Ortadoğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortadoğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mart 2020 Salı

TÜRKİYE-NATO İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 1

TÜRKİYE-NATO İLİŞKİLERİ.  BÖLÜM 1 






MUSTAFA KİBAROĞLU 
MART 2017 SAYI: 191 
ANALİZ 

Bu yayının tüm hakları SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’na aittir. SETA’nın izni olmaksızın yayının tümünün veya bir kısmının elektronik veya mekanik (fotokopi, kayıt ve bilgi depolama, vd.) yollarla basımı, yayını, çoğaltılması veya dağıtımı yapılamaz. Kaynak göstermek suretiyle alıntı yapılabilir. 

Uygulama: Erkan Söğüt 
Kapak Fotoğrafı: shutterstock.com 
Baskı: Turkuvaz Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş., İstanbul 

SETA | SIYASET, EKONOMI VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI 
Nenehatun Cd. No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE 
Tel: +90 312 551 21 00 | Faks: +90 312 551 21 90 
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi 

SETA | İstanbul 

Defterdar Mh. Savaklar Cd. Ayvansaray Kavşağı No: 41-43 
Eyüp İstanbul TÜRKİYE 
Tel: +90 212 395 11 00 | Faks: +90 212 395 11 11 
SETA | Washington D.C. 

1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106 
Washington D.C., 20036 USA 
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099 
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc 
SETA | Kahire 

21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen Flat No: 19 Cairo EGYPT 
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire 


İÇİNDEKİLER 

ÖZET 7 
GİRİŞ 8 
YAPISAL VE KONJONKTÜREL SORUNLAR 8 
ORTAK TEHDİT ALGILARI, FIRSATLAR VE İŞ BİRLİĞİ ALANLARI 14 
POLİTİKA ÖNERİLERİ 18 

YAZAR HAKKINDA 



Mustafa Kibaroğlu 

Yazar MEF Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi ve bölüm başkanıdır. 
Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden lisans (1987) ve Ekonomi Bölümü’nden yüksek lisans (1990) derecelerini aldı. 
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden “The Nuclear Non-proliferation Regime at the Crossroads: Strengthening or Uncertainty” ( Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Rejimi Yol Ayırımında: Güçlendirme ya da Belirsizlik) başlıklı teziyle doktora derecesini (1996) aldı. Araştırma alanları arasında uluslararası güvenlik, NATO, kitle imha silahlarının yayılması sorunu, Ortadoğu ve Türk dış politikası bulunmaktadır. Eserlerine 

www.mustafakibaroglu.com adresinden ulaşılabilir. 

ÖZET 

Türkiye 1949 yılında Soğuk Savaş tehditlerine karşı kurulan NATO’ya 1952’de üye olmuştur. Türkiye tarafından İttifak uzun yıllar boyunca hem bir güvenlik 
teminatı hem de Batılı kimliğe entegre olmanın araçları arasında görülmüştür. Ancak NATO’ya yönelik kamuoyundaki soru işaretleri özellikle 15 Temmuz darbe 
girişiminin ardından netleşmiş ve darbe girişiminin arkasında İttifak’ın olabileceği yönünde bir kanı ortaya çıkmıştır. 

NATO’nun Türkiye’ye sağladığı güvenlik teminatı uzun yıllarca yüzeysel değerlendirmelere tabi olmuş ancak oluşturduğu güvenlik riskleri üzerine kapsamlı incelemeler yapılmamıştır. Bu bağlamda analiz iki aktörün çatışan önceliklerine de değinerek önümüzdeki süreçte olası iş birliği alanlarını da ele alacaktır. 

Bu çalışmada Türkiye-NATO ilişkilerinin geride kalan 65 yılı aşkın tarihinde hangi süreçlerden geçtiği, ilişkilerde yaşanan temel zorlukların neler olduğu, 
tarafların birbirlerinin beklentilerine ne derecede karşılık verebildikleri, önümüzdeki dönemde ilişkilerin hangi yöne doğru gelişebileceği, hangi hususlarda sıkıntılar yaşanmaya devam edebileceği ve yaşanmaması için ne gibi önlemler alınması gerektiği konularında görüşler ortaya konulacaktır. 

<  Analiz Türkiye-NATO ilişkilerinin tarihsel arka planını göz önünde bulundurarak ortak tehdit ve iş birliği alanlarına odaklanmaktadır. >

GİRİŞ 

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) başkenti Washington D.C.’de 4 Nisan 1949 tarihinde imzalanan Kuzey Atlantik Anlaşması ile kurulan NATO’ya 1952 yılında katılan Türkiye, İttifak’ı uzun yıllar boyunca sağladığı savunma ve güvenlik teminatlarının yanı sıra “Batılı” kimliğini de pekiştiren bir örgüt olarak görmüştür. 

Son döneme kadar Türk halkı ve yöneticilerinin önemli bir kısmı nezdinde yüksek güvenilirliğe sahip olan NATO zamanla bu özelliğini kaybetmekle kalmamış, Türkiye’nin milli birlik ve bütünlüğüne tehdit oluşturan bir kurum olarak da görülmeye başlanmıştır. Özellikle 15 Temmuz 2016 Cuma gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesindeki Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) mensubu üst düzey askeri personelin yönetime el koyma teşebbüsü sonrasında Türk halkının önemli bir kesiminde bu girişimin arkasında NATO’nun olduğu yönünde bir inanışın varlığı gözlemlenmektedir. 

Bu inancın oluşmasında birçok faktörün yanında TSK tarafından NATO operasyonlarında yer almak üzere oluşturulmuş ve çok sayıda müttefik ülke subayının da görev yaptığı İstanbul Maslak’ta bulunan 3. Kolordu Komutanlığının üst düzey komuta kademesinin darbe girişiminde rol aldıkları yönünde basına yansıyan bilgilerin de etkili olduğunu söylemek mümkündür.1 

Yıllarca aynı ortamda görev yapan Türk ve müttefik ülke subaylarının diğer bir misyonu da resmi görev tanımları arasında açıkça bahsedilmese dahi yakın çevrelerinde olan bitenden haberdar olmak için bilgi toplamaktır. Bu konuda eğitimli ve tecrübeli müttefik ülke subaylarının aylarca birlikte mesai yaptıkları ortamda, Türk subayların bir kısmının günlük rutin işlerinin dışında bir yandan darbe planladıklarını tespit edememiş olmaları Türk halkında kolay kabul görecek bir husus değildir. Kaldı ki öyle olduğu düşünüldüğünde durum daha da vahim olmaktadır. 
Çünkü hemen yanı başında bulunan kişilerin illegal girişimlerini tespit edemeyen NATO subaylarının dost olmayan ülkelerde neler planlandığını tespit edebileceklerine dair güveni sürdürmeleri zordur. 

Son gelişmeler Türkiye ile NATO arasında kesinlikle sağlıklı bir ilişki durumu olmadığına işa-ret etmektedir. Muhakkak Türkiye ve NATO’dan yetkililer tarafından sorunların tespit edilmesi ve gerekli önlemler alınarak –eğer ittifak ilişkisinin devam ettirilmesi taraflarca güçlü bir şekilde isteniyorsa– geleceğe yönelik etkin iş birliği alanlarının neler olması gerektiğini belirlemek suretiyle en kısa sürede bunların hayata geçirilmesi gerekmektedir. 



YAPISAL VE KONJONKTÜREL SORUNLAR 

Soğuk Savaş yılları boyunca NATO, Türkiye açısından kapsadığı coğrafi alan sebebiyle Türk halkı ve ülkeyi yönetenlerin kendilerini tanımladıkları 
Batılı kimliği ile uyumlu, dünyanın önde gelen ülkelerinden oluşan bir topluluk olduğu için uluslararası alanda prestijli, en gelişmiş ve güçlü silah sistemlerine sahip olduğu için de güven telkin eden bir örgüt konumundaydı. Bu gibi yüzeysel kriterlere dayalı olarak yapılan değerlendirmeler sebebiyle sağladığı faydaların yanı sıra NATO üyeliğinin aslında Türkiye açısından beraberinde ciddi güvenlik sorunlarını da getirmiş olduğu uzun yıllar boyunca Türk kamuoyu nezdinde açıkça ve yeterince tartışılmadı. Bu durumun önemli bir sebebi Sovyetler Birliği ve onun etkisi altında kurulan Varşova Paktı ile NATO arasında Soğuk Savaş dönemi boyunca karşılıklı caydırıcılığın çok hassas dengelere dayalı olarak sürdürülüyor olmasıydı. 

NATO’ya üye ülkeler arasında, algıladıkları güvenlik sorunları ve onlarla nasıl mücadele edilmesi gerektiği konularında derin görüş ayrılıklarının yaşanması durumunda İttifak’ın zafiyet içinde olduğu görüntüsü verebileceği endişesi ile sorunlar daha ziyade kamuoylarına yansıtılmadan kapalı kapılar ardında ve tutanaklara geçmeyecek şekilde karşılıklı ikna girişimleri ile halledilmeye çalışılıyordu. Türkiye’nin NATO içindeki durumu gerek coğrafi konumu gerekse Fransa ve İngiltere gibi İttifak’ın önde gelen ülkeleri ile olan tarihsel ilişkileri sebebiyle diğer üyelere nazaran önemli farklılıklar içermekteydi. 

Avrupalı Müttefikler Için Ortadoğu “Alan Dışı Bölge” 

ABD’nin Sovyetler Birliği’ni “çevreleme politikası” kapsamında, Türkiye’nin Yunanistan ile birlikte Kuzey Atlantik İttifakı’na dahil edilmesine başta Fransa ve İngiltere olmak üzere birçok Batı Avrupalı üye ülke karşı çıkmışlardı. Bu karşı çıkışın ardındaki en temel sebep Türkiye’nin tam üye olarak katılması durumun da hemen yanı başında komşusu olduğu Ortadoğu bölgesinin sorunlarını İttifak’ın içine taşıyacağı endişesi idi. 

Sovyetler Birliği’nin de yoğun ilgi gösterdiği ve zaman içinde yazılı olmayan ittifaklar geliştirdiği Ortadoğulu komşularıyla Türkiye’nin yaşayabileceği sorunların sıcak bir çatışmaya dönüşmesi halinde NATO’nun da soruna dahil olmak zorunda kalacağı ve buradan hareketle Türkiye’nin güneydeki komşularıyla ikili düzeyde başlayacak bir sorunun tırmanarak NATO ile Varşova Paktı’nı karşı karşıya getirebileceği endişesi Batı Avrupa’da hakimdi. 

 Her ne kadar Kuzey Atlantik Anlaşması’nın İttifak içi dayanışmayı tanımlayan 5. maddesi ile, “Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği (...) bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan taraf ya da taraflara yardımcı olacakları” konusunda ortak bir karara varmış olsalar ve 

6. Maddesi ile, “Tarafların Avrupa ya da Kuzey Amerika’daki topraklarına, Fransa’nın Cezayir bölgesine, Türkiye topraklarına (...) bu topraklarda 
ya da bu toprakların üzerindeki hava sahasında bulunan (...) kuvvetlere, gemilere, ya da uçaklara yapılan silahlı saldırı” tüm üye devletlere yapılmış 
bir saldırı olarak kabul edileceği kayıt altına alınmış olsa da Batı Avrupalı müttefikler, Türkiye’nin güvenliği söz konusu olduğunda ancak Sovyetler 
Birliği ve Varşova Paktı üyesi kuzeybatı komşusu Bulgaristan’dan gelebilecek bir saldırı durumunda Türkiye’ye karşı yükümlülüklerini yerine getirebileceklerini 
açık ve net ifadeler ile gayriresmi ortamlarda Türk tarafına iletmişlerdir.2 Bir diğer deyişle Batı Avrupalı NATO üyesi ülkeler Türkiye’ye yönelik olarak, “Sovyetler Birliği’nden gelebilecek bir saldırıya karşı caydırıcılık sağlayan İttifak’ın nükleer güvenlik garantileri ile yetin, sakın Ortadoğulu komşuların Suriye, Irak ve İran ile sorunlar yaşama ve çatışmaya girme, bu durumda beni yanında bulamazsın çünkü benim önceliğim Varşova Paktı’ndan kaynaklanan tehdittir ve Ortadoğu bölgesi benim sorumluluk alanım dışındadır” şeklinde bir yaklaşıma sahip olmuşlardır. 

Farklı Tehdit Değerlendirmeleri ve Çatışan Öncelikler 

Soğuk Savaş dönemi boyunca İttifak’ın Avrupalı üyelerinin Ortadoğu’yu “alan dışı bölge” olarak görme yönündeki tutumlarına katılmasa ve derin çıkarları olduğu bu bölgeye yönelik olarak Türkiye ile ikili düzeyde güvenlik iş birliği önerileri ortaya koysa da askeri ve ekonomik gücü ile İttifak’ın tartışmasız lider ülkesi konumunda olan ABD’nin de NATO müttefiki Türkiye’nin güvenlik endişelerini tümüyle giderecek bir tutum içinde olduğunu söylemek zordur.3 

Bu durumun en somut örneği Haziran 1964’te yaşanan “Johnson mektubu” krizidir. 1963 yılı sonunda Kıbrıs’ta Rumların Türk köylerine saldırılar düzenlemelerine tepki olarak Ada’ya Türkiye’den savaş uçaklarının gönderilmesi üzerine ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’ın Başbakan İsmet İnönü’ye bir mektup göndererek “Amerikan yardımı olarak verilen silahların NATO misyonu dışında 
kullanılamayacağı”nı vurgulaması ve “Sovyetler Birliği’nin müdahalesi durumun da ABD’nin ve diğer müttefiklerin 5. maddede yer alan ortak savunma prensibi ile hareket etmeyebilecekleri”ni ifade etmesi, İttifak’ın Türkiye’nin güvenliği bakımından yeri ve değerinin sorgulanması sonucunu doğurmuştur.4 

Benzer şekilde Temmuz 1974’te Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını amaçlayan darbe girişimlerine tepki olarak, daha önce Şubat 1959’da Zürih ve Londra’da varılan anlaşmalar ile Ağustos 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “garantör” devleti olmasından doğan haklarını kullanarak askeri müdahalede bulunan Türkiye, Ada’ya barış ve istikrar getirmesinin karşılığında müttefiki ABD Senatosunun 1975-78 yılları arasında uyguladığı askeri silah ambargosuna maruz kalmıştır. 

Yukarıdaki örnekleri çoğaltmak mümkündür ve bu sebeple Türk kamuoyunda bugünkü düzeyde tartışmalara konu olmasa da Türkiye ile NATO müttefikleri arasında uluslararası güvenlik konularına yaklaşımda güçlü bir uyum olduğunu söylemek mümkün değildir. 

Ittifak Içinde Türkiye’ye Biçilen Rol ve Getirdiği Riskler 

Arkasında her türlü lojistik desteği sağlayan Ortadoğulu komşularının olduğu konusunda güçlü kanıtlara sahip olduğu halde, Türkiye’nin maruz 
kaldığı terör saldırılarına karşı Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. ve 6. maddelerinin hem ruhuna hem de metnine aykırı bir tutum sergileyerek, 
gerekli dayanışmayı göstermeyen müttefik ülkelerin Türkiye’den yegane beklentisi askeri gücünü büyük oranda Sovyetler Birliği sınırlarına doğru yığmasıydı. 

İttifak’ın Avrupalı üyelerinin esas endişesi Sovyetler Birliği’nin konvansiyonel veya nükleer silah gücünü kullanmak yolu ya da tehdidiyle kendi siyasi iradesini üzerlerinde etkili kılması olasılığı idi. Bu çerçevede Türkiye’ye biçilen rol, Varşova Paktı tarafından başlatılabilecek konvansiyonel düzeyde bir askeri harekatın planlanması ve gerçekleştirilmesini zorlaştıracak oranda Sovyet askeri gücünü Kafkaslarda tutmayı sağlamasıydı. 

Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği’nin 25 kadar tümenini Kafkasya bölgesinde konuşlandırmak zorunda kalmasının sebebi, NATO teçhizatına da sahip olan TSK’nın gerek askeri imkan ve kabiliyetleri gerekse harbe hazırlık seviyelerindeki üstün performansının bu ülke tarafından görülmüş olmasıdır. Muhtemeldir ki Türkiye NATO üyesi olmasaydı Sovyetler Birliği Kafkasya bölgesinde konuşlandırılmış olan 300 binden fazla askerinin önemli bir bölümünü Orta Avrupa bölgesine kaydırılabilir ve Varşova Paktı tarafından Batı Avrupa’ya 
güçlü bir konvansiyonel saldırı tehdidi çok daha belirgin hale gelebilirdi.5 Türkiye bir anlamda Sovyetler Birliği tehdidini üzerine çekerek NATO’nun Avrupalı müttefikleri üzerindeki tehdidin azalmasına önemli katkı yapmıştır. Türkiye’nin bu sebeple yüksek miktarlara varan askeri harcamalarına karşılık daha fazla güven ortamında olan Batı Avrupalı ülkeler askeri harcamalarını kısarak ekonomilerine daha fazla kaynak aktarma imkanı bulmuşlardır. 

Soğuk Savaş Sonrasında AB’nin “Küresel Güç” Olma Hedefi 

Kasım 1989’da Varşova Paktı’nın çökmesi ve Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte kapanan Soğuk Savaş dönemi sonrasında da Türkiye ile NATO müttefikleri arasında güvenlik konularına yaklaşımda yapısal sorunlardan kaynaklanan görüş farklılıklarının giderilemediği gözlenmektedir. 1990’lı yıllarda NATO’nun zirve toplantılarının gündeme gelen öncelikli konusu bir yandan Almanya’nın Avrupa Birliği’ni (AB) doğuya doğru genişletme stratejisi paralelinde bünyesine eski Doğu Bloku ülkelerini katarak İttifak’ı güçlendirmek diğer yandan müttefik ülkelerin yakın coğrafyasını oluşturan Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgelerinde ortaya çıkan etnik ve dini temelli çatışmaların 
yayılması olasılığının yarattığı istikrarsızlık ortamına karşı önlemler almaktı. 

Ancak artık “tek süper güç” olarak anılan ABD ve belirli bir rakibi kalmayan NATO’nun Avrupalı üyeleri, gözleri önünde Balkanlarda etnik ve dini temizlik yapılmasına engel olamayan, Kafkaslarda Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki toprak ihtilafına çözüm bulamayan, Ortadoğu’da baş gösteren terörün “hedefi olmamak” düşüncesiyle zemin kazanmasına olanak veren pasif tutumları sebebiyle Türkiye ile olan ittifak ilişkilerinde sorunlar yaşamaya devam ettiler. 

Artık “küresel süper güç olmak” hayaline kapılan AB’nin, uluslararası güvenlik meselelerinde ABD’den bağımsız karar alabilme ve hareket edebilme yeteneğinin geliştirilmesi gerektiğine inanan yetkilileri, bu yönde bir politika izleyebilmek düşüncesiyle Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’ni (AGSK) oluşturmaya karar verdiler.6 

AGSK’nin oluşturulabilmesi için iki temel seçenek bulunmaktaydı: Birinci seçenek AB ülkelerinin NATO’ya tahsis ettikleri askeri kapasitenin İttifak’tan çekilerek yeni bir çatı altında tümüyle Avrupa ülkeleri tarafından oluşturulmasıydı. 

Bu seçenek yeniden yapılanmak ve bu çerçevede eski Doğu Bloku ülkelerinin tümüyle farklı askeri donanım ve doktrinlerinin Batı Avrupalı ülkelerle 
uyumlaştırılmasının yaratacağı maliyet ve zorluklar ile arada geçecek zaman içinde ortaya çıkacak belirsizliklerin yanı sıra en azından NATO’nun çökmesi 
anlamına gelirdi ki bu duruma da ABD’nin rıza göstermesi beklenemezdi. 

NATO üyeliğinin sağladığı faydaların yanı sıra aslında Türkiye açısından ciddi güvenlik sorunlarını da getirmiş olduğu uzun yıllar boyunca Türk kamuoyu 
nezdinde açıkça ve yeterince tartışılmadı. 

İkinci seçenek ise birçoğu halihazırda NATO üyesi olan AB ülkelerinin İttifak’ın imkan ve kabiliyetlerini AB’nin alacağı kararlar doğrultusunda kullanmasıydı. Bu seçenek de ABD, Kanada, Norveç ve Türkiye gibi AB üyesi olmayan NATO üyesi ülkelerin İttifak’ın imkan ve kabiliyetlerinin AB’nin kendi belirleyeceği Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) çerçevesinde kullanılmasına itiraz etmeyecekleri yönünde koşulsuz ve ucu açık bir taahhüde girmelerini gerektirmekteydi. Ancak akılda tutulması gereken çok önemli bir husus vardı: AB’nin müdahil olması beklenen 16 sıcak çatışma senaryosunun yer aldığı bölgelerin 14’ünün Türkiye nin coğrafi ya da tarihi yakınlığı olan bölgeler olması, sorunun Türkiye açısından daha da zor bir durum almasına yol açmaktaydı. 

Türkiye, başta istihbarat olmak üzere kendisinin de önemli katkı yaptığı NATO’nun imkan ve kabiliyetlerinin AB tarafından kullanılması söz konusu olacak ise müdahale sebebiyle ortaya çıkabilecek sonuçlardan ulusal çıkarlarının doğrudan etkilenmesi kaçınılmaz olacağı için, AGSK’nin kullanımına yönelik karar alma sürecinde bir şekilde yer alması gerektiğini sürekli vurgulamıştır. 

NATO imkan ve kabiliyetlerini Türkiye’nin onayı olmaksızın AGSP doğrultusunda kullanmalarının mümkün olmadığını bilen AB ülkelerinin, Türkiye’nin karar alma mekanizmasına, en azından planlama aşamasında entegre olmak gibi haklı talebine dahi olumlu yaklaşmak yerine, anlaşmazlığın NATO’nun dağılmasına yol açabileceğinden endişe eden ABD üzerinden baskı yapmayı tercih etmesi, sürecin çıkmaza girmesine sebep oldu.7 Her ne kadar Aralık 2000’de bir ara formül olduğu söylenen Ankara Anlaşması imzalanmış olsa da tarafların ilk günkü tutumlarında ısrar etmeleri sebebiyle nihai bir çözüm günümüz itibarıyla henüz bulunabilmiş değildir. 

Avrupalı Müttefiklerin Ortadoğu’ya Mesafeli Duruşu 

NATO’nun Avrupalı üyeleri ile Türkiye arasında, Ortadoğu bölgesinden kaynaklanan tehditlere bakış açısındaki derin farklılıkların Soğuk Savaş’ın 
bitmesinden bu yana geçen çeyrek asır boyunca çok fazla değişmediği gözlemlenmektedir. Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini takip 
eden aylarda Türkiye, NATO’daki müttefiklerine yönelik olarak hemen yanı başındaki coğrafyada meydana gelen gelişmelerin yayılması ve tırmanması 
olasılığını dikkate alarak Aralık 1990’da İttifak’ın Acil Müdahale Kolordusunun topraklarında konuşlandırılması yoluyla ittifak dayanışmasının açıkça sergilenmesi talebinde bulunmuştur. 

Ancak İttifak’ın Batı Avrupalı üyeleri, Ortadoğu’nun NATO’nun operasyon alanının “dışı”nda kaldığını öne sürerek 5. madde ile altına imza attıkları taahhütlerinin yerine getirilmesinde işi ağırdan almıştır. Avrupalı müttefiklerin yanıtı Ocak 1991’de gecikerek ve yetersiz bir şekilde gelmiş ve Türkiye’nin Irak sınırına yakın bölgelerde Hollanda tarafından iki adet “Patriot” hava savunma sistemi ve Malatya Erhaç’taki hava üssüne Belçika, Almanya ve İtalya tarafından toplam 42 adet savaş uçağı konuşlandırılmıştır.8 Müttefiklerin ancak Türkiye’nin ısrarlı çağrıları sonrasında çeşitli siyasi mülahazalar dile getirerek ve isteksiz tavırlarla göndermiş olduğu askeri gücün NATO dayanışması ve caydırıcılığını güçlü bir şekilde göstermeye yettiğini söylemek pek de mümkün değildir. 

Benzer şekilde Mart 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ile sonuçlanan İkinci Körfez Savaşı’na giden aylarda Türkiye, halkını ve topraklarını, Irak’ın sahip olduğuna inanılan Kitle İmha Silahlarına (KİS) karşı korumak üzere İkinci Körfez Savaşı öncesinde her bir üye ülkenin üstlenmesi gereken olası önlemlere ilişkin istişarelerde bulunmak amacıyla Kuzey Atlantik Konseyi’nden Washington Anlaşması’nın 4. maddesini aktive etmesini resmen talep etmiştir. NATO üyeleri bir kez daha Anlaşma’nın Türkiye’ye yönelik hükümlerini yerine getirmemiş ve talep edilen istişare toplantısı gerçekleşmemiştir. Bu durumun gerekçesi olarak Belçika, Almanya ve Fransa gibi bazı Avrupalı müttefikler, Irak’ta meydana gelecek savaşın “ABD yönetiminin gayrimeşru tutumundan kaynaklanan ve Birleşmiş Milletler Şartnamesi’nin I. Bölümü’nde yer alan temel prensipleri ihlal eden” bir savaş olacağını dolayısıyla böyle bir durumda Türkiye ya da ABD’ye yönelik müttefiklik sorumluluklarını yerine getirmek gibi bir yükümlülükleri 
olmadığını öne sürmüşlerdir.9 


Ittifak’ın Hava Savunma Sistemi “Füze Kalkanı” Üzerine Tartışmalar 

1990’larda ABD’de Clinton yönetimi tarafından başlatılan ve kökeni 1980’lerin Reagan yönetiminin Stratejik Savunma Girişimi ya da “Yıldız Savaşları” olarak bilinen projesine dayanan Amerikan Ulusal Füze Savunması projesinin bir uzantısı olan “Füze Kalkanı” da NATO içinde Türkiye ile müttefikler arasında sorunların yaşanmasına sebep olmuştur. ABD, 1990’ların ikinci yarısında hava savunma sistemlerini geliştirmekte elde ettiği başarılı sonuçlardan sonra tüm dünyadaki askeri birlikleri ve NATO üyesi ülkelerin topraklarının tamamının korunması için sahip olduğu kapasiteyi müttefikleriyle paylaşmaya karar vermiştir.10 

İlk gündeme geldiği dönemde Füze Kalkanı konuşlandırma girişimi sebebiyle NATO içindeki bazı müttefikleri dahi ABD’ye karşı çıkmışlardır.
11 Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerin karşı çıkışlarında en temel gerekçenin prensip düzeyinde olduğu ifade edilmiştir. NATO ittifakı 
çerçevesinde ortak savunma yükümlülüğü içinde olan ülkelerden birinin diğerlerinden bağımsız olarak kendi şartlarına uygun bir savunma mekanizması 
geliştirme yoluna gitmesi prensip olarak tepki yaratmıştır.12 ABD’nin ulusal düzeyde etkili olabilecek bir Füze Kalkanı’nı konuşlandırması durumunda, NATO içindeki Avrupalı ülkeler Soğuk Savaş yıllarında taşıdıkları endişeye geri döneceklerini düşünmüşlerdir.13 

11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında ABD ile Avrupa arasında bu konuda tehdit değerlendirmeleri bakımından farklı yaklaşımlar zamanla aşılmış ve Kasım 2002’de Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da gerçekleşen NATO Zirvesi’nde Amerikan Ulusal Füze Savunma Sistemi’nin (American National Missile Defense) tüm İttifak üyelerini kapsayacak şekilde geliştirilmesi prensibi benimsenmiş tir.14 

Takip eden yıllarda Bush yönetimi ABD topraklarına yönelik olarak İran’dan atılabilecek balistik füzelere karşı NATO üyesi olan Çek Cumhuriyeti’nde radar tesisleri ve Polonya’da anti-balistik füze rampaları konuşlandırma kararı almıştır. Ancak Bush yönetiminin bu kararı Kasım 2008 seçimleri sonrasında göreve 
gelen Barack Obama yönetimi tarafından füze tehdidi değerlendirmesinin gözden geçirilmesiyle iptal edilmiştir.15 Bu gelişmeler sonucunda İran’ın menzilleri 2 bin 500 kilometreyi bulan füzelerine karşı savunma sistemi konuşlandırmak için Obama yönetiminin yer arayışı çerçevesinde Türkiye’nin konumu ve önemi (bir kez daha) gündeme gelmiştir.16 

Nitekim NATO’nun Kasım 2010’da Lizbon’da gerçekleştirilen zirvesinin ana gündem maddesi Füze Kalkanı projesinin geliştirilmesi ve konuşlandırılmasına yönelik nihai kararın alınması olmuştur. Ancak Lizbon zirvesi öncesinde 14 Ekim 2010’da Brüksel’de yapılan Dışişleri ve Savunma Bakanları toplantısının uluslararası medyadaki yansıması, İttifak için bir balistik füze savunma projesinin geliştirilmesi hakkında Türkiye ve diğer NATO üyelerinin çatışma içinde olduğu imajını yaratmıştır.17 

Türkiye ve İttifak’ın diğer önde gelen üyelerinin NATO’nun füze savunma projesi hakkında üç temel konuda fikir ayrılığı ortaya çıkmıştır:18 

Birincisi Türkiye projeyi bir Amerikan projesi olmaktan ziyade bir NATO projesi olarak görmek istemiştir. Çünkü daha önce yaşanan gelişmelerden çıkardığı dersler sebebiyle Türkiye, Küba Füze Krizi sonrasında Jüpiter füzelerinin Türkiye’den sökülmesi ve ABD’nin temelde tek taraflı kontrole sahip olduğu karar alma durumunu tekrar yaşamak istememiştir. Bunun yanı sıra Amerikan hava savunma sisteminin Türkiye’yi korumaya mı yoksa İsrail’in güvenliğini sağlamaya mı yönelik olduğu konusunda kuşkular da oluşmuştur. 

İkinci olarak Türkiye dostane ilişkiler içinde olduğu İran’ın, İttifak tarafından tehdidin kaynağı olarak isim verilerek gösterilmesini istememiştir. 19 

Türkiye’nin bu tutumunun önemli bir sebebi İran’ın kendi füze kapasitesini ilerletme gerekçesiyle bunu kullanabileceği endişesi olmuştur. 

Ancak Türkiye’nin bu yaklaşımı bazı müttefikler tarafından Batı’ya olan bağlılığından uzaklaşıp İran’a yakınlaştığı şeklinde yorumlanmıştır. 

NATO’nun Soğuk Savaş boyunca gündeminde olan konuların yanı sıra siber güvenlik, hibrid savaş, enerji yollarının güvenliği, korsanlık, kitlesel göç, 
iklim değişikliği ve doğal felaketler gibi tehditler İttifak’ın ana gündem maddeleri haline gelmiştir. 

Lizbon zirvesinde Türkiye’nin üçüncü bir çekince konusu ise topraklarının her bir metrekaresinin işler duruma geldikten sonra füze savunma sistemi ile korunaklı hale gelmesi gerektiği olmuştur.20 Bu tartışmalarla geçen İttifak’ın Kasım 2010’daki Lizbon zirvesinde tüm NATO ülkelerinin toprakları, askeri birlikleri ve halklarının tamamını balistik füze tehdidine karşı korunaklı kılmayı amaçlayan Füze Kalkanı projesi benimsenmiştir. 

Mayıs 2012’de Chicago zirvesi sırasında operasyonel hale gelen Füze Kalkanı’nın Türkiye’ye kurulan birimi Malatya Kürecik’teki radar sistemi olmuştur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

8 Şubat 2020 Cumartesi

Obama Doktrini’nin Arap Baharı Pratiği

Obama Doktrini’nin Arap Baharı Pratiği 



MEHMET ALİ GÖNGEN*

*Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doktora Programı 

 Özet 

ABD'nin Arap Baharı karşısında sergilediği 'çekingen' tutum uluslararası 
platformlarda tartışma konusu olmaktadır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ından bu yana dünyadaki her gelişme karşısında aktif bir rol üslenen ABD, Arap Baharı karşısında izlediği aşırı ihtiyatlı tutum, kimi akademik çevrelerce ''ABD'nin hegemonik gücünden ciddi aşınmalar olduğu'' şeklinde değerlendirilirken, kimi akademik çevreler de ABD'nin düşük profilli bu tutumunu, Obama'nın dış politikada, ''insani zorunluluklar dışında mümkün olduğunca askeri seçeneği öteleyen, zorunlu hallerde ise BM gibi çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayını gerekli gören yaklaşımına'' bağlamaktadır. Bu bağlamda bu çalışmanın amacı ABD'nin, Arap Baharı karşısında sergilediği düşük profilli politikasının nedenlerini irdelemektir. ABD'nin dış politika ekolleri kapsamında Obama doktrini ve Arap 
baharına yaklaşımı Mısır, Libya ve Suriye bağlamında incelenecek. Bu üç ülkenin 
incelenmesinin sebebi bir yandan hem bahsi geçen ülkelerin farklı potansiyellere sahip olması hem de içinde barındırdığı farklı dengeler, Arap Baharı'na prototip örnekler teşkil ettiğinin düşünülmesi, diğer yandan ABD'nin Arap Baharı'na yaklaşımını da özetlediğine inanılmasıdır. 

Giriş 

Bu çalışma, ABD'nin Arap Baharı karşısındaki tutumunu Obama doktrini etrafında okumayı hedeflemektedir. ABD'nin Arap Baharı politikası; tek taraflı askeri müdahale seçeneğini önceleyen, ABD'nin hegemonyasını sürdürme yolunda saldırgan davranan Bush'un aksine, mümkün olduğunca diplomatik yollarla ABD hegemonyasını sağlamak isteyen, mümkün olmayan durumlarda BM, NATO gibi çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayına ihtiyaç duyan Obama doktrini ile uyumlu olduğu ve büyük ölçüde de sonuç aldığı bu çalışmanın temel iddiasıdır. 

 ''Terörle mücadele' konsepti çerçevesinde Bush döneminde Ortadoğu'da oldukça saldırgan bir politika izleyen ABD, Obama dönemi ile beraber, Arap Baharı sürecinde askeri müdahaleyi öteleyen, daha ihtiyatlı bir politika benimsediği gözlenmektedir. Obama doktrini de denen bu yaklaşım, bazı akademik çevrelerce Bush döneminin saldırgan politikaları sonucu dünyada ciddi imaj kaybına uğrayan ABD'nin, imaj düzeltme çabası olarak yorumlanmıştır. ABD'nin, Arap Baharı karşısındaki duruşunu anlamak için, Prototip örnek olarak seçtiğimiz Mısır, Libya, Tunus gibi ülkelerle ABD'nin politikasını incelemeye çalışacağız. 

Bu üç ülkenin seçilmesinin nedeni, özellikleri tek tek incelendiğinde hem sahip oldukları/olmadıkları enerji kaynakları, hem içinde  barındırdıkları / barındırmadıkları mezhepsel/etnik farklılıkları hem de isyandan önce ABD ile olan sıcak/sıcak olmayan ilişkileri bakımından bir çok özü barındırmasıdır. 

1. Obama Doktrini 

Temmuz 2008 yılında ABD'de yapılan bir ankete göre Amerikan halkı ''Amerika'nın dünyadaki duruşunu iyileştirmeyi'' ABD'nin en önemli dış politika önceliği olarak görüyordu. Bu yönüyle Obama halkın duygularını iyi yakalamıştı 169; 

Obama seçim kampanyasında ABD'nin Irak işgalini eleştirmiş, Rusya, Çin ve İran dahil olmak üzere tüm ülkelerle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi üzerinde durmuştu. Nitekim 20 Ocak'taki göreve başlama töreninde ''Amerika her bir ülkenin dostudur.....ve bir kez daha başı çekmeye hazırız'' demişti. 

Bush BM, DTÖ, Uluslararası ceza Mahkemesi gibi kurumların Amerika'nın egemenliğini kısıtladığını iddia ederken, halefi Obama bu örgütlerin ABD'yi daha güvenli kılacağına inanıyordu. Bu mesaj, göreve başlama töreninden üç hafta sonra, eski senatör ve Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı, Başkan Yardımcısı Joseph Biden tarafından doğrudan Avrupalı liderlerle paylaşılmıştı. 

Konuşmasında Başkan yardımcısı, ''Uluslararası ittifakların ve örgütlerin Amerika'nın gücünü azaltmadığına inanıyoruz, onları kollektif güvenliğimizi,  ekonomik çıkarlarımızı ve değerlerimizi geliştirmeye yardım ettiğine inanıyoruz. Bu yüzden katılacağız, dinleyeceğiz, danışacağız 170''. 

ABD halkının kendisine olan desteğini barışçı yöntemleri savunmasına bağlayan 
Obama, dış politikada zor kullanmayı gerektirecek seçeneklerden özenle kaçınmaya çalışmıştır. ''Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. Bush dönemindeki Neo-Con siyasi elitin tek yönlü askeri güç kullanma konusundaki aşırı istekliliğinin ABD’nin küresel imajına ve güvenilirliğine yönelik olumsuz sonuçlarına bir tepki olarak gelişmiştir''171. İlk seçim kampanyasında Guantanamo'daki kampı  kapatacağını açıklayan, Irak'ta ABD askerlerini çekeceğini söyleyen, 2009'da ABD Başkanı olarak gittiği Kahire Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada Ortadoğu'da Müslüman dünyaya 'yeni bir başlangıç' vaat eden Obama'nın bu söylemlerini bu çerçevede okumak mümkündür. 

Obama sözü geçen konuşmasında ''Hiç bir yönetim sistemi bir ülke tarafından başka herhangi birisine zorla kabul ettirilemez veya ettirilmemeli.........Barışçıl bir seçimin sonucunu çıkartmayı varsaymadığımız gibi, Amerika herkes için en iyisini bildiğini varsaymıyor. Ama tüm insanların bazı şeyler için arzu duyduğuna yönelik kararlı bir inancım var: ne düşündüğünü açıkça söyleyebilme ve nasıl yönetileceğine dair söz sahibi olma; hukukun üstünlüğü ve adaletin eşit yönetimine güven; şeffaf ve halktan çalmayan bir yönetim, seçtiğin gibi yaşama özgürlüğü. Bunlar sadece Amerikan fikirleri değil; bunlar insan hakları. Ve işte 
bu yüzden bunları her yerde savunacağız''172. Konuşma incelendiğinde bir yandan ABD'nin müdahaleci olmayacağı ama diğer taraftan insan haklarını savunacağı sonucuna varabiliriz. Kuşkusuz en önemli mesajı şu cümlesinde gizli: ''Amerika herkes için en iyisini bildiğini varsaymıyor''. Bu cümle Bush döneminin kötü izlerini silmeyi hedefleyen söz olarak değerlendirilmelidir. 

Ancak yine de yukarıda özetleyemeye çalıştığımız Obama doktrinin de öne çıkan 
'insan hakları konusunda duyarlı olmak'' ve '' doğrudan askeri güç kullanımı konusunda aşırı ihtiyatlı olmak'' saptamasında, çıkarlarla idealler çatıştığında Obama'nın ABD çıkarlarını tercih etmekte tereddüt etmediğini belirtmek gerekir. Bu yönüyle Arap Baharı güzel bir örnektir. Mısır'daki ayaklama da bir süre tereddüt yaşayan Obama yönetimi halkın kararlılığı karşısında yıllardır Amerika'ya dostça politikalar izlemiş Mübarek'in gitmesi yönünde tavır alırken, Bahreyn konusunda Suudi Arabistan'ın Bahreyn yönetimini desteklemek üzere asker göndermesi karşısında sessiz kalmıştır173. Burada Bahreyn'in özel konumuna değinmek yerinde olacaktır: Bahreyn tarihsel olarak İran'ın üzerinde hak iddia ettiği bir ülkedir. 1970'lere kadar İran Bahreyn'i bir eyaleti olarak görüyordu. Ülke nüfusunun %70'i Şii olmasına karşılık Sünni bir hanedan iktidardadır. Diğer yandan Suudi Arabistan'ın sınır komşusu olması sebebiyle ülke İran ve Suudi Arabistan arasında hem mezhepsel hem de siyasi olarak çekişme alanı durumundadır. Daha da önemlisi ülkede ABD'nin askeri üssü 
vardır174. Mısır konusunda isyancıları destekleyerek Suudi Arabistan'ı hayal kırıklığına uğratan ABD, Suudi Arabistan'ın, Bahreyn'e asker göndermesine sessiz kalarak hem isyan sonrası oluşabilecek İran etkisindeki bir yönetime müsaade etmemiş oldu hem de bölgedeki önemli müttefiki olan Suudi Arabistan'dan yana tavır almış oldu. Ulusal çıkarlar ve idealler arasındaki çelişkide çıkarların tercih edilmesi 'insan hakları konusunda duyarlılığı' ciddi 
biçimde anlamsızlaştırırken 'askeri müdahale konusunda aşırı tedbir belki de Obama yönetimi ile ilgili üzerinde en çok durulması gereken konu olarak kalıyor. 

Son on yılda Irak işgalinin merkeze oturduğu ABD'nin Ortadoğu politikasının siyasi ve maddi maliyetinin çok yüksek olduğu kanısında olan Obama yönetimi gerek Ortadoğu gerekse Çin ve Rusya ile ilişkilerde Bush döneminin tek başına hareket eden tavrından uzaklaşmaya çalışarak müttefikleriyle daha fazla işbirliği içinde hareket eden bir politika benimsediği söylenebilir. Irak işgalinde 5000 Amerikan askerinin hayatını kaybetmesi, 1 trilyon dolar üzerindeki savaş faturası ve prestij kaybı, Obama yönetiminin bu politikalarında belirleyici olmuştur 175. 

Birol Akgün'ün özetlediği gibi, ''Obama, kendisini ne Jefferson gibi “özgürlüğün 
imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. Sözde özgürleştirici bir misyonun Vietnam’dan Irak’a kadar pek çok örnekte Amerika’ya olan maliyetini iyi bilen Obama, dış politikada yeni felaketlerle karşılaşmamak için ABD’nin kendi dar çıkarları temelinde değil, ancak ve ancak diğer ülkelerle birlikte hareket ederek sonuç alabileceğine inanmaktadır. Bu bağlamda da askeri güç kullanmak için BM gibi çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayını gerekli görmektedir''176. Obama'nın 
inandığı bu ekolün teorisyenlerinden Joseph Nye'nin ifadesi ile, ABD, Dünyanın 
efendisi/jandarması değil dünyanın lideridir177. 

2. ABD'nin Arap Baharı Karşısındaki Tutumu 

2.1. Mısır 

Arap Baharı öncesi Mısır ile ABD ilişkilerine bakıldığında, 1967 yılında Mısır'ın 
İsrail'e karşı kaybettiği savaş kırılma noktası olarak kabul edilebilir. Çünkü bu tarihten önce Camal Abdül Nasır yönetimindeki Mısır, Arap dünyasının liderliğine soyunmuş, bu çerçevede 1958-1961 arası kısa dönemli Suriye ile birleşme yoluna gitmiş178, Arap milliyetçiliği söylemleri ile anti Amerikan ve İsrail yönünde politikalar benimsemiş ve Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği cephesinde yer almıştı. Ancak 1967-1973 savaşlarından sonra Cemal Abdül Nasır'ın yerine Mısır Cumhurbaşkanı görevine gelen Enver Sedat'ın İsrail ile 
ABD gözetiminde Camp David sürecini başlatması ve bunun sonucu olarak İsrail'i resmen tanıması sonrasında Sovyetler Birliği ile olan yakınlığına son vererek ABD bloğuna geçti. Bu gelişme Arap Dünyasında büyük tepkilere sebep olmuş, Mısır Arap Birliğinden ihraç edilmiş ancak diğer taraftan Camp David ile birlikte Mısır, ABD'den yılda 1,5 milyar dolar askeri yardım paketi almıştır. Böylece Sovyetler Birliği bloğundan ABD bloğuna dönüş yapan Mısır, Hüsnü Mübarek döneminde de bu tavrını korumuş, bunun sonucu olarak belirtilen 
yardımlar her yıl düzenli olarak sürmüştür179. 

1970'li yılların ortalarında başkan olan Enver Sedat'ın İsrail ziyareti ve ardından 
1979'da İsrail ile imzalanan barış anlaşmasından Arap Baharına kadar geçen süreçte Mısır, ABD'nin Ortadoğu politikasına uygun davranan önemli bir müttefikti. Bu sebeple Mısır'da isyan başladığında ABD, Özellikle İsrail ve Suudi Arabistan'ın Hüsnü Mübarek lehine söylemlerde bulunması ile beraber bir müddet tereddüt yaşadı180. Ancak durumun iyice kontrolden çıktığını gören ABD, ''kazanacak tarafta'' olmayı seçti. ABD, ayaklanmanın yörüngesinden çıkıp sadece Mısır'daki düzeni değil, İsrail ile olan ilişkileri de etkileyeceği kaygısı taşırken, orduyu devreye sokarak ya da ordunun bu inisiyatifi almasını destekleyerek, Hüsnü Mübarek'in yönetimden ayrılmasını hızlandırdı 181. Mübarek sonrası seçimle yönetime gelen Müslüman Kardeşler destekli Mursi için, Kasım 2012'de İsrail'in Filistin'e saldırması sonun başlangıcı olmuştur. Filistin'e saldırı karşısında Mursi'nin iki seçeneği vardı; ya birçok Arap ülkesi gibi sessiz kalacaktı ya da bu saldırı karşısında sesini yükseltecekti. Devrimin sesleri hala sokaklarda yankılanırken, istese de, sessiz kalamazdı. Nitekim HAMAS ve EL-
Fetih arasında arabuluculuk rolünden, Arap ülkelerinin Filistin'e yardım etmesine kadar bir çok konuda aktif rol alan Mursi'nin askeri darbe ile yönetimden uzaklaştırılması ABD dış işleri başkanı John Kerry tarafından, "Mısır'da ülkenin kaos ve şiddete doğru gitmesinden endişelenen milyonlarca insan ordudan müdahale etmesini istedi"182 şeklinde yorumlandı. 

2.2. Libya 

Libya, Avrupa'ya yakın olması, Avrupa ile Afrika arasında bir geçiş noktasında 
bulunması dolayısıyla stratejik öneme sahip bir ülkedir. Aynı zamanda Libya petrol zengini bir ülke olması da önemini arttırmaktadır. OPEC 2013 verilerine göre Libya dünya kanıtlanmış ham petrol rezervleri sıralamasında sekizinci, doğal gaz rezervleri sıralamasında ise yirmi birinci sıradadır.183 Batı ve özellikle de ABD karşıtı söylemleri dikkat çeken kırk yıllık Muammer Kaddafi iktidarı, Libya'yı Arap Baharı'ndan önce uluslararası siyasette önemli kılan başka bir olguydu. 

Arap Baharı'nın başlangıç noktası olan Tunus ve sonrasında Mısır ile kıyaslandığında Libya'da isyan çok daha çatışmalı geçti. 40 yıldır iktidarda olan Kaddafi'ye karşı 17 Şubat'ta isyancılar tarafından ilan edilen 'öfke günü' sonrası gösteriler yoğunlaşmış ve bütün ülkeye yayılmıştı 184. Ülkenin denetimini hızla kaybeden Kaddafi, sivilleri yönelik saldırılarını yoğunlaştırınca 24 Mart'ta NATO, ülke üzerinde uçuşa yasak bölge uygulayarak  ve  Kaddafi'nin askeri üsslerine, tank sıralarına ve diğer askeri varlığına büyük ölçekli hava saldırıları yürüterek duruma müdahale etti. Obama yönetimi Libya konusunda geniş çaplı ve direkt bir askeri müdahaleden ziyade hava ve açık deniz askeri operasyonlarını diğer NATO ülkeleri ile paylaşmış, Libya'daki kara savaşını isyancılara bırakmıştı. Obama bu durumu 'yük sadece ABD'de olmamalı'' sözleriyle özetlemişti 185. 

ABD doğrudan doğruya Libya'nın iç işlerine müdahale etmemeye özen göstermiş, isyanın iç savaşa dönüşmesi ile beraber ülkedeki sivillerin durumu üzerinden BM ve NATO gibi çok uluslu örgütleri harekete geçirmeye 
çalışmıştır. Nitekim Libya konusunda Obama BM Güvenlik Konseyi kararı çıkmadan ABD askerlerine silah kullanma yetkisi vermemiştir. Obama'nın 28 Mart 2011 tarihli konuşması ABD'nin Libya müdahalesi ile ilgili tutumunu açıkladığı gibi Obama'nın ABD'ye küresel çapta biçtiği misyonu da özetlemektedir; '' Elbette ki Amerika baskı olan her yere kendi ordusunu gönderemez. Biz müdahalenin risklerini ve maliyetini göz önüne alarak, her zaman harekete geçmenin gerekliliği hususunda önce kendi çıkarlarımızı düşünmeliyiz. Ancak bu, doğru olanı yapmayı sonsuza kadar engelleyecek bir argümana dönüşmemelidir…. Ülkemizin bu kadar çok acil sorunu varken, ABD’nin dünyanın polis gücü olarak hareket etmesi beklenmemelidir… 

Baskıcı rejimlere karşı harekete geçme yükümlülüğü yalnızca Amerika ’nın  olmamalıdır…  Biz Libya’da sivil halk dehşet derecesinde bir şiddete maruz kaldığı için harekete geçtik 186.” 

Libya'ya Müdahale konusunda ABD geniş bir ittifak sağlamıştı. Koalisyona İngiltere, Fransa, Kanada, Danimarka Norveç, İtalya, İspanya, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerin yanı sıra Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Arap ülkelerini de katmıştır187. 20 Ekim günü isyancılar tarafından memleketi Sirt'te bir kanalizasyon çukurunda yakalanan Kaddafi'nin katledilmesi ile isyan nihayete ermiştir. Mısır'da 'sadık müttefiki' Mübarek'e karşı önceleri ılımlı bir tutum sergileyen daha sonra halkın kararlılığı ile beraber 'kazanacak tarafta' olmayı 
seçen ABD, isyan sonrası yönetime gelen İslami tandaslı Müslüman kardeşlerin askeri darbe sonrası yönetimden uzaklaşmasına ses çıkarmamış, petrol zengini Libya'da ise ABD aleyhine politikalar üreten Kaddafi'ye karşı BM ve NATO'yu harekete geçirerek, hatta liderliği Fransa'ya bırakarak sonuç almıştır. 

2.3. Suriye 

ABD'nin Suriye ile ilgili genel politikalarına baktığımız zaman soğuk savaş 
döneminden beri olumlu şeylerden bahsetmeye imkan yoktur. Soğuk savaş döneminde SSCB bloğunda yer alan Suriye'nin İran ile olan yakın ilişkileri, İsrail'e karşı mücadele eden HAMAS, Hizbullah gibi örgütlere destek vermesi sonucu ABD tarafından 'şer ekseni', 'haydut ülke' gibi tanımlamalara maruz kalmıştır. Bu sebeplerden dolayı Suriye, ABD açısından uluslararası sistemin dışında olan bir ülkedir. Ayrıca, Suriye'nin Rusya ile iyi ekonomik ilişkilere sahip olduğunu ve Rusya'nın en büyük askeri üslerinden birinin bu ülkede olduğunu 
not etmek gerekir. Suriye'ye içeriden bakıldığında da içinde bir çok dengeyi barındırdığı söylenebilir. Suriye'de nüfusun % 10'unu oluşturan Aleviler iktidarı elinde bulundurmaktadır. Suriye'de %10-15 arasında bir Kürt nüfus vardır ve ayaklanma başlayıncaya kadar temel haklardan yoksundular; Bir çoğu vatandaş sayılmadığından dolayı kimlikleri yoktu. Bu sebepten dolayı mülk edinemiyorlar, resmi olarak evlenemiyorlar, çocuklarını okula gönderemiyorlardı. 

2011’de Dera’da başlayan ayaklanmalar karşısında ise ABD gelişmeleri yakından izlemiş ve Esad yönetimine şiddet kullanmamasını, muhaliflerle siyasi diyalog başlatmasını önermiştir. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği ülkeleriyle yakın temasa geçmiştir. 

Yeni ABD dış politikasına uygun olarak, Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini desteklemiş tir 188. Bu çerçevede ancak 2011 Ağustos ayında Başkan Obama artık Esad yönetiminin gitmesi gerektiğini açıklamıştır. 6 Şubat 2012 tarihi itibariyle de diplomatlarını geri çekmiştir. Bundan sonraki süreçte ''Esad gitmeli'' şeklinde bir politika izleyen ABD 
yönetimi bu doğrultuda BM gündemini getirdiği Suriye'ye müdahale ile ilgili her zaman Rusya ve Çin'in vetosuyla karşılaşmıştır. Bunun üzerine ABD yönetimi Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler ile Arap Ligi, İslam Konferansı Örgütü gibi çok uluslu örgütleri devreye sokarak sonuç almaya çalıştı. Diğer taraftan Suriye'de iç savaş uzadıkça hem Suriye'deki iç dengeler hem de bölgesel dengeler yüzünden savaş, tam bir mezhepsel eksene oturdu. Bölgesel bloklaşma: Bir taraftan Esad rejimi, İran ve Hizbullah diğer taraftan Suudi 
Arabistan, Türkiye, Katar şeklinde oldu. Mezhepsel bloklaşma en çok Esad rejimine yaradı. Çünkü böylelikle Esad, Sünni tehdidine karşılık her zaman yanında yer alacak bir Alevi ve Hıristiyan azınlığın desteğini çok güçlü bir şekilde sağlayabilmiştir . Bu durum aynı zamanda muhaliflerin birleşmesi önünde önemli bir engeldir. Bu da sorunu kendi içinde daha çıkılmaz hale getirmiştir. Mezhepsel olarak bölünen Suriye muhalefeti diğer yandan etnik olarak da bütünleşemedi. 

PYD öncülüğünde örgütlenen Kürt muhalefeti hiçbir tarafta yer almayacağını 
kendi bölgelerine saldırı olmadıkça kimseyle savaşmayacaklarını ilan ederek Kürt yoğunluklu bölgelerde yönetimi ele geçirdi. 

ABD Başkanı Obama’nın 6 Mart 2012 tarihli basın toplantısında Suriye'ye askeri 
müdahale hakkında söyledikleri bu çıkmaza işaret etmektedir. 

Durumun Libya'dakinden çok farklı olduğunu ve bu sebeple ABD’nin tek taraflı askeri harekât düzenlemesini yanlış bulduğunu vurgulayan Obama, “Libya konusunda biz uluslararası toplumu harekete geçirdik, BM Güvenlik Konseyi’nin onayını aldık, bölgedeki Arap ülkelerinin tam desteğini sağladık ve askeri hareketin kısa zamanda sonuç getireceğine emin olduktan sonra harekete geçtik. Suriye’de ise durum çok daha karmaşıktır 189” dedi. ''Çok daha karmaşıktır' belirlemesi kuşkusuz hem BM'de sağlanamayan ittifaka hem de Suriye'deki mezhep ve etnik temelli bölünmüşlüğe işaret etmektedir. Çünkü mezhepsel bir eksene oturan problem yüzünden hem içte muhalefet arasında bir birlik sağlanamamakta hem de dış müdahalenin diğer Şii nüfusa sahip Lübnan, Yemen, Bahreyn ve Kuveyt gibi ülkelerde ne gibi sonuçlar doğuracağı ve 
giderek bunun bütün bir İslam coğrafyasında ne gibi kaoslara sebep olacağı 
ön görülememektedir 190. Nitekim bugün Irak ve Yemen'de yaşananlar izlendiğinde bu kaygının yersiz olmadığı anlaşılmaktadır. İki ülkede de mezhep savaşları yaşanmaktadır. 

Bu arada özellikle 2012 baharında cihadist örgütlerin Suriye'de iç savaşa aktif olarak dahil olması ABD'nin Suriye iç savaşına daha tereddütlü yaklaşmasına sebep olmuştur. İŞİD, El-Nusra gibi cihadist örgütlerin iktidarı ele geçirmesinden çekinen ABD yönetimi Esad- cihadist örgütler ikileminde kalmıştır. İŞİD ve El-Nusra gibi örgütlerin başlarda ÖSO tarafında görünmesi, ABD'nin ÖSO ve Suriye Ulusal Konseyi'ne de şüpheli yaklaşmasına sebep oldu. ABD eski diş işleri bakanı Hilery Clinton'un 1 Kasım 2012'de Hırvatistan'da ' Suriye Ulusal Konseyi bütün muhalefet temsil etmiyor191' sözlerini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Cihadist örgütlerin savaşa katılımı ile beraber bir taraftan bölgede mezhepsel gerilim artarken, diğer taraftan başlarda Esad rejimine karşı mücadele ettikleri 
düşünülen bu örgütler bazen kendi aralarında bazen özgür Suriye Ordusu ile bazen Kürt muhalefeti olan PYD ile savaştıkları görüldü. Savaş Suriye'yi aşarak Irak'a sıçradı. Özellikle IŞİD, Şiilerin iktidarda olduğu Maliki hükümetine karşı savaşarak Irak'ın bazı bölgelerini ele geçirdi. 

Bu süreçte ABD yönetimi BM ve Arap Ligi gibi çok uluslu örgütleri devreye sokarak geri planda durmayı tercih etti. Bu çerçevede BM ve Arap Ligi BM eski genel sekreteri Kofi Annan'ı taraflar arasında arabuluculuk yapmak üzere görevlendirdi. Uluslararası diplomasinin çözüme yönelik çabaları bağlamında, ABD 30 Haziran 2012'de Cenevre'de ve Ocak 2014 Monrtö'de yapılan ve Cenevre-1 ve Cenevre -2 diye anılan girişimlere destek verdiyse de bu 
çabalardan bir sonuç çıkmadı. 

 Rusya ve Çin'in Suriye'ye yönelik silah ambargosu dahil her yaptırımı veto etmesi, mezhepsel çatışma ve bu çatışmanın bütün Ortadoğu'ya yayılma riski, etnik bölünme, cihadist örgütlerin kaos ortamından yararlanarak güçlenmeleri ve hem Suriye'de yönetimi ele geçirme hem de Irak gibi komşu ülkelerde tehdit oluşturmaları ABD'yi Suriye meselesinde daha dikkatli adım atmak zorunda bırakmıştır. Nihayet Selefi Cihadist İŞİD örgütünün 11 Haziran 2014'te Musul'u ele geçirmesi ile Irak'ı teslim alan mezhepçi savaş karşısında da ABD'nin 
tutumu değişmedi. Başlarda gelişmeleri takip etmekle yetinen ABD yönetimi, tehdidin Kürdistan Bölgesel Yönetimine yönelmesi karşısında, önce İŞİD'e karşı hava saldırısında bulunmuş, sonra uluslararası ittifak girişimlerine hız vermiştir. ABD, Irak ve Suriye'de İŞİD'e karşı olası müdahale senaryolarına başta Avrupa ülkeleri olmak üzere Katar, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi Sunni bölgesel güçleri de dahil etmeye çalışmıştır. Başkan Obama 20 Eylül 2014'te Suriye ve Irak'a müdahale ile ilgili sarf ettiği sözler Libya müdahalesi sırasında 
yaptığı değerlendirmenin kopyası gibiydi; "Ağustos ayından bu yana Amerikan pilotları, Irak'ta bu teröristlere karşı 170'i aşkın hava saldırısı gerçekleştirdi. Şimdi bu hava saldırılarında Fransa da bize katıldı. Bu teröristlere karşı, Irak ya da Suriye'de harekete geçmek için tereddüt etmeyeceğiz" ifadelerini kullandı. Bunun tek başına ABD'nin savaşı olmadığının altını çizen Obama, Amerikan askerlerini Irak yada Suriye topraklarına savaşa yollamayacağı nın bir kez daha vurguladı. Obama, "Sahadaki ortaklarımıza, kendi ülkelerinin geleceğini güvence altına almaları için, kendi yeteneklerimizi kullanarak yardımcı olmak daha 
etkili olacaktır. Hava gücü kullanacağız, ortaklarımıza ekipman ve eğitim desteği sağlayacağız. Tavsiyelerde bulunup yardımcı olacağız. Bu mücadelede geniş bir uluslararası koalisyona liderlik edeceğiz. Bu ABD'nin IŞİD ile mücadelesi değil, bu bölge insanlarının, dünyanın IŞİD ile mücadelesi 192" dedi. 

Sonuç 

Dünyada düzeni koruma/sağlama adına Irak ve Afganistan'ı işgal eden, Irak'ta ve Guantanamo'da askerlerinin yaptığı işkence görüntüleri ile sadece Ortadoğu'da değil bütün dünyada büyük bir imaj kaybına uğrayan ABD, Obama ile beraber imaj düzetme yoluna gitmiştir. Bu çerçevede ABD'nin Arap Baharı'na karşı izlediği politika incelendiğinde mümkün olduğunca askeri seçenekten uzak durduğunu, fakat çıkarları doğrultusunda sonuç aldığını söylemek mümkündür. Afrika ve Avrupa arasında önemli bir stratejik noktada bulunan, isyandan önce ''haydut devlet'' olarak tanımladığı petrol zengini Libya'da, BM ve NATO' üzerinden sonuç almasına bilen ABD, Mısır örneğinde olduğu gibi Ortadoğu'da kendi çıkarlarını tehdit altında gördüğünde Mısır'ın iç dengelerinden faydalanarak İslami tandaslı bir iktidarın uzun soluklu olmasını engellemiştir. İsyandan önce ''şer ekseni'nde'' sınıflandırdığı Suriye'de ise, gerek mezhepsel iç ve bölgesel dengeleri gerekse cihadist örgütlerin iktidara gelme olasılıklarına karşı ikilemde kalan ABD yönetiminin, zaman zaman geliştirdiği kısa dönemli politikalar çelişkili görünse de aslında temel olarak Obama Doktini olarak özetlediğimiz ''askeri güç kullanımı konusunda aşırı ihtiyatlı olan, askeri güç kullanmak için çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayını gerekli gören'', ABD'nin küresel imajını  düzeltmeye dönük, yeni Amerikan yaklaşımı ile uyumlu görünmektedir. 


Kaynakça 

Akgün, Birol, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012. 

Arıboğan, Deniz Ülke, Büyük Resmi Görmek, İstanbul, Timaş Yayınları, 2013. 

Kanat, Kılıç Buğra, Amerikan Dış Politikasının Bir Darbeyle İmtihanı, 10 Temmuz 2013, 
http://setav.org/tr/abd-dis-politikasinin-bir-darbeyle-imtihani/yorum/6900 erişim Tarihi, 30 Nisan 2014. 

Cebeci, Erol A. ve Diğerleri, Başkanlık Seçimleri Sonrasında ABD'nin Ortadoğu Politikası, SETA Analiz, Sayı:54, Ekim 2012. 

Çakmak Cenap Çakmak, Arap Baharı Sürecinde ABD'nin Dış Politikası, İçinde Arap Baharı: Ortadoğu'da Demokrasi Arayışı ve Türkiye Modeli, Editör: Murat Aktaş, Ankara, Nobel Akademik Yayıncılık , 2012. 

Çubukçu Mete, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012. 

Djalılı Mohammad-Reza ve Kallner Thierry, Arap Baharı Karşısında İran ve Türkiye, İstanbul, Bilge Kültür Sanat Yayıncılık, 2013. 

Hook Steven W. ve Spaniner John, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayınevi, 2013. 

Özkan Mehmet, Mısır Dış Politikası: Dünü, Bugünü, Sorunları, SETA, sayı:88, Mart 2014 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

169 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 359. 
170 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 330. 
171 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,11. 
172 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 351. 
173 Erol A. Cebeci ve Diğerleri, Başkanlık Seçimleri Sonrasında ABD'nin Ortadoğu Politikası, SETA Analiz, Sayı:54, Ekim 2012, s, 6-7. 
174 Mohammad-Reza Djalili, Thierry Kallner, Arap Baharı Karşısında İran ve Türkiye, Bilge Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2013, s.,62-63. 
175 Erol A. Cebeci ve Diğerleri, Başkanlık Seçimleri Sonrasında ABD'nin Ortadoğu Politikası, SETA Analiz, Sayı:54, Ekim 2012, s, 4. 
176 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,12. 
177 Deniz Ülke Arıboğan, Büyük Resmi Görmek, İstanbul, Timaş Yayınları, 2013, s. 62. 
178 Mehmet Özkan, Mısır Dış Politikası: Dünü, Bugünü, Sorunları, SETA, Mart 2014, Sayı:88, s,9. 
179 Mete Çubukçu, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012 , s,192. 
180 Kılıç Buğra Kanat, Amerikan Dış Politikasının Bir Darbeyle İmtihanı, 10 Temmuz 2013, 
      http://setav.org/tr/abd-dis-politikasinin-bir-darbeyle-imtihani/yorum/6900 erişim Tarihi, 30 Nisan 2014. 
181 Mete Çubukçu, a.g.e., s, 192. 
182 BBC Türkçe, Kerry: Mısır Ordusu Demokrasiyi geri getirdi. 2Ağustos 2013 
      http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/08/130802_kerry_misir.shtml, Erişim Tarihi, 15 Nisan 2014. 
183 http://www.opec.org/opec_web/static_files_project/media/downloads/publications/ASB2013.pdf , erişimtarihi 2 Nisan 2014. 
184 Çubukçu, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012 , s,116. 
185 Steven W. Hook, John Spaniner, Amerikan Dış Politikası: İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze, İstanbul, İnkılap Yayıevi, s, 357. 
186 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), 
Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,11-12. 
187 Cenap Çakmak, Arap Baharı Sürecinde ABD'nin Dış Politikası, İçinde Arap Baharı: Ortadoğu'da Demokrasi Arayışı ve Türkiye Modeli, 
Editör: Murat Aktaş, Ankara, Nobel Akademik Yayıncılık , 2012, s.90. 
188 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), 
Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,13. 
189 Birol Akgün, ABD'nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler (Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri), 
Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü, 2012,s,14. 
190 Mete Çubukçu, Yıkılsın bu Düzen, Arap Ayaklanmaları ve Sonrası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012 , s,200. 
191 http://www.usasabah.com/Guncel/2012/11/1/suriye-ulusal-konseyini-sildi, erişim tarihi, 13 Mayıs 2013. 
192 Radikal, Obama: Dünya ABD'ye, ABD askerlerine güveniyor, 20 Eylül,2014, 
  http://www.radikal.com.tr/dunya/obama_dunya_abdye_abd_askerlerine_guveniyor-1213936, Erişim Tarihi, 21 Eylül, 2014. 


***


Terör Kavramı Kapsamında Ortadoğu’da Kimyasal Terör

Terör Kavramı Kapsamında Ortadoğu’da Kimyasal Terör 


HULUSİ EKBER KAYA


Özet 

11 Eylül terör saldırılarının sonucunda terör kavramı yeniden tartışılmaya 
başlanmıştır. Soğuk Savaş’dan, saldırıların gerçekleştiği tarihe kadar ABD, ideolojilerle mücadele ederken, 11 Eylül saldırılarından sonra bu mücadele yerini “İslami Terör”e karşı mücadeleye bırakmıştır. “İslami Terör” kavramı her ne kadar Müslüman toplumlar tarafından kabul edilmeyen ve tartışılan bir kavram olsa da uluslararası arenada genel kabul gördüğü bir gerçektir. Söz konusu kavramın uluslararası ilişkiler literatürüne girmesiyle birlikte gözler ABD’nin şer ekseni içine dahil ettiği İran ve Irak’a çevrilmiştir. 

Özellikle kitle imha silahlarına sahip olduğu ve terörü desteklediği iddia edilen bu ülkeler ellerinde bulundurdukları saldırı kapasiteleriyle, ABD’nin kendisine herhangi bir saldırı yapılabileceğini düşünmeye itmiştir. ABD, Irak müdahalesinin gerekçesini Saddam rejiminin elinde bulundurduğunu düşündüğü kimyasal silahlara dayandırmaktaydı. Söz konusu silahların bölgedeki terör gruplarının eline geçmesinin mümkün olacağı ve bunun sonucunda da bölgede kimyasal terörün türeyeceği düşünülüyordu. 

2010 yılında Tunus’ta başlayan ve Kuzey Afrika ülkelerini etkileyen, daha sonraki yıllarda Ortadoğu’ya da sıçrayan Arap Baharı olarak adlandırılan halk hareketlerinin son ayağı olan Suriye’de de günümüzde devam eden çatışmalarda birçok insan hayatını kaybetmiştir. Suriye’de kullanılan kimyasal silahlar büyük tepki çekmiş ve bu silahların ne kadar tehlikeli olduğu gerçeğini dünya bir kez daha görmüştür. Fakat kimyasal silahların kim tarafından kullanıldığı tartışma konusu olmaya devam etmiş ve tekrar kimyasal terör kavramı gündeme gelmiştir. Kimyasal silahlar maliyetleri düşük, transferleri kolay ve ufak bir 
labaratuar ortamında bile üretilebilen silahlardır. Bu bağlamda terör grupları tarafından tercih edilen ve terör kavramının temelleri olan “korku yayma” ,“tedirgin etme” ve “şiddet” unsurlarını fazlasıyla taşıyan bu silahlar geçmişten günümüze çatışmalarla anılan bölgenin güvenliğini tehdit etmektedir. 

Bu çalışmada terör kavramına çeşitli perspektiflerden bakılarak kimyasal terör 
açıklanmaya çalışılacak ve Ortadoğu’da kimyasal terör sorunu irdelenerek özellikle bu sorunla anılan başlıca ülkeler incelenecektir. 

Terör Kavramı Kapsamında Ortadoğu’da Kimyasal Terör 

 Terörizmin akademik, sivil ve yasal alanlarda halen açık ve evrensel bir açıklaması yoktur.27 

11 Eylül 2001'den beri terörizmin tanımı için yeni bir aciliyet belirlenmiştir. 

Bu aciliyetin ardındaki temel neden terörizmin artık gözardı edilemeyecek hukuki sonuçları olan bir olgu olduğu gerçeğidir.28 Terörizm sınıfına giren hareketler devlet politikaları yönetmeliklerinde net bir şekilde karşılık bulamaz. Birini terörist olarak isimlendirmek Claudia Card’a göre sadece bir keşif yapmak değil, üzerlerine bir yargılama kondurmaktır.29 

 Bilindiği gibi en şiddetli ve en tehlikeli terörizm hükümet terörü olarak da kullanılan ülke terörizmidir. Ülke terörizmi; ülke veya ülkeyle bağlantılı grupların ülkenin kendi halkına karşı veya işgal altında olan başka bir halka karşı uyguladığı, hükümetin amaçlarını yerine getirmek için karşı çıkanları sindirme hedefinde olan bir terör şeklidir.30 

 Enders ve Sandler’e göre terörizm, normal dışı şiddetin alt kimliklerce vahşet veya normal dışı şiddet tehdidini kullanarak politik, dini, ideolojik amaçlarını gerçekleştirmek için büyük kitleler üzerinde korku yaratmasıdır.31 Chomsky, terörizmi; zorlayıcı niyetlerin, bir toplum üzerinde politik, dini veya diğer amaçları yerine getirmek için kullanılmasıdır şeklinde tanımlamıştır. Stern, terörizmi bir kitle ya da kitleleri etkilemek veya korkutmak amacıyla 
silahsız kişilere yönelik şiddet tehdidi veya hareketi olarak tanımlar.32 

Bir Siyaset bilimci olan Robert English’e göre terörizm politik bir amaç için heterojen bir şiddet kullanılması veya şiddet tehdidinde bulunulmasıdır. Birçok hareketi, hedefleri ve aktörleri içerebilir.33 

 Ted Honderich terörizmi politik şiddet olarak tanımlamaktadır. Honderich terörizmi veya politik şiddeti, politik ve sosyal niyetlerle, insanları korku içine sokmayı hedefleyen, ahlaki gerekçeleri konusunda soru işaretleri yaratan, ülkeler ve toplumlar arasında küçük çaplı şiddet yaratan ve uluslararası savaşlara uygun olmayan politik bir hareket olarak tanımlamaktadır.34 

 English’e göre teröristler ortak bir karakterde birleşir: psikolojilerinin normal durumu. Bu durum terörizm hareketlerine nasıl karşılık verileceğini belirler. Özellikle Amerikan savunma topluluğu kurallarında, terörizmin sadece İslamcı militan bir hareket olduğuyla ilgili yanlış bir bakış açısı vardır. Bütün terör hareketlerini İslam dini geleneklerine bağlamak doğru değildir. Din, teröristin terör yaratma konusunda itici gücü olabilir ancak politik ve sosyal bazı faktörler olmadan ortaya çıkamaz.35 

 Terörizm genellikle zayıf sivillerin güçlüye, ülkeye karşı yaptığı asimetrik strateji olarak görülür. Birçok durumda ülkelerin yaptığı hareketler terörizm olarak algılanmaktan çok, düşük düzeyli savaş, meşru müdafaa ve eğer başarılı olursa bölgesel ve pragmatik olarak görülür.36 

 Son zamanlarda uluslararası terör örgütlerinin ulaşım ağı belirgin bir hal almıştır. 

Birçok ülkede birçok temsilcileri vardır ve bir ülkeden fazlasına karşı aktif 
olabilmektedirler.37 Taktik olarak uygulanan terörizmi ülke temsilcileri ve askeri olmayan organizasyonlar arasındaki terörizmden ayırmak gerekir. Görüldüğü gibi, terörizmin tanımı henüz tam olarak yapılmamıştır. 38 

Tablo 1: Terörün belirleyicileri 39 


 Terörizm, toplumda genel bir korku ortamı oluşturmak ve belirli bir siyasi amacı elde etmek için sistematik bir şekilde şiddetin kullanılması olarak tanımlanmakta dır. Bir başka ifadeyle terörizm bir siyaset yapma biçimi, hatta siyasetin en radikal biçimi olarak da tanımlanabilir.40 

 Terörizm, uluslararası bir fenomen olduğu için, terörizme verilecek karşılık da uluslararası alanda olmalıdır. Eğer terörizmin tehdidine karşı etkili bir karşı tedbir düzenlenecekse, ilk olarak kabul edilebilir bir düzeyde sorunun tanımlanmasına ihtiyaç vardır.41 

 Terör, teknolojinin gelişmesi ile hem nitelik hem de nicelik olarak değişimlere uğramıştır. Günümüz anlayışında da terör türlerinden biri de nükleer, kimyasal, radyolojik ve bakteriyolojik terördür.42 Konvansiyonel silahlara göre çok daha fazla tahribat yapabilen ve çok daha fazla sayıda insan ve diğer türden canlının ölümüne neden olan silahlara kitle imha silahları denir.43 

 Sovyetler Birliği’nin dağılması, senelerce çok yüksek miktarlarda üretilen her türlü KİS kategorisindeki nükleer, biyolojik ve kimyasal silahın ve bunların yapımında kullanılan malzeme ve teknolojinin üzerindeki kesin Sovyet otoritesini de zaafa uğratmıştır. Aralarında İran, Irak, Libya ve Kuzey Kore’nin bulunduğu bir grup ülkenin bu silahlara ve/veya onları geliştirme kapasitesine sahip olmak maksadıyla doğrudan ya da terör gruplarını kullanarak girişimlerde bulundukları tespit edilmiştir. Bu süreç terörist grupların da KİS sahibi olmaları sonucunu doğurmuştur.44 Kimyasal silahlar için birçok tanım vardır. Klasik askeri tanımlara göre kimyasal silahlar zarar verdikleri organlara göre sınıflandırılır. Genellikle, kimyasal silahlar ciğer etkenleri, kan etkenleri, deri veya deri yakan etkenler ve sinir etkenleridir.45 

Ülkelerin büyük çoğunluğu tarafından imzalanan 1993 Kimyasal Silah Anlaşması, var olan bütün kimyasal silah stoklarını yok etmeyi ve ileride bunların geliştirilmesini, üretilmesini, stoklanmasını, transferini ve kullanımını engellemeyi amaçlamaktadır. Kimyasal silahlar öldürmek üzere yapılan, insan yapımı toksin maddelerdir.46 

 Kimyasal terör konusunda en büyük tehlike El Kaide gibi devlet dışı aktörlerden gelmektedir. Askeri ve dini duygularla motive edilmiş terörist organizasyonlar ülkelerden daha az ahlaki ve yasal kısıtlamalara uyarlar ve konvansiyonel silahları kullanmaya daha meyillidirler.47 El Kaide açık bir şekilde nükleer, biyolojik ve kimyasal silah olarak tanımlanan kitle imha silahlarını kullanma eğiliminde olduklarını belirtmiştir. 

Örneğin 21 Mayıs 2003’te El Kaide mensuplarından olan Nasir Bin Hamd al-Fahd, İslam kanununa göre KİS’in Batı ülkelerine karşı kullanılmasının uygun olduğunu söylemiştir.48 

 Bazı terörist gruplar büyük hedefler ortaya koyarlar ve bunları hayata geçirmek için KİS’i de içeren şiddet dolu ve konvansiyonel olmayan bir çok yola başvurmakta tereddüt etmezler. Dahası gizli terörist gruplar ve organizasyonlar konvansiyonel olmayan silahları elde etme ve kullanma becerisine sahiptir. Bu nedenle 1990’ların ortalarından itibaren KİS terörü uluslararası düzeydeki en önemli konulardan biri haline gelmiştir.49 

 Kimyasal Silah Antlaşması sadece devleti aktör olarak almaktadır. Anlaşma devlet dışı aktörlerce meydana getirilecek bir kimyasal terörizme değinmemiştir. Ancak Suriye’deki rejimin düşmesi ve kimyasalların Hizbullah gibi devlet dışı aktörlerin eline geçmesi ihtimali devletleri konu üzerinde düşünmeye itmiştir.50 Son yıllarda biyolojik ve kimyasal silahlar terörist örgütlerce korku salarak ve tehdit yaratarak amaçlarını yerine getirmek için bir araç haline gelmiştir. Gerçekten de El-Kaide örgütü gerektiği taktirde kimyasal ve biyolojik 
silahlar kullanmakta tereddüt etmeyeceklerini açık bir şekilde belirtmiştir.51 

 Suriye’nin kimyasal silahları hakkındaki endişeler sürmektedir. Beşar Esad’ın 
yönetimi kaybetmesi durumunda kimyasal silahları üzerindeki denetimini kaybetmesinden ve silahların muhalif grupların veya teröristlerin eline geçmesinden endişe edilmektedir. Bu durumda kimyasal maddelerin denetimi daha da zorlaşacaktır. Suriye Kimyasal Silah anlaşmasına taraf olmadığı için Suriye’nin sahip olduğu silahların gerçek miktarı hakkında net bir bilgi bulunmamaktadır.52 Teröristler toksik endüstriyel kimyasalları gitgide daha çok 
kullanmaktadır. Birçok ülkede bu maddelerin satışı denetlenememektedir. Bunların üretimi de büyük miktarda olduğu için denetlenmesi daha da zorlaşmaktadır. Teröristlerin gelişigüzel yapılan kimyasal silah denemeleri son yıllarda birçok kazaya sebebiyet vermektedir.53 

     Sonuç olarak, eğer ülkeler kimyasal silahlar konusunda ortak adımlar atarlarsa, özellikle Ortadoğu’da yaşanması muhtemel bir kimyasal terör saldırısının önüne geçebilirler. 

Burada ülkelerin birbirleriyle istihbarat paylaşımları önemli rol oynamaktadır. Aksi takdirde Ortadoğu’da halen devam etmekte olan çatışmalar ve karmaşa haline bir de kimyasal terör saldırısı eklenmesi olasılıklar dahilinde gözükmekte dir. Unutulmamalıdır ki terörizm istikrarsızlıklardan beslenir. 

Kaynakça 

 Adaskova ,Dasa – Chuguryan, Simona Chuguryan- Kucharcik, Rudolf, “The International Cooperation in the Fight Againist the WMD Terrorism”, 
European Researcher, Vol 65, No 12-2, 2013 

Aydın, Fatih Mustafa, "Etnik Ayrılıkçı Terörle Mücadele Politikaları Kapsamında Türkiye ve İspanya Analizi", Terörle Mücadelede Makro ve Mikro Perspektifler, 2011 

Caşın, Mesut Hakkı, Uluslararası Terörizm, Ankara 2008 

Cebeci, Münevver, "Defining the "New Terrorism": Reconstruction of the Enemy in the Global Risk Society", Uluslararası İlişkiler, Cilt. 8, Sayı. 32, 2012 

Chainoglou , Kalliopi, "Book Reviews", European Law Journal, Cilt.14, Sayı.4, 2008 

Chalela, Julio A. – Burnett,W. Thomas, “Chemical Terrorism for the Intensivist”, Military Medicine, Vol 177, No 495, 2012 

Friedman, David, “Biological and Chemical Weapons Arms Control in the Middle East”, The Nonproliferation Review, Vol 19, No 3, 2012, 

Kastanidou, Elisabeth Symeonidou-, "Defining Terrorism", European Journal of Crime, Criminal Law and Criminal Justice, Cilt. 12, Sayı.1, 2004 

Kibaroğlu, Mustafa, “Kitle İmha Silahları ile Terör: Kıyametin Yeni Eşiği mi?”, Avrasya Dosyası, Cilt 12, No 3, 2006 

Kibaroğlu, Mustafa, “Ortadoğu'da Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bölge (NSAB) Oluşturulması Çabaları ve Türkiye”, Ortadoğu Analiz, Vol 4, No 48, 2012 

Krieger, Tim - Meierries, Daniel, "What Causes Terrorism?", Public Choice, Cilt.147, Sayı.1-2, 2011 

Lizardo, Omar, "Defınıng and Theorizing Terrorism: A Global Actor-Centered Approach", Journal of World-Systems Research, Cilt.14, Sayı.2, 2008 

Meisels, Tamar, "Defining terrorism – a typology", Critical Review of International Social and Political Philosophy, Cilt. 12, Sayı. 3, 2009 

Panter , Heather, "Defining Terrorism and Counterterrorism Methods", Crime Law Soc Change 2012 

Reitan, Eric, “Defining Terrorism for Public Policy Purposes: The Group Target Definition", Journal of Moral Philosophy, 7, 2010 

Tucker, Jonathan B., “The Role of the Chemical Weapons Convention in Countering Chemical Terrorism”, Terrorism and the Political Violence, 
Vol 24-1, 2012 “Syria Crisis Highlights importance of Chemical Weapons Convention”, Strategic Comments, Vol 19, No 12, 2013 

Tucker, Jonathan B., “The role of the Chemical weapons Convention in Countering Chemical Terrorism”,Terrorism and The Political Violance, 
Vol 24, No 1, 2011 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


27 Heather Panter, "Defining Terrorism and Counterterrorism Methods", Crime Law Soc Change, 2012 58:, s. 579. 
28 Kalliopi Chainoglou, "Book Reviews", European Law Journal, Vol 14, No 4, 2008, s.509. 
29 Eric Reitan, “Defining Terrorism for Public Policy Purposes: The Group Target Definition", Journal of Moral Philosophy, 7, 2010, s.254. 
30 Elisabeth Symeonidou-Kastanidou, "Defining Terrorism", European Journal of Crime, Criminal Law and Criminal Justice, Vol 12, No 1, 2004, s.18-19. 
31 Omar Lizardo, "Defınıng and Theorizing Terrorism: A Global Actor-Centered Approach", Journal of World-Systems Research, Vol 14, No 2, 2008, s. 93. 
32 Omar Lizardo, a.g.m., s. 93. 
33 Heather Panter, a.g.m., s. 579. 
34 Tamar Meisels, "Defining terrorism – a typology", Critical Review of International Social and Political Philosophy, Vol 12, No 3, 2009, s. 335. 
35 Heather Panter, a.g.m., s. 580 
36 Münevver Cebeci, "Defining the "New Terrorism": Reconstruction of the Enemy in the Global Risk Society", Uluslararası İlişkiler, Vol 8, No 32, 2012, s. 39 
37 Elisabeth Symeonidou-Kastanidou, a.g.m., s. 20 
38 Omar Lizardo, a.g.m., s. 108 
39 Tim Krieger-Daniel Meierries, "What Causes Terrorism?", Public Choice, Vol 147, No 1-2, 2011, s.5. 
40 Fatih Mustafa Aydın, "Etnik Ayrılıkçı Terörle Mücadele Politikaları Kapsamında Türkiye ve İspanya Analizi", Terörle Mücadelede Makro ve Mikro Perspektifler, 2011, s.3. 
41 Mesut Hakkı Caşın, Uluslararası Terörizm, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2008, s.142. 
42 Haydar Çakmak, Terörizm, Ankara, Platin Yayınevi, 2008, s.33-40 
43 Mesut Hakkı Caşın, a.g.e., s.662 
44 Mustafa Kibaroğlu, “Kitle İmha Silahları ile Terör: Kıyametin Yeni Eşiği mi?”, Avrasya Dosyası, Cilt 12, No 3, 2006, s124-132. 
45 Julio A. Chalela-W. Thomas Burnett, “Chemical Terrorism for the Intensivist”, Military Medicine, Vol 177, No 495, 2012, s.497. 
46 Jonathan B. Tucker, “The Role of the Chemical Weapons Convention in Countering Chemical Terrorism”, Terrorism and the Political Violence, Vol 24-1, 2012, s.105-106. 
47 Jonathan B. Tucker, a.g.m., s.105. 
48 Jonathan B. Tucker, a.g.m., s.106. 
49 Dasa Adaskova-Simona Chuguryan-Rudolf Kucharcik, “The International Cooperation in the Fight Againist the WMD Terrorism”, 
European Researcher, Vol 65, No 12-2, 2013, s.2937-2938. 
50 “Syria Crisis Highlights importance of Chemical Weapons Convention”, Strategic Comments, 19/12, 2013,s.3. 
51 David Friedman, “Biological and Chemical Weapons Arms Control in the Middle East”, The Nonproliferation Review, Vol 19, No 3, 2012, s.401. 
52 Mustafa Kibaroğlu, “Ortadoğu'da Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bölge (NSAB) Oluşturulması Çabaları ve Türkiye”, Ortadoğu Analiz, Vol 4, No 48, 
2012, s.70. 
53 Jonathan B. Tucker, “The role of the Chemical weapons Convention in Countering Chemical Terrorism”,Terrorism and The Political Violance, 
Vol 24, No 1, 2011, s.106. 



***

Soğuk Savaştan Günümüze Ortadoğu 1956 Süveyş Krizi ve Krizi

Soğuk Savaştan Günümüze Ortadoğu  1956 Süveyş Krizi 


 Krizin NATO Ülkeleri Üzerindeki Ekonomik Etkileri 



 Soğuk Savaştan Günümüze Ortadoğu 1956 Süveyş Krizi ve Krizin NATO Ülkeleri Üzerindeki Ekonomik Etkileri 

İLKSEN KATI


SUNUŞ 

Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü olarak ikincini düzenlediğimiz Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Sempozyumu, öncelikle Türkiye'nin farklı üniversitelerinde bu alanla ilgilenen ve araştırmalar yapan lisansüstü öğrencilere çalışmalarını sunma ve değerlendirme imkanı getirmekte ve katılımcılarla bölümümüzün değerli akademisyenlerini bir araya getirerek birikimlerini ve çalışmalarını paylaşabilecekleri ve tartışabilecekleri ortak bir akademik zemin yaratmayı amaçlamaktadır. 

Bu sene farklı üniversitelerden daha çok katılımcının teveccüh gösterdiği 
sempozyumumuzda Türk Dış Politikası’ndan, medya çalışmalarına, kimlik sorunlarından Ortadoğu'nun siyasi tarihine, bölgesel çalışmalardan enerji bağımlılığına kadar uzanan uluslararası ilişkiler ve sosyal bilimlerin ilgili alanlarındaki özgün çalışmalar sunulmaktadır. 

Bu anlamda Sempozyum sunum ve tartışmalar ile geleceğin akademisyenleri olan lisansüstü öğrencilerin alana güncel katkılar vermesini sağlamaktadır. 

Gelecek yıllarda da gelişerek sürmesi için çaba göstereceğimiz Uluslararası İlişkiler Sempozyumu, bölümümüz akademisyenlerinin ve öğrencilerimizin de desteği ile gelenekselleşerek sosyal bilimler alanında ülkemizin belli başlı lisansüstü sempozyumlarından biri haline gelecektir. 

Etkinliğin düzenlenmesinde emeği geçen herkese, özellikle Düzenleme Kurulu’nda ve Yayın Kurulu’nda yer alan araştırma görevlilerimiz Yusuf Kenan Polat, Tolga Öztürk ve Taylan Seyirci’ye çok teşekkür ederim. Onların yoğun çabası bu etkinliğin gerçekleşmesini ve bildirilerin yayına hazırlanmasını mümkün kılmıştır. 

2014 Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Sempozyumu’nun tüm katılımcılar ve öğrencilerimiz için yararlı olduğunu umarım. 

Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı 
Yrd. Doç. Dr. Ceren Uysal Oğuz 



1956 Süveyş Krizi ve Krizin NATO Ülkeleri Üzerindeki Ekonomik Etkileri., 

İlksen KATI 

 Süveyş Krizi, Nasır Dönemi, NATO, 1956 Savaşı, Arap-İsrail çatışması, Süveyş Kanalı, Mısır, Birleşik Krallık, Fransa, İlksen KATI,


Özet 

19.yüzyılın sonlarından itibaren bugünkü İsrail topraklarına yerleşmeye başlayan Yahudiler ile bölgede yaşayan Arapların, I. Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen çatışmalarının sonucu 1948 Savaşı’nı oluşturur. Bu savaş sonrası Ortadoğu’da Batı karşıtlığı ve Arap milliyetçiliği akımları güçlenmiş, Mısır’da milliyetçi kesim darbe yaparak, cumhuriyet ilan edilmiştir. Batı ve Mısır arasında iplerin gerilmesine sebep olan durum ise dünya ticaretinin önemli geçiş noktalarından birisi olan Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesidir. Millileştirme sonrası Kanal’dan büyük oranda yararlanan Birleşik Krallık ve Fransa, Mısır ile düşman olan İsrail ile işbirliği yapmışlar ve 1956’da İsrail’in saldırmasına vesile olmuşlardır. “Süveyş Krizi” olarak da bilinen bu savaş sırasında Süveyş 
Kanalı ticarete kapatılmış, haliyle ticaret güzergâhlarında Süveyş Kanalı rota olarak kullanan devletler ekonomik açıdan ciddi sıkıntılar yaşamışlardır. Bu çalışmada da Süveyş Kanalı’nın tarihçesi, 1956 Süveyş Savaşı, savaşın nedenleri ve bu savaşın Avrupa’da NATO’ya üye devletler üzerindeki ekonomik etkileri incelenecektir. 

Giriş 

Devletler ekonomilerini geliştirmek amaçlı sömürgecilik faaliyetlerine başlamışlar ve 15. yüzyıldan beri sistematik olarak bu faaliyetlerine devam etmişlerdir. Bunu gerçekleştirirken boğaz, kanal gibi stratejik yerleri de ellerinde bulundurmaya dikkat ettiler. 
Çünkü bu stratejik yerler sayesinde devletler sömürgecilik alanında hem başat güç olmayı hem de ulaşımın daha kısa, güvenli ve az masraflı olmasını hedeflemişlerdir. 

Mısır, sömürgecilik tarihi boyunca önem arz etmiş yerlerden bir tanesidir. Gerek Nil Nehri sayesinde elverişli arazilere sahip olması ve gerek Doğu ve Batı arasında ticaret yolunun üzerinden geçmesi dolayısıyla önemli bir jeopolitik konumasahiptir. 1 Bunların yanında Mısır ve Süveyş’in birleştirmesi fikri de Mısır’ın konumunu önemli kılmıştır. M.Ö. 3000’lerden itibaren Mısır’da egemenlik kurmuş birçok devlet Süveyş’e bir kanal yapma çalışmalarında bulunsalar da tamamen kurulması Osmanlı Devleti dönemine rastlar. Özellikle Fransa konsolosu F. De Lesseps’in çalışmalarıyla 1769’da kanal kullanıma açılmıştır. I. Dünya Savaşı sonrası her ne kadar kanal savaş sonrası kurulmuş olan Mısır Krallığı altında gibi gözükse de Batı’nın özellikle de İngiltere’nin kendi çıkarlarını 
korumak için kanal üzerinde hâkimiyet kurduğunu söyleyebiliriz. 

II. Dünya Savaşı sonrası ABD ve SSCB’nin yaratmış olduğu bloklaşma ile “Soğuk Savaş” dönemine giriş yapılmış, bu dönemde sömürge devletleri artık bağımsızlıklarını elde etme girişimlerine başlamışlardır. Bunun yanında Ortadoğu’da İsrail Devleti’nin kurulması Arap dünyası tarafından hiç hoş karşılanmamış ve ileride önemli bir sorun haline sebep olacak Filistin-İsrail savaşlarının ilki 1948’de meydana gelmiştir. Bu durumla birlikte Pan Arabizm 
akımından Ortadoğu’daki devletler etkilenince, Batı’ya karşı sempati giderek azalmaya başladı. Mısır’da da bu durum kendini göstermiş, Batı yanlısı Kral Faruk tahtından düşürülerek yerine Cemal Abdül Nasır başa geçmiştir. Nasır başta Batı yanlısı politika izlemiş gibi görünse de daha sonra Batı karşıtı politika sergilemiştir. Bu politikanın en önemli faaliyeti de Süveyş Kanalı’nı millileştirmesidir. 

Kanal’ın millileştirilmesi sonucunda 1956’da İsrail, Mısır, Fransa ve İngiltere’nin de içinde bulunduğu bir kriz meydana gelmiştir. Bu kriz ABD ve SSCB’nin arabuluculuğu ile sona erse de Batı özellikle hem bölgedeki konumu hem de ekonomik açıdan olumsuz olarak etkilenmiştir. Bu makalede kriz ve krizin NATO ülkeleri üzerindeki ekonomik etkileri incelenecektir. 

1.Süveyş Kanalı’nın Tarihi 

Mısır birçok uygarlığa sahiplik etmiş olduğundan Süveyş Kanalı’nın yapılma fikri çok eskilere dayanmaktadır. En eski kanalın firavunlar döneminde kazıldığı bilinmektedir. Bu kanallar başta sulama amaçlı kullanılsa da zamanla taşımacılık için de kullanılmıştır.2 Firavunlar döneminde yapılan bu kanalları Persler, Yunanlar ve Romalılar da kullanmıştır. Hz. Ömer döneminde kanal kullanılsa da diğer halifeler döneminde kanala olan ilgi azalmaya başlamıştır.3 

Süveyş Kanalı’nın açılması için yapılan ilk girişim 1500’lü yıllarda Venediklilerden gelmiştir. Venediklilerin buradaki amacı Akdeniz ticaretinde Portekizlilere kaptırdıkları güçlerini geri kazanmaktı. Daha sonra kanal açılması girişimleri Osmanlı Devleti Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’dan gelmiş olsa da Kıbrıs’ın fethi dolayısıyla bu girişim kağıt üstünde kalmıştır.4 

Kanal açılması fikrini destekleyen devletlerden birisi de Fransa idi. Özellikle XIV. 
Louis döneminden itibaren Mısır’ın Fransız kontrolü altında olması gerektiğine inanan Fransa, burada bir kanalın açılmasının gerekli olduğunu iddia ediyordu.
Bu yüzden zaman içerisinde birçok Fransız mühendis, hem Avrupa’yı hem de Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’yi ikna etmek için çalışmalar yürütmüşler ve en sonunda F. De Lesseps 1854’te Mısır valisi Sait Paşa’dan kanalı kazması için bir şirket kurması konusunda imtiyaz almış olsa da Osmanlı’nın o dönem Rusya ile savaş halinde olması ve İngilizlerin Fransızların bu girişimine engel olmak 
istemesi dolayısıyla bu iki devletten izin alamamıştır. 5 Ancak 1866’da Osmanlı Devleti, kanalın hafriyatının başlamasına izin vermiş ve 1869’da da Süveyş Kanalı kullanıma açılmıştır. 6 

Kanal açıldıktan sonra işletimini Fransızlar devralmıştır. Ancak 1875’de Mısır 
hükümeti mali sıkıntılara düşünce, Kanal üzerindeki hisselerini İngilizler almışlar ve 1882’de Mısır’ı İngiltere işgal edince, Süveyş Kanalı üzerindeki hakimiyetini güçlendirdi.7 Bu durum sonrası “serbest geçiş” ilkesinin ihlal edilmesinden endişe eden diğer devletlerle 1888’de İstanbul Anlaşması imzalanarak bu kanalın hukuki rejimi de belirlenmiş oldu. Ve bu durum 1956’ya kadar devam etmiştir.8 

2. 1956 Süveyş Krizi 

1956’da gerçekleşen Süveyş Krizi aslında II. Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen olayların birbirini tetiklemesi sonucu gerçekleşmiştir. 
Bu kriz Mısır, İngiltere, Fransa ve İsrail’i doğrudan, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni ise dolaylı olarak ilgilendirmiştir. 

A. Savaşın Temel Sebepleri 

Bu krizin temel sebeplerini kronolojik olarak ele alacak olursak, o dönem içerisinde gerçekleşen Arap-İsrail Sorunu bu krizin birincil sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır. 1948 yılında Suriye, Ürdün, Mısır, Irak, Lübnan ile İsrail’in arasında Birinci Arap-İsrail Savaşı gerçekleşmiş, bu savaş sonunda ateşkes görüşmeleri başlamıştır. Her ne kadar ateşkes anlaşmaları bu görüşmeler sonucunda neticelenmiş olsa da, kalıcı bir barış durumu 
gerçekleşememişti. Bu yüzden bu durum geçici idi ve Araplar’ın “İsrail’in ortadan kalkması” amaçlı intikamlarını gerçekleştirmesi için imkân halen geçerli idi. Bu duygular ile Arap milliyetçiliğinin birleşmesi bundan sonra meydana gelecek olan İsrail- Arap savaşlarının devamını getirecekti. Her ne kadar Batılı devletler bu durumu fark etmiş ve bu durumu engellemek amacıyla 1950’de yayınladıkları bir deklarasyon9 ile Ortadoğu’ya bir silah ambargosu koymayı hedefleseler de, Sovyetler Birliği’nin bu deklarasyona katılmaması dolayısıyla Sovyet Rusya’nın Ortadoğu’daki nüfuzunu arttırmasına ve buradaki ülkelerin Sovyetler Birliği’nden silah temin etmesi ile Batılı devletler başarısız olmuşlardır.10 

Kalıcı bir barış anlaşmasının yapılmaması sorunun yanında bir de Arap mültecileri sorunu da krizin birincil sebebini besleyen yan sebep olarak nitelendirebiliriz. 1948 Savaşı sonrası radikal Siyonistlerin ve İsrail askerlerinin yapmış oldukları faaliyetler dolayısıyla, bölgede yaşayan Araplar ülkelerini terk etmişlerdir. Kısa bir süre sonra Mısır ve Ürdün’deki kamplardaki Arap mültecilerin sayısı 750.000’i bulunca haliyle Arap milliyetçileri için potansiyel askeri ve diplomatik silah ortaya çıkmıştır. 11 

Soğuk Savaş dünyada mevcut olan tüm ülkeleri etkilemiş, haliyle bu dönem 
Ortadoğu’da da kendini hissettirmiştir. Bu yüzden bu devletler özellikle 1948 Savaşı sonrası Arap milliyetçiliğinin de vermiş olduğu etkiyle birlikte, kendi içlerindeki dinamikleri sorgulamaya ve değiştirmeye başlamıştır. İşte bu durum da krizin ikincil sebebini oluşturmaktadır. Mısır ve Sudan’ın yönetiminde 1882’den beri söz sahibi olan İngiltere’ye ve 1922’den beri onunla işbirliği yapan Mısır Krallığı’na karşı tepkiler gelişmeye başlamıştır. Bu bağlamda, Mısır’da 23 Temmuz 1952’de Cemal Abdül Nasır liderliğinde başlayan Hür Subaylar Hareketi Kral Faruk’a karşı darbe gerçekleştirmiş, ülke yönetimine el koymuştur. 12 
Ve daha sonra Mısır Krallığı yıkılarak, cumhuriyet ilan edilmiş, Cemal Abdül Nasır 1954’te başbakan ve iki sene sonra Mısır’ın cumhurbaşkanı olmuştur.13 

Nasır başa geçtikten sonra başta batı yanlısı bir dış politika izlemiştir. Bu bağlamda 19 Ekim 1954’de İngiltere ile Süveyş Kanalı ile ilgili bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre, İngiltere yedi ay içerisinde Süveyş’teki üsleri boşaltacaktı. Fakat, yedi yıl içerisinde eğer yabancı bir kuvvet Arap Birliği üyelerinden birine veya Türkiye’ye herhangi bir saldırıda bulunursa üslere yeniden geri dönebilme hakkına sahip olacak ve tehlike son erene kadar bu 
üslerde kalabilecekti. Ayrıca Süveyş Kanalı Mısır’ın bir parçası olarak kabul edilerek, 1888 İstanbul Anlaşması’nda öngörülen kanaldan geçiş serbestliği ilkesine taraflar uymaya devam edecekti. 14 

Bu anlaşma ile Nasır diğer Batı devletleriyle de işbirliği yapacağı düşünülse de öyle olmamış, bu politikanın tam tersi bir politika izlemeyi tercih etmiştir. Çünkü o dönemde Ortadoğu’da İsrail yüzünden ciddi bir Batı karşıtlığı mevcuttu. Eğer devletler Batı ile herhangi bir ittifaka girerlerse, dolaylı olarak İsrail’i de tanımış sayılacaklardı ki bu da mümkün değildi. 15 Sonuç olarak, Sovyetler Birliği’ne karşı Ortadoğu’da bir ittifak kurmayı hedefleyen Batı, Türkiye’yi temsilci seçerek, Mısır’ı “Bağdat Paktı” adı altında yeni kurulacak bu ittifaka davet etmiştir. Ancak Mısır bu teklifi reddetmiş ve özellikle Pakta karşı Arap muhalefetini güçlendirmek için çalışmalarını yürütmüştür. Özellikle İngiltere’nin Irak’ı destekleyerek pakta dahil olmasını istemiştir. Bunun üzerine Irak 1955’te Pakta katılacağını 
belirtmiş, bu bağlamda Mısır 22 Arap Devleti’ni toplantıya çağırarak Irak’ı suçlamış ve Arap Kolektif Güvenlik Paktı’nı ihlal ettiğini ifade etmiştir. Ancak Irak Bağdat Paktı’na katılmayı tercih etmiştir. İngiltere bu pakt ile kendi güvenlik ağını kurunca, Mısır politikasını değiştirmiştir. 16 Bunun sonucunda 1955’de Endonezya’da gerçekleşen Bandung Konferansı’na katılarak Bağlantısızlar Hareketi’nin liderlerinden biri olmuş17 ve Batı’dan tamamen ayrı bir politika izlediğini kanıtlamıştır. Ayrıca bu hareketin diğer önemli temsilcilerinden Çekoslovakya ile yakınlaşarak 30 Eylül 1955’te silah anlaşması imzalayarak 
Batı’nın Ortadoğu’daki silah tekelini de bu şekilde kırmış oldu. 18 

Yukarıda bahsedilen olaylar bu krizin diğer sebeplerini oluştururken, Asvan Barajı ve Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi krizin patlak vermesine neden olmuştur. İsrail karşısında askeri anlamda güçlü olmak için Çekoslovakya’dan silah temin eden Mısır, bunun yanında ayrıca ekonomik anlamda da kalkınmanın gerekli olduğunu biliyordu. Bu bağlamda Nil Nehri üzerine yapılması planlanan önemli sulama projesi Asvan Barajı’nın gerçekleştirilmesine karar verdi. Ancak Nasır’ın bu projesi gerçekleştirmesi için dış kredi ve sermayeye ihtiyacı vardı. Bunu fark eden ABD, İngiltere ve Dünya Bankası Mısır’ın kendilerine karşı tavrına rağmen, bu projenin hayat bulması için gerekli yardımı yapacağını söylediler. Fakat, Mısır hem Çekoslovakya’dan silah almaya devam ettiği hem de Mısır’ın bu projenin gerçekleşmesiyle İsrail’e karşı ciddi bir tehdit oluşturacağını fark edince Batı, yaptığı teklifi geri çekti. 19 Bunun üzerine Mısır Hükümeti Süveyş Kanalı Şirketi’nin ulusallaştırdığını bildirerek Kanal yönetimine el koydu. 

B. 1956 Süveyş Savaşı 

Savaş öncesi meydana gelen olaylar 

Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi sonrası İngiltere ve Fransa hükümetleri, hem kanalı inşa eden, hem onun sahibi olan şirkette hisseleri bulunduğu ve hem de bu eylemin Nazır’ın Arap ülkeleri gözünde öneminin artması dolayısıyla bunu düşmanlık göstergesi olarak algılamışlardır. İsrail ise, uzun süredir komşusu olduğu güçlü Mısır’ı zayıflatmak için bir fırsat olarak nitelendirmiştir. Sonuç olarak, bu üç devlet Mısır’a karşı bir ittifak hazırlamaya karar verirler. Bu üç devletin temsilcileri Sevr’de toplanarak “Silahşör Operasyonu” adı altında Mısır’ı işgal planı hazırladılar. 20

Savaşın Gerçekleşmesi 

İşgal planının hazırlanması üzerine İsrail kuvvetleri 29 Ekim 1956’da Mısır’ı işgal etmiştir. Ertesi gün ise, Fransa ve İngiltere hükümetleri, savaşın durdurulmasını istediler, eğer iki taraf da buna uymaz ise, güç kullanacaklarını da belirttiler. İsrail bunu kabul etse de Mısır, Süveyş Kanalı’nın kendi toprakları içerisinde olduğunu ifade ederek çekilmeyi reddettiler. Bunun üzerine de İngiltere ve Fransa müdahalede bulundular. 21 

Bu durum gerçekleşirken özellikle ABD ve SSCB bu durumdan hoşnut olmamışlar ve ABD Fransa, İngiltere ve İsrail’i ciddi şekilde uyarması sonucunda bu savaş sona ermiş,22 1957 yılında da kanal deniz trafiğine tekrar açılmıştır.23 

3. Krizin NATO Ülkeleri Üzerindeki Ekonomik Etkileri 

Süveyş Kanalı’nın kapatılması politik açıdan bir krize yol açmış olsa da, aynı zamanda da ekonomik açıdan NATO’ya üye bazı ülkeleri ciddi derecede etkilemiştir. Birleşik Krallık, Fransa ve Hollanda gibi Avrupa’daki NATO ülkeleri genellikle kauçuk, hint keneviri, petrol gibi malların ithalatını büyük ölçüde Süveyş Kanalı yolu rotasına bağlı kalarak yapıyorlardı. 

Bunu şöyle ifade edecek olursak, Batı Avrupa’nın tümüne yılda 25 milyondan daha fazla ulaştırılan Irak Petrol Şirketi’nin boru hatlarını ayıracak olursak, Kanal rotası ile yaklaşık olarak 70 milyon ton petrol ihraç edilmekteydi. Kanalın kapatılmasıyla birlikte özellikle Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten ithal edilen petrolde büyük oranda düşüş yaşanmıştır.24 

Örneğin, İngiltere elinde bulunan petrol, kauçuk, bakır gibi malları kullanma yoluna giderek bu durumu en az hasarla atlatabilmeye çalışsa da sadece iki ay yetebilecek kadar stoğa sahip olmalarından dolayı krizden etkilemişlerdir. Bununla birlikte yeterli miktarda yakıt ihtiyacı karşılanmamasından ötürü Avrupa’da hava, kara, deniz taşımacılığı da ciddi derecede etkilenmiştir.25 

 Kanal kapandıktan sonra eski rotanın yerine Cape etrafından dolanılan bir rota 
belirlenmek zorunda kalındı ve bu yüzden belli bir dönem içerisinde önceden taşınılan sadece yaklaşık %60’ını taşıyabildiler. Ayrıca, nakliye ücretinin artması ve malların kıtlığından ötürü ürünlerin fiyatlarında da artış meydana geldi. Haliyle de bu durum bu malları hammadde olarak kullanan sektörleri de olumsuz olarak etkilemiştir. 

Bu durum her ne kadar ekonomik krizmiş gibi algılanmasa da özellikle İngiltere’de kanalın kapatılmasından itibaren Sterlin döviz kuru güvenirliğini ABD’nin işgale müdahale etmesine kadar yitirdi. Bu durumla birlikte rezervlerin de ciddi oranda düşmesi, Sterlin krizine neden olmuştur. 26 

4. Sonuç 

1948 Savaşı, Arap milliyetçiliğinin Ortadoğu’da yükselişe geçmesi, Soğuk Savaşın getirmiş olduğu değerler dolayısıyla devletlerin iç dinamiklerini sorgulamaya başlaması gibi birçok temel siyasi sebepler sonrasında meydana gelen Süveyş Krizi, Nasır’ın dünya ticareti açısından önemli bir yere sahip olan Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi ile meydana gelmiştir. 

Bu kriz sadece siyasi açıdan önem arz ediyormuş gibi görünse de aslında bu krizin ekonomik boyutları da mevcuttur. 

İlk NATO genel sekreteri H. Ismay düşüncesi doğrultusunda hazırlanmış, NATO arşiv belgeleri arasında yer alan belge göre, Avrupa’daki NATO ülkeleri kriz meydana geldiği zaman başta elindeki stokları kullanarak geçici çözüm bulmayı hedeflemişlerdir. Ancak bu geçici çözüm ekonomik açıdan olumsuz olarak etkilenmelerine engel olamamıştır. Nakliyat olanaklarının eksikliği yüzünden hem ithalat hem de ihracat oranları ciddi ölçüde engellenmiş, bu yüzden Avrupa’da hem var olan mal stokları tükenmeye başladı hem de taşımacılık ciddi anlamda yara aldı. Bunun yanında eskiye oranla daha uzun yol kullanarak ithalatın yapılması da nakliyat masraflarını arttırdı. Bu artış ithal edilen malların fiyatlarının artmasına neden oldu. Bu ham maddeleri kullanan sektörler de buna bağlı olarak zarar etmiş oldular. 

Tüm bu sebeplerin yanında özellikle İngiltere’de Sterlin döviz kuruna karşı güvenirliğin ve rezervlerin azalması Sterlin krizine yol açmış, 
bu durum İngiltere Bankası’nın müdahaleci taktikleriyle çözülmüştür. 

Kaynakça 

Adam Klug ve Gregor W. Smith, “Suez and Sterling, 1956”, Queens Economics Department Working Paper No.1256, Canada, 1999 

Adi Hakim ve Sherwood Marika, Pan-African History, New York, Taylor&Francis Group, 2003 

Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008 

Ali Oğuz Diriöz, “Mübarek Öncesi Mısır: Jeopolitik Konum, İç ve Dış Politika”, Ortadoğu Analiz Dergisi, Cilt 4, sayı 37, Ocak 2012 

Berna Süer ve Ayşe Ömür Atmaca, Arap İsrail Uyuşmazlığı, Ankara, Odtü Yayıncılık 

Durmuş Akalın, Süveyş Kanalı ( Açılışı ve Osmanlı Devleti’ne Etkisi 1854-1882), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Denizli, Pamukkale Üniversitesi, 
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011 

Economic Impact of Suez Crisis on Middle East, Economic Weekly from UN Headquarters, July 6 1957 

Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: Cilt VI: Islahat Fermanı Devri (1856-1861), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976 

Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: Cilt VII: Islahat Fermanı Devri (1861-1876), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977 

Fahir Armaoğlu, 20.yy Siyasi Tarihi, İstanbul, Alkım yayınevi, Ocak 2010 

Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Ankara, Turhan Kitabevi, 2011 

J.M. Roberts, 18. YY ve sonrası Dünya Tarihi II, çev. İdem Erman ve Tansu Akgün, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 2011 

Michael Scott-Baumann, Access to History: Crisis in the Middle East: Israel and the Arap States 1945-2007, UK, A Hodder Education 
Publication, 2009 

NATO Archives, The North Atlantic Council, NAC-RDC-RDC(56)524, December 7, 1956 

Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, Ankara, İmge Kitabevi, Kasım 2008 

Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih [1789-2012], İstanbul, Der Yayınları, 2013 

Sabit Duman, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, İstanbul, Doğan Kütüphanesi, 2010 

Tuba Çınar, Süveyş Kanalı’nın Açılması ve Osmanlı Dış Politikası’ndaki Yeri 81869-1882), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008 


DİPNOTLAR;

1 Tuba Çınar, Süveyş Kanalı’nın Açılması ve Osmanlı Dış Politikası’ndaki Yeri 81869-1882), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008, s.1’den 2 no’lu dipnot: Mehmet Mustafa Safvet, İngiltere ve Süveyş Kanalı (1851-1854), İskenderiye, 1903, s.3 
2 Durmuş Akalın, Süveyş Kanalı ( Açılışı ve Osmanlı Devleti’ne Etkisi 1854-1882), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Denizli, Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, s.3 
3 Akalın, s.5 
4 Akalın, s. 6 
5 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: Cilt VI: Islahat Fermanı Devri (1856-1861), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, s.91 
6 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: Cilt VII: Islahat Fermanı Devri (1861-1876), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977, s.44 
7 Fahir Armaoğlu, 20.yy Siyasi Tarihi, İstanbul, Alkım yayınevi, Ocak 2010, s.597-598 
8 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Ankara, Turhan Kitabevi, 2011, s.244 
9 25 Mayıs 1950’de İngiltere, ABD ve Fransa’nın yayınladığı bu deklarasyona göre, “ Bu üç devlet Arap ülkeleri ve İsrail’e ancak bunların iç güvenliklerinin gerektireceği kadar silah satacaklarını ve bunu da, bu silahların başka bir devlete karşı kullanılmaması şartı ile yapacaklardır.” Armaoğlu, s.593’den 119 dipnot: Keesing’s Contemporary Archives, 1948-1950, p.10745; Moore, The Arap- Israeli Conflict, pp. 988-989; The Dynamics of World Power, 1945-1972, Vol.V, pp. 390-91; Documentation Française, N. Et E.D., No. 1340, 1950,pp.6-7 
10 Armaoğlu, s.593 
11 J.M. Roberts, 18. YY ve sonrası Dünya Tarihi II, çev. İdem Erman ve Tansu Akgün, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 2011, s. 965 
12 Ali Oğuz Diriöz, “Mübarek Öncesi Mısır: Jeopolitik Konum, İç ve Dış Politika”, Ortadoğu Analiz Dergisi, Cilt 4, sayı 37, Ocak 2012, s. 84 
13 Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih [1789-2012], İstanbul, Der Yayınları, 2013, s.963 
14 Uçarol, s.394 
15 Sabit Duman, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, İstanbul, Doğan Kütüphanesi, 2010, s.424 
16 Duman, s.440 
17 Adi Hakim ve Sherwood Marika, Pan-African History, New York, Taylor&Francis Group, 2003, s. 141 
18 Berna Süer ve Ayşe Ömür Atmaca, Arap İsrail Uyuşmazlığı, Ankara, Odtü Yayıncılık, s.39 
19 Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, Ankara, İmge Kitabevi, Kasım 2008, s.301 
20 Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s.427 
21 Michael Scott-Baumann, Access to History: Crisis in the Middle East: Israel and the Arap States 1945-2007, UK, A Hodder Education Publication, 2009, s. 43 
22 Diriöz, s.85 
23 Armaoğlu, s.608 
24 Economic Impact of Suez Crisis on Middle East, Economic Weekly from UN Headquarters, July 6 1957, s.809 
25 Nato Archives, The North Atlantic Council, NAC-RDC-RDC(56)524, December 7 1956, s.5 
26 Adam Klug ve Gregor W. Smith, “Suez and Sterling, 1956”, Queen’s Economics Department Working Paper No.1256, Canada, 1999, s.17 



***