Prof. Dr. Atilla SANDIKLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Atilla SANDIKLI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2020 Pazar

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 4

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 4



3. Orta Doğu’daki Gelişmeler 

İnsani müdahale söylemleriyle Afganistan ve Irak Savaşları; Arap Baharı kapsamında halk ayaklanmaları, iç savaşlar ve müdahaleler Orta Doğu’yu 
adeta bir bataklığa dönüştürmüştür. Ülkelerin içlerindeki iktidar mücadeleleri, bölgesel güçlerin rekabetleri ve küresel güçlerin hegemonya savaşları farklı 
amaçlarla farklı ittifakların oluşmasına neden olmaktadır. 

< Rusya ve Çin’in öncülük ettiği; Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın da üye olduğu Şangay İşbirliği Örgütü; 2016 yılında Pakistan ve Hindistan’ın katılımıyla daha da güçlenmektedir. >

Orta Doğu’daki gelişmeleri, nedenleri ve ittifakları anlayabilmek için devletlerin hedeflerini bilmek faydalı olacaktır. Orta Doğu’da siyasi ve/veya ekonomik 
nüfuz mücadelesinin tarafları ABD, İngiltere, Rusya, Fransa ve Almanya; bölgesel nüfuz alanlarını ve etkilerini genişletmeye çalışan bölgesel güçler 
Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan ve İsrail’dir. 

< ABD ve Batı karşısında adeta yeni bir kutup oluşmaktadır. >

ABD’nin Orta Doğu politikasının hedefleri; enerji kaynakları ve ulaşım yollarını kontrol etmek, Batı yanlısı yönetimlerin ve değerlerin bölgeye yerleşmesini 
sağlamak, bölge dışı veya bölgeden bir devletin hâkim bir güç olarak bölgede nüfuzunu geliştirmesine engel olmak, Araplar arasında birliğe mani 
olmak ve İsrail’in güvenliğini sağlamaktır.49 

Rusya’nın tarihsel hedefi sıcak denizlere inmektir. Rusya Çarlık döneminden bu yana yayılmacı bir siyaset izlemektedir. Gürcistan ve Ukrayna krizleri ile 
Karadeniz’de etki alanını geliştiren Rusya, 2015 yılında Suriye’deki askeri varlığını artırmış ve Doğu Akdeniz’e yerleşmiştir. Ayrıca İran ile işbirliğini 
geliştirerek Irak ve Lübnan üzerinde nüfuz sahibi olmuştur. Bu gelişme Şangay İşbirliği Örgütü ile birlikte düşünüldüğünde, Rusya’nın Pasifik’ten Doğu 
Akdeniz’e kadar uzanan bir bölgede ABD ve Batı karşıtı bir blok oluşturmaya çalıştığı görülmektedir.50 

Fransa tarihsel nüfuz alanı olan Suriye ve Lübnan’da etkinliğini devam ettirmeyi istemektedir. Almanya ise geçmişteki hayalleri doğrultusunda bölgede 
nüfuz kurabilecek yapılar oluşturmaya çalışmaktadır. 

İsrail Arap dünyasının birlik oluşturmasını engellemek ve parçalanmış bir durumda kalmasını sağlamak, bölgede kendisini hedef alan devletler ve terör 
örgütlerinin gelişmesini, nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar elde etmesini önlemek istemektedir. 

İran, Şii Hilali olarak adlandırılan Şii nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgede nüfuzunu artırmaya çalışmaktadır. Tahran ayrıca Batı ve İsrail karşıtı politikalar 
uygulamaktadır. Suudi Arabistan ise petrol gelirlerinden istifade ederek Vehhabilik hareketi vasıtasıyla bölgedeki nüfuzunu geliştirmektedir. Riyad 
özellikle İran’ın, Basra Körfez’i bölgesindeki etkinliğini zayıflatmak için çaba göstermektedir. 

Türkiye ise 2000’li yılların başlarından itibaren bölgeye özgü entegrasyon girişimlerinde bulunmuş, ancak Arap Baharı ile birlikte bu girişimler sonuçsuz 
kalmıştır. Arap Baharıyla birlikte bu politikalar revize edilerek Orta Doğu’daki gelişmelere paralel ve ağırlıklı olarak mezhep çatışmalarının etkisinde, 
Müslüman Kardeşler ve HAMAS gibi örgütlere sempati ile yaklaşan bir politika izlenmiştir. Bu uygulamalar Orta Doğu’daki cepheleşmelerin dolaylı 
olarak içine girilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu çerçevede Suriye ve Irak’taki gelişmeler başta olmak üzere; İran’la örtülü, Mısır’la askeri müdahale nedeniyle 
açık, İsrail ile Gazze ve Mavi Marmara olayı nedeniyle bariz, Suriye ile sınırımıza bitişik etnik ve mezhepsel iç savaş nedeniyle hasmane bir tutum 
içine girilmiştir. 

4. 2000’li Yıllar 

2000’li yılların başından itibaren Türkiye, Orta Doğu’nun değişen siyasi konjonktürü çerçevesinde “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesinin başka bir ifadesi 
olarak değerlendirilebilecek komşularla sıfır sorun, yüksek düzeyli işbirliği konseyleri ve diplomaside ılımlı bir üslupla bölgedeki etkinliğini artırmıştır. 
Bunlara ilaveten; özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa gibi Batı dünyasınca önemsenen ve benimsenen temel prensiplere uygun politikalarla, Batı dünyası ve müttefikleri nezdinde de prestij kazanmıştır. 

Türkiye, AB ve ABD ile ilişkilerini geliştirmiş ve aynı zamanda Rusya ile de yakınlaşmıştır. Asya, Afrika ve Latin Amerika açılımları ile dünyaya açılmış; 
Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerinde komşularla ilişkilerini derinleştirmiştir. Stratejik işbirlikleri tesis ederek Orta Doğu’ya özgü 
entegrasyon çalışmaları yapan Türkiye, bölgesel sorunların çözümünde etkin rol almaya başlamıştır. 

<  Türkiye ise 2000’li yılların başlarından itibaren bölgeye özgü entegrasyon girişimlerinde bulunmuştur, >

Köklü sorunların bulunduğu bölgede önemli görüş farklılıklarına sahip birçok ülkenin nadir ortak paydalarından birisi, Türkiye’ye duydukları güven 
olmuştur. Türkiye’nin ekonomik kalkınma ve demokrasi alanında kaydettiği ilerleme, dış ilişkilerindeki hareket sahasını ve etki gücünü artırmıştır. Vizyoner 
yaklaşım ile Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinin tecrübesi olumlu bir sinerji yaratmış, çıkarlar ve değerler gerçekçi değerlendirmeler ile pragmatik uygulamalara dönüştürülmüştür. Vizyon ve reel politika optimali, Türkiye’nin yakın çevresinde sorunları tamamen çözemese de barış ve istikrar kuşağı oluşturulmasına katkı sağlamıştır. 

Yunanistan’la 1999’da başlatılan diyalog süreci, Ege sorunlarına ilişkin istikşafi görüşmeler, güven artırıcı önlemler, Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi ve 
üst düzey temaslar aracılığıyla işbirliğine dönüştürülmüştür. Bulgaristan ve Romanya’yla ilişkiler ileri bir seviyeye taşınmış, sorunlar çözülmüş ve eko
nomik ilişkiler geliştirilmiş, bu ülkelerin NATO üyeliğine destek verilmiştir. Ukrayna ile ilişkilerde bir sıçrama yaşanmış ve ticaret hacmi son 10 yılda beş 
kat artmıştır. İki ülke arasında vizeler kaldırılmış ve Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmuştur. Rusya Federasyonu’yla ilişkiler 1990’lı yılların 
başından itibaren ivme kazanmış, işbirliğinde “çok boyutlu güçlendirilmiş ortaklık” seviyesine ulaşılmıştır. Rusya ile 2010 yılında Üst Düzeyli İşbirliği 
Konseyi oluşturulmuş, vizelerin karşılıklı olarak kaldırılması ikili ilişkilerin gelişmesi için önemli bir fırsat ve potansiyel yaratmıştır.51 

< 2000’li yılların başından itibaren Türkiye, Orta Doğu’nun değişen siyasi konjonktürü çerçevesinde “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesinin başka bir ifadesi olarak değerlendirilebilecek komşularla sıfır sorun, yüksek düzeyli işbirliği konseyleri ve diplomaside ılımlı bir üslupla bölgedeki etkinliğini artırmıştır. >

Kafkasya ülkelerinin toprak bütünlüklerinin korunması, bölgedeki sorunların barışçıl yollardan çözüme kavuşturulması ve bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi 
için politikalar uygulanmıştır. Bu kapsamda Türkiye, Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu girişiminde bulunmuş, bölgede bir diyalog ve güven ortamı oluştur maya çalışmıştır. Tarihi ve kültürel yakınlık bulunan Azerbaycan’la ilişkiler kuvvetlendirilmiştir. Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunması yönünde 
söylemler sürdürülürken, Abhazya ile Güney Osetya ihtilaflarına çözüm bulunmasına yönelik politikalar geliştirilmiştir. Güney Kafkasya’da sürdürülebilir 
bir barış ortamının sağlanması amacıyla, 2009 yılında Ermenistan’la zorlu görüşmelerden sonra iki önemli Protokol imzalanmıştır.52 
Protokollerin onay sürecinde ilerleme sağlanamasa da geleceğe yönelik umutlar artmıştır. 

Orta Doğu politikasını bağımsızlık, Batı karşıtlığı ve bölgesel liderlik hedef ve prensipleri doğrultusunda geliştiren İran ile siyasi, ekonomik ve ticari 
ilişkiler karşılıklı fayda sağlayacak şekilde hızla geliştirilmiştir. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2000 yılında 1 milyar dolarken 2005 yılında 4 milyar dolara, 2011 yılında ise 14,9 milyar dolara yükselmiştir.53 İran’ın uluslararası toplumda endişe yaratan nükleer programı yakından izlenmiş ve meselenin diplomatik ve barışçıl yollardan çözümüne yönelik girişimler aralıksız sürdürülmüştür. 

Bu dönemde en önemli bölgesel gelişme 2003 yılında Irak’ta yaşanmıştır. ABD, Orta Doğu’da yeni bir düzen oluşturmak maksadıyla, BM’nin uyguladığı silah denetimine uymadığı ve gizli bir şekilde kitle imha silahları ürettiği gerekçesiyle, askeri bir harekâtla Irak’ta Saddam Hüseyin rejimini devirmeyi hedeflemiştir. Türkiye bu harekâtın olumsuz etkilerini en aza indirmek için gönülsüz de olsa ABD ile işbirliği yapmak zorunda kalmıştır. Türkiye’de savaşa destek verilmesi konusunda kararsızlık yaşanması nedeniyle ABD’nin 

< Vizyoner yaklaşım ile Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinin tecrübesi olumlu bir sinerji yaratmış, çıkarlar ve değerler gerçekçi değerlendirmeler ile pragmatik uygulamalara dönüştürülmüştür. >

Türkiye üzerinden kuzey cephesi açmasını ve Türk askerinin de Irak’a girmesini öngören tezkere TBMM’de kabul edilmemiştir. 

Türkiye, ABD tarafından belirlenen senaryonun oyuncusu olmak istememiş, bunun sonucu olarak ABD ile ilişkilerde kriz yaşanmaya başlanmıştır. Krizin 
derinleşmesini önlemek için Türk hava sahasının ABD uçaklarına açılmasını ve Türk askerinin Irak’a gönderilmesini öngören ikinci tezkere TBMM’de kabul 
edilmiştir. Fakat ABD askeri harekâtı sadece güneyden gerçekleştirmiş ve Türk askerleri Irak’a girmemiştir. Müttefiklerle birlikte hareket edilmemesinin 
maliyeti ise daha sonra ortaya çıkmıştır. ABD yetkilileri Irak’ta karşılaşılan uzun süreli direnişi Türkiye üzerinden cephe açılmamasına bağlamış ve Türkiye’yi suçlamış, ABD-Türkiye gerilimi Süleymaniye’de 10 Türk askerinin başına çuval geçirilmesi ve gözaltına alınması boyutuna kadar ulaşmıştır. 

Irak’ın kuzeyindeki otorite boşluğunu değerlendiren PKK terör örgütü bu dönemde yeniden silahlı eylemlere başlamış ve Kürdistan Topluluklar Birliği’ni 
(KCK) teşkil ederek bölgede devletleşmeye yönelik örgütlenmiştir. 

Türkiye, Irak’ın işgali sürecinde gücünü olduğundan büyük değerlendirmiş, düzen kurucu ülke olarak gelişmeleri kendisinin yönlendirebileceğine 
inanmış, ancak tam tersi bir sonuçla karşı karşıya kalmıştır. Müttefiklerle beraber hareket edilmediği takdirde düzen kurmak bir yana Türkiye’nin bölgedeki gelişmeleri dahi yönlendiremediği gözlemlenmiştir. Ankara bu nedenle ABD ile ilişkilerini düzeltmeye çalışmıştır. ABD’nin terörizmin ideolojik kaynağını 
kurutmak, Orta Doğu’da ekonomik, sosyal, siyasal, güvenlik, hukuk vb. alanlarda reformlar yaparak sorunları çözmek ve demokrasinin gelişmesini sağlamak maksadıyla uygulamaya koyduğunu belirttiği Büyük Orta Doğu Projesi, Türkiye’nin bu girişimi için uygun ortamı sağlamıştır. Türkiye bu projede eş 
başkan olarak önemli sorumluluklar almıştır. Türkiye ayrıca Batı ile İslam dünyası arasındaki gerilimleri azaltmak ve farklı medeniyetlerin benimsediği 
ortak değerlere dikkat çekmek maksadıyla İspanya ile birlikte Medeniyetler İttifakı Projesi’ne eş başkanlık yapmıştır. Bu dönemde AB ile müzakere süreci 
başlatılarak reformlara ağırlık verilmiş, Türk siyasal ve hukuk sisteminin Batılı normlara uygun hale getirilmesine yönelik adımlar atılmıştır. Neticede bu projeler ve adımlarla Türkiye’nin ABD ve Batı ile ilişkileri düzelmeye ve Orta Doğu’daki etkinliği artmaya başlamıştır. 

< Vizyon ve reel politika optimali, Türkiye’nin yakın çevresinde sorunları tamamen çözemese de barış ve istikrar kuşağı oluş turulmasında önemli katkılar sağladı. >

Bu dönemde Irak’taki tüm siyasi gruplarla iyi ilişkiler kurulmuştur. Türkiye, Irak’ın, siyasi birliği ve toprak bütünlüğü konusunda yoğun çaba harcamış, 
etnik ve mezhepsel gerilimlerin çatışmaya dönüşmemesi için taraflar arasında uzlaştırıcı bir rol oynamıştır. Irak’ın kuzeyindeki özerk bölge yönetimiyle 
zaman zaman sorunlar yaşansa da sonunda uzlaşma sağlanmış ve kültürel, ekonomik ve ticari ilişkiler geliştirilmiştir. Türkiye’nin girişimiyle başlatılmış 
olan “Irak’a Komşu Ülkeler Süreci” ile ilk etapta Irak’ın komşularının, ardından ilgili ülke ve uluslararası kuruluşların Irak’a yönelik çabalarının eşgüdümü 
sağlanmış, Irak’ta istikrarın tesisine katkı yapılmıştır. Irak merkezi yönetimiyle 2008 yılında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi oluşturulmuş 
ve ilişkiler çok boyutlu olarak geliştirilmiştir.54 

< Türkiye’nin ananevi dış politika prensiplerinden tutarlılık ve güvenirlilik prensibine uyulmadığı için müttefiklerle birlikte hareket edilmemesinin maliyeti ise daha sonra ortaya çıkmıştır. >

Adana Anlaşması ile 1998’de düzelmeye başlayan Türkiye-Suriye ilişkilerinde, 2000’li yıllarda uygulamaya konan dış politika sayesinde yakınlaşma 
başlamıştır. ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında kendini tehdit altında hisseden Suriye ile Türkiye arasında sorunlar hızla çözülmüş ve siyasi ilişkiler geliştirilmiştir. 

Siyasi ilişkilerde yakınlaşma ekonomik ilişkilerin de gelişmesine katkı yapmıştır. İki ülke arasında hızla gelişen ekonomik ilişkiler, kültürel münasebetlerin 
de gelişmesini kolaylaştırmış ve adeta iki ülke arasında sınırların önemi ortadan kalkmıştır.55 Yaratılan güven ortamı askeri işbirliğinin başlatılması konusunda dahi adımlar atılmasını sağlamıştır. Türkiye, Suriye’nin dünyaya açılan kapısı konumuna gelmiştir. Türkiye, İsrail-Suriye arasında arabuluculuk yapmış, Lübnan devlet başkanlığı krizinin çözümünde ve Suriye’nin koruması altında bulunan HAMAS odaklı İsrail-Filistin sorununun çözümünde önemli rol oynamıştır. 

< Müttefiklerle beraber hareket edilmediği takdirde düzen kurmak bir yana Türkiye’nin bölgedeki gelişmeleri dahi yönlendiremediği gözlemlenmiştir. Ankara bu nedenle ABD ile ilişkilerini düzeltmeye çalışmıştır. >

Diğer tarafta Türkiye, milli bir dava olarak addettiği Kıbrıs konusunda sorunun çözümü yönünde de esnek ve yapıcı bir tutum benimsemiştir. Türkiye, 
Kıbrıs sorununun, yerleşmiş BM parametrelerine dayanan, adil, kalıcı ve kapsamlı bir çözüme kavuşturulması yönündeki tüm diyalog ve görüşmeleri 
desteklemiştir. BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde gerçekleştirdiği girişimlerin başarıya ulaştırılması için gayret sarf etmiştir. 
Uzun süren müzakerelerden sonra hazırlanan Annan Planı, içerdiği çeşitli olumsuzluklara rağmen geç de olsa Kıbrıs Türk tarafından kabul edilmiştir. 
Ancak plan Rum tarafının kabul etmemesi nedeniyle hayata geçirilememiştir. 

Bu durum çözüm yolunda zorluk çıkaran tarafın Türk değil Rum tarafı olduğunu 
tüm dünyaya göstermiştir.56 

Bu yıllarda Türkiye bölgede “sürdürülebilir barış ve istikrarın sağlanması” için gayret etmiştir. Bu kapsamda; İran’ın nükleer silahlanma faaliyetlerini 
durdurmasının yanı sıra İsrail’in de elindeki mevcut nükleer silahları imha etmesi gerektiği ifade edilmiştir. HAMAS liderlerinden Şeyh Ahmet Yasin ve Abdülaziz Rantisi’nin 2004’te öldürülmesi üzerine İsrail’in bölgede devlet terörü uyguladığı şeklindeki açıklama, Tel Aviv’de rahatsızlık ve tedirginlik meydana getirmiştir. Ancak PKK’nın Kuzey Irak’ta faaliyetlerine yeniden başlaması, ABD ile 1 Mart Tezkeresi’nden dolayı bozulan ilişkilerin düzeltilmesi ve Ermeni iddialarıyla ilgili yasa tasarıları karşısında uluslararası destek ihtiyacı İsrail’le ilişkilerde yumuşamaya neden olmuştur.57 

İzlenen çok yönlü ve çok boyutlu dış politika, Türkiye’nin Orta Doğu Barış Süreci’nde aktif ve yapıcı bir rol alabileceğine yönelik beklentileri artırmıştır. 

Bu çerçevede Türkiye’nin İsrail ile Suriye arasında sürdürülecek müzakerelerde arabulucu ülke olması iki ülke tarafından da kabul görmüştür. 

Ancak İsrail’in izlediği politikalar Türkiye’nin tarafsız bir şekilde politika üretmesini imkânsız hale getirmiştir. Bu anlamda ilk büyük kriz 2006’da 
İsrail’in Güney Lübnan’ı işgal etmesiyle ortaya çıkmıştır. İkincisi 2008’de Gazze’ye “Dökme Kurşun” operasyonu ile yaşanmıştır.58 Saldırı süresinin 
uzaması, şiddet yoğunluğunun artması üzerine İsrail, Türkiye tarafından “devlet terörü işlemek” le itham edilmiştir. İki devlet arasındaki kriz Davos 
diplomatik kriziyle daha da derinleşmiş ancak buna rağmen İsrail ile ilişkiler koparılmamıştır. 

5. 2010 Sonrası Vizyon 

2010 yılından itibaren Orta Doğu’da Arap Baharı olarak adlandırılan köklü bir değişim süreci başlamıştır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bu süreçte 
Orta Doğu bölgesinde yaşanan gelişmeleri ve Türkiye’nin uyguladığı politikaları, “Türk Dış Politikasının İlkeleri ve Bölgesel Siyasal Yapılanma” başlığı altında şu şekilde özetlemektedir: Türkiye, bu değişim sürecini kendi ulusal çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışmıştır. Bu kapsamda değişime ilişkin doğru bir anlayış geliştirmeye ve değişimlere uygun stratejiler oluşturmaya gayret etmiştir. Ortaya çıkan risklerle mücadele edebilmek için Türkiye’nin bazı jeopolitik üstünlüklere sahip olduğu değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler ışığında Türkiye politika oluşturma ilkelerine düzen kurucu aktör ilkesini dâhil etmiş ve bu ilkeyi öncelemiştir. Ayrıca farklı paradigmalar, açıklanan ilkelerin uygulamaya dönüşmesini önemli ölçüde etkilemiştir. 

Bunlardan Birincisi; ulusal çıkarlarla birlikte değer odaklı bir dış politika takip edilmesidir. Bu çerçevede Türkiye’nin küresel bir aktör ve akil bir ülke olduğu 
vurgulanmıştır. Akil ülkelerin ekonomik kriz ve siyasal dönüşüm sürecinde; çatışmaların önlenmesi, arabuluculuk, çatışma çözümü ve kalkınma yardımı 
konularında katkı yapması gerektiği belirtilmiştir. Küresel hedeflere ulaşmak için evrensel değerlerin kararlı bir savunucusu olurken, aynı zamanda yerel 
değerlerle birleştirilmesi amaçlanmıştır. Adalet ve eşitlik ilkeleri gereği bölge halklarının; özellikle insan hakları, demokrasi, iyi yönetişim, şeffaflık ve hukukun üstünlüğü gibi normlara sahip olması arzu edilmiştir. Bölgede demokratikleşme deneyimi yaşanırken, demokratik değerleri destekleme ve ulusal çıkarları savunma arasındaki denge korunmaya çalışılmıştır.59 

< Ortaya çıkan risklerle mücadele edebilmek için Türkiye’nin bazı jeopolitik üstünlüklere sahip olduğu değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler ışığında Türkiye politika oluşturma ilkelerine düzen kurucu aktör ilkesini dâhil etmiş ve bu ilkeyi öncelemiştir. >

İkincisi; küresel aktör ve akil bir devlet olarak dönüşüm sürecinde zorlukların üstesinden gelmek için özgüvenle hareket edilmelidir. Sorumlulukların 
karşılanması için gerekli araçlar ve dışişleri bakanlığının yetenekleri geliştirilmiştir. 
Üçüncüsü; dış politikanın özerk bir şekilde belirlenmesi ve yürütülmesi dir. 
Bu politikalar çıkarlar ve değerler perspektifinde Batılı ülkelerle koordine edilebilir, ancak önemli olan dış güçlerin belirlediği politikalarda roller alınması değil, Türkiye’nin kendi belirlediği politikaları uygulamasıdır. 

Dördüncüsü ise vizyon temelli politikaların takip edilmesidir. Akil ülke rolü ve kriz yönetimi ile vizyon yönetimi arasında sağlıklı denge kurulmalıdır. 60 

Davutoğlu, bu esaslar doğrultusunda Türkiye’nin küresel düzeyde vizyonunu; 
“ Uluslararası toplumun genelini kapsayan katılımcı bir uluslararası düzenin kurulması” olarak belirtmiştir. Küresel düzenin üç boyutu bulunmaktadır: diyalog ve çok taraflılığa dayalı bir siyasal düzen, adalet ve eşitliğe dayalı bir ekonomik düzen, kapsayıcılık ve uzlaşmaya dayalı bir kültürel düzen.61 

Bölgesel düzeyde vizyonu ise; bölge devletlerinin demokrasi ve gerçek anlamda ekonomik karşılıklı bağımlılık kapsamında birbirleriyle tamamen bütünleştiği; 
halkların meşru taleplerini yansıtan, temsili siyasal sistemler üzerine inşa edilmiş bölgesel bir düzendir.62 

Davutoğlu’nun belirlediği bu vizyon Türkiye’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki halk hareketlerine yönelik politikalarını şekillendirmiştir. Türkiye’nin değer odaklı yaklaşımı, demokrasi ve genel meşruiyete olan vurgusu Orta Doğu’daki ayaklanmalara ilişkin politikalarına yön vermiştir. Tunus’taki devrimle birlikte uygulanması gereken politikaların temel ilkeleri belirlenmiştir. İlk olarak ifade özgürlüğü ve diğer siyasal reformlar talep eden halkların desteklenmesine karar verilmiştir. Geçici güç dengesi hesapları dikkate alınarak halklarla derin ve değerli dostluğu sürdürme amacından vazgeçilmeyeceğine karar verilmiştir. İkincisi, istikrarlı ve meşru demokratik siyasal yapılara geçişin; güvenlik ve özgürlük arasında oluşturulacak bir dengeyle sağlanabileceği vurgulanmıştır. Üçüncüsü, demokratik taleplere atfedilen önem ile komşularla sıfır sorun ilkesi arasında bir çelişki yoktur. Bu nedenle baskıcı rejimlere karşı durulmalıdır. Dördüncüsü, bölgenin geleceğini bölge halkları belirlemeli, bu nedenle de dış müdahaleye karşı durulmalıdır. Beşincisi, bölgedeki tüm halklar ebedi kardeş olarak kabul edilmiş ve mezhepsel gerilimleri azaltmanın bir görev olduğu vurgulanmıştır.63 

< Bölgesel düzeyde vizyonu ise; bölge devletlerinin demokrasi ve gerçek anlamda ekonomik karşılıklı bağımlılık kapsamında birbirleriyle tamamen bütünleştiği; halkların meşru taleplerini yansıtan, temsili siyasal sistemler üzerine inşa edilmiş bölgesel bir düzendir. >

Davutoğlu’na göre Orta Doğu’daki halk ayaklanmalarında talep edilen değerler, Türk halkının sahip olduğu değerlerle aynıydı. Halkların bunları talep etmeye 
hakları vardı. Halkların demokrasi mücadelesinde tarihin doğru tarafında yer alınmalıydı. Ülkeyi kendi şahsi mülkü gibi gören, evrensel değerler ve temel insan haklarını, bilhassa hayat hakkını, tamamıyla hiçe sayan rejimlere müsamaha gösterilemezdi. Nitekim Türkiye de Arap halklarının taleplerine 
“nerede olurlarsa olsunlar ve taleplerinin içeriği ne olursa olsun” koşulsuz destek vermeye karar vermiştir.64 Ancak tarihsel deneyimlerden elde edilen, 
Arap ülkelerinin kendi aralarındaki ve içlerindeki anlaşmazlıklara karışılmaması ve taraf tutulmaması ilkesi göz ardı edilmiştir. Devletlerin değil sokaklarda 
gösteri yapan halkların yanında yer alınması riskli bir karar olmuş, bu yaklaşım uygulamada devletlerin iç işlerine karışılması yolunu açmıştır. Otoriter  yönetimler ile halklar arasındaki çatışmaların derinleşmesi Türkiye’nin Orta Doğu’daki sorunlara daha fazla müdahil olması sonucunu doğurmuştur. 
Böylece, dış politika, mevcut koşulların ötesine geçerek fazla ideolojik bir özellik kazanmıştır. 

Davutoğlu’nun belirlediği esaslar doğrultusunda Orta Doğu’daki rejimlere halklarının demokrasi arayışını göz ardı etmemeleri tavsiye edilmiş, bu rejimlerden özgürlük ve güvenlik arasındaki dengeyi kurmaları istenmiştir. Güvenliğin özgürlük için feda edilmesi durumunda kargaşa, özgürlüğün güvenlik 
için feda edilmesi durumunda diktatörlük rejimlerinin ortaya çıktığı vurgulanmıştır. Güvenliği riske atmadan azami derecede özgürlük ve özgürlükleri sınırlamadan azami derecede güvenlik sağlanması konusunda liderler teşvik edilmiştir.65 Ancak halkların desteklenmesi ve devletlerin tamamen ihmal edilmesi durumunda, Suriye’de olduğu gibi demokratik olmayan diğer küresel ve bölgesel güçlerin rejimi ayakta tutabilmek için müdahale edecekleri ve bunun sonucunda iç savaş çıkacağı ve özgürlüklerin tamamen ortadan kalkacağı değerlendirilememiştir. Uzun vadeli vizyoner politikanın gerekli koşulu olan esneklik gösterilemediği için de çoğu zaman başarılı sonuçlar alınamamıştır. 

< Halkların desteklenmesi ve devletlerin tamamen ihmal edilmesi durumunda, Suriye’de olduğu gibi demokratik olmayan diğer küresel ve bölgesel güçlerin rejimi ayakta tutabilmek için müdahale edecekleri ve bunun sonucunda iç savaş çıkacağı ve özgürlüklerin tamamen ortadan kalkacağı değerlendirilememiştir. >

Arap Baharı sürecinde rejimler ve halklar arasında arabuluculuk yapmak için diplomasinin tüm araçları kullanılmıştır. Türkiye, rejimler vatandaşlarına 
karşı kaba kuvvet kullandıklarında, kan dökülmemesi ve katliamların sona erdirilmesi için diplomatik çözümler aramıştır. Yıkıcı etkileri nedeniyle askeri 
dış müdahaleler engellenmeye çalışılmıştır. Aynı zamanda liderlerin zulümlerine karşı sessiz kalınmamış ve zulmü sona erdirmek için uluslararası toplumla birlikte hareket edilmiştir.66 

Ancak uluslararası toplum Mısır’daki darbede olduğu gibi esneklik göstererek farklı uygulamalara gidince Türk dış politikasında benzer bir esneklik sağlanamamış, idealist politikalar sahadaki gerçeklerden uzaklaşmaya başlamıştır. 

Bölgede sınırsız işbirliği ve ekonomik entegrasyon arzulandığı için geçiş sürecinin yeni bölünmelere mahal vermemesine dikkat edilmiştir. Özellikle, mezhepler arası bölünmeleri – mesela Şii siyasal rejimlere karşı Sünni siyasal rejimler, eski rejimlere karşı yeni demokratik rejimlerin savunucuları – önlemek için gerekli girişimlerde bulunulması hedeflenmiştir.67 Ancak Türkiye Arap halklarının demokrasi arayışını, Sünni İslam anlayışı ve Ankara merkezli olarak değerlen dirmek durumunda kalmıştır. Özellikle İran’ın Suriye’de Esed rejimini ayakta tutma konusundaki kararlılığı, Irak’ta merkezi hükümeti desteklemesi ve Yemen’de Husileri kullanma yönündeki tutumu farklı mezheplerin etkili olduğu devletler arasındaki ayrışmayı derinleştirmiştir. Bu nedenle Suriye’de ve bölgede mezhepsel gerilim tırmanmış, rejimler arasındaki çatışmalar artmıştır. 

Dış politikada açıklanan vizyon, belirlenen hedef ve prensipler doğrultusunda hareket edilmesi öngörülmesine rağmen başarılı sonuçlar alınamamıştır. 
AB ile müzakerelerin yavaşlaması ve ilişkilerin bozulması, Rusya ile ilişkilerin gelişmesi ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne üye olunması yönündeki söylemler 
bu olumsuzlukları derinleştirmiş, dış politikada Batıyla ters düşüldüğü yönündeki algılar güçlenmiştir. Batıdan uzaklaştıkça insan hakları, demokrasi, 
kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü gibi kavramlardan da uzaklaşıldığı yönündeki eleştiriler de artmıştır. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 3

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 3



6. Analiz ve Değerlendirme 

Tarihsel süreç içinde Türkiye’nin Orta Doğu vizyonu incelendiğinde, Türkiye’nin uluslararası ilişkiler vizyonunun, küresel ve bölgesel uluslararası ilişkiler ortamının ve Türkiye’deki iç siyasal gelişmelerin etkili olduğu görülmektedir. 

Türkiye’nin kuruluşundan itibaren Batı’ya atfettiği ‘çağdaşlaşma’ temelli politika önceliğinin Orta Doğu vizyonunda tarihsel açıdan belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolünü etkileyen bu birleştirici unsur bir yandan Batılı normları iç politikasına uyarlamasına ve dolayısıyla bölgede model bir ülke olarak etkinliğinin artmasına neden olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’nin dış politika vizyonu çerçevesinde Batı bloku içinde yer alması Türkiye’nin gücüne, güvenliğine ve Orta Doğu vizyonuna olumlu katkılar sağlamaktadır. 

Öte taraftan ise, Orta Doğu ülkelerinin bu ilişkileri ve bölgeye yönelik geliştirilen politikaları nasıl algıladıkları ve değerlendirdikleri dikkate alınmazsa olumsuz etki de yapabilmektedir. Dolayısıyla, Batı bloku içinde yer alınması ve Türkiye’nin Orta Doğu vizyon ve politikasını bu normlara uygun 

< Batı bloku içinde yer alınması ve Türkiye’nin Orta Doğu vizyon ve politikasını bu normlara uygun olarak geliştirirken; söz konusu ülkelerle ilişkilerde bu politikalara karşı tutumlarının da dikkate alınması önem arz etmektedir. >

olarak geliştirirken; söz konusu ülkelerle ilişkilerde bu politikalara karşı tutumlarının da dikkate alınması önem arz etmektedir. Bu hassas dengeler 
İran, Irak, Afganistan ve Türkiye arasında gerçekleştirilen ve Orta Doğu’da güvenlik ve barışın devamlılığını amaçlayan Sadabat Paktı girişiminde olduğu gibi olumlu sonuçlar vermiştir. Bunun yanı sıra, bölge ülkeleri tarafından “sömürgeci Batı’yla işbirliği” imajı uyandırdığı gerekçesiyle kutuplaşmalara yol açan Bağdat Paktı, beklentilerin tersine Türkiye’nin Orta Doğu’daki etkinliğine ve bölgesel güç dengelerine olumsuz etki etmiştir. 

Tüm bunlara ek olarak, ilk işaretlerini 1970’li yıllarda vermeye başlayan Türk dış politikasında Orta Doğu yönünde “eksen kayması” tartışmaları, Türkiye’nin uluslararası ilişkiler vizyonunda dengecilik ve çok boyutluluk unsurlarının önemine işaret etmektedir. Türkiye’nin Batı bağlantısı, hem Orta Doğu ülkelerinin hem Batılı müttefiklerinin algı ve beklentileriyle harmanlanan bir denklem içerisinde yer aldığında, Türkiye’nin milli menfaatlerine optimum düzeyde hizmet edecektir. 

Bu noktada, vurgulanması gereken bir husus da güç-politika-çıkar düzleminde gözetilmesi gereken dengelerdir. Nitekim, güç olduğundan fazla değerlen dirildiğinde bölgesel ve küresel güçler tarafından ‘revizyonist’ eğilimli bir tehdit algısı olarak betimlenebilmektedir. Dikkat çeken bir örnek ise; 1980’li 
yıllarda iç ekonomik yapılanmadaki hız ve küresel ekonomiyle yakalanan entegrasyon, Türk dış politikasının önceliklerinde de değişime sebep olmuştur. 
Oluşan özgüvenle “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk Dünyası” gibi söylemler, revizyonist algı uyandırarak hem Batı ile hem de Orta Doğu bölgesindeki ülkelerle ilişkilere olumsuz etki yapmıştır. 

Küresel ve bölgesel uluslararası ilişkiler ortamındaki bir takım gelişmeler de Türk dış politikasının Orta Doğu vizyonuna şekil veren unsurlardandır. Bütünsel 
bir yaklaşımla değerlendirildiğinde, II. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve hatta Soğuk Savaşın belirli safhaları gibi kırılma noktalarının Türk dış politikasının 
Orta Doğu vizyonuna dönüştürücü etki ettiği görülmektedir. II. Dünya Savaşı ’nda oluşan belirsiz ve istikrasız uluslararası ortamı barış ve istikrar alanına dönüştürmek gayesiyle tercih edilen diplomatik yaklaşımlar, Soğuk Savaş’taki bloklaşmanın en keskin olduğu sıkı iki kutuplu sistemde Orta Doğu’daki  rekabetin parçası olmadan ve taraf tutulmadan izlenen politikalar; Türkiye’yi sorunların parçası değil çözüm arayışında aranılan aktör konumuna taşımıştır. 

Bununla beraber, 1960’lı yıllarda Batı ile yaşanan sorunlara, farklı açılımlarla ve çok boyutlu bir dış politika anlayışla yaklaşılmıştır. Bu bağlamda, Orta Doğu ile ilişkiler geliştirilmeye çalışılmıştır. Aynı zamanda Türkiye, Batılı ülkelerin bölgeyle olan ihtilaflarında ve Arap ülkelerinin aralarındaki sorunlarda tarafsız kalmaya özen göstermiştir. 1980-1988 İran-Irak Savaşı’ndaki Türkiye’nin “aktif tarafsız lık” olarak nitelendirilebilecek tutumu, söz konusu ülkelerin Türkiye’den arabuluculuğun ötesinde kendi çıkarlarını birbirlerine karşı savunmasını isteyecek duruma getirmiştir. 

< Soğuk Savaş’taki bloklaşmanın en keskin olduğu sıkı iki kutuplu sistemde Orta Doğu’daki rekabetin parçası olmadan ve taraf tutulma dan izlenen politikalar; Türkiye’yi sorunların parçası değil çözüm arayışında aranılan aktör konumuna taşımıştır.  >

Gerek petrol kaynakları gerekse güvenlik ağırlıklı stratejik konumu nedeniyle Orta Doğu bölgede etkileşim halinde bulunan etkin küresel ve bölgesel aktörlerin çekim alanında yer almaktadır. Bölge dinamiklerine ve dengelerine yön veren bu aktörlerin hedef ve beklentileri ile küresel güç dengelerindeki değişimler ihtiyatlı ve akılcı bir perspektifle takip edilmelidir. Örneğin, bağımsızlıklarını kazanmadan önce Irak ve Suriye ile ilişkiler mandası altında olduğu İngiltere ve Fransa ile yürütülmüş fakat bağımsızlıklarını elde ettikten sonra Bağdat ve Şam’la ilişkiler karşılıklı olarak geliştirilmiştir. Zaman içinde küresel güçlerin tek başına hareketle Orta Doğu’da etkinliklerini artıramayacağı anlayışı diğer devletlerle işbirliğini zorunlu kılmıştır. ABD’nin Kuzey İttifakı 
ve Körfez Savaşları sırasında Koalisyon Güçleri yaklaşımları ve Türkiye’nin müttefikleriyle bölgedeki ittifakların dengelerini gözeten tutumu bu anlamda 
örnek teşkil etmektedir. Türkiye’nin özellikle Birinci Körfez Savaşı’ndaki Batı-Doğu arasındaki köprü konumu, Körfez Koalisyonuna destek veren iki taraf 
tarafından da güvenilir dost olarak algılanmasını sağlamıştır. 

< Türkiye’de Batılı normların ve değerlerin yerleşmesi demokratik ve çağcıl devlet anlayışını kuvvetlendirmektedir. >

Türkiye’deki iç siyasal gelişmeler de iç politika-dış politika etkileşimi doğrultusunda Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikalarını etkilemiştir. 
Türkiye’de Batılı normların ve değerlerin yerleşmesi demokratik ve çağcıl devlet anlayışını kuvvetlendirmektedir. Türkiye’yi Orta Doğu’da saygın bir 
devlet haline getirerek bölgedeki etki alanını genişletmektedir. Bu normlardan uzaklaşması halinde saygınlığının azalması ve Türkiye’yi Orta Doğu’daki 
sorunların bir parçası haline getirmesi muhtemeldir. Türkiye’nin Orta Doğu politikalarını tamamen Batılı müttefiklerinin beklentileri doğrultusunda geliştirmesi de bölge ülkelerinin hassasiyetleri nedeniyle olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bu nedenle iki yaklaşım arasında optimal bir denge kurulmalıdır. 

Bu konuda verilebilecek anlamlı bir örnek, Türkiye’de 1980’li yılların sonlarında Batılı değerlerle Orta Doğu ile tarihsel ve kültürel etkileşimleri harmanlayan 
liberal bir yaklaşımla hem Batılı normların içselleştirilmesi hem de Orta Doğu’da bölgesel dengelerin muhafaza edilmesi yönündeki politikalardır. Benzer şekilde, 1999-2002 arası “bölge merkezli dış politika” çerçevesinde uygulanan politikalarla, Orta Doğu bölgesinden başlamak üzere farklı bölge ve ülkelerle gerçekleştirilen açılımlarla ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirilmiştir. Bu çok boyutlu dış politika kapsamında, ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesi Türkiye’nin etrafında barış kuşağının oluşturulmasında etkin rol oynamıştır. Bu şekilde, AB sürecinin insan hakları, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi yaklaşımları gibi kazanımları optimum şekilde değerlendirilmiştir. 

< Bu normlardan uzaklaşması halinde saygınlığının azalması ve Türkiye’yi Orta Doğu’daki sorunların bir parçası haline getirmesi muhtemeldir. 

Türkiye’nin Orta Doğu politikalarını tamamen Batılı müttefiklerinin beklentileri doğrultusunda geliştirmesi de bölge ülkelerinin hassasiyetleri nedeniyle olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. >

Türkiye Cumhuriyeti’nin özet olarak ifade edilmiş 2000’li yıllara kadarki Orta Doğu dış politikasından esinlenerek, ileriye yönelik bazı çıkarımlar elde 
edilebilir. 

Bunlar: 

Avrupa Birliği ile ilişkiler kapsamında Türkiye’de Batılı norm ve değerlerin yerleşmesi ve çağcıl devlet anlayışının gelişmesi, Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilere 
olumlu yansımaktadır. Orta Doğu ülkeleri nezdinde Türkiye’nin saygınlığını artırmaktadır. 

Orta Doğu politikaları oluşturulurken milli menfaatler doğrultusunda, Batılı müttefiklerin beklentileriyle bölge ülkelerinin hassasiyetleri arasında konjonktüre uygun optimal bir denge oluşturulmalıdır. 

Çok boyutlu dış politika doğrultusunda tüm Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerin her alanda geliştirilmesi, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi gücüne önemli katkılar sağlamaktadır. 

Bölge ülkelerinin egemenliklerine saygı duyulmalı ve içişlerine karışılmamalıdır. Orta Doğu devletlerinin kamu düzenini ve güvenliğini sarsmayı, mevcut 
siyasi rejimleri devirmeyi hedef alan eylemleri engellemeye özen gösterilmelidir. 

Orta Doğu ülkeleri arasındaki sorunlarda taraf tutulmaması, taraflar arasında diyaloğun devam ettirilmesi ve gerektiğinde sorunların bir parçası olmadan, 
sorunların çözümünde kolaylaştırıcı roller üstlenilmesi veya arabuluculuk yapılması Türkiye’nin Orta Doğu’daki konumunu güçlendirmektedir. 

Orta Doğu’da barış ve istikrarı bozucu girişimlerden ve bölgeyi bölecek paktlar veya anlaşmalardan uzak durulmasının faydalı olduğu mütalaa edilmektedir. 

SON DÖNEM ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ 

1. Uluslararası İlişkilerdeki Gelişmeler 

Uluslararası sistemde son 25 yılda çok önemli değişimler yaşanmıştır. Soğuk Savaş ve iki kutuplu sistem sona ermiş, dünya ABD öncülüğünde tek kutuplu 
bir sisteme doğru evirilmiştir. Bir süre sonra Rusya, Çin, AB, Hindistan ve Brezilya gibi güçler sistemi çok kutuplu bir yapıya dönüştürmeye başlamıştır. 
Günümüzde ABD öncülüğünde Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın dâhil olduğu çok önderli bir sistemden söz etmek mümkündür. Bu grup, meşruiyetini 
devam ettirmek için dünyanın değişik bölgelerinde yer alan gelişmekte olan devletleri G-20 ile sisteme dâhil etmektedir. 

Uluslararası ilişkilerde sadece sistem düzeyinde değil, aktörler düzeyinde de önemli değişim yaşanmıştır. Günümüzde aktör olarak devletler hala önemini 
korurken, devlet dışı aktörler de uluslararası sistem içinde etkinliğini artırmaktadır. Devletlerin yanı sıra hükümetler arası örgütler, uluslararası hükümet dışı örgütler, çok uluslu şirketler, medya, uluslararası baskı grupları ve küresel elitler de aktör olarak uluslararası sistem içinde yer almaktadır. 

Terör örgütleri küreselleşmenin yarattığı imkânlardan ve hassasiyetlerden istifade ederek gelişip, uluslararası sisteme ve meşru aktörleri olan devletlere 
meydan okumaktadır. Küresel dengesizlikleri, dini, etnik ve ideolojik hassasiyet leri istismar eden küresel terör, zamanımızın en önemli tehditlerinden biri haline evirilmiştir. Terörle mücadelede başarılı olunması için küresel işbirliğine ihtiyaç artmıştır. 

Gelişen teknoloji ile birlikte ulaşım, haberleşme ve bilgi sistemlerindeki gelişmeler de uluslararası ilişkiler ortamını derinden etkilemektedir. Bu değişim 
aktörler arasında siyasi, ekonomik, ticari, sosyal etkileşimi artırmakta ve karşılıklı bağımlılığı kuvvetlendirmektedir. Ayrıca uluslararası örgütlerin ve 
uluslararası hukukun gelişmesine paralel olarak ulusal egemenlik mutlak olmaktan çıkmaktadır. 

Uluslararası sistem devletlerin işbirliğine dayanmakta, işbirliği maksadıyla oluşturulan kurum ve kurallar devletlerin karar alma ve uygulama esaslarını 
derinden etkilemektedir. Bu çerçevede devletler ulusal hukuk kuralları ve evrensel normlara aynı anda uymak durumunda kalmaktadır. Bunun bir sonucu 
olarak da iç ve dış politika ayrımı artık önemini yitirmektedir. 

Uluslararası ilişkiler ortamında yaşanan değişimleri tanımlamak, anlamlandır mak, açıklamak, yorumlamak, geleceğe ait öngörülerde bulunmak ve politika önerileri geliştirmek için birçok teori geliştirilmiştir. Son yıllarda geliştirilen teoriler; uluslararası ilişkilerin sadece rasyonel yaklaşımlarla açıklanamayacağı, kimlik, kültür, söylem, korku, şöhret, onur, adalet gibi normatif kavramların da dikkate alınması gerektiğini vurgulamaktadır. 

< Terör örgütleri küreselleşmenin yarattığı imkânlardan ve hassasiyetlerden istifade ederek gelişip, uluslararası sisteme ve meşru aktörleri olan devletlere meydan okumaktadır. >

Yeni yaklaşımlar çerçevesinde geliştirilen insani müdahale kavramı ve bu kapsamda icra edilen askeri operasyonlar devletlerin iç işlerine müdahale 
edilmemesi ilkesini tartışılabilir duruma getirmiştir. Ancak bu müdahaleler devlet otoritesini ortadan kaldırmakta ve terör örgütlerinin hızla gelişmesine uygun ortam yaratmaktadır. Tartışmalar insani müdahale kavramını, koruma sorumluluğu kavramına dönüştürmektedir. 

Uluslararası hukuk kurallarındaki gelişmeler ve savaşların siyasi, ekonomik ve sosyal maliyetlerinin kabul edilemez boyutlara ulaşması, Soğuk Savaş sonrası dönemde post-modern savaş yöntemlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu savaşların temel özelliği asimetrik unsurların kullanılmasıdır. 

Terör örgütleri, mafyalar, gizli servisler ve özel kuvvetlerin kullanıldığı, terörizm ve yumuşak güç savaşlarını ihtiva eden gayrinizami savaşlar; siber savaş ve yıldız savaşları gibi ileri teknoloji savaşları; düşman, dost ve tarafsız ülkeler üzerinde psikolojik etki yaratarak davranışlarını değiştirmek için milli güç unsurlarının sinerji sağlayacak şekilde kullanılmasını öngören etki odaklı harekat (effect-based operations) post-modern savaş yöntemleri içinde yerini 
almıştır.43 

Günümüzde; barış ve savaş algılamalarının muğlaklaştığı, savaşan aktörlerin tespitinin güçleştiği, devlet dışı aktörlerin de kullanıldığı, devletler arasındaki 
ve devletlerin içindeki hassasiyetlerin istismar edildiği Vekâlet Savaşları ön plana çıkmaktadır. Vekâlet Savaşları; devletlerin, özellikle küresel ve bölgesel güçlerin kendi çıkarlarını elde etmek ve nüfuz alanlarını genişletmek maksadıyla; kendi askeri unsurlarını kullanmaktan ziyade, müttefiklerini, edilgen ülkeleri, hedef ülkedeki parçalanmış yapıları ve yandaşlarını cepheye sürmek suretiyle gerçekleştirdikleri savaşlardır.44 

Soğuk Savaş döneminde bloklar arasında nükleer savaşların yaratacağı tahribat nedeniyle uygulamaya konan Vekâlet Savaşları, Soğuk Savaş sonrasında 
daha da geliştirilerek yaygınlaşmıştır. Sert ve yumuşak güçlerin farklı birleşenlerinin kullanıldığı bölgesel savaşlar, terörizm ve Yumuşak Güç Savaşları 
şeklinde uygulanmaya başlanmıştır. 

< Günümüzde; barış ve savaş algılamalarının muğlaklaştığı, savaşan aktörlerin tespitinin güçleştiği, devlet dışı aktörlerin de kullanıldığı, devletler arasındaki ve devletlerin içindeki hassasiyetlerin istismar edildiği Vekâlet Savaşları ön plana çıkmaktadır. >

2. Küresel Güvenlik Ortamındaki Gelişmeler 

Soğuk Savaş sonrasında dört önemli gelişme uluslararası sistemi derinden etkilemiştir. Bunlardan birincisi 11 Eylül’de ABD’nin kalbinde meydana gelen 
terör saldırılarıdır. Uluslararası terörizm, ABD’nin tehdit algısını değiştirmiş ve “Önleyici Müdahale/Preemptive Intervention” kapsamında Afganistan ve 
Irak savaşlarının çıkmasına neden olmuştur. 

İkincisi 2008’de yaşanan finansal krizdir. Bu kriz ABD ekonomisinin gücü konusunda soru işaretleri oluşturmuştur. Çin’in % 10’lara yaklaşan 
oranlarda hızlı bir şekilde büyümesi uzun vadede ABD’nin, uluslararası sistem üzerindeki baskın etkisini tehlikeye sokacak bir gelişmeydi. Bu nedenle ABD, Asya’daki güç dengesini kendi lehine dönüştürmek için Çin’i çevreleme stratejisi uygulamaya başladı. Bu stratejinin ilk uygulaması Pasifik politikasında gerçekleştirildi. Filipinler, Japonya ve Avustralya ile askeri anlaşmalar; Vietnam ve Hindistan ile güvenlik anlaşmaları yapıldı. 2020’ye kadar ABD donanmasının %60’nın Pasifik Okyanusu’nda konuşlandırılması planlanmıştır.45 

Üçüncüsü Arap Baharı kapsamında; Tunus, Mısır, Libya, Irak, Suriye, Bahreyn ve Yemen’de büyük çapta; Cezayir, Ürdün, Suudi Arabistan, Umman ve 
Lübnan’da küçük çapta olmak üzere tüm Orta Doğu’da mitingler, protestolar, halk ayaklanmaları ve silahlı çatışmalar meydana gelmesidir. Demokrasi ve 
özgürlük hedefleri etkisiyle Arap Baharı olarak adlandırılmasına rağmen Orta Doğu; küresel, bölgesel ve ülke içi rekabetlerin yaşandığı bir savaş alanına 
dönüşmüştür. 

Dördüncüsü ise Rusya’nın tekrar hegemonya peşinde koşması ve başta yakın çevresinde olmak üzere Orta Doğu’da siyasi ve askeri varlığını artırmasıdır. 
Petrol ve doğalgaz fiyatlarının artması Hazar Havzası enerji kaynaklarını ve batıya ulaşım hatlarını kontrol eden Rusya’nın, ekonomik açıdan hızla kendini 
toparlamasına ve gelişmesine neden olmuştur. Aşırı güç ve şiddet kullanımı yoluyla Çeçenistan, Dağıstan ve Kuzey Kafkasya’daki ayaklanmaları bastırmıştır. 

Rusya güçlendikçe tarihsel yayılmacılık güdüsü tekrar harekete geçmiştir. Rusya, Sovyetler Birliği’nden ayrılan devletlerde “Turuncu Devrimler” ile Batı 
yanlısı iktidarların yönetime gelmesine tepki göstermiştir. Güney Osetya’ya Gürcistan’ın operasyon yapmasını gerekçe göstererek, askeri bir müdahale ile 
2008 yılında bölgeyi Gürcistan’dan koparmış, Abhazya da Gürcistan’dan tamamen ayrılmıştır. Rus-Gürcü savaşında Batı’nın Gürcistan’da destek yerine 
hemen barış görüşmelerine başvurması Rusya’yı daha da cesaretlendirmiştir.46 

<  Demokrasi ve özgürlük hedefleri etkisiyle Arap Baharı olarak adlandırılmasına rağmen Orta Doğu; küresel, bölgesel ve ülke içi rekabetlerin yaşandığı bir savaş alanına dönüştü.  >

Rusya Federasyonu, Ukrayna’nın da Batı sistemine dâhil olma girişimine tepki vermiş, Kırım’ı bir gecede işgal etmiştir. Müteakiben tartışmalı bir referandum 
ile Kırım’ı ilhak etmiştir. Savaşı göze alamayan Batı, Rusya’ya ekonomik yaptırımlar uygulamaya başlamıştır. Düşen petrol fiyatları ve Batı tarafından uygulanan yaptırımlar nedeniyle ekonomik açıdan zor duruma düşen Rusya, geri adım atmamış, Ukrayna’nın Luhansk ve Donetsk bölgelerinde halk ayaklanma larını teşvik etmiş ve silahlı gruplara destek vermiştir. Güney- Osetya, Abhazya ve Kırım’da yaptığı gibi Luhansk ve Donetsk’te de halka Rus pasaportları vermiştir.47 

Son olarak Rusya, Esed ile anlaşarak Suriye’ye önemli bir askeri güç konuşlandır mış, ABD’nin tesis ettiği IŞİD karşıtı koalisyona destek verme görüntüsü ile bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başlamıştır. İran, Irak ve Hizbullah ile işbirliğini geliştiren Moskova, benzer şekilde PKK ve PYD ile de bağlantılarını arttırmaktadır. 

Rusya, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü ile Belarus, Ermenistan Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan üzerinde askeri etkisini sürdürmektedir. Ayrıca Avrasya Ekonomik Birliği vasıtasıyla bu ülkeler üzerindeki nüfuzunu artırmaya çalışmakta dır. Bu gelişmelere paralel olarak Rusya ve Çin’in öncülük ettiği; Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın da üye olduğu Şangay İşbirliği Örgütü; 2016 yılında Pakistan ve Hindistan’ın katılımıyla daha da güçlenmektedir. ABD ve Batı karşısında adeta yeni bir kutup oluşmaktadır. 

Neo-Avrasyacılık yaklaşımı doğrultusunda Rusya’nın bu dış politika atakları, küresel güç olma peşinde koştuğunun açık göstergeleridir. Kremlin, farklı 
ittifaklar ve işbirlikleri ile Pasifik’ten Akdeniz’e kadar etki alanını genişlet mektedir. Rusya önümüzdeki dönemde Azerbaycan ve Gürcistan üzerinde ki baskısını artırabilir ve Orta Doğu’daki hedefleri kapsamında PKK’yı destekleyebilir.48 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 2

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 2



3. 1950 – 1960 Dönemi 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Orta Doğu politikasını etkileyen küresel konjonktüre bağlı iki unsurdan söz etmek mümkündür. Bunlardan 
ilki, uluslararası sistemin Soğuk Savaş’ın başlamasıyla iki kutuplu bir düzleme evirilmesinin yansımalarıdır. Türkiye değişen güç dengeleri içinde, Sovyet tehdidine karşı 1952 yılında NATO kanalıyla Batı ile güvenlik ittifakına girmiştir. Uluslararası işbirliği prensibiyle beraber, Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren “çağdaşlaşma” hedefi politika önceliği olmaya devam etmiştir. 

Bu politikaya bağlı olarak, güvenlik nosyonuyla şekillenen stratejik 
öncelik Avrupa ile bütünleşme sürecinde etkili olmuştur. NATO’nun yanı sıra Avrupa Konseyi, OEEC (Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) ve Avrupa 
Topluluğu ile ilişkiler geliştirilmiştir.14 Türkiye ayrıca Batı kampında yer alma isteğini Orta Doğu’da etkinliğini artırarak vurgulamaya girişmiş ve Orta Doğu 
vizyonunu adeta Batılı devletlerin perspektiflerine göre şekillendirmiştir. Bu uygulama, bölgedeki hassasiyetleri dikkate almadığından, bölge ülkelerinde 
Türkiye’nin Batılı emperyalist ülkelerle beraber hareket ediyor algısını oluşturmuş ve olumsuz sonuçlar doğurmuştur. 

Türkiye’nin bölge devletleriyle ilişkilerini dönüştüren bir diğer etken ise 1950’lerden itibaren Orta Doğu’daki devletlerin bağımsızlıklarını kazanmış 
olmalarıdır. Ankara önceki dönemde mandater yönetimlerden ötürü dolaylı ilişkiler kurduğu Suriye ve Irak’la artık doğrudan irtibata geçmiştir. Bu dönemde 
Mısır ve Suriye ile ilişkiler genelde gergin seyrederken diğer bölge ülkeleriyle ikili ilişkiler geliştirilmiştir. 1950’de İsrail’le elçilik düzeyinde diplomatik ilişkiler başlatılmış, Süveyş krizinin ardından ilişkiler maslahatgüzar düzeyine indirilmiş ise de, 1958’de İsrail Başbakanı Ben Gurion’un ziyaretiyle kurulan Çevre Paktı dâhilinde ikili işbirliği sürdürülmüştür. 1953’te Libya’da büyükelçilik açılmış, ardından karşılıklı üst düzey ziyaretler gerçekleştirilmiştir. 

Bu dönemde Lübnan’la da diplomatik temaslar artmış, Başbakan Menderes ve Cumhurbaşkanı Bayar 1955’te bu ülkeyi ziyaret etmiştir. Musaddık 
hükümeti dönemindeki kısa süreli gerginliğin ardından, Şah Muhammed Rıza’nın iktidara geldiği 1953 darbesinden sonra İran’la ilişkilerde de gelişme 
kaydedilmiştir. 

<  Türkiye Batı kampında yer alma isteğini Orta Doğu’da etkinliğini artırarak vurgulamaya girişmiş ve Orta Doğu vizyonunu adeta Batılı devletlerin 
perspektiflerine göre şekillendirmiştir. Bu uygulama, bölgedeki hassasiyetleri dikkate almadığından, bölge ülkelerinde Türkiye’nin Batılı emperyalist ülkelerle 
beraber hareket ediyor algısını oluşturmuş ve olumsuz sonuçlar doğurmuştur. >

Avrupalı devletlerin Orta Doğu’daki etkinliğinin azalmasına karşın, 1953 yılında General Eisenhower’ın başkan olmasıyla ABD’nin bölgedeki etkinliği 
artmaya başlamıştır. Bölgenin yeniden şekillenen siyasi görünümünün bir değerlendirilmesi yapılmış ve “Kuzey Kuşağı (Northern Tier)” teması kapsamında; Orta Doğu savunmasının Türkiye, İran, Irak, Suriye ve Pakistan üzerinden gerçekleştirilmesi fikri ortaya atılmıştır.15 Bu inisiyatif çerçevesinde, 
Türkiye ve Irak 1955 yılında Bağdat Paktı olarak bilinen Karşılıklı İşbirliği Antlaşması’nı imzalamıştır. Türkiye, Irak, İran, Pakistan ve İngiltere’nin taraf 
olduğu Pakt, Arap devletleri ve İsrail’in tepkisini çekmiştir. Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan doğrudan karşı çıkarken; Ürdün ve Lübnan büyük ölçüde 
Mısır’ın etkisiyle uzak durmayı tercih etmiştir.16 İsrail ise Arapların kendisine karşı olan hasmane tutumlarını teşvik edeceği ve Arap saldırganlığını artıracağı 
gerekçesiyle Bağdat Paktı’na tepki göstermiştir. 

1950-60 döneminde Türkiye’nin Orta Doğu politikalarını Batı’nın yönlendirmesiyle şekillendirmesi ve bölge hassasiyetlerini yeterince dikkate almaması, uygulanan politikalarla ulusal çıkarlar arasında çelişkiler oluşturmuş ve istenilen sonuçların alınmamasına neden olmuştur. Örneğin, Eisenhower doktrini doğrultusunda uygulanan politikalar, Türkiye’nin önceki dönemde geliştirdiği Orta Doğu’daki ihtilaf halindeki devletler arasında taraf tutmama politikası ile çelişmiştir.17 

4. 1960-1980 Dönemi 

1960’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu vizyonunda bir önceki döneme göre daha ihtiyatlı olma yönünde bir değişim gözlenmektedir. Önceki on yılki süreçte, 
Türkiye iki kutuplu güç dengesi çerçevesinde şekillendirdiği ve kendi ulusal çıkarlarıyla değil de Batı’nın gözlüğüyle tasvir ettiği Orta Doğu perspektifinin 
yan etkilerini tahlil etmiştir. Bu bağlamda, göze çarpan ilk farklı uygulama Cezayir’in Fransa’ya karşı ulusal bağımsızlık mücadelesinin desteklenmesi 
ve hatta Fransa ile arabuluculuğun bile gündeme getirilmesidir.18 

1960’larda ABD ile Sovyetler Birliği arasında yaşanan Küba füzeler krizi sonrasında; ABD’nin Türkiye’deki orta menzilli (IRBM) füzelerini Türkiye’ye 
haber vermeden çekmeyi kararlaştırması, Türkiye’ye yaptığı askeri ve ekonomik yardımları önemli oranda kısması Türkiye’nin Orta Doğu politikasını 
etkilemiştir. ABD’nin, Kıbrıs sorununda Türkiye’nin politikalarına destek vermemesi, tam tersine Yunanistan tezlerini desteklemesi Türkiye’nin ABD 
ile ittifak ilişkilerini sorgulamasına neden olmuştur. Nitekim önce 1964’te Johnson mektubu ve ardından 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı neticesinde 
Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde pürüzler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Batı ile sorunlarını dengelemek, Arap ve İslam dünyasının desteğini alabilmek için 
Orta Doğu ülkeleriyle sıkı ilişkiler kurulmaya çalışılmış, İslam Konferansı Örgütü’nün oluşum sürecinde yer alınmış19 ve Sovyetler Birliği’yle diyalog 
kurulmuştur. 

Orta Doğu’daki bu açılımlarla birlikte Türkiye, Avrupa ile ilişkilerini de önemsemiştir. Ankara, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) 1958 yılında 
kurulmasından itibaren gelişmeleri yakından takip etmiş ve 1959’da bu topluluğa üyelik için başvurmuştur. Karşılıklı müzakereler 12 Eylül 1963 tarihinde 
imzalanan Ankara Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Hazırlık, geçiş ve son dönem aşamalarını öngören Ankara Antlaşması ile Türkiye’nin AET’ye tam üyeliği amaçlanmış ve gümrük birliği hedeflenmiştir.20 Hazırlık dönemi, 1973 yılında yürürlüğe giren Katma Protokol ile tamamlanmış ve geçiş dönemi başlamıştır. Gümrük Birliği, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nin 6 Mart 1995 tarihli toplantısında kabul edilen 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı uyarınca, 1 Ocak 1996 tarihinden itibaren tamamlanmıştır. Ankara Antlaşması, Türkiye’nin Avrupa ile entegrasyon sürecinde ortaklık ilişkisi kurması, ilişkinin genel esaslarını belirlemesi ve bu yönde etkin bir platform oluşturması bakımından önem arz etmektedir. 

Avrupa ile ilişkiler geliştirilirken Orta Doğu’ya yönelik açılımlar da ihmal edilmemiştir. 

1965 yılından itibaren uygulanan Orta Doğu’ya karşı çok yönlü açılım politikası doğrultusunda; Arap ülkeleriyle, kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda taraf tutulmadan ve paktlarla bölünmeye mahal vermeden ikili ilişkilerin geliştirilmesi hedeflenmiştir.21 Nitekim bu politikanın kazanımları Mısır, Irak, Tunus ve Suudi Arabistan ile ekonomik, kültürel ve siyasi alanlarda ikili ilişkilerin geliştirilmesi şeklinde tezahür etmiştir. Burada altının çizilmesi gereken husus; Orta Doğu politikasının eşitlik, denge ve karşılıklı saygı prensiplerine uygun, Türkiye’nin kendine özgü çıkarları doğrultusunda şekillendirildiğinde daha olumlu sonuçların alındığının ortaya çıkmasıdır. Bu akılcı uygulamaların bölgenin istikrarına da katkısı olduğunu söylemek mümkündür. 

1960-80 döneminde Türkiye’nin değişen Orta Doğu politikası, İsrail-Filistin ihtilafındaki tutumuna da yansımış, Ankara hareket tarzını Arap devletlerinin 
Kıbrıs meselesindeki tutumunu da göz önünde bulundurarak belirlemeye başlamıştır. Bu nedenle Ankara, 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında Arap devletlerinden yana bir tutum sergilemiş, ABD’nin Türkiye’deki üsleri İsrail’e destek vermek amacıyla kullanmasına izin vermemiştir. Türkiye 1967 savaşında 
Mısır, Suriye ve Ürdün’e Kızılay vasıtasıyla yiyecek yardımı yapmış, 1973 savaşında ise Arap devletlerine askeri malzeme taşıyan Sovyet uçaklarına 
hava sahasını açmıştır. Ankara 1976’da Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkının temsilcisi olarak tanımış ve 1979’da FKÖ’nün Ankara’da 
temsilcilik açmasına müsaade etmiştir. 

Bu dönemde Orta Doğu coğrafyasında güçler dengesindeki yeni oluşumlar, Türkiye’nin ikili ilişkilerini de etkilemiştir. 1960’lı yıllarda Orta Doğu’da etkinliği 
artan ve sosyalizm ile Arap milliyetçiliği temeline dayanan Baas hareketi 1970’li yıllara gelindiğinde Irak ve Suriye’ye yayılmıştır.22 Bu ülkelerdeki Baas iktidarlarının SSCB ile ilişkilerini geliştirmeye başlaması ve Mısır’daki Enver Sedat yönetiminin öncekinden farklı olarak Sovyetler Birliği ile ilişkilerini 
sınırlandırması doğal olarak Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerini etkilemiştir. Bu kapsamda, Batı’ya yakınlaşan Mısır ile ilişkiler geliştirilirken, Suriye ve Irak ile ilişkiler olumsuz yönde seyretmiştir. 

1970’lerdeki petrol krizi ve sonrasındaki gelişmeler, Türkiye’nin bölgeyle ilişkilerinde ekonomik boyutu ön plana çıkarmıştır. Türkiye, petrol ihtiyacını 
karşılayabilmek için başta Irak olmak üzere petrol zengini ülkelerle ilişkilerini geliştirmiş, bu dönemde Türkiye-Irak petrol boru hattı inşa edilmiştir. Ancak 
Türkiye, yeterli finansal ve endüstriyel kapasitesi olmadığı için artan petrol fiyatları sayesinde zenginleşen Orta Doğu’ya ihracatını yeterli oranda artıramamıştır.23 

< Orta Doğu’ya karşı çok yönlü açılım politikası doğrultusunda; Arap ülkeleriyle, kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda taraf tutulmadan ve paktlarla bölünmeye mahal vermeden ikili ilişkilerin geliştirilmesi hedeflenmiştir. >

1979 yılında bölgedeki güç dengelerini etkileyecek önemli bir gelişme olarak “İran Devrimi” gerçekleşmiştir. İran’da Şii esaslara uygun yeni bir devlet 
sistemi oluşturulmuş ve bu sistemin bölgeye ve hatta tüm İslam dünyasına ihracı noktasında açıklamalar yapılmıştır. Türkiye-İran arasında rejim ihracı 
noktasında karşılıklı olarak artan güvensizlik, Türkiye’nin İran’a doğrudan bir tepki vermekten imtina etmesi sayesinde aşılmıştır. Tahran’da kurulan yeni 
rejimi tanıyan Türkiye bu dönemde İran’a ambargo uygulayan ABD’nin tek taraflı yaptırımlarını uygulamamış, İran’la ticari ilişkilerini sürdürmüştür.24 
Bu gelişme, dış politika uygulamalarının çok boyutluluk ve denge prensipleri doğrultusunda, milli menfaatlerle bağdaştırılarak ülkenin menfaatleri perspektifinde değerlendirildiğine işaret etmektedir. 

5. 1980-2000 Dönemi 

1979’daki İran Devrimi, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve 1980’lerde İran-Irak Savaşı; ABD, Batı dünyası ve Türkiye’nin Orta Doğu’yla daha 
fazla ilgilenmesine neden oldu. Bu dönemde Türkiye’nin Orta Doğu politikasına ilişkin tutumu; PKK terör örgütü ile mücadelesinde güvenlik eksenli ve 
Turgut Özal iktidarı boyunca ekonomik yaklaşımlar doğrultusunda şekillenmiştir. 

1980 yılında başlayan ve sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı boyunca Türkiye, “milli menfaatler” doğrultusunda değerlendirme yaparak tarafsızlığını ilan etmiş, 
doğrudan savaşın tarafı olmamaya özen göstermiştir. Türkiye’nin “aktif tarafsızlık” olarak nitelendirilebilecek bu politikası; Körfez ülkeleriyle ekonomik 
ilişkilerin geliştirilmesini, İran ve Irak’la siyasal ve ekonomik bağlantıların sürdürülmesini sağlamıştır. Bu bağlamda, İran-Irak Savaşı esnasında 
İslam Konferansı Örgütü tarafından oluşturulan Arabuluculuk Heyeti’nde Türkiye’nin üstlendiği rol dikkat çekicidir. İran’da Irak’ın ve Irak’ta İran’ın 
çıkarlarının korunmasının Türkiye tarafından gerçekleştirilmesinin bu devletler tarafından istenmiş olması, Türkiye’nin Orta Doğu’da sürdürmüş olduğu 
tarafsızlık politikasının gerçekçi ve akılcı yönlerini gözler önüne sermiştir.25 

Bu dönemde, Sovyetlerin Afganistan’ı işgaliyle başlayan yayılmacı tutumuna karşı Batı’nın aktif caydırıcılık mücadelesinde; Türkiye NATO ittifakının 
güneydoğu kanadı olarak yer almıştır. ABD Başkanı Carter, hem Sovyetler Birliği’nin hem de İran’ın bölgeye yayılmasını önlemek amacıyla petrol zengini 
Körfez ülkelerine yapılacak herhangi bir saldırıya, gerekirse silah kullanmak dâhil her türlü karşılığı vereceğini ilan etmiş, bölge ülkelerinden de da
yanışma ve işbirliği içinde olmalarını istemiştir. Bu süreçte Türkiye jeopolitik konumunun da etkisiyle, tehditlere karşı bölge ülkeleriyle daha sıkı ilişkiler 
geliştirmiştir.26 

Küresel gelişmelere ek olarak; Türkiye’de 1980 askeri müdahalesi sonrasında istikrar ve güvenlik ortamının sağlanması ve Turgut Özal’ın iktidara gelmesi 
Türkiye’nin Orta Doğu vizyonuna etki etmiştir. Özal’ın, Batılı değerlerle Orta Doğu ile tarihi ve kültürel bağları sentezlemeyi amaçlayan politikaları Türkiye-
Orta Doğu ilişkilerine ivme kazandırmıştır. Liberal bir vizyonla, bölge ülkeleri arasında barış ve istikrarın yerleştirilmesi amacıyla Avrupa’dakine benzer 
bir bölgesel ekonomik ve ticari işbirliğinin oluşturulması için gayret sarf edilmiştir. Bu kapsamda Türkiye’nin İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) içindeki 
katılımı üst düzeye çıkarılmıştır. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, İKÖ’nün Kazablanka Zirvesi’ne katılmış ve bu zirvede Türkiye İSEDAK’ın (İslam Konferansı Örgütü Ülkeleri Arası Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi’nin) başkanlığını almıştır. Türkiye, bölgesel dengeleri de göz önünde bulundurarak 
bir yandan Irak’la iyi ilişkiler geliştirmiş, Suudi Arabistan ve Kuveyt ile İran’ın devrim ihracı politikalarına karşı işbirliği yapmıştır. Öte yandan, bu 
gelişmelere rağmen İran ile iyi ilişkiler zeminini muhafaza etmiştir.27 

1980’li yıllardan başlayarak Türkiye’nin Orta Doğu vizyonunda güvenlik boyutunun ağırlığını artıran faktör PKK terör örgütü ile mücadelesi ve Sovyetler 
Birliği, İran, Suriye ve Irak’ın örgüte destek vermeleridir. 1984’ten PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 1999 yılına kadar devam eden aktif 
mücadelede Türkiye, kuzey Irak’taki Kürt liderler ile ilişkilerini geliştirerek PKK’ya karşı operasyonlarda işbirliği yapmıştır. Ayrıca ABD ile işbirliğini 
ilerleterek süreç içinde bölgedeki etkinliğini artırmaya çalışmıştır. 

Suriye, Irak, İran ve Sovyetler Birliği’nin örgüte lojistik ve mühimmat; bazı Avrupa ülkelerinin kamuoyu desteği sağlamasına rağmen Türkiye, bu ülkelerle 
ekonomik ve siyasi ilişkilerini zedelememeye özen göstermiştir. Türkiye’nin izlediği bu politika; içeride terörle mücadeleyi ve Kuzey Irak’ta sınır ötesi 
operasyonları; dış ilişkilerde ise ekonomi, diplomasi ve kültür ögelerini esas alıyordu.28 Türkiye’nin izlediği bu iç-dış politika dengesinde dikkate değer 
husus; bölgedeki hedef ve çıkarlarını belirlerken içinde bulunduğu ittifakların 
da beklentilerine özen göstermesidir. 

1990’lı yıllara gelindiğinde Soğuk Savaş’ın bitmesiyle uluslararası sistem bir dönüşüm daha geçirmiştir. Oluşan kuvvetler denkleminde, SSCB’nin dağıl
masıyla iki kutuplu güçler dengesi yerini ABD’nin liderliğinde tek kutuplu bir düzene bırakmıştır. İki kutuplu düzende bloklar arası politika oluşturma 
zorunluluğu biçimsel olarak ortadan kalkınca, Türkiye’nin yeni oluşan bu küresel tabloda hareket alanının genişlediği ileri sürülebilir. Fakat 1990’lı yılların 
başından 2000’lerin ilk yıllarına kadar geçen zaman aralığında ülkede yaşanan ekonomik krizler, siyasi istikrarsızlıklar ve koalisyon hükümetlerinin 
kırılgan durumu gibi bazı iç politika gelişmeleri, dış politikada sürdürülebilir bir etkinlik sağlanmasını engellemiştir.29 

Bu dönemde, ABD’nin dış politika çerçevesinde Orta Doğu’ya ilgisinin arttığı gözlenmektedir. ABD, gerek petrol kaygısı gerekse İsrail’in güvenlik tehdidi 
algısıyla 1990’da Kuveyt’in Irak tarafından işgaline karşı aktif rol oynamış, BM Güvenlik Konseyi’nin kararıyla Irak’a harekât başlatılmıştır. Kuveyt 
Savaşı’nda Türkiye’nin tutumu ise “milli menfaat” perspektifinde, temkinli ve savaşa fiili olarak katılmayı öngörmeyen bir politika olmuştur. BM Güvenlik 
Konseyi’nin Irak’a karşı aldığı kararlar; ABD’nin bölgeye en büyük askeri yığınağını yapması; Sovyetler Birliği’nin açık desteği; Mısır, Suriye ve Suudi 
Arabistan dâhil 13 Arap Devleti’nin ABD yanında yer alması Türkiye’nin Körfez Savaşı politikasında çok önemli bir rol oynamıştır. Batı ile Doğu arasında 
köprü olarak değerlendirilen Türkiye, Körfez koalisyonuna destek vererek hem Batılı müttefiklerine hem de koalisyona katılan Arap devletlerine 
güvenilir bir dost imajı vermeye çalışmıştır.30 Bu kapsamda, Birinci Körfez Savaşı’nda İncirlik Üssü’nü müttefik uçaklarına savaş görevine katılmama 
şartıyla açmış ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmıştır.31 

Türkiye’nin istikrarlı dış politikası Körfez Krizi sırasında kilit ülkelerden biri olmasında etkin olmuş, aynı zamanda farklı siyasi rejim ve ideolojilere 
sahip Arap ülkeleriyle ticaretine olumlu yansımıştır. Bu dönemden itibaren, Türkiye diplomatik tercihini bölge ülkelerine yöneltmiş, bölgede barış ve 
işbirliği kuşağı oluşturma önceliğini uygulamaya koymuştur.32 Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Arap devletleri ile İsrail arasında başlayan barış sürecinde 
Türkiye, denge politikası gereği hem İsrail hem de Arap ülkeleriyle yakın ilişki içinde bulunmaya özen göstermiştir. Bu kapsamda, İsrail ile diplomatik 
ilişkiler büyükelçilik seviyesine yükseltilmiştir. Diğer taraftan Türkiye, Filistin Devleti’nin kurulmasına da destek vermiştir. 

1998 yılında Suriye’de bulunan PKK terör örgütünün elebaşı Abdullah Öcalan, Türkiye’nin askeri ve diplomatik baskıları neticesinde sınır dışı edilmiştir. 

< Türkiye’nin istikrarlı dış politikası Körfez Krizi sırasında kilit ülkelerden biri olmasında etkin olmuş, aynı zamanda farklı siyasi rejim ve ideolojilere sahip Arap ülkeleriyle ticaretine olumlu yansımıştır. >

Öcalan’ın 1999 yılında yakalanmasından sonra terör olayları büyük oranda sona ermiştir. Türkiye’nin bütünlüğünü ve güvenliğini doğrudan tehdit eden 
teröre karşı uyguladığı yöntem; hak-kuvvet dengesi çerçevesinde gücün barışçıl yollarla kullanılarak, Suriye’nin PKK’ya verdiği desteğin kesilmesidir. 

Bu yöntem sayesinde, Suriye ile herhangi bir çatışmaya neden olmadan PKK terör örgütüne verilen destek engellenmiştir. 

1999 yılında Bülent Ecevit’in Başbakan ve İsmail Cem’in Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, Türk dış politika vizyonunda “bölge merkezli dış politika” stratejisi benimsenmiştir. Bu stratejinin temeli; komşularla ve yakın bölgelerle iyi ilişkiler ve dayanışmaya öncelik vererek, bir barış ve güvenlik kuşağı oluşturmak, kendi konumundan güç alarak Batı’ya ve başka bölgelere açılmaktır. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin çok boyutlu jeopolitik konumuna vurgu yapılarak, bu konumun avantajlarının dengeli bir platformda işlerlik kazanması gerektiğinin altı çizilmiştir.33 Bu eksende, özellikle AB ile ilişkiler hızla gelişmiş; ülke içinde özgürlükler, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisi konularında ileriye dönük atılımlar yapılmıştır. Bölge merkezli perspektifle komşularla ekonomik ve ticari ilişkiler geliştirilerek Türkiye’nin etrafında bir barış kuşağı oluşturulması için girişimlerde bulunulmuştur. 

Orta Asya ile var olan ilişkiler sürdürülürken, Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika’ya yönelik açılımlar gerçekleştirilmiştir. 

Bu dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri tam üyelik müzakerelerine giden yolda hızla derinlik kazanmıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Türkiye için öngördüğü “komşularına, bölgesine ve dünyaya katkı verme potansiyeli olan aktif ve yapıcı dış politika vizyonunun” önemli katkılarıyla 
Türkiye-Avrupa Birliği ve Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde dönüm noktaları yaşanmıştır. İsmail Cem’in “Avrupa’nın geleceğine katkı sağlama potansiyeli yüksek ülke olma” misyonu, Türkiye-AB ilişkilerine yansımış ve Avrupa ile bütünleşme sürecine olumlu etki etmiştir.34 1987 yılında Avrupa Topluluğu’na tam üyelik müracaatında bulunan Türkiye’ye, 1999 Helsinki Zirvesi’nde Avrupa Birliği üyelerince adaylık statüsü verilmiştir. 

Helsinki Zirvesi’yle AB’nin genişleme stratejisine katılan Türkiye; insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratikleşme konularında “AB Uyum Paketleri” 
adı altında birtakım anayasal, yasal ve idari değişiklikler yapmıştır.35 İç politikadaki Batılı değerler sistemiyle oluşan bu dinamizm, dış politika vizyon 
ve reflekslerini de doğrudan etkilemiştir. Türkiye’nin NATO dâhil olmak üzere Batı’nın hemen tüm kurumlarına üye olması, aynı zamanda Orta Doğu 
ülkelerinin içişlerine karışmaktan ve taraf tutmaktan kaçınmış olması bölgede belirli bir ağırlık kazanmasını sağlamıştır.36 

Bunun yanı sıra, AB süreci kapsamında gerçekleştirilen reformlarla devlet yapısının çağcıl değerler doğrultusunda yeniden yapılandırılması, özgürlükler, 
insan hakları, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisinin yerleşmesi dış politika hedefleriyle örtüşmekteydi. Bölge merkezli dış politika stratejisi 
çerçevesinde, Türkiye etrafında barış kuşağı oluşturulması için komşu ülkelerle ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesi hedeflenmekteydi. Bu kapsamda, 
Yunanistan ile güvenlik artırıcı tedbirlerle iki ülke arasında etkileşim artırılarak diğer alanlardaki işbirliğine temel oluşturulmuştur.37 

Çok boyutlu dış politika çerçevesinde, Orta Doğu bölgesinden başlamak üzere Afrika ve Latin Amerika açılımları gerçekleştirilmiştir. Türk dış politikasına 
Latin Amerika boyutu bu dönemde kazandırılmış ve bu konuda bir “Eylem Planı” uygulamaya konmuştur.38 Aynı şekilde, Orta Asya açılımlarına devam 
ederken, Doğu Asya ve özellikle Çin ile 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren resmi ziyaretlerde önceki dönemlere göre önemli artış görülmektedir.39 
Türkiye-Afrika ilişkilerinde ise 1998 yılından itibaren bir dönüşüm yaşanmış, İsmail Cem döneminde “Afrika’ya açılım” politikası dâhilinde bir Eylem Planı 
hazırlanarak ilişkilerin geliştirilmesi öngörülmüştür. Bu bağlamda, siyasi ve ticari temasların artması ileriki dönemlerdeki Türkiye’nin Afrika politikalarına 
temel teşkil edecek niteliktedir.40 

Çok yönlü dış politika stratejisinin bir diğer ayağı da, ekonomik açılımlarla karşılıklı bağımlılık yaratmak suretiyle hem dış ödemeler dengesinin 
sağlanması hem de siyasi ilişkilerin geliştirilmesiydi. Gerçekleştirilen yapısal reformlarla ekonomik krizin olumsuz etkileri azaltılmış, ekonomik istikrar 
sağlanmış ve kalkınmanın önü açılmıştır.41 Yakalanan iyileşme ve istikrarla kişi başı gelirin artması, AB ile entegrasyon sürecine olumlu yansımıştır. 

   Bu süreçte Orta Doğu ülkelerinin de Türkiye’ye bakışı değişmiş ve Türkiye’nin bölgedeki saygınlığı artmaya başlamıştır. 

Bu dönemde Suriye ile ilişkilerde karşılıklı üst düzey ziyaretler yapılmış, iki ülke arasında diyalog ortamı gelişmiştir. Bu elverişli ortamda gerçekleştirilen 
protokollerle ikili ekonomik ilişkiler canlandırılmıştır. 1999 sonrasında PKK’nın ateşkes ilan etmesiyle bölgede oluşan görece istikrarlı ortamda Türkiye, 
Irak’la da ticari ilişkilerini geliştirmiştir. “Komşu ve Çevre Ülkelerle Ticareti Geliştirme Stratejisi” sayesinde Arap ülkeleriyle ticaret hacmi artmıştır.42 

11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırılar sonucu ABD, dış politika söylemini ‘teröre karşı küresel savaş’ üzerine revize etmiştir. Küresel 
ve bölgesel dengeleri önemli ölçüde etkileyen bu retorik çerçevesinde ABD, Ekim 2001’de Afganistan’a müdahale gerçekleştirmiş ve 2003’te ise 
Irak’ı işgal etmiştir. Türkiye, ABD’nin Afganistan müdahalesi sırasında koalisyon güçleri içinde yer almış, hava sahasını ve iki askeri hava alanını ABD 
nakliye uçaklarına açmıştır. Ancak Türkiye sıcak çatışmalara girmemeye özen göstermiştir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

18 Mart 2019 Pazartesi

Başkanlık Sistemi Tartışmaları.,

Başkanlık Sistemi Tartışmaları.,




Prof. Dr. Atilla SANDIKLI
05 Ocak 2016


TÜRKIYE’de başkanlık sistemine geçiş tartışmaları 1987 yılında Başbakan Turgut Özal döneminde başladı. 1997 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlık tartışmalarını tekrar gündeme getirdi. Son olarak Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan başkanlık sisteminin gelmesi için yoğun bir kampanya yürütüyor.

Ancak yapılan kamuoyu araştırmalarında başkanlık sistemine destek yüzde 30-35 düzeyinde. Halkın başkanlık sistemini bilmediği konusunda görüşler öne sürülüyor.

Hatta kampanyalar beyin yıkama ve baskı oluşturma seviyesine kadar ulaşıyor. Türk toplumunun baskı ve beyin yıkamalardan çok, engin sezgisi ile karar verdiği ihmal ediliyor.

NEDEN BAŞKANLIK SİSTEMİ?

Başkanlık sistemini savunanların başlıca tezi; ülkede ekonomik ve siyasi istikrar ancak başkanlık sistemi ile garantiye alınabilir.

Parlamenter sistemde hükümetler her an değişebilir. Bu nedenle yürütmenin istikrarını sağlamak zordur. Bu yaklaşım Türkiye’de uzun süreli koalisyonları besleyecek siyasi kültürün olmadığı varsayımına dayanmaktadır.

Diğer bir tez; başkanlık sisteminde yapılması planlanan projelerin hızla gerçekleştirilmesi, sınırlama ve engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Parlamenter sistemde muhalefet partileri tarafından yürütmenin denetlenmesi engel ve geciktirme olarak değerlendirilmektedir.

Bu görüşleri 2002’den bu yana devam eden AK Parti iktidarları geçersiz kılmaktadır.

AK Parti 13 yıldır iktidardadır ve 17 yıla kadar iktidarda kalacaktır. Otoriter yönetimler hariç hangi ülkede bu kadar süre iktidarda kalan bir lider ve parti var?

Ayrıca AK Parti projelerini hızla hayata geçirmekle övünmüyor mu? Devrim niteliğinde değişim yaptığını vurgulamıyor mu? Gerçekten devrim niteliğinde değişim yaptı ve planladığı projeleri hızla gerçekleştirdi.

Peki, o zaman başkanlık sistemi neden bu kadar isteniyor?

BAŞKANLIK SİSTEMİ SORUNSUZ MU?

Geçmiş dönemlerde parlamenter sistemde bazı istikrarsız dönemleri yaşadık.

Ancak başkanlık sisteminde de istikrarsızlıklar yaşanmaktadır. Başkanlık sisteminde sabit görev süresi de bir sistem krizine yol açabilir. Başkan oldukça istisnai bir durum olan “suçlama” dışında görevden alınamaz.

Hastalık dolayısıyla iş göremez hale gelen veya meşruiyetini yitiren bir başkanın görevden alınamaması ciddi bir otorite sorununa yol açabilir. Hatta bu sorun bir rejim krizine dönüşebilir.

Venezuela’da Başkan Carlos Andres Peres ve Brezilya’da Başkan Fernando Collar’ın döneminde yaşanan krizler veya Arjantin’de başkan Peron’un 1974’te ölümünden sonra yerine gelen başkan yardımcısı olan eşi Maria Estela Martines de Peron’un meşruiyet sorunu yaşaması ve 1976 darbesiyle iktidardan düşürülmesi başkanlık sisteminde sabit görev süresinin yarattığı problemlere örnek olarak gösterilebilir.

Ayrıca başkanlık sisteminde yürütme; yasama organının çıkaracağı kanunlara ve kabul edeceği bütçeye bağlıdır. Başkan ile parlamento çoğunluğunun farklı siyasi eğilimlerde olduğu durumlarda bunun istikrarsızlığa sebep olması mümkündür.

Üstelik başkanlık sistemleri rejim krizlerini çözecek anayasal mekanizmalardan da yoksundur.

Bu durum Latin Amerika ülkelerinde anayasal krizlere ve askeri darbelerle demokrasinin kesintiye uğramasına sebep olmuştur. ABD gibi gelişmiş demokrasilerde bütçe kongre tarafından onaylanmadığı için günler, hatta haftalarca devlet hizmetleri kesintiye uğramıştır.

Bilimsel çalışmalar, başkanlık sisteminde demokrasinin kesintiye uğraması ihtimalinin parlamenter sistemlere göre daha kuvvetli olduğunu göstermektedir.

Bu yazı 05.01.2016 tarihinde Yeni Yüzyıl Gazetesinde yayımlanmıştır.
http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/baskanlik-sistemi-tartismalari-792

Alıntı Web Adresi ;

http://www.bilgesam.org/incele/2273/-baskanlik-sistemi-tartismalari/#.XI-tiokzbIU

***********

28 Aralık 2016 Çarşamba

Türkiye’nin Gücü Tüketilmeye Çalışılıyor




Türkiye’nin Gücü Tüketilmeye Çalışılıyor





Prof. Dr. Atilla SANDIKLI

28 Aralık 2016








Strateji üretebilme kabiliyetinin yetersizliği nedeniyle uygulanan politikalar her geçen gün Türkiye’nin gücünü tüketiyor. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında model ülke olmak ve ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesi sonucu oluşacak güç boşluğunu doldurmak maksadıyla, Müslüman Kardeşler ve Hamas ile işbirliğini geliştiren Türkiye, yumuşak ve sert gücüyle Ortadoğu bölgesinde birincil güç haline geldiğini ileri sürdü. Yakaladığı gelişme trendi sayesinde elde ettiği özgüvenle küresel ve bölgesel güçlere meydan okumalarda bulundu. Stratejik Derinlik kitabındaki öngörüler ve hedefler doğrultusunda bölgeyi şekillendirmek için kendi projelerini geliştirdi ve uygulamaya koydu. Türkiye’nin bu girişimleri diğer bölgesel güçleri ve bölgede çıkarları olan küresel güçleri rahatsız etti. ABD, AB, Rusya, İran, Mısır ile ilişkiler bozuldu. Irak ve Suriye ile gerilim arttı. Türkiye hedef ülke haline geldi.

Özgürlük, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, AB’ye katılım müzakereleri, İslam ülkeleri ve Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler sayesinde kazanılan yumuşak güç; Gezi Olayları, 6-8 Ekim Kobani kalkışması, iç politikada derinleşen kutuplaşma, çözüm sürecinin çökmesi, ABD ve AB ile yaşanan sorunlar nedeniyle Batıdan uzaklaşma Türkiye’nin yumuşak gücünü tüketmeye başladı.   

Balyoz-Ergenekon davaları ve 15 Temmuz Darbe girişimi Türkiye’nin sert gücüne büyük zararlar verdi. Silahlı Kuvvetlerin komuta kademelerinde ve uzman personel ihtiyacında önemli hassasiyetler oluşturdu. Artan ve kontrolden çıkan terör eylemleri Türk güvenlik güçlerinin teröre angaje olmasına neden oldu.

Bu olumsuz süreçte PKK terör örgütü Irak’ta Sincar bölgesine yerleşti. Haseke Kobani ve Afrin’de kanton yönetimleri oluşturdu. Haseke ve Kobani arasındaki bölgeyi de ele geçirerek iki kantonu birleştirdi. Cerablus ile Mare arasındaki bölgeyi de ele geçirerek Afrin kantonuyla da birleşmeyi hedefledi. Bu sayede Irak’ta Sincar bölgesi dahil Suriye’nin kuzeyinde bir PKK devleti oluşturulacaktı. Cerablus’a yönelik girişimlere Türkiye büyük tepki gösterince ve fiili müdahalede bulununca güneyde Mümbiç ele geçirildi. PKK’nın bütün bu girişimleri ABD tarafından bölgesel güvenlik ortamı şekillendirilerek, eğitim ve lojistik destek sağlanarak, özel harekât timleri ve hava kuvvetleriyle desteklendi.

Esad yönetimi Rusya, İran ve Hizbullah ile işbirliği yaparak Halep’e saldırdı ve muhalif güçlerin Halep’i terk etmesini sağladı. IŞİD’ten sonra El Nusra ve bağlantılı örgütler de terör örgütleri olarak onandı. Terörle mücadele edilecek örgütler kapsamına dahil edildi.

Bu gelişmelere paralel olarak Türkiye kendisine yönelik en tehlikeli girişim olan Suriye’nin kuzeyindeki kantonların birleştirilmesini önlemek ve bu bölgede güvenli bölge oluşturmak maksadıyla Fırat Kalkanı Harekâtını başlattı. Cerablus Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarılı bir operasyonu ile IŞİD’ten temizlendi. Operasyon kısa sürede Mare bölgesine ulaştı. Harekât El Bab’a yönelince iki önemli gelişme yaşandı. ABD, Rakka'ya yönelik harekâtı erteledi. IŞİD’e karşı hemen hemen hiçbir hava harekâtı yapmadı. Adeta El Bab’ın Rakka bölgesinde bulunan IŞİD güçleriyle takviye edilmesi için uygun ortam sağlandı.

Aynı anda Esad bütün gücüyle Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle Halep’e saldırdı. Muhaliflerin bu bölgedeki IŞİD güçlerine yönelik baskısı ortadan kalktı. IŞİD’in El Bab’ı takviye etmesi ve direnişini güçlendirmesi için adeta güvenlik ortamı özellikle şekillendirildi.

ABD ve bölgedeki diğer güçler neden IŞİD’e karşı operasyonları birden bire durdurdu ve Türkiye’deki terör eylemleri hızla arttı? Açıklanan gelişmeler çerçevesinde bu soruya verilebilecek en doğru cevap: “Türkiye’nin yumuşak gücünden sonra sert gücünün de hedef alındığı ve tüketilmeye çalışıldığıdır.”

Siyaset tarafından uluslararası ilişkiler ortamı ve harekât ortamı uygun olarak şekillendirilmeden; güç, çıkar ve politika etkileşiminde erişilemeyecek hayalci hedefler doğrultusunda Türkiye sert gücünü fütursuzca kullanmaya devam ederse daha da yıpranacaktır. Yumuşak gücünden sonra sert gücünü de tüketme durumuyla karşı karşıya gelebilecektir. Bu da Türkiye’yi hedef alan ülkelerin düşmanca girişimlerinin daha da artmasına neden olabilir.

Gücün muhafazası ve caydırıcı olması önemlidir. Eğer güç İttihat Terakki dönemindeki gibi fütursuzca kullanılır, Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi tüketilirse Sevr Anlaşması gibi durumlarla karşı karşıya kalınabilir.


..