23 Şubat 2015 Pazartesi

BUGÜNKİ ADD İLE NEREYE




BUGÜN Kİ  ADD  İLE  NEREYE.,




03.05.2004/Sayı:55

ADD NEREYE?

ADD Konya İl Sekreteri Samet Bapoğlu ADD Tüzük Kurultayı’nın iptali için mahkemeye başvurdu. İşte başvuru dilekçesi:

Tüzük Kurultayı Dernekler Kanunu’na ve Dernek Tüzüğü’ne aykırıdır

Genel Kurul kararlarını iptal dâvası

Ankara Nöbetçi Asliye Hukuk Hakimliği’ne Sunulmak Üzere
İstanbul Nöbetçi Asliye Hukuk Hakimliği’ne,

-İhtiyatî Tedbir İstemlidir-

Davacılar:

1. İlyas EROL
2. Samet BAPOĞLU







Davalı:

Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığı

T. Konusu:

Atatürkçü Düşünce Derneği’nin 21 Mart 2004 günlü Olağanüstü Genel Kurulu’nda alınan kararların İPTALİ dileğidir ve ihtiyatî tedbir istemlidir.

Olaylar:

1. Biz dâvacılar, İlyas EROL Atatürkçü Düşünce Derneği’nin İstanbul Maltepe Şubesi üyesi, Samet BAPOĞLU da 101887 no.lu üyesi ve Konya Şubesi sekreteriyim. Ayrıca, Şubelerimiz Genel Kurulu’nda seçilerek görevlendirilen Genel Merkez Genel Kurul delegesiyiz.

2. Bu görevimiz gereği katıldığımız 21 Mart 2004 günlü, tüzük değişikliği amaçlı, Olağanüstü Genel Kurul’un oluşumu ve çalışmaları aşağıda sunacağım nedenlerle Medeni Kanun ile Dernekler Kanunu’na ve Derneğimiz Tüzüğü’ne aykırı olduğundan iptali istemiyle bu dâvamı açıyor, sorunu takdirlerinize sunuyoruz. Hukuksuzlukları önlemek hem uygar yurttaşlığın gereği, hem de güçlü ve saygın olmasını, bu niteliklerini daha da artırmasını istediğimiz Derneğimize bağlılığımızın gereğidir. Hukukun üstünlüğüne dayalı Cumhuriyetimizin onurlu yargısının aykırılıklara geçit vermeyeceği inancı ve yanlışlıkların düzeltileceği umuduyla başvuruyoruz.

Ahmet Saltık, İşçi Partisi Genel Sekreteri Mehmet Bedri Gültekin ile birlikte
Atatürkçü gençlerin konuşmasına bile katlanamayanlar, Maocularla birlikte etkinlik düzenlemekten çekinmiyor. Fotoğrafta Ahmet Saltık, İşçi Partisi Genel Sekreteri Mehmet Bedri Gültekin ile birlikte düzenledikleri Ulusal Birlik Kongresi’nde yanyana otururken görülüyor. Bilindiği gibi ADD tarafından düzenlenen Kongre’ye ADD şubeleri davet edilmemişti



3. Ekli olarak sunduğumuz Tüzüğü’nde kuruluş nedeni, amacı ve çalışma usulleriyle öbür gerekleri belirtilen Derneğimizin 1989 yılında kurulmuş, daha sonra üç kez yapılan Tüzük değişikliği ile çalışmalarını yürütmüştür. Bu yıl toplanan Olağanüstü Genel Kurul’da yeni Tüzük değişiklikleri yöneticilerimizin görüşlerine uygun biçimde gündeme getirilmiştir.

Biz de, Derneğine bağlı, yöneticilerine güvenen bir delege olarak toplantıya katılarak görevimizi gereken özenle yapmak istedik. Ancak şimdi sıralayacağım aykırılıklarla karşılaştık. Bunların giderilmesini isteyen konuşmamız Divan Başkanı tarafından engellendi. Toplantıdan sonra da Sayın Genel Başkan bu iyi niyetli ve hukuka saygıya çağıran çabamızı “.. gerginlik yaratıcı ve engelleyici..” olarak niteledi (Türksolu Gazetesi. 5/4/2004, sayı 53, sayfa 24, sütun 1). Kendi düşünce ve amaçlarına uygun olmayan görüşleri engelleyip Derneğimize yaraşmayan bir görüntüye neden olan kendileridir. Demokratik bir hak olan konuşmayı kesmek, önergeyi almamak hukuka uygun bir davranış olamaz.

A. Olağanüstü Genel Kurul iki olağan genel kurul arasında yapılan bir toplantı olduğundan yeni olağan genel kurula katılacak delegeler buna katılamaz. Bu toplantıya 1/2 Haziran 2002 tarihlerinde toplanan Olağan Genel Kurul’a katılan delegeler katılabilir. Bu husustaki itirazımız dikkate alınmamıştır. Yeni seçilen delegeler toplanacak yeni Olağan Genel Kurul’la göreve başlarlar ve bir sonraki genel kurula kadar görev yaparak, arada ne kadar olağanüstü genel kurul olursa onlara da girerler. Bizlerden İlyas Erol ÖNCEKİ Genel Kurul’a katılan, Samet Bapoğlu da yeni delegedir. Dâvamızın sağlıklılığı için birlikte başvuruyoruz. Bu konuda önceki Genel Başkanımızın itirazı dikkate alınmamıştır.


<    Ahmet Saltık ve Mustafa Güner’den Samet Bapoğlu’nu linç kampanyası,

ADD Tüzük Kurultayı’nın ardındaki karanlık ilişkiler aydınlanmaya başladı. Bilindiği gibi Tüzük Kurultayı’nda Kocaeli Şube Başkanı Mustafa Güner Divan üyesiydi. Normalde, divanın tarafsız olması gerekir. Ancak Divan, tarafsız olmanın ötesinde mevcut yönetimin militanı gibi davranmıştır. Bunu ispatlayan bir belgeyi burada
yayınlıyoruz.

O gün Divan üyesi olan Mustafa Güner ADD Konya örgütüne bir faks gönderiyor. Faks’ta Konya İl Sekreteri Samet Bapoğlu’na ve önceki Genel Başkan Halil İbrahim Şahin’e hakaretler sıralanıyor.

O gün o Divan’da hatırlanacağı gibi Konya İl Sekreteri konuşturulmamış, önergesi yırtılmıştı.

Yazıdan açıkça görüldüğü üzere Mustafa Güner, olayda tarafsız değildir, dolayısıyla divanın da tarafsız olmadığı açıktır. Kaldı ki Divan üyesi’nin ADD Yönetim Kurulu Üyesi Ahmet Saltık ile birlikte hareket ettiği de ortadadır.
Görüldüğü gibi hakret dolu yazı, Mustafa Güner ve Ahmet Saltık’ın ortak imzasını taşımaktadır.

O zaman biz soralım, bu olayda, Ahmet Saltık mı yönlendiricidir, yoksa Mustafa Güner mi? Eğer Mustafa Güner’se, Divan tarafsızlığını yitirmiştir, yok eğer Ahmet Saltık’sa Divan, Yönetim’in yönlendirmesi altında görev yapmıştır.

Tüm ADD Yöneticilerine, üyelerine, şubelere soruyoruz; bu nasıl kongredir, bu nasıl yönetimdir, bu nasıl divandır?

Koltuklarını bırakmak istemeyenler, anlaşılan o ki, ancak Komünist Partilerde görülen bir kumpas kurmuşlardır, yapılan kongre göstermeliktir.

Maocu Parti’yle birlikte hareket edince bu doğal olmaktadır demek ki!... >


*****


İşte Utanç Belgesi!

İşte Utanç Belgesi
ADD Konya Şubesi Başkanlığı,





















Sayın Başkan;

21 Mart 2004 tarihinde Ankara Ticaret Odası’nda yapılan Atatürkçü Düşünce Derneği Tüzük Kurultayı’nda şubeniz sekreteri olduğunu söyleyen gencin, kurultay süresi boyunca Eski ADD Başkanı Halil İbrahim Şahin’in tam bir KUKLASI olduğunu gördüm. Özellikle Halil İbrahim Şahin’in kurultayı provoke etmek için getirdiği, ADD üyesi dahi olmayan üç beş serseri ile birlikte hareket etmesi tam bir piyon görevi üstlenmesi, şubenizin sekreterliğini yapan bu gencin nasıl Atatürkçü Genç olduğunu çok merak ediyorum. Daha konuşmasını bile beceremeyen, başladığı her sözü “Yahu” ile başlayıp “Yahu” ile bitiren bu genç, şayet ADD adına diğer sivil toplum örgütlerine de gönderiliyor ise, gittiği yerlerde ADD’ni nasıl temsil ettiğini çok merak ediyorum. 

Sayın Başkan; 

Atatürk’ün gençleri böyle değildir. Atatürk bu ülkeyi gençlere emanet ederken onların bir KUKLA, bir PİYON olması için emanet etmemiştir. Bu genç, “Sağlam karakterli” bir Atatürk Genç’i olmayı benimsemek yerine ne yazık ki başkalarının “PİYON”u olmayı kendisine daha uygun görmektedir. ADD büyük bir örgüttür. Bu tipler ADD’nin yapısına her zaman zarar vermektedirler. Bu tür kişilere fırsat verilmemesi tüm Atatürkçülerin başta gelen görevidir. 

Konuya duyarlı bir başkan olduğunuz düşüncesi içinde olduğumu belirtir, bilgilerinizi rica ederim. 
Saygılarımla,

ADD Kocaeli Şube Başkanı
Mustafa Güner

Aynen katılıyorum.

Prof. Dr. Ahmet Saltık
ADD GYK Üyesi

BAPOĞLU’NDAN 30 MİLYARLIK TAZMİNAT DAVASI

Yazı hakkında görüşüne başvurduğumuz Samet Bapoğlu, Ahmet Saltık hakkında 20 milyar, Mustafa Göner hakkında ise 10 milyar liralık tazminat 
davası açmaları için hukuk danışmanlarını görevlendirdiğini, bununla da yetinmeyerek aynı zamanda bu şahısların hapisle cezalandırılmaları için 
de başvuru yapılacağını açıkladı.

*****

B. 2001 yılı başında yürürlüğe giren 4727 sayılı Medeni Kanun’un 78. maddesinin ikinci fırkasına göre, Tüzük değişiklikleri Dernek üyelerinin Genel Kurula girme hakkı bulunanların salt çoğunluğunun 2/3 oyuyla gerçekleşebilir. 21 Mart 2004 toplantısı ikinci (ertelenen) toplantı olsa bile çoğunluk sağlanamayan ilk toplantının yapılamadığına ilişkin tutanakta böyle bir çoğunluk arandığı açıklığı yoktur. Yani 2/3 zorunluluğu gözetilmeden toplantı düzenlenmiştir. Ayrıca, Dernek Tüzüğümüzün 26. maddesi katılanların 2/3 oyunu ararken, toplantıya katılanları belli eden Hazırun Cetveli’ndeki imzaların 2/3’ü değil, içerde bulunanların 2/3’ü gözetilerek karalar alınmış, buna da uyulmamıştır. Yukarıda ek olarak sunduğumuz gazetedeki Genel Başkan açıklamasında verilen sayılar bu gerçeği göstermektedir. Bu nedenle alınan kararlar hem Medeni Kanun’un 78. maddesine, hem bu yolla Dernekler Kanunu’nun 93. maddesine aykırıdır. Genel Kurul çoğunluğu için gözetilecek üyelerin listeyi imzalayanlar, katılanlar olduğu Dernekler Kanunu’nun 23. ve 24. maddelerinde belirtilmiştir.

C. Dernekler federatif bir yapıda değildir. Üyeleri dernekler, tüzelkişilikler değil gerçek kişiler, bireylerdir. Bu nedenle Şubelerin ödenti yükümlülüğü yoktur. Şubeler yoluyla üye olan bireylerin ödenti (aidat) yükümlülüğü vardır. Oysa bu Genel Kurul’da Şubelerin üye gibi ödenti vermeleri karara bağlanmıştır. Bu da yanlıştır. Şubeler üyelerinden aldıkları ödentilerden Tüzük uyarınca Genel Merkez payına düşeni Genel Merkez’e aktarmakla, göndermekle görevlidir. Şubelerin ödenti vermesini gerektirecek Tüzük değişikliği hukuksal yönden Dernekler Kanunu’na aykırıdır. Genel Merkez’e, derneğimize, dernekler üye olursa ödenti verirler. Kanun değişikliği bu olanağı getirdi. Ancak Atatürkçü Düşünce Derneği’nde üye olan tüzel kişilik yoktur. Şubeler, Genel Merkez’in üyesi değil, adı üstünde şubesidir. Ödenti verecek olan üyelerdir.

D. Derneğimizde “Bölge” adıyla bir organ yoktur. Tüzüğün 10. maddesinde sayılan organlar içinde böyle bir organ bulunmamaktadır. Buna karşın kimilerine ünvan vermek anlamında bir “Bölge Başkanlığı” oluşturulmuştur. Bu da Yasa’ya ve Tüzüğe aykırıdır. Şube Başkanının üzerinde Bölge Başkanı olamaz. Şube Başkanlığının üzerinde Genel Merkez’de Genel Başkanlık vardır. Geçici Genel Kurul Başkanlıkları, Komisyon başkanlıkları yanında sürekli organ başkanlıklarını Tüzük Denetleme ve Yüksek Disiplin Kurulu olarak sınırlamış ve saymıştır.

E. Olağanüstü Genel Kurul’un asıl Tüzüğün 17. maddesinin son fıkrasındaki bir dönem ara verme zorunluluğunu kaldırıp görevi sürdürmek için yapıldığı, öbür maddelerin bu amacı gizlemeye yönelik olduğu anlaşılmıştır. Bu durum bizim delege olarak iddialarımızı doğrulamıştır. Daha önce şimdiki yöneticilerin de imzalı önergeleri üzerine tartışılarak kabul edilen, gençleşmeyi, yenilenmeyi ve güçlenmeyi amaç edinen kural şimdi aykırılıklarla yürütülen olağanüstü Genel Kurul’da değiştirilmiştir. Bu konudaki karar kanun gereği Genel Kurul’un takdirindedir. Şöyle ya da böyle olabilir. Ancak yukardan beri sunmaya çalıştığım nedenlerle karar hukuka aykırı biçimde alınmıştır. Etik yönü uygun değildir. Buna rağmen Kanun’a uygun biçimde kabul edilebilirdi. Fakat böyle olmamış, toplantıya katılmaması gereken üyelerle, yetersiz çoğunlukla, itirazlara karşın değişti sayılmıştır.

F. Ayrıntısı tutanaklarla yazılı, olağanüstü toplantıda alınan öbür kararlar da aynı nedenlerle geçersiz durumdadır. Bunları belirtme çalışmamızı bizim konuşmamızı engelleyerek yararsız kıldılar. Kimseyle görüşmeden, kimsenin etkisinde kalmadan, tümüyle yansız ve yararlı olma amaçlı çabamız durduruldu, itirazımız dinlenmedi. Bu nedenle Medeni Kanun’un özellikle 81. maddesindeki “Şu kadar ki tüzük değişikliği kararları ancak toplantıya katılan üyelerin üçte iki çoğunluğuyla alınabilir..” açıklığına ve 83. maddenin öngördüğü dava hakkıma dayanarak Mahkemenize başvuruyoruz. Süresi içinde açtığımız bu davanın ilgili kuruluş ve kişilere örnek olacağını umuyoruz. Hukuka uygun, düzenli çalışmadan kimse ayrılmamalıdır. Mahkemelerin iş yükü, davaların aldığı zaman gözetilirse davanın sonuçlanması Haziran 2004 başında toplanacak Olağan Genel Kurul’a yetişmeyeceğinden sakıncalı değişiklik uygulanarak bu Genel Kurul da geçersiz duruma düşebilir. Bu nedenle Tüzük değişikliği kararlarının durdurulması için İHTİYATİ TEDBİR KARARI verilmesini de özellikle dilemekteyiz. Kişisel hiçbir amacımız, beklentimiz vs. yoktur. Tamamen Derneğimizin adına, onuruna uygun bir durumun sağlanmasını, hukuka aykırılıkların önlenmesini isteyerek dava açıyorum.

Hukuki nedenler:

Medeni Kanun, Dernekler Kanunu, HUMK, ilgili mevzuat

Sübut nedenler:

Dernek Tüzüğü, Genel Kurul tutanakları, tanıklar, bilirkişi incelemesi, her türlü delil

Sonuç:

Yukarıda sunulan nedenlerle yargılama evrelerinde saptanacak durumlar karşısında Atatürkçü Düşünce Derneği’nin 21.3.2004 günlü Olağanüstü 
Genel Kurulu’nda alınan kararların İPTALİ’ne, bu geçersiz kararların Haziran 2004 başında toplanacak Olağan Genel Kurul’da uygulanmaması için 
öncelikle İHTİYATİ TEDBİR KARARI verilmesine, yargılama giderleriyle avukatlık ücretinin davalı tüzel kişiliğe yüklenmesine kararınızı saygıyla 
dilerim.

http://www.turksolu.com.tr/55/add55.htm
..

Çözüm Değil Çözülme


Çözüm Değil Çözülme






19.04.2004/Sayı:54
Yekta Güngör Özden


Yekta Güngör ÖzdenZamanın hızlı akışı, olayların şaşırtıcı gelişmeleri karşısında bir konuda yoğunlaşmak olanaksız kalıyor. İzlemek, yetişmek, yeterince inceleyip doyurucu biçimde değerlendirmek giderek güçleşiyor. Onbeş günde bir, üstelik, yayıma yetişmesi için önceden yazıyı göndermek zorunluluğu geride kalma görüntüsü veriyor. Okuyucularımızın durumu anlayışla karşılayacakları umuduyla söyleşi niteliğindeki yazımı kaleme alıyorum. Yazılmasıyla yayımlanması arasındaki 3-4 günde kimi değişiklikler, yepyeni durumlar ortaya çıkabiliyor. Zaman, eskimiyor, eskitiyor.

Kopkoyu bir baskıcı düzenden Ulusal Kurtuluş Savaşı verilerek geçilen cumhuriyetin en büyük kazanımı, ulusal egemenliğin en büyük dayanak olarak alınmasıdır. Her ulusal oluşumun, adaletin bile kaynağı olarak benimsenen ulusal egemenlik, ulusun kendi kendini yönetmesinin, kendi istenciyle yazgısını ve geleceğini belirlemesinin, tüm oluşumların başka yerlerden değil, ulusun en yüce organı TBMM’den yetki almasının özüdür. İnsan, halk, ulus gücünün dışında başka bir gücün, örneğin dinsel varsayımların devlet işlerinde söz konusu olmamasıdır. İnsanımızın kişiliğinin tanınarak ulusun öğesi birey varlığıyla devletin sahibi olmasıdır. Kul-köle-tebaa durumundan onur ve erdem sayılan hak ve özgürlükleriyle yurttaşlığa yükselen insanımızın, bu donanımları sağlayan ulusal egemenliğin kıvancını duymak için TBMM’nin açılışının başlagıç alınarak bayram olarak 84. yıldönümünü kutlama günlerinde hakkı olan mutluluğu duyduğu inancında değiliz. 20 Ocak 1921 Anayasası’nın 1. maddesiyle öngörülen ve laikliğin ilk kez yaşama geçişi olan anlayış “Egemenlik bağsız koşulsuz ulusun olup ulus kendi kendini yönetir ve yazgısını belirler” biçimindedir. Günümüzde lâikliğin sinsi saldırılarla karşı karşıya olduğu, iktidar partisinin çoğunluk diktasını, lider diktatörlüğüne nasıl taşıdığı ilginç örneklerle izlenmektedir. Ulusal egemenlik kurumunu-olgusunu- erdemini kazanmanın ve yaşamanın coşkusu ve mutluluğuyla kucaklaşacakken yarınlara ilişkin kaygılar içindeyiz. Birkaç ileti (mesaj), özel defterlere birkaç satır yazı, kimi okullarda birkaç dize (mısra), bir-iki konuşma ile geçiştirileceği, önceki yıllar örnek alındığında, bellidir. Yurdumuzu kurtarıp devlet kuranlara karşı, değerbilmezlik ötesine geçen olumsuz tutumlar saymakla bitmez. Büst ve heykellerin kırılıp, yıkılması bağımsızlık marşının söylenmesindeki çelişki, sıkmabaşlı üyelerin belediye meclislerine katılması gibi nice kötü örnekler birbirine eklenmektedir. Başbakanın sıkmabaş acındırmaları, lâikliği savunanlara karşıtlığı sürdürmektedir.

Kıbrıs’a Vedâ




En olumsuz gelişme Kıbrıs konusunda yaşanmaktadır. İktidar partisi başkanı iken ABD’ne giden Recep Tayyip’in Kıbrıs konusunda orda verdiği sözlerden cesaret alan ABD, İngiltere, Yunanistan, Güney Kıbrıs rumları, AB, Birleşmiş Milletler, Türkiye’yi sıkıştırmaya başlamışlar, AB ile ilişkilendirilmesinin söz konusu olmadığı söylenen Kıbrıs, daha sonra AB’ye girmeyi kolaylaştırıcı bir öğe durumuna getirilmiş, Davos toplantılarında yinelenen gereksiz sözveriler İsviçre toplantılarının sonuçsuz kalmasıyla BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın istencine açılım sağlanmıştır. Şimdi tarafların imzalamadığı, boşlukları BM Genel Sekreteri’nce doldurulan, ne olduğu iyice anlaşılmayan, belirsiz, sayfalar tutan bir metin Kıbrıs’ın kuzeyinde ve güneyinde yaşayanların referandum yoluyla “Evet-Hayır” oylarına sunulacak. Ne alınıp, ne verildiği belli değil. Günümüz iktidarının kendi konumu, geleceği için desteğini aradığı AB ve ABD’ne eğilmesi, ödünler vermesi gereği Kıbrıs’ı gözden çıkarma gündeme gelmiştir. Türkiye’miz için değişik yönlerden çok önem taşıyan Kıbrıs’ın kamuoyundan kaçırılırcasına bir kapalılıkla bitirilmek istendiği açıktır. Bu, çözüm değil, çözümsüzlük, hattâ çözülmedir. Güçlü Türkiye’yi güçsüz gösteren, yenik duruma düşüren iktidarın tutumu, Kıbrıs’tan sonra, Ege, Kürt devleti, Ermeni toprak istemleri sorunlarına neden olacaktır. Cumhurbaşkanı Akademi konuşmasında sapmaları, sakıncaları açıklamıştır.

Kıbrıs için yaşamını adayan Rauf Denktaş’a saldırıların çirkinliği hepimizi utandırmalıdır. Bilgisiz, düzeysiz, terbiyesiz, Yunan-Rum ağzıyla konuşup yazan medya militanları, silahşörleri, tetikçileri sorumlularınca da uyarılmıyor. Eleştiri denilerek yürütülen karalama ve yoketme kampanyasına gözyumanlar saldırganlarla birlikteliklerini benimsemiş sayılırlar. Nerdeyse Denktaş’ı vatan haini ilan edecekler. AB’nin borazanı, Annan’ın reklâm panosu radyo, TV, gazete ve dergilere tam sayfalık duyurular eklendi. Ulusal duyarlıktan yoksun bildiriler ayrı. Denktaş’ın Dışişleri Bakanlığı yapmış, siyasal ve bilimsel düzeyleri dünyaca bilinen uzmanların uyarıları gözardı edilerek şakşakçılığa soyunulmuştur. Gözleri para, gözlükleri para olan çıkarcılar, onur, eşitlik, kazanılmış hak, gelecek güvencesi, geçmişin verdiği dersler hiçbir anlam taşımıyormuş gibi ne olursa olsun AB’ne girmek için Kıbrıs’ın verilmesinden yanalar. Çıkar oyuncularının hukuka aykırılıkla, ulusal güvenliğe zarar verici durumlarla hiç ilgileri yok. Kişiliğin en belirgin göstergesi saygıyı yitirmiş döneklerle sapkınlar programlara çıkartılıp kamuoyu koşullandırılmaya çalışılıyor, yine bunlar konuk edilip ağırlanarak oylar üzerinde ağır baskı kuruluyor. ABD’nin, AB’nin ayrı ayrı kimi ülkelerin parasal destekleriyle oylar alınmaya, ayarlanmaya çalışılıyor. Siyasal rüşveti yabancılardan alacak ölçüde küçülenlerin vicdan sızılarını dindirecek ilaç yoktur. Ne kadar acı. Bir yurttaşın yakındığı gibi “Karısını, kızını, kardeşini satan onursuz ve namussuzlara vatanını satan soysuzlar ve sapkınlar eklenmiştir.” Millî Güvenlik Kurulu’nun kararı ile Genelkurmay Başkanı’nın konuşmalarını, gidişlerini doğrulama ve destekleme olarak algılayan iktidar, Kıbrıslı soydaşlarımızın “Evet” oyu vermesi için elinden geleni yapmaktadır. Mitingler, gösteriler, çeşitli etkinliklerle M. Talât’a arka çıkan Recep Tayyip iktidarı eleştirilere de sert çıkmaktadır. Tıpkı gerçekçi, güvenceli, eşit, adaletli çözümü isteyenlerin “çözümsüzlük istemek”le suçlanmasındaki haksızlık gibi. Japonya’ya giderken uçakta Denktaş için söyledikleri bir başbakana yaraşmamaktadır. Kıbrıs ödününü savunurken Lozan Barış Anlaşması’na yollama yaparak Ege adalarından söz etmesi bu konularda yeterli bilgiden yoksun olduğunu göstermektedir. Seçimlerde oy fazlalığı sağlayarak iktidar olmak başkadır, iktidarın gereklerini yerine getirmek, bilgili, yeterli, eğitimli, başarılı olmak başkadır. Yugoslavya bölündü. Irak bölünmeye çalışılıyor. Fransa Sicilya’yı bırakmıyor. Büyük Ortadoğu Projesi’yle sıranın nereye geleceği seziliyor. Ama Kıbrıs’ı, kıyımları, Yunanistan’ın Enosis ve Megalo İdea’sını bile bile zorla birleştirmeye çalışıyorlar. AKP iktidarının sürmesi için Kıbrıs fedâ edilemez. Türkiye’de ve dışarıda “Evet” zorlayıcılarının kimler olduğuna bakılınca karşı çıkanların haklılığı benimseniyor.

Recep Tayyip kendinden önce açıklanan Ulusal Program yeterli iken ABD gezisinde yeni ödünler vermeye hazır olduğunu belli edince baskılar arttı. Sorumlu Recep Tayyip ve iktidarı ile destekçileridir. Medyada kandırmaya yönelik başlıklar yanlı verişler, övgüler çığ gibi. Baskı, dayatma, gözdağı, para (Brüksel Komisyonu) ayrıca... 24 Nisan’ın Kıbrıs’a veda günü olmaması dileğindeyiz. Ama sanmıyoruz.

Kıbrıs Yüksek Mahkemesi’nin kararı

5 Mayıs 1985’te halkoylamasına sunularak %70.18 “evet” oyuyla kabul edilen KKTC Anayasası’nın “Başlangıç”ında “Kıbrıs Türk halkı egemenliğinin kayıtsız şartsız sahibi olarak; 15 Kasım 1983 tarihinde büyük bir coşku ve oybirliğiyle kabûl edilen bağımsızlık bildirisini yaşama geçirmek...amacıyla ...KKTC Anayasası’nı kabul ve ilan eder.” denilmektedir. Anayasa’nın 143-154. maddesinde kuruluşu, çalışmaları, işlevi öngörülen Yüksek Mahkeme, Cumhurbaşkanı’nın 146. maddesi uyarınca istediği görüşü yine Anayasa’nın 145 ve 149. maddelerine dayanarak açıklamıştır. “Görüş Bildirisi” büyük ölçüde Bağımsızlık Bildirisi’ne dayandırılmıştır. Anayasa Mahkemesi sıfatıyla alınan karar kesindir. Ancak Mahkeme’nin görüşü olduğundan bir kuralın yürürlükten kaldırılması türünden yerine getirilmesi zorunluluğu bulunmadığından alacağı karar ve izleyeceği yöntem konusunda Cumhurbaşkanı’nı bağlamamaktadır. Yalnızca referandum yasasının Anayasa’ya aykırı olmadığı görüşü belirtilmiştir, bir iptal ya da ret yoktur.

Her karar gibi bu karar da eleştirilebilir ve tartışılabilir. Bağımsızlık Bildirisi’nin amaçladığı Anayasa ile Anayasa’nın bu bildiriyi açıklaması, yaşama geçirmeyi yüklenmesi, referandum yasasının (KKTC Meclisi’nde 22.03.2004’te kabul edilmiştir) Anayasa Mahkemesi’nin bu doğrultudaki önceki kararlarının içeriğine uygun düşmesi son karara etken olmuş görünmektedir. Mahkeme’nin referanduma giden yolda önceki kararlarıyla ilkeleşen görüşü şimdi de o kararlara dayanmasıyla yenilenmemiş, yinelenmiştir. Anayasa’nın ortadan kaldırılıp yeni bir Anayasa ile yeni bir kuruluşun gerçekleşmesi hukuksal bağlamda ayrıntılarıyla ve karşılaştırmalı biçimde tartışılacak geniş bir konudur. Mahkeme’nin bu kararı referanduma ilişkin tartışmayı etkileyecek, referandum yolunun açık tutulmasını sağlayacaktır. Oyların etkilenmesi, Kıbrıs iktidar partisinin görüşünün güçlenmesi yönünde değerlendirilecektir. Cumhurbaşkanı’nın gündeme getirdiği bir engel aşılmış sayılacaktır. Bilimsel değerlendirmesi zaman alacaktır. Oy sonuçları nasıl algılandığının örneği olabilir.

Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in geciken konuşması Kıbrıslılar için bir baskıdır ama AB’liler, ABD, Rusya olur verirlerse engel olmazlarsa gerçekleşebilir. Tayyip-Gül ikilisi için destek sayılacak bu konuşmadan mutluluk duyanlar Bn. Aliyev’in çağdaş görünümünü de örnek almalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 87. maddesinde TBMM’nin özgün yetkisine bağlı konularla Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’nın 104. maddesindeki yetkilerinden TBMM’nin toplantıya çağrılması, Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmesi, ayrıca Bakanlar Kurulu’nu başkanlığı altında toplantıya çağırması, TBMM’de yasama yılının ilk gününde konuşması tartışılmaktadır. Harp Akademileri konuşmasındaki vurgulamalarına koşut çabaları istenmektedir. İktidar MGK kararı dışına çıkmıştır.

Milli Güvenlik Kurulu kararı

Kıbrıs konusunda sürdürülen Milli Güvenlik Kurulu kararı doyurucu olmadığı için kimilerince “ne şiş yansın ne kebap” deyişiyle karşılanmıştır. Anayasa’nın 118. maddesinde yapılan değişiklikler kurulun yapısını değiştirmekle kalmamış, 03.10.2001 değişikliğiyle “...alınan tavsiye kararları konusundaki görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildirmekten başka işlev bırakılmamıştır. Alınmasını zorunlu gördüğü önlemlere ilişkin kararların Bakanlar Kurulu’nca değerlendirileceği maddede yazılıdır. Sorumluluk zaten Bakanlar Kurulu’nundur. Belirgin boşluklara, sakıncalara değinilmeden giderilmesi gereken yönler, özen gösterilmesi, üzerinde durulması yararlı olacak durumlar ortaya konulmadan genel sözlerle yapılan açıklama yeterli görülmemiştir. Sapmalar, aykırılıklar, yanlışlıklar geçiştirilmiştir. Güvenlik Kurulu’nun önemi bir kez daha anlaşılmıştır. İktidarların bildiklerini okumaları için bu kuruldan kurtulma çabalarının sonuçları Kıbrıs konusunda ağır biçimde yaşanmış olmaktadır.

Gerelkurmay Başkanı’nın konumuna uygun tutumunu doğal karşılamak gerekir. İktidarın kendi yararına yorumlamasına olanak veren içeriği ölçüsünde tersine değerlendirmelere neden olan yanları da bulunmaktadır. Anayasa’nın 117. maddesi gereğince TBMM’nin manevi varlığından ayrılamayacak ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil edilecek Başkomutanlık, savaşta Cumhurbaşkanı adına Genelkurmay Başkanı’nca yerine getirilir. Genelkurmay Başkanı’nın siyasi konularda yansızlığını koruması, güncel tartışmalardan uzak kalması ne ölçüde doğruysa Kıbrıs gibi özgün, silâhlı kuvvetleri doğrudan ilgilendiren bir konuda belirgin sakıncalara değinmesi de o ölçüde yerinde olurdu. Görevine özenle bağlı bir asker duyarlılığıyla siyasal davranma görüntüsünden kaçınıp dengeyi savunmak uygun olmakla birlikte tehlikeleri belirtmeden giderilmesi zorunlu sakıncaları açıkça ortaya koyup öneriler ve uyarılarla Silahlı Kuvvetler’in görüşünü ulusa sunmadan konuyu kapatmak yeterli görülmemiştir. Eleştiriler, beklentilerin böyle olduğunu göstermektedir. Sanırız ilgililere daha açık ve ayrıntılı biçimde gerekenleri bildirmiş, duyurmuşlardır. Başkomutanlık TBMM’de olsa da Silahlı Kuvvetler Türk ulusunundur, Atatürk ocağıdır. Laiklik vurgusu önemlidir.

Kıbrıs’ta oy hakkı bulunmayanların oylarını açıklayarak etkileme çabaları zorlamanın yaygınlığını kanıtlamaktadır. Böyle gelecek çözüm çözümsüzlüktür. Nerde bağımsızlık andı içenler? Nerde Gazilere, şehitlere saygı, Atatürk’e bağlılık sözü verenler? Kıbrıs yarım metre bez kadar değerli değil mi? Değilse AB’nin, ABD’nin, BM’nin, Yunanistan’ın çabaları niye? Görüşme tarihi için feda edilen tarih... Yetkililerin kaçındığı sorumluluk halka yükleniyor.

Irak Bataklığı ve Powel’ın düşü

Powel, Kıbrıs için telefon diplomasisini hızlandırıyor. Ne çâreki Vietnam ormanlarından sonra Irak çölleri ABD’nin korkulu düşü haline gelmiştir. Türkiye’nin tezkereyi kabûl etmemekle şanslı olduğunu söyleyenler yanında Türkiye Kıbrıs’ta görev alsaydı durumun böyle olmayacağı, Irak’ın kuzeyindeki kötülüklerin yaşanmayacağı görüşünde olanlar da var. ABD’nin çıkar amaçlı, demokrasi ve terörü bitirme bahaneli işgalinin fiyaskoyla sonuçlanacağını önceden yazmıştık. Halka dayanmayan yönetim asla başarılı olamaz. Türkiye Cumhuriyeti günümüz iktidarı, Felluce’de camiye sığınanların bombalanmasına sessiz kalmıştır. Askerlerimizin başına çuval geçirildiğinde de böyle olmuştu. PKK’nın yeni kamplarda eğitim çalışmalarına başlamasında, kürtlerin tutumlarında da böyledir. İktidar, ABD’den çekinmektedir. Bunlar, iktidarın AB ve ABD desteğiyle ayakta kalma, yaptıklarının ve yapacaklarının korunması çabasına bağlanmaktadır. ABD Dışişleri Bakanı (ilk Körfez harekâtında Genelkurmay Başkanı) Powel’ın aykırı, gereksiz sözlerinin kaynağı da, dayanağı da günümüz iktidarıdır. Dinle, din ve devletle ilgili söylemleri buna neden olmuştur. Bizimkiler sakat görüşlerini açıklamışlar, Powel da işlerine geldiği için bu görüşleri doğrulamıştır. Nitekim bu sözlerde yanlışlık olmadığı savunulmuştur. Powel Tayyip ekibi gibi, Tayyip ekibi de Powel gibi düşünmektedir. Şeriat düzenine gidiş hızlanmakta ve dışardan destek gelmektedir. İşlerine böyle gelmektedir. Ama bu ağır bir yanılgıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlılıkla hiçbir ilgisi yoktur. Onun mirasını devralmamıştır. Osmanlı yıkıntıları ve külleri temizlenerek her yanıyla yeyeni bir lâik cumhuriyet kurulmuştur. Kimse bunun ırasını değiştiremez. ABD’nin emperyalist açılımına Ortadoğu’da engel gördükleri Türkiye’nin ulus devletinin yıkılması, yerine cemaat düzeninin kurulması çabaları kursaklarında kalacaktır. Ilımlı islâm, islâmiyetin özüne aykırı olduğu gibi şeriata ve irticaya destektir.

ABD, Türkiye’yi avucunun içinde tutmak için kimilerini konuk olarak ağırlıyor. Sağda ve solda olası gelişmeler için hazırladığı, kullandığı kimileri var. Türkiye’nin geleceğini ABD’nde çizdirenler olmasa Powel böyle konuşamazdı. Leyla Zana’nın cezaevinden tehdidleri de böyle. Belçika’nın Fehriye’yi kollayıp koruması da. Yurtdışında Türkiye’yi yönlendirmeye araç olanlar ne duruma düştüklerinin ayırdındadır. Onların kafalarındaki Türkiye’nin oluşması için herkesle, düşmanla bile işbirliği geçerlidir. Kimilerinin eğitimsizliği, bilgisizliği, yetişme düzeni, karıştığı ve etkin olduğu durumlar gözetilmeli, sözler ciddiye alınmamalıdır. Kaç kez söyleyip yazdım: Ulusal kimliğini yadsıyan yurttaş olamaz, ümmetin ya da cemaatin parçası, kul, köle, tebaa olarak kalır. Ulusal bilinci olmayanın yuvası, yurdu da elinden alınır, varlığı da gözetilemez. Şeriatçıların yapamayacakları kötülük yoktur.

Bir kişi gerçekten insanlık değerlerini taşıyorsa, bilgili, kültürlü, terbiyeli ise inançsız da olsa inançlara saygılıdır. İnançlar için olumsuz yaklaşımı ve sözü yoktur. Kaldı ki, inançlı olmak yalnızca şeriatçılara özgü bir nitelik de değildir. Terbiyeli olmadıktan sonra, insan olmadıktan sonra, herhangi bir dinden olmanın hiçbir anlamı yoktur. (Geçenlerde bir gazeteci kendisine ilk adıyla hitabeden bir gerici yazarı kınıyordu. Ben görevdeyken benden kırk yaş küçük olan gerici yazarlar aynını bana uygularken bu yazar eleştirip değinse idi, kendi başına gelen bu terbiyesizlik yaşanmazdı). İnançlı olmak herşeyden önce terbiyeli, saygılı olmayı gerektirir. Vatanı olmayanın dini olmaz, insan olmayan müslüman da olamaz.

Andrew Mango’nun Kemalizme (Atatürkçülüğe) yönelik eleştirileri de yersiz. Atatürkçülük olduğu yerde kalan bir dizge değildir. Evrensel değerleri ulusallaştırarak yaşama geçiren, kendini sürekli yenileyen bir yaşam görüşüdür. Türkiyemize özgü olması çağdaşlığa ters düşmediği gibi hiçbir yeniliğe karşı da değildir. Atatürkçülük, laiklik, demokrasi, insan hakları, barış ve tüm ilerici davranışlar, anlayışlar, kurallar, kurumlar Türkiye’ye gelmiştir. İkide bir “1930’larda kalmak”la suçlayanlar kendilerinin ne olduğunu unutanlardır. 1930’ların müdafaa-i hukuk ruhu, kuva-yı milliye ateşine dayanan ilkeliliği, tutarlılığı, coşkusu, devingenliği, ulusal tutkuları savunuluyor. Kimse 1930’larda kalmak istemez. Özetlenen 1919-1930 ruhuyla geleceğe koşmanın gerekleri, akılcılık, bilimsellik ve tam bağımsızlıkla özgürlük ve ulusal egemenlik temelinde savunuluyor. Anlamayanlarla, anlamak istemeyenlerle tartışmak boşuna. Bunlar, sıkmabaş için yakılarak işkence gören kızlarımızı, Gabar’de yinelenen bölücü saldırılarını, irticanın kıpırdanışlarını görmezden gelirler. Başbakanın yurtdışında “türban zulmü”nden söz etmesini duymazlıktan gelirler. Kimin aktör olduğunu ayıramazlar. Öyleleri vardır ki “Atatürk’ü öne çıkarmak geçmişini satmaktır”diye CHP’ni suçlayabiliyorlar. Gerçekte Atatürkçü tüm özlenen nitelikleri en yaraşır biçimde taşır, onun sosyalist olması düşünülemez ve asla gerekmez. Deniz Baykal’ı eleştirirken Atatürk, İsmet İnönü ve CHP’ne sataşan karşıtlarının alışılan tutumu ibretlik. 1950’den sonrakileri unutuyorlar. TBMM Başkanı’nın sövgüleri, sıkmabaşın neler getirebileceğini gösteriyor. Asıl aydınlık kafanın içindedir. Biçimsel bağımlılıktan uzak durmaları, demokratlıkları, çağdaşlıkları kuşkuludur.

Yararlı Uyarılar

Burdur Garnizon Komutanı Tuğgeneral Tekkanat’ın haklı, yerinde, kanımca gecikmiş uyarısı gerici kampta kızgınlığa neden oldu. On yıl kadar önce zamanın İstanbul Valisi’ne “Sayın Vali, İstanbul Fatih’ini, Çarşambası’nı ne zaman İstanbul yapacaksınız?” diye sonmuştum. Yalnız Burdur’da mı yasaklanan giysiler artıyor. Başka kentlerde, Başkent’te yok mu? Anayasa’nın 174. Maddesi’ndeki sekiz devrim yasası yürürlükte mi değil mi? Yöneticiler devletin değil, iktidarın, partilerin görevlisi gibi davranırsa yakınmaların sonu gelmez. Daha kötüleri de görülebilir. Kanımca gerici terör yandaşlarıyla destekledikleri “iktidar güç durumda kalmasın, rahat çalışıp takiye ile amaçlarına hızla ulaşsınlar” diye elini şimdilik tetikten çekti. İrticanın iktidara kadar tırmandığını, kolluk güçlerinin yakaladıklarını, kadrolaşmayı görmezlikten gelen kafa karıştırıcı, alınkarartanlar var. Atatürk’e ve Atatürkçülere saldırıp bugünleri geçerli saydırmak istiyorlar. 1919-1930’ların ortamında, koşullarında, olanaklarında kim Atatürk ve arkadaşlarından daha iyisini yapmıştır. 15 yıla sığdırılanları başka hangi ülke bu kadar kısa sürede başardı? Atatürkçülük 1919’u, 1922’yi, 1923’ü, 1924’ü de yaratan 1930’larla yükselen anlayışla sürekli ileri gitmeyi amaçlar. Yerinde saymayı ve geriye gitmeyi değil. 1930’ları savunmak onurdur. Demokrasi o yılların birikimleri üzerine kurulmuştur. Kendi kendini yönetmeyi reddedip kökten dincilerin peşine düşerek ekonomiyi yönlendirecek yerde onun yörüngesine giren siyasetle yetinmek herkesi düşündürmelidir. Atatürk’ün 6 Şubat 1933 Bursa konuşması (Ankara 5. Asliye Ceza Hukuk Mahkemesi’nin Esas 1967/67 sayılı dosyasına konu olan davada doğrulanmış ve yineleyen gençler aklanmıştı, ben de avukatlarıydım) zorunluluk durumunda rejimin ve devrimin sahibi ve bekçisi olan gençlerin nasıl davranacağını açıklamaktadır. Bu anlamlı konuşmayı yasalara karşı gelmeye özendirme sayan lâiklik düşmanları var. Bunlara göre padişah-halifeye karşı çıkanlar hain sayılmalıdır. Tıpkı Damat Ferit, Dürrizade Abdullah karışımı kafa. Tüm liderler kusurlu. İnsan düşünmeden edemiyor, ülke bunlar için mi kurtarıldı? Gerçekten değerbilir olsaydık Atatürk’ün değerini bilirdik. Atatürk’le övünecek yerde O’nu kötülemeye çalışıyorlar. Bugün olanlar ortada. Bugünküler dün olsalardı sürünür, yok olurduk. İslâmiyetle demokrasinin bağdaştığı açıklandı. Bunun en iyi örneğini Mustafa Kemal ve arkadaşları verdi. Yeni bir olgu gibi açıklanırken, Atatürk’ü unutmak aymazlıktır.

İktidarları okşayan Sakıp Sabancı’nın lâiklik yandaşlığı anlamlı ve önemli idi. Tanrı’nın ışıklarla kucaklamasını dileriz.

İşte 10 Nisan. Sessiz geçti. Ne 1924 Anayasası’nın 2. maddesindeki devletin dininin ve 26. maddesindeki dinsel andın kaldırılmasının (1222 sayılı yasa ile) 76. yıldönümü anlamına yaraşır biçimde kutlandı ne de Mareşal Fevzi Çakmak ölümünün 54. yıldönümünde uygun biçimde anıldı. Lâikliğin Anayasal düzeyde önemli gelişmesi Kadıköy Belediyesi’nin Anıt-Kabir gezisi ve birkaç açıklamayla sınırlı kaldı. Bugün bizi yetersiz bulan Avrupa 300 yıl bekleyip 300 milyon insan yitirdikten sonra lâikliğe kavuştu.

Ama algılamak istemeyenler için uyarılar da yetmiyor. Vergi barışı ve Eve Dönüş Yasalarının kendileri ve yandaşları için çıkarıldığını gösteren oluşumlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, TRT Genel Müdürü’nün, Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı’nın ayrılmaları, TÜBİTAK ve YÖK konusundaki girişimler, Başbakanlık Müsteşarı ile Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarlarının yazılarıyla konuşmaları, TRT Genel Müdürü’nün atanması, 2B Yasası, Millî Güvenlik Kurulu’nun yapısı, imam hatip okulları ve sıkmabaş inadı, kamu yönetimi temel yasası ile yerel yönetimler yasa tasarısı, yaygın ve ağır kadrolaşma, yerel seçimlerde kadın aday azlığı, İstiklâl Marşı tartışması (Bursa Osmangazi Belediyesi), sıkmabaşla toplantıya katılma (İnegöl Belediyesi), tuvalet düzenlemelerinde dinsel ölçü (Burdur Yeşilova Belediyesi), sanatçıların sürülmesi (İstanbul Esenyurt Belediyesi) ve daha nice benzer durumlar ilgilenenleri, herkesi uyarmalıdır.

Ekonomide, hukukta, siyasette yapısal değişikliklerin gerçekçi, yenilikçi, ilerici, sürdürülebilir, özetle olumlu nitelikte olması gerekir. Her değişiklik iyi olamaz. Bizde iktidarın öncülüğünde ilericilik değil, gericilik işleniyor. Büyümeyi üretim-tüketim dengesine dayama, enflâsyonist gidişten, hormonverme türü tutumdan uzak durmak yeğlenmelidir. Dışalımı (ithalâtı) işsizliği azaltarak sağlanacak uyumlu yöntemi sürdürmek esenliğe çıkarır. Ekonomide kimi risklerin varlığı ve olası artışı unutulmamalıdır.

Anayasa Mahkemesi

Bu konuda söylenecek çok söz var. Mahkeme üyelerinin ortak görüşünü yansıttığı açıklanan değişiklik tasarısının elimize geçmesiyle yurttaşlık görevimizin gereğini yerine getirerek gerekli gördüğümüz eleştirileri yazacağız. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın haklı tepkisini kimi haklı yanlarıyla başka tepkiler de izledi. Özenli bir yansızlıkla değerlendirme yapmayı görev bilerek irdeleyeceğiz. Duygusallıkla değil gerçekçilik ve yansızlıkla.

Kimi belirtiler

Irak’lı kürt liderler Apo’ya çatarken, İtalya’nın Cosenzo kenti belediyesi de barış ödülü veriyor. Şanlıurfa Birecik’ten destek için Apo’nun köyüne gitmeye kalkışan 1500 kişi güvenlik güçleriyle çatışıyor. Irak dağlarında ve Türkiye içinde Pkk/Kadek yeni güç denemelerine kalkışıyor. Ilımlı islâm söylemiyle ABD kaynaklı yeni bir kuşak hazırlığı seziliyor. Demokrasi ve islâm konulu etkinlikler düzenleniyor. Dinsel uygulamalar siyasal etkilerle biçimlenmeye çalışılıyor. “Sol” sözcüğünden korkanlarla bilincinde olmadan bu sözcüğe sığınanların tartışmaları yayılıyor. “Avrupa’daki sol partilere özgü çağdaşlık vizyonuyla Atatürkçülük arasındaki sentez”den sözediliyor. Atatürkçülüğün Avrupa’nın benimsediği hiçbir değerden asla aşağıda olmadığı bilinmiyor. Günümüz Başbakanı Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilebiliyor. Deniz Baykal’ın CHP’nin başından ayrılması istenirken yerine Atatürkçülüğü tartışma konusu yapan Derviş’in getirilmesi düşünülebiliyor. Bu arada Derviş yönetim görevlerinden çekiliyor. Sosyalizmle anarşizmi özdeşleştiren, kürtçülüğe, emperyalizme, şeriatçılığa, her tür bölücülük ve yıkıcılığa açık, lâik cumhuriyete karşı, militarist bir sol anlayışın karışıklığı ve sakıncaları açıkken, bunu hiçbir ilgisi olmayanlara bağlayarak eleştiriye kalkışmak gülünçlüktür. Gerçek bir solcu Atatürkçülüğe, gerçek bir Atatürkçü de solculuğa karşı değildir. Solculuk, Türk Devrimi ve Atatürk İlkeleri’nin dışladığı bir akım değildir. Kötünün, eskinin, yararsızın yerine iyiyi, yeniyi, yararlıyı kurmaktır. Haksızlığa, sömürüye, bağımlılığa, onursuzluğa karşı çıkmaktır. Kendini solcu sanan ya da öyle sayılan yapay, sözde solcularla solculuğu anlamayıp suçlayan karşıtları birdir. Her iki kesim de solculuğa zararlıdır. Benim için solcu olmaktan da önemli olan Atatürkçü olmaktır. Atatürkçü olmak yeter. Her iyi şeyi kapsar. Ulusal ülkünün adıdır. Kurumlaşan bir değerin adıyla özetlenen çağdaş kuramdır. Onurlu geçmişin sahipliliğiyle onurlu geleceğin yaratıcılığıdır.

Fethullah Gülen’in onursal başkanı bulunduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ABD’nde Bolu-Abant toplantılarını sürdürmesi söyledikleriyle birleştirilip çağrılanlarla birlikte değerlendirilmelidir. İslâm dünyası için birkaç Atatürk’e gereksinim olduğunu söyleyen ABD’li siyasetçi yanında Vehbi Koç’u (öğrenci yurdunda kaldım, tanışıp gördüğüm, konuğu olduğum tanınmış işadamımızdı.) Atatürk’le bir tutma aymazlığına düşenlere de rastlanıyor. Haksızlık ve hadsizlik önlenemiyor. Dalkavukluk, kişiliksizliğin göstergesidir. Türlerini tiksintiyle izliyoruz.

http://www.turksolu.com.tr/54/ozden54.htm
 ..

OY VERİRKEN GEÇMİŞTEKİ HATALARI TEKRARLAMAMAK İÇİN..HATIRLATMA..



OY  VERİRKEN GEÇMİŞTEKİ HATALARI TEKRARLAMAMAK  İÇİN..HATIRLATMA..





GÖKÇE FIRAT  ( BAŞYAZI )
08.03.2004/Sayı:51

Yerel ve Genel Seçimler için Türk planı.,

Her  Seçim bu cümleyi kurraız.!! '' Kader Seçimi ''

Yerel seçimlere çok az bir zaman kala milli saflarda “ne yapacağız?” sorusu daha sık sorulmaya başlandı. Özellikle 3 Kasım 2003 genel seçimlerinin hemen ardından gelen bu yerel seçimin Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderi üzerinde belirleyici olacağı iyice ortaya çıkmış durumda. Dolayısıyla bir belediye seçimine değil, kader seçimine yaklaşıyoruz.

Kader anlarında hata yapma lüksü yoktur. O nedenle bu seçimlerde hem bir Türk olarak kendi milletimizin, hem de bir yurttaş olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini oylayacağımız bilinciyle yaklaşmalıyız.

Seçimleri bu kadar belirleyici kılan iki temel etmen var.

Bunlardan en çok görüleni AKP’nin %50’yi aşma ihtimali. Bilindiği üzere geçen genel seçimlerde AKP’nin %38’i bulan bir oyu vardı ancak seçime katılımın çok düşük olması nedeniyle toplan seçmen sayısının ancak %25’ini temsil edebiliyordu. Ancak bu temsile karşılık parlamentonun %75’ini işgal etti.

Bu seçim, AKP’nin bu handikapını üzerinden atması için bir fırsat. Dolayısıyla AKP %50 oy alarak, meşruiyetinin üzerindeki gölgeyi kaldırmak isteyecek. Temel bazı taleplerinde, imam hatipler, türban vs atmadığı adımları atmak için yeterli bir güce kavuşmuş olacak. Özellikle Kıbrıs’ta istediğini yapma gücü bulacak. Ve esas olarak da Ordu’nun çekincelerine %50 ve halk isteği ile karşı durabilecek.

O halde bu seçimlerde AKP’nin % 50’ye ulaşmasını ne yapıp edip engellemek gerekmektedir. Bu hedefi aklımızın bir köşesinde tutarak seçimleri belirleyici kılan ikinci etmene geçelim.

Diyarbakır Belediyesi kaderini tayin için Birleşmiş Milletler’e başvuracak!

Bu seçimler, Türkiye’nin federasyona zorlanması yoluyla bölünmesinin başlangıcı olacaktır. Seçimlere PKK’nın yasal partisi DEHAP katılıyor. Üstelik DEHAP Türkiye solunun bazı unsurlarını da kuyruğuna takmış durumda.

DEHAP’ın özellikle Güneydoğu’da büyük oy potansiyeli olduğu biliniyor. Tüm il, ilçe ve belde belediye başkanlıklarını alabilecek bir potansiyeli var.

Geçtiğimiz dönemde DEHAP’ın elinde olan Güneydoğu belediyelerinde bölücü çalışmalarını takip edebildik. Tüm illerde bir AB bürosu kurulmuş durumda. Yine AB’den bu belediyelere para aktarılıyor. Bu belediyeler kendilerini Türkiye Cumhuriyeti’nin değil “bölge”nin milli temsilcileri olarak görüyorlar.

Dolayısıyla ortada bir devletin yerel yönetimleri değil, o devletin merkezi inisiyatifine karşı yerel bir başkaldırının temsilcileri gibi davranıyorlar. Bu seçimlerden sonra bunun ötesine geçeceklerini söylemek için müneccim olmaya gerek yok.

Çünkü bir taraftan Irak’ın kuzeyinde kurulan kukla Kürt devletinin verdiği güven, diğer taraftan kamu yönetimi yasası ile belediyelere sağlanacak özerklik silahına kavuşacaklar.

Ne olacağını çok net söyleyebiliriz: Seçimlerin hemen iki ya da üç yıl sonrasında Güneydoğu belediye başkanları toplanıp Diyarbakır Belediye Başkanı’nın liderliğinde Birleşmiş Milletler’e kendi kaderini tayin hakkı için başvuracaklar. Bugün Kıbrıs’ta kurulacak sandığın bir benzerinin Kürt halkının kendi kaderini tayini için Güneydoğu’da kurulmasını talep edecekler.

Böyle bir talebe Türkiye’nin karşı çıkması iki nedenden zor olacak bir tarafta güneydeki kukla Kürt devletinin yarattığı ABD-Türk savaşı tehdidi, diğer taraftan AB’ye uyum sürecinde demokratikleşme yönündeki baskılar. Ve hele hele %50’yi geçmiş bir AKP ile bu Kürt bölücülüğü birleştiğinde büyük bir tehlike doğacak.

Mersin’e Türk barikatı kuralım

Fakat Kürt bölücülüğü bu seçimlerde sadece Güneydoğu için değil diğer bölgeler için de planlama yapıyor. Burada en riskli il Mersin.

Mersin bilindiği üzere kukla Kürt devletinin Akdeniz’e açılma kapısı. O nedenle son 20 yıldır Kürt bölücülüğü Mersin’e büyük bir iç göç gerçekleştiriyor. Mersin, Antalya ve Adana büyük ölçüde bu planlı politika ile “Kürtleştirilmiş” durumda.

Büyük bir ihtimalle Mersin’de de kazanacaklar. Sonuçta Mersin’den çekilecek bir hatla birlikte Türkiye’de bir Kürt devleti kurulmuş olacak.

Tabi burada özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir’in belli bazı ilçelerinde de güç kazanarak tüm Türkiye üzerinde de hak talep deceklerini bilelim.

Peki böylesi bir kader anında seçimlerde nasıl oy kullanmak gerek?

Nasıl oy vereceğiz?

Bunu maddeler halinde sıralayalım:

1- Mersin’de DEHAP adayına karşı (SHP çatısı altında seçime giriyorlar) en güçlü aday kimse ona oy verelim. Tek bir oyu bile boşa atmayalım. Daha güçsüz adaya verilecek her oy, bağımsız Kürt devletinin sandığına atılmış olacak.

2- Adana ve Antalya’da en güçlü Türk adaya oy verelim. Böylece bu bölgelerdeki Kürtleştirmeye karşı bir Türk barikatı kuralım.

3- Güneydoğu’nun tüm il ve ilçelerinde DEHAP adayına karşı en güçlü adaya oy verelim. Hatta bu bölgede AKP adayı ile DEHAP adayı arasında bir yarış olacaksa DEHAP’a karşı AKP’ye oy verelim. Bu bölgenin oy potansiyeli az olduğu için AKP’nin %50 hedefine pek katkısı olmayacağı güvencesiyle davranalım.

4- İstanbul, Ankara ve İzmir’de DEHAP’ın güçlü olduğu yerlerde ona karşı en güçlü Türk adayı destekleyelim.

5- AKP’nin %50 oy almasına engel olmak için tüm seçim bölgelerinde en güçlü adayı destekleyelim. Oyların AKP dışındaki tek partide birleşmesi için çalışalım.

6- Şansı olmayan, ufak, marjinal partilere oy vererek oyların heba olmasına engel olalım. Mümkünse adayların tek bir aday lehinde seçime katılması için baskı uygulayalım.

7- Milli bir seçenek yaratmak için millici geçinen partilere kanmayalım. Bu seçimler iki şeyi ortaya çıkaracak AKP %50’yi geçecek mi, Kürt bölücülüğü kazanacak mı? Burada gerçek milliyetçilik bu iki plana engel olmak için gereken her tür fedakârlığın yapılmasıdır. Particilik değil Türk vatanı ön planda tutulmalıdır.

8- Başında Ermenilerin bulunduğu ve milliyetçi geçinen iki partiye oy vermeyelim.

9- Oy verirken adayın milliyetine bakalım. Türk adaya oy verelim.

Çünkü bu seçimlerde her tür bölücülük planlı bir milli strateji izliyor: Kürtler, Çerkesler, Gürcüler, Ermeniler kendi adaylarını destekleyerek Osmanlı modeli bir ülkeye dönüşü zorlayacaklar. Böyle bir ortamda Türk olan Türke oy verir.

10- Her bölgede, her ilde, her ilçede Türk solcuları, bölgenin gerçekliğine uygun yerel bir strateji izlesin. Bu seçim için hedefler bellidir. O genel hedef doğrultusunda tüm yerel güçler Türk inisiyatifi koymakta özgürdür.

Tanrı Türk’ü ve Türkiye Cumhuriyeti’ni korusun!

http://www.turksolu.com.tr/51/basyazi51.htm

NOT;  BU YAZI 2004  TARİHİNDEKİ PARTİLER ADI VERİLEREK YAYINLANMIŞTIR  BUGÜN   SEÇİME GİRECEK PARTİLER E  UYARLAYINIZ..
..

İzmir’in İşgali ve Sultanahmet Mitingi



İzmir’in İşgali ve Sultanahmet Mitingi




Turhan Feyizoğlu


Sultanahmet MitingiTarih kolay yapılmıyor. her şeyin bir bedeli oluyor. Birinci Dünya Savaşı’nda alınan yenilgi ile Osmanlı İmparatorluğu tamamen paylaşılma noktasına gelmiş durumdadır. Batılı emperyalist devletler çizdikleri haritalara göre Türkiye’yi paylaşmak üzere harekete geçmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, yıllar sonra Nutuk’ta bu durumu şöyle anlatmıştır:
“İtilaf devletleri antlaşma hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer fırsat ile itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana Vilayeti Fransızlar; Urfa, Antep, Maraş İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askeri kıtaları, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı asker ve memurları ve özel adamları faaliyette. İtilaf Devletleri’nin onayıyla Yunan ordusu İzmir’e gönderiliyor.”
Yunanlılarla işbirliği içinde olan İngiliz ve Fransız filoları komutanları, 14 Mayıs 1919 Çarşamba günü, İzmir’de Vali Konağı’na giderek Vali İzzet Bey’e işgali bildirir. Rum metrepoliti, saat 16.00’da, Venizelos’un “İzmir’in Yunanistan’a katıldığına” dair mesajını okur. İngiliz Amiral Calthorpe, saat 22.00’de İzmir Valisi’ne ikinci kez, 15 Mayıs sabahı Yunan askerinin karaya çıkacağını bildirir.
Vali Konağı’nın önünde öfke ile toplanmış olan İzmir’in gençleri, Vali Konağı’ndan çıkan İngiliz temsilci Morgan ve Smith’e şöyle bağırır:
“Ölmedik, biz büyük bir milletiz. Uykuda gibi görünüyorsak da uğraş içinde bulunuyoruz. Ülkemizin peşkeş çekilmesini kabul edemeyiz. Bir takım karışıklıklar olacaktır. Biz ölebiliriz, ama başkaları da beraber ölecektir.”
İzmir’deki bazı yetkililer, “Başımıza geçin direnelim” diyen İzmirli gençleri susturmaya çalışır. İşgalcilere karşı direnmeyi savunan gençler, bunun üzerine, bir okulda toplanır. Direniş Cemiyeti kuran gençlerden Köprülü Kazım, “Savaşa yarar herkes silahlarıyla dağa çıksın savaşalım.” çağrısında bulunur. Bir direniş cemiyeti kuran gençler, toplantıda silahlanarak iç bölgelere çekilme kararı alır.
İngilizler Uzunada’yı, Fransızlar Foça’yı, İtalyanlar Karaburun Akşehir Selçuk’u, Yunanlılar Yenikale’yi 14 Mayıs 1919 günü işgal eder.
İzmir Müdafaai Hukuk Cemiyeti, yayınladığı bildiride, İzmir halkını milli birliğe ve işgale karşı silahlı direnmeye çağırır. İzmir minarelerinden sela verilir. Kadınlı erkekli İzmir halkından kırkbin kişi, Maşatlık denilen mezarlığa gider. Gece sabaha kadar ateşler yakılarak limandaki İngiliz, Fransız ve Yunan gemilerine direnileceğine dair gösteriler yapılır.
Batılı emperyalist İngiliz, Fransız, ABD ve İtalyan gemilerinin koruyuculuğunda Yunan ordusuna mensup 12 bin asker, 15 Mayıs 1919 Perşembe günü sabahı, İzmir’i işgale girişir. Yunan çıkarma birliklerinin içinde, her biri 200 kişiden oluşmak üzere İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan birlikleri de vardı. Rumlar, Yunan askerlerini bayraklarla karşılar. Papaz Hrisostomos, etrafta koşarak, “Türkleri öldürün” diye bağırmaya başlar.
Vali İzzet Bey ve memurlar, Kordon boyunda “Zito Venizelos!” diye bağırmaya mecbur edilir. Emperyalistlerin işgali kolay olmayacaktı. İzmir’i işgale kalkan Yunan ordusuna ilk direniş kurşununu Hukuk-u Beşer (İnsan Hakları) Gazetesi’nin başyazarı Hasan Tahsin Recep, diğer adıyla Osman Nevres, Kemeraltı geçidinin başında sıkacaktır.
“Böyle kollarını sallaya sallaya mı girecekler? Olmaz. Olamaz ki… Sonun da ölüm var… Kan var… Bunu anlamalılar” diyen gazeteci Hasan Tahsin Recep, işgale girişen Yunan ordusunun üzerine tabancasını doğrultarak sıkmaya başlar. İşgalci Yunanlılardan birkaçını yere serdikten sonra cebinden bir bomba çıkararak yaklaşan askerlere savuran Hasan Tahsin Recep, tabancasındaki son kurşununa kadar savaşır ve şehit düşer. İşgalci Yunan askerleri, yerde hareketsiz yatan adama ilk başta korkudan yaklaşamaz ve bir süre daha ateş eder. Öldüğüne iyice emin olduktan sonra Hasan Tahsin Recep’in yanına yaklaşan işgalci Yunan askerleri, hınçlarını alamayarak cansız bedenini defalarca süngüler ve tekmelerler. İki gün içinde öldürülenlerin sayısı iki bindir. İşgalciler, yakalayabildikleri subay, er, memur ve halkı, denizde kurdukları ve sonra bir denizaltı tarafından torpillenen yüzer hapishaneye gönderir. Yunan torpidoları da denizden ateşe başlar ve büyük sayıda halk katledilir. Devlet kasaları, halk, subaylar ve esnaf, işgalci Yunan askerleri tarafından yağmalanır. Yunan ordusundan destek alan Rumlar da, fırsattan istifade ederek ellerine geçen Türkü öldürmeğe ve soygunculuğa başlar. Türklere yönelik büyük bir soykırım başlatılmıştır Yunanlılar tarafından.
İzmir’in işgali, katliamlar ve yağması, tüm ülkede tepkiye yolaçar. Başta, Denizli, Ilgın, Karaman, Alaşehir, Niğde, Ezine, Antalya, Erzurum, Yalvaç, Aydın, Konya, Burdur, Muğla, Balıkesir, Keçiborlu gibi yörelerde gösteriler, yürüyüşler yapılmaya başlanır, direniş komiteleri kurulur. Erzurum’da yapılan mitingde konuşan Cevat Dursunoğlu, “Tek çare silahlanıp saldırgana karşı koymaktır. Bunun dışında kurtuluş yolu yoktur” der.
Bu dönemde, İngiliz, Fransız ve İtalyanların işgali altında bulunan İstanbul’da da gazeteteler sansür edildiği için İzmir’in işgali halka duyurulamaz. İstanbul halkı İzmir’in işgal haberini 17 Mayıs 1919 Cumartesi günü, öğrenebilir. Üniversite öğrencileri, protesto amacıyla derslere girmezler.
18 Mayıs 1919 Pazar günü, İstanbul Üniversitesi (Dar-ül Fünun)’nde yaklaşık dört bin öğrenci ve öğretim üyesi, biraraya gelir. Saat 11.15’te Tıp Fakültesi Meclisi Müderrisi Reisi Akil Muhtar Bey toplantının başladığını, söyler.
Doktor Besim Ömer Paşa, özetle şunları söyler: “Felaket o kadar derindir ki, mütehassis olmayan ne bir Osmanlı, ne bir müslüman vardır. Ve Darülfünun bu milletin ruhu, dimağıdır. Hissiyatımızın ulviyeti, şiddeti, zamanında makul teşebbüser lazımdır.”
Fakültelerin öğretim üyeleri, toplantıda, her fakülte namına bir öğretim görevlisinin söz söylemesini ve oluşturulacak bir heyetle gerekli tepkinin gösterilmesini kararlaştırır. Toplantıda bazı öğretim üyeleri ve öğrenciler, düşüncelerini dile getirir. Hukuk Fakültesi Meclisi Müderisleri adına Muhittin Adil Bey, şunları söyler: “Şerefli tarihimiz, yedi asırlık uzun bir zaman içinde çok şevketli, çok felaketli zaman geçirdik. Fakat bugünkü kadar elim, hazin hiçbir lahza yaşamadık. Felaket zamanları, insanları tesanüde, vahdete sevkeder ve bizim itidal ve basiretimiz, azmimiz mukadderatımızı tesbit edecektir. Bu zamanda bütün teşkilatı milliyeden istifade etmek lazımdır. Bu teşkilatın başında Darülfünun’u görüyoruz. Memleketin dimağı, mütefekkiri Darülfünun’dur. Darülfünun’u olan bir memleket ki bağımsızdır ve bağımsız olmayan bir memlekette Darülfünun yoktur.” Tıp Fakültesi adına konuşan Akil Muhtar Bey, şunları söyler: “Benim en vehim gördüğüm nokta, bütün ümidi istikbalimizi bağladığımız ilkelerin karanlık içinde kalmasıdır.” Yusuf Rıza Bey de, “Kanımızı son damlasına kadar akıtacağız, canımızı feda edeceğiz, gibi sözler çok söylendi. Şimdi iş görmekten başka çare yoktur. Bizim maddi kuvvetimiz yoksa, manevi kuvvetimiz vardır.”
Fen Fakültesi adına konuşan Gıyaseddin adlı genç, “Asıl mücadele bundan sonra başlıyor” der. Tıp Fakültesi’nden Sırrı adlı öğrenci şunları haykırır, “Eğer hakkımızı teslim etmezlerse buradan bağırıyorum ki, dünya barış yüzü görmeyecektir.” Hukuk Fakültesi temsilcisi öğrenci, “Bütün varlığımızla isyan ediyoruz. Gereken maddi ve manevi teşkilatı yaptır” der.
Bu toplantıda bütün gençler adına söz alan Servet Bey, gençliğin önerilerini şöyle bildirmiştir: “Türk gençliği:
1- İşgali protesto etmek,
2- Vazifesinin kutsiyetini bilerek amil olacak bir kuvvet, bir talebe heyeti teşkil etmek,
3- Müderris ve muallimleri bu işte önde görmek,
4- Milletin vicdanı için hakiki seferberlik ilan ederek hudutta, içeri girmişse orada mücadele etmek,
5- Mektepleri tatil etmek.”
Gençliğin önerileri böylece toplantıda okunduktan sonra Tıp Fakültesi’nin bir teklifi bildirilir. Teklif şöyledir: “Kan dökerek kahramanlıkla ölmeği tercih ediyoruz. Gösteri düzenlenmesini istiyoruz. Umum Darülfünunlulara, alemi insaniyete hitap edilmesini istiyoruz.” Toplantıya katılan bayanlar, yaptıkları konuşmada şu açıklamayı yapar: “Biz de sizin kadar, belki daha ziyade acılıyız. Girişimlerinize en kavi bir imanla iştirak ediyor ve şu hakikati işitmenizi istiyoruz: Kim demiş bir kadın küçük şeydir. Bir kadın belki en büyük şeydir.”
Toplantıya katılanlar, gösteriler yaparak işgale karşı durulacağının bütün dünyaya duyurulmasına karar verilir. Gösterileri, Darülfünunlu öğrenciler düzenleyecektir. Türk Ocağı ve bütün öğrenci kuruluşları, 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü, Fatih Belediye binası önünde 80 bin kişinin katıldığı bir gösteri yapar. İstanbul’da dükkanlar, beş gün süre ile kepenklerini kapar. Gösteride yapılan konuşmalarda, Profesör Hüseyin Ragıp, “Hiçbir milletin bize efendi olmasına tahammül edemeyiz” der. Halide Edip, “Gece en karanlık ve ebedi göründüğü zaman gün ışığı en yakındır. Her gecenin bir sabahı vardır”, der. Profesör Selahattin Bey ise şunları söyler, “Bu asır milliyet asrıdır. Milliyet uyanıyor.”
İşgalci İngiliz kuvvetleri, gösteri alanının üzerinden uçaklar uçurarak halkı korkutmak ister. Gösteriye katılanlar, Padişah’a bir dilekçe götürülmesini kararlaştırır. Padişah’a götürülecek bu dilekçe için Halide Edip ve iki öğrenci görevlendirilir. Padişah’a sunulan dilekçe özetle şöyledir: “Bizi kutsal beşiğimizden, aziz yurdumuzdan yoksun bırakmak isteyenlere, biz, son defa olarak göstermek istiyoruz ki, kalplerimiz çarptıkça burada, Türk elinde yaşayacağız, biz varız ve burada kalacağız.”
Aynı gün, ABD Cumhurbaşkanı’na da şu telgraf çekilir: “Evet, Reis cenapları Türk ölecektir, fakat hiç bir zaman alçakça değil, şeref ve namuslarıyla ölecektir.” Gençlik örgütleri tarafından işgale karşı düzenlenen gösteriler, 20 Mayıs 1919 Salı günü, Üsküdar Doğancılar’da, 22 Mayıs 1919 Perşembe günü, Kadıköy’de yapılır. Doğancılar’da yapılan gösteride Şair Talat Bey, Ferruh Niyazi Bey, Sabahat Hanım, Muzaffer Bey, Necdet Hamdi Bey, Naciye ve Zeliha Hanımlar konuşma yapar. Konuşmalarda, “Yaşamak için ölmeye yemin ettik, yalnız İstanbul değil, köylüler de ayakta. Köylüler çarıklarını ıslatıyor, kepekli undan yol hazırlığı yapılıyor” denilir. Kadıköy’de yapılan gösteride Münevver Saime, Halide Edip, Hayriye Melek Hanımlarla Fahrettin Hayri Bey konuşma yapar.
İstanbul’da bu dönem işgallere karşı ve Türklere yönelik soykırımı kınamak amacıyla yapılan en büyük gösteri 23 Mayıs 1919 Çarşamba günü, Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenir. Gösteriye kadın, erkek en az 200 bin kişi katılır. Gösteride Şair Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip Adıvar, Süleyman Sırrı, Dr. Fahrettin Hayri, konuşma yapar. Yapılan konuşmalarda, “Yaşasın İslam milleti! Bayrağımıza, dedelerimizin namusuna ihanet etmeyeceğiz!” denir. “İzmir Türk Kalacak” rozetleri dağıtılır. Kemal Tahir, “Esir Şehrin İnsanları” adlı kitabında, gösteriye katılan kadınlar hakkında şunları yazmıştır, “Kadınların kara başörtüleri, kara sancaklar gibi başlar üzerinde dalgalanıyordu.”
Gösterinin sonunda tertip heyetinin bildirisi okunur. Bildiri özetle şöyledir:
“1-Bugün şurada bir vakitler yüzbin türlü ulusal gösteriye sahne olan meydanda toplanan biz İstanbul’un Türk-müslüman halkı, mukaddes vatanımızın haksız olarak işgal olunan bölümlerinin boşaltılmasına kadar yüce saltanatın etrafında demir bir çember gibi hayatımızı fedeya hazırız.
2-Bizler, asırlardan beri tatbik edilen siyasete, göz boyama siyasetine artık katiyen itimat etmiyoruz. Siyasi geleceğimizde kara bulutların çekilmekte olduğunu göstermek isteyen iki yüzlü, şeytanca haberlere, ufuktaki fırtına fiilen bertaraf edilmedikçe, katiyen inanmıyoruz. Coşkumuzu kasten yatıştırmak isteyenleri bütün ruhumuzla kınıyoruz.
3-Memlekette siyasi ihtirasın sustuğunu artık kalplerimizde vatan endişesinden başka hiçbir endişenin yer bulmamasını samimi ruhumuzla istiyor ve küçük büyük hepimiz buna söz veriyoruz.
4-Zatı Şevketmeab hazreti bilafetpenahi huzuru humayunlarında içtima edecek şurayı fevkaladenin vatan ve millet için en hayırlı kararlar ittiha eylemesine dualar ediyoruz.
5-Kararlarımızı takip eden yabancı gözlemcilere ancak basın aracılığıyla haberdar etmek azmindeyiz.
6-İşte vatandaşlar, şimdilik önerilerimiz bundan ibarettir. Bunlar hepimizin kabulüne sunulur.”
Damat Ferit Hükümeti, 25 Mayıs 1919’da bütün gösterileri yasaklar. Halk, dua etmek amacıyla 30 Mayıs 1919 Cuma günü, Sultanahmet Camii’nde toplanır. İzmir şehitleri için mevlüt okutulur. Halkın katıldığı tören, gösteriye dönüşür. Öğretim üyesi İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Milaslı İsmail Hakkı, Hamdullah Suphi Tanrıöver ile Şüküfe Nihal konuşma yapar. Yapılan konuşmalarda, “İstiklâl isteriz. Belaların sebebi saldırılar karşısında isyan edilmemesidir” denir. Gösteride dağıtılan bildiride özetle şunlar söylenir: “İzmir facialarını öğren. Anadolu senin kararını bekliyor. Haksızlara karşı feryat et. Alemin vicdanına hitap eden heyecanlarınla hakkını müdafaaya ve parçalanan vatanın imdadına koş. Bu gösteride kurtarıcı kararlarını ver ve kurtuluşun için çalışmaya yemin et.”
İstanbul’da düzenlenen gösterilere tepki duyan işgalci güçler, 28 Mayıs 1919 günü, 67 Türk devlet adamını Malta’ya sürgün eder. Mustafa Kemal’de, Anadolu’yu işgalci emperyalist güçlere karşı örgütlemek amacıyla 16 Mayıs 1919 günü, İstanbul’dan ayrılıyordu. 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü Samsun’a varan Mustafa Kemal, şu açıklamayı yapar:
“Ortada Türk’ün barındığı bir Anayurdu kalmıştı onu da parçalamak istiyorlardı. Osmanlı Devleti, Padişah, Halife bunlar manasız sözlerdi. Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız bir Türk Devleti kurmak; Ya İstiklâl Ya Ölüm!”
Türkiye’nin her tarafından işgalci emperyalist güçlere karşı Kuvayı Milli Dernekleri, direniş örgütleri kurulur. Bunlar daha sonra ulusal düzeyde birleştirilir. 23 Temmuz 1919’da Erzurum ve 4 Eylül 1919’da açılan Sivas Kongreleri’nde, bağımsızlık savaşı için önemli kararlar alınır. Sivas Kongresi’ne Askeri Tıp Okulu’nun öğrencisi Hikmet Boran, asker sivil bütün tıp öğrencileri adına İsmail Fazıl Cebesoy ve İsmail Hami Danişment de katılmıştır. 19 yaşındakı tıp talebesi Hikmet Boran, Mustafa Kemal Paşa’ya, “Delegeleri bulunduğum Tıbbıyeliler beni buraya bağımsızlık yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem, manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddederim. Mustafa Kemal’i, vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı olarak adlandırır ve lanetleriz” der.
Mustafa Kemal, şu karşılığı verir: “Evlat, müsterih ol. Gençlikle övünüyorum. Gençliğe güveniyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklâl ya ölüm! Gençler, vatanın bütün istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır.”
Kurtuluş ve bağımsızlık savaşı her türlü zorluk ve imkansızlıklara rağmen gerçekleştirilir ve Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Türkiye Devleti’nin hükümet şeklinin cumhuriyet olduğu, 29 Ekim 1923’te ilan edilir. Gençlik, 1918-1922 yıllarında Türkiye’nin bağımsızlık savaşında ön saflarda yeralmış, üzerine düşen görevi yerine getirmiştir.

http://www.turksolu.com.tr/53/feyizoglu53.htm

.

Akıntıya Kürek




Akıntıya Kürek

Yekta Güngör Özden


05.04.2004/Sayı:53

Seçimler,

Eşit koşullarda geçmeyen seçimlerin ne sonuç vereceği önceden kestirilebilir. Nitekim öyle oldu. Bir yanda iktidarın, belediyelerin olanaklarıyla donanmış bir parti, öbür yanda devlet yardımından payına düşenle kendi sınırlı olanakları içinde bir iki parti, beri yanda yalnız kendi olanakları ve değişik desteklerle çalışmalarını yürüten partiler. Seçime katılan 20 parti içinde akçalı gücü yanında devlet gücünü de kullanan iktidar partisiyle hiç biri yarışamazdı. İktidara yakın olmanın, iktidarda olmanın kimi kazanımları gözetildiğinde yerel seçimlerde her zaman iktidar öndedir. İktidar değişikliğiyle birlikte kimi belediye başkanlarının partilerini bırakıp iktidar partisine katılmalarının nedeni budur. Ülkemizde siyasal ahlâkın düzeyi bellidir. İlke, tutarlılık, kararlılık, özveri, dayanışma her şeye karşın ödünsüz çalışma terbiyesi yeterince edinilmemiştir. Görünmek, kazanmak, bir yere gelmek, bir yeri ele geçirmek, borusunu ya da düdüğünü öttürmek, kendisine ve yakınlarıyla yandaşlarına olanaklar sağlamak, böbürlenmek, nedense adını unutulmaz kılacak yapımlara, çabalara, eserlere, kendini anımsatacak olaylara ve oluşumlara imza atmaktan daha önemlidir. Katrilyonu bulan seçim giderleriyle kaç okul, kaç hastane, kaç kitaplık, kaç sağlık ocağı, kaç yuva ya da bakım evi, kaç çeşme, kaç yol, kaç köprü, kaç atölye açılmazdı? Yalnızca Hazine Yardımı partiler yerine bu kazanımları sağlamazdı. Bir Parti çıkıp “afiş, el ilanı, şarkı-türkü, marş, film, rozet, tanıtma bayrağı vs. kullanmayacağım. Bunların yerine okul, köprü, kitaplık vb. yaptıracağım” deseydi daha çok ilgi görür, beğeni ve oy toplardı. Hele dağınıklık, hele ilkelerden ödün verip seçim sonrası kendi partilerine dönme koşullu kimi yapay birliktelikler.. Bir yılı aşan bir süreden beri sözlü ve yazılı çağrılarla duyurmaya çalıştığımız anlayış benimsenseydi, iktidarın belalarından kurtulmak, aydınlığa kavuşmak için partiler biraraya gelip hangisi hangi il ve ilçede güçlüyse, kimin adayı orada daha çok şanslı ve oraya yaraşır bulunuyorsa o desteklenip öbürleri orada aday göstermeseydi daha çok başkanlık elde ederlerdi. Özseverlik, bencillik, partizanlık, ilkellik sayılacak direnme şimdiki sonucu getirdi. İktidar partisi liderlerinin değişmediğini gösteren inatlaşma ve zıtlaşmaları arttıracak, başta Kıbrıs olmak üzere desteğine gereksinim duyduğu AB’nin ve ABD’nin istekleriyle kendi milli görüş kaynaklı izlencesini uygulayacak, daha çok karanlık olacak, daha çok güçlük çekilecektir. Medyadaki beslemelerle şakşakçıların kışkırtması sürecektir.

Kıbrıs oyunu

Hiç utanıp sıkılmıyorlar. Devlet organlarının bile amaçlı uzatmayı vurgulamasına karşın, İsviçre-Bürgenstock’daki görüşmelere katılan Yunanistan ve Güney Kıbrıs yöneticilerinin yorgunluk ve hastalık bahanelerini atlayıp fiyaskoyu başarı ve umut olarak nitelendiriyorlar. Kimi iktidar olabilen irticayı, İstanbul olaylarını unutup “gülyabani hikayesine dönmüş irtica korkutmaları... yenileşen toplum” sözleri edebiliyor. Öylesine iktidarın dümen suyunda yazabiliyorlar ki ümmet ve cemaat düzenine dokunmamak için “...Merih’ten ulus gelmez” diyebiliyorlar. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” ve “Ne mutlu Türküm diyene “ sözlerindeki anlamı, erdemi, yüceliği kavrayamıyorlar. Atatürk ilkelerini, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü savunduğum için yıllarca önce beni bu nedenle kutladığını söyleyen kişinin gericilik kıyımlarını, kalkışmalarını, iktidar başının inadını ve yinelemelerini görmemesi, duymaması, anlamaması düşünülemez. Yazılar ve yayınlar amaçlıdır. Halkımız kimin nereden nereye geldiğini, kimin ne için neler yaptığını, nasıl değiştiğini izlemektedir. Seçimlerdeki yönlendirici, sunuş biçimiyle yanlı sormacalar (anketler) de böyledir. Karaçarçaflıların artması bile uyarmıyor.

Kraldan çok kralcı kesilenler, iktidarı mutlu etmek için Denktaş’a saldırıyor, kurgularla, gerçekdışı anlatımlarla suçlayıp sonucun sorumluluğunu ona yıkmaya uğraşıyor. Kararlı, tutarlı, gerçekçi, içtenlikli, ilkeli, ahlâklı, bilgili, yurtsever, yürekli Denktaş hepsini göğüsleyerek gerekeni başarıyla yapıyor. Doğruları söylüyor. ABD’nin İngiliz-Yunan ortaklığı ürünü Annan Planı dayatmasıyla AB’nin oyunlarını bir bir açığa çıkarıyor. Yurdunu savunan bir Başkanı kendi açılımları için engel sayanlar suçluyor, karalıyor, övecek yere yeriyorlar. Bize özgü demokrasinin cilveleri. Hukuktan, siyasetten, özellikle dış siyasetten anlamayan, ulusal çıkar kavramıyla güvenlik konusunda hiç bir bilgisi olmaylan medya bilgiçleri (!) Denktaş’a akıl vermeye kalkışıyor. Paralıların kendi çıkarları için ülkeyi, ulusu, ulusal çıkarı nasıl acımasız, düşüncesiz biçimde, sapkınlık ölçüsünde gözardı ettiğini, iktidarla paslaşarak nasıl yol aldığını görenler giderek artıyor, AB’nin Kıbrıs oyunu sürüyor. Olan Türkiye’ye ve Kıbrıs Türklerine oluyor.

Seçim Rüşvetleri

Bu olumsuzluklar yerel seçimlerde nedense oyları etkilemiyor. Kendi işlerine gelen her şey demokrasiye uygun, gelmeyen uygunluklar ise aykırı. Anlayış düşüklüğü ya da kıtlığı denilecek bu olgu, demokrasinin nasıl kemirildiğini anlatmaktadır. İlkesiz, ülküsüz insanlar. İçinden yıkılmakta olan demokratik kitle örgütleri. Demokrasinin dayanakları çürümeye başlayınca yaptıklarının yanında çalıp çırptıkları dağlar oluşturan kimselere oy verme sakatlığı sürdükçe umutlar sönmektedir. Seçimler sırasında bir bakanın “Adalet Sarayı yapımı”yla başka bir bakanın “diyaliz makinası sağlamak”sözleri (Devrek’te) oy almak için devlet olanaklarının nasıl araç kılındığını göstermektedir. Bunlar yalnız ikisi. Birer ağır baskıdır. Onlarcası söylendi, yazıldı. Seçim eşitliği gerçek demokrasinin koşuludur. Rüşveti de yüz karası; soğan, patates, kömür vs. dağıtımı, arsa ve bina kapışması.

İlkellikler

Geçen yıllarda Zeki Triko’nun afişine takmışlardı. Bu kez Çarşı Mağazaları’nın reklamına taktılar. Yandaşlarını okşamak, oyalamak, bir şey yapıyor görünmek ve gündemi değiştirmek için her yolu kullanıyorlar. Siyasal rüşvet ve siyasal şantajlara reklam bekçiliği de eklendi. Bu da demokrasinin sansürüdür. Aydın geçinenler yemeklerle, otel lobilerinde ya da teraslarında toplanıp çalışanları halkın sevip inandıklarını çekiştirir, başka bir şey yapmazlarsa gericiler her şeye el atarlar. Siyasal partiler de bir şey yapmadan, ortaya bir şey koymadan, bir iyiliğe neden olmadan, bir kötülüğü önlemeden, olumlu bir durum sağlamadan oy istemeye çıkıyorlar. “Ne yaptınız da oy istiyorsunuz? Hangi yüzle?” denilse yeridir. Tepki oyuyla övünülmez. İktidar başının YÖK konusundaki direnişi bilim ve siyaset yaşamımız için son derece tehlikelidir. Demokrasinin ne duruma düşürülmek istendiğinin, çoğunluk diktasının nerelere ve nasıl uzandığının belgelenişidir. “Parayı verenin yönetip yaptıracağı” savı ilkelliğin ötesinde sakıncalı amacın dışvarumudur. Para Recep Tayyip’in parası değildir. Kendi kasasından çıkmamaktadır. Oğlunun sünnetinde ya da düğününde gelen takılarla sağlanmamıştır. Devlet babasının malı kendisinin çiftliği değildir. Recep Tayyip devlet değildir. Böyle bir sözü söylemek çağdışı, hukuk dışı, siyaset dışı düşmektir. Devletin öğretim üyelerine, öğrencilere ayırdığı ödenek, üniversitelere, ulusa, ülkeye, bilime ayırdığı, ayırmak zorunda olduğu, görevi sayılan bir ödenektir. Bu ödeneği yönetimleri döneminde göndermekle yükümlü olanların “ne istersek olacaktır” yaklaşımı sakat bir anlayışın sonucudur. Yargının, yasama organı üyelerinin, partilerin, hazine yardımı yoluyla gelirlerinin ödenmesini de yürütme yaptı diye yargı, muhalefet ve partiler de iktidarın istediklerini mi yapacaklar. Dünyanın neresinde böyle devlet, böyle demokrasi vardır? Olsa olsa imamistanda, ümmenistanda olur.

Böyle sakıncalı sözlerden cesaretlenen kimileri de açıkça “%65’le anayasayı değiştiririz” diyerek seçmenleri kışkırtıyor. Üstelik iktidar başının eşinin talimatıyla bir milletvekili bayan bunu yapıyor. Anayasanın neredeyse toptan değiştirilmeyi gerektiren bölümleri var. Gözdağı verircesine geriye doğru değişiklikler yetmiyormuş gibi daha kötü duruma getirmek için yapılan hazırlıklar duyulmaktadır. Anayasa mahkemesinin büsbütün ele geçirilmesi amacı yıllardır bilinmektedir. Yapılması düşünülen olumlu değişiklikler varsa onlardan sözedilmelidir. Sıkmabaş-bohçabaş dayatması, YÖK, Kamu Yönetimi, yerel yönetimler yasaları, Başbakanlık ve MEB müsteşarları, kimi yönetmelikler, kadrolaşma, İmam Hatip Liselerinin adlarının değiştirilmesi gibi konulara öncelik ve ağırlık verenlere besleme ve yağcı medya kesimiyle Kıbrıs’ı gözden çıkaranlara, Silahlı Kuvvetler’i etkisiz ve güçsüz düşürmeye, Cumhurbaşkanı’nı göstermelik kılmaya çalışanlara, bildiğini okumaktan vazgeçmeyenlere kimse inanmaz ve güvenmez.

Takiyeyi takunya sanan kimileri de iktidar partisini “merkezin yeni partisi” olarak tanıyıp tanıtmaya çalışıyorlar. Kargaları güldürecek bir boşuna çaba. Olanları, olacakları bırakalım, nereye sığdırıyorlar? Ulusal yapıya yönelik tehlikeler yeterince algılanamadı, demokrasi anlaşılamadı, oy bilinci oluşmadı denilebilir belki ama çevreyi kirleten gürültülerle dalgalanan seçim toplantılarında terör başı için açılan bayraklar yükselen ve yayılan sloganlar kimsenin gözünü açmadı, vicdanında yankı bulmadı, denilebilir mi? Tek adamlığın koşullarına uymayan gidiş diktatörlükten başka bir şey değildir. Anlamsız hoşgörü demokratlıktan değil, ilgisiz kalarak yandaş toplamak düşüncesinden kaynaklanıyor. Etnik ayrımcılık, soykırım kalkışmaları durmuş değildir. Devletin anlayışlı davranışından ötede umursamazlık kimi Nevruz kutlamalarında bile eski adı PKK olan örgüt ile liderini öne çıkartmıştır. Yapılan hiç bir şey yoktur. Kolluk güçleri bağımsız olmadıkça, yansız davranmadıkça, iktidar partisinin içindeki yandaşlarıyla, başka partilerdeki yakınlarıyla, gelecekte hangi tehlikelerin bizleri beklediği açıktır.

Kimi demokratik kitle örgütleri de hukuku çiğneyerek, kaçak sayılabilecek toplantılar düzenleyerek ya da başkalarının güdümüne girerek ayakta durmaya, yöneticilerinde olmayan güçler sağlayarak onlarla bir yerlere gideceğini sanmaktadır. Kendi içinde barışı bozmuş olan bir kuruluş başka kuruluşlarla nasıl dayanışma kurabilir. Kandırmacalarla ilkeler yıkılmaktadır.

Cumhuriyet Destanı

Bay Recep Tayyip “CHP’nin kökü”nden sonra “10. Yıl Marşı”nı diline doladı. Yardakçıları sus pus. “84 yıllık karanlık” sözünü edenlerden daha başka şeyler de beklenir. Değer bilmezliğin (nankörlüğün), bilgisizliğin, sevgisizliğin, saygısızlığın, aymazlığın, bağnazlığın, sapkınlığın nice örnekleri görülebilecektir. Gidiş onu göstermektedir. Adamlık, insanlık, yurttaşlık, inançlılık, onurluluk, soyluluk tartışmaları yaşanacaktır. Karalama, kötüleme, saldırı, kafalarındaki düzene engel olan laik cumhuriyete yöneliktir. Yurdu kurtaran, devleti kurarak namusumuzu, onurumuzu, kişiliğimizi, koruyan, bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü bizlere armağan eden kahramanlara katlanamamaktadırlar. İktidar partisinin kimi resmi törenlerde Atatürk anıtlarına çelenk koymaktan kaçınması, kimi toplantılarda adını anmaması sakıncalı bir anlayışa bağlıdır. Atatürk’ü tanımak istemeyenler, sevmeyenler, saymayanlar onun başında bulunduğu yılları kötüleyenler tarih bilmeyen kendini bilmezlerdir. Düşmanların ayağını Anadolu topraklarında durdurarak, kutsal topraklara inmesini önleyerek, dünyada müslümanlığa en büyük yararı dokunmuş insana karşı olmak hiçbir insanlık niteliğiyle bağdaşmaz. Osmanlı’nın yıkıntılarını temizleyerek yoktan var edercesine kurulan her şeyi, yepyeni laik cumhuriyetle kazanılanlar saymakla bitmez. 10. Yıl Marşı olanaksızlıklar, yoksunluklar göğüslenerek 10 yıl gibi çok kısa bir sürede kazanılanların kıvancını ve coşkusunu duyuran cumhuriyet destanıdır. Ulusal ezginin özgün, en güzel örneği, gerçekten Türk olan, kendini Türk bilen her yurttaş için övünülecek değerdedir. 10. Yıl Marşı’nın büyük Atatürk’ün 15-20 Temmuz 1927’de CHP 2. Büyük Kurultayı’nda 36 saati aşan bir zamanı unutulmaz kılan büyük söyleviyle birlikte duyumsamak gerekir. Osmanlı’dan alan yapıları, okulları, iş yerlerini, öğretmen ve öğrenci sayısını, teknik elemanları, bütçeyi, Osmanlı borçlarını ödemeyi, millileştirmeyi bilmeden konuşmak gülünç olmaktır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda kimlerden ne yardım alındığını, İnönü Savaşları’ndan askerlerimizin giysilerini, kullanmaları için verilen mermi sayısını, süvari birliğindeki gerçek kılıcın ne kadar olduğunu, TBMM ordularının sayısıyla düşman güçlerinin sayısını, Atatürk’ün Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’da defterdarın kasasında kaç lira olduğunu bilmeden konuşmak “desteksiz atmak”tır. Yapılan okulları, köprüleri, spor ve uçak alanlarını, çalışma yerlerini, hastaneleri, enflasyon ve devalüasyon olmadan kotarılanları düşünmek, yetişen insanları, açılan üniversiteleri, çağdaşlaşmada kazanılan aşamaları gözetmek yeter. Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanılıp Saltanat kaldırılmasa, Cumhuriyet kurulmasa neler olacağını düşünmeyenler, varlıklarını yadsımış olurlar. Birbirini izleyen devrimler olmasaydı, demir ağların yerini örümcek ağları alırdı. Kafaların içindeki karanlık dışarıyı zindana çevirirdi. Büyük söylevde ve 10. Yıl Marşı’nda anlatılanlar olmasaydı bugün bizler olmazdık. Atatürk’ün eşsiz 10. Yıl Söylevi, Büyük Söylev’in ve 10. Yıl Marşı’nın mührüdür. Kuruluş yıllarında onurla, saygınlıkla, güvenle Türkiye Cumhuriyeti güçlenmiş, uluslararası katta yaraşır olduğu yeri almış, milletler cemiyetine girmiş, dünyanın sayılı cumhuriyetlerinin önünde geldiği için yalnızca Almanya’dan o yıllarda 140’tan fazla bilim adamı Türkiye’ye sığınmıştır. Tebaadan yurttaşlığa, ümmetten ulusa geçilmiştir. Ahlâkla, adaletle, hukukla, şerefle yeni Türkiye kurulmuş, örülmüş, dokunmuş, yükselmiştir. “Demiryolları komünist işidir” diyen lekeli anlayış 1950’den sonraki kötü uyulamalarla kendisini göstermiş, bugünlerin taşımacılık sıkıntılarnı doğurmuştur. 1950’lerde kesilen hız, kışkırtılan inanç sömürüsü, Türkiye’nin karanlığıdır. O yıllarda yapılanlar olmasaydı bugün AB yüzümüze bile bakmaz, kapısının önünden bile geçirmezdi. 10 kuruluş yılı Türkiye tarihinin en şanlı bölümüdür. Nitelik ve nicelik çizelgesini inceleyip öğrenmedikçe Recep Tayyip neler söyleyip neler yapacaktır kestirilemez. Anlaması bilmesi gereken çok şey var. Yetersizliği açık. Kazanımlarımızın temeli cumhuriyetimizin ilk 10 yılıdır. 10 yıla çok şey borçluyuz.

Din Sömürüsü

Bizim zavallı medyamız bellek yoksunluğunun perişanlığını, bağımlılık ve yandaşlığının ağrılarını çekiyor. Din ve inanç sömürüsüne yıllardır değiniyoruz. Resmi konuşmalarda, özel söyleşilerde dilimiz döndükçe anlatıyoruz. Yurtdışına kaçarak zehir saçanları, yabancıların koruyup kolladığı kesimleri açıklıyoruz. Söyleye yaza bıkkınlık uyandıran konuları yeni sayarak sayfa dolduruyorlar. Genelkurmay 2. Başkanı çok yerinde olarak “hem laiklik hem ılımlı İslam birarada olmaz” dedi. Önceleri zaman zaman açıklanmış bir gerçekçiliğin vurgulanmasıdır. Ortam gözetilirse çok da iyi olmuştur, haklıdır. Din, dindir. “Katı İslamiyet, ılımlı İslamiyet, yumuşak İslamiyet” diye ayrım yapılamaz, olmaz. Laiklik devletin inançlar yönünden saygın bir yansızlığıdır. Laiklik dinlerin olduğu yerde vardır, olmadığı yerde yoktur. Laikliğin olduğu yerde devletin adının yanına dinsel sıfat konulamaz. O zaman devlet devlet olmaktan çıkar, cemaat çatısı olur. Ne uluslaşmadan söz edilir ne de hukuktan. İslamiyeti kendine göre uygulayıp tanıtmaya ve dayatmaya da kimsenin hakkı yoktur. Ilımlı yaklaşımıyla devleti dinselleştirmek de bir oyundur. Din siyasallaşırsa demokrasi dinselleşir sözünü yıllardır usanmadan yineliyorum. Şeriatçıların demokrasiyle bağdaşması olanaksız çabaları, devleti din ağırlıklı güce dönüştürmek, bildiklerini ve istediklerini yapma olanaklarını kazanmaktır. Bu oyuna kimse gelemez. Din, vicdan tahtında kendi özgün yerinde kalacaktır. Laik devleti din devleti yapmaya kimsenin gücü yetmez. Devlet, hukukla yönetilir dinle değil. Demokrasinin kaynağı ve dayanağı laikliktir. Hukusal, siyasal ve ulusal birliğin de harcı gene laikliktir. Devletin dini olursa laiklik olmaz, o zaman da devlet olmaz. Dinleri devlet belirlemez. Dinler kurallarıyla bellidir, bilinmektedir. Kimse kendine göre din oluşturamaz. Kendine göre yaşar, o kadar. Kurtuluş ve kuruluşla övünemeyenlerin ılımlı dindarlıkla övünmeye kalkışmaları anlayış ve yaşam düzeylerinin göstergesidir. Cumhuriyet yıllarını “halkın değerlerine müdahale” diye göstermekten çekinmeyen yazarların at koşturduğu ülkede başka gariplikler de doğal karşılanacaktır. Yabancıların Kıbrıs oyunlarına ilgisiz kalan medyamızda bu çirkinlikleri övmeye çalışanlara da rastlanmaktadır. Çelişkiler yumağı gidek sıkmaktadır. Onaylama (ratifikasyon) işlemleri, halkoyu-referandum manevraları, oyalamalar kimin ne olduğunu ve ne yaptığını ortaya çıkaracaktır. 10 yıl o kadar başarılıdır ki zamanın Yunanistan Başbakanı Venizelos 12 Ocak 1934 günlü mektubuyla Nobel Barış ödülü için Atatürk’ü aday göstermiştir. Düşmanlığı unutup dostluğu yeğleyenler laik cumhuriyet karşıtlarını uyarmalıdır, utandırmalıdır.

Yarın ne olacak?

Giderek genelleşen bu soru güncelliğini koruyor. Toplumsal düzeyimizi gölgeleyen seçim kavgaları, öldürme ile sonuçlanan saldırılar, kapkaççılık, yanlış salıvermeler bir yana siyasetin solun aldığı sonuçlar CHP yönetiminin baskıcı, bencil, dar çerçeveli kadroculukla yürüttüğü tartışmalar yakınmaları yoğunlaştırıyor. Kürtçülerle işbirliğine girişenlerin aldığı sonuç ortada. Böyleleri gerçek Kemalist olamaz ki bu nedenle oy verilmemiş olsun. Kürtçüler, bölücüler, yıkıcılar tam kendilerinden olmayana, kullanamadıklarına günahlarını bile vermezler. Şeriatçılar da böyledir. Toplumun duyarlı olduğu konulara sırt çevirip dudak bükenlerin kürtçülere ve sıkmabaş-bohçabaş yanlılarına ödün niteliğinde yaklaşımları, yeni açılımları ne yaptığından ne yapacağı belli olmayan Kemal Derviş’e yönelmesi yanlıştır. CHP kendini, yönetimini yenilemeli, gülümsemesini, kucaklaşmasını bilmeli, gençleşmelidir. Tarihsel sorumluluk, CHP’yi önemli yükümlülüklerle başbaşa bırakmaktadır.

Önyargılı ve yanlı medya çelişkilerini sürdürüyor. Biri “CHP soldan uzaklaştığı için oy yitirdi” derken bir başkası “CHP merkeze yaklaşmadığı için oy yitirdi” diyor. Gerçekte CHP “ Ben Atatürk’ün kurduğu partiyim, ben devleti kuran partiyim, ben Atatürkçü partiyim” diyemediği, bu kimliğin güncel gereklerini yerine getiremediği için yitirdi. Yanlış tuşa basan yanlış yazar. Yanlış adaylar gösterdi, beklenen, özlenen açılımı gösteremedi. Söylemleri doyurmadı, çağrıları yankı bulmadı. Toplumsal sorunlara eğilip çözümler getiremedi. Daha neler neler...

Kıbrıs için “4. Annan Planı” Medyanın Denktaş karşıtı katı, yanlı, Fogg çocuklarının önde olduğu habercilerce Türkiye’ye aktarılmakta, gerçekler açıklanmamakta, tersine hiç bir şey elde edilmemişken başarı söylentileriyle kamuoyu aldatılmaktadır. Yunanistan ve Rum yönetimi kesin AB ve ABD desteğinde bahanelerle süreyi doldurup sonucu Annan’a bırakacaklardır. Recep Tayyip ekibi de “veremi gösterip sıtmaya razı etmek” türünde, hakkımız olan bir iki küçük sorunu çözmekle “gitmişti de biz aldık” diyerek övüneceklerdir. Onlar zaten bizimdi. Bu arada gidenler gidecek, Annan Planı onay, referandum, Türkiye ve KKTC yönünden Batının oldu bittileridir. Üzücü ve yıkıcı dayatmalarıdır. Baştan beri yanlı yürütülen görüşmeler Girit olayının yinelenmesidir. Türkiye’nin çevrilmesi, kuşatılmasıdır, gelecekte Türkiye üzerindeki oyunların başlangıcıdır. Yanılmış olmayı isteriz. Tayyip ekibi önemli bir şey almadan verecek ve referanduma razı olup imzalayacaktır. Öymen, Arcayürek, Manisalı, Birgit, Gürel, Türker, Bila çabalarıyla unutulmayacak, Denktaş her zaman aranıp anılacak.

Ayıp

Başbakan basın danışmanının Cumhuriyet gazetesine gönderdiği gözdağı mektubuna yardakçı medyadan beklenen (!) tepki gelmedi. Basın özgürlüğünü kavrayış düzeyini açıklayan mektup demokrasinin geldiği aşamada ilginç bir olumsuz örnektir. Yapılanları ve yapılmak istenenleri gözardı edip tıpkı “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” sözünü anımsatırcasına Cumhuriyet gazetesi suçlanmakta, saldırı niteliğinde karalama ve kötüleme, sözde eleştiri ve yanıt adı altında genişletilip arttırılarak sürdürülmektedir. Diktacı anlayışın bu ölçüde savunulması düşündürücüdür. Karşı çıkması gereken bir çok kişi ve kuruluş uykudadır. Üniversiteler ilgisizdir. Meslek odaları tepkisizdir. Birkaç kalemin ve kuruluşun tepkisi demokrasi umudu için yeterli değildir.

Bu arada Saadet Partisi önceki Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın eski çıraklarını kusurlu bularak Ordu’yu göreve çağırması, aynı partinin şimdiki genel başkanının da Erbakan’a öykünüp asker çağrısına destek vermesi (Milliyet, 27-3-2004, s.18) gençlerin “Ordu Göreve” pankartı taşımasını eleştirenler için üzerinde durulması gereken bir örnektir. Ordu’nun görevi darbe değildir. Uyarı, öneri, dilek, tepki vs. türü hukuksal ve uygar belirtme ve istemler beklentisinin kötüye alınması Ordu için de onun daha etkin ve duyarlı davranmasını isteyenler için de amaçdışı davranış ve saptırmadır. Burada önemli olan, Erbakan’la Kutan’ın öncelikle yakındıkları ve rahatsızlıklarını belli ettikleri güçlere gereksinim duymaları, onları övmeleridir. Sorunların demokrasi içinde çözümlenmesini isteyenler Ordu’nun da kendi yapısı içinde etkin olacağı durumları düşünmüş olacaklardır. Hemen darbeyi ve hukukdışılığı düşünmek yanlıştır, yaygarası ve kışkırtıcılığı ayıptır.

Atatürkçüleri, ulusalcıları, emperyalizm karşıtı yurtseverleri suçlayan, kendi çukurlarında giderek kokuşan sapkınların, medya soytarılarının, iktidar uşaklarının kendi sıfatlarını, aşağılık niteliklerini başkalarına yükleyerek kalkıştıkları saldırılar artacaktır. “Başımız dönmeyecek” sözüne karşın şımarıklık ve azgınlık yeni sonuçlar getirecektir. Seçim sonuçlarını iktidarın getirisi olarak değil, AKP’nin başarısı olarak gösteren bilim değil kilim adamları iktidara övgüler yağdırıp, “devrimden ve seçmenin Kıbrıs ile AB için kesin yetki verdiğinden” söz edecekler. Seçimi yitirenler kazandıklarını ileri süreceklerdir. Çirkinlikler görülebilecektir. Sosyal devletin “Halkçı devlet” olduğunu bilmeyenler devletçiliğin ne zaman, ne için benimsendiğini, nasıl yorumlanıp uygulandığını unutanlar, bilgisizlik ürünü suçlamalarını, sözde eleştirilerini sürdürecekler, sapkınlar korosunun çığırtkanı, Sevrcilerin amigosu olmayı içine sindirenler terbiye dışı yazılarını patronların gülümseyişine, genel yayın müdürünün desteğine dayanarak sıralayacaktır. Halkın sorunları bunların umurunda değildir. Gerçekleri atlayıp ekonominin kağıt üzerindeki geçici, değişken, yapay göstergelerini, rakam oyunlarını abartıp olumsuzluklara gerekçe arayacaklardır. İç ve dış borçların artması, alım gücü yoksunluğu onları ilgilendirmemektedir. İşsizlik, iş yeri kapatmaları, suç olayları tasalandırmamaktadır. Seçimlerde başarılı olmayanlar ayrılma sözü vermelerine karşın yerlerinde oturacaklar, siyaset dolabı daha önce olduğu gibi dönecektir. Yanlışlıkları, yanılgıları, tutarsızlıklarıyla güven yitiren muhalefetin yarattığı boşluk daha belirginleşmiştir. Yepyeni bir yapılanma etkin, güçlü, yaygın ve çağdaş bir oluşum özlemi giderek büyümektedir.

İlkeli olmak onurdur. Seçilmek için parti değiştirmek yanlış bir tutumdur. Kanımca parti değiştirip kazanmak küçültür, değiştirmeyip yitirmek büyültür. Emin Çölaşan’la Bekir Coşkun’un anlamlı yazılarını anımsıyorum. Nelerden söz ediliyor, insan şaşırıyor. Dağıtılan yiyecek, giyecek, para, armağanlar (yılbaşı ve bayramlarda bir çok yere kimi yerlerden gönderilen armağanlar anlatılıyor)... Sorumluluğu izleyip saptayacak ve yaptırım uygulayacak kimselere kooperatif arsaları verilmesi, yakınları ve dostları adına kayıtlı, gerçekte yarısına yakını kendisinin büyük yapılar, büyük mağazalar, büyük ortaklıklar. Bizim acı gerçeklerimiz. Medyadaki dostlara ayrıcalıklı işlemler, kayırmalar, sus payları, destek rüşvetleri. Değişik seçim ve özellikle sayım olayları. Heryerle ilişki kurmak, yetkilileri ayarlamak... Liderlerin açıklamaları komediye benziyor, kimse kaybetmediyse ulus mu kaybetti?

Kimi amaçlılar için yinelemeyi yararlı buluyorum. Batıcı değil Batılıyız, Batıdan ayrılma yanlısı değiliz, ikilemleri ve eşitsizliği giderip Batıdaki yerimizi, onurlu, yaraşır konumumuza uygun biçimde almak çabasındayız. Batının yapısına değil tutumuna karşıyız. Ümmetçileri öven, destekleyen, önceleri unutup bugünü koşulsuz destekleyen, bugünkü iktidarla amaç, araç, çizgi birlikteliği kuşkusuz kişi ve kuruluşlara arka çıkan sözde ulusalcılardan da değiliz, gerçek Atatürkçü, gerçek ulusalcıyız.r

Not: Gerçekdışı yayınlarıyla kişiliğime saldıran Aydınlık dergisi açtığım dava sonunda bu ay içinde 2.5 milyar TL manevi tazminat ödemeye mahkum oldu. (31.03.2004)

(Ankara Asliye 29. Hukuk Mahkemesi’nin esas 2001/880 sayılı dosyası)


http://www.turksolu.com.tr/53/ozden53.htm