanında ve desteğinde olduğunu göstermek amacıyla 19ncu Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla Kıbrısa giden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök; "Türkiye ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kıbrıs'ta barış ve huzuru bozacak ve Kıbrıs Türkleri'nin güvenliğini tehlikeye sokacak bir yaklaşıma müsaade etmeyeceklerini" vurgulamıştır.

Bilindiği gibi Kıbrıs Türkiye'nin Doğu Akdenizdeki güvenliği için stratejik önemi haiz bir bölgedir. Ayni savunma paktı içinde bulunmamıza rağmen kendileri için 
en büyük tehdidin Türkiye olduğunu daima vurgulayan ve bütün savunma sistemlerini buna göre oluşturan Yunanistan; Megali İdeası içinde yer alan Kıbrısı elde etmekle ülkemizi güneyden kuşatarak bir stratejik üstünlük elde etmek istemektedir. Yunan yetkililerinde defalarca açıklanan bu husus tarafımızdan çok iyi bilinmektedir.

Adanın Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1915'te İngilizlere devrini müteakip sona eren barış ve huzur dolu günler; 1960'dan itibaren Türk Toplumuna yönelik katliâmlarla son haddine ulaşmış ve 1974'te Antlaşmalar gereği Garantör ülke olarak gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı ile iki toplumun fiziki olarak birbirinden ayrılması sonucunda tamamen barış dönemine girilmiştir.




Adada 28 yıldır birkaç münferit sınır olayı dışında tek bir silah patlamamıştır. Kıbrıs Türk halkı, 1960 antlaşması gereği adada konuşlandırılan Kıbrıs Türk Alayı ve Kolordu kuvvetindeki Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı birliklerinin himayesinde barış içinde yaşamaktadırlar.








KOFİ ANNAN

Bu barışı soydaşlarımıza çok gören batı dünyası bugüne kadar Kıbrısı Rumlara vermek için binbir dolap çevirmişler, 28 yıldır bağımsız bir devlet olarak hayatiyetini sürdüren Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni israrla görmemezlikten gelmişlerdir. AB devletlerinin desteği ile Kıbrıs Rum Kesimi 1960 'da kurulan iki toplumun ortak yönettiği KIBRIS CUMHURİYETİ'nin gerçek temsilcisi olarak görülmüştür. Bunların Avrupa Birliğine alınması için bütün hristiyan dünyası her türlü gayreti göstermiştir.

Oysa Kıbrıs'ta isteselerde, istemeseler de fiilen ve 28 yıldır kendi kendini idare eden müstakil bir Kıbrıs Türk Devleti vardır. Fiili durum böyle olmasına rağmen her şeyi ile müstakil bir devletin özelliklerini taşıyan bu devleti bugüne kadar Türkiye dışında hiç bir ülke siyasi olarak tanımamıştır.

Türkiye; 28 yıldır Kıbrıs Türk Toplumu'nu K.K.T.Cumhuriyetini her alanda desteklemiştir. Bu uğurda binlerce evlâdını seve seve şehit vermiştir. Kolordu çapındaki en güçlü ve kuvvetli birliklerini burada tutmaktadır. Başta ABD olmak üzere müttefikleri olan batı ülkelerinin ambargoları ile karşı karşıya kalmıştır. 
Uluslarası arenada Kıbrıs konusu her platformda daima ortaya konularak emperyalist ve işgâlci bir devlet muamelesine maruz bırakılmıştır. 

Ekonomisi çok önemli zararlar görmüştür.

Bütün bunlara rağmen K.K.T.C; Türkiye'nin namusudur, gururudur ve şerefidir. Kıbrıs Türk Halkına ve topraklarına gelecek en küçük kötülük bize yapılmış demektir. Onlarla birlikte bizimde güvenliğimiz tehlikeye gireceğinden, oraya karşı atılan her şer adım bize karşı atılmış gibi kabul edilmiştir.

Bir cümle ile ile özetlemek gerekirse; Kıbrıs Türk Halkı'nın menfaâtleri Anadolu Türk Toplumu ile özdeşleşmiştir. O toprakları Antalya'dan, İzmir'den, Trabzon'dan  farklı düşünmek asla mümkün değildir. Kıbrıs Türk Toplumunu ; Anadolu Türk Toplumundan ayrı düşünmek mümkün değildir. Olmamalıdır. Bunun için kendi kendimizi inkar etmemiz gerekir ki, bu asla mümkün değildir.

Kıbrıs politikaları partilerin politikaları da değildir. Kıbrıs Politikaları; bütün Milletin desteklediği milli davranışları içermelidir. Nitekim bugüne kadar bu kural titizlikle uygulanmıştır.

Kofi Annan Planına Kıbrıs'ın Türkiye için önemini bilerek yaklaştığımızda bütün iyi gibi görünen hususlara rağmen satır aralarına gizlenen entrikalar ile Kıbrıs sorununun çözümü için yeni bir tuzak ile karşı karşıya kaldığımızı görüyorum. Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasi durum, Rauf Denktaş'ın rahatsızlığından yararlanılarak tarihi bir hata yapılması için birilerinin düğmeye bastığını değerlendiriyorum.

Geçen kırk yıl içinde Kıbrıs Sorunu'nun çözümü için sonuç vermeyen sayısız kararlar alan Birleşmiş Milletler Yönetimi'nin, bütün bu kararlarını gözardı ederek ve iki toplum heyetleri arasında 28 yıldır devam eden toplantılarda uzlaşma noktasına varılamamış iken birkaç hafta içinde süratle çözüme gidilmesi gibi israrlı bir yaklaşım sergilemesi doğru değildir.

Bu plan ile ilk defa Kıbrıs Türk Toplumu ve KKTC'nin varlığı resmen Birleşmiş Milletler tarafından tanınmıştır. Bu görünüşte büyük bir başarıdır. 
Bundan sonra KKTC'ni inkar ve görmemezlikten gelmek mümkün değildir. İki ayrı devlet kendi yönetimlerinde serbest olacaklardır. 

Merkezi yönetimde ise kararlar toplumların eşit olarak temsil edileceği SENATO tarafından alınacaktır. Bunlar Türk tarafı için çok önemli maddeler ve kazanımlardır. 

Fakat bunun dışındaki maddeler Türk tarafı için hiçde iyi şeyler söylememektedir. Çerçeve iyi çizilmiş olmasına rağmen içinin doldurulmasında önemli pürüzler olduğu çok belirgindir

Şimdi işin aceleye getirilmeden her madde, her satır ve her kelime üzerinde titizlikle durularak hem Kıbrıs Türk Halkının ve hemde Türkiye'nin milli menfaatlerine uygun olan hususları kapsayacak şekilde müzakerelerin sürdürülmesi gerekmektedir.

Bütün bu çalışmalar meselenin detaylarıdır. Oysa bu olaya yukarıdan ve stratejik açıdan bakmak gerekmektedir. Bu Taslak Plan Kıbrıs'ın Avrupa Birliğine biran önce alınabilmesi için hazırlanmış bir tuzaktır. Türkiye'nin olmadığı bir Avrupa Birliği içine Kıbrıs Cumhuriyetinin katılması Türkiye için kabul edilemez bir emrivakidir.

Kıbrıs Türk Kesimini de içine alarak AB üyesi olunduktan,yani bu topraklar Avrupa'ya katıldıktan sonra Türkiye'nin askeri gücünün garantör devlet olarak bu topraklarda bulunmasına ihtiyaç olmadığı AB yönetimi tarafından ültimatom şeklinde bize bildirilecek ve derhal çıkmamız gündeme getirilecektir. Ve bizi buradan uluslararası baskı ile çıkaracaklardır.

Biz çıktıktan sonra birbirleri ile birarada yaşayamayacakları defalarca ispatlanan iki toplum arasındaki çatışmalar yeniden başlayacaktır. Fakat bu defa Garantör 
Devlet olarak hukuken daha önce elde ettiğimiz kazanımlarımız olmayacaktır. Yani bu manevra ile Türkiye bir bakıma güneyden kuşatılmış olacaktır.

Sonuç olarak; Plan'ın detayı ve içeriği önemli değildir. Maddeler üzerinde tartışılır.Görüşülür ve belkide her alanda iki tarafın isteklerini tamamen kapsayacak güzel bir antlaşma taslağı ortaya çıkartılabilir. Bunlar tali hususlardır.Bizi bağlamamalıdır.

Kıbrıs konusunda Türkiye için vazgeçilemeyecek temel unsur; Müşterek Kıbrıs'ın Avrupa Birliğine ancak Türkiye'ninde Avrupa Birliği üyeliğine alınması ile birlikte kabul edileceğidir. Yani Türkiye girmeden Kıbrıs'ın AB' ne alınması ülkemiz için çok tehlikelidir. Bunu bilerek ve ileriyi görerek Kofi Annan Plânını değerlendirmeliyiz. 

Bunun dışındakiler tamamen teferruat olarak görülmeli ve bizi meşgul etmemelidir.

Yeni Hükümet bu oyunu görmelidir. "Aman ne güzel bizi tanıdılar. Bizde bize düşen görevi yapalım. İsteklere uyalım. Tavizleri verelim. Ama hiç kimsenin çözemediği önemli sorunu çözerek göreve başlarken büyük başarı kazanalım " şeklinde bir büyük yanlışı yapmamalıdır. Tarih milletlerin hayatında yöneticilerinin basiretsiz tutum ve davranışlarının o milletlere verdiği acıyı anlatan binlerce misal ile doludur.

Sabır ve sukûnetle, geniş ve derin bir perspektif ile meseleye eğilerek sorun çözümlenmelidir. Aceleye gerek yoktur. Sayın Denktaş ve Türk Dışişleri'nin bu konuda yeterli tecrübeye sahip olduklarına ve oynanmak istenen sinsi oyunu bozacaklarına, hazırlanan tuzağa düşmeyeceklerine inanıyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale

15 Kasım 2002 Cuma
  
BİLDİRİ-YORUM
2000-2012 | Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://kumkale.net/yazi.asp?id=198

1 Şubat 2017 Çarşamba

Terör-Medya-Devlet


Terör-Medya-Devlet



Bu yazının amacını, 2003 Kasım ayı içerisinde İstanbul’da meydana gelen terör olaylarını kimlerin, hangi örgütlerin veya bu örgütleri destekleyen uluslararası güçlerin kimler olduğu sorusunun cevabını araştırmak yada analiz etmek oluşturmamaktadır. Söz konusu incelemenin ana gayesi, “herhangi bir terör eylemi için Türkiye’nin ne kadar ideal bir ülke olduğu gerçeğinin” ortaya konulmaya çalışılmasıdır. Ortaya atılan bu iddiayı desteklemek için İstanbul’da meydana gelen terör saldırılarına farklı bir perspektifle bakış esas alınmış ve bu olaylarda medya’nın yeri ile devletin denetim ve gözetim mekanizmasındaki yetersizliği irdelenmeye çalışılmıştır.

Özellikle medyanın veya genel olarak kitle iletişim araçlarının kamuoyu oluşturmanın neresinde olduğunun önemi, karşılaştırmalı olarak Batı dünyası-Türkiye örneği ile verilmeye çalışılmıştır.

Türkiye, birçok bakımdan kendisine özgü, özgün olgulara ve anlayışlara sahip bir ülkedir. Örneğin, demokrasinin beşiği İngiltere’deki “demokrasi” anlayışı ile Türkiye’deki “demokrasi” teoriği ve pratiği oldukça farklıdır. Batı dünyası ile Türkiye karşılaştırmasında -sosyal alandan hukukî alana hattâ ahlâkî alana- aynı temel ilkeler üzerine kurulmuş olan kuralların Batı dünyası’nda farklı, Türkiye’de ise çok daha farklı yorumlarına ve uygulanışına onlarca örnek verilebilir.

İngiltere, yıllarca terörist eylemlere sahne olmuş ve bu saldırılara karşı mücadele vermiş önemli bir Avrupa ülkesidir. Dış dünyaya karşı kendisini demokrasinin beşiği olarak yansıtmayı başarı ile yürüten bu ülkedeki terörist eylemlerden birçok dünya vatandaşının haberi dahi olmamıştır. Benzer şekilde, terör eylemlerini İspanya veya İtalya örneği ile de pekiştirmek mümkündür.

Amerika Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül olayları sırasındaki ve sonrasındaki görüntüsü de ders alınması gereken önemli bir örnek teşkil etmiştir. Terör saldırıları sırası ve sonrasında gerek ABD yönetimi gerekse Amerikan medyası kendi üzerlerine düşen görevi lâyıkıyla yerine getirmiştir.

Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı sonrasında binlerce kişi hayatını kaybetmiş, yıkılan İkiz Kule’nin altından binlerce insanın cesedi çıkartılmış, ancak ne Amerika ne de dünya kamuoyu bu görüntüleri izlemiştir. Aynı saldırı Türkiye’de olsaydı neler olurdu? Enkazın altından çıkartılan ceset görüntüleri Türk televizyon ekranlarından ve Türk gazetelerinin manşetlerinden acaba nasıl verilirdi?

Birkaç yıl önce bir Türk futbol takımı ile bir İngiliz futbol takımının maçı öncesinde İstanbul’da Türk ve İngiliz holiganlar arasında çıkan kavgada, Türk holiganlar tarafından iki İngiliz bıçaklanarak öldürülmüş ve Türk medyası günlerce öldürülen iki İngiliz’in kanlı cesetlerini ayrıntıları ile TV ekranlarına taşımışlardır. Mevcut durumu garip bulan bir İngiliz TV programcısı Türkiye’nin önde gelen televizyon kanallarından birisinde katılmış olduğu tartışma programında tartışmayı yöneten Türk oturum yöneticisine hayretler içerisinde kaldığını şu şekilde ifade etmiştir: “Ülkenizde işlenen cinayette iki İngiliz’in cesedinin kanlı görüntülerini Türk televizyonları olarak günlerce ekranlarınıza taşımanıza biz İngiliz medyası olarak hayret ettik, İngiltere’de İngiliz halkına izlettirdiğimiz görüntülerin tamamını sizin görüntülerinizden aldık. Bakın, eğer İngiltere’de aynı şekilde İngilizler tarafından Türkler öldürülmüş olsaydı, hiçbir İngiliz televizyonu yada gazetesi bu şekilde bir yayın yapmazdı. Öldürülen insanların kanlarının görüntülerini ne kendi ne de dünya kamuoyuna izlettirmezdi. Bu ülkenizin imajı açısından da hiç hoş bir durum değil…”

Yine İngiltere’den bir örnek: Terörist Abdullah Öcalan’ın yakalandığı dönem. BBC Televizyonu Öcalan’ın yakalanması ile ilgili canlı yayında bir Türk profesörü konuk etmiştir. Türk profesöre İngiliz spiker PKK ile ilgili soru yöneltir. Türk profesör, İngiliz halkına konuyu daha iyi anlaması için IRA örgütünü örnek vererek açıklamak ister. Türk profesör IRA örneğine başlar başlamaz yönetmen yerinden fırlayarak hemen yayının kesilmesi ve reklâm girilmesi komutunu verir. Reklâm arasında profesöre sert bir şekilde ‘kendisine PKK’yı sorduklarını ve IRA ile ilgili konulara girmemesi gerektiği’ söylenir.

Türkiye’de Resmî Devlet Televizyonu olan TRT’nin yayınları irdelendiğinde kendi rotasına göre yayın yapan özel TV kanallarını yadırgamak bu TV kanallarına karşı haksızlık olacaktır.

Son İngiltere–Türkiye Millî Maçının devre arasında soyunma odalarına gidiş sırasında İngiliz ve Türk futbolcular arasındaki kavga görüntülerini yayınlayan devlet televizyonu TRT, FIFA tarafından Türkiye’ye verilen cezanın en önemli delilini FIFA’ya ve Avrupa kamuoyuna kendi elleriyle, yayınladığı kavga görüntüleriyle sunmuştur. İngiliz SKY TV, TRT’den aldığı kavga görüntüleri günlerce İngiliz halkına seyrettirmiştir.

2003 Kasım ayı içerisinde Türkiye’nin dünyaca bilinen en önemli kentinde gerçekleşmiş olan terör saldırıları dünya kamuoyunda Türk medyasının sayesinde istenilen yankıyı fazlasıyla uyandırmıştır.

Bombalama eylemlerini her kim veya örgüt düzenlediyse, genel olarak terör eyleminin teoriği ve pratiği açısından önemli bir zafer kazanmıştır. Çünkü hiçbir terör örgütü reklâmını, kontrolsüz Türk medyasından daha iyi bir başka ülkenin medyasına yaptıramazdı. Nitekim, İstanbul’daki bombalama olaylarını üstlenen bir terör örgütü kendi Internet sitesinde, amaçlarının İngiliz çıkarlarına darbe vurmak olduğunu açıklamıştır. İngiliz çıkarlarına İngiltere’de değil de Türkiye’de darbe vurma fikri ve eylemi oldukça düşündürücüdür. Aslında böylesi bir durum, bu yazının ilk paragrafında iddia edilen savı desteklemektedir. Türk medyasının kontrolsüz yayın anlayışı sayesinde olayları gerçekleştiren terör örgütü, sesini başka hiçbir ülkede bu kadar sansasyonel olarak duyuramazdı. İngiliz çıkarlarına darbe vurma amacıyla yapıldığı iddia edilen terör eylemleri İngiltere’de yapılmış olsaydı, söz konusu gelişmeden bırakın dünya kamuoyunu, patlamaların gerçekleştiği mahallerin dışındaki İngilizlerin dahi haberi olmazdı.

SÜPER GÜÇ MEDYAYI NASIL KONTROL EDİYOR?: 

Büyük Devlet Olmanın Sırları

1955-1975 yılları arasında gerçekleşen Vietnam Savaşı, ABD’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Savaş, medyanın özellikle televizyonun, savaş sırasında kamuoyunu etkileme ve oluşturma, ulusal konsensüs sağlama gücünü göstermiştir. 1960’lı yıllarda ABD’de giderek yaygınlaşan televizyon, savaşın kaderini değiştirmekle kalmamış, Amerikalıların yenilgisinde önemli rol oynamıştır. ABD’den 19 bin km uzakta cereyan eden savaş, televizyon sayesinde Amerikalıların oturma odalarına taşınmıştır. Savaş görüntüleri olarak ölen, yaralanan, acı çeken asker görüntüleri, savaş sırasında mağdur olan sivil halkın durumu, özetle kan ve gözyaşı, insanları savaştan soğutmuş ve böylece ABD kamuoyunun savaşa olan desteği her geçen gün azalmıştır. Zaten, 1960’lardan itibaren Vietnam Savaşı yaygın halk muhalefetini ortaya çıkartmış ve Amerikalı gençler arasında haksız bir savaşa karşı sıkı bir duruş ortaya çıkmıştı. 1970’lere gelindiğinde ise nüfusun büyük çoğunluğu savaş karşıtı olmuştur.

Amerikalı gazetecilerden George F. Will: “Amerikan İç Savaşı” sırasında; 1862 Antietam Muharebesi’nde 20 binden fazla asker öldü. İç Savaş’ın en kanlı çarpışmaları Antietam Muharebesi’nde yaşandı. Eğer, Antietam Muharebesi sırasında televizyon olsa ve Amerikalılar evlerindeki televizyonlardan bu kanlı çarpışmaları izlemiş olsalardı, Güney ve Kuzey birleşmesi yerine, ayrı kalmasını tercih ederlerdi.” şeklinde bir değerlendirme yapmıştır.

Vietnam Savaşı’ndan sonra ABD eski başkanlarından Lyndon Johnson’ın tespiti de aynı görüşü savunmuştur. Johnson: “Vietnam Savaşı’nı televizyon yüzünden kaybettik. Çünkü, Vietnam Savaşı tarihte televizyondan naklen yayınlanan ilk savaştı.” demiştir.

Vietnam Savaşı yenilgisinde basının olumsuz rolünü unutmayan Amerikan yönetimleri Ronald Reagan dönemi başta olmak üzere geçmişten aldıkları dersle, Amerikanın katıldığı/katılacağı savaşlarda enformasyon akışının kontrolünü sağlama veya bunu sınırlandırma yoluna gitmişlerdir.

ABD’nin Granada ve Panama’ya düzenlediği askerî müdahalelerde, son olarak Irak’la yaptığı iki savaş sırasında basına uygulanan sınırlama ve sansür had safhaya ulaşmıştır.
Birinci ABD-Irak Savaşı öncesinde gerek dönemin ABD Başkanı George Bush gerekse General Schwarzkopf ABD-Irak Savaşı’nın yeni bir Vietnam Savaşı olmayacağı teminatını vermişlerdir.

Savaş öncesi medyaya yönelik olarak “Haber Havuzu” şeklinde bir uygulamayla savaşla ilgili çıkacak olan haberlerin kontrolü Pentagon’a verilmiştir. Savaş bölgesine getirilen gazetecileri özel bir sınavla seçen, görüşlerine başvurulan uzmanları, Bush yönetimini destekleyen lobilere ve silâh şirketlerine yakın isimlerden oluşturan Pentagon, Birinci ABD-Irak Savaşı’nı televizyondan âdeta naklen yayınlayan CNN aracılığı ile savaşı gerek Amerikan kamuoyuna gerekse dünya kamuoyuna Amerikan gözlükleriyle yansıtmıştır.
Henüz savaş öncesinde Bush yönetimine verdiği destekle savaş çığırtkanlığı yapan medya, savaşın gerekliliği, maliyeti gibi konuları işlemekten imtina ile sakınmıştır. 150 bin Iraklı askerin öldüğü, 200 bin Iraklı askerin yaralandığı, 50 bin civarında sivilin hayatını kaybettiği veya yaralandığı Birinci ABD-Irak Savaşı TV ekranlarına, gazete sütunlarına kanın sıçramadığı “temiz” bir savaş olarak sunulmuş, savaş sırasında ölü ve yaralılara, yakılan, yıkılan hattâ yerle bir olan şehirlere ait görüntüler verilmemiş, savaş, CNN ekranlarından âdeta bir video oyunu şeklinde sunulmuştur.

2003 yılı Şubat ayında başlayan İkinci ABD - Irak Savaşı öncesi/sırası ve sonrasında da farklı uygulamalar olmamıştır ve/veya olmamaktadır.

SON SÖZ

Eğer üçüncü dünya ülkesi değilseniz, eğer devlet olarak büyük güç olma hedefleriniz varsa, eğer geleceğe yönelik idealleriniz varsa ve eğer dünyayı yönetmeye aday iseniz, yine devlet olarak edebiyattan sanata, film endüstrisinden medyaya kadar birçok alanı kontrol altında tutmanız gerekir.