AHMET NECDET SEZER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AHMET NECDET SEZER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Nisan 2020 Perşembe

28 Şubat Süreci,

28 Şubat Süreci, 




Yekta Güngör Özden,
09/06/2015

28 Şubat davasında tanık olarak dinlenen Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, (28 Şubat sürecinde) “Ben, bir baskı, darbe, vesaire, rüzgarını bile görmedim” dedi.

Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada söz alan sanık Abdullah Kılıçarslan, iddianameyi hazırlayan Cumhuriyet Savcısı Mustafa Bilgili hakkında HSYK’nın soruşturma açtığını ifade ederek, “Bu iddianame, Paralel Yapı tarafından kurgulanmıştır, Paralel Yapı’nın savcıları tarafından sevk ve idare edilmiştir. Fetullahçı terör örgütüyle hareket ettiği belli olan bu nedenle bu davadan alınan, ayrıca Seferberlik Tetkik Kuruluna dönük ‘Kozmik Oda’ soruşturmasındaki hukuka aykırı davranışları nedeniyle hakkında soruşturma açılan savcılarca hazırlanan bu iddianamenin yok hükmünde olduğunu arz ediyorum” diye konuştu.

Kılıçarslan, ayrıca dosyadaki belgelerin bulunduğu CD’ye ilişkin şüphelerini dile getirdi ve CD üzerinde inceleme yapılmasını istedi.

Sanık Çetin Doğan ise duruşmada okunan, 13 Mart 1997’deki Bakanlar Kurulu tutanaklarına ilişkin “inceleme tutanağında”, askerin “a”sının geçmediğini ifade ederek, kararları, Bakanlar Kurulunun, özgür iradesiyle aldığını savundu.

Sanık avukatlarından Ali Fahir Kayacan, “inceleme tutanağında”, 1987’deki MGK’dan bahsedildiğini hatırlatarak, “O MGK kararlarının celbini talep ediyorum” dedi.

Sanıklardan dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın avukatı Erol Aras da “inceleme tutanağında”, Bakanlar Kurulunun tehdit edildiğine yönelik ima dahi bulunmadığını savunarak, “Yaklaşık 2 yıldır süren davada bütün bulgular hükümetin görevini yapmasını engelleme gibi bir olgunun gerçekleşmediğini ortaya koydu. Artık sayın heyet, dosya için karar noktasına gitmelidir” diye konuştu.

Müşteki avukatlarından Emrullah Beytar da “İnceleme tutanağına ilişkin belgede, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın açık beyanı var. Anladığım kadarıyla, hükümetin düşürülmesine yönelik eylemler söz konusu ve bu eylemde de medya kullanılıyor. Başka çevrelerin kim olduğu açıklanmıyor. Erbakan’ın bu ifadesiyle o dönem meydana gelen gelişmeler, brifingler, Meral Akşener’in buradaki ifadesi ve o dönemin kuvvet komutanlarından Güven Erkaya’nın beyanları açıkça birbirlerini desteklemekte. Hükümete yönelik baskı olduğu ve bunda da sivil toplum örgütlerinin ve medyanın kullanıldığı açıktır” ifadelerini kullandı.

Müşteki avukatlarından Hüsnü Tuna ise toplantı tutanağında askere ilişkin herhangi bir kaydın olmamasının, toplantıyı askerin yaptırmadığı anlamına gelmediğini savundu.

– “Baskı, darbe, vesaire, rüzgarını bile görmedim”

Duruşmada, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden’in tanık olarak ifadesi alındı.

Özden, “1991, 1998 arasında Anayasa Mahkemesi başkanlığı yaptım. Ayrıldığım güne kadar devlet protokolünde üçüncü sırada yer aldım. Bir gün resepsiyon için Köşk’e gittiğimde kapıda Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile karşılaştık. Bana, Refah Partisi’ne açılan davayı kast ederek ‘Anayasa Mahkemesinin davayı uzattığı söyleniyor’ dedi. Ben de ‘o yalanı kim söylüyor’ dedim. Ben, bir baskı, darbe, vesaire, rüzgarını bile görmedim” diye konuştu.

Mahkeme Başkanı Turhan Kök’ün, “Batı Çalışma Grubu ismini ilk kez ne zaman duydunuz? 28 Şubat döneminde iddianameye konu olan yargı mensuplarının karargaha çağrıldığı, brifing verildiği söyleniyor. Bununla ilgili ne biliyorsunuz?” sorusu üzerine Özden, Batı Çalışma Grubunu, halk ve meslektaşları arasındaki konuşmalardan duyduğunu, katıldığı brifingde de darbeyle ilgili bir şey duymadığı söyledi.

Özden, şöyle konuştu:

“Aradan 18 yıl geçti, yazılı mı sözlü mü olduğunu hatırlamıyorum. Bize baskı yapılması söz konusu değil. Arkadaşlara söyledim, dinlemeye gidecek varsa gitsin dedim. Gittik, izledik. Orada geçtiğimiz yıllarda AK Parti’de Milli Savunma Bakanlığı yapan Vecdi Gönül de vardı. Çocuk değiliz ki bir dayatma olsun. Sadece filmler gösterildi. Onu izlemekte beis görmedik. Bilgi edinmekte bir sakınca olmadığı için gittik. Davet eden Genelkurmay Başkanlığı, karakol komutanlığı değil.”

Refah Partisi’yle ilgili kapatma kararının, emekli olduktan 7 gün sonra dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer başkanlığındaki heyet tarafından verildiğini belirten Özden, Anayasa Mahkemesi ve kendisine yöneltilen eleştirileri kabul etmediğini bildirdi.

Özden, “Birçok eleştiri oldu. Vural Savaş ile dava dilekçesini birlikte hazırladılar diye. Vural Savaş ile hiç konuşmadık. Dilekçeyi kabul ettim, genel sekretere havale ettim. Dava açıldığından haberim yoktu” dedi.

Müşteki avukatlarından Hüsnü Tuna’nın, Genelkurmay Başkanlığındaki brifinglere yargı mensuplarının katılmasının tarafsızlık ilkesine aykırı olup olmadığını sorması üzerine Özden, “Çocuk değiliz, telkin, talimat, genelgenin ne olduğunu bilen biriyiz. ‘Ne oluyor’ diye izledik. Vatandaş olarak ‘bilgimiz olsun’ diye gittik, hakim olarak gitmedim. Kimse bize talimat veremez. Kimse yönlendirmedi, baskı yapmadı. Öyle bir çabada da bulunmadılar. Bana göre hiç bir sakıncası yok. Hukuk devletiyle hiç çatışan bir durum yok” ifadesini kullandı.

Özden, Tuna’nın, “O dönemde Refah Partisi davasıyla ilgili ‘altı ayda biter’ diye sözünüz var. Bunu açar mısınız” sorusuna karşılık “Çalışırsanız biter, dosyayı okursanız, kanıtları toplarsanız biter. Bu davalar gibi değil, dosya üzerinden karar vereceksiniz. Onun için söyledim” dedi.

Müşteki avukatlarından Emrullah Beytar’ın “Sincan’da tanklar yürüyor. Birçok gazetede ordunun darbe yapacağı, müdahale edeceği yazıyordu. Bunları okudunuz mu? Bunlarla ilgili Genelkurmay’dan bilgi aldınız mı” sorusu üzerine Özden, “Belki haberleri görmüşümdür. Silahlı kuvvetlerimizin böyle bir şeye kalkışacağını yakıştıramadım” diye konuştu.

– “Ahmet Necdet Sezer yoktu”

Özden, müşteki avukatlarından Necip Kibar’ın, “Davet edildiği halde o toplantılara gitmeyenler var mıydı? Bu kişiler kimlerdir” sorusuna, “Gelmeyenler oldu. İsim isim hatırlamıyorum. Ama Ahmet Necdet Sezer yoktu. Elinde dosya olanlar gelmedi. Bizim için yaşamın olağan akışında olan olaydı” diye karşılık verdi.

Kibar’ın, “Adalet Bakanlığı bu brifinglere katılınmamasını istedi. O dönemin hükümetine başkaldırı gibi cübbeyle gidenler oldu. Bu tabii bir hadise mi” sorusu üzerine Özden, “Anayasa Mahkemesine, ‘oraya gitmeyin’ diye bir yazı gelmedi. Cübbeyle oraya kimse gitmedi. Arkamda oturan adamların da cübbeli olup olmadığını nereden bileyim” şeklinde karşılık verdi.

Duruşmaya yarın devam edilecek.

https://www.nationalturk.com/yekta-gungor-ozdenden-28-subat-durusmasinda-carpici-ifadeler-213128/

***

21 Eylül 2019 Cumartesi

27 MAYIS 1960 KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 12

27 MAYIS 1960 KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 12



 Muhtıraya Giden Süreç… 

10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasına 30 gün kala, yasal olarak olması gerektiği gibi Cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecine girilir. Yine anayasal olarak Cumhurbaşkanı TBMM tam üye sayısının üçte iki çoğunluğu ve gizli oy ile seçilir. Ancak ülke Cumhurbaşkanı olarak önerilecek ismin eylemselliğinden çok şekilciliğine, zihin okuma yöntemleriyle ehemmiyet veren, çok sesli, az sayıdaki, baskın azınlığın meydanı olma halinde uzun yıllar baskı ile yönetildiği için, bu uğurda halkın seçimi dahi dikkate alınmadığı için ve Ak Parti iktidarı sürecinden rahatsızlık duyan kesimin ‘ ordu göreve ‘ çığlıkları ile Cumhuriyet Mitingleri düzenlediği için bu normal süreç, sanki anormalmiş gibi yaşanır. 

 Cumhuriyet Mitingleri ile ülkeyi kaos ortamına, bölmeye götürenler eylemlere devam ederken, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramına tarih olarak yakın düşen önemli günlerden bir gün olan Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çakışır. Kutlu Doğum Haftası etkinleri bünyesinde birkaç çocuk, başını örtüp, ilahi söylediği için, asker ve sivil görünümlü militer yapı heveslileri büyük rahatsızlık duyar. Gazetelerin köşelerinden, televizyonların ekranlarına, 
sokaklara ve meydanlara taşan bu kitlenin Ak Parti’nin seçimlerden tek başına iktidar olmasından duyduğu rahatsızlığa, birkaç çocuğun şiir, ilahi okuması bardağı taşıran son damla etkisi yapar. Darbecilerin laiklik tehlikesi(!) ihtimaline dahi tahammülü yoktur. İşte her şey böyle başlar, halkın seçtiği bir parti ve birkaç çocuğunun dinlerinin en önemli şahsiyeti olan Peygamberlerini anması, bir ülkenin silahlı kuvvetlerini ve kısmi kitlesini darbe-müdahale-muhtıra lehine harekete geçirir. 

Bildirinin Tam Metni 

Tüm bu gelişmelerden sonra bir görüşe göre gereklilik arz eden açıklama, bir görüşe göre müdahale-muhtıra olan bildiri hiç tereddüt edilmeden yayınlanır. 

 ‘’ Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkati ne sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi  kapsamaktadır. 
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. 
Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır. ''

Bu bağlamda; 

Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde kuran okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet iptal edilmiştir. 

22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur. 

Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir. 

Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir. 

Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. 

Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir. 

Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. 
Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. 

Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir. 

Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. 

Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. 

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir. 

 Kamuoyuna Saygı ile duyurulur.” 

 Bu muhtıranın kof bir gerekçe olan; laiklik tehdit altında öyle ise müdahale etmek görevdir, sorumluluğu yanı sıra, bir başka yönü de; Ermeni, Kürt ve ırkçı olmayan vatandaşlarının antidemokratik uygulamalara, zulme ve şiddete maruz kalması, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ ilkesine riayet etmeyenleri açıkça ‘düşman‘ ilan etmesidir. 

 Sonuç 

Hükümet bildiriyi üzerine almış ve Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek ertesi gün bir basın açıklaması yaparak Hükümetin de laiklikten yana olduğunu bildirmiştir. Hükümet alışılmadık bir şekilde, daha önceki askeri müdahalelerin ardından hükümetlerin takındığı tavırların aksine muhtırayı sert bir tepkiyle karşıladı. Cemil Çiçek konuşmasında Genelkurmay Başkanı’ nın resmi olarak Başbakan’ a bağlı olduğunu, görevleri itibarıyla Başbakan’a karşı sorumlu olduğunu belirtti. 

Mecliste temsil edilen CHP, ANAP, DYP, HYP, SHP ile TBMM’de sandalyesi olmayan DSP, MHP, İP liderleri erken seçim kararı alınarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yeni Meclis tarafından yapılması gerektiğini basın açıklamaları ile belirtmişlerdir. Ancak Hükümet böyle bir yolu tercih etmediklerini ve seçim sürecinin devam edeceğini açıklamışlardır.

 Abdullah Gül ise adaylıktan çekilmeyeceğini açıklamıştır. 

Ülkeyi Cumhuriyet Mitingleri ile kaos ortamına, bölmeye götürenler eylemlere devam ede dursun; bu sürece rağmen Cumhurbaşkanı önerisi olarak 24 Nisan 2007 günü Abdullah Gül’ün adı ortaya çıktı. 27 Nisan tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı birinci tur seçimlerinde 357 kabul oyu çıkmasına karşın 367 sayısına ulaşılamadığı için, seçim ikinci tura kalmış; 
Anayasanın ilgili hükmü gereği, ilk oturumun açılabilmesi için 367 üyenin Mecliste hazır bulunması gerektiği gerekçesi ile Cumhuriyet Halk Partisi tarafından oturumun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne açılan dava sonucu Meclis’in bu birinci oturumu, Anayasa Mahkemesi’nin 1 Mayıs 2007 tarihli kararı ile iptal edildi. 6 Mayıs 2007 tarihinde Mecliste yapılan iki yoklamada da toplantı yeter sayısının bulunamayışı yüzünden 11. Cumhurbaşkanı seçilememiştir. 

Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçim üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. Cumhurbaşkanı seçildi. 

Böylece Nisan 2007'de başlayan Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanını seçim süreci sona erdi. 

Ayrıca, TBMM’de 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi 1. turunda toplantı yeter sayısı olan 367 sayısına ulaşılamadığı gerekçesiyle CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne yapılan itiraz başvurusu 1 Mayıs 2007 tarihinde haklı bulunarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 1. turu iptal edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 24 Haziran ya da 1 Temmuz tarihinde erken seçime gidileceği açıklaması yaptı. Ayrıca, 1973 ve 1980'de olduğu gibi askerlerin Cumhurbaşkanlığı sürecine artık müdahil olmalarını engellemek için, Anavatan Partisi’nin teklifi TBMM tarafından kabul edilerek Anayasa değişikliği yapıldı ve bundan sonra Cumhur başkanlarının 5 senede bir doğrudan halk (cumhur) tarafından seçilmesi kabul edildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP itiraz ettikleri için bu değişiklik referandum ile halkoyuna sunuldu ve %78 oy oranı ile kabul edilerek kesinleşti. 

Not: Ergenekon Davasının halen sonuna gelinememiş olduğu bu zamanlarda, ispatlanamadığı gerekçesiyle, faillerinin elini kolunu sallayarak gezdiği, yahut bir gecede salıverildiği, Darbeler Tarihi yazı dizisine başlık olamamış ‘ darbe eylem planlarını ‘ planlandığına inansam dahi hali hazırda ‘ıslak bir imza‘ mevcut olmadığından-olduğundan(?) bu başlığa konu olması gerekirken, etik bulmadığımdan, bu yazıya konu etmiyorum. 

 Bitirirken., 

Yazı yazmak yorucu bir uğraştır. Akademik yahut bilgiye dayalı toplamda bir sayfalık bir yazı için dahi, yeri geldiğinde onlarca kitap, makale taramanız gerekebilir. Beyni oldukça yoran bu eylemden fazlası da vardır; ruhu yoran yazılar yazmak. 

 Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin bilgiye, araştırmaya dayanan bir yönü olduğu gibi ruha baskı yapacak, bezginlik yaratacak bir yönü de oldu. Daha reşit olmadığı bir yaşta işkence görenler ile röportajlar, neredeyse bir hiç uğruna asılmış bir başkandan tutunda, eğitim-çalışma hakkı zorla gasp edilmiş başörtülü öğrencilere kadar, katledilen, faili meçhul denilen bir yığın insanın, bir yığın acısına şahit olduk. Çok istekli olarak başladığım bu yazı dizisi açıkçası beni çok yordu. Şimdi bitirirken bir görevi teslimin rahatlığı yanı sıra bir eziyetler 
dönemine tekrar şahit olma halinden kurtulmanın huzurunu yaşıyorum. 

Son başlığımız olan 27 Nisan Muhtırasının da, bu minvalde Asker eliyle yapılmış son müdahale olmasını diliyorum. 

***

8 Ocak 2019 Salı

Kararname krizi,

Kararname krizi,




Dr. Tahir Tamer Kumkale
15 Ağustos 2000 Salı


Son günlerde ülkemizde devletin zirvesinde cereyan eden olayları dışarıdan seyreden bir göz sanırım biz Türkleri anlamanın ne kadar zor olduğu hakkındaki kararsız tutumununu pekiştirir. Neden ve nasıl bu derece en basit olayları dahi mesele edip, adeta devleti bir kriz ortamına sürüklediğimizi anlaması mümkün değildir. Aslında bizim anlayabildiğimizi söylemek de çok zor.

Yürütmenin başındaki sayın Cumhurbaşkanı SEZER ile Hükümetin başındaki Sayın ECEVİT arasında basın aracılığı ile yapılan karşılıklı açıklamalar, ülkemizin bugünlerde çok ihtiyacı olduğu olan istikrar ve güven ortamını önemli derecede sarsmaktadır.

Aslında üzerinde anlaşılamayan konu; bir devlet krizi yaratacak kadar önemi olan ve acilen çözüm gerektiren bir husus değildir. Hükümet ortakları ; "Anarşi ve terör olaylarına karışmış memurların işten çıkartılmalarını "kanun hükmünde kararname ile çözmek istemiştir. Hukuk kökenli Cumhurbaşkanımız Sayın SEZER; daha önceki uygulamalara bakarak " bu konunun Anayasamız hükümleri uyarınca kararname ile değil ,KANUN ile çözümlenmesi gerektiğini" bildirerek veto ederek geri göndermiştir.

İşte olay bundan sonra gelişmiştir. Devlet işlerinde sorumluluğun Cumhurbaşkanına ait değil kendisinde olduğunu varsayan ve bugüne kadar bu şekilde muameleye alışkın olmayan hükümet , ayni işte israr edince devletin tepesinde istenmeyen zamansız bir kriz ortamına girilmiştir.

Sayın SEZER'in Cumhurbaşkanı seçildiği günlerde kaleme aldığımız yazımızda "Bunun Türkiye ve Türk Milleti için tarihi bir dönemin başlangıcı olduğunu belirterek; Allahın geçde olsa bu milletin yüzüne güldüğünü, devlete artık devlet adamı ciddiyetinin hakim olacağını , 864 Rakımlı Tepeden başlayacak ciddi ve sorumlu devlet adamlığına yakışan uygulamaların dalga dalga yurdu kaplıyacağını" üzerine basa basa vurgulamıştık.

Sayın SEZER görevi devraldığı 16 Mayıs tarihinden itibaren istikrarlı tutum ve davranışları ile bizi haklı çıkartmıştır. Halkın beklediği ve yıllardır özlemini duyduğu bir yönetim göstermektedir. Bugün gelinen durum itibarıyla Sayın SEZER'in davranışları halk tarafından büyük destek görmektedir. Oysa halkın bu desteğine rağmen, kendisini seçen partilerin hükümetlerine bekledikleri ödünü vermediği için arzu edilmediği de artık açıkça görülmektedir.

Kapalı kapılar arkasında birtakım yeni planların yapıldığı, SEZER'in istifaya zorlanarak yerine kendi güdümlerinde ve kendi istekleri doğrultusunda herşeyi kabul edecek bir Cumhurbaşkanı seçme hazırlıklarının başladığı hususu artık kamuoyu gündemine inmiştir. Kamuoyumuzu belirleyen ve yönlendiren anlı-şanlı köşe yazarlarımız açıkça bunu ülke gündemine taşımımaya başlamışlardır.

Bize göre; Cumhurbaşkanı SEZER kendisinden beklenen performansı göstermektedir. 30 yıldır ilk defa bir kararname köşkten dönmüştür. Akabinde Başbakan Sayın ECEVİT; "Cumhurbaşkanı'nın bize hayır deme yetkisi yoktur. İmzalamak mecburiyetindedir" diyerek kararnameyi aynen köşke iade ederek bu suni krizi yaratarak olayı kendisi ve hükümeti açısından çıkmaza sokmuştur.

Yani krizi; bu ülkeyi istikrar ve huzur içinde yönetmesi gereken Sayın Başbakan bizzat yaratmıştır.

Cumhurbaşkanımız; demokrasiyi güçlendirmek istiyor."Yasalar işlesin,Yasalar herkeze lazım" diyor. Demokrasiyi güçlendirmek istiyor. "Bu kararnameyi imzalarsam iktidarın gücü kaba güce dönüşebilir, yargının yetkilerini hükümetin kullanması yolu açılırki bu demokrasiyi zedeler" diyor.

Sayın ECEVİT ise kensisinden beklemediğimiz ve anlamakta zorlandığımız bir tavır sergileyerek "GÖRÜŞMEK İSTEDİM, BANA RENDEVU VERMEDİ. ÇEKTİ İSTANBULA GİTTİ. DEVLET KRİZİ YARATTI." diyerek adeta devletin başını suçlumak suretiyle kafaları karıştırıyor.

Düşünen ve Türkiyenin gelişmesi için kafa yoran aydın beyinler ortaya çıkartılan bu suni krizi şaşkınlıkla seyerdiyor. "ÖZÜRÜ KABAHATİNDEN BÜYÜK" şeklinde güzel bir atasözümüz vardır. Sayın ECEVİT'in davranışı buna çok uyuyor. Bir başbakan , bugünkü kitle iletişim ve ulaşım imkanlarına rağmen ülkenin sorumluluklarını paylaştığı Cumhurbaşkanı ile görüşmek için basını kullanıyorsa durum çok ciddi demektir. Bunun gerisinde "Sayın SEZER'in istenmediği"görüşü ağırlık kazanmaktadır.

Sonuç olarak; Sayın SEZER; BU ÜLKE İÇİN LAZIMDIR. SEZER İSMİ KISA SÜREDE BÜTÜN MİLLETİN GÜVENİNİ KAZANMIŞTIR. ARKASINDA KENDİSİNİ KÖŞKE TAŞIYAN BİRKAÇ SİYASETÇİNİN DEĞİL HALKIN DESTEĞİ VARDIR. BU DESTEĞİN GÜCÜNÜ SİYASETÇİLERİMİZİN İYİ ANLAMASI LAZIMDIR.

Yaptırın ciddi bir kamuoyu araştırması. Türkiyenin gündemini belirleyecek kadar etkili olduğunu bildiğimiz medya gücümüzün imkanlarını seferber edin. Milletin büyük çoğunluğunun "Sayın SEZER'in bu ülke için ne büyük şans olduğunu" nasıl haykırdığını göreceksiniz.

Dayanın Sayın SEZER. Sizin siyasi oyunlara alet olmayacak bir olgunluk ve dirayette olduğunuzu bir kere daha bu millete gösterin. Bunu göstermek ve kanun hakimiyetini ülkede hakim kılmak için elinize geçen şansı sonuna kadar kullanın.

Millet nefesini tutmuş sizi bekliyor. Size güveniyor ve inanıyor. Bu güvene layık olduğunuzu biliyor.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
15 Ağustos 2000 Salı

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=63

***

5 Temmuz 2017 Çarşamba

GEÇMİŞTEN BUGÜNE MHP VE CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ


GEÇMİŞTEN BUGÜNE MHP VE CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ


KÖŞE YAZILARI  
2014-05-07 11:37:09

GEÇMİŞTEN BUGÜNE MHP VE CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ
MHP ve Cumhurbaşkanlığı denildiğinde akla ilk gelen kavram hiç kuşku yok ki Uzlaşmadır. MHP siyasi tarihi boyunca Çankaya Köşkü'nün bir ihtiras makamı değil bir liyakat makamı olduğuna inanmış, Köşk'e layık bir aday belirlenmesi ve seçimin bir krize dönüştürülmemesi arasındaki dengeyi özenle korumuştur.



Türkiye, 12. Cumhurbaşkanı'nı seçmeye hazırlanıyor.
Bu defa Cumhurbaşkanı'nın halkoylamasıyla seçilecek olması önümüzdeki seçimleri, önceliklerden kısmen farklı kılıyor.
Ve elbette hemen herkes bugüne kadar birçok Cumhurbaşkanlığı seçiminin düğümünü çözen ve seçimleri toplumsal kriz dinamiği olmaktan çıkaran MHP'nin tavrını merak ediyor. Bunu anlayabilmek ve değerlendirebilmek içinse MHP'nin siyasi mazisi boyunca ortaya koyduğu politik tavırlarının irdelenmesi gerekiyor. 
MHP ve Cumhurbaşkanlığı denildiğinde akla ilk gelen kavram hiç kuşku yok ki UZLAŞMADIR. MHP siyasi tarihi boyunca Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bir toplumsal kriz dinamiğine dönüşmemesi için gayret göstermiş ve hemen her seçimde bu konuda tüm siyasi partilere tarihi uyarılarını yapmıştır. Çankaya Köşkü'nün bir ihtiras makamı değil bir liyakat makamı olduğuna inanmış, Köşk'e layık bir aday belirlenmesi ve seçimin bir krize dönüştürülmemesi arasındaki dengeyi özenle korumuştur.
Nitekim birbiri arında sıralanan örnekler, MHP'nin Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine bakışını ortaya koyan tarihi tecrübelerini ve kurumsal hafızasını yansıtmaktadır.




































CEVDET SUNAY'A KARŞI ALPARSLAN TÜRKEŞ'İN ADAYLIĞI

27 Mayıs Askeri Müdahalesi sonrasında Cumhurbaşkanlığı Makamına oturan Cemal Gürsel'in ilerleyen sağlık sorunları ve görevini yapamaz hale gelmesi nedeniyle Çankaya Köşkü'ne yeni bir aday belirlenmesi gerekmiştir. 
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in durumunun ağırlaştığı günlerde Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay 14 Mart 1966 günü Kontenjan Senatörlüğü'ne getirilir. Çankaya Köşkü için bir hazırlık yapıldığı artık anlaşılmaktadır. Nitekim 3 Şubat günü sağlık sorunları nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri'ne götürülen Cemal Gürsel'in burada durumu daha da ağırlaşmış ve de 26 Mart 1966'da yurda getirilerek Gülhane Askeri Tıp Akademisine yatırılmıştır. 37 doktorun imzasıyla Cemal Gürsel'in görev yapamayacağı kayıt altına alınarak Cumhurbaşkanlığı görevine son verilmiştir. 
Çankaya Köşk'ü için yeni aday dönemin en güçlü isimlerinde olan Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'dır.       27 Mayıs Askeri Müdahalesi sonrasında devam eden iklimin de etkisiyle kimse Cevdet Sunay'ı zorlamak istemez. Gazeteler seçimden bir gün önce, boşalan Cumhurbaşkanlığı için tek adayın CEVDET SUNAY olduğunu manşetten vermektedirler.

Beklenenin aksine Cevdet Sunay'ın karşısına bir aday daha çıkmıştır. O isim CKMP Genel Başkanı ALPARSLAN TÜRKEŞ'TİR. Cevdet Sunay'ın karşısına o da aday olmuş ve yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Cevdet Sunay 461 oy alırken Alparslan Türkeş sadece 11 oy almıştır.
Yıllar sonra Cevdet Sunay'ın karşısına neden aday olduğu sorulduğunda "Genelkurmay Başkanı'nın Cumhurbaşkanı adayı yapılmasını bir nevi siyasi rüşvet sayıyorduk. Yani politikacıların korkuyla 'İşte sizin başınızı Çankaya'ya getirdik, Cumhurbaşkanı yaptık' gibilerinden bir hareketini doğru bulmuyorduk. Buna karşı arkadaşlarımız bizi aday gösterdiler. Bu şekilde adaylığımızı koyduk" şeklinde cevaplamıştır.
Kuşkusuz MHP'nin kurucu iradesini temsil eden merhum Türkeş'in bu tavrı her zaman bir emsal olarak göz önünde bulundurulmuştur. 28 Mart 1966 seçimleri, MHP'nin "dışarıdan dayatma" şeklindeki adaylara sıcak bakmayacağını ve de kendi iradesi üzerine konulacak her türlü ipoteği reddedeceğini göstermektedir.
Bu tavır açık bir şekilde ortaya koymaktadır ki, MHP kendi iradesine yönelmiş her türlü vesayete karşı demokratik bir direnci ortaya koyacak dinamizme ve ilkelere göre kodlanmıştır.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri her zaman derin iktidar kavgalarının ayyuka çıktığı ve alenileştiği bir zeminde gerçekleşmiştir. Nitekim Cevdet Sunay'ın görev süresinin dolması sonrasında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri de farklı olmamıştır. 1973 yılı başlarında, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ülkede zaten mevcut olan siyasi gerilimi daha da tırmandırmıştır.
Merhum Alparslan Türkeş'in 1966 yılında Cevdet Sunay'ın karşısına aday olurken ortaya koymuş olduğu gerekçelerin ne denli haklı olduğu da bu vesileyle ortaya çıkmıştır. 1966 yılında dönemin Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın Cumhurbaşkanlığına aday olması sonrasında bu duruma tepki gösteren ve de Cevdet Sunay'ın Genelkurmay Başkanlığı'na aday olması ve bu duruma siyasilerin vize vermesinin, ordu içerisinde bundan sonraki seçimlerde anlamsız bir beklentiye sebebiyet vereceğini ve de Genelkurmay Başkanlığı'ndan sonra Cumhurbaşkanlığına talip olmanın bir terfi ve bir hak gibi değerlendirilmesinin önünü açacağı, bunun bir gelenek haline gelmesinin ise sivil demokrasi için tehdit olduğuna işaret eden merhum Türkeş'in bu öngörüsü çok kısa zamanda gerçekleşmiştir. 
Nitekim 1973 yılında, dönemin çiçeği burnunda Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi için açıktan kulislere başlamış, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin de bu yönde Meclis üzerinde bir baskı oluşturmasını tetiklemiştir.














KAHRINDAN ÖLEN CUMHURBAŞKANI ADAYI

Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacağından o kadar emindir ve bu makamı kendine o kadar hak görmüştür ki; 29 Ağustos 1972 tarihinde atandığı Genelkurmay Başkanlığı görevinden 5 Mart 1973 tarihinde, yani sadece 7 ay sonra Çankaya Köşk'üne çıkmak üzere kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır.
Genelkurmay Başkanlığı'ndan ayrılan Faruk Gürler derhal Kontenjan Senatörü olarak atanmış ve Cumhurbaşkanlığı'na aday olmuştur. Ne de olsa aynı meclis daha önce de Genelkurmay Başkanlığı'ndan ayrılan Cevdet Sunay'ı Cumhurbaşkanı olarak seçmiş ve üstelik de Alparslan Türkeş dışında esaslı bir çatlak ses de çıkmamıştır. Kaldı ki; 12 Mart Muhtırasının üzerinden henüz iki yıl bile geçmemiştir. Hesaba göre, TBMM'nin dışarından güdümlü bu Köşk Adayına direnme şansı yoktur.
Faruk Gürler ve destekçileri, siyasilere aba altından sopa göstermeye başlamışlar, tabir yerindeyse siyasi bir rüşvet olarak Cumhurbaşkanlığı Köşküne göz koymuşlardı. Öyle ki, Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan`ın konutuna davet edilen politikacılardan Gürler'e oy vermeleri isteniyor, aksi takdirde siyasilerin toplanacağı açıkça dile getiriliyordu.
Faruk Gürler'in evdeki hesabı çarşıya uymadı. Merhum Alparslan Türkeş'in işaret ettiği tehlikeye karşı, siyasiler gecikmeli de olsa dur diyecek bir irade ortaya koydular. Meclis'te en fazla milletvekiline sahip bulunan AP ve CHP Faruk Gürler'i desteklememe konusunda anlaştılar. 
TBMM, yeni Cumhurbaşkanı'nı seçmek üzere toplandığında izleyici locaları, başta Genelkurmay Başkanı Semih Sancar olmak üzere üst rütbeli askerlerle dolmuştu. Meclis koridorlarında subaylar dolaşıyor ve siyasiler üzerinde tazyik oluşturuyorlardı. 
Faruk Gürler'in Cumhurbaşkanlığına seçilmesi, Alparslan Türkeş'in işaret ettiği tehlikeli bir geleneğin tescili haline gelecek, Genelkurmay Başkanlarının üst üste Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne çıkması her Genelkurmay Başkanı'nda aynı beklentinin doğmasına ve parlamenter demokrasinin askeri vesayetin "Köşk tacizi" altında aczine sebebiyet verecekti.
1973 Cumhurbaşkanlığı seçimi bu atmosferde başladı. Seçilmesine kesin gözüyle bakılan Faruk Gürler daha ilk turdan itibaren hezimete uğramaya başladı. İlk turda Tekin Arıburun 282 oy alırken, Faruk Gürler 175 oyda kalıyor ve çoğunluk sağlanamıyordu. Ama bir şey netleşmişti. TBMM, iradesine ipotek koymaya kalkanlara teslim olmayacak bir dirayete sahipti.

Faruk Gürler bir türlü parlamento desteği alamayınca seçilemedi. Siyasi Partilerin üzerinde uzlaşma sağladığı Fahri Korutürk aday gösterildi ve Köşk'ün yeni sahibi oldu.
Faruk Gürler adeta kahrından yatağa düştü ve çok geçmeden de hayatını kaybetti.


























DERİN İKTİDAR KAVGASI VE 12 EYLÜL'E GİDEN SÜREÇ

Türkiye, 1973 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini geride bırakmış ve artan anarşiyle baş başa kalmıştı. 12 Mart muhtırası sonrasında sol örgütlere yönelik operasyonlar anarşinin önemli ölçüde dizginlenmesine yardımcı olmuştu ama yeterli değildi. MHP ısrarla anarşi karşısında ayrımsız kanun hâkimiyeti çağrıları yapıyor, parlamenter demokrasiden taviz verilemeyeceğini ifade ediyordu. 
Türkiye'nin günden güne gerilen ortamını tetikleyen ise 1974 yılında çıkarılan Genel Af oldu. Birçoğu yurtdışında ya da cezaevinde bulunan sol örgüt yöneticileri ve militanları, çıkarılan Genel Af sayesinde tekrar örgütlenme çabalarına hız verdiler. Birçoğu 12 Mart muhtırası sonrasında başlatılan Balyoz Operasyonu kapsamında aranan, tutuklanan ve de etkisizleştirilen sol örgüt militanları, 1974 Genel Affı sonrası tekrar sahaya çıktıklarında karşılarında milli ve örgütlü bir yapı buldular. Bu yapı Milliyetçi Hareket Partisi ve yetiştirmiş olduğu gençlik kadrolarıydı. Üstelik Milliyetçi Hareket Partisi günden güne halkın teveccühüne mazhar oluyor, fikirlerini ve kadrolarını geniş kitlelerle buluşturuyor, oylarını hızla artırıyordu. MHP'nin demokratik yükselişi belli ki, derin iktidar kavgasının taraflarını tedirgin etmiş ve MHP'yi derin güçlerin kontrolündeki anarşinin hedefi haline getirmişti.
Milliyetçi Hareket Partisi 12 Eylül'e giden bu süreçte tarihi sorumluluğunu yerine getiriyor, tırmandırılan anarşiye çözüm yolları arıyordu. Nitekim MHP Genel İdare Kurulu artan anarşinin sonlandırılması adına bazı bölgelerde sıkıyönetim ilan edilmesi gerektiğini ifade ediyor ama karşılığında MHP Genel İdare Kurulu üyeleri hakkında soruşturma açılıyordu. Derin güçlerin iktidar kavgası alevlendikçe anarşi artıyor, MHP'nin mensupları katlediliyor ve binalarına sistematik saldırılar düzenleniyordu. 
Aylar öncesinde, 25 Mart 1978'de, MHP Lideri Alparslan Türkeş siyasi iktidarı " MARAŞ'TA CİDDİ TEDBİRLER ALINMADIĞI TAKDİRDE BÜYÜK OLAYLARIN ÇIKMASI KUVVETLE MUHTEMELDİR " diyerek uyarıyor ama bu uyarısı dikkate alınmıyordu. Fazla değil 9 ay sonra Kahramanmaraş'ta çıkan olaylar yüzlerce yurttaşımızın hayatının kararmasına sebep oluyordu. 















Aslında birileri Köşk'ün anahtarını eline almak için sadece susuyor, kendi deyimleriyle " ŞARTLARIN OLGUNLAŞMASINI " bekliyorlardı.
1973 yılında Meclis'in ortaya koymuş demokratik direnç, gözünü Köşk'e diken bir avuç cuntacıyı ürkütmüş ve Köşk'e giden yolun askeri müdahaleden geçtiğine karar vermişlerdi. 
Nitekim 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesinin lideri Kenan Evren de bu durumu anılarında bizzat ifade etmekte, dile getirmektedir. Kenan Evren'in anılarında anlattığına göre; kendi talimatıyla 11 Eylül 1979 tarihinde Genelkurmay 2.Başkanı Haydar Saltık'a özel bir ekip kurdurulmuştur. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine çok kısa bir süre kala kurdurulan bu özel ekibin ne yapacağını anılarında kendisi dile getirmektedir. Gerçekten de Kenan Evren "Bir çalışma grubu kurun. Müdahale zamanı gelmiş midir? Etüt edin"  diyerek Haydar Saltık'a verdiği görevi açıkça kabul etmektedir. 
Gözünü iktidara diken cuntacılar etütlerine devam ederken ve elbette şartların olgunlaşması beklerken, onlarca masum insan daha hayatını kaybetmiş ve bu esnada başlayan Cumhurbaşkanlığı seçimleri tam anlamıyla fiyaskoyla neticelenmiştir. 
Aylar süren oylamalar netice vermemiş ve TBMM çatısı altında bir türlü uzlaşma sağlanarak Cumhurbaşkanı seçilememiştir. Parlamenter demokrasi işlemez hale getirilmiş, sistem tıkanmış ve bu durumdan en çok da pusuya yatıp şartların olgunlaşmasını bekleyen cuntacılar memnun olmuştur. Nitekim MHP'nin merhum Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Cumhurbaşkanlığı seçim bunalımının henüz başında durumun vahametini, siyasi partilerin uzlaşmaz tavırlarının parlamenter demokrasi için oluşturduğu yakın ve ciddi tehdidi görmüş, buhrandan çıkış yolunu önermiştir. 
Nitekim 10 Mayıs 1980 tarihinde bütün siyasi parti liderlerine bir mektup kaleme alan merhum MHP Lideri "Cumhurbaşkanlığı seçimi hala sonuca ulaştırılmamış, konu üzerinde yeni hassasiyetler doğmuş, ancak kamuoyunun bekleyişleri karşılanamamıştır. Milletimizden taze güç almak ve gelişen temayülleri de değerlendirmek bakımından en uygun yol kısmi senato seçimleriyle birleştirilerek yapılacak bir erken seçimdir" şeklinde görüşlerini özetlemiştir.
Yine 24 Mayıs 1980 tarihinde düzenlenen MHP Küçük Kurultayı'nda bir konuşma yapan Alparslan Türkeş "Cumhurbaşkanı halen seçilememiştir. Önümüzdeki günlerde de seçilebileceğine dair bir umut bulunmamaktadır. Israrla erken seçim talep ediyor ve diğer partileri erken seçime davet ediyoruz" diyerek erken seçim konusundaki ısrarını sürdürmüştür. 
İşte tam bu günlerde artan anarşi MHP Üst Yönetimini doğrudan hedef almış ve 27 Mayıs 1980 tarihinde Sıkıyönetim İdaresi altında bulunan Ankara'da MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak güdümlü anarşinin hedefi olmuştur. Gün Sazak'ın şehit edilmesi sonrasında MHP'nin tavrını merak edenler bir kez daha hüsranla karşılaşmış ve MHP Lideri, bir avuç cuntacının Çankaya Köşkü'ne giden yolu açabilmek uğruna "şartları olgunlaştırma" çabalarına prim vermeyeceğini açıkça göstermiştir. Nitekim Gün Sazak'ın tabutu başında konuşan MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş yerinde ve sağduyulu bir tespit yaparak ""İşte Türkiye'de mücadele budur. Bir yanda Türk Devleti yaşasın, güçlü olsun, Türk Milleti mutlu ve müreffeh olsun, DEMOKRATİK PARLAMENTER REJİMİMİZ YIKILMASIN, Milli ve manevi mukaddeslerimiz korunsun diyenlerle diğer yanda devleti kundaklayanların, milletimizin boynuna esaret zincirini vurmak isteyenlerin, demokrasi ve parlamenter rejim düşmanlarının ve bütün kutsal şeylerimizi yıkmak isteyenlerin mücadelesidir. Yıkılmak istenen Türk Devleti'dir, kurşunlanan Türk Milleti'dir, Öldürülen Türk Demokrasisi'dir"" sözleriyle devlet içerisinde yuvalanan çetelerin parlamenter sistemi askıya almak için güdümlü bir anarşiyi beslediklerinin farkında olduğunu ortaya koymuştur.
MHP, tırmandırılan anarşinin ve yaşanan Cumhurbaşkanlığı seçim bunalımının mevcut meclis yapısıyla aşılmasının mümkün olmadığını görüyor ve ısrarla erken seçime gidilmesi gerektiğine işaret ediyordu. Ancak MHP'nin hızlı yükselişi karşısında hem diğer partiler ve hem de "şartların olgunlaşmasını bekleyenler" erken seçime gidilmesine direnç gösteriyorlardı. MHP'nin yükselişi Dünya Basınının da gündemindeydi. Öyle ki Financial Times gazetesi 3 Haziran 1980 tarihinde  "Bozkurtlar İlerliyor" başlıklı bir yazı yayınlıyor ve de Milliyetçi Hareket Partisi'nin politika sahnesindeki gücünün giderek arttığına vurgu yapıyordu. 
Ne yazık ki Alparslan Türkeş'in, Cumhurbaşkanlığı seçim bunalımının ülkeyi sürükleyeceği noktayı görüp önerdiği tedbirlere kulak tıkandı. Aylar süren Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinden bir netice alınamadı.
12 Eylül 1980 tarihinde Ahmet Kenan Evren liderliğindeki cunta "şartların olgunlaştığına" ve yeterince can kaybı yaşandığına ikna olduğunda ülke yönetimine el koymuştur. Milliyetçi Hareket Partisi, yasa dışı sol teröre verdiği sayısız kurbanın ardından bu defa da darbecilerin siyasal ve hukuki terörüne muhatap olmuş; siyasi faaliyetleri önce 7 no'lu Milli Güvenlik Konseyi Kararı ile durdurulmuş ve 16 Ekim 1981 tarihinde 52 No'lu Milli Güvenlik Konseyi kararı ile kapatılmıştır. Yöneticilerinin oldukça önemli bir bölümü (neredeyse tamamı) gözaltına alınmış, tutuklanmış ve siyasi yasaklı haline getirilmiştir. 
İşte bu şartlar altında, darbe yönetiminin gölgesinde hazırlanan 1982 Anayasası, 7 Kasım 1982 tarihinde Halkoylamasına sunulmuş ve postal gölgesinde yapılan halkoylaması neticesinde köşkün yeni sahibi olarak Kenan Evren belirlenmiştir. 
Köşk yeni sahibini bulurken MHP'nin, Lideri ve Genel İdare Kurulu Üyeleri de dâhil olmak üzere yüzlerce mensubu cezaevlerinde maddi ve manevi işkenceden geçiriliyor, gözünü Çankaya Köşkü'ne diken cuntacıların gayrı meşru darbesine haklı gerekçeler oluşturmak için kurulan düzmece mahkemelerde hesap vermeye zorlanıyordu. 

TURGUT ÖZAL KÖŞK'E ÇIKARKEN

1982 Anayasası'na ilişkin halkoylaması bir taraftan Köşk'ün yeni sahibi olarak Kenan Evren'i belirlerken diğer taraftan, içerisinde Alparslan Türkeş'in de bulunduğu bir takım siyasilere de 10 yıl süreyle siyaset yasağı getiriyordu. 1982 Anayasası Halkoylamasına sunulduğunda Alparslan Türkeş devam etmekte olan MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası kapsamında tutukluydu. 
9 Nisan 1985 günü Alparslan Türkeş'in tutukluluk hali kaldırıldı. Aynı gün akşam 20.40 sularında Askeri Mevki Hastanesi'nden serbest bırakıldı. Merhum Türkeş tahliye edilse de siyasi yasağı devam etmekteydi. Nitekim serbest kaldıktan sonra bazı dergilerde Türkiye üzerinde değerlendirme yazıları kaleme aldı ama bu yazıların tamamında siyasi yasaklı olmanın getirdiği dikkat ve özen açıkça fark ediliyordu. Kapatılan MHP'nin lideri birçok konuda değerlendirme yaparken hem devam eden yargılaması ve hem de siyasi yasağı nedeniyle hassas davranıyor, her konuya giremiyordu. 
6 Eylül 1987 tarihinde düzenlenen referandum sonucunda siyasi yasaklar kaldırıldı. Alparslan Türkeş 4 Ekim 1987 tarihinde yapılan Olağanüstü Genel Kurul sonrasında Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanlığına seçildi.
MÇP Genel Başkanı sıfatıyla siyaset sahnesindeki yerini almıştı. Ufukta ise yeni bir Cumhurbaşkanlığı seçimi vardı. Kimileri Alparslan Türkeş'i Cumhurbaşkanı adayı olarak sunuyor, kendisi ise bu konuda geleneksel bir tavır sergiliyordu. Türkeş'e göre Cumhurbaşkanlığı makamı uzlaşmayla belirlenen bir isme teslim edilmeliydi.

Gerçekten MÇP Genel Başkanı Alparslan Türkeş sık sık yaptığı açıklamalarla siyasi partileri liyakatli bir aday üzerine uzlaşmaya çağırıyor ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin geçmişin tecrübeleri ışığında bir bunalıma dönüştürülmesine engel olunmasını istiyordu. 
Merhum Türkeş, Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanı Adayı olmasına karşı çıkmıştı. Ama bu karşı çıkış, şahsi bir husumetin neticesi değil ilkesel bir çıkarımın sonucuydu. ANAP'ın yerel seçimlerde aldığı oyun % 21.75'e kadar gerilemesine rağmen, TBMM çatısı altında % 64'lük bir çoğunluğa sahip bulunması ciddi bir çelişkiye işaret ediyordu. MHP Lideri, erken seçim neticesinde oluşacak bir parlamentonun bu çelişkiyi ortadan kaldıracağına ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin halkın son tercihlerini yansıtan yeni Meclis tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğine vurgu yapıyordu.
Turgut Özal hızlı bir oy kaybı yaşadığının ve olası bir erken seçimin Meclis aritmetiğini bütünüyle değiştireceğinin farkındaydı. Bu nedenle bir erken seçime gitmektense elinde tuttuğu meclis gücüyle Çankaya'ya çıkmanın en akılcı yol olduğuna inanıyordu. 
Turgut Özal'ın aday olduğu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir boykot yaşandı. Sosyal Demokrat Halkçı Parti ve Doğru Yol Partisi meclise girmeyerek seçimi boykot ediyor ve seçim Turgut Özal ile ANAP Burdur Milletvekili Fethi Çelikbaş arasında geçiyordu. 3. Tur oylama sonrasında Turgut Özal 263 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti'nin 8. Cumhurbaşkanı oldu.
Ancak, Özal'ın Cumhurbaşkanlığı merhum Türkeş'in getirdiği eleştirilerin gölgesine geçti. Özal'ın Köşk'e çıkmasının sonrasında yapılan genel seçimlerde Meclis aritmetiği değişti. Özal "partili cumhurbaşkanı" eleştirilerinin doğrudan muhatabı haline geldi. Çankaya Köşkü çok kısa bir süre sonra kongrelere müdahale toplantılarının yapıldığı bir siyasi kulis karargâhına dönüverdi. ANAP üzerinde otorite sürdürme telaşı, Turgut Özal'ın "tarafsız cumhurbaşkanı" sıfatını tartışmaya açtı.
Turgut Özal'ın 17 Nisan 1993 tarihinde ani bir şekilde hayatını kaybetmesi sonrasında Türkiye bir kez daha Cumhurbaşkanlığı seçimine kilitlenecekti.
























SÜLEYMAN DEMİREL SEÇİLİRKEN
Turgut Özal'ın ani ölümü sonrasında boşalan Çankaya Köşkü'nün en güçlü adayı Süleyman Demirel'di. 

1993 yılı başlarında önemli bir gelişme yaşanmıştı. 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi sonrasında Kapatılan Milliyetçi Hareket Partisi'nin,  27 Aralık 1992 günü toplanan kurultay delegeleri, partinin feshine, isminin ve ambleminin de MÇP tarafından kullanılabileceğine karar vermişti.
Bu karar doğrultusunda 24 Ocak 1993 tarihinde Milliyetçi Çalışma Partisi'nin ismi Milliyetçi Hareket Partisi'ne ve amblemi de Üç Hilal'e dönüştürüldü. Milliyetçi Hareket Partisi uzun yıllar sonra tekrar Alparslan Türkeş liderliğinde Türk Siyasetindeki yerini almıştı.
Milliyetçi Hareket Partisi, Köşk yeni sahibini ararken 13 milletvekiliyle parlamentoda temsil edilmekteydi. Süleyman Demirel partisinden 181 milletvekilinin ve SHP'nin de desteğini almıştı. Ama bu destek Süleyman Demirel için yeterli değildi. Zira 3.Turda Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için gerekli olan 226 sayısına halen ulaşamamıştı. Bu nedenle hemen herkes 13 oyuyla adeta seçimin çilingiri olacak MHP'nin tavrını merak ediyordu.
Milliyetçi Hareket Partisi, Turgut Özal'ın ani ölümü nedeniyle boşalan Çankaya Köşkü için en güçlü isim kabul edilen Süleyman Demirel'e bir rezerv koymadı. Köşk aniden boşalmıştı. Bir devlet krizine vücut vermemek ve Çankaya Köşkü'nün yeni sahibini bir an önce bulmasını sağlamak gerektiğine inanan MHP kadroları, bu konuda en güçlü isim olarak ön plana çıkan Süleyman Demirel'e destek verdi. Milliyetçi Hareket Partisi 13 milletvekiliyle Süleyman Demirel'in Köşk adaylığını destekledi.
Yapılan ilk tur oylamada MHP'nin desteğini alan Demirel 234 oya ulaşarak derin bir nefes aldı. Bu sonuç Süleyman Demirel'in Köşk'e çıkmasına yetmiyordu. Ancak bu haliyle 3. Turda Cumhurbaşkanı seçilmesine artık kesin gözüyle bakılmaktaydı. Nitekim kendisi de, bu sonuca ancak MHP desteğiyle ulaşabildiğine ve koalisyon ortakları olan DYP ve SHP oylarının ancak 221'de kaldığına ilişkin eleştirilere "ÜSKÜDAR'I GEÇTİM" diyerek yanıt veriyor, MHP'nin kilit rolünü kabul ediyordu.
16 Mayıs 1993 tarihinde yapılan 3. Tur oylamada Süleyman Demirel 244 oy alarak Çankaya Köşkü'nün yeni sahibi oluyordu. 

ANAYASA MAHKEMESİNDEN ÇANKAYA KÖŞKÜNE 

MHP'nin efsanevi lideri Alparslan Türkeş 4 Nisan 1997'de vefat etti. Alparslan Türkeş'in hayatı boyunca yılmadan, yorulmadan ve bıkmadan savunduğu ilke ve idealleri MHP kadrolarına sarsılmaz bir fikir mirası olarak kaldı. Milliyetçi Ülkücü irade bu kutlu mirası temsil edecek ismi Devlet Bahçeli olarak belirledi.
MHP'nin yeni Genel Başkanı, Alparslan Türkeş'ten devraldığı bayrağı hiçbir zaman lekeletmedi ve merhum Türkeş'in fikir ve idealleri ışığında gelişen parti geleneklerini hiçbir zaman göz ardı etmedi. Memleket meselelerine yüksek ufku ve vizyonuyla bakarken, öngörülerini tarihi tecrübeler ve geleneklerle harmanlamayı da ihmal etmedi. Sonuca giderken; ilkeler ve gereklilikler arasındaki dengeyi her zaman korudu. Ama tıpkı merhum Alparslan Türkeş gibi o da bütün siyasi tavır ve reçetelerini, benlik ve nefsini ezerek "önce ülkem" referansıyla belirledi.
Kuşkusuz MHP'nin Devlet Bahçeli liderliğinde geçirdiği iki Cumhurbaşkanlığı seçiminde de ortaya koyduğu uzlaşmacı tavrın arkasında; MHP'nin 1960'lardan itibaren edindiği kurumsal hafıza, taviz verilmeyen gelenek ve ilkeler, elbette ki bir de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin "önce ülkem" şeklinde özetlenen ve her zaman erdemi gösteren siyasi pusulası etkili oldu.
Nitekim 18 Nisan 1999 seçimleri sonrasında MHP kadroları 129 milletvekiliyle Meclis'te yerini aldı. Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde Süleyman Demirel vardı ama görev süresinin dolmasına fazla bir zaman kalmamıştı.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in görev süresinin uzatılması anlamına da gelebilecek ve kamuoyunda 5+5 Formülü olarak bilinen Anayasa Değişikliği TBMM'den geçmedi. Böylece Cumhurbaşkanı'nın her biri 5 yıl olmak üzere iki defa seçilebilmesinin önü kapandı. Artık mevcut Anayasal düzenlemeye uygun olarak yeni Cumhurbaşkanı seçilecekti. 
Türkiye; Cumhurbaşkanlığı seçiminin nasıl ve ne şekilde gerçekleşeceği ve hepsinden önemlisi bir krize dönüşüp dönüşmeyeceğini merak ederken, MHP lideri 13 Nisan 2000 tarihinde bu konudaki tavrını net bir şekilde ortaya koydu. MHP lideri "Cumhurbaşkanlığı seçiminin bir krize dönüşmeyeceğini" ifade ediyor, en geniş uzlaşmanın sağlanmasının önemine işaret ettikten sonra, "uzlaşmayı zorlaştıracak, uzlaşma alanını daraltacak tariflerden kaçınılması" gerektiğini ifade ediyordu. MHP geleneksel bir tavırla Köşk'ün yeni sahibinin mümkün olan en geniş uzlaşı içerisinde belirlenmesi gerektiğini ortaya koyuyordu.
MHP Lideri en geniş uzlaşının sağlanması konusundaki tavrını ısrarla sürdürdü. Nitekim Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer'in ismi kendisine iletildiğinde, muhalefetin de desteğinin aranması gerektiğine işaret etti. Yani, 'Sezer' ismine şartlı bir destek vermişti. En geniş uzlaşının sağlanması için muhalefetin de desteğinin aranması gerekiyordu. Aksi takdirde MHP kendi adaylarına angaje olacağı bir yol izleyecekti. Ancak parlamento çatısı altında bir uzlaşma sağlandığına inanılırsa MHP bu uzlaşmayı koruyacaktı. Gerçekten MHP'nin işareti doğrultusunda muhalefetin nabzı yoklanmış ve Ahmet Necdet Sezer üzerinde geniş tabanlı bir uzlaşı sağlanmıştı. Gazeteler, haberi bir gün sonra "CUMHURİYET TARİHİNDE ÖRNEĞİ YOK" manşetleriyle veriyorlardı.
Meclis çatısı altında 5 parti liderinin ve toplam 130 milletvekilinin imzasıyla Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. Ahmet Necdet Sezer, 3. Tur oylaması neticesinde 330 oyla Cumhurbaşkanlığı Makamının yeni sahibi oldu. 
Sezer, TBMM çatısı altında gerçekleşen büyük bir uzlaşının neticesi olarak Cumhurbaşkanı seçildi. Bu uzlaşı neticesinde Cumhurbaşkanlığı seçim süreci bir devlet krizine dönüşmedi. Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında FP'li Bülent Arınç duygularını "SEZER'E ÂŞIK OLDUM" şeklinde özetliyordu.

367 KRİZİ VE ABDULLAH GÜL'ÜN CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ

Türkiye; Ahmet Necdet Sezer'in görev süresinin 16 Mayıs 2007'de dolmasıyla en ilginç Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bir tanesine kapı araladı. Siyasi iktidarın uzlaşma arayışından uzak tavırları ve Köşk Adayını müzakeresiz belirleme isteği yıllar sonra bir kez daha Çankaya Köşkü seçimlerini devlet krizine dönüştürdü. Seçim dönemine, başörtüsü ve laiklik tartışmalarıyla gelinmişti. Üstüne bir de "367" tartışmaları eklenmişti. MHP tüm bu tartışmalar yaşanırken Meclis dışındaydı..
Başvuru için son tarih 25 Nisan olarak belirlenmiş ve ilk turun oylama günü de 27 Nisan olarak tespit edilmişti. 24 Nisan 2007 tarihinde gerçekleşen AKP Grup Toplantısı esnasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimi için adaylarının Abdullah Gül olduğunu açıkladı. Başbakan'ın bu açıklaması sonrasında muhalefetin eleştirileri gecikmedi. Zira muhalefet ve özellikle CHP, Çankaya Köşkü için gösterilecek olan adayın AKP tarafından tek başına belirlenmesinin Meclis İradesine bir dayatma olacağı görüşündeydi. 
27 Nisan 2007 tarihinde gerçekleşen seçimin kaderini aslında aylar önce Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan bir makale belirledi. 26 Aralık 2006 tarihinde Cumhuriyet Gazetesinde bir makale kaleme alan Yargıtay Cumhuriyet Eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu "Anayasada belirtilen ve ilk tur oylamada seçilmek için öngörülen 367 sayısının sadece karar yeter sayısı değil, aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu, oylamalara en az 367 kişinin katılması gerektiğini, aksi halde sonucun geçersiz olacağını" savunuyordu.
Bu makale meşhur 367 tartışmalarını beraberinde getirdi. Zira bu görüşe göre 354 milletvekiline sahip olan iktidar partisi tek başına Meclis Çatısı altında toplantı yeter sayısını sağlayamıyordu. CHP lideri ise uzlaşma olmadan belirlenecek bir adayda ısrar edilmesi durumunda, Meclis'teki oturumlara katılmayacaklarını ve 367 tartışmalarının ciddiye alınması gerektiğine işaret ediyordu. 
İlk tur oylamanın yapıldığı 27 Nisan günü Abdullah Gül 361 oydan 357'sini almıştı. Ancak, Cumhuriyet Halk Partisi Meclis'i boykot etmiş ve ilk tur oturumuna katılmamıştı. Sonuçların açıklanmasının hemen sonrasında CHP oturumu Anayasa Mahkemesi'ne taşıdı ve 367 sayısının hem seçilme ve hem de toplantı yeter sayısı olduğunu, oysa ilk tur oylamada 367 kişinin oylamada hazır bulunmadığını ve birinci tur oylamanın iptal edilmesi gerektiğini ifade etti. Hem zamanlı olarak Genelkurmay'ın internet sitesine tarihe "e-muhtıra" olarak geçen metin konuldu ve Genelkurmay'ın süregiden tartışmalarda taraf olduğuna işaret edildi.
Gerilim günden güne tırmanırken Anayasa Mahkemesi 367 sayısının aynı zamanda bir toplantı yeter sayısı olduğuna hükmederek Cumhurbaşkanlığı Seçiminin 1. Tur oylamasını iptal etti. 6 Mayıs 2007 tarihinde yapılan oylamalarda 367 sayısına ulaşılamayınca Meclis yıllar sonra bir kez daha Cumhurbaşkanı seçemez hale geldi ve yaşanan süreç Meclis'i kilitledi.
Henüz tartışmalar devam ederken tüm partilerin desteğiyle erken seçim kararı alındı. 22 Temmuz 2007 tarihinde gerçekleşen erken seçimler sonrasında Meclis Aritmetiği değişti. Zira Meclis dışında yer alan Milliyetçi Hareket Partisi % 14,3 oy oranıyla Meclis'e girmişti.
Yeni Meclis'in önündeki en büyük sorun Cumhurbaşkanlığı Seçim bunalımının bir an önce aşılmasıydı. Yeni Meclis Başkanı'nın seçilmesi sonrasında Cumhurbaşkanlığı seçimi tekrar ele alındı. Cumhuriyet Halk Partisi'nin tavrında bir değişiklik yoktu. Oylamalara katılmayacaktı. 
MHP'nin kurumsal hafızasının ibresi bir kez daha parlamenter demokrasinin işletilmesini ve sağduyuyu gösteriyordu. MHP Lideri, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin devlet krizi halini almasının Türk Milleti'ne maliyetini kestirebiliyordu. Milli hafıza bunun değişik örneklerini yaşamış ve 1980 Cumhurbaşkanlığı Seçim bunalımı askeri darbenin gerekçesini oluşturmuştu. Üstelik milletin tercihleriyle teşekkül eden parlamento henüz seçilmiş ve seçmen Meclis'e bu krizden çıkış yolu üretilmesi görevi vermişti.
MHP Lideri tereddüt etmedi. Aylar süren krize son noktayı koydu ve parlamenter demokrasinin işletilmesini engelleyecek tavır ve davranışların karşısında konumlandı. MHP, kendi adayıyla Meclis'teki yerini alacak, 367 tartışmalarıyla ülkenin daha fazla enerji kaybetmesi ve gerilime sürüklenmesine müsaade edilmeyecekti. MHP bir kez daha düğümü çözüyor, sistemin işlemesini sağlıyordu. 
Nitekim MHP tüm oturumlarda hazır bulunarak kendi Cumhurbaşkanı adayı olan Sabahattin Çakmakoğlu'nu desteledi. Abdullah Gül, üçüncü tur oylamada 339 oy alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Bir kriz daha MHP'nin "önce ülkem" referansıyla aşılmıştı.

VE BUGÜN

Türkiye bir kez daha Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlenirken MHP'nin tavrı merak ediliyor. Bu defa Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilecek olması MHP'nin Çankaya Köşkü'ne ve seçimlere bakışını değiştirmiyor.
MHP tarihi tecrübesi ışığında süzdüğü gerçeklerle yol almaya devam ediyor. Nitekim MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bakışını ortaya koyan açıklamalarında MHP'nin geleneksel çizgisinin izleri açıkça görülüyor. 
Öyle ki 30 Mart seçimleri sonrasında teşekkür turuna çıkan MHP Lideri, Kütahya dönüşü gazetecilerin sorularını yanıtlarken Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin şu tespitleri yapıyor.

"Türkiye'yi yeni bir siyasi krize sokmamak gerekir. Koalisyonda bulunduğumuz dönemde cumhurbaşkanlığı seçimi oldu, krize dönüşmedi. Liderler zirvesi ile ortak aday belirleyemeyince Sayın Sezer'in ismi gündeme geldi ve 5 parti de üzerinde uzlaştı.  Daha sonra 367 tartışması gündeme geldi. Bir kriz doğdu. Erken seçimden de 367 çıkmadı. Bu arada MHP 71 milletvekili ile TBMM'ye gelmişti. Ben tek cümle söyledim: "O gün Meclis'te olacağız." Bu ifade 367'den yukarıda bir sayıyla meclisin toplanması halidir. Üçüncü turda gül Cumhurbaşkanı oldu. Burada da krizi aşan bir tavır ortaya koyan MHP'dir. 
Cumhurbaşkanlığı totosu oynanmaya başlandı. Siyasi partiler ve kamuoyu zaman aralığında adaylarını kamuoyuna duyurmalı, bir mutabakat aranmalı. Bu gerilimle seçime gidilirse, partilerin yarışı haline gelir ve o zaman genel seçimin mikrolaşma haline dönüşür."
Sadece bu değerlendirme bile MHP'nin, önümüzde kocaman bir sorun gibi duran Cumhurbaşkanlığı seçiminin bir krize dönüştürülmemesi temennisi içerisinde olduğunu ortaya koyuyor.
Çankaya Köşkü'nün kendi tekelleri altında sananlara karşı tarihi uyarılarını yapsa da, kulak tıkayanların tarih önünde gerekli dersi alacakları tedbirlerin hazırlığını sürdürüyor. 
Hiç kuşku yok ki MHP, Çankaya Köşkü'nü ihtiraslarının doruk noktası olarak görenlere karşı Çankaya'nın anlam ve önemine, mazi ve atisine yakışır ve milli değerleri ruhuyla kavramış bir adayı açıklamaya hazırlanıyor.
 


***