Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Nisan 2020 Pazar

Gökçe’ye Haksızlık,

Gökçe’ye Haksızlık,




Yekta Güngör Özden
20 Mart 2018


Yargılamalara etki yapacak tutum ve davranışlardan uzak durmak, yurttaşlık bilincinin ve meslek terbiyesinin gereğidir. Bu nedenle duruşmalar evresinde Gökçe Fırat’ın yargılanmasına ilişkin kurala aykırı bir değerlendirmede bulunmaktan kaçındım. Ama hep içim sızlayarak izledim. Şimdi, karar verildiği için, konuşmak olanağına kavuştum. Kararlara saygılıyım. Katılmasam, çok yönlü ve ayrıntılı değerlendirmeyi uygun bulsam bile ölçüyü kaçırmadan eleştirmekten kaçınılmaması görüşündeyim.
 Gerekçeli karar sanıklara tebliğ edilmediği için dayanılan durumları, kanıtları, değerlendirmenin uygunlukla yapılıp yapılmadığını eleştirecek değilim. Karar, gerekçesiyle birlikte açıklandığında bu doğal hakkımızı kullanmayı saklı tutuyorum.
 Gökçe’yi 1999 yılından bu yana tanıyorum. İstediğimiz kadar karşılaşmış, görüşüp konuşmuş olmasak da hakkında kanı belirtecek ölçüde tanıdığımı içtenlikle söyleyebilirim. Önceden birlikte olduğu kimilerinden haklı nedenlerle ayrılınca bağımsız, özgür kişiliğini korumuş, güvenilir yapısıyla anlayışlı ve saygılı tutum ve davranışlarıyla belirgin bir yer edinmiştir. Gençliğinin taşkınlıklarına asla kapılmamış, iyi düşünüp gerçekçi açılımlarla çevresini genişletmiş, arkadaşları arasında özgün bir ortamın odağı olmuştur. Ayrıldığı yerdekiler onu ve arkadaşlarını suçlayıp karalamaktan geri kalmamışlardır. O, doğru bildiği yoldan hiç ayrılmamış, bir parti kurarak genel başkanı olmuş, çıkardıkları Türk Solu gazetesindeki yazıları ve genel tutumuyla hep sempati toplamıştır.
 Duyarlı, tutarlı ve özenli biri olmaya çok önem verdiğim için konuşup görüştüğüm, ilişki kurduğum kişileri de bu yönleriyle seçerim. Gökçe’nin ahlâklı, gerçekçi, tutarlı davranışlarını hep beğeniyle izledim. Beni en çok etkileyen yanı gençleri Atatürk’ü tanıma yanlışlıklarına düşmemesi, O’nu gerçekten ve içtenlikle sevip saymasıdır. Gazetelerinin içerikleri hep bu bağlılığı yansıtan yazılarla doludur. Atatürk ve ilkeleri konusunda bu kadar yoğun yayın yapan başka bir kuruluş yok gibidir.

 Ortam, koşullar insanın istemediği durumları yaşamasına neden olabiliyor. Bir toplantıda ya da bir yerde otururken, ayakta dururken, konuşurken, hattâ yolda yürürken istemediğiniz biri yakınınızda, yanınızda olabiliyor, görülebiliyor. Hattâ kimliklerini, kişiliklerini, bağlantılarını saklayıp sâde bir yurttaş ve öğrencileri olarak sizi ziyaret etmek isteyenler oluyor. Geri çeviremiyorsunuz. Ziyaretlerinden sonra sakıncalı sayılacak bir yerle bağlantıları anlaşılıp saptanıyor. Sizi onlardan gösterip sayarak eleştirenler çıkıyor. Bu ziyaret bir birliktelik durumu olmadığı halde amaçlı-amaçsız yanlış değerlendirmelerle suçlanıyorsunuz. Ben böyle durumları yaşadım. İnsanlığım, nezaketim, anlayışım ve hoşgörüm yanlış değerlendirildi.

 Gökçe’nin de sakıncalı kesimden birisiyle fotoğrafının olması suçlama nedeni sayılıyorsa çok yanlış, çok hâtalı bir yaklaşım vardır demektir. Örneğin kitap fuarlarında yanımıza gelip fotoğraf çektirmek isteyen bay-bayan yurttaşlarımız oluyor. Kabûl etmemek kabalık olacağından “Hayır!” diyemiyorum. Birlikte olduğumuz fotoğrafı amaçlı çektiren, bir yerde kullanan, sakıncalı biriyse bu fotoğraf benim suçlu olmama yeter mi? 

Asla.

 Gökçe’nin gerici ve tutucularla bir tutulmasının hiçbir haklı ve gerçek yanı yoktur. Gökçe, katıksız bir Atatürkçüdür. İnsanları gözden çıkarmak biçiminde uygulamalar, hukuk devleti ve insanlık anlayışıyla bağdaşmaz. Özlenen, beklenen, umulan yalnızca adalettir. Adalet, herkese hakkını veren, tüm haksızlıkları önleyen bir erdem kaynağıdır.

http://www.turksolu.com.tr/gokceye-haksizlik/


***

Siyasal Çirkinlikler,

Siyasal Çirkinlikler, 


Yekta Güngör Özden 
29.09.2003/Sayı:40

Siyasal edebiyatımız ilginç örneklerle giderek zenginleşmektedir. Ağızdalaşı denilen karşılıklı çıkışmalar, karalama ve kötülemeler gözdağlarına dönüşmüş, bulundukları yerin adına ve onuruna yaraşmayan sözlerle siyaset yaptığını sanan ilkel davranışlılar iyice azıtmışlardır. Kabadayılık ve külhanbeylik gösterileri devletin tepelerinde sahnelenmektedir. Halkımızın sertlik ve yiğitlikten hoşlandığını söyleyerek kışkırtıcılık yapanlar yıktıkları değerlerin ayırdında değildir. Barışseverleri şahinlikle suçlayan uydu ve uşak yapılılar şimdilerde ABD şahinlerinin yanında Irak’a asker gönderme tamtamı çalmaktadırlar. Başlangıçtan bu yana ABD’nin İngiltere’yle birlikte yürüttüğü savaşın petrollere el koyma amaçlı emperyalist bir açılım olduğu kesinlik kazanmıştır. Kitle imha silahları savının bir aldatmaca olduğu anlaşılmıştır. Tüm bu gelişmelere karşın Birleşmiş Milletler kararına gerek duyulmadan çok kapsamlı bir yetkilendirme ile TBMM’nin silahlı kuvvetleri Irak’a gönderme izni vermesi savunulabilmektedir. Önceleri iktidara destek vererek askerle ihracatı eşit tutan anamalcı çevreler görüş değiştirmişler, ABD’nin kendi askerlerini ölümlerden korumak için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’a gelmesini sağlamaya çalıştığını, Iraklıların istemde bulunmadığını, Irak’ı kuzeyinde kürt devleti oluşumunun Türkiye’ye yönelik bir baskı aracı biçiminde kullanıldığını görmüşlerdir. Ne kadar acıdır ki 8,5 milyar dolarlık koşullu kredi ağırlığını sindiren siyasal iktidar temsilcileri ABD Dışişleri Bakanı’na teşekkür etmişlerdir. Bağımsızlığa, ulusal onura, Irak gerçeklerine aykırı, ABD muhalefetinin “rüşvet” nitelemesiyle edeni belirginleşen krediyi geri çevirmek varken kabul eden anlayış sahipleri bir uluslararası çirkinliğin yanı olmuşlardır. Yaklaşan yerel yönetim seçimlerinde oy almak için kullanılacak kaynaklar arasında değil, başta geleceği sezilen bu krediden ayrı olarak karşılıksız kömür ve doğalgaz dağıtımının yalnız kendi yandaşlarına yoksulluk bahanesiyle dağıtılmak istendiği de gündemdedir. Değişik ürünlerin açıklanmadan dağıtılması, başka oy toplama yöntemlerinin uygulamaya konulması da söz konusudur. Bunlar da demokrasiyi çirkinleştiren yaklaşımlardır. 

2003-2004 Adalet Yılı’nın açılışı nedeniyle düzenlenen geleneksel törende Yargıtay Başkanı’nın yerinde, zamanında, pek doğru olarak söylediklerine katlanamayan Başbakanın “çirkin” nitelemesi nerede ve nasıl olduğumuzu açıklamaktadır. Yargıtay Başkanı’nın eleştirdiği durumlar yeni değildir. Bu sorunların gündeme getirilmesi de yeni değildir. Yıllardır törenlerde, uygun ortam ve zamanlarda laiklik, bağımsızlık, yargıya saygı, hukuka bağlılık, demokrasi, insan hakları, Türk devrimi ve Atatürk İlkeleri konusunda tutarsızlıklar, saptanan sakıncalar uyarı, öneri, dilek türünde eleştirilmiştir. Yeni konuşmanın içeriği yeni değildir. Anlatım biçimi (üslubu) yenidir. Konuşan yeni başkandır. Başbakanı gocunduran sözleri duyarlı, özenli, yurtsever her yurttaş söylemektedir. Kanımca asıl kızgınlığın nedeni AB’ye girmek için izlenen takiyye yöntemi, dışarıda ayrı, içeride ayrı tutuma değinen anlamlı sözlerdir. Başbakan Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü eleştirenlerin, Türk Devrimi’ne ve Cumhuriyet’e saldıranların, Silahlı Kuvvetler’i yıpratmaya çalışanların sözlerini çirkin bulmuyor. Başbakan, köktendinci ve etnik terörü kınamıyor. Ama çekinmeden bulunduğu yeri ve sözlerine karşılık verdiği kişinin makamını düşünmeden saldırıya geçebiliyor. Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın da anlamlı eleştirileri, iktidarı uyarıcı değinmeleri Başbakan’ı düşündürmüyor. Ama Adalet Bakanı “masumluk karinesi”ni gözetmeden ya da bilmeden yargıçlara buyruk sayılacak uygulama önerebiliyor. AB’ye laiklik öğüdü vermeye kalkışan Başbakan’ın ülkesinde katı bir tutucu olduğunu sanki Avrupalılar bilmiyor. Başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere bir çok bakanlıkta kadrolaşma, üniversiteleri bakanlık emrine alma, türban yalanıyla tırmandırılan sıkmabaşı yaygınlaştırma, imam hatip okullarını çekici kılarak mezunlarına üniversitenin her dalını açma, ilköğretim kitapları ve parasız okutma oyunlarıyla demokrasiyi dinselleştirme çabaları ibretle izlenmektedir. Asıl çirkinliğin ne olduğunu aklı başında herkes anlamaktadır. Yargıtay Başkanı’nın kurtuluş ve kuruluş ile yaşam felsefemizin dayanaklarına yönelik tehlikelere değinen konuşmasını çirkin olarak nitelemek bu ilkeleri herkesten çok koruması gereken bir başbakana, böyle davranan bir başbakan da laik Türkiye Cumhuriyeti’ne yaraşır mı, iyi düşünmek gerekir. 

Etnik ve köktendinci teröre başvuranlarla yasalarımızın suç saydığı nice eylemi işleyenleri, vergi kaçıranları bağışlayan yasaları yürürlüğe koyan, dokunulmazlıkları seçim sözlerine karşın kaldırmayarak yandaşlarını ve kendilerini koruyan iktidarın tek imzalı yönetmelik değişiklikleriyle korunmaya alınan kimi üst düzey görevlileri kurumlarındaki yandaşlarıyla anlaşarak koruma önlemlerinden yoksun kılması çok düşünülmesi gereken bir olumsuzluktur. Gereksiz vergi bağışı adlı bağışlamaları gerçekleştirip ek vergiler istemek çelişkisi de bilinçsiz gidişin tipik bir örneğidir. İktidarın kafasına ve yapısına uygun adının “ilave nakil vasıtası vergisi” olması gereken ek taşıt vergisi konusunda ilgililerin tutumu güven sarsıcıdır. 

Yakınmalar ve çözüm arama çabaları giderek artarken YÖK ve üniversiteler ilgililerinin Genelkurmay ve Kara Kuvvetleri yetkilileriyle konuşmalarındaki doğallık yadırganmış, yansız kalması gereken TBMM Başkanı yanlı konuşmasıyla görüşmede bulunanları milletvekilleriyle konuşmaları için TBMM’ye çağırmıştır. Bir zamanlar, Anayasa Mahkemesi Kuruluş Yasası’nı unutup Mahkeme Başkanı’nı bütçe görüşmelerinde Komisyon’a çağırmaya kalkıştıkları gibi. Saygıdan uzak davranışların kuruluşlara ne ölçüde zarar verdiklerini unutarak. 

Başbakan’ın rektörleri suçlaması ölçünün iyice kaçırıldığının kanıtıdır. İyi huyluluk, incelik naziklik, zariflik, usluluk anlamına gelen Arapça “edeb” sözcüğünden türetilen ve bu niteliklerden yoksunluğu anlatan”edepsizlik” dilimizle utanmazlık, terbiyesizlik, sıkılmazlık, huysuzluk., kavgacı, istenmeyen, beğenilmeyen aykırı ve sakıncalı davranışlarda bulunmak anlamında kullanılmaktadır. Başbakan’ın Türk Devrimi ve Atatürk ilkeleriyle bilimin ve üniversitenin onuruyla özerklik için gerekirse “Kubilay olma” sözü bilinçli ve nitelikli yurttaşlığın yeni bir sözverimi, yeni bir andıdır. Bunun kızacak hiçbir yönü yoktur. 31 Mart’ın Volkan gazetesi gibi gazete ve dergilerin demokrasiyi kötüye kullanarak değerlerimizi hedef gösterdiği bir ortamda kimlerin Derviş Vahdeti rolüne yaraşır olduğu bellidir. Halkımız kimin nereden geldiğini, ne olduğunu, neyi amaçladığını, neler yaptığını bilmektedir. Zamanı gelince elbet gereğini düşünecektir. Medyanın büyük kesimi, tekelci anamal, yeni Sevr peşinde AB ve ABD’lerle rejim karşıtı iktidarcılarının işbirliği çirkindir, inat çirkindir, zıtlaşma çirkindir. Rektörleri terbiyesizlikle suçlamak büyük bir ölçüsüzlüktür, eski dille hadsizliktir. Bu nitelikte, bu kişilikte insanların cart-curt, zart-zurt sayılacak sözleri ulusumuzu üzmektedir. Çirkin çıkışlarla, çıkışmalarla gündem değiştirip siyasal oyunlarını üstü kapalı biçimde sürdürmeyi düşünenler hep aldanmıştır. Geçmiş olayları, istenmeyen durumları anımsatan olumsuzluklar ilkellikten kaynaklanmaktadır. AB’yi hıristiyanlıkla olanaklı bulan yabancıların istedikleri ödünlerin sonu gelmemektedir. Kemalizmden vazgeçmeyi önerecek kadar katılaşanlar AB’ye girmek için her istediğini vermeye hazır siyasal iktidarı sevindirmekte, ona bu yolda girişim için zamanın geldiğini bildirmektedir. Cumhuriyet’in 80. Yıldönümünü kutlamaya hazırlanılan bir dönemde daha nelerle karşılaşacağımız endişesi yaygınlaşmaktadır. 1991’lerde Cumhuriyet’in yurttaşı olamadığımızı söyleyenlere şimdi “Acaba Cumhuriyet’i 90 yada 100 yıl yaşatabilecek miyiz?” diyenler eklenmiştir. Bu tür sorular bizi düşündürmekten, üzmekten öte de utandırmalıdır. Neleri yıktığı her gün daha iyi anlaşılan Özal’a özenenlerin iktidar koltuklarına kurulmasıyla azgınlaşan irticanın takiyyenin daniskasıyla nasıl tırmandığını görmemek için kör olmak gerekir. Türk Devrimi, Cumhuriyet, Atatürk, laiklik, bağımsızlık ve özgürlük için and içenlerin nutuk atanlar, özel defterleri donatanların durgunluğu, suskunluğu, tepkisizlik ve ilgisizliği irdelenmeye değer. Bireysel ve toplumsal bellekler tozlanmış olsa gerek. Ulusallık, bağımsızlık, Atatürkçülük karşıtları hayasızca saldırılarını sürdürmektedir. Satılmışlığın en çirkin örneklerini her gün sıralayan değişik bağımlılar yurtseverleri, gerçek Atatürkçüleri uyarmalıdır, birliktelik, dayanışma, demokratik yollar ve yöntemlerle uygar tepkiler, ulusalcılık özeni gerici ve işbirlikçileri durdurmalı, çabalarının boşuna olduğunu inandırmalıdır. Maocu, faşist, ırkçı-turancı, şeriatçı, bölücü yıkıcı teröristlerin kimileri de Atatürkçü söylemlere sarılmışlardır. Atatürkçülüğün hiçbir zaman vazgeçilmezliğini ortaya koymakla birlikte böyle görünerek zarar vermeyi önlemek için değişik izlencelerle ortaya çıkanları iyi gözetmek, geçmişleriyle iyi tanımak, gerçekçi ve içtenlikli olup olmadıklarını iyi saptamak zorunludur. Gerçek Atatürkçülerin yalanla-dolanla, kavgayla gürültüyle ilişkisi yoktur. Karışık ve karanlık kişilerle ilgilenmeleri olanaksızdır. Ağır koşullu dış kredileri etekleri zil çalarak kabullenip teşekkürle almayı uygun bulan anlayışın çizgisi aymazlık ve bağımlılıktır. 

Anlaşmaya imza koyan Bakan’ın “riskli” dediği koşullu kredi PKK/Kadek’e karşı Türkiye’nin elini kolunu bağlamaktadır. ABD’nin amacı, Kadek’in engellenmemesidir. ABD’ye sırtını dayayanlar o kadar arttı ki kimi partilerin genel kurullarında Apo lehine sloganlar atılmakta, ulusal bağımsızlık marşı söylenmemektedir. Bunları demokratiklik adına izleyen eski solcu yeni layt liberaller Başbakan’ın efelenmesini beğeniyle karşılamakta, üniversitelerin iktidar organı kurulların eline geçmesine ses çıkarmamaktadırlar. Gerekli, yararlı konularda ciddi hiçbir iş yapılmamaktadır. İnsan, küçüklükler, çirkinlikler ortamında konuşmak zorunda kaldığı olaylardan üzüntü duymaktadır. Bunları yazıp konuşmalı idik düşüncesi ağırlaşmaktadır. 

Siyasal iktidar siyasal kapkaççılık yapmaktadır. Siyasal islam peşinde nereye gideceğini, nerede biteceğini bilmeden sarsak koşturmaları hızlandırmakta, mehter yürüyüşüyle sonuç almaya uğraşmaktadır. Yıllar önce başlayan yargıya ve yönetime yerleşme çabaları ürünlerini vermektedir. Şimdi eğitime ağırlığını koymaktadır. Kimi üniversitelerde zaten egemenlik kurmuşlardı. Gericiliğin üniversiteler yoluyla daha çok genişleyeceğini hesaplayanlar bilimi kelepçe altına sokarak tümüyle siyasallaştırmaktan öte dinselleştirmek savaşını vermektedir. Bu girişimlerin ayırdında olmayanlar, gömüleceği karanlığın boyutlarını ölçemeyenler yarın çok geç kalacaklardır. Laikliğin başta düşünce ve inanç, tüm hak ve özgürlüklerin güvencesi olduğunu unutanlarla bilmezlikten gelenler, kimi söz ve yazılarla tehlikeyi geçiştirdiğini sananlar aldandıklarını gördüklerinde iş işten geçmiş olacaktır. 

Tehdit ve tehlike her geçe gün büyümektedir. İktidar inadı Türkiye’nin geleceğini ipotek altına sokmuştur. Demokrasinin ne olduğunu yeterince bilmeyenler biçimsel gelişmelerle temelde yıkılmayı anlamamakta, birbirine karıştırmaktadırlar. 

Türkiye’mizi kötülüklere düşürmek isteyenlerin oyunları bitmemiştir. Şimdi de bilgisizlik ve bağnazlık yansıtan sahte demokratlıkla “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” yerine “Türkiyeli”lik önerisiyle alana çıkmışlardır. Ulusal kimliğinin yadsıya yurttaş olamaz. Devletin bir tür vatandaşı-yurttaşı olur. Değişik adlarla değişik vatandaş-yurttaş olmaz. Tıpkı, çoğunluğun vazgeçilmez bir öğesi olan yurttaşlarımızı azınlık yaparak ulusu bölme çabası gibi çoğunluğun adıyla anılacak yurttaşlığı ülkenin adıyla açıklamak özellikle ulus yapısını yıkacak sakıncalı bir kalkışmadır. Tebeadan kişilikli bireylikle yurttaşlığı ümmetten ulusluğa yükselmiş bir kurumlaşmayı ortadan kaldıracak öneri, alt kimlikler yoluyla ayrılıkları, karşıtlıkları körükleyerek toplumsal barışı ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Büyük Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” ve “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişlerinin özgün anlamları tam bağımsızlık, özgürlük ve ulusal egemenlik amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazandırdıklarını hepimize anımsatmalıdır. Devletimizin adını “Türk Cumhuriyeti” değil, “Türkiye Cumhuriyeti” koyması da ileri görüşlülüğünün, çağdaşlığının ve birleştiriciliğinin uygunluğunu kanıtlamaktadır. Yapımızı, koşullarımızı durumumuzu bilmeden başkanlık sistemi önerisi gibi “Türkiyelilik” önerisi de asla uygun değildir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi’nin 32. Kuruluş yıldönümü töreninde Mahkeme Başkanı olarak 25 Nisan 1994’te yaptığım ve kimi tümceleri Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan konuşmamın konuyla ilgili bölümünü buraya olduğu gibi alıyorum: 

“Temelde anayasal bir kavram ve kurum olan, başka türlü düşünülmesi olanaksız vatandaşlığı aykırı örnekler vererek, devleti, ülkeyi ve ulusu dışlayarak özgün adını anmayarak ‘anayasal vatandaşlık’ biçiminde önermek, yanlışlıktan ötede yanılgıdır. Bireylerin oluşturdukları ulus, devletin kurucu öğesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin adını bölmeye ve paylaşmaya ve böylece etnik özellikleri siyasal ayrımlarla somutlaştırmaya yönelik çabalara olur verilemez. Her devletin bir adı olur, yurttaşlar da etnik kökenleri ne olursa olsun, yurttaşı oldukları devletin adıyla tanınır, onun vatandaşlığını taşırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk, içindeki tüm değişik topluluklarla Türk Ulusu’dur. Ülkemizde uluslararası anlaşmalarla belirtilenler dışında, özellikle müslüman azınlık, herhangi biçimde azınlık sayılacak ya da çoğunluktan çıkarıp azınlığa indirilecek bir topluluk yoktur. Hiçbir uluslararası kural da böyle bir sava, kendi yazgısını belirleme hakkı vererek ayırmaya elverişli değildir. Ülkemizde etnik topluluk sorunu değil, değişik ülke sorunları içinde değişik etnik topluluklar vardır. Yapay sorunlarla ulusal birliği oluşturmak isteyenlere yeni savlar olanağı verecek, Türk Ulusu yapısına ve bilincine aykırı ödünsel tanımlara gerek yoktur. Anayasa’nın 66. Maddesinin birinci fıkrası, ayrılık ve ayrıcalık için değil, birlikteliği vurgulamak, kimi yersiz çekinmeleri gidererek kimliği açıklama özgürlüğünün engellenmediğini göstermek için düzenlenmiştir. Bu, bir ırk belirlemesi, vurgulanması ya da üstünlüğü değil, vatandaşlık adının belirtilmesidir. Öngörülen, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”dır. Ayrılık ve ayrıcalığı önleyen birleştirici ve tümleyici tanım, vatandaşlığın adını öngörmektedir. Türk Ulusu’nun bireyi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olmaktan başka anlama gelmeyen her zaman açıklanan etnik köken bağını kaldırmayan anlatım biçimi yurttaşlar arasındaki eşitliği de vurgulamaktadır. Irka dayalı bir tanım söz konusu değildir. Yurttaşlık niteliği ve ulusal birlik vatandaşlıkla anlatılmıştır. Türk Ulusu da ırkçılık anlayışı üzerine değil, insanlık temeli üzerine kurulmuştur. Bu konu özellikle ele alındığında aynı doğrultuda başka yazılış biçimleri, görüş ve öneriler de açıklanabilir. Dayatmalarla Cumhuriyet’in temeli olan ulusal nitelik değiştirilemez, ulusal yapı bozulamaz. Tekil devlete aykırı işlemler ve ayrı ulus savı dinlenemez.” 

Asıl çirkinlik bu tür saçmalıklar karşısında susmaktır. Yurttaşlık ve yöneticilik terbiyesi bunları karşılamayı, göğüslemeyi, önlemeyi, ulusal dayanışmayı pekiştirmeyi gerektirir. Cevdet Paşa’nın “Tarih bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer. İkisi de karaya oturmak tehlikesini taşır” sözüyle konuyu bu sayı için bitirirken sayın Rektörlerimizi YÖK’ün yakınma nedeni sorunlarını da giderecek, üniversite özerkliğini gerçekleştirecek ve üniversitelere Türkiye aydınlanmasının itici gücü yapacak düzenlemelerde buluşmaya çağırarak desteklediğimizi bildiriyor ve herkese yararlı olacağını sandığımız Schopenhauer’in bir sözünü aktarıyorum: “Terbiyeli adam, terbiyesizle geçinmesini bilendir”. Unutmayalım ki terbiye, erdemin temelidir. Bağışlamanın büyük ve tam bir intikam olduğunu söyleyen Bernard Shaw’a katılarak sahiplerini çirkinlikleriyle başbaşa bırakıp yükümlülükleri yerine getirilmesine çalışmanın duyuracağı onur ve mutluluğun yaşanmasını salık veriyorum.

 CDP ve BCP birliktelik yolunda

Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi ve Bağımsız Cumhuriyet Partisi arasında genel başkanlar düzeyinde birliktelik görüşmeleri sürüyor. Edindiğimiz bilgilere göre CDP ve BCP, çizgisi yakın diğer parti ve siyasi grupların da katılmasının planlandığı bir toplantı düzenleyecek. Ekim ayının ilk yarısında gerçekleşmesi beklenen toplantıda birliktelik çalışmalarında gelinen durum değerlendirilecek ve birlikteliğe katılmamış diğer Atatürkçü çevre ve partiler de davet edilecek.

http://www.turksolu.com.tr/40/ozden40.htm


***

Sırtlarını ABD ve AB’ye dayayanların Ordumuza sataşmaları sürüyor

Sırtlarını ABD ve AB’ye dayayanların Ordumuza sataşmaları sürüyor 




Yekta Göngör Özden 
29.09.2003 / Sayı:32

Sömürgeci ve yayılmacı dış güçlerle, dinsel ağırlıklı kişisel yönetime karşı tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazandırdığı yepyeni, lâik Türkiye Cumhuriyeti’ni, hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla Atatürk ilkelerinin temelini oluşturduğu Türk Devrimi’nden uzaklaştırıp çoğunluk diktasına yönelerek demokrasiyi yozlaştıranların, direnme hakkını kullanan yurtseverlerin gerçekleştirdiği kollama girişimiyle alaşağı edildiği, ulusal yapımızı unutulmaz biçimde donatan 27 Mayıs Devrimi’nin 43. yıl dönümünde iç karartıcı olayları izlemenin, aykırılıkları aşamanın derin üzüntüsünü duyuyoruz. 

Böylesine anlamlı bir günde yurdumuzun kurtuluşunu, çağdaş demokrasinin yaşama geçiş yöntemi, yönetimdeki adı, erdem niteliğiyle namusumuzun ve onurumuzun simgesi olan Cumhuriyetin kuruluşunu unutturma doğrultusundaki kökten dinci çabaları, takiyyeci gidişi, çıkarcı ve sakıncalı desteklerini kınıyoruz. Kemalizm/Atatürkçülük ve Türkiye düşmanı karşıdevrimci işbirlikçilerin ABD ve AB’ne sırtlarını dayayarak sürdürdüğü sataşma ve saldırılar, kendi düzeylerini açıklayan sapkınlığa dönüşmüştür. 

Atatürk ocağının hepsi genç subayları iktidarı uyarmıştır 

Ulusal hassasiyeti “vesayet” göstererek, Millî Güvenlik Kurulu ve Genel Sekreteri üzerinden Türk Silâhlı Kuvvetlerine uzanan medya azgınlığı, Genel Kurmay Başkanı’nın gericiliğe karşı disiplinli duruşu vurgulayan ve şeriatçıları kınayan açıklamalarıyla daha belirgin duruma gelmişti. 

Atatürk ocağının hepsi genç subayları, zikzaklar çizerek, demokrasiyi çağdışı anlayışlarına göre yorumlayıp kötüye kullanan, rejim için başlıca tehlike ve tehdit oluşturan günümüz iktidarını uyarmıştır. 

Zamansız, yersiz, gereksiz, amaçlı sözde eleştirilerle lâik Atatürk Cumhuriyeti’nin bekçilerine saldırıp AB’ye eşit konumda girmek isteyenleri “engel” olmakla suçlayan, Yunanistan’ın “Megalo İdea” sı ile Kıbrıs Rumları’nın “Enosis” ini görmezlikten gelen, yabancıların aşağılama ve baskılarını içlerine sindiren “ver-kurtul” cu aymazlar, Tanzimat ve mütareke kalıntıları büyük ulusumuzun sağduyusundan gereken yanıtı her zaman alacaklardır. 

Anayasa’ya ve hukuka aykırılıkları nedeniyle Cumhurbaşkanı’nca geri çevrilen, Anayasa Mahkemesi’nce yürürlüğü durdurulan ve iptal edilen yasalar ve TBMM İçtüzüğü; seçim öncesi verilen sözlere, içilen anda aykırı konuşma ve uygulamalarla yargı kararlarına direnmeler; sicil ve yükseltmelere değin uzanan kötü niyetli, yanlı işlemler, emekliye ayırmalar, partizan atamalar ve devleti çiftliği, memurları kölesi sanan sakat bir anlayışla, gerçeklere aykırı, bilimdışı görüşlerle savunulan tarikatçı-şeriatçı kadrolaşma; orman, kıyı ve sit alanları kıyımı; Millî Piyango’yu Telekom’u, Tekel’i, Petkim’i ve nice ulusal varlığı gözden çıkaran gereksiz özelleştirmelerle SEKA, Meclis Lojmanları türü kayırmacı sunuşlarla gündeme gelen, her şeyi satıp yandaşa vererek oy sağlama düşüncesi; kurban derisi, cami alanı ve çocuklarını zorunlu eğitime göndermeyenler için gerçekleştirilen olumsuz değişiklikler; her konutta bir tapınma yeri ile özel okullara devlet adına öğrenci yerleştirerek militan yetiştirme izlencesi; ders kitaplarında dinsel içerik ağırlığı; yararsız vergi affı, yükümlüler aranarak bir tür şantajla fazla vergi toplama, hortumcuları ve soyguncuları bırakıp onların verdiği zararı memurun, işçinin, emeklinin yetersiz aylıklarından çıkaran ek vergiler; ABD’nin İMF koşuluna bağlı 1 milyar dolarını almamak gerekirken almak için gömülen suskunluk ve utandıran bağımlılık; Irak ve Kıbrıs konularında ulusal çıkarları, güvenliği ve geleceği yadsımak; Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesini Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesi gibi kendileri için kaldırmak ve Türk Ceza Yasası’nda kadınlara yönelik suçlarda etkin yaptırımlardan kaçınmak; kendilerini kurtaran yasalardan sonra, pişmanlık yasası adı altında geniş kapsamıyla yine af yasası çıkarmak; yasama sorumsuzluğu korunarak yasama dokunulmazlığını sınırlandırmayı unutmak; çalışma barışını gözardı ederek doyumsuz çıkarcı kişi ve kuruluşları şımartmak, işçi-işveren ilgililerinde yan tutup düzeni geriye götürmek; dini siyasallaştırıp lâik cumhuriyete karşı çıkmanın aracı ve simgesi durumuna getirilen, geleneksel-yöresel başörtüsüyle, inançla hiç ilgisi bulunmayan sıkmabaşı “türban” yalanıyla yaygınlaştırıp benimsetmek için diretmek ve dayatmak; yeterli bilgi ve bilinçten yoksun, koşullanmış kimi öğrencilerin amaçlı olduğu açık, sakıncalı önerilerini çocukları aldatıp güldürürcesine savunarak ulusal günler için yeni hazırlıklara kapı açmak; PKK/KADEK ve sözde ermeni soykırımı tasarısı ile Irak’taki Türkmenler ve Yunanistan’daki Türk azınlık için yetersiz kalmak; dünyada dinsel gerekleri en iyi yerine getiren, en demokratik, en lâik, en uygar Müslüman topluluğu barındıran Türkiye’de din özgürlüğü olmadığını çekinmeden söylemek; önceki iktidarın kusurları nedeniyle cumhuriyet yönetimini ele geçiren lâik cumhuriyet karşıtı, kökü belli, yapacağı bir şeyler ve düşünce güçleri olmadığı için “Millî Görüş” denilen kökten dinci, hukuk dışı, yabancılaşmış anlayışa sığınan günümüz iktidarının kimi eylemleridir. 

Geçimişini unutan, Türkiye’nin yeni yapısını, sürekli etnik ve köktendinci terör saldırısıyla karşı karşıya olduğunu görmezlikten gelen batı, çevirip kuşatma, yıkıp ele geçirme adımlarını hızlandırıp büyütmüştür. Sevr’i yenileyip Lozan’ı silme oyunları içimizdeki saplantılı, sapkın ve sayrılı kimi medya militanlarıyla sahnelenmektedir. 

AB aldatmacası, fetva ve ferman dönemi... 

Fetva ve ferman dönemini andıran uçukluklar sergilenmekte, eşitliği, güvenliği, geleceği bırakıp eğilmiş ve ezilmiş biçimde AB’ne katılma çığırtkanlığı yapılmaktadır. Deprem olasılığına karşı önlem alınması, borca batık ekonominin düzelmesi ve antidemokratik kuralların kaldırılması konusunda gerçekçi hiçbir atılım yokken AB aldatmacasıyla gereksiz kurallar getirilmekte, muhalefetken muvafakat durumuna geçen kimi siyasal partiler de kavrayamadıkları anlaşılan bu çarpıklığa olur vermektedirler. İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, yazgı sanılmakta, gündem yapay sorularla değiştirilerek halkımız oyalanıp avutulmak istenmektedir. 

Demokrasi zıtlaşma, hukuk inatlaşma düzeni değildir. Değişik bozukluk, boşluk ve yoksunluklarla, içtensizlik küreselleşme ve demokratikleşme, bağnaz ve ilkel bireyselleşme savlarıyla yıkıma kalkışanlar yine aldanacak, yine yenilecektir. “Genç” sözcüğünü kötü alışkanlıkları olan kimi gruplara bağlayarak beyni ve yüreği genç olanlarla terbiye dışı alaya yeltenen “kişiliksiz kişiler” yurtseverlikle asla bağdaşmayan kötülüklerinden geri kalmasalar da Atatürk Türkiye’si, genel barış içinde, demokrasinin doğası uzlaşma ve uyumu, tertemiz ve güçlü biçimde sağlayarak yükselecektir. Anlaşmazlıklar, birlikte yaşama uygarlığını ve yüceliğini engellemeyecek, devletin TEK’liği, ülkenin TÜM’lüğü, ulusun BİR’liği ödünsüz korunarak Müdafaa-i Hukuk ruhu kesintisiz sıcak ve diri tutulacaktır. 

İktidar YÖK’le uğraşmakta, üniversitelerde gençlere, medyada Silâhlı Kuvvetlerle Yargıya bölücü ve yıkıcıların saldırılarını gülümsemesiyle kışkırtmakta, korkusunu yakışıksız sözlerle saklamaktadır. 

Lâiklikten, Atatürk ilkelerinin en önemlisi olduğu, en çok saldırıya uğradığı için daha yoğun sözedilmesini anlamazlıktan gelip “Atatürkçülüğü lâikliğe indirgemek”le suçlayan yeteneksizler, hukuka aykırı Anayasa, Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasaları yoluyla kimlerin nereye gelip neler söyleyip yaptıklarını öğrenmelidir. 

Türkiye’mizin içişlerine kimseyi karıştırmama özenimiz, baskı ve gözdağlarına karşı duyarlığımız, sömürgeleştirmeye karşı canımızı adayarak karşı çıkışımız, örnek biçimde artarak sürecek, toplumsal barış ve ulusal dayanışmaya önem veren asker-sivil tüm yurtseverler, tüm Atatürkçüler cumhuriyetimizi sonsuza değin bağımsız yaşatacaklardır. Kimsenin kuşkusu olmasın. 


http://www.turksolu.com.tr/32/ozden32.htm


***

Safsata

Safsata





Yekta Güngör Özden 
23.06.2003 Sayı;33

Türkiye’de konuşulan konulara, tartışılan sorunlara baktıkça üzülmemek elde değil. İlkellik yansıtan yayınlar düzeyin kanıtı. Laik Cumhuriyet’in kurulmasından 80 yıl sonra eğitimden ekonomiye çağdaşlığın gereklerini ayrıntılarıyla ele alıp yaraşır olduklarımızı nasıl edineceğimizi irdeleyeceğimize sözlü ve yazılı biçimde saldırılar yeğleniyor, bu tür çirkinlikler beceri sayılıyor. Ahlak değerlerini yitirmiş toplumların nasıl yıkıldıkları unutuluyor. 

Düşünce ve inanç özgürlükleri alabildiğine kötüye kullanılıyor. Demokrasi ve insan hakları sözlerini dillerinden düşürmeyenlerin kendilerinden başkasına olanak tanımadıkları bir çelişkiler düzeni yaşanmaktadır. Bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, aydınlanma, bilim, ahlak, adalet, onur, erdem, kişilik ve nitelik göz ardı edilip yadsınmakta, yurt, devlet, hukuk, din, insanlık ve uygarlık önemsiz kavramlar ve kurumlar olarak algılanmakta, yurttaşlık bilinci ve kimliği küllenen belleklerde yitip gitmektedir. Çoğunluğun eşit öğesi olanlar azınlık kışkırtmalarına kanarak düşmanların kuklası olabilmekte, laiklikle din, vicdan ve düşünce özgürlüğünü yaşayanlar şeriat yaygaracılarının peşinden koşabilmektedir. Ulusal güvenlik ve ulusal çıkar anımsanmamakta, devleti koruyanlar dışlanıp devlet düşmanları gönendirilmektedir. 

Aymazlığın bağnazlıkla birleştiği medya 

Yalanın, dolanın, ikiyüzlülüğün, dönekliğin, sapkınlığın çekinilmeden sergilendiği, aymazlık ve bağnazlığın yobazlıkta birleştiği alanın en büyük kesimi medyadır. Mütareke dönemini anımsatmaktan öte, o karanlık günlerin baykuşlarını da geçen medya fareleri türemiştir. Yansız kamuoyu oluşturma yükümlülüğü, meslek ahlakı, kişiliğe saygı, yurda bağlılık, kurallara uygunluk gibi nice gerek ellerinin tersiyle itilmekte, beyinlerinin küfü, yüreklerinin karanlığı, dillerinin pası, kalemlerinin pisliği olarak dökülmektedir. Aylık aldıklarının buyruğunda, işbirliğine soyunduklarının kraldan çok kralcı kesilen tetikçileri, tiksindirici eylemlerini kurul ve kişi gözetmeden tırmandırmaktadır. Bu durumun yeni örneklerinden biri de TÜRKSOLU Gazetesi’nde Gökçe Fırat’ın “Ordu Göreve!” başlıklı yazısı nedeniyle sürdürülen saldırıdır. Kendileri ABD’yi, AB’yi, yayılmacı ve sömürücü dış güçleri, çokuluslu şirketleri çağırırlar suçlu tutulmazlar, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, vatan kurtarıcısı Türk Silahlı Kuvvetleri kötülükleri, aykırılıkları, tehlikeleri önlemek için daha etkili olmaya çağırılınca kıyameti koparırlar. Sözde demokrat kesilen bu çığırtkanlar, aslında korkmaktadırlar. ABD’ye, AB’ye dayanmaktan ve güvenmekten utanmayan bu zavallılar, kendi insanımıza dayanmayı içlerine sindiremezler. 12 Mart, 12 Eylül gibi olumsuz örnekleri dillerine dolarlar, 30 Ağustos 1922’yi, 29 Ekim 1923’ü, 27 Mayıs 1960’ı unuturlar. 

Sözcüklerden korkan kişilerin nereden gelip nerede oturdukları, kimlerle ve nasıl oldukları bilinmektedir. Çekinmeden yalan da söylerler. Gökçe Fırat’ın yazısının ikinci sütununda, ara başlıktan sonraki üçüncü paragrafında müdahalenin “... tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi...” önerildiği açık seçik anlatılmaktadır. Ülkemizde neler olacağı, neler olduğundan belli. Yazının başka bir yerinde “darbe” sözcüğü kullanılmamasına, benim de sonra okuduğum bu yazıyı tam bir yansızlık ve gerçekçilikle değerlendirip “Hukukçu ve demokrasiye yürekten bağlı bir yurttaş olarak darbeyi asla uygun bulmadığımı” söylememe karşın “Darbe önerdiğimizi” yazıp söylemek usdışı, ahlakdışı bir davranıştır. Yakışıksız olmaktan ötede sakıncalı bir tutumdur. Dolanlı işlemlerle tazminat ödememeye güvenip terbiye dışı yazıları sürdürmek, sahiplerini küçülten, ne olduklarını daha iyi ortaya koyan bir açılımdır. 

Genç Kemalistler Ordusu davası hakkında 

Söylemediğim sözleri söylemişim gibi yazanlar, avukatlığın özelliklerini bilmeyen çocuklar, soyguncuyu, hortumcuyu, hırsızı, rüşvetçiyi, ahlaksızı, arsızı, namussuzu bırakıp ulusunun hak ve özgürlüklerini hiçbir güce çiğnetmemeye çalışanları karalamak, sahtecilik ve kendine düşmanlıkla birdir. Avukat, savunduğu kimselerin yerine geçmez, savunduğu kimsenin görüş ve düşüncelerini paylaşmaz. Eylemini tanımlayıp değerlendirerek en uygun kuralın uygulanması için yayın organına yardım eder. Görevi kişiyle değil, dosyasıyla sınırlıdır. Benim 40 yıl önceki davaları anımsamam güçtür. Ücretsiz dava, Baro’ya bildiriler alınır. Genç Kemalistler Ordusu adını kimin koyması değil, dava önemlidir. Benim hiçbir yakınım böyle bir olayın içinde ve yanında olmamıştır. Bir akrabamın arkadaşının sanıklar arasında bulunmasıyla tüm sanıklarının avukatlığını yüklenmeme hiç kimse bir şey diyemez. O yıllarda Baro Genel Sekreteri oldum. Bunları yazmaya üzülüyorum ama gerçekler bilinmelidir diye açıklıyorum. CHP Başhukuk Danışmanı oldum. Adını vermeyi, övünme olmaması için, uygun bulmadığım nice ulusal kişinin ve önemli kurumların avukatlığını yaptım. Daha sonra Baro Başkanı, Türk Hukukçular Birliği Genel Başkanı oldum. Cumhuriyet Senatosu Komisyonu tarafından aday seçilmemi Genel Kurul tarafından Anayasa Mahkemesi asıl üyesi seçilmem izledi. Mahkemece Başkanvekilliğine, iki kez de Başkanlığa seçildim. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlığı’ndan sonra da Türk Hukuk Kurumu Başkanı oldum. Bunların hepsi bir parti liderinin listeye yerleştirmesiyle milletvekili, bir bakanın önermesiyle bakan olmaktan çok önemlidir. Bilgiden ve terbiyeden yoksun kimileri sapla samanı birbirine karıştırıp konuşup yazmakta, sahip çıkması gereken değerlerini yıpratıp lekelemeye uğraşmaktadır. Böyle boş çabalar kimseye bir şey kazandırmaz. Bir Yunanlı, bir Rum bunlar kadar Türkiye düşmanı değildir. Kendileri gibi düşünmeyenleri düşman sayan bu aymazların yapamayacağı kötülük yoktur. 

28 Şubat darbe miydi? 

Bir ara “Saddam’dan değil, barıştan yanayız. ABD’ye değil, emperyalizme savaşa karşıyız.” dememe karşın (TÜRKSOLU sayı 25, sayfa 7, sütun 4, son paragraf sonu) “Saddamcı” diyenler, şimdi de “darbeci” diyerek kendi boşluklarını ortaya koymuşlardır. Okuduğunu anlamayanlara ya da anlamak istemeyenlere söz söylemek bile fazladır. Uyduruk, gülünç şeyler yazarak kendilerini tanımlayanlarla tartışmayı kendime yakıştıramam. 

Hani “Bir bardak suda fırtına koparmak” deyimi vardır ya. Bunlarınki çay kaşığında güreş tutmak gibi safsata. “Öküz altında buzağı arayan”ları da ekleyebiliriz. Kendilerine bakmayıp, kimlerin aracı duruma düştüklerinin ayırdında olmayıp taşlamaya kalkışmak, aymazlıktan ahmaklığa giden yolda yuvarlanmaktadır. Sonra “müdahale” sözcüğünden başka anlam çıkarmanın ne gereği var? Günlük konuşmalarımızda, hukukta, edebiyatta değişir anlamlarda kullanılır. Darbeyi düşünenler ancak darbe anlamını yüklerler. “Dervişin fikri neyse zikri de odur” dedikleri gibi. Müdahale, ilgiden tepkiye yazılı, sözlü nice durumu kapsar. Hemen söyleyebildiğim katılmak, karışmak, araya girmek, el atmak, etkilemek, birleştirmek, ayırmak, görüşüyle ağırlık koymak gibi değişik kullanma biçimleri vardır. “Hekimin hastaya müdahalesi”nden, “Devletin ekonomiye müdahalesi”nden silahlı el koyma nasıl düşünülebilir? Neden hemen silah, ayaklanma, darbe yanına geçiliyor? Neden 28 Şubat “darbe” olarak değerlendiriliyor? Zamanın Başbakanı ile kimi Bakanların imzasını taşıyan, yetkili bir kurulun sorumluluk alanında aldığı kararların darbeyle ne ilgisi var? Anayasal demokratik düzeni tersyüz etmeye çalışanları engellediği için onların ve yandaşlarının nitelemesi böyle ise, kendi bilecekleri iştir. Ama hukuk içinde, anayasal bir kurumun daha etkin olmasını, kimi tehlike, tehdit, kriz ve sakıncaları önlemesi için daha çok çaba göstermesini istemek asla darbe önerisi sayılamaz. Bunları Gökçe Fırat’ı savunmak için değil, gerçeği saptayıp vurgulamak için yazıyorum. 

Türkiye’yi yardakçı korosu yönetecek ve herkes buna katlanacak sanıyorlar 

ABD gözdağı verip azarlayacak, kovacak; AB ödünler koparmak için dayatacak; sıkmabaş gösterileri ve tesettür defileleriyle şeriat adımları sıklaştırılacak ve kadrolaşmayla hızlandırılacak; PKK/KADEK yıkıcı ve bölücü eylemleriyle İBDA-C, Hizbullah mangaları boş durmayacak; özelleştirme adı altında kamu malları yağmalatılacak; SİT alanlarına ve ormanlara kıyılacak; yapılması gereken nice işler dururken yalnız AB’yi mutlu edecek düzenlemeler yasama organından geçirilecek; çoğunluk diktası kurulup tarikatçılar egemenliği oluşturulacak; dönekler ve sapkınlar azacak; bunları bırakıp Türkiye’yi Türkiye yapan kurumlara, ilkelere saldıracaksınız. Herkes katlanacak mı sanılıyor? Yardakçı korosu mu yön verecek? 

Savaş gerekçelerinin fiyaskosu, ABD’nin Irak’ı işgal etme amacını açığa çıkardı. Doğrulandık. Türkiye’ye verilen sözlerin hiçbiri tutulmadı. Türkiye’nin konumu, koşulları ve ortamı umursanmadı. Yunanistan, AB oltasıyla ya da elma şekeriyle Türkiye’yi kandırarak Megalo iddiasını pekiştirmek için Selanik Zirvesi’nde yeni oyunlar tezgahlıyor. ABD ve AB “Pazarlık söz konusu değil” diyerek Kıbrıs’ı Yunanistan’a peşkeş çekmek için, Ermeniler birliğini izleyecek isteklerinin altyapısı için şımarıkça koşturuyor. Türkiye Kıbrıslı Rum bayana sözde koşullu tazminat ödemeyi kabul ediyor. Hepsi uyum yasaları adıyla teslimiyetçi ve Lozan’ı tasfiye edici bir anlayışı yaşama geçirilmesi evreleridir. Gelecekte Türkiye için sorunlar yaratacak, ayrılıkçı-bölücülere bahaneler verecek Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri etkin çekinceler konulmadan kabul edilmektedir. Terörle Mücadele Yasası’nın hukuksal incelikleri göz ardı ederek değiştirilmesi. Türk Ceza Yasası değişikliğindeki gerici kurallar dizisi, cemaat hukukunun yerleştirilmesi çabaları, Silahlı Kuvvetler’i etkisiz kılma söylemleriyle birleşmekte, “Tek Cumhuriyet” özlemleriyle uyum paketi savunularak Kopenhag genel ölçütlerinin dışında Türkiye için getirilen özel koşullar sineye çekilmektedir. Bunlar geçiştirilip yaşam güçlüğüyle eğlenilircesine enflasyonun düştüğünden söz edilebilmektedir. Külliyeler, gerici örgütlenme, kabadayılık gösterileri ve siyasal çalımlarla saklanmaktadır. 

“Müdahale” sözcüğünden çekinip pısırıklığa düşmek
 yarın daha kötü günlere katlanmak demektir 

Nereler kimlere kaldı? Çerden çöpten adamlar yaraşır olmadıkları yerlere çıkınca görevlilerle oynuyor, kendi sakat anlayışına karşı bildiği önceki yöneticiyle çalıştığı savıyla sekreterlere uzanan eziyet işlemleri uyguluyor, yürürlükteki kuralları çiğniyor, cılız, yavan, aciz asıl sorumlu sus-pus oturuyor. Olmadık-olmayacak nedenlerle görevliler suçlanarak ayrılmaları sağlanıyor, yerlerine “vekaleten” denilerek devlete bakışları ters kendi adamları oturtuluyor. Başka bir hukuk müdahalesi, insancıl yaklaşım, uygar tutum yok. Böyle mi gidecek sanılıyor? Cumhuriyet, Türkiye, laiklik, Atatürk karşıtları yönetimi ele geçirince, koşullandırma eğitimi alanlar organları doldurunca yarınlarımız ne olur, kestirmek güç değil. Sorumluluk yurttaşların dır. Oy, namus bilinerek kullanılmadıkça bir kez daha söylüyorum namussuzlardan kurtulunmaz. Bunun için de eğitime gereken önem verilerek bilinçli yurttaşlar yetiştirmek zorunludur. “Müdahale” sözcüğünden çekinip demokrasiye zarar vermeme duyarlılığıyla ezilip pısırıklığa düşmek, iktidar olanaklarına yenilip tutuklu gibi kalmak yarın daha kötü, daha aşağılayıcı durumlara yaraşır olmak, katlanmak demektir. Pişmanlık fayda etmez. Çıkarına düşkün toplum, çabuk bozulur ve yıkılır. Hiçbir müdahale kurtaramaz. “Siyasette boşluk olmadığı” söylemi ilericiler anlaşıp birleşmedikçe ne yazık ki geçerli kalacaktır. 


http://www.turksolu.com.tr/33/ozden33.htm


***

Ayıp

Ayıp 





Yekta Güngör Özden
07.07.2003/ Sayı;34


Doğanın saldırılara uğradığı, değerlerin yitirildiği, toplumsal dokunun bozulmaya başladığı ortamlarda kötü olmak kolay, iyi olmak güçtür. Sağlık koşullarını olumsuz biçimde etkileyen gelişmelerin başında siyasal açılım gelmektedir. Kurtuluş ve Kuruluş evrelerini unutanlarla unutturmaya çalışanlar ruhsal ve bedensel yapımıza zarar vermektedirler. İnsan ne yazıp ne söyleyeceğini şaşırıyor. Karamsar birisi olmamakla birlikte umutlu olduğumu söyleyemem. Hiç ummadığımız kişilerden kaynaklanan öyle tutarsızlıklar, öyle çelişkiler, öyle saldırılar birbirini izliyor ki karşılaşmaktan duyduğunuz üzüntü kurduğunuz ilişkilere sizi pişman ediyor. Ne kuyruklu yalanlar, ne çirkin yakıştırmalar, ne haksız suçlamalar. Hiç ilişkiniz, ilginiz olmayan kimselerle, oluşum ve olaylarla kurulan bağlantılar. Açıklamak, yanıt vermek, düzeltmek için tüm zamanınızı vermeniz gerekir. 

“Unutkan” Gazete bana ödediği tazminatın acısını çıkarıyor 

Siyasal, hukuksal, toplumsal ekonomik nice iç ve dış soruna çözüm aramak varken gereksiz konularla uğraşmak kime ne yarar sağlar? Adam gibi, efendice, uygar biçimde tartışmayı bırakıp kavga etmenin ne anlamı var? Yurttaşının esenliğine katkıda bulunmanın bir insanlık gereği olduğunu unutup kişiliklere saldırarak kişileri yıpratmak neyi çözümler? Katılmadığınız görüşleri, uygun bulmadığınız davranışları eleştirebilirsiniz. Düşünce yanlışlıklarını doğrularını kanıtlayarak düzeltebilirsiniz. Ama kişiliğe, onura yalanlarla, çirkin sözcüklerle, kendinize yapılmasını istemediklerini yaparak saldıramazsınız. Kendi kişiliğinizi ve düzeyinizi yansıtan tutumunuz değerinizi de ortaya koyar. Kötülük, hiçbir nedenle yapılmamalıdır. Hele siyaset için, gösteri için, çıkar için. Siyasal partiler, devlet yönetimi için yarışmaya giren kuruluşlardır. Birbirlerine karşı kurum olarak saygılı davranarak yurttaşlara örnek olacaklar, bu yolla toplumsal barış güç kazanacaktır. İnançlı geçinen birinin aynı dinden, aynı mezhepten birisi hakkındaki yalanı, iftirası, saldırısı kendi boşluğuna ve karanlığına düşmesi demektir. Vicdanında kendini mahkûm eden insan en ağır suçludur. Ülkemizde bu durumlara daha çok medyada rastlanmaktadır. Hiç tanımadığınız, sizinle bir kez karşılaşmamış, bir kez konuşmamış, tartışmamış birisi gerçeği öğrenmeden, araştırıp soruşturmadan, söylediğinizin ve yazdığınızın tümünü gözardı ederek size sataşıyor. Düzeltmenizi ve yanıtınızı yayımlamıyor. Yargının kusurlu bulmasına karşın saldırısını yineleyip sürdürüyor. Aynı dernekte, vakıfta, aynı kurumda ve kurulda bulunan kişiler arasında da böyle kötü örneklere sıkça rastlanıyor. 

Unutkan bir toplum olduk. Toplumsal bellek zayıf. Kendi kusurunu başkasına yüklemek kolaylığı da yaygın. Efendice, terbiyeli eleştiri olsa teşekkürle karşılarım. Anlamadığı, bilmediği konularda tartışmaya girip yanlışında direnmek, bağnazlık ve ilkelliktir. Hakkımdaki olumsuz yayınları benim doğru olduğumu gösteren bir gazete, kendi muhabirinin algılama, amaçlı saptırma, yavanlık ve bilgisizlik olasılıklarını gözardı edip konuşmamı değiştirdiğimi ileri sürüyor. Bu “mâlûm” gazete beni övseydi üzülürdüm. Söylemediğim şeyleri söylemiş gösterip kendi yalanına kendini tanık tutuyor. Herhalde birkaç yıl önce ödediğim manevî tazminatın kendince acısını çıkarıyor. Yayınları kendilerinin göstergesidir. 

Uğur Mumcu’yla tartıştığımız konular 

Geçen yıl, bir kitapta avukatken duruşma salonunda bana sözle saldırıldığını yazan gazetede düzeltmem çıktı. Gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bu tür saçmalıklara başvurmanın ne gereği var? Toplum, ilgililer kimin ne olduğunu bilmiyorlar mı? Böyle bir olayın yenisine de kendisinden hiç beklemediğim bir yazarın kitabında rastladım. Doğrusunu saptamak için sormak zahmetine katlanmayıp kişiliğinize gölge düşürmeye çalışanın kişiliğine saygı duyabilir misiniz? Kendisine anlatanın benimle olan ilişkilerini, aramızda geçen olayları, nedenlerini, kişisel düşkünlüklerini, siyasal karşıtlıklarını, tartışmanın iç yüzünü, duygusallıklarını bilmeden tek yanlı yazmak ağır yanılgıdır. Namuslu ve şerefli insanlar yalan söylemez. Benim davranışlarıma kendince anlam verenlerin, kestirimde bulunanların yanlışları beni bağlamaz. Tanıdıkları kimselere sormadan her eline geçen notu gerçek sayarak yayıma vermek yazar niteliğiyle bağdaştıramadığım bir gelişigüzelliktir. 

Bu arada aramızdan ayrılışından bir hafta önce öğle yemeğinde konuğum olan Uğur Mumcu ile tartıştığımız konulara açıklık getirmek istiyorum: 

1. ODTÜ’de kavganın önlenmesi için derslere ara verildi. Sonraki üzücü olaylar beni doğruladı. Yargı kararlarını ilişkiye bağlamadım. 

2. Esenboğa Havaalanı’nda ABD Dışişleri Bakanı’nı protesto eden başka partili gençlere Başhukuk Danışmanı olduğum CHP’nden avukat görevlendirmemem, elele ayrıldığı Muammer Aksoy’la birlikte Uğur’un da hoşuna gitmemişti. 

3. Baro Başkanlığım sırasında yazılı ihbar üzerine o zaman yakınlığı olan kimi avukatlar hakkında açtığımız zorunlu soruşturmaya karşı çıkınca bu konuda Yeni Ortam’daki yazılarını yanıtlamıştım. 

4. Anayasa Mahkemesi’ndeki kurul görüşmelerinin basına yansıtılmasını doğru bulmayarak yaptığım engelleme girişimlerini kardeşimi bahane ederek eleştirmişti. 

5. DTCF Farabi Salonu’nda 1 Mart 1991’de düzenlenen yöneticisi olduğum etkinlikte Türk Ceza Yasası’nın 163. Maddesi’nin kaldırılması isteklerine karşı çıktığımda alınmış, ancak Başkan seçildiğimde kutlamaya gelerek bu yanlışından dolayı özür dilemişti. 

6. İmran Öktem’in cenaze törenindeki olayı kınamak için düzenlenen yürüyüşte yöneticilerden biri olarak Maltepe’de ABD’lilerin çalıştığı binaların taşlanmasını önlemek istediğimde karşı çıkması üzerine tartışmıştık. Ne başka bir nedenle tartıştık, ne de kavga oldu. 

Kimi durumları Cumhuriyet gazetesinin bu yılki Uğur Mumcu ekinde anlattım. Uğur’la bana stajyer olmak istediği günden yitirdiğimiz güne değin dosttuk. Tartışmalarımız uygarlık çizgisini aşmamıştır. Terbiyeli ve saygılı idi. Benim için “Devrimcilerin devrimci avukatı” nitelemesi yaptığı yazısı da vardır. 

CDP ve ADD hakkında 

Bir başka yararlı olacağını sandığım açıklamayı da Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi için yapacağım. Benim ve yakın arkadaşlarımın bir siyasi parti kurmak amacımız ve düşüncemiz yoktu. Yorgundum, anılarımı yazacak zamana gereksinim duyuyordum. Sürekli ısrarlar sonucu Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkez yönetimine aday oldum. Seçilen Yönetim Kurulu beni Genel Başkanlığa getirdi. Yenilenmeden, gençlikten yana olduğum, başkaları gibi yıllarca aynı yerde kalıp donukluk ve durgunluğa neden olmamak için Tüzük değişikliği sağlayarak iki dönem üst üste seçildikten sonra bir dönem ara verme zorunluluğunu getirdim. Genel Başkanlık’ta iki dönemde kalmadım. Türk Hukuk Kurumu Başkanlığı’nı da bir dönem yapıp bıraktım. Benim Parti Genel Başkanı olmam rastlantıların ve zorunlulukların sonucudur. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaptıktan sonra Parti Genel Başkanlığı -benim kişisel görüşüm- güç kabûl ettiğim bir görevdir. Böyle bir görev için Dernek Genel Başkanlığı’na da gereksinimim yoktur. Tersini söyleyenler kendi düşkünlüklerini gündeme getirmişlerdir. 

Parti kurmayı, Atatürkçü Düşünce Derneği Şube Başkanları adımı vererek yazılı bildirileriyle istemişlerdir. Buna karşın tartışmalar, çalışmalar yapılmış, Dernek’le hiçbir ilgisi olmayan Parti kurulmuştur. Atatürkçü Düşünce Derneği’nde her partiden üye vardır. Partimizin kuruluşu Dernek Kurultayı’nın sonrasına bırakılarak yansız davranmanın örneği verilmiştir. Kimi üyelerimizin ve kurucularımızın aynı zamanda Dernek üyesi olması doğaldır, hiçbir yasal ve tüzüksel sakıncası da yoktur. Eleştirdiklerini sananlar kimi partilerin kapılarında dolaşıp yüz bulamayanlar, yanlarına kimseyi çekemeyenler, kıskananlar, kötü alışkanlıklarına kapılıp yalan ve iftirayı beceri sayanlardır. Kimilerinin TÜRKSOLU gazetesinin nasıl yayınlanıp dağıtıldığına, tirajına şaşırdıkları gibi. Kendileri yayınlarını gerçekleştiremiyorlar, toplumda giderek değer yitiriyorlar, çalışmıyorlar, sonra başkalarını eleştirerek bir iş yaptıklarını sanıyorlar. Siyasal partilerin, özellikle iktidarın tutumuna bakıp Atatürk ilkelerini özenle ve ödünsüz savunan bir partinin kurulmasından mutluluk duyacaklarına, adaylık bekledikleri kendi partilerini zayıflattığımız kanısıyla ve yaranmak için eleştiride bulunuyor lar. Bizi değil parti kurulmasını isteyen kendi Şube Başkanlarını suçlamalıdır lar. Biz bir partinin içinden çıkmadık, bir partiyi bölmedik. Kimseye ihanet etmedik. Emekli, partisiz yurttaşlar, birleşmeye, güçlenmeye karşı çıkan Atatürk ilkeleri konusunda ödünler verip gevşekliğe düşenler karşısında birleştirici, toplayıcı olmak için kuruluşumuzu gerçekleştirdik. Dernek bize zarar vermesin yeter, başka hiçbir şey beklemiyoruz. Bir de benim Genel Başkanlığım zamanında ve sonrasında parasal, onursal ve öbür yönlerden benim Derneğe yaptığım, sağladığım katkıları yapanlar varsa nedenleri ve adlarıyla birlikte açıklanırsa mutlu olurum. Parti, Derneğin yapamadıklarını yapacaktır. 

Atatürk ilkelerine aykırı iç ve dış gelişmeleri, köktendinciliği, etnik ayrımcılığı, terörü, soygunu, hortumu, hırsızlığı, rüşveti, adaletsizliği, haksızlığı, ahlâksızlığı, siyasal, hukuksal, toplumsal, ekonomik tüm sorunları bırakıp bu konularda yepyeni yüzler, tertemiz ellerle çaba gösterenleri engellemek kime, nasıl yakışır? Atatürkçü Düşünce Derneği dergisindeki ve başka yerlerdeki yazılarımla gerçekleri açıklıyor, savunuyorum. Derneğin bağımsızlığına ve yansızlığına gölge düşmemesini, Atatürkçü karakterinin değişmemesini diliyorum. 

Sahte Atatürkçüler gerçek Atatürkçülere katlanamazlar 

Utanmasını bilmeyen kimileri de kendilerinin sarmaşdolaş oldukları, üye yazdıkları kimseleri bırakıp benim mason olduğum yalanını yayıyor. Mason olsam söylerim. Ne isem açıklamaktan kıvanç duyarım. Mason değilim. Masonları da kınamıyorum. Yasak ve sakıncalı bir durum varsa yetkililer elkoyar. Bana böyle gerçekdışı ilişki yakıştırmaya çalışan bir dergi manevî tazminata mahkûm oldu. Bir kimsenin başkası için yargı açıklamadan önce kendini tartması gerekir. Sahte Atatürkçüler, gerçek Atatürkçülere katlanamazlar, kötülemek için her yola başvururlar. Bu, onların yolsuzluğudur. 

Atatürkçülüğü ve Atatürkçüleri karalayıp suçlamak aymazlık ve sapkınlıktır. Atatürkçülükten ve Atatürkçülerden kimseye bir zarar geldiği söylenemez. Atatürkçü sanılan ya da kendini öyle gösteren birinin -örneğin kimi siyasetçiler gibi- aykırı davranışları kendi yapısının, ahlâkının sonucudur, Atatürkçülükle ilgisi yoktur. Tersi düşünülürse kişisel her eylem ve durum ilkeye bağlanır, bu da akla aykırıdır. Atatürkçü ve aydın bilinenlerin asıl sorumluluğu dayanışmadan uzak, birbirlerine karşı olmalarıdır. Gericilerdeki dayanışma bile bu kesimi uyaramamaktadır. Anlaşmayı, tartışmayı, birleşmeyi becerememektedirler. Kimileri de üne, sana, mevkiye, paraya teslim olabilmektedir. Birbirleriyle anlaşamayanların karşıdevrimcilerle anlaşabildiği de bir gerçektir. 

Tayyip ABD ile AB’ye dayanıp içerde bildiğini okuyor 

Son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’na 13 bin kadro boş dururken 16 bin kişilik yeni kadro verilerek 29 bin kişiye kadro açılması, özel okullara yerleştirilecek öğrenciler için ödemeler yapılacak olması, görev aktarmalarıyla kadrolaşmaları ve imam hatip okullarını çekici duruma getirme gibi çok yönlü amaçlar taşımaktadır. Recep Tayyip’in “Demokrasi amaç değil araçtır” sözünden cezalandırıldığı şiirle anlatmak istedikleri, lâikliğin ulus isterse elden gitmesinin doğallığını savunması, herkesin inancı gibi yaşayacağını söyleyerek çok hukuklu düzene ışık yakması, olası gelişmelere karşı ABD ile AB’ye dayanıp içerde bildiğini okuması birlikte değerlendirilmesi gereken olumsuzluklardır. AB üyeliği için devlet görevlilerinin AB’nin para desteğiyle düzenlediği koşullandırma toplantıları, kimi siyasi partilerin ve bilim adamlarının içinde bulunduğu vakıf etkinlikleri, Cumhurbaşkanı’nın önerili uyarısıyla geri çevirdiği Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesi konusunda inanç ve düşünce özgürlüğü sömürüsü yapan koronun tepkisi, azınlık yaratma çabalarıyla ayrılıkçı kışkırtmalara sessiz kalma uyuşukluğu iyi değerlendirilmelidir. Silâhlı Kuvvetleri etkisiz ve güçsüz kılma girişimleri de umursamazlıkla sürdürülmekte, yurdu kurtaran cumhuriyeti kuran gücün kendi varlıklarını koruma görevi doğal, hattâ zorunlu sayılacak yerde yadırganmaktadır. Cumhuriyeti güvencesiz bırakma, lâiklik niteliğini ortadan kaldırma, Türkiye’yi bölme ve ABD karakolu ile AB pazarı yapma oyunlarına karşı etkin bir duruş yoktur. Sivas’ı ve Sivaslıları üzen Madımak kıyımının sorumluları “mağdur” gösterilerek af yasalarıyla kurtulmalarına çalışılmakta, dokunulmazlık kalkanıyla korunan siyasetçilere ilişmek olanaksız kalmaktadır. Medyanın büyük bölümünü ele geçiren, kendi gruplarının meslek ilkelerine karşın terbiye dışı yazılar, hakaret ve sövmelerle saldırılarını artıran militanlar boş durmamaktadır. Köktendinci teröristlerin bağışlanmasını isteyecek kadar cumhuriyete düşman kesilenler özgür, cumhuriyeti korumak için özveriyle çalışanlar, önce öldürenler yetmiyormuş gibi, saldırıya açık duruma getirilmektedir. Bu çelişkilerin Sivas olaylarının 10. yılına rastlaması ilginçtir. Ne idüğü bilinenlerin “Statükocu-Zaptiye” suçlamaları parababalarını düşündürmektedir. Yurdunu düşünmeyen, nasıl ve nerden gelirse gelsin parasını düşünenler için gülümseyişle izlenen bu sapkınlıklar sorunların giderek nasıl ağırlaştığının kanıtıdır. Hizbullah’ı, İBDA-C’yi, PKK/KADEK’i, Sivas-Madımak suçlularını düşündüklerinin binde biri kadar Yargıçlarını, Savcılarını düşünmemektedirler. Yarın hiçbir görevlinin istenenden başkasını yapmayacak konumda olması için emeklilere gözdağı verilmeye çalışılmaktadır. İktidar uşakları besleme kadrolarla şeriat düzenini AB desteğinde gerçekleştirmek için atılan adımların sesi duyulmaya başlanmıştır. Tehlikenin ayırdında olmayıp bu kötülükleri demokrasi ve özgürlük adına aymazlıkla karşılayanlar geçmişe bir kez daha bakmalıdır. Günümüz iktidarını güç durumda bırakmamak için beklediği anlaşılan şeriat militanları kendilerine en uygun fırsatta azgınlıktan vazgeçmediklerini göstereceklerdir. Sözcüleri, yandaşları, parasal güçleriyle siyasette palazlanarak adımlarını hızlandırmışlardır. Yurttaşların çektiği sıkıntıların hiçbirine aldırmayan yetkililerin ne zaman uyanacağı bilinmemektedir. 

Türkiye’nin demokratikleşmesi AB’nin umurunda değil 

Ama halk uyumuyor. AB oyalaması açık. Türkiye’nin demokratikleşmesi umurlarında değil. Dertleri  Kıbrıs, Ege, Kürt devleti, Silâhlı Kuvvetler, bağımlılığımız. 

Ulusal onuru, toplumsal namusu, ülkenin kaynaklarını, değerlerini savunanlar karalanıp suçlanıyor, soygundan yağmaya tüm suçlar alkışlanıyor. Döneklerin körükörüne girmeyi önerdikleri Avrupa Birliği’ne eşit konumda girmeyi öngörenler karşıt sayılıyor. Avrupa kafası olmayanın, uygarlıkla zıtlaşanın, türban yalanıyla dolaşanın, AB için düzenleme yaptıklarını ve yapacaklarını söyleyenin yurtseverlere sözü olabilir mi? Kimse takiyyeyi yutmuyor. Kimi paranoyak ne derse desin Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşı olmaktan kıvanç duyanlar bu görkemli yapıyı kaptırmayacak ve yıktırmayacaktır. 


http://www.turksolu.com.tr/34/ozden34.htm


***

Zavallı, Sözde Avrupalı

Zavallı, Sözde Avrupalı 





Yekta Güngör Özden 
29.09.2003/Sayı:31


Türkiye ne zaman gücünün arttığını gösteren bir başarıyla, kültür, sanat, spor, bilim alanında bir etkinlikle ya da uluslararası bir durumla gündeme gelse Avrupa kaynaklı olumsuz değerlendirmeler, eleştiri ve öneri görüntüsü altında haksızlık dolu yaklaşımlar birbirini izler. Son günlerde AB raportörü Hollandalı Arie Oostlander’in üyeliğimiz için Kemalizm/Atatürkçülüğü engel saymasındaki saçmalık, amaçlı açıklamaların yenisi. 

Bu ilk değil. 

Önceki yıllarda da Atatürkçülüğü, Atatürk’ün yetiştiği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, müslümanlığı, Milli Güvenlik Kurulu’nu demokratikleşme ve AB üyeliği için engel göstermişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nu sömürge durumuna düşürüp paylaşmayı gerçekleştirmek için saldırılar, oyunlar, planlar, antlaşmalar düzenleyen Avrupalılar kendi yaptıklarını unutup Türkleri barbarlıkla suçlamayı da sürdürürler. “Sözde Ermeni Soykırım Tasarıları” sıklığında olmasa da ısıtıp ısıtıp yineleyerek güncel kılmaya çalışırlar. İçimizdeki aymaz, bağnaz, değerbilmez korosu da bu tür safsatalara alkış tutarak kendi düşüncesinin ve amacının doğrulandığının kanıtı olarak yansıtır, neye araç olduğunun ayırdında mıdır bilinmez ama işbirlikçi durumuna düşer. 

Türkiye’nin atılımı Avrupalıyı kıskandırıyor 

Türkiye’nin her alanda gerçekleştirdiği atılım bilgisiz, kötü niyetli, tutucu Avrupalıyı kıskandırıyor ya da korkutuyor. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin içtenlikli bir izleyicisi olarak kimsenin toprağında gözü bulunmayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, ölüm-kalım savaşı vererek yarattığı Türk Mucizesi sonunda, en büyük Türk Devrimi olarak gerçekleştiğini unuturlar. Bu gerçek bir yana, AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer’in AB üyeliği konusunda dürüst ve içtenlikli olmaya çağırdığı Avrupalıları Roger Geraudy’nin suçlamalarını da unuturlar. Alman tarihçi Hans-Ulrich Wehler’in amaçlı, gerçekdışı anlatımlarını, Türkiye-AB Parlamento Eş başkanı D. J. Bendit’le Huntington’un Atatürkçülük ve ulus devlette direnmeyi sakınca sayan, laikliği dışlayıp islamın çekirdek devleti olmamızı içeren çağdışı, sakat görüşlerine sarılırlar. Atatürkçülüğü ve onun başta gelen bekçilerinden Silahlı Kuvvetleri engel görmelerinde aşağılık duygusu da etkendir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı sömürgeci ve yayılmacı güçlerle içimizdeki sapkınlara karşı kazanan ordulaşmış Türk Ulusu’dur.. Değişik soy ve inanç topluluklarına karşın elde edilen yapı Avrupalının emperyalist emellerinin engelidir. Tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Anadolu İhtilali başarıya ulaşmış, dinsel ağırlıklı kişisel yönetimle birlikte tüm çürük yapı yıkılmış, Osmanlılıkla hiçbir ilgisi olmayan yepyeni bir kurum sonsuza değin bağımsız yaşatılacak sağlıklı temeller üzerine oturtulmuştur. Bu temel, Atatürk ilkelerinin oluşturduğu Türk Devrimi’dir. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni cumhuriyetle demokrasi yaşama geçirilmiş, uygarlığın tüm olanakları her alandaki çabalarla sağlanmış, çağdaşlaşma Avrupa’yı şaşırtmıştır. Atatürkçülük, evrensel değerleri ulusallaştırarak kendini her gün yenileyen, Türkiye’ye özgü düşünce dizgesi, izlence ve uygarlık yöntemidir. İnsanımız tebaa olmaktan yurttaşlığa, toplum ümmet durumundan ulus düzeyine çıkmıştır. 

Doyumsuz Avrupa Atatürk’ün yaptıklarını görmezden gelmektedir 

İşgal günlerinde 339 tekke, 19 tarikat bulunan İstanbul, dünya kenti olarak Türkiye’nin simgelerinden biri kılınmıştır. Üç tür okul, beş tür mahkeme, onbeş tür nikah son bulmuş, gerçekleştirilen devrimlerle Türkiye, 1930’ların dünyada sayılı on cumhuriyetinden biri olmuştur. Tito, küçük kültürleri bağımsız kılarak Yugoslavya’yı tutacağını sanmakla aldanmış, Atatürk ulusallaştırarak kazanmıştır. Atatürk ilkeleri, marksizmi ve kapitalizmi geride bırakmış, kadınlara siyasal hakları Isviçre’den 40 yıl önce vermiş, Avrupa kendi din savaşlarını, iktidar kavgaların, cinayetleri, Stalin’i, Hitler’i, Peten’i, Salazar’ı, Franko’yu, Mussolini’yi, Yunan cuntasını, Makarios’u, EOKA’yı ve öbür diktatörlerle demirperde ülkelerini, Atatürk döneminde Türkiye’ye sığınan 142 bilim adamını, Türkiye’nin Birleşmiş, Milletler Üyesi olarak uluslararası alanda görevlerini özenle yerine getirdiğini, krallıklarla kiliseler arasında süren savaşları, laikliği 300 yıl sonra 300 milyon ölü vererek yaşamaya başladığını unutmuştur. Bilgisizlik, bilinçsizlikle koyulaşmıştır. Doyumsuz Avrupa, Atatürk’ün din bağı yerine ulus bağını seçtiğini, ırkçılığı dışlayıp çağdaş milliyetçilikle dostluğu ve barışı yeğlediğini görmezlikten gelmektedir. Tarih ve siyaset bilgisinden, insanlık ve dostluk bilincinden, demokrasi ve ahlak erdeminden yoksun, içtenliksiz, kötü amaçlı, sözde dostlar AB için yeni koşullar hazırladıklarını duyurmaktadırlar. Bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurulan Türkiye Cumhuriyeti AB’ye eşit konumda girerse AB daha çok güç kazanır. 

Kapitülasyonlar Avrupalının ham hayalidir 

Tarihin çöplüğüne atılan Sevr ile kursaklarında kalan, Lozan ile iyice gömülen kapitülasyonlar, Ermeni ve Kürt devletleri Avrupalının ham hayali olarak sırıtmaktadır. 1536’da Fransa ile başlayıp 1569’da genişletilen kapitülasyonları 1583’de İngilizler’in “serbest ticaret izni alması, 1829’da ABD ile 1838’de İngiltere ile ticaret Anlaşması imzalanması izlemiştir. 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları, yabancı dayatmasıyla yenilik görüntüsü altında yeni ayrıcalıkların, büyük ödünlerin verilmesidir. 1876 Berlin Anlaşması ile iyiden iyiye Avrupa’nın koruması altına giren Osmanlı İmparatorluğu 1881’de Muharrem Kararnamesiyle Düyun-u Umumiye’nin esiri olmuştur. Günümüzde olumsuz sonuçları acı ve üzüntüyle izlenen 1963 Ankara Anlaşması, 24 Ocak 1980 kararları, 1995 Gümrük Birliği Antlaşması, 1999 Helsinki koşulları, 2000 Katılım Ortaklığı Belgesi, 2001 Ulusal Program AB’nin Türkiye’yi kıskaca alma, kuşatma, çevirme, uydu yapma kanıtlarıdır. Çok Yanlı Yatırım Anlaşması (MAI)’ndan sonra tahkimle başlayan, özelleştirmelerle devletin sosyal niteliğini bozan gelişmeler de bu dizidedir. Atatürk ise 1934’de Balkan Paktı’nı, 1937’de Sadabat Paktı’nı gerçekleştirmiştir. 

İşte Irak Savaşı. Avrupalı kendi katılıklarını, dinciliğini unutup dünyanın müslümanların çoğunlukta olduğu 53-54 ülkesi içinde Türkiye’nin en uygar, en demokratik, dinsel gereklerin en özgür ve en mutlu biçimde yerine getirildiği, bunu da Atatürkçülüğün en belirgin ilkesi laikliğe borçlu olduğunu görmek istememektedir. Türkiye ile Yunanistan arasında tüm sorunları çözmeye başlayıp dostluğu güçlendiren 30 Ekim 1930 anlaşmasını imzalayan Elefterios Venizelos’un 12.1.1934’de Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteren ve Oslo’daki yetkili komiteye yazılan mektubu, Birleşmiş Milletler Kültür Bilim Komisyonu (UNESCO)’nun ilki 1963’de, ikincisi 27.11.1978’de “Atatürk’ün doğumunun 100. yılının tüm üye ülkelerde törenlerle kutlanmasına” ilişkin kararını yeniden okumalıdırlar. Atatürkçülüğün o zaman yalnız Türkiye için değil, bölgemiz için, Avrupa için ne kadar yapıcı ve yararlı bir kaynak olduğunu anlayacaklardır. Doğunun batısında, batının doğusunda ilk demokratik devlet. İlk kez dinle siyaseti, siyasetle askerliği ayıran, dostluklara önem veren, aydınlanma devrimleriyle toplum yapısını değiştirip geleceği kurtaran Atatürk’tür. Aykırılıklar, çelişkiler, bozukluklar, olumsuzluklar Atatürkçülük’ten değil yöneticilerden kaynaklanan kötülüklerdir. Çarpıklık, siyasal alanın sayrılığındandır. Avrupa’nın kendi çirkinliğini yansıtan yakışıksız suçlamalarına, bahanelerine ve karalamalarına iktidarın sessiz kalması destekçisi şeriatçı kesimin sevinç çığlıkları atması düşündürücüdür. Yazıklar olsun! 

Not: Günlük bir gazetenin kısaltarak yayınladığı yazının tam metni


http://www.turksolu.com.tr/31/ozden31.htm


***

Bölücü ve Yıkıcılara, Ulusal Dayanışmayla karşı koyacağız


Bölücü ve Yıkıcılara, Ulusal Dayanışmayla karşı koyacağız 




Yekta Güngör Özden 
12.05.2003/Sayı:30


Ulusumuzu derinden düşündürüp kaygı duyuran yüksek öğrenim kurumlarındaki anlamsız ve sakıncalı kavgaları üzüntü ve endişeyle izliyoruz. Geleceğimizin güvencesi gençlerimizin, bilimsel donanımlar kazanarak insanlık ve yurttaşlık bilinçlerini güçlendirip yararlı hizmetlere hazırlanacak yerde uygar tartışmayı, özgür düşünceyi gözardı ederek birbirine kıyacak biçimde düşmanca ayrılmalarını, öğrenim-eğitimin barış, hoşgörü ve kardeşlik ortamını kana bulamaları nı her yönden tehlikeli buluyoruz. Gençlerimizin siyasetle ilgilenmelerinin verdiği mutluluklar, katılık, bağımlılık ve saplantılarla gölgelenmemeli, kavgalarla kararmamalıdır.

Varlık nedenleri, yaşam felsefesi olan Atatürk ilkeleriyle Atatürkçülere saldırıyı beceri sayan, medyanın kimi köşelerine kurulmuş, kimlikleri, kişilikleri, düşkünlükleri bilinen yeşil sermaye destekçisi, laiklik karşıtı, patron buyruğundaki kimi yazarcıkların kışkırtmalarına kapılmak asla bağışlanamaz. Şeriatçılarla bölücülerin, günümüz iktidarının tutumuna, iktidara ayak uyduran yöneticilere ve emirlerindeki güçlere güvenerek kalkıştığı saldırılar, üstelik Atatürk Türkiyesinde Atatürk fotoğraflarına katlanamama hastalığı, köktendinci girişimleri, kadrolaşmaları, hukuk ve anayasa tanımazlığı, yağmacılığı gelişme sayan, silahlı kuvvetlere sataşan, yazdıkları anlaşılmayan, okuduğunu anlamayan, iktidar ve körükörüne AB, ABD, IMF şakşakçısı medya tetikçilerinin, dönek ve sapkınların ortak niteliğidir. Bölücü ve yıkıcılarla, yeni mandacılarla kolkola sürdürülen kötülüklere ulusal dayanışmayla karşı konulacaktır. Laik Cumhuriyetimizin Atatürkçü niteliğini kimse yıkamayacaktır. 

Gençlerimizi, Atatürkçü doğrultuda birleşmeye, özveride bulunan ailelerini üzmemeye, aileleriyle yüksek öğretim yöneticilerini etkin önlem almaya, kolluk güçlerini yansız davranmaya çağırıyor, sorumluların bir an önce etkin yaptırımlarla durdurulmasını öneriyoruz.


http://www.turksolu.com.tr/30/ozden30.htm


***

“ Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde Adalet yoktur”, BÖLÜM 2



Yekta Güngör Özden: 

“ Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde Adalet yoktur”, BÖLÜM 2


Kaya Ataberk,
09 Şubat 2014,


YARGITAY BİRİNCİ BAŞKANLARI VE ADLİ YIL TÖRENLERİ

Osmanlı Yargıtay'ın da ilk Başkan, ünlü Hukukçu ve Devlet adamı Ahmet Cevdet Paşadır. Türkiye Büyük Millet Meclisince çıkarılan Yasa ile Sivas'ta kurulan muvakkat Temyiz Heyetinde ayrıca birinci başkanlık yoktu, daire başkanlarından biri bu görevi yürütmekteydi. Eskişehir'deki ilk kuruluşunda da Sivas'taki gibiydi. Yargıtay'ın Eskişehir'deki ikinci kuruluşunda başlı başına bir birinci Başkanlık görevi öngörülmüştür.

Birinci Başkanlarca Adalet Yılını Açış konuşması yapma görevinin önceleri hukuki bir dayanağı yoktu, geleneğe dayalı idi. İlk kez Adalet Bakanı Ali Rıza Türel döneminde 6 Eylül 1943 yılında 1943-1944 Adalet yılının başlaması nedeniyle düzenlenen Açılış töreninde Birinci Başkan Halil Özyürük'ün verdiği söylev, geleneğin başlangıcı olmuştur. Bakan Ali Rıza Türel, törenin amacını belirten konuşmasının ardından sözü Halil Özyürük'e bırakmıştır. Açılış törenleri, Adalet Bakanlığınca düzenlenmekte, çağrılar Bakan tarafından gönderilmekteydi. Açılış törenleri genellikle Ankara Hukuk Fakültesi konferans salonunda yapılmaktaydı. Yalnız, 1955 Eylül'ündeki tören Yargıtay'da (Kubbealtı) denilen ve sonradan yıkılan bölümde yapılmıştır.

1943 Eylül'ünden 1955 Eylül'üne kadar her adli yıl açılışında yapılan törenler 1956 yılında Adalet Bakanlığının ara vermesi nedeni ile dört yıl yapılamamıştır. 1960 yılında Adalet Bakanı Abdullah Pulat Gözübüyük'ün çabaları sonucu yeniden canlandırılmış ve günümüze kadar süregelmiştir. 1961-1965-1973-1975 ve 1979 yıllarında seçim dönemlerine rastlaması nedeni ile tören yapılamamıştır.

1955 yılına kadar yapılan açış konuşmalarında; İstiklal Marşı'nın ardından Yargıtay Birinci Başkanlarınca, meslekten ayrılan Başkan, Üye ve Hakimlerin adlarının açıklanmasının ve iyi dileklerinin iletilmesinin ardından Yargıtay'ın yıllık çalışması hakkında bilgi verildikten sonra, yargının sorunları ve çözüm yolları geniş olarak anlatılırdı. 1943 yılından itibaren köklü güzel bir gelenek olarak başlayan 1973 yılında yasa emri haline gelen söylevler bugüne kadar önemini korumuş, adli yargı mensupları ve toplum tarafından her adli yıl'da merakla yargının hep aynı ve değişmeyen sorunlarının Yargıtay Birinci Başkanı tarafından seslendirilmesi beklenir olmuştur.

1960 yılından sonra yapılan Adli Yıl Açılış söylevlerinde; Yargıtay 1. Başkanları gelişen ve değişen Türkiye ve dünya olaylarına kayıtsız kalmamışlardır. Yargıçlarında aydın ve yurtsever olduğu, her konuda sorumluluk taşıdığı, sadece pozitif hukuk uygulayıcısı olmasının yeterli olmadığı, aksine ideal hukukun ve toplumun gerçekleri bulması konusunda düşünce üretmekle yükümlü olduğu kabul edilmiştir. Öz eleştiri yapmanın bireye ve topluma çok şey kazandıracağının bilinci içerisinde Adlı Yıl Söylevlerinde siyasal, ekonomik, toplumsal rahatsızlıkları dile getirmenin tarihsel bir görev olduğu sürekli yinelenmiştir. Yargıtay 1. Başkalarından Halil Özyürük'ün "yeterki, Türk Hakimi Türk yurdunda adaleti daima muzaffer kılmak fikrini, dimağında daima meşale olarak yanık bulundursun" sözünde belirttiği gibi bu görevlerini bugüne kadar topluma ve Türk yargısına yakışan şekilde yerine getirmişlerdir. Adli Yıl Açılış Söylevleri ve içerikleri tarihimiz için önemli yazılı belge niteliği taşımaktadırlar.
Yargıtay Birinci Başkanları, her adli yıl açılısında aynı sorunları yinelenmekten bıkmayarak çözüm yolları aramaya çalışmışlar, sorunlara asla karamsarlık, umutsuzluk içinde değil; iyimserlikle yaklaşarak, tarihsel sürecimizden sonuçlar çıkararak, yüce önder Atatürk'ü örnek alarak, hukuk devletine hep inanmışlardır. Demokrasinin temel öğelerinden olan toplumda hoşgörü ve saygı ortamı içinde siyasal inançlar ve faaliyetleri yadırgamadan, düşman olmadan, Anayasa ve yasaların kendilerine tanıdığı hak ve özgürlükler kapsamında hukuk düzenini oluşturan kuralları tekrar tekrar söylemekten bıkmamışlardır.

1943 yılından beri süregelen anlamlı toplantılarda yargının nasırlaşmış sorunları yinelenerek Türk Adalet Teşkilatının yıllarca çok ağır yük ve sorumluluk altında özveri ile çalıştığı tüm açış konuşmalarında değişik ifadelerle tekrarlanmıştır.

Bu arada millet ve hak yolunda, Adalet hizmetinde 140 yılını geride bırakan Yargıtay, köklü mazisi ve anıtlaşmış kararlarıyla saygınlık yaratmıştır. Yargının sorunlarının gelmiş geçmiş bütün yasama ve yürütme organlarınca bilinmesine ve ısrarla çözümleri ile birlikte tekrar tekrar anlatılmasına rağmen, sorunlarımızın çoğuna arzulanan düzeyde adil, kalıcı ve gerçekçi bir çözüm getirilememiş olması, son derece üzücü ve geleceğimiz açısından düşündürücüdür.

İlk defa 1977-1978 Adli Yıl Açılışı ,Yargıtay Birinci Başkanı Cevdet Menteş zamanında, Yargıtay'ın o günlerde hizmete açılan şimdiki konferans salonunda yapılmıştır. Sonrasında ananevi gelenek olarak törenler bir istisna (2001 yılı ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi Kemal Kurdaş Salonunda) dışında hep Yargıtay'da yapılmıştır.

Her yıl Adli yıl açılış töreni programında Anıtkabir ziyareti yer almaktadır. Bu anlamlı ziyarette, Yargıtay Birinci Başkanı, Anıtkabir özel defterine tüm Yargıtay mensuplarının duygu ve düşüncelerini yansıtır.

Gerçek Hukuk devleti, çağdaş gelişmeleri yasalarına, hukuk düzenine aktaran devlettir. Toplumu oluşturan fertlerin özellikle devlet içinde hakim olan idare edenlerin yasalara ve yargı kararlarına yürekten inanarak bağlı kalmaları sonucunda çağdaş hukuk sistemine geçebilir. Demokratik hukuk kurallarına uygun yeni düzenlemeler getirilebilir. Akla, bilgiye ve yaşamın içinde olarak toplumun ihtiyaçlarına göre düşünülüp yeni düzenlemeler getirilmesi için yargı kuruluşlarının en üst düzeyde yapılandırılması ve yargı gücü ile denetiminin önemi söylevlerde sürekli vurgulanmıştır. Bunun yanında olumsuzluklar da açıkça anlatılmış, ülkemizde vatandaşların Adli sorunlarına, yakınmalarına, yargı teşkilatının sıkıntılarına geniş kapsamlı kalıcı çözümler yerine, gündelik çözümlerle yetinildiği, ciddi Adalet politikası olmayışı, kadro personel ve bütçe yetersizliği sonucunda yargının durumunun Anayasal gücü ve yeri ile orantılı duruma bir türlü getirilemediği, yıllardır süregelen sorunların gün geçtikçe artmasının Yargıtay'ı ciddi endişelere sevkettiği, davaların irade dışı uzaması sonucunda adalete karşı inanç ve güvenin zedelenmesinin manevi sorumluluğunu Yargıtay'a yüklemenin haksızlık olacağı Yargıtay Birinci Başkanlarınca her adli yıl açılışında dile getirilmiştir.

Yargının kendisini yaratan Devlet sisteminden soyutlanmadan, ancak işlevini yerine getirirken yasama ve yürütmenin etkisi altına da girmeden karar vermesi gerektiği, bu bağımsızlığın öncelikle kavram olarak benimsenmiş bir yargı sisteminin insan öğesi sayılan hakimin de güvencesi olduğu ve devlete hukuk devleti niteliği kazandıran bu temel kural zedelendiği an, bundan doğrudan adaletin, Devletin ve Türk Milletinin zarar göreceğinin unutulmaması icap ettiği Yargıtay Birinci Başkanları tarafından açıklanmıştır. Yargı gücünün, başlı başına mevcut ve bağımsız bir güç olduğu, "Yargının bağımsızlığı ilkesi" insan aklına gelebilecek en üst düzey ve boyutta düşünülmüş Anayasa ve yasalarda mükemmel şekilde yer almış olsa bile, yargıç güvencesi olmadıkça yargının tam bağımsızlığından söz edilemeyeceği belirtilmiştir.

Hakimin güvenceden yoksun olduğu kaygısına kapıldığı anda bu kavramın sadece şeklî olacağı, Anayasanın 9, 138, 139. maddelerinde kaynağını bulan yargı bağımsızlığı ve hakim güvencesi kavramlarının, sadece yargıya ve hakime tanınan bir imtiyaz değil; aksine toplumun tüm kesimlerinin, demokratik düzenin ve giderek devletin güvencesidir denilmiştir..

Uyuşmazlıkların süratle çözülebilmesi, yargı kararlarının uygulanabilmesi için, hükmün doğru olması, kamu vicdanını rahatlatması, hakimin bağımsız olması ve kararların gerekçeli olarak açıklanması, yargıçların günlük kaygılardan uzak tutularak kendilerini geliştirmeye olanak sağlayacak bir gelir düzeyine sahip olmaları gerekmektedir. Yargı binalarının yetersizliği ve genel bütçeden adalete ayrılan payın yüzde birler civarında olduğu ve bu miktarında yargının, kamusal işlevi ile orantılı ve yeterli olmadığı açıktır. Cumhuriyetin ilk yıllarında kuruluş döneminin zorluklarına ve olanaksızlıklarına rağmen bütçeden yargıya ayrılan payın bu günün 4-5 katı olduğu, yargıya o yıllarda verilen önemin sonucudur.Bütçeden alınan bu payla hiçbir yeniliğin ve reformun gerçekleştirilmesine ve yargı bağımsızlığının alt yapısını oluşturacak düzenlemelerin yapılmasına olanak yoktur.
Başkanlar konuşmalarında Mahkemelerdeki eksikliklerden, aksaklıklardan, davaların gerektiği gibi çabuk sonuçlandırılamadığından, vatandaşların yakınmalarından söz etmişlerdir. Alınması gereken acil tedbirler de belirtilmesine rağmen bu sözler bugüne kadar yankı bulamadığı gibi, her geçen gün iş yükünün artışının da eklenmesiyle gerilemiştir. Buna bağlı olarak vatandaşların şikayetleri de artmıştır.

Yargının maddi gereksinimlerini karşılamaktan uzak olan genel bütçeden alınan payın artırılması gerektiği ve ekonomisi güçlendirilmiş bağımsız yargının toplum düzeninin sağlanmasında en önemli rolü üstleneceğini, yargının ağır işlemesinin adaletin gecikmesi sonucunu doğuracağı adli kolluğun bir an önce kurulması, tam bağımsız ve yargıçları tam güvenceli,tüm işlevlerini etkin ve eksiksiz yerine getirebilen bir yargının demokrasilerin mutlak gereği olduğu açılış söylevlerinde dile getirilmiştir. Bağımsızlık ve güvencenin; yargı veya yargıç için ayrıcalık olmadığı; Hakkın eksiksiz, etkisiz ve ödünsüz gerçekleşmesi için zorunlu olduğu açıklanmıştır. Siyasilerin iktidarda iken hukuka siyaseti sokmak yerine; hukuku siyasete egemen kılmak erdemini göstermelidirler. Siyasilerin böylece tarihin ebedi saygısına layık olacakları gerçeği sık sık anlatılmış ve bağımsız yargının, yeri ve zamanı geldiğinde yasamanın ve yürütmenin kendi mensupları için de sığınılacak en sakin liman olabileceğinin unutulmaması gerektiği, çünkü siyaset ve hukuk tarihimizin bu unutkanlık örnekleri içeren hazin ve ibret verici öykülerle dolu olduğu, siyasi kuvveti kaba kuvvetten ayıran özelliklerin başında adaletin geldiği, yargılama erkinin yasama ve yürütmeden ayrılmamışsa bağımsızlıktan söz edilemeyeceği, eğer yargı erki yasama ile birleşmişse vatandaşın hayat ve hürriyetinin keyfiliğe tabi olacağı, eğer yargı erki yürütme erki ile birleşirse hükümlerin tahakküme dönüşeceği vurgulanmıştır. Yargı bağımsızlığının gerçekleşmesinde kıskançlık gösteren siyasiler, çeşitli kriz dönemlerinde bu bağımsızlığın yokluğunun ve eksikliğinin acısını en çok kendileri çekmiş, ülkeleri ve ulusları da bundan olumsuz biçimde etkilenmişlerdir.

Yargıtay 1. Başkanlarınca adli yıl açış konuşmalarında her yıl yinelenmesine rağmen, beklenen ve özlenen yargı reformu bir türlü hayata geçirilememiştir.

1971 yılına kadar Yargıtay Başkan ve Daire Başkanları emekli olana kadar veya kendi istekleriyle ayrılana kadar görevde kalırlardı. Şimdiki gibi Yargıtay'da sık sık Başkan seçimi yapılmazdı. 1961 Anayasasının 139. maddesi 20/09/1971 gün ve 1488 sayılı yasa ile değiştirilerek bu uygulamaya son verildi. 139. maddesinin 4. maddesi gereğince "Yargıtay Birinci Başkanıyla İkinci Başkanlarının (Daire Başkanları) ve Cumhuriyet Başsavcısının görev süresi dört yıl" olarak belirlendi. 1730 sayılı Yargıtay Kanunuyla seçimlerin esasları saptandı ve 1973 Haziranında dört yılını dolduran başkanların seçimleri yenilendi. Böylece ilk defa 1971'de Anayasa ile kurulan sistem bugün de yürürlüktedir. 1730 sayılı Yargıtay Kanununa 25/06/1981 gün ve 2483 sayılı kanun ile eklenen geçici madde ile Cumhuriyet Başsavcıvekilliği ihdas edilmiştir. Daha sonra 2797 sayılı Kanunda da yerini almıştır.

1944-1945 yılı Adli Açış Konuşmasını Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün huzuruyla yapan Yargıtay 1.Başkanı Halil Özyörük, Adli yıl açılış konuşmasının bir gelenek haline getirilmesi konusundaki arzularını şöyle açıklamıştır;
Geçen adli yılı ilk açtığımız tarihten bugüne kadar tam bir yıl geçti. Şu anda Türkiye'nin tüm mahkemeleri tatil devresinden yeni çalışma devresine girmiş bulunuyor. Her eylül ayının altıncı günü tekerrür eden bu olay, yıllık kaza faaliyeti için bir başlangıç teşkil etmektedir. Kanunun buna işaret etmekte oluşu da kaza işlerinde modern bir Devlet için zaruri görülen ıttırâd ve mükemmeliyetin teyidi demek olur.

Adli yılın başladığı günde kaza organlarının başında gelen Temyiz Mahkemenizin bir tören yapmasından daha tabii ne olabilir?

Yurdumuz için, memleketimiz adliyesi için adli yılın başlangıç gününü takvim yaprakları arasında işaretlemek adeti pek yenidir. Hatta bu konuda bir adetten bahsetmek mümkün görülmeyebilir. Zira, biz hukuk mensupları adetten söz açtığımızda uzun zaman değişmeksizin tekrarlana gelen ve yazılı olmayan hukuk kuralını düşünürüz. Burada kasdetmek istediğim adet, tabir caiz ise (tören-adet) adı verilebilecek olan bir alışkanlıktan başka bir şey olmayacaktır.

Temyiz Mahkemesi'nin çalışma devresine girdiği günde merasimli bir toplantı yapmasından daha tabii bir şey olmayacağı ve bu toplantılarda faydalı hasbihaller yapılacağı içindir ki, bunların her yılın aynı gününde tekrarlanacağını ve böylece güzel bir meslek adetinin teessüs edeceğini söylemek benim için bir bahtiyarlık vesilesidir.

Adli yıl başlangıcı toplantılarının meslek hayatı ve meslek terbiyesi bakımlarından haiz olduğu faydalardan başka, müsbet bir takım neticeler de doğuracağından şüphe edilmemelidir.

Gerçekten, bu toplantılar bir taraftan halk kitleleri ile yüksek kaza uzvu arasında bir münasebet yaşatmak; diğer taraftan da geçmiş adli yıl içerisindeki çalışmalara dair topluca malûmatın bir arada gözden geçirilmesi bakımlarından önemli neticeler ortaya çıkarabilir.

Devamla;

Adlı yıl açılış töreni 1730 sayılı Yargıtay Kanunu ile Yasa hükmü haline gelmiştir. 52 maddede "Her adli yıl, Ankara'da Yargıtay 1. Başkanının söylevi ile açılır. Açılış söylevinin metni üzerinde daha önceden başkanlar kurulunun düşüncesi alınır" denilmiştir. 2797 sayılı Yasanın 59 maddesinde de aynı düzenleme yer almıştır.
Törenin amacı; yargının işleyişi hakkında gereken açıklamaları yaparak sorunları dile getirmek, çözüm yollarını önermektir.

Adlı yıl Açılış töreninde Yargıtay Başkanının konuşması sonrasında konuşma yapılıp yapılmayacağı hakkında yasa hükmü yoktur. 1973 yılındaki törende Yargıtay 1. Başkanının açılış konuşmasının ardından törenin bittiği düşünüldüğü sırada Barolar Birliği Başkanı kürsüye çıkarak bir konuşma yapmıştır.

Sonraki yıllarda Barolar Birliği Başkanları, Yargıtay 1.Başkanından sonra konuşma yaparak geleneği sürdürmüşlerdir.

Yargıtay 1.Başkanları, törenden önce Barolar Birliğinin konuşma metninin Yargıtay Başkanlığına gönderilmesi konusunda titizlik göstermişlerdir.

Adliye Mahkemeleri yasa gereği 20 Temmuz-6 Eylül tarihleri arasında Adli tatile girmektedir. Adli tatil ve Adlı yıl açılış töreni Fransa'dan alınmıştır. Fransa'da Yargıtay Büyük Genel Kurulunun toplanarak tören yapılması yeni adli yılın başlangıcı kabul edilmektedir.

1730 Sayılı Yargıtay Kanunu

Yargıtay'ın çalışmaları, yönetimi ve denetimi 14 Nisan 1928 gün ve 1221 sayılı Temyiz Mahkemesi Teşkilat Kanunu ile yürütülmekte idi. Yasada birçok kez değişiklik yapılmasına rağmen ihtiyaca yetmemesi, aksayan yönlerinin çokluğu sonucunda, yeni bir yasanın varlığına gereksinim duyulmuştur. 1961 Anayasasının geçici 7. maddesiyle Yargıtay Kuruluş Yasasının en geç 6 ay iç inde çıkarılması öngörülmüştür. 1730 sayılı Yargıtay Yasası 12 yıl aradan sonra 16 Mayıs 1973 tarihinde çıkarılabilmiş ve 01.06.1973 günü de yürürlüğe girmiştir.

Bu yasa ile Yargıtay'ın kuruluş, işleyiş ve görevleri yeniden düzenlenmiştir.

Hukuk ve Ceza Genel Kurulları ile dairelerin çalışmaları, Cumhuriyet Başsavcılığının kuruluş ve görevleri yeni baştan saptanmıştır. Birinci Başkanlık Divanı, yönetim kurulu, Haysiyet Divanı, Yayın İşleri Müdürlüğü gibi yeni kuruluşlara yer verilmiş ve seçimleri düzenleyen esaslar getirilmiştir. Yargıtay'ın ilk kez Genel bütçe içinde kendine ait ayrı bir bütçesi olmuştur. Bütçenin 1. derecede ita amiri Birinci Başkan olarak belirlenmiştir.
Yargıtay'ın 11 Hukuk ve 7 Ceza Dairesi olan sayısı 16 Hukuk ile 9 Ceza dairesi olarak arttırılmıştır. Birinci Başkana tanınan yetki ve tasarrufların bir bölümü (çok acele işler hariç olmak üzere) Birinci Başkanlık divanı ile yönetim kuruluna aktarılmıştır. Biri Hukuk diğeri Ceza Daireleri Başkan ve Üyeleri arasından seçilecek iki Birinci Başkan vekilliği ilk kez 1730 sayılı yasada yer almıştır.

Hukuk ve Ceza Genel Kurullarının çalışmasını kolaylaştıracak toplanan ve karar yeter sayılarının yeniden düzenlenmesi sonucu çalışmalarına ivme kazandırılmıştır.

1971 yılında Anayasa'da yapılan bir değişiklikle Divan-ı Ahkam-ı Adliye'den itibaren uygulanan bir sisteme son verilmişti. 1971 yılına kadar Yargıtay Başkan, Başsavcı ve Daire Başkanları emekli olana veya kendi istekleriyle ayrılana kadar görevlerinde kalırlardı. 1961 Anayasasının 139. maddesi 20.09.1971 gün ve 1488 sayılı yasa ile değiştirilerek bu uygulamaya son verilmiştir. 139. maddesinin 4. fıkrası ile Yargıtay Birinci Başkanıyla ikinci Başkalarının ve Cumhuriyet savcısının görev süreleri dört yılla sınırlandırılmıştır. 1730 sayılı Yargıtay Kanunuyla seçimlerin esasları saptanarak 1973 Haziranında dört yılını dolduran Başkanların seçimleri yenilenmiştir. Böylece ilk defa 1971'de Anayasa ile konulan görev süresi 4 yılla sınırlama sistemi bugünde yürürlüktedir. Yeni daireler çalışmaya başlayarak Anayasanın 13 ve Yargıtay Yasasının 50. maddeleri gözetilerek ve anılan maddelere ters düşmeyen, Yargıtay çalışmalarını düzenleyen İç Yönetmelik yapılmıştır. 1973 yılı ekim ayında yeni kurulan dairelere 42 Yargıtay Üyesi seçilerek görevlerine başlamışlardır. 1974 yılında Yargıtay üye mevcudu Birinci Başkan, Cumhuriyet Başsavcısı, Başkanlar dahil 202 kişiydi. Bunun 14'ü Yüksek Hakimler Kurulunda görevliydi. Tetkik Hakimi sayısı ise 147 kişiydi. Dosya sayısının geçmiş yıllarla kıyaslandığında ise; 1945 yılında (101.413) Daire sayısı 12, 1959'da (180.796) Daire sayısı 16, 1968'de (200.986) Daire sayısı 18, 1973 yılında gelen dosya sayısı (270.842) daire sayısı ise 24'e çıkarılmıştır. 1730 sayılı Yargıtay kararına 25.06.1981 gün ve 2483 sayılı kanunla eklenen geçici madde ile Cumhuriyet Başsavcıvekilliği ihdas edilmiştir. Cumhuriyet Başsavcıvekilliği 1982 Anayasasına girmiş ve daha sonra çıkarılan 2797 sayılı Yargıtay Kanununda da yerini almıştır.

İlk defa Yargıtay Daireleri Hukuk ve Ceza olarak numaralanmış ve her dairenin görevleri ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Ayrıca görev alanları da yeni dairelerin kurulması ile yeniden belirlenmiştir.

1730 sayılı yasa ile döner sermayeye bağlı yayın işleri müdürlüğü Tasnif ve Yayın Kurulları oluşturulmuştur.

Daha sonra 1983 yılında yürürlüğe giren ve bugün yürürlükte olan 2797 sayılı Yargıtay Yasasının kabul ettiği pekçok hüküm 1730 sayılı yasadan alınmıştır.

Yargıtay'da 1221 sayılı yasada olduğu gibi her dairede Büyük Genel Kurulunca seçilen İkinci Başkan (Daire Başkanı) ile Birinci Başkanlık divanınca görevlendirilen yeteri kadar üye bulunur. 1221 sayılı yasada bir yedek üye sınırlaması 1730 sayılı yasa ile Başkanlık Divanın taktirine bırakılmıştır.

Hukuk ve Ceza Genel Kurullarında 834 sayılı yasa zamanında karar vermek için üçte iki çoğunluğun sağlanması gerekli iken 1221 sayılı yasa zamanında "salt çoğunluk" yeterli sayılmış ve bu Kurulların toplanması ve karar vermesi kolaylaştırılmıştır. Oysa önceden toplantı yeter sayısı bulunduktan sonra bile katılanların üçte ikisinin oyu ile karar alınabiliyordu. Bu yüzden Genel Kurullar gerektiği gibi çalışamıyordu. 1971 ve 1972 yıllarında Hukuk Genel Kurulunda ikibini aşkın dosya tetkik edilmek üzere sıra beklemekteydi. 1730 sayılı yasa ile toplanma yeter sayısı indirilmiştir.

YARGITAY BİNALARI.,

İstanbul'un işgali üzerine birçok kurum gibi Temyiz Mahkemesi de görevini yapamayacak hale gelince, yeni bir Temyiz Mahkemesinin kurulması kaçınılmaz olmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti 02.06.1336 tarihinde Sivas'ta Geçici Temyiz Heyetinin oluşturulması hakkında Meclise dokuz maddelik kanun tasarısı vermiştir. Kanun tasarısında geçici temyiz heyetinin biran evvel teşkili için hilafet makamının ve Osmanlı Saltanatının işgali nedeniyle mahkeme-i temyize dosya sevkinin zor olduğu sebep olarak gösterilmişse de, kanun tasarısının mecliste görüşülmesi sırasında Sivas'ta veya Ankara'da görev yapması konusunda uzun tartışmaların olduğu, Temyiz Mahkemesinin Sivas'ta kurulmasını isteyenlerin gerekçesi, Sivas'ın daha doğuda olması nedeniyle ulaşımın kolaylığı ve daha merkezi durumda bulunmasıydı. Sivas'a dosya veya evrakın daha kısa zamanda ulaşacağı bu nedenle yargılamanın daha hızlı ve çabuk olacağı ayrıca Temyiz Mahkemesinin Ankara'da olması halinde hükümetin, Temyiz Mahkemesi yargıçlarının mütalâ ve oylarını etkileme olasılığı bulunduğunu ileri sürüyorlardı.

Temyiz Mahkemesinin Ankara'da görev yapmasını isteyenlerin en büyük kozu divanı âli'nin toplanmasına lüzum görüldüğü taktirde Sivas-Ankara geliş gidişlerinin zorluğuydu.

Uzun tartışmalardan sonra Temyiz Mahkemesinin Sivas'ta kurulması çoğunluk kararı ile kabul edilerek 7 Haziran 1920 tarihinde 14 nolu kanun ile yürürlüğe girdi. Böylece Sivas'ta geçici temyiz heyeti kurulmuş oldu. Şeri'ye hukuk, ceza ve istida olmak üzere dört daire oluşturuldu. Her dairede bir reis dört üye ve ayrıca bir Başsavcı ile iki Başsavcı vekili bulunmaktaydı. Böylece tarihimizde ilk ve son olarak İstanbul ve Sivas'ta iki ayrı yerde görev yapan Temyiz Mahkemesi örneği yaşandı.

Kurtuluş savaşının kazanılması ile birlikte işgal altında bulunan batıdaki şehirlerin geri alınması Sivas'ın merkeziyetini kaybettirmeye başladı. İstanbul, İzmir ve Edirne bölgesindeki davaların çok fazla olması, Temyiz Mahkemesinin Sivas'tan taşınmasının gündeme gelmesine yol açtı. Gecikmelere öncelikle hukuk davalarının çokluğu sebep olmaktaydı. Ceza davaları istida ve ceza dairelerinde görülebilirken, hukuk ve ticaret mahkemelerinden verilen kararlara yalnız Temyiz Mahkemesinin hukuk dairesince bakılmaktaydı. Sonuç olarak; Temyiz Mahkemesinin kuruluşunda belirlenilen amaç iş çokluğu ve ciddi inceleme yapılmasına vakit bulunamaması nedeniyle gerçekleştirilemiyordu.

İstanbul ve Sivas'ta iki ayrı yerde iki temyiz mahkemesinin var oluşu İstanbul'un Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin eline geçmesi ile sonlandı. Sivas'taki Temyiz heyeti de ulaşım olanaklarının kısıtlı oluşu adaletin gecikmesine sebep olduğu gerekçe gösterilerek Eskişehir'in coğrafi durumu özellikle demiryollarının kavşak noktasında bulunması, kuruluş aşamasında Yargı'nın siyasi çevre dışında kalmasına özen gösterilmesi, hızlı ulaşım sağlayacağı düşünülerek 14.11.1923 tarih 371 sayılı yasa ile Eskişehir'e taşındı ve Eskişehir'deki görevini 1935 tarihine kadar sürdürdü. Yeni Türkiye Cumhuriyetinin başkentinin Ankara oluşu ve tüm devlet kuruluşlarının burada bulunması nedeniyle, 10.06.1935 tarih ve 2769 sayılı yasa kapsamında Ankara'ya devlet binalarının yeraldığı Bakanlıklardaki Avusturyalı mimar Prof. Clemens Holzmeister yaptığı o günlere göre çok modern binasına taşındı.

Ankara, Eskişehir ve Sivas'da yaşamını sürdürdüğü dönemdeki binalarına gelince; Osmanlı Yargıtayı 1933 yılında yanan binanın üçüncü katında çalışırdı. Aynı katta ayrıca Adliye Nazırlığı orta katta İstanbul mahkemeleri alt katta ise İstanbul Valiliği yer alırdı. Cumhuriyet döneminde adliye sarayı olarak kullanılan binanın arsası Ayasofya camiinin denize bakan bölümündedir.

Sivas'taki muvakkat Temyiz Heyetinin görev yaptığı bina bugün mevcut değildir. Eskişehir Temyiz mahkemesinin çalıştığı bina ise bugün Eskişehir Hacı Süleyman Çakır Kız Lisesinin yanında, Töre Sokağında yer aldığı ve o yıllardaki binanın yıkılıp yeniden yapılarak Adalet İlkokulu olarak hizmet verdiği, ancak binanın müracaat veya nizamiye olarak adlandırılan eklentisinin muhafaza edilerek bugünlere geldiği, bugünkü adresinin Eskişehir ili Arifiye mahallesi okullar Sok. No: 2 olduğu, binanın 5x5 ebadında iki, 4x6 ebadında 1 odası olan bina, Eskişehir kültür ve tabiat varlıklarını koruma kurulu müdürlüğüne tahsis edilmiş ve revizyon görmüş olan bina bugün müze olarak kullanılmaktadır.

Ankara'daki binamızın tarihsel sürecini incelediğimizde; Daha önce açıklandığı gibi Avusturyalı mimar Prof. Clemens Holzmeister tarafından yapılmıştır. Yeni başkentin yönetim yapılarını projelendirmek üzere 1927 yılında Türkiye'ye davet edilen Holzmeister, 1936 yılına kadar ard arda Türkiye Cumhuriyetinin yeni binalarını (13 bina) yaptığı, 1938 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi projesini gerçekleştirmesi için Atatürk tarafından görevlendirildiğinde, Hitler'in birliklerinin Avusturya'yı işgale hazırlandığı bilgisi gelmesi üzerine Avusturya'nın bağımsızlığı için mücadele eden hükümeti destekleyişi nedeniyle Viyana'daki görevinden uzaklaştırıldı. İkinci Dünya savaşı yıllarında Türkiye'ye sığınan yüzlerce aydın arasına katıldı. 1938-1954 yılları arasında İstanbul ve Ankara'da mimari proje çalışmalarını sürdürdü. İTÜ Mimarlık Fakültesi'nin öğretim kadrosunda yer alarak, yeni mimar kuşaklarının yetişmesinde katkıda bulundu. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin uluslararası proje yarışmasını da kazanmasıyla devletin "Resmi Mimarı" konumuna geldi. Ankara için ilk projelerini, Viyana Güzel Sanatlar Akademisi ile Düseldorf Güzel Sanatlar Akademisi'nde profesör olduğu ve uluslararası mimarlık pratiğini yürüttüğü dönemde gerçekleştirdi.

Türkiye ile bağlarını hiç koparmayan Holzmeister, en son ziyaretini TBMM kompleksi içinde yapılacak ek binalar için görüşüne başvurulduğu 1978 yılında yaptı. Ülkesinde, alanında çok popüler olan Clemens Holzmeisteri ünlendiren eserleri arasında Avusturya ve Almanya'da inşa ettiği modern kiliseler ve Salzburg festival sarayının yenileme ve genişletme projeleri yer alır.

CLEMENS HOLZMEISTER'İN TÜRKİYE'DE GERÇEKLEŞTİRDİĞİ ESERLER,

   1. Avusturya Sefareti
   2. Çalışma Bakanlığı (şu anda Bayındırlık Bakanlığı)
   3. Emlak Bankası
   4. Gazi Evi / Cumhurbaşkanlığı Köşkü
   5. Genelkurmay Başkanlığı
   6. Güven Anıtı (Heykel: Anton Hanak and Josef Thorak)
   7. Harbokulu
   8. İçişleri Bakanlığı (ve Vilayetler Meydanı)
   9. İktisat ve Ziraat Bk. (Ticaret Bk., şu anda Yargıtay ek binası)
  10. Merkez Bankası
  11. Milli Savunma Bakanlığı
  12. Ordu Evi
  13. TBMM
  14. Yargıtay

Binalarının projelerine imza atan Holzmeister için Avusturya Güzel Sanatlar Akademisi öğretim görevlileri ve öğrencileri Türkiye'ye gelerek büyük mimarın eserlerini incelemektedirler. 
En son öğrencileri Behruz Çivici ve Prof.Dr.Holzbaver ile birlikte Avusturya'lı mimarların oluşturduğu 27 kişilik heyet mimarın Ankara'daki binalarını yerinde görmek amacıyla 12 Nisan 2003 yılında gezi programı kapsamında Yargıtayımızı da ziyaret etmişlerdir.

Ayrıca; mimarın onuruna "Tarihin dönüm noktalarında bir mimar-Clemens Holzmeıster - adıyla Ekim 2001 tarihinde Türkiye-Avusturya işbirliği ile düzenlenen TBMM'sinde açılan ve Türkiye'nin muhtelif yerlerinde tekrarlanan sergi sırasında Yargıtaydaki çalışmaları sürdüren ODTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Aydan Balamir bize, yaşadığımız mekanın mimarını tanımamız konusunda önemli bilgiler vermiştir. Yargıtay "ek" binamızın korunup, değişiklik yapılmaması nedeni ile geçmişle bağlantısını sürdürdüğü, konuk ettiğimiz Avusturyalı mimarların gösterdiği mesleki ilgi ve incelemelerinden de anlaşılmıştır. Kayda geçen çalışmalarının sayısı 673 olan Holzmeıster'ın mimarlığa adanmış yaşamı 1983 de 97 yaşında sonlanmıştır.

Yargıtay tarafından şu an kullanılan binalara gelince;

İlk ana bina 1933-1935 yılları arasında Prof. Clemens Holzmeister tarafından on altı lira birim fiyattan hesaplanarak altı yüzbin lira maliyetle Alman Neo-Klasizm tarzına yaklaşan mimarı üslupla tamamlanmıştır. 1935 yılında ilk taşınmada Yargıtaydan başka Adalet Bakanlığı, Askeri Yargıtayın birlikte kullandıkları geçen yıllar içinde yetersiz kalınca Bakanlık ve Askeri Yargıtay kendi binalarına taşınmışlar ancak yine de çözüm olamayınca, 1956-1958 yılları arasında orjinali iki kat olan binaya bir 3.kat ilave edilmiştir. Yargıtayda artan iş hacmi nedeniyle kadro ve daire ilavesi olunca Avusturyalı mimar Holzmeıster'ın 1955 yılında Adli yıl açılışı ve yüce divan yargılamaları için özenle yaptığı mimarlık şaheseri olan "Kubbe altı" olarak adlandırılan bölüm, 1960'lı yıllarda şu anda orta bina konferans ve Genel Kurul binalarının yapımı için yıkılmıştır. O yıllarda Adli Yıl açılışlarında, Askeri Bandonun kubbe altında çaldığı İstiklal Marşı ve Askeri Marşlar eşliğinde gelen konuklar karşılanır, ana binanın giriş protokolünün ihtişamı ve kubbe altının genişliği birleştiğinde muhteşem bir görüntünün oluştuğunu büyüklerimizden sıkça dinleyerek, o ihtişamı görememenin burukluğunu yaşamaktayız. Kubbealtı bölümünün yıkılıp mimari yapı olarak diğer binalarla uyum göstermeyen Genel Kurul ve Konferans salonlarının bulunduğu binanın yapılması üzücüdür. Yüksek Hakimler Kurulu 887 sayılı kanun ile Yargıtaya 30 üye kadrosu ilave edince, 1967 de bitirilen ve hizmete açılan orta bina da yetersiz kalmıştır.

Ancak kadro artırımı nedeni ile hizmete açıldığı anda yetersiz kalan binanın sekiz kat yapılması planlanmış, inşaat ona göre yürütülmüş ancak imar heyetinin yüksekliğe sınır getirmesi nedeniyle dört katta bırakılmıştır. İmar heyetinin bu kararı Danıştay tarafından bozulmuştur. Bugün orta bina olarak nitelenen bölüm 5 katlıdır.

Adli yıl açılış konuşmalarında sıkça "bina yetersizliğimiz" yinelenmiştir. Yargıtay Başkanlarımızdan Cevdet Menteş 1973-1974 Adli yıl açılışında tetkik hakimi kadrosunun yetersizliği nedeniyle 50 tetkik hakimi kadrosu istendiği, kadronun verildiğini ancak bu kez de bina sorunu ile karşılaşıldığını. Dosyaları okuyan, takrir eden, düşüncesini de bildirme zorunluluğu olduğu kabul edilen tetkik hakimlerinin binaya yerleştirilmesinde zorluk çekildiğini, bir odada 3-4 kişi oturmak zorunda bırakıldıklarını, binanın hava boşlukları ve depolarının dahi odaya dönüştürüldüğünü yine de yerleşimi sağlayamadıklarını açıklayarak, Dairelerinde çalışmak isteyen hakimleri evlerinde dosya okumaya zorlamanın, onları sınırlandırmak olduğunu, evde çalışmalarının sakıncaları da olduğunu, dosyaların odacı ve mübaşirler tarafından evlere gönderilip, tekrar geri getirilmesinin güçlüğü, dosya kaybı riski olduğu bu durumda inşaasına başlanan ek iki katın da yetmiyeceğini. Toplantı ve duruşma salonlarının inşaatının da yarım olduğunu Yüce Yargıtay'a yakışır bir bina yapılıncaya kadar en uygun yerin Yargıtay binasının arkasında bulunan tarafına bakan Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığına ait bina olduğunu açıklamıştır.

Cevdet Menteş, 1975-1976 Adli yıl açılışında Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığına ait binanın üstten iki katının boşaltılarak Yargıtaya verildiğini ancak bina yetersizliğinin devam ettiğini bildirmiştir.

1943 yılından itibaren köklü ve güzel bir gelenek olarak başlayan 1973 yılından bu yana Yargıtay yasası gereği yürütülen Adli yıl açılışları önceleri Ankara Hukuk Fakültesi Salonunda yapılmıştır. 1955 yılındaki tören sonradan yıkılan Kubbealtı bölümünde yapılmış, Konferans Salonu Genel Kurul Salonlarının hizmete açılması nedeniyle 1977-1978 Adli yıl açılış töreni ilk defa Yargıtay binası içinde yapılmıştır.

Yargıtay 1.Başkanı Cevdet Menteş tarafından ve Yargıtay binası içinde yapılma geleneği 2001-2002 Adli yıl açılışı ODTÜ Kemal Kurdaş Salonunda yapılması dışında hep sürdürülmüştür. Sonrasında Atatürk Bulvarı üzerinde yer alan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına ait bina (Enerji binası olarak anılır) alınarak, sonradan eklenen koridorlar ve üst geçitle ana binaya bağlanmıştır.

1990'lı yıllarda yeni dairelerin kurulması nedeniyle kadro artışı gündeme geldiğinde bu kez Prof. Clemens Holzmeister'e aynı yıllarda onaltı lira birim fiyatla yaptırılan, ancak ana binadan daha yüksek maliyet olan yediyüz ellibin liraya mal edilen, önceleri Ticaret Bakanlığının sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarlığı binası olarak kullanılan tarihi bina Başbakanlığın 10 Ekim 1990 günlü yazısı ve tahsisi ile birlikte kullanılmaya başlanılmıştır. Şu anda Yargıtay tetkik hakimleri tarafından kullanılmaktadır. Her kadro arttırımında yapı eklenmesi ve eklentilerin koridor ve köprülerle birbirine bağlanması sonucu Yargıtay binası labirente dönüşmüştür. Aynı mimari üslupla, Başbakanlık binası Mimar Sedat Hakkı Erdem; Adalet Bakanlığı binası ise Mimar Bedri Tümay tarafından yapılmıştır.

Yargıtay Cumhuriyet Savcılarına Başbakanlık tarafından 4483 sayılı yasa ile üst düzey kamu görevlilerinin görevleri sırasında işledikleri suçların soruşturulması nın Yargıtay C.Başsavcılığına verilmesi ve bina yetersizliği nedeniyle 06.03.2000 tarihinde Kavaklıdere'de Atatürk Bulvarı üzerinde yer alan dört katlı, öncesinde TRT'nin bulunduğu bina tahsis edilmiştir.

YARGITAY ONUR GÜNÜ

08/02/1983 gün ve 2797 sayılı yürürlükteki Yargıtay Kanununun 65. Maddesi "Her yılın Temmuz ayının birinci günü Yargıtay onur günü olarak kabul edilmişti. 
O dönem içinde emekliye ayrılan Yargıtay Birinci Başkanı, Başkan vekilleri, Daire Başkanları ve Üyeleri ile, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Baş savcı vekili onuruna Birinci Başkanlıkça belirlenen yerde düzenlenecek gecede, kendilerine törenle onur belgesi ile geçmiş hizmetlerini simgeleyen birer armağan verilirdi. Bu amaçla yapılacak tören ile armağanların giderini karşılamak üzere, her yıl Yargıtay bütçesine yeterli ödenek konulurdu". 
Yargıtay Birinci Başkanlık kurulunun 27/02/1992 gün ve 12 sayılı kararıyla; 1 Temmuz gününün Yargıtay'ın kuruluş tarihi ile ilgisi olmadığı, Yargıtay Kanununun çıkarıldığı yıllarda, Yargıtay üyelerinin büyük çoğunluğunun nüfus kütüklerinde doğum günlerinin ay ve gün olarak belirtilmemesi nedeniyle kural olarak her yılın 1 Temmuz gününde emekliye ayrıldıkları belirtilerek, 1 Temmuz gününün Yargıtay Kanununun 65. maddesindeki düzenlemeyle " Onur günü " olarak saptandığı, ancak sonraki yıllarda, üyelerin büyük çoğunluğunun nüfus kütüklerinin de doğumlarının "ay ve gün" olarak belirtilmesi nedeniyle "1 Temmuz" tarihinin amacının ortadan kalmış olduğu gerekçe gösterilerek, 1 Temmuz'da yapılan "onur günü" töreninin Adli Yıl açılış tarihi olan 6 Eylül gününe alınmasının uygun olduğuna karar verilmiştir.

En son 1990 yılında düzenlenen Onur gününde önce kendi istekleri veya yasal yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılan Başkan ve Üyeler onuruna Yargıtay konferans salonunda Yargıtay 1. Başkanının kısa bir konuşması ile töreni başlatmasının ardından emekliye ayrılanlara şükran plaketi verilerek, onur günü uygulamasından vazgeçilmiş ve onur günü ile yeni adli yıl açılışı birleştirilmek suretiyle 07.09.1992'de iki tören bir arada yapılmıştır.     

https://www.yargitay.gov.tr/sayfa/tarihce/563

***