Oytun ORHAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Oytun ORHAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2017 Pazar

Suriye ve Lübnan’ın İç Dinamikleri ve Dış Politikaları



Suriye ve Lübnan’ın İç Dinamikleri ve Dış Politikaları 



Oytun Orhan
Suriye’de İç Dinamikler ve 2011 Halk Ayaklanması 





Suriye toplumunun etnik açıdan homojen ancak dinsel ve mezhepsel açıdan heterojen bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkündür. 

Etnik açıdan bakıldığında nüfusun %85’ine yakınını Suriyeli Araplar oluşturmakta dır. Etnik azınlıklar olarak %8-10 arası Kürtler, %4 civarında Türkmenler ve %3’lük Ermeni nüfus bulunmaktadır. Dinsel ve mezhepselaçıdan bakıldığında ise farklı bir tablo ile karşılaşılmaktadır. Ülkenin %70’ine yakını Sünni Müslüman’dır. Etnik azınlık Kürt ve Türkmenler çoğunluk Sünni Müslüman gruba dahildir. Diğer Müslüman mezhepsel azınlıklar; Arap Aleviler (Nusayriler), Dürziler ve İsmaililer’dir. Bunun yanı sıra önemli oranda Hıristiyan topluluklar yer almaktadır. Hıristiyanlar da kendi içinde birçok mezhebe ayrılmıştır. Hıristiyan mezhepleri nüfus oranlarına göre büyükten küçüğe sırasıyla Rum Ortodoks, Rum Katolik, Ermeni Ortodoks, Suriyeli Ortodoks, Ermeni Katolik, Suriyeli Katolik, Süryaniler, Maruniler, Keldaniler, ve Protestanlar’dan oluşmaktadır. 

Etnik mezhepsel grupların genel nüfusa oranına ilişkin kesin bilgiler bulunmamaktadır. Çeşitli kaynaklarda yer alan verilerden yola çıkarak 
yaklaşık 23 milyonluk Suriye nüfusunun etnik-mezhepsel dağılımına ilişkin rakamların şu şekilde olduğu söylenebilir: %55- 60 Sünni Arap, %12-14 arasında Arap Alevi, %10-12 Hıristiyan, %8-10 civarında Kürtler, %4-5 Dürziler, %4 Türkmenler ve %1 İsmaililer. 

Çoğunluk Sünni Araplardan sonra en fazla nüfusa sahip azınlık Arap Alevilerdir. Arap Alevilerin çıkış yeri ülkenin kuzeybatı bölgesinde Akdeniz’e paralel uzanan Nusayriye dağları bölgesidir. Halen büyük çoğunluğu Nusayriye dağlarının bulunduğu Lazkiye vilayetinde yaşamaktadır. 

Şiiliğin bir kolu olan Arap Aleviliği geçmişte Sünni Müslüman inancı tarafından “gerçek Müslüman olmamakla” itham edilmiş bir mezhepti. 

Yakın geçmişe kadar son derece içe kapalı bir topluluk olan Arap Alevileri 20. yüzyılın ortalarından Suriye siyasal yaşamında artan etkilerine paralel olarak öne çıkmıştır. 30 yıl boyunca ülkeyi yöneten Hafız Esad ve şu anki Devlet Başkanı Beşar Esad Arap Alevi mezhebine mensuptur. 

Diğer azınlık grup Hıristiyanlar ise Suriye’nin en eski yerleşik topluluklarındandır ve kendilerini büyük Arap toplumunun bir parçası (Ermeniler hariç) olarak görmektedir. Baas Partisi’nin kurucularından Mişel Eflak dahil olmak üzere ülkenin önde gelen Arap milliyetçi ideologları ve siyasetçileri Hıristiyanlar arasından çıkmıştır. En fazla nüfusa sahip etnik azınlık Kürtler, kendilerine ait dilleri, farklı kültürleri olması açısından diğer topluluklardan ayrılmaktadır. Çoğunluğu ülkenin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetinde yaşamaktadır. Bunun yanı sıra kuzeyde Türkiye sınırı boyunca ve Şam, Halep gibi büyük şehirlerde de Kürtler yaşamaktadır. Diğer etnik azınlıklar Türkmenler ve Ermenilerdir. Türkmenler, Memlükler tarafından 12. yüzyılda bölgeye yerleştirilen Türkmen boylarının devamıdır. Türkmenler Halep, Şam, Humus, Hama, Tartus ve 
Golan bölgelerinde yaşamaktadır. Ermeniler ise 20. yüzyılın başında ülkeye gelmiştir. Etnik kimlikleri ve dillerini koruyan Ermeniler Halep çevresinde yoğunlaşmaktadır. Şiiliğin bir kolu olarak görülse de daha çok kendine has bir İslam inancına sahip olan Dürziler Suveyda vilayeti nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Dürzi Dağları olarak bilinen bölgeden dağılan Dürziler ülkenin geçmişinde önemli siyasi roller üstlenmiştir. Son olarak İsmaililer, %1’lik nüfus oranlarına rağmen geçmişte orduda ve günümüzde bürokraside önemli roller üstlenmiş Şiiliğin bir kolu olan mezhepsel azınlık topluluğudur. 

Siyasi ve Ekonomik Yapı 

1946 yılında bağımsızlığını kazanmasıyla beraber istikrarsızlığın hakim olduğu, askeri darbelerin birbirini izlediği Suriye’de, Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidara gelişiyle beraber ülkede göreceli bir istikrar hakim olmuştur. Diğer taraftan 1970 yılında kurulan siyasi yapı Suriye’ye otoriter-totaliter bir devlet niteliği kazandırmıştır. Aynı siyasal yapı günümüzde de korunmaktadır. Hafız Esad, ülkenin tüm siyasal, askeri, güvenlik ve yasama konularında devlet başkanına geniş yetkiler veren yapıyla tüm kurumlar üzerinde tam bir hakimiyet sağlamıştır. Suriye’de siyaset, tepeden aşağıya doğru şu kurumlar çerçevesinde şekillenmektedir: Devlet Başkanı, Başkan Danışmanları ve Yardımcıları, Askeri–Sivil Güvenlik Birimleri ve İstihbarat, Ulusal İlerici Cephe (Baas Partisi), Meclis ve Hükümet. Anayasaya göre devlet başkanları yedi yıllık dönemler için seçilmektedir. Kanunlar devlet başkanına çok geniş yetkiler sunmaktadır. Yine anayasaya göre devlet başkanı sadece devlet ve hükümetin değil aynı zamanda 
silahlı kuvvetlerin de başı konumundadır. Devlet başkanı “devletin genel politikalarını belirlemekle yetkilidir. Meclis’i toplama ve feshetme, tüm 
anayasal değişiklikleri onaylama, meclis oturumda olmadığı zamanlarda kanun yapma, acil ihtiyaçların ortaya çıkması durumunda yasalar çıkarmak 
ve acil önlemler alma”, Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini atama gibi geniş yetkileri bulunmaktadır. Başkan tüm bakanları belirlemekte, başbakanı görevlendirmekte ve yargıçları atamaktadır. Bunun yanı sıra tüm güvenlik ve ordu birimlerine atamalar devlet başkanı tarafından gerçekleştirilmektedir. Devlet başkanı aynı zamanda ülkenin “öncü partisi” Baas’ın genel sekreterliği ve Baas Partisi ile beraber 7 partinin ittifakından oluşan “Ulusal İlerici Cephe’nin başkanlığını görevlerini de yürütmektedir. Genel Sekreter partinin 90 kişilik merkez komitesi dahil olmak üzere Baas Partisi’nin tüm organlarına yapılan atamaları kontrol etmektedir. Hafız Esad’ın iktidara gelişinden sonra devlet başkanlığı seçimi ilk kez 1971 yılında düzenlenmiştir. O tarihten bu yana 7 yılda bir düzenlenen seçimlerde sürekli olarak tek aday olarak katılan Hafız 
Esad ve sonra Beşar Esad oyların %99.9’unu alarak devlet başkanlıklarına seçilmiştir. Bir tek 2007 yılında gerçekleşen seçimde Beşar Esad %97,6 ile şimdiye kadarki“en düşük” oranla devlet başkanlığı görevine seçilmiştir. Devlet Başkanı’nın çevresinde ise danışmanlar, askeri ve sivil güvenlik birimlerinin, istihbarat kuruluşlarının başındaki isimlerden oluşan “yakın çevre” yer almaktadır. Suriye’de ülkeyi esas yöneten grup da devlet başkanı ile beraber yakın çevredir. İç ve dış politikada makro düzeyde önemli kararlar sınırlı sayıdaki bu seçkin grup tarafından alınmaktadır. Bu birimlerde görev alanların çoğunluğunu Arap Aleviler (Nusayriler), Lazkiye kökenliler hatta Esad ailesinin yakın akrabaları oluşturmaktadır. Ordu ve diğer güvenlik birimlerinin başlarındaki kişilerin %90’ına yakını Arap Alevilerdendir. Ancak mezhepsel ya da aile bağlarından daha önemli olan rejim ve devlet başkanına sadakattir. Bu nedenle rejim içinde Arap Alevi olmayan birçok önde gelen isim de bulunmaktadır. 

Bu arada bütün Arap Alevilerin de sistem içinde eşit role sahip olmadıklarını söylemek gerekmektedir. Başlıca altı farklı aşiretten oluşan Arap Aleviler arasında Hafız Esad’ın mensup olduğu Kalabiye aşireti, Beşar Esad’ın annesinin mensubu olduğu Hadadin aşireti ve geleneksel olarak Kalabiye aşireti ile yakın ilişkisi olan Hayatin aşiretleri sistem içinde daha fazla role sahiptir. 



Yakın çevre içinde güvenlik ve istihbarat birimlerinin kilit isimleri büyük önem taşımaktadır. Halen Suriye’de birbirinden bağımsız çalışan ve doğrudan başkana karşı sorumlu 15 civarında güvenlik ve istihbarat birimi görev yapmaktadır. İstihbarat ve güvenlik sistemi üç ayak üzerine oturmaktadır. Birincisi, Siyasi Güvenlik, Askeri İstihbarat ve Hava Kuvvetleri İstihbarat gibi geleneksel istihbarat kurumları (Muhaberat)’dır. İkincisi Özel Kuvvetler, Savunma Tugayları, Başkanlık Muhafızları gibi istihbarat ve operasyonel yetkileri ve sorumlulukları olan birimlerdir. Sonuncusu da “Üçüncü Silahlı Tümen” gibi özel-siyasi-askeri birimlerdir. Bütün bu birimler ve bunların alt oluşumları 1970li yıllarda 
Hafız Esad tarafından oluşturulan “Başkanlık Güvenlik Konseyi” tarafından koordine edilmektedir. Bunlar dışında bir de Savunma Tugayları gibi paramiliter kuvvetler ve “Shabbeeha” isminde“gençlik çeteleri” olarak bilinen rejime bağlı sivil-silahlı milis kuvvetleri yer almaktadır. Güvenlik birimlerinin ve başlarındaki kişilerin sistem içindeki merkezi rolüne karşılık meclis, siyasi partiler, hükümet gibi aktörlerin karar alma süreçlerinde çok fazla etkili olmadığı görülmektedir. Bu kurumların hem yetki alanları sınırlıdır hem de bahsedilen “yakın çevre”nin onaylamadığı adımları atmaları mümkün değildir. Siyasal alandaki figürlerin mezhepsel dağılımına bakıldığında büyük çoğunluğunun Sünni olduğu gözükmektedir. Meclis seçimleri dört yılda bir gerçekleştirilmektedir. 250 sandalyeli Meclis’te hangi partinin ne kadar sandalye alacağı seçimler öncesinde 
belirlenmektedir. 167 sandalye Ulusal İlerici Cephe’ye mensup partilere ayrılmış durumdadır. 167 sandalye içinde de Baas Partisi 134 sandalye ile en fazla sandalyeye sahip partidir. Baas Partisi’nin Meclis’teki çoğunluğu anayasa ile güvence altına alınmış durumdadır. Cephe içindeki diğer partilere 1 ile 8 arasında değişen sayılarda koltuk verilmektedir. 167’dan geriye kalan sandalyeler ise bağımsız milletvekillerine dağıtılmaktadır. 

Bağımsız milletvekilleri kotasından, rejim karşıtı olmasa da eleştirel isimlerin Meclis’e seçilmesi mümkün olmaktadır. Ilımlı İslami görüşlere sahip kişiler, seküler-liberal-reformcu kesimden bazı isimler buna örnek olarak verilebilir. Ancak Devlet Başkanı’nın tam denetimi altında olan Meclis’in en önemli işlevlerinden biri rejimin almış olduğu kararlara, uyguladığı politikalara karşı meşruiyet duygusunun yaratılmasını sağlamaktır. Suriye’de tüm yasal siyasal partiler 1972 yılında Hafız Esad tarafından oluşturulan “Ulusal İlerici Cephe” isimli bir çatı yapılanma içinde faaliyet göstermektedir. Başlangıçta Baas Partisi’nin öncülüğünde sol gelenekten gelen dört parti ile kurulan Cephe şu anda toplam 11 partinin ittifakından oluşmaktadır. Arap Sosyalist Partisi, Suriye Komünist Partisi, Suriye Sosyal Nasyonalist Partisi gibi hareketlerin 
yer aldığı Cephe, rejimin siyasal tabanının genişletilmesi işlevini görmektedir. Ancak Baas Partisi dışındaki partilerin rolleri son derece sınırlıdır. Suriye Meclis’inde bu partilere az sayıda sandalye ayrılmaktadır. 

Politika yapımı, planlama veya herhangi bir siyasi güç oluşturma fonksiyonu bulunmamaktadır. 

Baas Partisi ise Ulusal İlerici Cephe içinde öncü rol oynamaktadır. Partiyi rejimin “demokratik yüzü” olarak tanımlamak mümkündür. Ancak parti bu rolünün yanı sıra devlet içinde veya herhangi bir görevde yükselmenin araçlarından birine dönüşmüş durumdadır. Ülkedeki doktor, öğretmen, akademisyen, avukat, gazeteci gibi birçok önde gelen meslek grubu üyeleri parti üyesidir. Ülkedeki çoğu “sivil toplum örgütü” partinin kolları olarak faaliyet göstermektedir. Ticaret odaları, spor kulüpleri, kadın ve gençlik birlikleri, sanatçılar ve yazarlar birlikleri, çiftçi birlikleri gibi kuruluşlar parti tarafından kontrol edilmektedir. Gençler ve çocukların ideolojik eğitiminde aktif rol almaktadır. Dolayısıyla Baas Partisi halkın seferber edilmesi ve kontrolü aracına dönüşmüş durumdadır. Suriye Anayasası Baas Partisi’nin liderlik rolünü kabul etmekte ve bir maddesinde 
“toplumun ve devletin öncü partisi” olarak tanımlanmaktadır. Böylece bu madde Suriye’nin tek partili sistemini yasallaştırmaktadır. Suriye’de Arap Alevi mezhebine mensup kişiler kritik görevleri yürütmekle beraber mezhepçilik hiçbir zaman devlet ideolojisi olarak takip edilmemiştir. Bu anlamda rejimin daha kapsayıcı bir yaklaşıma sahip olduğunu ve Arap Aleviler dışından da kesimlerin desteğini almış bir yönetim olduğunu söylemek mümkündür. Suriye yönetimi, seküler-Arap noktada Suriye’ye ilişkin olarak yanıtı en fazla merak edilen soru Suriye’deki olayların nereye varacağı, Tunus, Mısır veya Libya örneklerinden birinin yaşanıp yaşanmayacağıdır. 

Arap Baharı’nın yaşanmasının temelinde siyasal baskı, ekonomik kaynaklarının adil bir şekilde dağılmaması, etnik-mezhepsel farklılıklar gibi faktörler yatmaktaydı. Suriye, ilk kısımlarda anlatıldığı üzere bu açılardan iktidar değişimlerinin yaşandığı Mısır ve Tunus ile benzer özellikler taşımaktadır. 
Buna rağmen Suriye’nin sosyal, siyasal yapısındaki bazı farklılıklar diğer örneklerdeki gibi kısa sürede bir iktidar değişiminin yaşanmasına engel oldu. 
Bunlar arasında Suriye toplumunun heterojen yapısı, ordu ve diğer güvenlik yapılanmasında bir mezhepsel azınlık grubunun etkin olması, Irak tecrübesinin yarattığı iç savaş korkusu, örgütlü muhalefetin yokluğu, bölgesel (İran) ve küresel (Rusya ve Çin) düzeyde rejime destek veriliyor olması bu faktörler arasında sayılabilir. Suriye’yi; Mısır, Tunus ve uluslararası müdahaleye maruz kalan Libya’dan farklı kılan bir diğer özellik Suriye rejiminin belli kesimler arasında belli bir meşruiyete sahip olmasıdır. Baas Partisi’nin siyasi alandaki tekelinden rahatsızlık olsa da rejimin “Arap milliyetçi ve seküler” ideolojisi birçok kesim için ülke güvenliği ve istikrarının garantisi olarak görülmektedir. Bu durum şehirleşmiş, üst sınıflar ve azınlık toplulukları için kısmen geçerlidir. Aksi bir yönetim anlayışının heterojen yapıya sahip Suriye halkı arasındaki mezhepsel ve etnik çatışmaları körüklemesi riski bulunmaktadır. Rejimin sunduğu en büyük “hizmet” güvenliktir. 2003 işgali sonrası yaşanan Irak tecrübesi, güçlü bir merkezi otoritenin ortadan kalkmasının nasıl sonuçlanacağı konusunda Suriye halkına kötü bir örnek sunmuştur. 

Irak’ta yaşanan terör, güvenlik problemleri, siyasal istikrarsızlık, etnik ve mezhepsel çatışmalar insanların en temel ihtiyacı olan güvenlik talebini diğer isteklerin önüne geçirmiştir. Bu nedenle Irak tecrübesi Suriye halkını “özgürlük ya da kaos” seçimine zorlamaktadır. 

Bu kaygı da yönetimin meşruiyetini bahsedilen kesimler arasında artırmaktadır. Suriye’yi Mısır ve Tunus’tan farklı kılan en önemli faktör güvenlik birimlerinin yapısıdır. Siyasi yapı kısmında anlatıldığı üzere Suriye’de güvenlik birimleri bir açıdan rejimin kendisi demektir. Sivil ve askeri güvenlik birimlerinin kilit noktalarında Arap Alevilerin bulunuyor olması nedeni ile güvenlik birimleri rejime yönelik başkaldırıyı kendi varlıklarına tehdit olarak algılayacak ve tamamen Esad yönetiminin yanında yer alacaktır. Dolayısıyla Suriye ordusunun Mısır ve Tunus’tan farklı olarak liderin yanında bir bütün olarak yer alması daha büyük ihtimaldir. Bu da rejim değişikliği ihtimalini zayıflatan bir faktördür Şu 
aşamada doğrudan bir askeri müdahale sadece bazı Suriyeli muhalifler tarafından dile getirilmektedir. Olası bir müdahalenin başarı şansının 
düşüklüğü ve müdahalenin bölgede yeni bir Irak veya Afganistan yaratacağı düşüncesi herkesi kaygılandırmaktadır. Ayrıca olası bir savaşın 
bölgeselleşeceği hatta uluslar arası boyut kazanması olasılığı mevcuttur. Müdahalenin Suriye içi istikrarı olumsuz etkilemesi söz konusu olabilir. 
Uzun süreli gerilla tarzı direniş hareketleri, terör örgütlerinin alan bulması gibi sonuçlar doğabilir. Dolayısıyla Suriye sorununun nasıl çözüleceği konusu büyük bir soru işareti konumundadır. Önerilen seçenekler; uygulanmasının zorluğu, sonuçlarının kestirilemiyor olması, mevcut durumdan daha kötüsünü üretebileceği, sonuç alma şansının düşük olması gibi nedenlerle hayata geçirilememektedir. En çok tartışılan öneri ise askeri önlemler alınmasıdır. 

Kapsamlı bir uluslararası müdahale çok zor gözükse de Libya benzeri bir müdahale tarzının Suriye’ye uygulanabileceği öne sürülmektedir. 
Ancak bu seçenek de hali hazırda Libya’ya uluslararası müdahaleyi mümkün kılan koşulların Suriye’de oluşmamış olması nedeniyle mümkün gözükmemek tedir. Milliyetçi ideolojisi ile farklı toplumsal grupların desteğini almaktadır. Azınlık toplulukları açısından Sünni Arap çoğunluğun eziciliğine karşı kapsayıcı bir ideolojiye sahip seküler Baas ideolojisi daha tercih edilir kabul edilmektedir. Yönetim ayrıca ülkede istikrarı savunan üst sınıf Sünni Araplar arasında da desteğe sahiptir. Bu açıdan Suriye rejimini tamamen bir azınlık iktidarı olarak tanımlamak doğru olmayacaktır. Otoriter bir devlet olmakla birlikte toplumun bazı kesimlerinin desteğini alan bir yönetim olarak görmek daha doğrudur. 
Suriye’de ekonomik yaşama baktığımızda büyük ölçüde devlet kontrolünde bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Biraz önce bahsedilen siyasi, askeri seçkinlerin bu ekonomik yapının devamı yönünde ciddi çıkarları vardır. Özellikle güvenlik birimlerinin en önemli noktalarını elinde bulunduran yöneticiler, sistemin çöküşüyle sonuçlanabilecek bir ekonomik açılım hareketinden çekinmektedir. Çünkü, “devlet burjuvazisi” adı verilen bu kesim, üretim ve yatırım araçları üzerindeki kullanım haklarından yararlanarak toplumsal mülkiyet üzerinden zenginleşmektedir. Siyaset ve ekonominin, siyasetçi ve işadamlarının iç içe olduğu, birbirini desteklediği bir yapı mevcuttur. Ülkenin en zengin işadamları aynı zamanda üst düzey bir yetkilinin yakını durumundadır. Örneğin Suriye’deki protesto gösterilerinde halkın en fazla tepki gösterdiği ülkenin en zengin ismi 
olan Rami Maluf, Beşar Esad’ın anne tarafından kuzenidir. Suriye’de değişim, sadece statüleri, mezhep temelinde şekillenen siyasal iktidarı değil ekonomik ilişkileri da tehdit etmektedir. Bu da Suriye’de değişimin önündeki en önemli engellerden biridir. 


Suriye’de Halk Ayaklanması 

2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayan Arap halk ayaklanması hareketi Mart 2011 ayı ortasında Suriye’ye sıçramıştır, böylece Ortadoğu’yu saran 
isyan dalgasının son durağı Suriye olmuştur. Suriye’de protesto gösterileri durdurulamamakta ve artarak devam etmektedir. Yönetimin olayları 
sert biçimde bastırması rejimin meşruiyetini her geçen gün azaltmaktadır. Suriye’de 15 Mart 2011 tarihinde başlayan halk ayaklanmasının birinci 
yılını doldurduğu 2012 Mayıs ayı itibarıyla15000’in üzerinde sivil hayatını kaybetmiş tir. Kayıp ve akıbeti bilinmeyen insanların sayısı ise daha fazladır. Birinci yılın sonunda ortaya çıkan gerçek Suriye’de iktidar mücadelesinin tam bir bilek güreşine dönüştüğü ve hem rejim hem de muhalefetin pozisyonlarından geri dönmesinin çok zor olduğudur. İşte bu noktada Suriye’ye ilişkin olarak yanıtı en fazla merak edilen soru Suriye’deki olayların nereye varacağı, Tunus, Mısır veya Libya örneklerinden birinin yaşanıp yaşanmayacağıdır. Arap Baharı’nın yaşanmasının temelinde siyasal baskı, ekonomik kaynaklarının adil bir şekilde dağılmaması, etnik-mezhepsel farklılıklar gibi faktörler yatmaktaydı. 
Suriye, ilk kısımlarda anlatıldığı üzere bu açılardan iktidar değişimlerinin yaşandığı Mısır ve Tunus ile benzer özellikler taşımaktadır. Buna rağmen 
Suriye’nin sosyal, siyasal yapısındaki bazı farklılıklar diğer örneklerdeki gibi kısa sürede bir iktidar değişiminin yaşanmasına engel oldu. Bunlar arasında Suriye toplumunun heterojen yapısı, ordu ve diğer güvenlik yapılanmasında bir mezhepsel azınlık grubunun etkin olması, Irak tecrübesinin yarattığı iç savaş korkusu, örgütlü muhalefetin yokluğu, bölgesel (İran) ve küresel (Rusya ve Çin) düzeyde rejime destek veriliyor olması bu faktörler arasında sayılabilir. Suriye’yi; Mısır, Tunus ve uluslararası müdahaleye maruz kalan Libya’dan farklı kılan bir diğer özellik Suriye rejiminin belli kesimler arasında belli bir meşruiyete sahip olmasıdır. Baas Partisi’nin siyasi alandaki tekelinden rahatsızlık olsa da rejimin “Arap milliyetçi ve seküler” ideolojisi birçok kesim için ülke güvenliği ve istikrarının garantisi olarak görülmektedir. Bu durum şehirleşmiş, üst 
sınıflar ve azınlık toplulukları için kısmen geçerlidir. Aksi bir yönetim anlayışının heterojen yapıya sahip Suriye halkı arasındaki mezhepsel ve etnik çatışmaları körüklemesi riski bulunmaktadır. Rejimin sunduğu en büyük “hizmet” güvenliktir. 2003 işgali sonrası yaşanan Irak tecrübesi, güçlü bir merkezi otoritenin ortadan kalkmasının nasıl sonuçlanacağı konusunda Suriye halkına kötü bir örnek sunmuştur. Irak’ta yaşanan terör, güvenlik problemleri, siyasal istikrarsızlık, etnik ve mezhepsel çatışmalar insanların en temel ihtiyacı olan güvenlik talebini diğer isteklerin önüne geçirmiştir. Bu nedenle Irak tecrübesi Suriye halkını “özgürlük ya da kaos” seçimine zorlamaktadır. Bu kaygı da yönetimin meşruiyetini bahsedilen kesimler arasında artırmaktadır. Suriye’yi Mısır ve Tunus’tan farklı kılan en önemli faktör güvenlik birimlerinin yapısıdır. Siyasi yapı kısmında anlatıldığı üzere Suriye’de güvenlik birimleri bir açıdan rejimin kendisi demektir. Sivil ve askeri güvenlik birimlerinin kilit noktalarında 
Arap Alevilerin bulunuyor olması nedeni ile güvenlik birimleri rejime yönelik başkaldırıyı kendi varlıklarına tehdit olarak algılayacak ve tamamen Esad yönetiminin yanında yer alacaktır. Dolayısıyla Suriye ordusunun Mısır ve Tunus’tan farklı olarak liderin yanında bir bütün olarak yer alması daha büyük ihtimaldir. Bu da rejim değişikliği ihtimalini zayıflatan bir faktördür. Şu aşamada doğrudan bir askeri müdahale sadece bazı Suriyeli muhalifler tarafından dile getirilmektedir. Olası bir müdahalenin başarı şansının düşüklüğü ve müdahalenin bölgede yeni bir Irak veya Afganistan yaratacağı düşüncesi herkesi kaygılandırmaktadır. Ayrıca olası bir savaşın bölgeselleşeceği hatta uluslar arası boyut kazanması olasılığı mevcuttur. Müdahalenin Suriye içi istikrarı olumsuz etkilemesi söz konusu olabilir. Uzun süreli gerilla tarzı direniş hareketleri, 
terör örgütlerinin alan bulması gibi sonuçlar doğabilir. Dolayısıyla Suriye sorununun nasıl çözüleceği konusu büyük bir soru işareti konumundadır. 
Önerilen seçenekler; uygulanmasının zorluğu, sonuçlarının kestirilemiyor olması, mevcut durumdan daha kötüsünü üretebileceği, sonuç alma şansının düşük olması gibi nedenlerle hayata geçirilememektedir. En çok tartışılan öneri ise askeri önlemler alınmasıdır. Kapsamlı bir uluslararası müdahale çok zor gözükse de Libya benzeri bir müdahale tarzının Suriye’ye uygulanabileceği öne sürülmektedir. Ancak bu seçenek de hali hazırda Libya’ya uluslararası müdahaleyi mümkün kılan koşulların Suriye’de oluşmamış olması nedeniyle mümkün gözükmemektedir. 

Libya’da müdahaleyi mümkün kılan Kaddafi rejimi içinde ciddi ayrışımların yaşanması, önemli siyasi ve askeri figürlerin muhalif kampa geçmesi, merkezi otoriteye karşı mücadele yürütebilecek nispeten organize homojen bir siyasi ve silahlı muhalif yapının varlığı, bu yapının uluslararası meşruiyet kazanması ve hepsinden önemlisi bir bölgenin kontrolünün tamamen muhaliflerin eline geçmesi yani Bingazi gibi bir güvenli bölgenin oluşmasıydı. Suriye örneğine bakıldığında ise bu etkenler açısından hiçbirinin tam anlamıyla gerçekleşmediği görülmektedir. 
Suriye yönetimi içinden yaşanan kopuşlar şimdiye kadar nitelik ve nicelik açısından düşük seviyede kalmıştır. Siyasetçi ve bürokratlar arasından 
bazı milletvekilleri ve diplomatlar dışında önemli bir kopuş gerçekleşmemiştir. Esad rejiminin devlet yetkilileri üzerinde halen kontrole sahip olduğu görülmektedir. Güvenlik birimleri içinden kopuşlar nispeten daha fazla olmakla birlikte bu da Suriye ordusu ile silahlı muhalefet arasındaki dengeyi muhalifler lehine bozacak çapta değildir. Şimdiye kadar Suriye ordusundan en üst rütbeli kopuş 2012 yılının başında Türkiye’ye sığınan Tuğgeneral Mustafa Ahmed El-Şeyh olmuştur. Onun dışında Suriye ordusundan kopan subayların oluşturduğu “Özgür Suriye Ordusu”na (ÖSO) mensup subayların sayısının 15 bin civarında olduğu örgütün yetkilileri tarafından dile getirilmektedir. ÖSO’nun liderliğini ise albay rütbesindeki bir subay yürütmektedir. Siyasi muhalefete baktığımızda da halk ayaklanmasını yönlendirebilecek, protestocular üzerinde doğrudan 
etki ve yönlendirme kapasitesine sahip bir muhalefetin oluşamadığı görülmekte dir. Homojen bir siyasal ve askeri muhalefet açısından baktığımızda 
da sorunlu bir durum karşımıza çıkmaktadır. Askeri muhalefet olarak ÖSO ön plana çıksa da, Türkiye’deki liderliğin içerdeki yapı üzerindeki etkinliği ve içerdeki birimlerin kendi aralarındaki koordinasyonu konularında eksiklikler olduğu görülmektedir. Ayrıca Askeri Konsey gibi, ÖSO’dan farklı bazı askeri yapılanmaların da ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. Siyasal muhalefet açısından da homojenlik sorunu mevcuttur. 

Her ne kadar Suriye Ulusal Konseyi öne çıksa da Suriye içinde faaliyet gösteren ve farklı yaklaşımlara sahip “Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Komitesi” gibi alternatif yapılar da mevcuttur. En önemlisi ise Suriyeli muhalifler belli bir bölgenin muhaliflerin kontrolüne kalıcı olarak ele geçirememiş yani Libya’daki Bingazi tarzı bir güvenli bölge oluşturamamıştır. Her ne kadar ÖSO; Humus, Hama, Idlib ve hatta Şam’ın kenar mahallelerinde kontrolü ele geçirse de bu kalıcı olamamakta ve şehirlerin tamamına yayılamamaktadır. Söz konusu 
nedenlerle Suriye’de değişimi savunan aktörler Suriye yönetiminin hareket tarzını etkilemek için sırasıyla; ekonomik yaptırım, diplomatik baskı, muhalefete siyasal destek gibi dış politika araçlarını hayata geçirmiştir. Diğer taraftan ÖSO her ne kadar sınırlı imkanlara sahip olsa da muhalefetin güçlü olduğu Şam’ın banliyöleri, Hama, Humus, Dara, Idlib ve Deyr ez Zor gibi vilayetlerde halktan da aldığı destek ile kontrolü ele geçirmeyi başarabilmiştir. Ancak Suriye yönetimi şehirlere orduyu sokarak söz konusu bölgelerde sırasıyla kontrolü geri almıştır. Bu durum Suriye’de değişimi savunan aktörler arasında, baskıları dikkate almayan Esad yönetimine karşı daha sert askeri önlemlerin alınması düşüncesini güçlendirmiştir. 

Suriye’de Değişim ve Türkiye 

Türkiye-Suriye ilişkileri 1999 yılından bu yana kademeli olarak gelişmiş ve son olarak vizelerin kaldırılmasıyla toplumsal, ekonomik bütünleşme yolunda önemli bir adım atılmıştı. Ancak 15 Mart 2011 tarihinde Suriye’ye sıçrayan “Arap Baharı” bu süreci tersine çevirdi. Bunun temel nedeni Türkiye’nin uzun zamandan beri dış politikanın merkezine “meşruiyet ve değer merkezli dış politika” kavramlarını oturtmasından kaynaklanmıştı. Bu yaklaşım Türkiye’nin Ortadoğu’daki değişim dalgasında “demokrasi” taleplerinin yani bölge halklarının yanında yer almasını gerektirmekteydi. Aksi bir tutum söylem ile eylem arasında çelişki yaratarak Türk dış politikasında meşruiyet krizi yaratabilirdi. 
Ancak reel politikanın gerekleri Türkiye’nin bazı sorunlarda hızlı adım atmasına engel olmuştu. Suriye bu açıdan en çarpıcı örneklerden biri oldu. Türkiye 2000’ler boyunca Suriye’ye yönelik ABD’nin sertlik yanlısı politikalarına karşılık uzun vadeye yayılmış, iç dinamikler yoluyla sağlanacak bir değişimi savunmuştu. Bu anlamda bazı alanlarda sonuç da alınmıştı. Suriye’nin Batı ile ilişkileri Türkiye sayesinde nispeten düzelmiş, Suriye içindeki reformcu kanat güçlenmişti. Ancak “Arap Baharı” bölgede hızlı ve köklü bir değişim talebini beraberinde getirdi. İşte bu durum Türkiye’nin uzun yıllardır başarmaya çalıştığı ve mesafe kat ettiği Suriye’de değişim sürecini çok kısa bir süreç içinde gerçekleşmesi zorunluluğunu beraberinde getirdi. “Değer merkezli dış politika ve reel politika” ikilemi içinde kalan Türkiye son 10 yılda yakın ilişkiler 
kurduğu Esad yönetimine karşı eleştirel bir tavır almak durumunda kaldı. “Rejim bekası” sorunu ile yüzleşen Suriye yönetimi Türkiye’nin sorunu 
“sivil halkın meşru talepleri” olarak tanımlamasından rahatsızlık duydu.

Buna karşılık Türkiye, uzun yıllardır desteklediği Esad yönetimine ilettiği reform telkinlerinin dikkate alınmamasından “hayal kırıklığı” duyduğunu açıkça ifade etti. Türkiye belli bir süre daha “Suriye’den umudunu kesmediğini ve halen reform yapabileceğine olan inancını” dile getirmişti. Ancak Suriye ordusunun Humus, Deyr ez Zor ve özellikle Hama’ya düzenlediği askeri operasyonlar Türkiye’nin umutlarının neredeyse tükenmesine yol açtı. Hama operasyonunun 1982 yılındaki “Hama Katliamını” hatırlatması ve Başbakan Erdoğan’ın daha önce “yeni Hama’lar istemiyoruz” açıklamasını yapmış olması, operasyonun Türkiye açısından bir dönüm noktası olmasına neden oldu. Dışişleri 
Bakanı Davutoğlu da daha sonraki açıklamalarında“Hama’da başlayan olayların kendilerini derinden etkilediğini, Hama’da yaşanan olayların yönteminin ve zamanlamasının kabul edilmesinin mümkün olmadığını” ifade etti. Türkiye operasyonlar sonrasında, Başbakan Erdoğan’ın ifadesi ile “sabrının sonuna geldi.” Bu sert dış politika söylemi “Suriye’nin olayları şiddet yoluyla bastırmaya devam etmesi durumunda Türkiye’nin hangi yeni dış politika araçlarını hayata geçireceği” sorusunu beraberinde getirmişti. 10 yılı aşkın bir sürede kurulan çok boyutlu ve derin ilişkiler birkaç ay içinde yukarıda özetlenmeye çalışılan süreçte hızla gerilemiştir. İşte böyle bir ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin mesajlarını ve beklentilerini iletmek üzere 9 Ağustos 2011 tarihinde Şam’a kritik bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Suriye lideri Beşar Esad arasında gerçekleşen görüşme, Türkiye-Suriye ilişkileri açısından dönüm noktası olmuştur. Türkiye her ne kadar halk ayaklanmasının bastırılış şekline eleştirel yaklaşsa da olaylar başladığı tarihten bu yana Batı ile Suriye yönetimi arasında bir “kalkan” vazifesi görmüştür. Daha hızlı ve somut adımların atılmasını bekleyen, atılmaması durumunda uluslararası baskının artmasını ve yaptırımlar uygulanmasını savunan Batı, Türkiye’nin Esad yönetimini ikna edebileceği beklentisi nedeniyle daha yumuşak bir tavır sergilemiştir. Ancak Esad-Davutoğlu görüşmesinde gündeme gelen beklentilerin karşılanmaması ile Türkiye’nin Batı ile Suriye arasında kalkan olma 
durumu sona ermiştir. Böylece Türkiye, Suriye’ye yönelik olarak “baskı ve izolasyon” politikası uygulamaya başlamıştır. Suriye yönetiminin 


Türkiye’nin telkinlerini dikkate almayarak sorunu güç yolu ile çözmeye çalışmasının Türkiye açısından doğuracağı en büyük risk istikrarsızlığın 

uzun süreye yayılacak olmasıdır. Sorun devam ettikçe Türkiye açısından siyasi, güvenlik ve ekonomik maliyetler artacaktır. 


***

28 Aralık 2016 Çarşamba

CUMHURBAŞKANI GÜL DÖNEMİ SURİYE - TÜRKİYE İLİŞKİLERİ BÖLÜM 1



CUMHURBAŞKANI  GÜL DÖNEMİ SURİYE - TÜRKİYE İLİŞKİLERİ, BÖLÜM 1




Oytun ORHAN 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 
oytunorhan@orsam.org.tr 
Haziran’09 Cilt 1 -Sayı 6 
Ortadoğu Analiz - İnceleme  



Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Suriye ziyareti, Suriye ile gelişen ilişkilerin derinleşerek devam etmesi konusundaki kararlılığın bir göstergesi. 

  < 2000’lerin başında Türkiye-Suriye ilişkilerinde yakınlaşmayı sağlayan temel olgu güvenlik alanında işbirliği olmuştur. Teröre karşı işbirliği ve Irak merkezli ortak güvenlik kaygılarının yakınlaştırdığı iki ülke zamanla ekonomik, kültürel ve sosyal unsurları içeren çok boyutlu bir ilişki geliştirmiştir. >


Giriş 

Türkiye-Suriye ilişkileri, Nisan ayı sonunda iki ülkenin askeri birliklerin sınırda gerçekleştirdikleri ortak tatbikattan sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 15-17 Mayıs tarihleri arasındaki Şam ziyareti sonrasında bir kez daha gündeme gelmiştir. Abdullah Gül’ün Suriye ziyaretini, 10 yıl önce ilişkilerde yaşanmaya 
başlayan gelişimin ve Türkiye’nin son yıllarda komşuları ve yakın çevresine yönelik arayışlarının bir ürünü olarak görmek gerekmektedir. 
Suriye ile ilişkiler, Türkiye’nin arayışlarının en önemli ve başarılı ayağını oluşturmaktadır. Son yıllarda iki ülkenin ilişkilerinin belirlenmesinde stratejik çıkar hesapları kadar, hatta bazen daha öncelikle ortak tarih, kültüre dayanan kimlik öğeleri büyük önem taşımaya başlamıştır. Belki de bu yüzden Türkiye-Suriye arasında çok boyutlu ve içten bir ilişki geliştirilebilmiştir. 

Ancak ilişkilerdeki gelişimi sadece kimliğe dayalı unsurlarla açıklamak yetersiz olacaktır. Adana Mutabakatı ile güvenlik işbirliğinin geliştirilmesi, 
Irak Savaşı’nın bölgede ve dolayısıyla tarafların birbirlerini algılama biçiminde yarattığı değişim önemlidir. Gerçekten de Türkiye’nin Ortadoğu politikası ndaki değişim 2002 sonrasında AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) ile başlamakla beraber, Suriye ile yakınlaşma 1999 yılında başlamıştır.1 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 2000 yılında Suriye eski Devlet Başkanı Hafız Esad’ın cenaze törenine katılmak üzere Şam’a gidişi ile uzun yıllar sonra ilk üst düzey ziyaret gerçekleşmiş, Türkiye, “ilişkilerinin pürüzlerden arındırılıp, ileriye götürülmesi”2 yaklaşımını bu tarihlerde ortaya koymaya başlamıştır. Makalemizin ilk bölümünde yer alacak Türkiye-Suriye yakınlaşmasını gerekli kılan faktörler bu çerçevede açıklanmaya çalışılacaktır. 

Çalışma; 
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Şam ziyaretinin sonuçlarının değerlendirileceği bölümün ardından genel değerlendirme ile sonuçlandırılacaktır. 


Türkiye-Suriye Yakınlaşmasını Gerekli ve Mümkün Kılan Faktörler 

2000’lerin başında Türkiye-Suriye ilişkilerinde yakınlaşmayı sağlayan temel olgu güvenlik alanında işbirliği olmuştur. Teröre karşı işbirliği ve Irak merkezli ortak güvenlik kaygılarının yakınlaştırdığı iki ülke zamanla ekonomik, kültürel ve sosyal unsurları içeren çok boyutlu bir ilişki geliştirmiştir. Son 10 yıllık süreçte, Türkiye-Suriye ilişkilerinde yakınlaşmayı gerekli ve mümkün kılan faktörleri 6 ana başlık altında toplayabiliriz: 

Adana Mutabakatı ve Güvenlik İşbirliği: 20 Ekim 1998 tarihinde imzalanan ve teröre karşı işbirliği öngören anlaşma Türkiye-Suriye ilişkileri açısından dönüm noktasıdır. Yakınlaşma, ilişkileri o döneme kadar gölgeleyen PKK konusunun artık bir unsur olmaktan çıkmasıyla sağlanabilmiştir. 

2000 yılında Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Suriye’ye gidişi ile ilk somut ürününü veren süreçte karşılıklı birçok ziyaret gerçekleşmiştir.3 

Adana Mutabakatı sadece kâğıt üzerinde kalmamış, iki ülke güvenlik alanında son derece etkin bir işbirliği geliştirmiştir.4 Bu süreçte uzun yıllar 
yapısal sorunlar olarak ilişkileri olumsuz etkileyen Hatay ve su sorunu konuları siyasi gündemden tamamen çıkarılmıştır. Güvenlik alanındaki ortaklığın son aşaması Nisan 2009 tarihinde Türkiye ile Suriye Kara Kuvvetleri arasında, sınır bölgesinde üç gün süren “sınır birlikleri değişim tatbikatı” olmuştur. Taraflar böylece sınır bölgesinde PKK ve sınır kaçakçılığına yönelik daha etkin bir işbirliği geliştirme imkânı bulmuştur. 
Askeri işbirliği bununla sınırlı kalmamış, tatbikatın hemen ertesinde “savunma işbirliği” anlaşması imzalanmıştır. 

< Türkiye-İsrail ilişkilerindeki zayıflama, Türkiye-Suriye yakınlaşmasını hızlandıran ve güven eksikliğini azaltan  faktörlerden biri olarak görülebilir. >




















ESED TALABANİ

Irak Savaşı: 2003 işgali sonrası Irak merkezli ortak güvenlik kaygıları Türkiye-Suriye işbirliğini derinleştirmiştir. Irak’ın parçalanmasının iç istikrarlarını olumsuz etkileyeceği kaygısını paylaşan her iki ülke, İran’ı da içine alacak şekilde yakınlaşmaya başlamıştır. Ancak Suriye açısından Irak’ın parçalanması önemli olmakla beraber, ABD’nin Irak’taki askeri varlığı daha büyük bir tehdit olarak algılanmıştır. Böylece Irak politikasının temeline “Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması” yerine “ABD’nin Irak’ta başarısızlığa uğratılması” oturmuştur. Temelde farklı konular yatsa da iki ülkenin de Irak’tan güvenlik tehdidi 
algılaması yakınlaşmaya neden olmuştur. 

Aynı başlık altında değerlendirebileceğimiz bir diğer unsur ABD’nin Irak’a girmesiyle beraber Suriye’nin Irak Kürtleri ile ilişkilerinde yaşanan değişimdir. Daha önceleri Suriye’nin Saddam yönetimine karşı desteklediği Iraklı Kürt gruplar işgal sonrası ABD’nin Irak’taki en yakın müttefiki olmuş bu da Iraklı Kürt grupları Suriye açısından desteklenebilir bir araç olarak kullanabilmenin ötesinde tehdit pozisyonuna sokmuştur. Suriye’de 2004 yılında Kamışlı’da yaşanan Kürt ayaklanması tehdit algılamasını körüklemiştir. Bütün bunlar Suriye’yi ve Türkiye’yi bölgedeki Kürt hareketlere karşı mücadelede noktasında yakınlaştırmıştır. 

 Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları ve Ortadoğu Politikasında Yaşanan Değişim: 

Bu değişiminin ana unsuru 2002 genel seçimleri sonrasında AKP’nin iktidara gelmesidir. 

AKP’nin dış politikasının belirlenmesinde etkin olan isimlerin başında uzun süre Başbakanlık Başdanışmanlığı görevini yürüttükten sonra Dışişleri 
Bakanlığı görevini devralan Ahmet Davutoğlu gelmektedir. Davutoğlu’nun ifadeleriyle, 2002 sonrası Türkiye’nin Ortadoğu politikası şu şekilde özetlenebilir: “Türkiye’nin Ortadoğu’ya bakışının hem düşünsel hem de coğrafi temelleri bulunmaktadır. Osmanlı’nın mirasçısı olması ve kendine has coğrafi konumu 5 Türkiye’nin kendini savunmacı bir anlayışta tanımlamasını imkânsız kılmaktadır. 


 <  Lübnan bağlamında Türkiye yine tüm mezhepsel gruplara eşit mesafede bir pozisyon alırken Suriye, Hizbullah önderliğindeki muhalefet yanlısı bir tutum sergilemektedir. Bu görüş ayrılıkları ikili ilişkiler açısından sorun yaratmasa da ortak ve etkin bir Ortadoğu politikası geliştirilmesini zorlaştırmaktadır. >


Türkiye, güvenlik sorunlarını çözebilmek için bölgeye yönelik ekonomik ve kültürel işbirliği kampanyası başlatmalıdır. Ortadoğu sorunlarına sırt çevirmek 
güvenlik problemlerine çözüm üretmeyecek, bölge sorunları dönüp dolaşıp Türkiye’nin iç istikrarını olumsuz etkileyecektir. Dolayısıyla Türkiye iç güvenlik ve istikrarını; çevresinde düzen ve istikrar yaratmak için aktif, yapıcı rol üstlenerek koruyabilecektir”.6 Düzen kurulabilmesi için kullanılması öngörülen dış politika enstrümanı diyalog olarak belirlenmiştir. Türkiye’nin tüm bölge ülkeleri ile konuşabilen, pazarlık yapabilen ve sözünü dinletebilen bir konuma getirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu yaklaşım esasen Doğu’yu Batı’ya tercih eden bir yaklaşım olmamakla birlikte dış politikanın sadece Batı yerine farklı alternatif eksenler üzerine inşa edilmesi sonucunu doğurmuştur.7 Bu da doğası gereği 
Türk dış politikasında Batı boyutunu nispeten zayıflatırken, Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini güçlendirmiştir. Güvenlik algılamalarındaki değişim ise Türkiye’nin Ortadoğu politika yapımında bölgeye Kuzey Irak ve katı güvenlik merkezli bakışa son verilmesidir. Bu çerçevede Ortadoğu’ya yönelik bütüncül bir bakış açısı getirilerek, Kuzey Irak sorununun bütün bölgesel sorunlardan bağımsız olarak ele alınamayacağı ve bölgedeki tüm istikrarsızlık unsurlarının iç istikrarı olumsuz etkilediği düşüncesine varılmıştır. 


Bu düşünce değişiminin Suriye politikasındaki etkisi ise şu şekildedir: Suriye Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan kapısı konumundadır.8 
Bu açılım coğrafi, siyasi ve ekonomik anlamdadır. Suriye ile güvene dayalı yakın ilişkiler, Ortadoğu sorunlarında aktif olma arayışındaki Türkiye’ye 
önemli fırsatlar sunmakta, Türkiye’nin bölge sorunlarına daha rahat müdahil olması imkânı doğmaktadır. İsrail-Suriye barış görüşmelerinde üstlenilen arabuluculuk, Lübnan devlet başkanlığı krizinde oynanan yapıcı rol, İsrail-Filistin sorununda özellikle HAMAS tarafı ile kurulmaya çalışılan iletişimde9 Suriye ile ilişkilerin belirleyici olduğu söylenebilir. Suriye’nin Arap platformlarında Türkiye’ye verdiği destek de aynı doğrultuda değerlendirilebilir. Türkiye böylece Ortadoğu’da sorunların çözümünde anahtar bir konuma sahip olabilmektedir. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


****


26 Kasım 2016 Cumartesi

Fırat Kalkanı Hedefler, Fırsatlar ve Riskler



Fırat Kalkanı Hedefler, Fırsatlar ve Riskler 





Oytun ORHAN 

Türkiye, Fırat Kalkanı ile ABD’nin önceliği DEAŞ ile mücadelede başarı kaydediyor olsa da ABD’nin operasyondan çok da memnun olmadığı hatta rahatsız olduğu görülmekte. Bunun altında ABD’nin Kuzey Suriye’de PKK/YPG eliyle kendi kontrolü/etkisi altında bir bölge oluşturmak istemesi yatmaktadır. 

Suriye iç savaşının karakterinin süreç içinde değişmesi ve savaşan aktörlerin farklılaşması ile Türkiye’nin Suriye’deki öncelikleri değişmeye başlamıştı. 
Bu değişimde Suriye iç savaşında iki aktörün ortaya çıkışı ve güç kazanması etkili oldu. Bunlardan birincisi, PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG ve diğeri El 
Kaide türevi DEAŞ’tı. Türkiye tarafından terör örgütü olarak kabul edilen her iki yapı Türkiye’ye yakın bölgelerde etkinlik kurdu ve PYD/YPG “kanton” DEAŞ 
da “İslam Devleti” adı altında tek taraflı egemenlik iddiasında bulundu. Bu durum o zamana kadar Suri-ye’de sadece Esad rejimini tehdit olarak gören Türkiye açısından Suriye kaynaklı tehditlerin çeşitlenmesi anlamına geliyordu. 

PKK/YPG ile DEAŞ’ın Suriye’de yükselişi Türkiye tarafından kaygıyla izleniyordu ancak iki gelişme Türkiye’nin ilgisinin büyük ölçüde merkez Suriye’den 
kuzey Suriye’ye kaymasına neden oldu. Bunlardan birincisi, Ayn el Arap’ta (Kobane) yaşanan gelişmeler sonrasında ABD-YPG ittifakının başlaması ve 
YPG’nin hızlı bir biçimde kontrol ettiği sahayı ge-nişleterek tüm Kuzey Suriye’yi içerecek şekilde bir federal bölge kurma yolunda ilerlemesi. YPG, Ağustos 
2016 ortasına gelindiğinde ABD hava desteği altında Fırat’ın batısında kalan Münbiç’i ele geçirmiş ve Afrin ile coğrafi bağlantıyı sağlayacak son büyük yerleşim elBab’a ilerlemenin hazırlıklarına başlamıştı. Herhangi bir dış etken devreye girmezse ABD liderliğinde Kuzey Suriye’de Kürt nüfusun yoğun yaşadığı yerlerin çok daha ötesinde bir coğrafyada PKK/YPG kontrolünde devletimsi bir yapının temelleri atılmış olacaktı. Bu durum Türkiye’nin PKK ile sınır komşusu olması anlamına geliyordu ve daha önemlisi uzun vadede PKK’nın meşru bir aktör olarak bölgesel ve küresel düzeyde siyaset yapma, aktör olma imkanı ortaya çıkacaktı. Türkiye’yi kuzeye odaklayan ikinci gelişme ise IŞİD’in Türkiye içinde terör eylemlerini ve sınır illerine yönelik saldırılarını artırması oldu. 

Türkiye bu dönemde kuzey Suriye’de güvenli bölge kurulması talebini daha güçlü bir biçimde dile getirmeye başladı. Türkiye’nin Suriye’de güvenli bölge 
kurmak ile ulaşmak istediği hedefler şu şekildeydi. (Bu hedefleri Fırat Kalkanı Operasyonu’nun hedefleri olarak da okumak mümkündür): 

1- YPG’nin Kuzey Suriye’de kontrol ettiği bölgeleri birleştirerek fiili olarak özerk bir bölge oluşturmasını engellemek. 

2- DEAŞ’ı sınır bölgesinden uzaklaştırarak Türkiye içinde terör eylemi ve sınır illerini vurma imkanını ortadan kaldırmak/sınırlandırmak. 3- Türkiye’ye 
yönelik yeni Suriyeli sığınmacı akınlarını Suriye içinde karşılamak ve Türkiye içindeki Suriyelilerin bir kısmının geri dönüş imkanlarını hazırlamak. 4- Uzun 
vadede Türkiye’nin Orta Doğu ve Arap dünyasına ulaşımını garanti altına almak. 5- Suriye siyasi çözüm masasındaki konumunu güçlendirmek. 

Fiili Anlamda Güvenli Bölge; 

Bu hedefler çerçevesinde Türkiye, 24 Temmuz 2016 tarihinde Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile birlikte Fırat Kalkanı Operasyonu’nu başlattı. Türk ordusuve ÖSO ilk aşamada genel beklentinin ötesinde hızlı bir başarı elde ederek Cerablus gibi DEAŞ’ın güçlü olduğu bir yerleşimi kısa sürede ele geçirdi. Doğudan 
Cerablus ve batıdan al-Rai (Çobanbey) üzerinden ilerleyen Türkiye destekli muhalifler kısa süre içinde sınır hattı üzerindeki DEAŞ varlığına son verdi. Bu 
aşamadan sonra Türkiye ve ÖSO için iki seçenek söz konusuydu. Güvenli bölgeye derinlik kazandırma ve tehditleri bertaraf etmek için güneye doğru giderken ya PKK/YPG ya da DEAŞ bölgelerine ilerlenecekti. Türkiye açısından Münbiç’in ele geçirilmesi El-Bab kadar hatta belki daha büyük öneme sahip. Ancak Türkiye muhtemelen ilk aşamada operasyonun ElBab’a ilerlemesi konusunda uluslararası mutabakat olacağı düşüncesinden hareketle DEAŞ bölgelerine yönelmeyi tercih etti. Ekim 2016 ortası itibarıyla Dabık’ın DEAŞ’tan temizlenmesi ile Azaz-Cerablus arasında kalan hatta yaklaşık 30 km’lik derinliğe sahip coğrafyada fiili anlamda güvenli bölge kurulmuş oldu. 

ABD neden Rahatsız? 

Türkiye, Fırat Kalkanı ile ABD’nin önceliği DEAŞ ile mücadelede başarı kaydediyor olsa da ABD’nin operasyondan çok da memnun olmadığı hatta rahatsız olduğu görülmekte. Bunun altında ABD’nin Kuzey Suriye’de PKK/YPG eliyle kendi kontrolü/etkisi altında bir bölge oluşturmak istemesi yatmaktadır. Suriye’deki YPG bölgeleri ABD etki alanı olarak kabul edilmekte ve Fırat Kalkanı gerçekleşmemiş olsaydı bu bölge tüm Kuzey Suriye’yi kapsayacak şekilde genişleyecekti. Buna karşın Fırat Kalkanı ile DEAŞ geriletilse bile doğacak boşluğun Türkiye ve Türkiye’ye yakın duran güçler tarafından doldurulacak olması rahatsızlık yaratmaktadır. 

Fırat Kalkanı ile Azaz-Cerablus hattında hamle sırası Türkiye’ye geçmiştir. Ancak ABD, El-Bab’da başarı sağlanamaz ve askeri operasyonlar ilerleyemezse 
“sıranın kendisine geçtiği” argümanını dillendirerek DEAŞ’a karşı YPG kozunu oynayacaktır. Tam da bu nedenle El-Bab’ta ÖSO-DEAŞ mücadelesinin sonucu 
Türkiye’nin Münbiç ve Rakka’daki konumunun ne olacağı sorusunun yanıtı açısından belirleyicidir. Yine bu nedenle ABD ve YPG, Türkiye’nin Kuzey Suriye’de bir bataklığa saplanmasını umabilir hatta bu yönde bir çaba içine girebilir. 



Obama yönetimi DEAŞ’a karşı başarı sağlamak istemektedir. ABD’nin ilk tercihi DEAŞ’ı YPG eliyle temizlemek ve tamamen kendisine bağlı bir nüfuz alanı oluşturmaktır. Ancak Türkiye’nin sahaya girişi ve olası başarısı ABD’nin kendini yeni duruma adapte etmesini zorunlu kılabilir. Obama yönetimi, DEAŞ 
ile mücadelede başarıyı Türkiye ve Özgür Ordu’da bulursa bunu kullanmak isteyebilir. ABD yönetimi içinde bir kanat hariç DEAŞ ile mücadelede YPG ile 
ittifak yapmak konusunda takıntılı bir yaklaşım söz konusu değildir. Türkiye’nin başarısı ABD yönetimi içinde Türkiye’nin hassasiyetlerinin dikkate alınması 
gerektiğini savunan kesimlerin elini güçlendirecektir. ABD muhtemelen YPG ile ittifakın kendileri için stratejik anlam ifade etmediğinin farkındadır. Bu nedenle 
Türkiye Fırat Kalkanı Operasyonu’nda başarılı olursa ABD’nin direnme şansı kalmayabilir, böylece YPGABD işbirliği sınırlarına ulaşmış olabilir. Bu açıdan 
ABD’nin bakışını etkileyecek en önemli gelişmeler şunlar olacaktır: 

1- Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonu’nda sağlayacağı askeri başarı ve El-Bab’ın DEAŞ’tan temizlenmesi. 

2- IŞİD’den kurtarılan bölgelerde yerel sosyal yapıyı dikkate alan bir sivil idare oluşturulması, bölgede temel hizmetlerin başarılı bir şekilde sunulması, istikrarın korunması ve genel olarak işleyen/istikrarlı bir yönetim modelinin oluşturulması. 

Fırat Kalkanı ile Azaz-Cerablus hattında hamle sırası Türkiye’ye geçmiştir. Ancak ABD, El-Bab’da başarı sağlanamaz ve askeri operasyonlar ilerleyemezse “sıranın 
kendisine geçtiği” argümanını dillendirerek DEAŞ’a karşı YPG kozunu oynayacaktır. 

Operasyon Genişler mi? 

Değişme ihtimali olmakla birlikte ABD yönetiminde baskın görüş YPG ile ittifakın sürdürülmesi ve Fırat’ın doğusundaki YPG kazanımlarının ne olursa olsun 
korunması şeklindedir. Bu nedenle ABD’de Pentagon başta olmak üzere YPG ile ittifakı savunan kurumlar Fırat Kalkanı’nı boşa çıkaracak hamleler yapabilir. Eylül 2016 ayı ortasında ABD Özel Kuvvetleri’nden bir grup askerin al-Rai’ye girmesi, protestolar ardından geri çekilmesi bu yöndeki girişimlerden biri olarak 
kabul edilmektedir. ABD’nin bu hamlesini takiben Fırat Kalkanı’na katılan bazı gruplar ABD’nin varlığını protesto ederek operasyondan çekilmiş ve DEAŞ kısa 
süre içinde bazı yerleşimleri geri almıştı. Operasyona katılan grupların çoğunluğu Türkiye’ye yakın dursa da Hamza Tugayı, El Mutasım Tugayı ve 13. Fırka, 
Türkiye’den daha fazla ABD’den destek alan ve onun yönlendirmesine açık gruplardır. ABD onayı olmak-sızın bu grupları Münbiç’e yönlendirmek, YPG ile 
savaştırmak mümkün değildir. Dolayısıyla ABD’nin Fırat Kalkanı Operasyonu’nu içeriden etkileme kapasitesi de bulunmaktadır. Buna rağmen özellikle Türkiye’nin sahaya girmesiyle inisiyatifin büyük ölçüde Türkiye’de olduğu gerçektir. Türkiye kararlı davranır, operasyonlarda başarılı olur ve DEAŞ’tan kurtarılan bölgelerde başarılı bir yönetim modeli oluşturabilirse ABD’nin Münbiç ve hatta Rakka konusunda direnme şansı azalacaktır. 


ORSAM Araştırmacısı 
Oytun ORHAN 

Bu yazı “ Fırat Kalkanı: Hedefler, Fırsatlar ve Riskler ” başlığıyla Karar Gazetesinde yayımlanmıştır. 


***