Türkiyenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiyenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Haziran 2017 Cumartesi

Türkiye’nin Sahraaltı Afrika Politikası Dönüşümler ve Değişimler,


Türkiye’nin Sahraaltı Afrika Politikası Dönüşümler ve Değişimler



“ Dönüşüm Sürecindeki Sahra altı Afrika”  Başlıklı Kitap Yayımlandı












Ufuk TEPEBAŞ 
Basel Üniversitesi Afrika Çalışmaları Merkezi
Yayın Tarihi : 
28.10.2013


“Dönüşüm Sürecindeki Sahra altı Afrika” Başlıklı Kitap Yayımlandı


BM Genel Kurulu'nda 49 Üye ülke ile temsil edilen ve 850 milyonun üzerinde bir nüfusa sahip olan Sahra altı Afrika, günümüzde uluslararası kamuoyunda 
daha fazla dikkatle takip edilmektedir. Bölgenin stratejik açıdan taşıdığı önem, gelişmiş ve hızlı gelişmekte olan ülkelerin tamamına yakınının, bölgeye 
yönelik kapsamlı politikalar geliştirmesini beraberinde getirmektedir. Uluslararası ilişkilerde söz sahibi ülkelerin ve AB’nin başını çektiği önde gelen devletler 
arası oluşumların, Afrika ile periyodik olarak gerçekleştirilmekte oldukları Zirveler ve artan üst düzey ziyaret trafiği, her geçen gün bu kıtayı küresel rekabetin merkezine doğru taşımaktadır. Bilhassa enerji rezervlerinin tükenmekte olduğu dünyamızda, yeni keşiflerle birlikte rezervlerini arttıran Sahra altı Afrika, bu yönüyle dikkatleri üzerinde toplamaktadır.

Bir yanda dünyanın en az gelişmiş 48 ülkeden 33’üne ev sahipliği yapan Sahra altı Afrika, diğer yanda en hızlı gelişmekte olan ülkeleri bünyesinde 
barındırmaktadır. 2001-2010 döneminde dünyanın en hızlı büyüyen on ülkesinden altısı bu coğrafyada bulunurken, 2011-2015 dönemine ilişkin öngörülerde yedi ülkeye yer verilmektedir. Bu olumlu tablo karşısında “yoksulluk kıtanın değişmez kaderidir” şeklindeki katı anlayış, yerini umuda bırakmaktadır. 
The Economist dergisinin, 2000 yılının Mayıs ayındaki bir sayısında sömürge geçmişine, sosyo – ekonomik sorunlarına ve süregelen çatışmalara vurgu yaparak “Umutsuz Kıta” başlığı ile kapağına taşıdığı Afrika için 2011 yılının Aralık ayındaki sayısında “Umutlu Kıta: Afrika Yükselişte” başlığını kullanması, şüphesiz değişimin ve gelişimin bir sonucudur.

Afrika Kalkınma Bankası, kıtadaki ülkelerin gelecek elli yıl süresince büyük sıçramalar göstereceklerini, orta sınıfın güçleneceğini ve bunun sosyal yaşam 
üzerinde olumlu etki yapacağını bildirmektedir. Olumlu gelişmelere ve öngörülere istinaden Afrika’nın, 21. yüzyılın ikinci yarısında bugünkünden çok daha iyi bir konuma erişmesi kuvvetle muhtemeldir.

Üç ana bölümden oluşan çalışmada Sahra altı Afrika’daki bölgesel bütünleşme ve ekonomik dönüşüm süreci, yatırımlarda üst sıralarda bulunan ülkeler ve 
sektörler,  Nijerya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Somali, Sudan ve Güney Sudan gibi konumları ve yapıları itibariyle kıtadaki model ülkelerde yaşanmakta 
olan güvenlik sorunları ve Sahra altı Afrika ile Türkiye arasındaki çok boyutlu ilişkiler incelenmektedir.

Geniş bir kaynak ağından istifade edilerek hazırlanan çalışma, Türkiye’deki Afrika araştırmalarına katkı sağlamayı amaçlamaktadır.

***

Sahra altı Afrika’nın Artan Önemi ve Türkiye

21.09.2007

   Etnik yapıları oldukça farklılık gösteren Sahra altı Afrika ülkeleri genel olarak Büyük Sahra Çölü’nün güneyindeki ülkeler olarak adlandırılmaktadırlar. 
Soğuk Savaş dönemindeki uluslararası sistemin etkisiyle her iki blokun yakın gözetiminde olan bölge ülkeleri, benimsemiş oldukları ideolojileri doğrultuların da ekonomik ve askeri yardımlarla desteklenmişlerdir. Ancak buna karşın her iki blok, kontrolünde bulundurduğu ülkeleri ve rejimleri korumak amacıyla bölgeye 
asker sevk ederken, bölgedeki istikrarsızlık artış göstermiştir.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Sahra altı Afrika ülkelerine yapılan ekonomik yardımlarda önemli oranlarda azalmalar görülmüştür. Bunun yanında 
demokrasi arayışlarının güçlendiği çok sayıda bölge ülkesinde en az iki siyasi partinin katıldığı parlamento seçimleri gerçekleştirilmiştir. Bunun doğal bir 
sonucu olarak, güç kullanılarak gerçekleştirilen iktidar değişikliklerinin sayısında gözle görülür bir azalma olmuştur.

Demokratikleşme yolunda görülen olumlu gelişmelere rağmen, Sahra altı Afrika ülkelerinin önünde kat edilmesi gereken bir hayli mesafe bulunmaktadır. 
Ancak söz konusu gelişmelerin de umut verici olduğu bir gerçektir. Buna karşın, siyasi ve ekonomik sorunlar, ülkedeki sosyal sorunlardaki artışı beraberinde 
getirmektedir.

1990’lı yılların sonlarından itibaren kıtaya yönelik ilginin yeniden arttığını gözlemlemek mümkündür. Böylece üretilen çeşitli hammaddeler, bazı bölge 
ülkelerinde bulunan zengin petrol ve maden yatakları, Sahra altı Afrika’nın stratejik öneminin artmasını sağlamaktadır. Bunun doğal bir neticesi olarak 
Sahra altı Afrika, başta son dönemdeki atılımı göz önünde bulundurulduğunda Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere ABD, AB, Rusya, Japonya ve Hindistan 
gibi birçok ülkenin ilgi alanı haline gelmiştir.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin 2000 yılında başlattığı ve sonuncusu Kasım 2006 yılında Pekin’de gerçekleştirilen “Çin H. C.- Afrika Forumu” her üç yılda bir 
tekrarlanmaktadır. Çin H. C. ile Afrika arasında istikrarlı olarak yüksek artışlar gösteren ve günümüzde yıllık 40 milyar doların üzerinde olan karşılıklı ticaret 
hacminin 2010 yılına kadar 100 milyar dolara çıkartılması amaçlanmaktadır. Afrika Forumları ve son dönemde yaşanan gelişmeler, Çin H. C.’nin kıtaya 
verdiği önemi açıkça ortaya koymaktadır.

AB ise Portekiz’in dönem başkanlığında ve ev sahipliğinde önümüzdeki Aralık ayında 2. Avrupa Birliği- Afrika Zirvesi’ni gerçekleştirmeyi planlamaktadır. 
İlk Zirve’nin 2000 yılında icra edildiği göz önünde bulundurulduğunda, Afrika’nın yeniden AB nezdinde önem kazanmaya başladığı görülmektedir. 
ABD ve Rusya’nın da Afrika konusundaki gelişmeleri yakından izledikleri görülmektedir. Ancak önemli bir hususu da gözden kaçırmamak gerekir ki; Afrika’nın dünya ticaretindeki payını %1 oranında arttırması durumunda, kıtanın elde edeceği kazancın, kıtaya yıllık olarak yapılan hibelerin yaklaşık yedi katı tutarında olacağı tahmin edilmektedir. Söz konusu durum, Afrika’nın kalkınma yardımlarından ziyade, dünya ticaretindeki payını arttırabilmesinin önemini daha net olarak ortaya koymaktadır.
Tüm dünyanın geleceği, ekonomik istikrarı ve büyümesi açısından önem arz eden Afrika’nın Türkiye açısından da önemi gün geçtikçe artmakta, kıtayla 
karşılıklı siyasal ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi gerekmektedir.

Tarihsel açıdan karşılıklı ilişkiler göz önünde bulundurulduğunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürgeci bir gelene sahip olmaması ve Afrika kıtasındaki 
ülkelerin bağımsızlık süreçlerine vermiş olduğu destek nedeniyle bu çerçeveden bakıldığında, söz konusu bölge ülkelerinin, Türkiye’ye yönelik yaklaşımlarının 
da olumlu yönde olmasını beraberinde getirmiştir. Ayrıca Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması, Müslüman Afrikalıların, Türkiye’ye sempati duymasına, aynı 
zamanda laik devlet yapısından ötürü de Afrikalı Hıristiyanların olumlu duygular beslemesine neden olmaktadır.

1998 yılında T. C. Dışişleri Bakanlığı’nın önde gelen Büyükelçilerinin sunmuş oldukları “Afrika’ya Açılım Planı” ve ardından 2005 yılının “Afrika Yılı” ilan edilmesi, Türkiye’nin yakın dönemde izlemiş olduğu çok taraflı politikaların önemli bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Yine bu dönemde T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı, 2003 yılında “Afrika ile Ticari ve Ekonomik İlişkilerin Arttırılmasına Yönelik Strateji’yi uygulamaya 
koymuştur. Söz konusu strateji çerçevesinde bölgedeki yoksulluğun önlenmesine katkıda bulunulması, sürdürülebilir kalkınmanın yakalanması amaçlanmaktadır. 

Bu çabaların bir sonucu olarak Türkiye ile Afrika arasındaki ticaret hacminin geçtiğimiz yıl 10 milyar dolara ulaştığı görülmektedir. Sahra altı Afrika ülkeleriyle ticaretteki artış oranının ise kıtanın geneliyle kıyaslandığında daha yüksek olduğu dikkat çekmektedir.

Ayrıca TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı), gıda yardımları, teknik kalkınma projeleri ve bölgedeki temsilcilikleriyle Afrika’da önemli bir görev üstlenmekte dir. Bu girişimlerin ve çabaların sonucunda Türkiye, 12 Nisan 2005 tarihinde Afrika Birliği’nde gözlemci ülke statüsü kazanmıştır.   
Son dönemdeki bu olumlu hava, orta ve uzun vadede karşılıklı ilişkilerin gelişimi açısından umut vermektedir.      

http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/692/sahra_alti_afrikanin_artan_onemi_ve_turkiye


***

16 Ocak 2017 Pazartesi

Türkiye’nin Suriye Politikası



Türkiye’nin Suriye Politikası 


Doç. Dr. Mesut Özcan 


Bugün “Türkiye’nin Suriye Politikası” hakkında konuşacağız. Güncel gelişmeleri anlatmadan önce tarihi arka planla ilgili biraz bir şeyler söylemek gerekir, sonrasında güncele kadar geleceğiz. 

Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkilerin tarihsel seyrine baktığımız zaman cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 1999-2000 yılına kadar gayet sorunlu 
bir ilişkimizin olduğunu görüyoruz. Bunun çeşitli tarihsel nedenleri var. Şöyle enteresan bir bilgiyle başlayayım. Mesela, 2004 yılına kadar Suriye’den devlet başkanı düzeyinde Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleşmiş değil. Burada iki komşu ülkeden bahsediyoruz, bunun nedenleri nedir diye baktığımız zaman tarihsel bazı sıkıntılar olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan, iki ülke arasında sorunların daha belirleyici olduğu bir ilişkiden bahsedilir. 

1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, bugünlerde adını sıklıkla duyduğumuz Sykes-Picot Antlaşması çerçevesindeki Osmanlı 
topraklarının bölünmesi bağlamında bugünkü Suriye ve Lübnan Bölgesi’nde Fransızların etkisi altında bir yönetim kuruluyor. Fransızların o bölgeye yönelik politikasına baktığımız zaman ise Suriye’de çok farklı küçük yapıların kurulduğunu görüyoruz. Bugünkü Suriye’yi altıya bölüyorlar ve daha küçük yapılar içerisinde idari yapılar oluşturuyorlar. 

2. Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde de belirli aralıklarla Suriye’deki Fransız yöneticilerinin ya da yüksek temsilcilerinin sıklıkla değiştiğini farklı yöneticilerin farklı politikalar, farklı öncelikler çerçevesinde siyaset izlemeye çalıştığını görüyoruz. Bu bakımdan da burada geçiş sürecinde bir istikrarsızlık söz konusu. Suriye’den biraz daha farklı olarak yine eski Osmanlı toprağı olan Irak’ta İngilizlerin hâkimiyeti var. İngilizlerin etkisi altında bir devlet inşa edilmeye çalışılıyor. Fakat Irak’da en azından kral var. Irak’ın bağımsızlık ilanı 1932’de ama ondan önce gerek İngiliz mandası döneminde gerek bağımsızlık “bağımsız olup da İngilizlerin siyasi etkisinin devam ettiği” dönemde biraz daha süreklilik söz konusu. Çok sıklıkla idari yapıda büyük değişiklikler ortaya çıkmıyor. Döneme baktığımız zaman, 1.Dünya Savaşı’nda imparatorluğun dağılıp 
Türkiye’de cumhuriyetin kurulup Suriye’de Fransız mandasının oluşmasından sonraki dönemde, Türkiye Suriye ilişkilerinde, Türkiye’nin o dönemdeki en temel amacı yeni kurulan cumhuriyeti sağlamlaştırmak, içerideki reformları yapmak. Aynı zamanda bu savaşın getirdiği yıkımlar sonrasında ortaya çıkan olumsuz sonuçları ortadan kaldırmak. Türkiye açısından bakıldığında 1. Dünya Savaşı’ndan önce başlayan bir mücadele söz konusu. Trablusgarp ile başlayıp, Balkan Savaşları ile devam eden 1. Dünya Savaşı ile zirvesine çıkıp, Kurtuluş Savaşı ile sona eren yaklaşık 10 yılı aşan bir savaş sürecinden bahsediyoruz. Türkiye’de 1922’nin sonuna gelindiğinde Kurtuluş Savaşı bitmiş 1923’de cumhuriyet ilan edilirken sadece 1. Dünya Savaşı ve sonrası diye bakmayınız. 


10 yılı aşan bir savaş ve seferberlik hali ve bunun sonucunda çok büyük bir yıkım, insan kaybı söz konusu. O yüzden mümkün olduğu ölçüde herhangi bir şekilde bu yıkımın olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmak ve yeni kurulan cumhuriyetin önceliklerini sağlamlaştırmak için bir politika izlendiğini görüyoruz. O dönemde Suriye’de zaten Fransızlar var ve bugün Fransa yine önemli bir güç; BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi, nükleer güç, AB’nin önemli üyesi. Bugünden farklı olarak o dönemde Avrupa ülkelerinin hala çok büyük bir etkinlikleri var ve bunların aynı zamanda dünya üzerinde çeşitli sömürgeleri var. O dönemdeki İngiltere ve Fransa bugün Amerika’nın oynadığına benzer bir rolü, düşmekte olmakla beraber oynayan ülkeler olarak görüyoruz. O yüzden de Türkiye-Suriye ilişkileri dediğimiz zaman biraz da Türkiye-Fransa ilişkileri denilmesi gerekiyor. Bu ilişkilerin o dönemdeki denge siyaseti, o dönemdeki dünya üzerindeki gelişmelerle birebir ilişki olarak değerlendirilmesi gerekiyor. 1920’li yıllar boyunca Türkiye-Fransa ilişkileri bağlamında değerlendirilmesi gerekiyor. O dönemden bugüne kadar gelen Türkiye-Suriye arasındaki ilişkileri etkileyen birkaç faktör var. 

Birincisi, herkesin bildiği Hatay konusudur. Hatay’ın 1939’da Türkiye’ye katılmasıyla sonuçlanan ama Suriyeliler açısından bakıldığı zaman Suriye 
toprağının Fransızlar tarafından Türkiye’ye verilmesi anlamına gelen, Türkiye açısından bakıldığı zaman bir vatan toprağının başka bir yerde kalmasının engellenmesi ve Misak-ı Milli’de ilan edildiği şekilde ülke sınırlarına katılması ile ilgili olan bir sorundan bahsediyoruz. İkincisi, git gide artan bir şekilde özellikle tarımsal amaçlar çerçevesinde suların daha fazla kullanılması ve alt yapı yatırımları ve nehirlerin daha fazla kullanımı çerçevesinde özellikle Suriye açısından Fırat, Suriye ve Irak olarak bakılırsa Fırat ve Dicle’nin sularının kullanımı ile ilgili olarak bazı anlaşmazlıklar olduğunu görüyoruz. Daha sonraki süreçte aşamalı bir şekilde bunun için ideolojik ayrışmanın özellikle Türkiye’nin NATO müttefiki olması, Suriye’nin ise daha fazla Sovyetler Birliği ile irtibatlı bir ülke olmasının da getirdiği çeşitli sorunlar var. Tarihsel olarak baktığımız zaman çoğu kez sorunlar çerçevesinde şekillenen bir ilişkiden bahsediyoruz. Bir taraftan etnik süreklilik söz konusu Hatay’a gittiğiniz zaman, Türkiye’de başka bir yer Mardin’e ya da Antep’e gittiğiniz zaman bir etnik devamlılığın olduğunu, oradaki sınır çizgisi dolayısıyla her ne kadar yeni bir devlet yapısı ortaya çıkmış olsa da bu manada bazı etnik sürekliliklerin olduğunu ve bu etnik sürekliliklerin de ikili ilişkileri etkileyen bir diğer faktör olduğunun bilinmesi gerekiyor. 

1920’li ve 1930’lu yıllarda ikili ilişkileri etkileyen bir diğer faktör Avrupa’daki siyasi gelişmelerdir. İki dünya savaşı arası dönem, herkesin bildiği üzere 1. Dünya Savaşı’nın bitişi, 2. Dünya Savaşı’nın başlangıcı arasındaki yaklaşık 20 yıllık dönem. Bu süreç bir savaştan diğerine geçiş ve diğer savaşın hazırlığının yapıldığı, arada bir de 1929 Ekonomik Buhranı’nın yaşandığı oldukça dalgalı ve istikrarsız bir dönem. Türkiye açısından bakıldığı zaman, Avrupa içerisindeki dengelerin ve gelişmelerin oldukça yakından takip edilmesi gereken bir dönemdir. Çünkü 1. Dünya Savaşı’nın mağlupları revizyonist devletler de denilir, 1. Dünya Savaşı’nın sonuçlarından memnun olmayan İtalya, Bulgaristan gibi bazı devletlerin bu şartları yeniden değiştirmeye çalıştıkları bir yapı var. Özellikle Bulgaristan belki Balkanlar için önemli bizim için önemsiz ama İtalya Akdeniz politikaları ve Ortadoğu’daki gelişmeler bakımından da önemli. O yüzden Türkiye’nin Fransa ile daha yakın bir temas sürdürmeye çalıştığı bir dönemden bahsediyoruz. Bu manada çok da fazlagerginliğe yol açmaksızın görüşmeler yoluyla, Türkiye’nin Hatay’ın anavatana katılmasını sağlamaya çalıştığını görüyoruz. Oradaki süreçte de Suriye’deki gelişmeleri belirli ölçülerde takip etmeye çalıştığı ama mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştığı bir yapıdan bahsediyoruz. Gerek Irak gerek Suriye için şunu söyleyebiliriz; İmparatorluk dağıldıktan sonra orada Irak örneğinde Şeref Hüseyin oğlu Faysal getirilip kral ilan ediliyor ve yeni bir yapı oluşturulmaya çalışılıyor etrafında. 
Suriye’de ise Fransızlar İngilizlerden farklıdır. Fransız ve İngiliz sömürgeciliği politikaları biraz farklıdır. İngilizler tamamen çıkarları çerçevesinde hareket edip ekonomik çıkarlarını sağladıktan sonra yönetimde kim var kim yok veya bu devletler ne türden politikalar izliyor bunlara çok fazla önem vermezler. Ama Fransızların medenileştirme misyonu diye bir kavramları var. Bunlar tabiri caizse ‘adam etmek’ üzerine Ortadoğuluları veya Suriyelileri adam etmek üzerine bazı politikaları var ve bunların üzerine bazı programlar yapıyorlar. Fakat buna rağmen 1920’li ve 1930’lu yıllarda bundan sonraki devlet yapısını kendi ayakları üzerlerinde duracak şekilde çok da fazla siyasi partilerin kurulması, sivil 
toplumun oluşmasına yönelik destekleyici politika izlediklerini söylememiz mümkün değil. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu dağılmış olsa 
da o dönemdeki bürokratların önemli bir kısmı İstanbul’da, Türkiye’de eğitim görmüş eski Osmanlı tebaası insanlar. Yani bunlar Arap kökenli ama imparatorluk dağıldıktan sonra yeni kurulan Suriye yönetiminde Suriye devletinde görevler alıyorlar. İnsanların soyadlarından bile Türk kökenli oldukları Türkiye ile ilişkileri olduklarını görebiliyorsunuz. Bu yüzdende ilk kurulduğu dönemlerde o eski Osmanlı bürokratlarının bir kısmı Türk kökenli bir kısmı Türkiye’de eğitim görmüş bürokratların üst düzeylerde görev aldıklarını görüyoruz, bu manada bir süreklilik var. 

Ama aşamalı bir biçimde yeni kurulan okullardan yetişen ve yeni kurulan devletin ideolojisi çerçevesinde ona göre bir endoktrinasyon sürecinden 
geçen bir yeni bürokrat zümrenin de yavaş yavaş yetişip görev almaya başladığını görüyoruz. Irak ve Suriye mukayese edilecek olursa İngilizler 
yönetimi oraya bırakıp çekilmeye, dolaylı bir kontrol yürütmeye yönelik bir politika izlerken, Fransızlar daha doğrudan bir tavır takındılar. İngilizlerin 
Irak’ta bulundurdukları asker sayısı ile Fransızların Suriye’de bulundurdukları asker sayısına bakılırsa Fransızların çok daha fazla asker bulundurmak zorunda kaldıklarını ve daha doğrudan bir kontrol uyguladıklarını görüyoruz. Bu süreç 1941’e kadar devam ediyor. 1941’de bağımsızlıklarını ilan ediyorlar ama kolay olmayan bir geçiş süreci var. Fransa’dakiler buna çok da izin vermek istemiyorlar Suriyeli milliyetçiler her ne kadar tam bağımsızlık isteseler de esas olarak, 1946’dan sonra bağımsız bir Suriye’den bahsetmek mümkündür. Bu manada 1946’dan önce Türkiye açısından 1938’de Hatay’ın bağımsız bir devlet olması 1939’da Türkiye’ye katılması önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye açısından bakılınca vatan toprağının Türkiye ile birleşmesi olarak görülürken Suriye açısından Arap toprağının veya Suriye toprağının Türklere peşkeş 
çekilmesi ya da satılması olarak görüyorlar. Neden Fransa o dönemde böyle bir toprağın Türkiye’ye verilmesine izin veriyor? 


İngiltere için Fransa için ve diğer ülkeler için mümkün olduğu ölçüde özellikle 1929 Ekonomik Buhranı’nın oluşturduğu çok büyük bir ekonomik sıkıntı söz 
konusu. Buraları bu yüzden sömürge olarak kullanıp gelir elde etmek istiyorlar. Ama bir yandan burada milliyetçilik hareketleri var ve çok daha fazla sayıda asker bulundurmak zorunda kalıyor, Suriye’nin Irak kadar çok petrolü yok; maliyet denge hesabı yapıyor Fransa, getireceği çıkarla harcayacağı para, yaptığı masraf, bulundurduğu asker… Bunlara bakıldığı zaman çok karlı bir durum söz konusu değil. Daha yumuşak bir geçişle ve Türkiye’nin de savaşa giden süreç içerisinde karşı kampa itilmesini engellemek, Almanlarla doğrudan doğruya yakınlaşmasını engellemek için Türkiye’ye olumlu bir tavır izlemek, Fransa için de tercih edilen bir politika olmuştur. Arap kaynaklarına, Suriyeli kaynaklara bakıldığında bazı iddialar görülür. Toprağımızı sattılar, plebisit yapılırken Türklerin oradakilere sahte kimlikler verdiği, Türkiye’den oralara insan taşındığı bu manada oradaki gelişimi etkilemek için Türkiye’nin çeşitli girişimlerde bulunduğu ve bunun sonucunda Hatay’ın Türkiye’ye katılmayı kabul ettiği iddia ediliyor. O yüzden yakın döneme yani 2000’li yıllara gelene kadar bunu hiçbir şekilde tanımadı. De facto olarak tanımadı fakat Asi Nehri üzerine yapılacak baraj ve diğer konulardaki bazı uygulamalarla kabul etmiş oldu. Normal anlamda hiçbir şekilde tanımadı. Hala Suriye hava durumunu gösterirken Hatay’ı göstermeye devam etmektedir. Bununla ilgili çeşitli platformlarda tartışmalar olurken Suriye’nin bu durumdaki belirsizliği sürdürdüğü görülmektedir. Suriye yönetimi bunu hiçbir zaman kabul etmedi, çünkü hukuki yükümlülük altına girmek istemiyor, girmemek için elinden gelen çabayı harcıyor. 


2. Dünya Savaşı’ndan sonraki Türkiye ile Suriye ilişkilerine baktığımız zaman Hatay meselesi Suriye açısından kolay kabullenilecek bir konu değil. Bunun yanına git gide artan bir ideolojik rekabet girmeye başlıyor. Özellikle Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden tehdit algılayıp da Batı’ya doğru daha fazla yakınlaşması, 1946’dan itibaren çok partili seçimler, 1949’dan itibaren Avrupa Konseyi’nin üyesi olması, 1952’den itibaren NATO’nun üyesi olması Türkiye’nin daha bağımsız ya da daha tarafsız bir dış politikadan ziyade Sovyet tehdidiyle beraber Batı kampının bir parçası haline gelmesi, Suriye’nin ise o dönemlerde etkili olmaya başlayan bağlantısızlık, milliyetçilik politikaları ve belirli ölçülerde hızlı 
kalkınma amaçlı olarak daha sosyalist daha 3.Dünyacı bir tavrın içine girmesiyle beraber bir de bunun içine ideolojik ayrışma girmeye başlamaktadır. 

Bunun sonucunda da o ideolojik kamplaşmanın ikili ilişkilere daha fazla yansıdığını görüyoruz. Niye önemli? Şu açıdan önemli, ideolojik kamplaşma ve Soğuk Savaş Dönemi; 1945-1991 yılları arasındaki siyasetin belirleyicisi ideolojik rekabetler di. Soğuk Savaş mantığı pek çok ayrışmanın, pek çok faktörün üstünü örtüyor. Yani kültürel faktörlerin, etnik faktörlerin, belirli ölçülerde dini faktörlerin üzerini örtüyor. 

Bu ideolojik rekabet Doğu ile Batı arasında Amerika ve Sovyetler Birliği’nin liderliğini yaptığı iki kamp arasındaki bu rekabet, dış politikada belirleyicidir. Bir yandan şöyle bir istikrar öngörülebilir. Moskova ve Washington’un tavırları dış politikayı belirliyor. Çünkü bu iki ülke dış politikadaki büyük aktörlerdir. Bu iki ülkenin yanında kümelenen, onların etrafında yer alan diğer aktörlerin tavırlarını da etkiliyor. Çünkü düşünce şu, eğer bu iki kamp arasında herhangi bir sorun çıkarsa bunun hiçbir şekilde büyümesine izin verilmez. Niye? Çünkü bunun 3.Dünya Savaşı’nı tetiklemesi veyahut büyük bölgesel veya küresel çatışmaları beraberinde getirmesi söz konusu olabilir. Bu hiçbir şekilde istenmeyen 
bir durum olacağından taraflar bu durumu engelleyecektir. Bu yüzden de Soğuk Savaş’ın etkili olduğu bir dünya siyaseti var. 


Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilere baktığımız zaman özellikle 1950’li yıllardan itibaren ideolojik kamplaşmanın zirve yaptığını görüyoruz. Ne için? Çünkü 1955 yılında Ortadoğu’da bir gelişme var, bu Türkiye’nin öncülük yaptığı Bağdat Paktı. Buradaki amaç Batı yanlısı devletlerin bir araya gelmesi. Bunun şöyle bir açıklaması var; Türkiye, Sovyetler Birliği’nden tehdit algılıyor ve kendisine benzer, kendisi gibi düşünen ülkelerle bir ittifak yapmak istiyor. Ama Bağdat Paktı’nın oluşturduğu karşı bir ittifak var. O dönemde Arap Dünyası’nda Arap milliyetçiliği hakimdir. 1952’de Nasır başa geçmiş, Suriye’de art arda gelen çeşitli darbeler gerçekleşmiş, 1958 yılında Irak’ta darbe olmuş. Bu manada 
bağımsızlığını kazanan krallıklarda, cumhuriyetler oluşuyor. Devlet yönetiminde bulunan bu kral ya da emirler, halkın taleplerini, önceliklerini dikkate alan, politikalar izleyen kişiler değil. Bu kişiler, bir yandan İngilizler ve Fransızlarla iş yapmaya devam eden, kendi konumlarını da korumaya çalışan yönetimler. Cumhuriyetçiler ise biz tam tersini yapıp kendi çıkarlarımızı değil halkın çıkarlarını savunacağız diyorlar. Eski bürokratlar, elitlerin yerini yavaş yavaş 1920’li-30’lu yıllardan itibaren eğitim alan başka türde insanlar almaya başlıyor. Bu insanlar önceden Osmanlı döneminde eğitim alan üst düzey askeri ve sivil bürokratlar ama daha çok eşrafın çocukları. Yani sıradan bir ailenin, kabilenin çocuklarıdır. Ama yeni yapılan okullardan eğitim görenler, toplumun daha alt orta kesimlerinden gelen kişilerdir. Bunlar özellikle orduda ve diğer yerlerde görev alarak hızlı bir mobilizasyon süreci ile üst kademeye doğru çıkıyorlar ve çıktıklarında şunu görüyorlar. Kralların, yöneticilerin hala lüks içinde yaşadıklarını ve halkla çok da fazla temaslarının olmadığını düşünüyorlar. Bunun sonucunda da eğer biz darbe yapar başa gelirsek “Kalkınma sorunlarına, alt yapı sorunlarına, ülkenin gerçek sorunlarına daha fazla önem vereceğiz. Eski sömürgecilerle olan ilişkiyi de kendi lehimize düzenleyeceğiz.” diye düşünüyorlar. O yüzden de bütün bu 1950’li-60’lı yıllarda sadece Ortadoğu’da değil pek çok yerde post-kolonial bir dönem ortaya çıkıyor. Eski sömürgelerin bağımsızlık kazandığı ve eski sömürgecilere karşı daha mesafeli daha sert tutumların izlendiği bir dönem. 1952’de Mısır, 1953’te İran’da Musaddık Rejimi’nin CIA destekli olması ve petrolün millileştirilmeye çalışılması, Ortadoğu’daki yerel kaynakları doğrudan doğruya halkın taleplerine cevap verecek şekilde kullanacağız düşüncesine itiyor. Suriye, Irak ve Mısır böyle yönetimler ortaya çıkarken Türkiye’nin Batı yanlısı bir politika izlemesi ve 1952’de NATO’nun bir üyesi olması, Türkiye-Suriye ilişkilerini çok ciddi bir şekilde etkilemektedir. 1955 Bağdat Paktı yine önemli bir kırılma noktası. Bağdat Paktı’na karşı Nasır önderliğinde çok büyük bir tepki var. Bunun sonucunda, 1957 yılında Türkiye-Suriye bir gerginlik yaşamıştır. Türkiye, Suriye sınırına asker gönderiyor. Sebebi ise, komünist olduğu bilinen bazı kişilerin orduda ve bürokraside üst düzey görevlere getirilmesidir. Türkiye bunu şu şekilde algılıyor; bu kişilerin bu tür görevlere getirilmesi doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’nin buradaki etkisini arttırıyor. Türkiye kendisini sıkışmış hisseti. Çünkü Gürcistan ve Ermenistan o dönemde Sovyetler Birliği’nin bir parçası. Güneyde de Suriye bu hale gelirse ki Suriye doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’nin uydusu haline gelecekti, Türkiye kapana kısılacaktı. Bir taraftan Bulgaristan da Varşova Paktı’nın bir üyesidir. Bu durumda Türkiye, olaylara tamamen Soğuk Savaş ve Sovyetler tehlikesi açısından bakıyor ve o yüzden Türkiye ve Suriye 1957 yılının yazını oldukça gergin geçiriyorlar. Bunun şöyle bir etkisi de var. 1957 yılında Türkiye’de seçimler var. Seçimlerden önce o dönemdeki başbakan Menderes, iç 
kamuoyundaki bazı sorunlardan dikkatleri dış kamuoyuna çekmek ve bunun üzerinden bir dış politika yürütmek istiyor. Bu dönemdeki bu gergin ilişkiler Soğuk Savaş döneminde çeşitli şekillerde devam ediyor. 

Sonrasında ikili ilişkileri bu ideolojik kamplaşmayla beraber daha da zorlaştıran, sıkıntıya sokan şeylerden birisi de, su kaynaklarının, doğal kaynakların kullanımıyla ilgili bazı başka görüş ayrılıklarının aşamalı bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Özellikle Türkiye’nin 1960’lı yıllardan itibaren bugün hala belirli ölçülerde işlevsel olan GAP benzeri projeleri devreye sokması ve su kaynakları ile ilgili bazı düzenlemeler yapması, Türkiye’nin güneyinde kalan ülkeler için bazı sıkıntıları beraberinde getiriyor. Bunlar 1930’lu-40’lı yıllarda çok fazla sorun değildi. Çünkü o zamanki kişi başına düşen su tüketimi veya su kullanımıyla bugün su kullanımı arasında çok fark var. O dönemdeki insanların günlük olarak 
ihtiyaç duydukları su ile bugün ihtiyaç duyulan su farklıdır. İnsanlar daha fazla su tüketiyor. Ve Türkiye çok su zengini bir ülke değil. Zaten Ortadoğu 
Bölgesi su kaynakları bakımından oldukça fakir bir coğrafyadır. 

Ne yazık ki küresel ısınma gibi etkenlerle daha da fakir hale geliyor. Doğal kaynakların bir konu haline gelmesi 1960’lı-70’li yıllardan itibaren oluyor.

Uluslararası hukukta akarsuların kullanımı ile ilgili farklı kavramsallaştırmalar var. Kimisi International River (Uluslararası Akarsu) diyor, Türkiye ise bunu kesinlikle kabul etmiyor ve Transboundray (Sınıraşan) akarsu olarak adlandırıyor. Türkiye’nin bu şekilde ifade etmesinin sebebi, eğer International River olarak kabul ederse kaynağı Türkiye’de bulunan akarsuların kullanımıyla ilgili doğrudan söz sahibi olacaklar. Bu yüzden Türkiye sınıraşan akarsu olarak tanımlıyor. Hatta Türkiye bu akarsuyun kaynağı bize ait ama hakça ilkeler çerçevesinde güneydeki ülkelere zarar vermeyecek, onların kullanımıyla ilgili durumları sıkıntıya düşürmeyecek su miktarını ayarlayacağını belirtiyor. Saniyede 500 m3 gibi bir rakam söz konusu olmasına rağmen Türkiye 700 m3’lük su bırakmayı taahhüt ediyor ve bırakıyor. Fakat özellikle Atatürk 
Barajı’nın yapıldığı dönemde ve daha önce Karakaya ile Keban barajlarının yapımı sırasında Fırat ve Dicle’nin üzerinde belirli dönemlerde su tutmak için bir yöntem izleniyor. Türkiye’nin bu yöntemle bu sulardan yararlanan diğer ülkeleri tarımsal üretimlerini olumsuz şekilde etkileyerek, ekonomilerine zarar vererek, su gibi temel bir kaynağı kullanarak kendilerini cezalandırdığını iddia ediyorlar. Bu manada çeşitli dönemlerde çeşitli görüşmeler yapılıyor fakat büyük ilerlemelerin olduğunu söylemek mümkün değil. Kimse kendi argümanlarında çok büyük değişiklik yapmıyor fakat yakınlaştırıcı bazı uygulamalar ve düzenlemelerin olduğu da görülür. 1960’lı, 70’li yıllardan itibaren Türkiye’nin iddialı baraj projeleri, iddialı sulama projelerini devreye sokması ve aynı dönemde benzer uygulamaların Suriye, Irak gibi ülkelerde de yapılması 
tarafları belli konularda ayrıştırıyor. Çünkü, özellikle Ortadoğu ülkelerinde yeni yetişen elitler, toplumun alt kesimlerine nazaran suyun tarımsal üretim için ne kadar önemli olduğunu ve bu su kaynakları ile araziler verimli bir şekilde kullanılırsa tarımsal üretime nasıl bir katkı sağlayıp başka alanlara aktarma peşindeler. O yüzden de Suriye, Irak ve diğer ülkelerde bu konularda eski yöneticilerden daha ısrarcı oluyorlar. O bakımdan doğal kaynaklar ve su konusu daha fazla gündeme gelmeye başlıyor. Bununla ilintili olarak 1970’li, 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de bazı grupların Suriye tarafından desteklenmesi söz konusu. Bu sefer de onlarla başka siyasi kartları Türkiye’ye karşı devreye sokmaya çalışıyorlar. PKK örneğinde bunu biliyoruz ama öncesinde de 1970’li yıllarda çeşitli sol grupların da aynı şekilde Suriye’de zemin buldukları 
ve bir dönem Lübnan’daki iç savaşın da etkisiyle (Lübnan’daki iç savaş 1975-1990 yılları arasındadır.) o dönemki iç savaş sırasında Lübnan’ın tam anlamıyla bir karmaşa içerisinde olduğu dönemlerde Bekaa Vadisi’nde çeşitli sol grupların varlığı da yine ikili ilişkilere etki eden bir durum. Suriye’de sayısı çok olmamakla birlikte Ermeni gruplar var. Tehcir sonrasında Türkiye’den Suriye ve daha sonra Lübnan’a göç ettirilmiş belirli kesimler var. Tarihsel olarak bu gibi kişilerin Türkiye’ye karşı oldukça negatif algıları var. Bu gibi unsurlar da ikili ilişkilerde 
tarihteki negatif algıların oluşmasında bir etkendir. Her iki ülkenin yaşadığı ulus inşa süreçlerinde ortak düşman, tam manasıyla düşman değilse de herkes kendi ulusunu, kendi milletini yücelten; kendi ulusunu, milletini yüceltirken diğer milletleri biraz daha kötüleyen, eleştiren bir durum var. Örneğin Suriye’nin tarih yazımına bakıldığında Osmanlı ile ilgili pozitif atıfları göremezsiniz. Sanki Emeviler’den sonra tarih kopmuş ve 1946’dan sonra yeniden başlamış gibi bir algı söz konusudur. Bu yüzden inşa sürecinde en yakın düşmana daha fazla tepki gösteriyorsunuz. Onu daha kötü gösteriyorsunuz. Cemal Paşa’nın Suriye valiliği dönemindeki bazı uygulamalardan dolayı da bir tepki var. Fakat bu 
tamamen Cemal Paşa’nın suçu değil. 1. Dünya Savaşı’nın oluşturduğu çok kötü bir ortam var. Aynı dönemde çok büyük bir kıtlık var, bir yandan tehcir var, savaş var o yüzden insanların hafızasında son 3-5 yıl hatta son 10 yıl çok kötü bir şekilde hatırlanıyor. Durum böyle olunca doğrudan doğruya Osmanlı ile ve Türklerle ilişkilendirildiği için o algı gayet negatif. Bir de yeni kurulan yönetimler, eski yönetimleri kötüleyip, kendi yönetimlerini övmek gibi bir politika izleyince ulus inşa sürecinde bu da karşılıklı algıyı zorlaştıran bir diğer unsur. Yakın döneme gelecek olursak, 1980’li yıllardan itibaren PKK’nın ikili ilişkilerde bir faktör olarak devreye girdiğini görüyoruz. Çeşitli sol gruplar zaten Suriye’de 
zemin kazanıyorlardı, 1984’de PKK’nın faaliyetlerine başlaması ve git gide artan bir şekilde Suriye’nin bunu Türkiye’ye karşı bir kart olarak kullanmasıyla beraber ilişkilerin daha da gerginleştiğini, daha da zor bir döneme girildiğini görmemiz mümkün. Sonuçta Türkiye’nin su kaynakları üzerindeki kontrolüne karşı; Suriye yönetimi PKK kartını ve güvenlik kartını kullanarak Türkiye’den bazı tavizleri koparmayı amaçlıyor. 

Bunun sonucunda da oldukça gergin 1980’ler ve 1990’lar yaşandığını söylememiz mümkün. Bu durum 1999’a kadar sürdü. 1998 sonbaharında 
bir meclis açılışında şöyle hatırlayın; 1990’lı yıllarda buna benzer şeyler oldu bazı suikast girişimleri oluyor, bazı yine talepler var bu manada sıkıştırılmaya çalışılıyor. Tabii unutulmaması gerek 1980’li yıllarda hala soğuk savaş mantığı var. Örnek vermek gerekirse 1980’li yıllarda Türkiye, Suriye’yi tehdit etti; o zamanki Soğuk Savaş mantığı buna izin vermezdi. 1990’lı yıllarda olayı değiştiren parametreler var. 
Bunlardan birincisi 1989’da Berlin Duvarı yıkılıyor, 1991’de Sovyetler Birliği çözülüyor ve artık Sovyetler Birliği diye bir şey olmayınca, Suriye’nin 
Sovyetler Birliği üzerinden belirli şeyleri yapması zora giriyor. O dönemde Suriye ve Rusya arasında yakın bir ilişki var. Hala daha yakın ilişkileri var ama şu var; Hafız Esad Sovyetler Birliği’nde eğitim görmüş bir pilot, Beşar Esad ise İngiltere’de eğitim görmüş birisi. O dönemde çok daha yakın bir ilişkiden bahsetmemiz mümkün, o yüzden de Soğuk Savaş’ın iki kampı, bölgesel aktörlerin başlarına buyruk tavır içerisine girmelerine sistem izin vermiyor. 1991 yılında Körfez Savaşı sırasında Hafız Esad’ın yıllar sonra ilk defa Amerika ile bir temas içerisine girdiğini görüyoruz. Irak’ın Kuveyt’den çıkartılması bağlamında, Suriye’de bu koalisyonun bir parçası oluyor. 1990’lı yıllarda işin rengini 
değiştiren bölgesel gelişmelerin daha ön plana çıkmaya başlaması, PKK’nın 1993-1995 yıllarında zirve yapması ve Türkiye’ye karşı çok büyük bir sorun oluşturması sonrasında Türkiye bu konuyu çözmek anlamında önemli bir girişimde bulunuyor ve daha fazla bu konuya öncelik veriyor. Suriye’yi sıkıştırmak için Türkiye başka bazı işbirlikleri yapıyor, bazı yakınlaşmalar söz konusu. Bu yakınlaşma İsrail ile gerçekleşiyor. 

1991 yılından itibaren barış süreci ile birlikte İsrail ve Filistin ile ilişkiler seviyesini büyük elçilikler düzeyine çıkarıyor, 1993 sonrasında git gide artan bir yakınlaşma var ve 1995-1996’dan itibaren bu yakınlaşma artık askeri alanı etkiliyor. Türkiye’nin Askeri İşbirliği antlaşması, Askeri Modernizasyon Antlaşması yaptığını görüyoruz. Her ne kadar bunlar doğrudan doğruya bir ittifak ilişkisi olmasa da, yani karşılıklı bir savunma yükümlülüğü getirmese de, bunlar Suriye açısından bir tehdit oluşturuyor. O dönemde devlet başkan yardımcısı olan Abdulhalim Haddam, Türkiye ve İsrail arasındaki yakınlaşmayı Arap Dünyası için en büyük tehdit olarak nitelendiriyor ve bu durumdan acayip bir 
rahatsızlık duyuyor. Bu gelişmelerle beraber 1998 sonbaharından itibaren Türkiye’nin bu konuyu çok daha öncelikli bir konu haline getirmesi, 
o dönemki cumhurbaşkanının meclis açılış konuşmasında doğrudan doğruya Suriye’yi hedef alarak bazı açıklamalarda bulunması, aşamalı bir biçimde tansiyonun arttırılması ile beraber ve en son o zamanki Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay’da açıklamalar yapması ve bunun sonucunda 
tehdit ile beraber Öcalan’ın içeriden çıkartılması söz konusu ve daha sonrasında Adana Protokolü’nün imzalanmasıyla Türkiye – Suriye ilişkilerinde yeni bir dönem var. Dikkat edilmelidir ki, 1923 -1999 yılları arası hep sorunlu ilişkilerden bahsedilir. O yüzden 1999-2011 arasında Türkiye-Suriye ilişkileri açısından yaşanan iyi dönem, belirli ölçülerde istisnayı oluşturuyor. Çoğu zaman daha fazla sıkıntıların olduğu bir dönemden bahsetmemiz mümkün. 1999 sonrasına gelelim; Adana Protokolü imzalanıyor, Öcalan ve diğer PKK’lılar çıkartılıyor ve 
bunlara artık lojistik destek vermeyeceğini deklare ediyor Suriye, bunun sonucunda ikili ilişkilerde bir iyileşmenin olduğunu görüyoruz, bunun 
bir örneği 2000 yılında Hafız Esad ölünce gerçekleşiyor. (Niye Hafız Esad daha önceki zamanlarda Türkiye’nin bu türden baskılarına rağmen yapmıyordu veya niye 1998’in sonbaharında Öcalan’ı çıkarmak zorunda kaldı? Çünkü dünya ilişkileri değişti, Soğuk Savaş yok, Sovyetler Birliği yok, bölgesel güç değişmeye başlıyor, Türkiye diğer bölgesel ittifaklarla Suriye’yi sıkıştırmaya çalışıyor, belki de artık bunun kullanım ömrünün bittiğini düşünüyor ve bu gibi sebeplerle bunun bittiğini görüyoruz.) 2000 yılındaki önemli bir olay ve sonrasındaki şeyler Türkiye-Suriye ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası; 2000 yılında Hafız Esad ölüyor, Hafız Esad ölünce cenazesine katılanlardan birisi yeni seçilmiş olan 
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. Burada Türkiye’nin verdiği mesaj şu; geçmişte epey bir sorunumuz oldu, savaşın eşiğine geldik ama bunları unutup yeni bir döneme başlamamız mümkün olabilir, biz buna hazırız, bu noktada atacağımız adımlar var. Türkiye bu dönemde cenazeye katılarak yeni bir başlangıcın mesajını vermiş oluyor. 

Daha sonrasında aşamalı bir biçimde ikili ilişkilerin git gide 2000’li yıllarda 2011 yılına kadar ilerlediğini, iyileştiğini görmemiz mümkün. 

2000-2011 yılları arası iki ülke arasındaki ilişkilerde geçmiş döneme bakılarak farklı bir resim olduğunu görüyoruz. Bu dönemde Türkiye’nin genel dış politikasını etkileyen olaylardan birisi de; 2001 ekonomik krizi ve sonrasında ihracatın Türkiye için kazandığı önem. Türkiye, 1980 ve 1990’lı yıllar boyunca PKK ve diğer sorunlardan kaynaklı güvenlik endişeleri nedeniyle dış politikasına oldukça güvenlik odaklı bakıyor. 1999’dan sonra bir yandan PKK tehdidinin azalması, Türkiye’nin AB adayı ilan edilmesi ile beraber artık güvenlik endişeleri dış politikada daha az önemli hale gelmeye başlıyor, Ekonomi, kültür, diplomasinin diğer alanları daha önemli hale geliyor. Bunun sonucunda da Suriye ve Irak örneğinde olduğu gibi güvenliğin daha az etkili olduğu, ekonominin diğer konuların önem kazandığı bir dış politika söz konusudur. Bu durum aynı 
şekilde Suriye örneğinde de geçerli ve Suriye ile olan ilişkilerde güvenlik perspektifi biraz daha geri planda kalıyor. Diplomasi, kültür, ekonomi daha ön plana çıkmaya başlıyor. 2001 yılındaki büyük ekonomik kriz. Ekonomi %12 küçülmüştü, bu durumu aşmak için Türkiye’de uygulanan politikalardan birisi; yakın çevreyle dış ticareti geliştirme, bunun için dış ticaret müsteşarlığı bir program geliştirdi ve yakın çevreyle ihracatı geliştirecek bir politika izlemeye başladı. Yakın çevre olarak Suriye, Irak, İran, Gürcistan, Yunanistan, Bulgaristan ve biraz daha etrafındaki halk. bu bakımdan yakın çevreye ihracat yapmak Türkiye için daha öncelikli bir hale geldi. Ekonomik bir politika, dış politikayı da etkilemeye başladı ve Türkiye bu ekonomik önceliklerini devreye sokmaya başladı. 



***

28 Aralık 2016 Çarşamba

Türkiye’nin Gücü Tüketilmeye Çalışılıyor




Türkiye’nin Gücü Tüketilmeye Çalışılıyor





Prof. Dr. Atilla SANDIKLI

28 Aralık 2016








Strateji üretebilme kabiliyetinin yetersizliği nedeniyle uygulanan politikalar her geçen gün Türkiye’nin gücünü tüketiyor. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında model ülke olmak ve ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesi sonucu oluşacak güç boşluğunu doldurmak maksadıyla, Müslüman Kardeşler ve Hamas ile işbirliğini geliştiren Türkiye, yumuşak ve sert gücüyle Ortadoğu bölgesinde birincil güç haline geldiğini ileri sürdü. Yakaladığı gelişme trendi sayesinde elde ettiği özgüvenle küresel ve bölgesel güçlere meydan okumalarda bulundu. Stratejik Derinlik kitabındaki öngörüler ve hedefler doğrultusunda bölgeyi şekillendirmek için kendi projelerini geliştirdi ve uygulamaya koydu. Türkiye’nin bu girişimleri diğer bölgesel güçleri ve bölgede çıkarları olan küresel güçleri rahatsız etti. ABD, AB, Rusya, İran, Mısır ile ilişkiler bozuldu. Irak ve Suriye ile gerilim arttı. Türkiye hedef ülke haline geldi.

Özgürlük, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, AB’ye katılım müzakereleri, İslam ülkeleri ve Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler sayesinde kazanılan yumuşak güç; Gezi Olayları, 6-8 Ekim Kobani kalkışması, iç politikada derinleşen kutuplaşma, çözüm sürecinin çökmesi, ABD ve AB ile yaşanan sorunlar nedeniyle Batıdan uzaklaşma Türkiye’nin yumuşak gücünü tüketmeye başladı.   

Balyoz-Ergenekon davaları ve 15 Temmuz Darbe girişimi Türkiye’nin sert gücüne büyük zararlar verdi. Silahlı Kuvvetlerin komuta kademelerinde ve uzman personel ihtiyacında önemli hassasiyetler oluşturdu. Artan ve kontrolden çıkan terör eylemleri Türk güvenlik güçlerinin teröre angaje olmasına neden oldu.

Bu olumsuz süreçte PKK terör örgütü Irak’ta Sincar bölgesine yerleşti. Haseke Kobani ve Afrin’de kanton yönetimleri oluşturdu. Haseke ve Kobani arasındaki bölgeyi de ele geçirerek iki kantonu birleştirdi. Cerablus ile Mare arasındaki bölgeyi de ele geçirerek Afrin kantonuyla da birleşmeyi hedefledi. Bu sayede Irak’ta Sincar bölgesi dahil Suriye’nin kuzeyinde bir PKK devleti oluşturulacaktı. Cerablus’a yönelik girişimlere Türkiye büyük tepki gösterince ve fiili müdahalede bulununca güneyde Mümbiç ele geçirildi. PKK’nın bütün bu girişimleri ABD tarafından bölgesel güvenlik ortamı şekillendirilerek, eğitim ve lojistik destek sağlanarak, özel harekât timleri ve hava kuvvetleriyle desteklendi.

Esad yönetimi Rusya, İran ve Hizbullah ile işbirliği yaparak Halep’e saldırdı ve muhalif güçlerin Halep’i terk etmesini sağladı. IŞİD’ten sonra El Nusra ve bağlantılı örgütler de terör örgütleri olarak onandı. Terörle mücadele edilecek örgütler kapsamına dahil edildi.

Bu gelişmelere paralel olarak Türkiye kendisine yönelik en tehlikeli girişim olan Suriye’nin kuzeyindeki kantonların birleştirilmesini önlemek ve bu bölgede güvenli bölge oluşturmak maksadıyla Fırat Kalkanı Harekâtını başlattı. Cerablus Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarılı bir operasyonu ile IŞİD’ten temizlendi. Operasyon kısa sürede Mare bölgesine ulaştı. Harekât El Bab’a yönelince iki önemli gelişme yaşandı. ABD, Rakka'ya yönelik harekâtı erteledi. IŞİD’e karşı hemen hemen hiçbir hava harekâtı yapmadı. Adeta El Bab’ın Rakka bölgesinde bulunan IŞİD güçleriyle takviye edilmesi için uygun ortam sağlandı.

Aynı anda Esad bütün gücüyle Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle Halep’e saldırdı. Muhaliflerin bu bölgedeki IŞİD güçlerine yönelik baskısı ortadan kalktı. IŞİD’in El Bab’ı takviye etmesi ve direnişini güçlendirmesi için adeta güvenlik ortamı özellikle şekillendirildi.

ABD ve bölgedeki diğer güçler neden IŞİD’e karşı operasyonları birden bire durdurdu ve Türkiye’deki terör eylemleri hızla arttı? Açıklanan gelişmeler çerçevesinde bu soruya verilebilecek en doğru cevap: “Türkiye’nin yumuşak gücünden sonra sert gücünün de hedef alındığı ve tüketilmeye çalışıldığıdır.”

Siyaset tarafından uluslararası ilişkiler ortamı ve harekât ortamı uygun olarak şekillendirilmeden; güç, çıkar ve politika etkileşiminde erişilemeyecek hayalci hedefler doğrultusunda Türkiye sert gücünü fütursuzca kullanmaya devam ederse daha da yıpranacaktır. Yumuşak gücünden sonra sert gücünü de tüketme durumuyla karşı karşıya gelebilecektir. Bu da Türkiye’yi hedef alan ülkelerin düşmanca girişimlerinin daha da artmasına neden olabilir.

Gücün muhafazası ve caydırıcı olması önemlidir. Eğer güç İttihat Terakki dönemindeki gibi fütursuzca kullanılır, Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi tüketilirse Sevr Anlaşması gibi durumlarla karşı karşıya kalınabilir.


..

17 Şubat 2016 Çarşamba

Erdoğan: Şah Putin: Mat Putin’in Suriye Hamlesi Türkiye'nin Suriye’ye Girişini Engelledi BÖLÜM 2




Erdoğan: Şah  Putin: Mat Putin’in Suriye Hamlesi Türkiye'nin Suriye’ye Girişini Engelledi BÖLÜM 2  


Suriye’ye Müdahale İle İlgili Askeri Hazırlıklar

Suriye’ye yapılacak bir askeri müdahale ile ilgili askeri hazırlıklar hızla ilerlemektedir. İncirlik Mutabakatı sonrasında, Kandil başta olmak üzere Kuzey 
Irak’taki PKK hedeflerinin vurulması, Suriye’ye TSK’nın karadan müdahalesi ile Suriye-Kuzey Irak-Türkiye’de PKK ile mücadele arasında bir ilişki kurulduğunu 
göstermektedir. Ya da Türk güvenlik bürokrasisi İncirlik Mutabakatını bu doğrultuda yorumlamayı tercih etmektedir. Türk güvenlik bürokrasinin aklında 
TSK’nın Suriye’ye karadan müdahalesi sonrasında, Amerikan Hava Kuvvetleri’nin kara gücü olarak PKK/YPG’ye daha fazla ihtiyaç duymayacağı, Suriye’de 
koalisyonun kara gücünü TSK’nın oluşturacağı ön kabulü olabilir. Suriye’ye karadan gerçekleşecek bir askeri müdahale için yapılan hazırlıklar aşağıdaki 
başlıklar altında toplanabilir. 

1) TSK, yaz 2015 boyunca Suriye sınırına önemli bir askeri yığınak 
gerçekleştirmiştir.

2) Özel Kuvvetlerden emekli olanların tekrar özel kuvvetlerde göreve başlamaları için hukuki düzenleme yapılarak sözleşmeli özel kuvvet personeli 
oluşturulmuştur.

3) 2015 yazı boyunca Kilis-Halep arasındaki coğrafyada sürekli artan sayıda Türk Özel Kuvvetlerinin varlığından bahsedilir olmuştur.

4) Kara Kuvvetlerine ait zırhlı birliklerin hızla kontrol ve tamirden geçmesi sağlanmaktadır.

5) Ankara’daki askeri hastanelere sahra hastanesi kurulması için emir verilmiştir.  

6) Sınırın Suriye tarafından, Kilis’in hemen güneyine düşen bölge Sultan Murat Tugayları tarafından askeri bölge ilan edilip, burada yaşayanlar evlerini boşaltmıştır.  

Güney Doğu Anadolu’da Temmuz sonu itibariyle başlayan ve tırmanan PKK terörüne karşı Eylül başına kadar pasif savunma ve KKK birliklerini mücadele dışında tutma politikası, 5 Eylül 2015’te Cizre’de başlayan ve komando birliklerinin takıldığı operasyonlar ile kısmen sona ermiştir. Önümüzdeki günlerde PKK tarafından ayaklanma için hazırlanmaya çalışılan ilçelerde de Cizre benzeri askeri operasyonlar düzenlenebilir. Bu operasyonların çok önemli bir amacı da Suriye’ye inen birliklerin arka ve yan kanat güvenliğinin sağlanması olacaktır.

Türkiye'nin Hazırlıklarına ABD'nin Tepkisi ve Washington’dan Gelen Açıklamalar

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin 3 Eylül 2015’te bölge ülkelerinin IŞİD ile savaşmak için Suriye’ye kara kuvvetleri göndereceklerine inandığını açıklaması 
bu konudaki en dikkat çekici açıklama olmuştur. Doğru zaman geldiğinde Suriye'nin bazı komşularının sorumluluk üstlenmesini beklediğini belirten Kerry 
"Bunun nasıl olacağına ilişkin detayları bölgedeki diğer ülkelerle görüşüyoruz. Sahada bazı kuvvetlerin bulunmasına ihtiyaç var ve uygun zamanı geldiğinde 
bunların orada olacağına ikna oldum. Bölgede bunu yapma yeteneği olanlar var" demiştir. Kerry hangi ülkelerin kara gücü göndermeye ikna edildiği konusunda 
ilave bilgi vermedi ancak "Amerikan Başkanının açıklamaları ve direktifleri çok nettir ki Amerikan askerleri bu denklemin içinde yer almayacaktır" açıklamasını 
yaptı. Kerry, bu konunun Eylül 2015’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda gündeme geleceğini ve tüm ülkelerden bu konuda görüş alınacağını da belirtti. 
Kerry'nin bu cümleleri analiz edildiğinde ABD'nin Türkiye'nin rolünde bir değişiklik beklediği sonucu çıkarılabilir. Bilindiği gibi Suriye'nin komşuları 
İsrail, Ürdün, Irak, Lübnan ve Türkiye'dir.Kerry'nin bahsettiği "bazı komşular" kimlerdir? İsrail'in bu türden bir müdahalesini ne Ortadoğu denkleminin 
kaldırabileceği ne de ABD'nin onaylamayacağı açıktır. Üstelik, IŞİD'in kontrol altında tuttuğu bölge büyük ölçüde İsrail sınırlarından uzaktır. 

Ürdün ve Lübnan ise hem iç karışıklıkları hem de silahlı güç kapasiteleri nedeniyle Kerry'nin bahsettiği kara kuvvetlerini oluşturabilecek kapasitede değildir. Irak ise kendi ülkesinin neredeyse üçte birini IŞİD'e kaybetmiş ve geri almakta önemli bir aşama kaydedememişken Suriye'ye kara kuvveti gönderebilecek durumda değildir. Bu noktada geriye bu kapasiteye sahip bir tek ülke kalmaktadır: Türkiye.

ABD'nin Ankara Büyükelçisi John Bass de CNN Türk'te 03 Eylül 2015'te yayımlanan röportajında "Amerikalılar İncirlik'te ne kadar kalacak?" sorusuna: "Süre konusunda ise; üstünde uzlaştığımız hedefe ulaşmak için, yani DAEŞ’i zayıflatmak ve nihayetinde yenilgiye uğratmak için ne kadar zaman gerekirse, o kadar burada kalacağımızı düşünüyoruz. O nedenle, bu konuya belli bir zaman dilimi açısından değil, belirlenen hedefler açısından yaklaşıyoruz." cevabını vermiştir. Bass’in,  "Amerika’dan ne kadar büyüklükte bir güç gelecek?" sorusuna verdiği cevap ise şöyledir: "DAEŞ’e karşı askeri operasyon yürütecek ABD ve diğer potansiyel koalisyon güçlerinin zaman içinde Türkiye’de hatırı sayılır büyüklükte bir varlığa sahip olacağını ve önemli katkılarda bulunacağını tahmin ediyoruz. Kurulacak yapı askeri harekatın nasıl gelişeceğine ve DAEŞ’e karşı en etkili çözümün gerekliliklerinin ne olacağına bağlı olacak."

Büyükelçinin tarifiyle "hatırı sayılır" bir askeri gücü Türkiye'ye yığmak, yani çok sağlam güvenceler almış olmalılar. Hatırı sayılır bir askeri kuvvet 
tanımlaması da ilginç. Büyükelçi Bass, muhtemelen istihbarat gerekçesinden ziyade Türk toplumundan fazla tepki çekmemek için askeri kuvvetin rakamsal 
büyüklüğünü açıklamıyor ancak açıklamalarından Türkiye'ye yerleşecek yabancı askeri kuvvetin oldukça büyük olacağı anlaşılmaktadır. Aynı gün ABD Savunma 
Bakanlığı Sözcüsü Peter Cook da İncirlik'teki görevli ABD personelinin ailelerinin masrafları hükümet tarafından karşılanacak şekilde bölgeyi terk 
edebileceklerini açıkladı. Sadece İncirlik için geçerli olan ve Türkiye'deki diğer bölgelere uygulanmayacağı ilan edilen kural, İncirlik Merkezli bir askeri 
hareketliliğin büyük ölçüde artacağı ve buna bağlı olarak tehditlerin de artacağı anlamına geliyordu.

Özetle, ABD, Türkiye'nin son dönemde yaptığı hazırlıkların farkındaydı ve hatta Suriye'deki köşeye sıkışmışlığı ve uzun vadeli planları ekseninde ele aldığında 
bu müdahaleyi el altından destekleyen bir tavrın içine girmişti. ABD'nin bu tavrının birbirini dışlamayan ancak öncelik sıralaması farklı olabilecek iki ayrı nedene dayandığı ileri sürülebilirdi: Ya ABD ile Türkiye arasında Kafkasya, Karadeniz ve Ortadoğu’yu kapsayan geniş kapsamlı bir anlaşma bulunmaktadır ya da ABD Türkiye’yi bir başka hedefe doğru yönlendirirken asıl olarak Türkiye ve civarında kurulacak bir Kürt devletinin adımlarını kendi planları dahilinde uzun vadeye yayarak hayata geçirmektedir:


1.  Olasılık: Ukrayna’da Suriye’ye Rusya’yı Kuşatmak

ABD’nin bir süredir Rus tehdidi nedeniyle (Kırım'ın işgali, Ukrayna'nın de facto bölünmesinden sonra) Doğu Avrupa, Baltık ve Kuzey Avrupa ülkelerinin 
topraklarını Amerikan askerlerine ve savaş makinelerine açmasıyla söz konusu ülkelere yığınak yaptığı görülmektedir. Ağustos ayı içinde IŞİD tehdidi bahanesiy le İncirliğe belirsiz bir süre için belirsiz bir miktarda bir askeri yığınağı Türkiye' nin davetiyle yapması bunun önemli göstergelerinden birisi olarak kabul edilebilir. Eğer, ABD’nin Suriye planı bir yandan Rusya’nın doğu Akdeniz’deki varlığının belkemiği olan Suriye’de rejimin savaştan başarıyla çıkmasını engellerken diğer yandan IŞİD’i bir cendereye alarak etki alanını ve kapasitesini sınırlandırmaksa bunun için Türkiye’den iyi bir müttefik bulacağa benzememekte dir.

Llyod Austin'in Senato'daki tanıklığında da ifade ettiği gibi, ABD'nin IŞİD’le mücadelesi uzun vadeli ve aşamalı bir stratejiye dayanmaktadır. Bu stratejinin 
uygulanabilmesi için Türkiye hayati bir önem teşkil etmektedir ve Austin de İncirliğin kullanıma açılması ve Türkiye'nin bu koalisyona dahil olmasını son 
dönemdeki en önemli kazanım olarak nitelemektedir.

Coğrafi konumu ve askeri kapasitesiyle Karadeniz’den Ortadoğu’ya ABD’nin bu istediğini verebilecek en önemli ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin Suriye toprakları na girerek IŞİD’in etki alanını sınırlayacak bir pozisyon alması bu örgüt üzerinde sadece çatışmadan kaynaklı etki yaratmaz. Aynı zamanda örgütün dış dünyayla fiziki bağının koparılmasında anahtar rol oynar. Uzun bir süredir ABD’nin IŞİD ve benzeri örgütlere yönelik politikasının “yok etme”ye değil etki alanını sınırlamaya yönelik olduğu zaten bilinmektedir. Bu tür örgütler doğrudan ABD çıkarlarını ya da anavatanını tehdit etmediği sürece ABD’nin onları yok etmek için kaynak, zaman, para ve güç harcama isteği ve politikasının olmadığı 1980’lerden itibaren defalarca karşılaşılan bir durumdur. Bunun da ötesinde ABD, IŞİD ya da benzeri revizyonist örgütlerin yarattığı dinamiklerden korkan statükocu ülkeleri veya onların liderlerini askeri, ekonomik, istihbari ve siyasi yardımlar yoluyla ayakta tutarak bu yapıları kendisine daha bağımlı hale getirmektedir. Dolayısıyla IŞİD benzeri örgütler ABD için bir tehdit olabilirler. Ancak sınırlandırılmış ve doğrudan güvenlik tehdidi yaratmayan bu tip aktörler ABD için zaman zaman bir fırsat kapısına da dönüşmektedirler. Öte yandan IŞİD’in Suriye’de yarattığı durum Esad Yönetimi’ni bir yandan baskı altına alırken, diğer yandan da rejimin tam olarak devrilmesini de engellemektedir. Bu bağlamda IŞİD’in Suriye’de yaptıkları, Rusya’nın enerjisini tek bir noktada toplamasını engelleyen bir avantaja da dönüşebilir. Yani, Türkiye’nin Suriye’de bir bölge oluşturması IŞİD’in etkinliğini sınırlandıran diğer yandan da Rusya’nın Ortadoğu’daki en önemli iki müttefiki olan İran ve Suriye’yi kazanamayacakları ve her ikisini de tüketen uzun vadeli bir yıpratma savaşına sürükleyecektir. Rusya’nın Suriye konusunda artan ilgisi ve çatışmaya Örtülü ama doğrudan ” katılımı bu ülkenin Kırım’daki oldu bittiyi bir başka yerde yapmasının önüne geçecektir. Tüm bunlara ek olarak Suriye’de bu türden bir dinamiğin parçası olan Türkiye kaçınılmaz olarak ABD’ye daha bağımlı hale gelecektir.

Peki Türkiye’nin bu tür bir operasyondan beklentisi ne olabilir? Hükümet için ABD destekli bir “bölge” oluşturmak fikrinin iki dış politika bir de iç politika 
anlamında stratejik beklenti yarattığı görülmektedir. AKP’nin Suriye’deki en önemli stratejik hedefi Halep ve civarında Türkiye’nin domine edebileceği bir 
arka bahçenin kurulmasıdır. Bu arka bahçe PKK ile ya da sınırdaki Kürt devleti olasılığıyla mücadelede taşıdığı önem kadar Davutoğlu’nun kitaplarında da yer 
bulan hinterland arayışının en kritik dönüm noktasıdır. Halep taşıdığı ekonomik değerden ziyade Suriye’nin kuzeyinde Doğu-Batı ekseninde sahip olduğu stratejik konum nedeniyle hayati önemdedir. Üstelik Halep’in kontrolü AKP için “Yeni Osmanlıcı” çıkışın en sembolik kalesi olarak sunulacaktır. İkinci beklenti ise açık bir biçimde “Kürt koridoru”nun engellenmesidir. Halep’in kuzeyini Türkiye’nin kontrol etmesi halinde, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de birlikte ya 
da ayrı ayrı hedeflenen; enerji-su kaynaklarına ve dinamik bir nüfusa sahip, varoluşunu savaşla toprak kazanarak ilerlemeye ve Batı ile kuracağı stratejik 
ilişkiye bağlayan bir Kürt devletinin denize çıkma beklentisi sona erdirilmiş olacaktır. Bu, Irak-Suriye-Türkiye üçgeninde Kürt hareketlerin ortaklaşmasını 
engelleyemeyen Türkiye için önemli bir kazanım noktası olacaktır. Bu noktada IŞİD ile savaş, bir güvenlik tercihi değil PKK’nın yenilmesi ve Kürt Koridoru ’nun oluşumunun engellenmesi için ödenmesi gereken bir bedel olarak görülmektedir. Üstelik, AKP’nin dış politikadaki bu iki beklentisinin yanı sıra IŞİD’le mücadelenin AKP’nin iç politikadaki hedeflerini gerçekleştirmek için bulunmaz bir fırsat olabileceği düşünülmektedir. Şöyle ki; Batı’da özgürlükler ve demokrasi karnesi kırıklarla dolu AKP, kendisini ve ortaya koyduğu “ılımlı İslamcılık” çizgisini IŞİD’e karşı bir panzehir olarak sunmak isteyecektir. 

IŞİD’le mücadelede istikrarlı, kontrol edilebilir ve radikal versiyonlara karşı “ılımlı İslamcı” bir rejim önerisi ABD’nin Pakistan’da kabul ettiği bir modeldir. Bu bağlamda Pakistan’ın Afganistan ve kendi ülkesinde bulunan radikal gruplarla mücadele ederken rejimin “İslamcılaştırılması” ve bu bağlamda meşrulaştırılma sı arayışının AKP tarafından Türkiye bağlamında denenmeye çalışmasına tanık olunacaktır. Daha açık bir ifadeyle, AKP Türkiye’deki rejimi değiştirirken bunun için gerekli olan her türlü istikrar aracını Batı’ya “meşru bir hedef” çerçevesinde elde ediyor görüntüsü çizecektir. Yani, Türkiye’de belli bir dönem son derece baskıcı bir düzen kurup, kurulan yeni düzeni “ılımlı dinci” kodlar üzerinden savunarak meşrulaştırma arayışına gidecektir. Bu AKP’nin ABD’ye kabul ettirmek isteyeceği model olabilir. Böylece ABD’nin ikinci bir Pakistan’ı olabilecektir.

Özetle, eğer ABD ile Türkiye arasında geniş çaplı bir anlaşma varsa: AKP’nin Suriye’ye müdahalesinden ABD’nin IŞİD’in etki alanını sınırlandırma ve Rusya’yı 
sıkıştırma elde etmeyi hedeflemektedir. AKP ise Halep’i ardyöresine katmak, Kürt Koridoru’nu engellemek ve kendi iktidarını korumak için uyguladığı baskıcı 
yöntemleri ve Türkiye’de gerçekleştirmeye çalıştığı kalıcı dönüşümü sağlamak beklentisinde olduğu değerlendirmesi yapılabilir.


2. Olasılık Kontrollü Kürt Devleti İnşası

Bu durum ise aslında ABD'nin niyeti hakkındaki şüpheleri artırmaktadır. ABD aslında başka bir şeye mi hazırlanmaktadır? Büyükelçinin açıklamalarında 
Türkiye'de PKK terör örgütüyle tekrar müzakere masasına oturulmasına yönelik baskıcı ifadeleri, Suriye'nin kuzeyinde PYD'ye toz kondurmayan değerlendirme leri var. Hal böyle olunca IŞİD eliyle bölgeyi dizayn etmeye çalışan ABD'nin bu bağlamda ilk etapta bağımsızlıkları olmasa da Suriye ve Türkiye'deki özerk Kürt bölge yönetimlerinin oluşumunu izlemek, denetlemek, kontrol etmek ve gerekirse müdahale etmek için bölgedeki askeri varlığını artırmakta olduğunu söylemeliyiz. 

Çünkü Büyükelçi Bass "üzerinde anlaştığımız hedefleri gerçekleştirinceye kadar Türkiye'deyiz, bırakıp gitmek gibi bir niyetimiz yok" anlamında ifadeler 
kullanıyor. Bu açıklamadan hemen sonra 4 Eylül’de Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’nin Güneydoğu Anadolu’ya seyahatler konusunda yurttaşlarını 
uyarması ve Adana Başkonsolosluğu çalışanlarının ailelerini gönüllü olarak başka kentlere yollamasını istemesi dikkat çekici bir gelişmedir.

Peki, Türkiye ABD'nin IŞİD stratejisine ne kadar hakim, yönlendirme yapabiliyor mu, ABD'nin "end state"nin (nihai durum yani Suriye, Irak, Türkiye coğrafyası nda neler öngörüyor, nasıl yapılar planlıyor vs) ne olduğunu, bu projenin kapsamını biliyor muyuz? Bu soruların cevabı kocaman bir hayır. İşin can sıkıcı yanı ise hiçbir şey bilmediğimiz Türkiye'nin bekasıyla doğrudan ilintili bu projenin en önemli safhalarının Türkiye'yi yöneten AKP iktidarının verdiği açık çek ile yapılacak olmasıdır.

Eğer ABD, IŞİD'i sınırlandırmak ve Rusya'yı çevrelemek adına Türkiye'nin Suriye'ye girmesine izin verir gibi yaparken diğer yandan PKK/PYD'yi kollama 
yönündeki politikasını sürdürüyorsa bu durum Ankara'nın beklentilerinin boşa çıkması anlamına gelir. Nitekim, her ne kadar AKPli karar vericiler "büyük" ve 
"stratejik" adımlar attıkları imajını vermeye çalışsalar da son 10 yılda Türk-Amerikan ilişkileri her seferinde Türkiye'yi daha fazla taviz vermeye iten 
stratejik çıkmazlarla doludur. En son olarak İncirlik'i ABD'nin kullanımına açtıktan sonra IŞİD'e karşı yapılan hava operasyonlarının parçası haline gelen 
Türkiye'nin durumu ortadadır. AKP basit bir soruya açık bir yanıt verememekte dir.  Eğer söylendiği gibi Türkiye'nin önündeki birinci tehdit PKK ise neden terörle mücadeleyi bitirmek için yapılacak sınır ötesi operasyon PKK ya da onun uzantılarını doğrudan hedef almamaktadır da, oluşturulabilecek bir koridor 
aracılığıyla dolaylı bir hedef alma söz konusudur. Bunun nedeni, ABD'nin PYD ve YPG konusundaki açık tavrıdır. ABD, Türkiye'yi IŞİD’le mücadele kapsamında sonu belirsiz bir maceranın içine sürüklerken öte yandan sahada diğer "yardımcısı" olarak gördüğü PYD'den vazgeçmiyorsa bu aslında Türkiye ile ABD arasında Ortadoğu'da genel ve kapsamlı bir ittifakla yapılan bir hareket olmadığını göstermektedir. Bu durumda Türkiye, IŞİD’le mücadele kapsamında bir bataklığa sürüklenirken Suriye sınırında PYD ve bağlı unsurların varlığının meşrulaştığı bir düzeni önce fiili sonra da resmi düzeyde kabul etmeye zorlanacaktır.




RUSYA'NIN SURİYE ÇIKARMASI: YENİ OYUN-YENİ DENGE

ABD'nin Türkiye'yi de içine alacak şekilde Rusya'yı kuşatması, Suriye'de dengeleri değiştirecek bir askeri müdahale üretmeden kısa bir süre önce 
Rusya'nın kapsamlı bir karşı hamlesiyle tüm denklem yeniden değişmiştir. Rusya'nın Suriye'deki iç savaşın bir parçası olduğu uzun süreden beri bilinen 
bir gerçektir. Moskova, Esad Yönetimi'ni sadece diplomatik alanda savunmakla kalmamış, Suriye ordusuna silah, mühimmat ve danışmanlık desteği vermeyi 
kesmemiştir. Fakat Ağustos ayı ortasında Rusya, önceki 4 yıldan daha farklı bir biçimde Suriye'de kapsamlı ve doğrudan bir varlık bulundurmak üzere bir 
operasyona başlamıştır. Bu bağlamda önce Ağustos 2015 ortasında Suriye'ye altı MIG-31 gönderdiği açıklanmıştır. Bundan kısa bir süre sonra 20 Ağustos'ta, 
Rusya'nın Karadeniz Filosu'na bağlı bir savaş gemisi Türk Boğazları'nı kullanarak Akdeniz'de bilinmeyen bir istikamete doğru yola çıkmış, 3 gün sonra Suriye 'nin Tartus Limanı'na inmiştir. Bu gelişmeleri takiben Eylül ayının ilk haftasında 7 dev Rus askeri kargo uçağı Irak hava sahasını kullanarak Suriye'ye askeri malzeme taşımıştır. Son olarak Eylül 2015’in ikinci haftasında bir taktik SU-30 filosunun El Asad Uluslararası Havaalanına konuşlandırıldığı görülmüştür. 

En azından basına yansıdığı kadarıyla elde edilen bilgiler ışığında Rusya'nın 1 ay içinde Suriye'ye yarım düzine T-90 tankı, 15 howitzer, 35 zırhlı personel 
taşıyıcı, 200 özel kuvvet askeri ve 1500 kadar da teknik personel ve askeri danışman konuşlandırdığı görülmektedir. Elbette bu sayılar Suriye'deki iç 
savaşın gidişatını biranda rejim lehine değiştirebilecek bir güce işaret etmemekte dir. Ancak Rusya'nın hamlesinin özellikle uluslararası alanda yarattığı 
etki ve uzun vadeli sonuçları bu girişimin önemini anlamamıza yardımcı olabilir.

HARİTALARI İNCELEYİNİZ..









*Haritalar www.understandingwar.org sitesinden alınarak Türkçeleştirilmiştir.

Rusya'nın hamlesinin stratejik gerekçeleri

Rusya'nın Suriye'deki hamlesini sadece Suriye ve hatta Ortadoğu ekseninde okumak yetersiz kalacaktır. Ukrayna, Orta Asya ve Doğu Avrupa'da mevzi kaybetmenin eşiğinde olan Rusya'nın petrol fiyatlarının düşmesinin getirdiği büyük ekonomik kayıplar ve hatta ekonomik kriz riskiyle birlikte ABD karşısında zor duruma düştüğü görülmektedir. Bu nedenle Rusya geleceği açısından stratejik gördüğü konularda zamana yayılan bir savunma pozisyonundan stratejik olarak kayıpla çıkma ihtimalini güçlü gördüğünden Doğu Avrupa'dan Karadeniz'e buradan da Ortadoğu'ya kadar bir dizi hamle yapmaktadır. Bu bağlamda Rusya'nın Doğu Avrupa'daki sınırlı askeri hareketliliği ile Suriye'deki girişimi arasında bir bağ olduğu söylenebilir.

Bazı analizciler Rusya'nın Suriye'deki askeri hareketliliğinin sahadaki sonucu değiştirmeye yetmeyecek ve BM Genel Kurulu öncesinde bir diplomatik pazarlık 
unsuru olarak kullanılmanın ötesine geçmeyecek bir hamle olduğunu ileri sürmektedirler. Onlara göre, Rusya, ABD'yi Suriye'de Esad rejiminin devrilmesine neden olacak bir girişimde bulunmasından uzak tutmak için diplomasi kulislerinde ikna etmeye çalışırken, askeri gücünü bir pazarlık unsuru olarak kullanmaktadır. Ancak bu değerlendirme Rusya'nın Suriye'deki varlığının yarattığı etkileri tam olarak açıklayamamaktadır.

Aslında, Rusya'nın Suriye bağlamında iki ayaklı bir stratejiyi hayata geçirdiği açıktır: Suriye'ye doğrudan askeri konuşlanma ve diplomatik süreç.

Askeri konuşlanmaya paralel bir diplomatik hamlenin ilk etapta sonuç verdiği de görülmektedir. Rusya'nın başlattığı diplomatik hamlenin ilk sinyali 1 hafta önce 
eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Marti Ahtisaari'nin Rusya'nın Esad'ın çekilmesine ilişkin 2012'deki önerisini basına sızdırmasıyla başlamıştır. Batı'nın bu öneriyi kabul etmemesini bir hata olarak niteleyen Ahtisaari'nin önerisinin ardından Rusya'nın Esad'ın çözümün bir parçası olmamasını kabul etmeyeceği açıklaması gelmiştir. Ardından Soçi'de Lavrov ile Türk Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu 'nun görüşmesinde Rusya'nın Türkiye'yi üstü kapalı ama sert bir biçimde eleştirdiği Esad lehine açıklama gündeme gelmiştir. Aynı tarihlerde ABD ve Avrupa'da yayın yapan önemli gazetelerde Rusya ve ABD arasında BM Genel 
Kurulu'nda bir Putin-Obama görüşmesi ayarlandığı sızdırılmaya başlamıştır. Ancak asıl ilginç olan 9 Eylül'de İngiltere Dışişleri Bakanı Philip Hammond'un "İran ve Rusya'nın görevden ayrılmasını garantilemesi halinde Beşar Esad'ın görevde kalabileceği 6 aylık bir geçiş hükümetinin kabul edilebileceği" ve 19 Eylül'de ise ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'nin "Esad'ın gitmesinin gerektiği ancak bunun zamanlamasının müzakereyle belirlenebileceği" açıklamaları olmuştur.

Ancak Rusya'nın askeri konuşlanmasının sadece diplomasi masasında bir kart olarak görülmesi olan bitenin tam olarak anlaşılmasının önüne geçecektir. 
Rusya'nın Suriye'ye gönderdiği güç sahadaki askeri dengeleri en azından şu andaki miktarı ve niteliğiyle tek başına değiştirecek kadar büyük değildir. 
Fakat, bu konuşlanmanın şu anki haliyle sınırlı kalacağı da beklenmemelidir. Rusya'nın konuşlanmasının Suriye'deki taktik Ortadoğu'daki stratejik etkilerine 
bakıldığında karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:


Rus Askeri Konuşlanmasının Sahadaki Olası etkileri

1. Şu ana kadar elde edilen bilgiler ışığında Rusya'nın Suriye'de öncelikle muhaliflerin kritik bölgelerdeki ilerleyişini durdurmayı hedeflediği 
görülmektedir. Her ne kadar IŞİD ile mücadele konsepti öne çıkarılsa ve Rusya askeri hamlesini IŞİD’le mücadele çerçevesine oturtsa da Şam'ın güneyindeki 
konuşlanma dışındakilerinin tamamı Nusret Cephesi liderliğindeki Fetih Ordusu ile diğer IŞİD dışı muhaliflerin ilerleme noktaları üzerindedir. Bu noktada 
Rusya'nın ilk hedefinin Lazkiye'ye yönelen muhaliflerin durdurulması, Tartus'taki Rus askeri üssünün güvence altına alınması ve Halep ile rejim 
arasında lojistiğin kesilmek üzere olan alanlara müdahale etmeyi hedeflediği görülmektedir.

2. Rusya'nın sahadaki önceliklerinden birisi de Humus'un muhaliflerin kontrolüne girmesini engellemektedir.

3. Şam'ın yakınlarında IŞİD'in başlattığı saldırıların püskürtülerek başkentin tamamen güvence altına alınması ve güvenli halkanın genişletilmesi hedeflenmektedir.

Rusya'nın orta vadede rejim üzerinde baskının azalması için, Türkiye sınırına doğru bulunan bölgelerde İdlib-Lazkiye hattının tamamen güvence altına alınması ve Halep'in tekrar rejim tarafından kuşatılmasını sağlamak gerekmektedir. 

Görüldüğü gibi ABD'nin temelde IŞİD'e odaklanması ve çıkarları uygun gördüğü sürece Nusret Cephesi'ne yönelik operasyonlar yürütmesinin aksine Rusya'nın 
öncelikli odağı rejim için daha acil stratejik tehditler üretmesi beklenen muhalif unsurlardır. Ancak elbette Rusya'nın IŞİD içindeki Kafkas kökenlilere 
yönelik operasyonlar (Şam Yönetimi'nin gözden çıkardığı Rakka'ya aylar sonra ilk kez hava operasyonu düzenlemesinin ardında kimin hedef olduğu sorusu 
sorulmalıdır) ve Palmyra gibi çok amaçlı kullanılabilecek stratejik bölgelere yönelik girişimlerinin de orta vadede olabileceği söylenebilir. 

Rus Askeri Konuşlanmasının Suriye ve Ortadoğu'daki Olası Stratejik Etkileri

Rusya'nın Suriye'deki hamlesinin ABD'yi büyük çaplı bir pazarlığa oturtmak olduğu görünen bir gerçektir. Ancak bu hedefin içinde Ortadoğu bağlamında 
değerlendirilmesi gereken başlıklar da bulunmaktadır.

1. Rusya bir kez daha Arap rejimlerine gerektiğinde yanlarında silahla dahi durabileceğini göstermektedir. Darbeden sonra gelişen Mısır-Rusya ilişkileri 
dikkate alınarak değerlendirildiğinde Rusya Arap Baharı'ndan rejim tehdidi bağlamında etkilenen Arap ülkelerine açık bir destek mesajı göndermektedir. Bu 
mesaj, İran ile birlikte Rusya'nın ortak desteğini alan bir devletin dış müdahale ile karşılaşması halinde rejim güvenliğinin sağlanacağıdır. Böylece Rusya, Ortadoğu'da kriz anlarında doğrudan müdahil olabilecek bölge dışı en önemli dış güç olmaya çalışacaktır.

2. Türkiye'nin Suriye'nin kuzeyinde tek başına ya da bir koalisyonla gerçekleştireceği askeri operasyon sonucunda kurulacak bir güvenli bölge 
beklentisini tamamen suya düşürmüştür. Bunun iki nedeni vardır: 

a. Bir yandan IŞİD diğer yandan Rusya'nın daha güçlü bir biçimde desteklediği Esad Rejimi'yle mücadele ederken güvenli bir bölge oluşturabilecek bir güce sahip olma vasfını tamamen yitirecektir. 

b. Rusya'nın Suriye'ye verdiği ya da konuşlandırdığı hava savunma sistemleri olası bir çatışma riskinde Türkiye açısından tehlikeyi büyütmüştür. 

Muhaliflerin elinde hava gücünün bulunmadığı, ABD içinse çok yetersiz kalacağı düşünüldüğünde bu tür bir sistemin iki hedefi olabilir: İsrail veya Suriye sınırlarında operasyon yapmayı planlayan bir başka ülke. Bu noktada en hassas olan husus Suriye-Rusya ortaklığının koalisyonu hedef almayacağının görülmesidir. Halihazırda Rusya ile ABD arasında IŞİD'e karşı yürütülecek operasyonlarda birbirlerine zarar verilmemesi için koordinasyon sağlanması 
kararlaştırılmışken yerleştirilen silahların koalisyona karşı kullanılması ihtimali düşüktür. Bununla birlikte tek başına hareket eden ülkeler açısından 
kritik bir hamle olarak değerlendirilebilir. Özetle, Türkiye'nin tek başına bir askeri harekatla güvenli bölge yaratma düşüncesi Rusya'nın sahadaki fiziki 
varlığıyla birlikte tamamen suya düşmüştür. 

3. Rusya'nın askeri hamlesi, çıkmaza giren ABD için bir çıkış yolu yaratabilir. 

16 Eylül 2015'te Senato Silahlı Hizmetler Komitesi'nde konuşan CENTCOM Komutanı Lloyd Austin'in Suriye için çizdiği çerçeve ABD'nin Suriye'deki IŞİD 
operasyonlarının tam bir açmaza girdiğini göstermektedir. Eğit-Donat'ın moral olarak çöküşü ve fiili olarak işlevsiz kalmasıyla birlikte Austin tarafından 
dile getirildiği gibi ABD için Suriye'de tek etkin araç olarak Kürtler kalmıştır. Dolayısıyla ABD’li yetkililer defalarca Esad'ın görevden ayrılması gerektiğini ileri sürseler de ellerindeki araçlarla bunu gerçekleştiremeyeceğini farkına varmışlardır. Bunun da ötesinde Suriye'nin kuzeyinde ABD'ye yakın bir 
güç oluşturmak suretiyle sahada üstünlük sağlama çabasının tek bir aktöre dayanması ABD'nin hem IŞİD karşısında istediğini alamamasına hem de muhalifler arasında uzun vadeli bir yapı oluşturamamasına neden olmaktadır. Bu noktadan sonra ABD'nin Rusya ile çatışarak Suriye'de gerçekten bir değişim sürecini desteklemek ile IŞİD’le mücadeleyi merkeze alıp Şam Yönetimi'ni kerhen ve dolaylı olarak Rusya'nın aracılığıyla zamana yayarak kabul etmek arasında bir tercih yapmak durumunda kalmasına şahit olunabilecektir.

4. Suriye ve Irak'taki Kürtlerin ilişkilerinde bir değişim görülmektedir. 

Aylardır birbirleriyle önemli sorunlar yaşayan KDP ile PYD arasında yeniden bir diyalog ortamı doğmuştur. Bu diyalogun Rusya ve ABD'nin hızlanan hamlelerin den bağımsız olduğu düşünülemez. Başından beri Moskova'yı ikinci adres olarak belirleyen PYD ile ABD ile ilişkilerini stratejik düzeye taşımayı hedefleyen KDP arasında Erbil'de gerçekleşen toplantı ve sonrasında KDP, KYB ve Gorran heyetlerinin PYD'nin 6. Kongresi'ne katılmak üzere Suriye'ye gitmeleri önemli birer işaret olarak değerlendirilmelidir. Rusya ve ABD arasında bir anlaşma mı, yoksa çatışma mı olacağının öngörülemediği bu dönemde Kürtler pozisyonlarını sağlamlaştırmak için bir çıkış stratejisi üretme yoluna gitmek durumunda kalmışlardır. Bu noktada PKK'nın terörist saldırılarını sürdürmesi onu PYD üzerinden ABD ve Rusya ile görüşmekten alıkoymamaktadır. Ancak Türkiye'deki terörist faaliyetlerini uzatıp KDP'ye gerginliği sürdürmek, Suriye'nin kuzeyinde Rusya destekli ABD onaylı bölge oluşturmasını güçleştirebilir.

5. Rusya'nın Suriye'de daha görünür hale gelmesi başta Kafkas kökenli gruplar olmak üzere cihatçı grupları daha fazla motive edecektir. Rusya ile doğrudan ya 
da dolaylı olarak Afganistan, Bosna ve Çeçenistan'da savaşan, bu doğrultuda önemli bir öfke birikimine sahip kişi ya da gruplarda motivasyonun yükselmesi 
şaşırtıcı olmayacaktır. Bu nedenle Suriye'ye dışarıdan gelen savaşçılarda içeriği kısmen değişmiş yeni bir dalga görülebilir.

6. Rusya'nın hamlesi kısa vadede Ortadoğu'da tekrar Soğuk Savaş'taki ağırlığını yaratmasını sağlama potansiyeli sunsa da bu varlığın maddi ağırlığının nasıl 
taşınabileceği bir soru işaretidir. Rusya, Kırım'daki oldu bittiyi dikkat dağıtarak meşrulaştırmaya ve ABD ve müttefiklerine en sıkışık oldukları coğrafyada tehditler ve fırsatlar dolu yeni bir seçenek açmaya yoğunlaşmıştır. Ancak Afganistan örneğinin de gösterdiği gibi Rusya'nın ülke dışındaki askeri 
maceralarının sonu beklendiği gibi gitmeyebilir, bu nedenle Suriye daha büyük ölçekte bir hesaplaşma sahasına dönüşebilir.

Sonuç

Son iki ay içinde Suriye'de Ankara, Moskova ve Washington eksenli gelişmeler bir yandan Türkiye'yi zorlu bir maceraya sürüklenmenin eşiğine getirmişken, diğer yandan Rusya'nın müdahalesiyle birlikte yeni bir denklem yaratmıştır. Bu bağlamda AKP tarafından sürdürülen Suriye politikası Türkiye'yi bölgede 
stratejik bir felakete sürüklemektedir. Getirisi net bir şekilde ortaya konulamayan, politik hedefi belirsiz, uygulaması zor, yeni güvenlik riskleri 
getirecek ve Türkiye'yi iç ve dış politikada daha büyük sorunlara itecek bir girişimin sonucunda Türkiye'nin Suriye'de bir çatışma/savaşa sürüklenmesi hala 
kaçınılmaz değildir. Ancak, Eylül ayı başında yoğunlaşan Türkiye'nin Suriye'de askeri harekat yapabilme olasılığı Rusya'nın hamleleriyle birlikte geri plana 
düşmüştür. Bu noktada bu tür bir hamlenin yaratabileceği sonuçlara odaklanılınca karşılaşılan tablo şöyle tanımlanabilir:

1. Açık ve basit bir biçimde söylemek gerekirse Türkiye'nin Suriye'de bir askeri harekat gerçekleştirmesi halinde kurşunun nereden geleceği belli olmayacaktır. 
Onlarca grubun bulunduğu ve her tür istihbarat servisinin cirit attığı bir bölgede TSK açık hedef haline gelecektir.

2. Doğrudan mücadelenin ABD tarafından engellendiği PYD ile Suriye toprakların da mücadele etmek çok güç olacaktır. Suriye'de bulunacak askeri varlığımız her türlü örtülü operasyona hazır olmalıdır. IŞİD veya başka bir örgüt kisvesi altında Türk askerine yönelik PKK-PYD'nin sürekli taciz durumunda bulunacağı açıktır.

3. Ülke içinde büyük bir güvenlik zafiyeti doğacaktır. PKK terör örgütü açıklamalara göre hareket eden bir örgüt değildir. Suriye'de adı istediği kadar 
IŞİD'e karşı operasyon olsun, gerçekleşecek bir sınır ötesi operasyonun nihai hedefinin onun stratejik emellerini engellemek olduğu bilinecektir. Bu nedenle 
Türkiye içinde siyasi istikrarsızlık yaratmak için başta İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde olmak üzere yüzlerce militanını silahlı kalkışmaya yönlendirip, 
terörü büyük şehirlere taşıyacaktır.

4. Şu ana kadar Türkiye'nin operasyonlarına sınırlı bir yanıt üreten IŞİD, Suriye'de kendisine karşı doğrudan bir çarpışmaya giren Türkiye'ye karşı ülke 
içindeki hücrelerini harekete geçirecektir. Her ne kadar IŞİD'e operasyon adı altında güvenlik güçlerinin 2 aydır yoğun faaliyetleri sürse de bu operasyonlar ın kendisi dahi Türk güvenlik bürokrasinin IŞİD'in kapasite ve örgütlenmesi konusunda ne denli zafiyet içinde olduğunu göstermektedir. Daha kısa ve öz bir ifadeyle TSK'nın IŞİD'e karşı bir operasyonu başlatması halinde Türkiye içinde canlı bombalar patlayacaktır.

5. BM'den bir karar çıkmaması durumunda uluslararası kamuoyun nezdinde Türkiye, Suriye topraklarını işgal eden bir ülke konumuna sokulacaktır. Başlangıçta IŞİD'e karşı operasyon gerekçesiyle uluslararası alanda büyük tepki görmese de zaman içinde karşımıza yeni bir Çekiç Güç durumu çıkabilecektir. Meşruiyeti olmayan bir fiili durumu sürdürmek için ABD'nin sürekli desteğini aramak zorunda kalan Türkiye, kendi kontrolü dışında kalan bir operasyonun hedef tahtasına dönüşebilecektir.

6. İran ve Rusya'nın bu tür bir hamleye vereceği yanıt her türlü boyutu içerebilecektir. Türkiye'yi içeride siyasi sıkıntılara sokmak isteyen her ülke 
Suriye'de bunu yaptırabilecek fırsatlar bulabilecektir.

7. IŞİD’le mücadele kapsamında girilen "güvenli bölge"nin güvenliğinin sağlanamaması, Türkiye'nin beklentilerinin karşılanamamasına neden 
olabilecektir. Medyada geçen harita ve bilgilerin çoğunun temel coğrafi bilgi, saha gerçekleri ve askeri ihtiyaçlarla ilişkisi olmadığı görülmektedir. TSK'nın 
Suriye'ye girmesi, muhaliflerin kontrolündeki bir araziye yerleşmesini değil, IŞİD'in bazı bölgelerden çıkarılmasını gerektirecektir.

8. Çıkış süresi ve stratejisi belli olmayan bir operasyonun başlaması Türkiye için terörle mücadele enerjisi, kaynak kullanımı, siyasi sermaye, uluslararası 
meşruiyet gibi konularda bir kara delik yaratabilir. Bu tür bir harekatın stratejik olarak kaçınılmaz durumda olmasında dahi ucu açık ve gerçekleşmesi 
imkansız ya da uzun yılları bulacak hedeflerden ziyade sınırları iyi tanımlanmış bir çıkış stratejisiyle yapılması gerekmektedir. Hatırlanması gereken en önemli 
nokta, bu tür bir harekatın askeri boyutunun bir sonuç değil, araç olduğudur. 

AKP'nin ülkeyi sürüklediği siyasi faturanın bedelini güvenlik güçleri başta olmak üzere tüm Türk halkı ödeyecektir. Bu nedenle Suriye, Türkiye için sadece 
askeri değil aynı zamanda stratejik ve siyasi bir bataklığa dönüşmemesi için çıkış stratejisi olmayan, nihai hedefi bulunmayan ve Türkiye'yi daha fazla 
güvensizlik ve istikrarsızlığa sürükleyecek bir çatışma atmosferinden kaçınılmalıdır.
Sonuç olarak son aylarda yaşananlar, Erdoğan’ın Suriye’de “ Şah ” demeye hazırlanırken, Putin’in hızla nerede ise “ Mat ” hamlesini yapmasına yol açtı. 
Bundan sonra Türkiye için tek  kurtuluşun “ Rok ” olup olmadığı tartışılmalıdır.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2015/09/23/8304/erdogansah-putinmat-putinin-suriye-hamlesi-turkiyenin-suriyeye-girisini-engelledi


Uzman Hakkında;
Serhat Erkmen- Bekir Ali Yüksel
Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları ;

Erdoğan:Şah Putin:Mat -Putin’in Suriye Hamlesi Türkiye'nin Suriye’ye Girişini Engelledi 

Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.
Copyright © 2016. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.


Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 


*****