Avrupa Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Avrupa Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2021 Cumartesi

BİR İMPARATORLUK KRİZİ Mİ? COVID-19 SALGINININ ABD DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ .,

BİR İMPARATORLUK KRİZİ Mİ? COVID-19 SALGINININ ABD DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ .,





SALGIN VE ULUSLARARASI SİYASET 

Prof. Richard SAKWA 
Kent Üniversitesi Rusya ve Avrupa Politikaları Öğretim Üyesi, 
Chatham House Rusya ve Avrasya Politikaları Programı Üyesi, Birleşik Krallık 
 
Ulus Devlet, Küresel Yönetişim, ABD-Çin Rekabeti, Rusya, Avrupa Birliği, Küreselleşme, Rekabet, Jeopolitik, 

Modern dünyayı karışıklığa iten küresel çapta ekonomik bir durgunluk, yönetişim bozukluğu ve ortak bir müdahale geliştirememe hatası ile birleşen ölümcül ve bulaşıcı bir virüsün oluşturduğu “Mükemmel bir Fırtına”dır. Bu, dünyayı derinden etkileme potansiyeline sahip öngörülmesi güç nadir bir olay yani “siyah kuğu” vakasından ziyade, göz göre göre gelen ve hazırlıksız yakalanılan bir “gri 
gergedan” vakasıdır. COVID-19’un yıkıcı etkisi bulaşma kolaylığı, belirtilerinin ortaya çıkmasındaki gecikme, ölümcüllüğü, aşı eksikliği ve yeterli sayıda test yapabilecek tesislerin bulunmayışı nedeni ile daha da büyümüştür. 

Salgın ve Uluslararası Siyaset 

COVID-19 krizi Soğuk Savaş sonrası dönemin varsayımlarının ve önyargılarının aniden ortaya çıktığı bir dönüm noktasıdır. COVID-19 salgını uzun vadeli değişimleri hızlandırmış ve toplumlarımız ile uluslararası ilişkiler modelinin temelindeki gerçekleri su yüzüne çıkartmıştır. Salgın sonucunda yeni bir küresel ve bölgesel güç dengesi oluşmayacaktır. Bununla birlikte, bir süredir görünür olan eğilimler daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır. 

Kriz epidemioloji ve sağlık alanlarının yanı sıra, nüfus ve ekonomide ortaya çıkan sonuçlarla baş edebilmek için gerekli kaynağa sahip tek gücü, yani ulus devleti bir kez daha toplumsal yaşamın merkezi yapmıştır. 
Aynı şekilde kriz, merkez ve çevre arasındaki güven eksikliği ile halk sağlığı ve refahına ilişkin çalışmaların yetersizliği bazı devletlerin zayıflığını ortaya çıkarırken, merkezi hükümet ile bölgeler ve devlet ile toplum arasında sağlıklı bir ilişkiyi kurmuş olan diğer devletlerin büyük bir itibar kazanarak ön plana çıkmasına yol açmıştır. 
Başka bir deyişle salgın, sadece devletler ve uluslararası yönetişim araçları için değil, devletin nasıl yönetildiğine de dair bir sınav olmuştur. Yaygınlaştırılmış refah devleti olan ülkeler salgını, parçalı ve ekonomik kazancı önceleyen sağlık 
sistemleri bulunanlara göre daha iyi yönetme eğilimindedir. Kriz dönemindeki performans ile siyasi rejim türü arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Diğer bir deyişle, alınan önlemler demokrasi ya da otoriterlikle değil, devletin kapasitesi ve 
yöneticilerinin liderlik yeteceğiyle bağlantılıdır. 
Kriz ayrıca uluslararası işbirliği ajanslarının önemini de vurgulamıştır. G-7, bir kez daha krizin yönetiminde önemli bir etkisi olmayacak dar bir yapı olduğunu kanıtlarken, G-20 grubu, 2008 mali çöküşünden sonra yaptığı gibi bir liderlik rolünü üstlenememiştir. Milliyetçilik ve çok taraflılık arasında yeni bir denge ortaya çıkmamış, bunun yerine küresel yönetişimin zayıflığı belirginleşmiştir. 

Uluslararası politikanın yürütülmesi öncekinden çok daha fazla devlet odaklı duruma gelmiştir. Küreselleşme, daha önce bazı ekonomik zorunlulukların devlet politikalarının önüne geçtiğini göstermişti. Ancak acil eylem gerektiğinde, 
ilk harekete geçen daima devlettir. Sorunlar küresel çapta ortaya çıksalar da, bunlara ulusal düzeyde verilen tepkiler çok önemlidir. Böylelikle ulusal refah ve sağlık hizmetlerinin önemi bir kez daha vurgulanmış olup bu kavramlar 2008-09 
ekonomik krizinden ve ardından gelen Avro Bölgesi krizinden sonra yıllar boyu süren kemer sıkma politikalarıyla birçok Avrupa ülkesinde fazlasıyla ikincil bir konuma getirilmişti. 
COVID-19’a karşı başlatılan mücadele hükümetlerin yeterliliklerinin ölçülmesi için bir sınav olmuş; ABD bu konuda kötü puan almış; Çin’in bilgiyi örtbas etme girişimleri ve sağlık krizini yanlış yönetmesi, Koronavirüs’ün genetik yapısını zamanında paylaşması ve yayılmasını önlemek için kararlı eylemlerde bulunmasıyla dengelenmiş; Almanya’daki etkili merkezi politika, güçlü federal yönetişim ve yüksek toplumsal güvenin birleşimi krizi hafifletirken, ABD’de benzer 
bir kapsayıcı halk sağlığı sistemi ve sosyal güvenlik ağının yokluğu ortaya çıkmıştır. 

Salgın hem ABD’nin hem de Avrupa’nın nüfuz etme gücünde görülen azalmayı hızlandırmıştır. Çok taraflı kuruluşların ve sorun paylaşımının oynadığı rolün hayati önemi haiz olduğu görülse de küresel yönetişim kurumları hakkında Amerika’nın uzun zamandır devam eden tezat yaklaşımı yeni bir seviyeye taşınmıştır. Trump yönetimi, krizin zirvesinde BM Dünya Sağlık Örgütü’nden fon desteğini çekmiştir. Ancak kısa süre sonra hiçbir ülkenin - hatta ABD kadar güçlü bir ülkenin bile - krizle ve onun ekonomik, sosyal ve sağlıkla ilgili sonuçlarıyla kendi kendine başa çıkamayacağı belli olmuştur. 
Liberal küresel düzenin evrensel ilkelerinin bir kısmının reddedilmesiyle, halihazırda görünür olan küreselleşme karşıtı çabalar yoğunlaşmıştır. Bu eğilime, otoriterliğe duyulan istek, demokrasi karşıtı eğilimler ile içe kapanma ve büyüme 
taraftarlığı eşlik etmiştir. 
AB’nin 4 Nisan 2020’de aşı araştırması ve yaygınlaştırılması için fon elde etmek amacıyla ev sahipliği yaptığı bağış konferansında zıt eğilimler de ortaya çıkmış, birçok ülkede muhalif siyasi güçler halk sağlığı müdahalelerine destek sağlamak için işbirliği yapmışlardır. 
Koronavirüs güçler dengesinin ve ideolojik taahhütlerin zaten değiştiği bir zaman diliminde patlak vermiştir. Büyük güç çatışmasının yeniden ortaya çıkması ve uluslararası siyasette bir yanda ABD ve müttefiklerinin diğer yanda Çin ve 
onunla aynı çizgide olanların bulunduğu iki kutuplu bir yapıya doğru dönüşün yaşanması ile dünya düzenine ilişkin kriz derinleşmektedir. 

Trump’ın liberal düzenin evrenselliğini reddetmesi ile kibirli “insani” ve rejim değişikliği müdahaleleri birçokları tarafından ülke içindeki sıkıntıların aşılması için ABD dış politikasının dengeli hale getirilmesi olarak görülerek memnuniyetle karşılanmıştır. Bu dönüşüme uzun süredir devam eden çatışmaların özellikle Çin ile olan ilişkilerin alevlenmesi de eşlik etmektedir. 2018’in sonlarında başlatılan ticaret savaşı, bir anlaşmanın ilk bölümünün imzalanmasıyla 2020 başlarında çözülmüştür. Bununla birlikte, COVID-19’un en yaygın yaşandığı ve ölüm sayılarının en fazla olduğu ülkenin ABD olmasını takiben Trump’ın virüs hakkında başlangıçta takındığı muğlak tutum peşini bırakmamaktadır. 

Kriz, Trump yönetiminin eksikleri ile Amerikan sağlık sistemi ve kriz yönetimindeki başarısızlıkları daha da büyüterek ortaya çıkarmıştır. Dikkatler Çin’e dönmüş, Çin ilk olarak Wuhan’daki salgınla başa çıkma konusundaki başarısızlıklarından dolayı 
suçlanmış, ardından kriz nedeniyle ABD ve küresel ekonomiye verilen büyük zararlar için Çin’den tazminat talep etme yoluna gidilmiştir. 

Salgın öncesi dönemde de Rusya giderek artan yaptırımlara maruz kalmaktaydı. Yaptırımların sonuncusu Baltık Denizi altındaki Kuzey Akım-2 gaz boru hattının Almanya’ya kadar uzatılmasına karşı uygulanmıştır. Trump’ın 2016’da Rusya ile “devam etmenin” mantıklı olduğu yönündeki açıklamasına rağmen, Rusların ABD seçimlerine müdahalesi iddiaları uzlaşma çabalarını aksatmıştır. Trump’ın Putin’e karşı dostane sözleri gücüne duyduğu isteksiz saygı nedeniyle de olsa, aslında stratejik hedefi Rusya’yı Çin ile olan uyumlu ilişkisinden uzaklaştırmaktı. 

1990’lardan bu yana gelişmekte söz konusu uyum 2014 yılından ve İkinci Soğuk Savaş’ın başlamasından sonra büyük ölçüde hızlanarak sürmektedir. 
Trump’ın ise Kissinger tarzı ters bir manevra ile Çin yerine Rusya’yı kazanma şansı bulunmamaktadır. 
Rusya ve ABD ilişkilerinde yeni bir ‘sıfırlama’ beklemek için neden yoktur. İlişkilerde geçmişten gelen bozulma, Eylül 2001 saldırılarından sonra olduğu gibi işbirliği dönemleriyle arada kesintiye uğramaktadır. Mevcut kriz bağları tekrar 
güçlendirme fırsatı vermiştir. Trump, büyük güçler arasındaki anlaşmaları ve kişisel ilişkileri destekleyen ve ticari faaliyetlere ağırlık veren bir başkandır. Bu nedenle Koronavirüs yeni bir açılım için kendisine alan sağlamıştır. 2020 İlkbaharında Putin ve Trump arasında önceki dönemlere göre daha fazla telefon görüşmesi yapılmıştır. Ancak, Trump’ın “büyük bir pazarlık”   gerçekleştirebilme imkanı son derece sınırlıdır. Kongrede Demokratlar Rusya’ya verilecek tavizlere kesin olarak karşı çıkmakta ve Cumhuriyetçi Parti üyelerinin büyük bir bölümü Trump’ın Rusya’nın Çin’e karşı mücadelede potansiyel bir müttefik olduğu görüşünü paylaşmamaktadır. 

Bu, dünyanın iki karşıt kutba ayrılmasından başka bir şey değildir. Bununla birlikte çift kutupluluğun yeni uyarlamasının, 1945 ve 1990 arasındaki Birinci Soğuk Savaş dönemindekiyle pek az ortak noktası vardır. Uluslararası sistem çok daha bütünleşmiş durumdadır ve tek bir tane çok taraflı küresel yönetişim biçimi yaratmıştır. Artık tek bir küresel pazar ekonomisi ve karşılıklı ekonomik bağımlılık üzerine kurulu geniş bir tedarik zinciri bulunmaktadır. Bugün iki kutup yoğun biçimde iç içe geçmiş durumdadır. Ancak bu durum çatışmayı azaltmaktan çok, yaptırım, mali baskı ve benzeri yöntemlerle mücadelenin yürütülebileceği yeni bir alan sağlayabilmektedir. 

Kriz gittikçe güçlenen Çin-Rusya ilişkileri konusunda için de bir sınama olmuştur. Wuhan’daki salgın pandemiye dönüşürken, Rusya Çin ile olan sınırını 31 Ocak’ta kapatmıştır. Çin vatandaşları evlerine döndükten sonra, Rusya yenilenen 
enfeksiyonun ana kaynaklarından biri konumuna geçmiştir. Ancak Rusya, Çin’i savunan ve yanında duran birkaç ülkeden biridir. Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, Çin’e tazminat ödetilmesine ilişkin çağrının ‘kabul edilemez ve şoke edici’ 
olduğunu savunmuştur. Putin, 16 Nisan’da Xi Jinping ile yaptığı telefon görüşmesinde, Çin’in salgını durdurma konusunda yeteri kadar hızlı hareket etmediğini öne süren “zarar verici” eleştirileri kınamıştır. Krizin “Rusya ve Çin arasındaki kapsamlı stratejik ortaklığın özel niteliğini kanıtladığını” savunmuştur. Çin, petrol fiyatları düştükçe ve üreticiler fazla üretimi kısmaya çalışırken Rusya’nın yardımına koşmuştur. Çin’in Rusya’dan ham petrol ithalatı artmış ve Avrupa’daki talebin düşmesi sonucu Rus şirketlerinin can damarı Çin olmuştur. COVID-19, Moskova ve Pekin’e ortak sınamalara karşı birlikte oluşturacakları bir cephenin stratejik önemini göstermiştir. 

Koronavirüs çok taraflı işbirliğine ve bunun sonuçlarıyla ilgilenen uluslararası örgütlerin güçlendirilmesine duyulan ihtiyacı vurgulamakla birlikte, uluslararası politikanın “yeniden ulusallaştırılması” yönündeki eğilimi de ortaya çıkartmıştır. 
Her şeyden önce AB üzerine odaklanmış bir işbirliğine dayalı bazı girişimler varken, kriz mevcut bazı çatışmaları daha da şiddetlendirmiş ve derinleştirmiştir. COVID-19’un ulusları bir araya getirdiğine dair çok az işaret bulunmaktadır. 
Koronavirüs uluslararası yönetişimin zayıflığını, devlet eyleminin önceliğini, büyük güçlerin aralarındaki rekabetin sürekliliğini ve Soğuk Savaş sonrası uluslararası politikada ortaya çıkan genel tıkanıklığı daha da tahkim etmiştir. COVID-
19’un sosyal ve ekonomik etkileri büyük olsa da uluslararası politika açısından doğru kararların alınabilmesinin yolunu açmak yerine sorunları ortaya koyma yönünde etkisi olmuştur. 

***


COVID-19 SONRASI, KORONA KRİZİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER.,

COVID-19 SONRASI, KORONA KRİZİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER.,




COVID-19 SONRASI KORONA KRİZİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER: AÇIK SORULAR, GEÇİCİ VARSAYIMLAR* 

Avrupa Birliği, Uluslararası Örgütler, Çatışmalar, ABD-Çin Rekabeti, Yumuşak Güç Rekabeti, Jeopolitik, Prof. Volker PERTHES,

* Bu makale ilk olarak 31 Mart 2020 tarihinde German Institute for International and Security Affairs (SWP) isimli kuruluşun web sitesinde yayımlanmıştır. 
Prof. Volker PERTHES , Almanya Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü (SWP) Direktörü ve Yönetim Kurulu Başkanı, Almanya 

     Bu zamana kadar yaşanan her bir küresel krizin, uluslararası sistem ile onun yapıları, normları ve kurumları üzerinde etkisi olmuştur. Dünya savaşları ve 
sonrasında sırasıyla kurulan Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler Örgütü’ne kadar geri gitmemize gerek yoktur. 
Bu yüzyıl içerisinde, 11 Eylül 2001 saldırıları devlet dışı aktörlerle mücadelede uluslararası hukuk ve devlet uygulamalarını değiştirmiştir. 
2008 mali krizi ile birlikte G20, bir Maliye Bakanları kulübünden ziyade uluslararası politikanın daha az tartışmalı olan bazı alanlarında yumuşak bir yönlendirme rolü üstlenen üst düzey bir yapıya dönüştürülmüştür. 
Korona krizi sonrası için kesin ifadelerde bulunmak için henüz çok erken. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganı sürekli kullanılmakta ve tekrarlanmakta fakat neredeyse her zaman yanlış çıkmaktadır. Uluslararası politikada “Korona ile” ve “Korona’dan sonra” neyin değişebileceğini sormak daha mantıklıdır. Ancak bu aşamada kesin cevaplardan ziyade geçici varsayımlara varılabilir. 

Korona krizinin, ABD’nin Çin’i “ayrıştırma” çabalarını hızlandırması ve böylece sektörel bazda küreselleşme karşıtı eğilimleri teşvik etmesi olasıdır. Bununla birlikte, uluslararası ilişkilerin bazı alanlarında yeni “küresellik” biçimleri de ortaya çıkabilir. Krizin daha geniş jeopolitik etkisinin - yani uluslararası düzenin gelişimi, devletlerarası rekabet, çatışma ve işbirliği üzerindeki etkisinin - tek tip bir genel görünüm oluşturma olasılığı oldukça düşüktür. 
    Dünyanın pandemi sonrası durumu, siyasi irade, liderlik ve uluslararası aktörlerin işbirliği yapma yeteneğine bağlı olacaktır. 

Pandemi, bazı yorumcuların da ifade ettiği gibi, çok taraflı işbirliğini azaltacak ve kurallara dayalı uluslararası düzeni daha da zayıflatacak mı? Birçok devlet başlangıçta krize tek taraflı olarak tepki verdi ve böyle davranmaya devam edebilir. Kriz, etkin ve küresel bir işbirliği ihtiyacının önemini göstermesine rağmen, tutarsız ve çelişkili gelişmelerin meydana gelmesi tutarlı bir model oluşumundan daha muhtemeldir. Milliyetçi liderler bile Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) gerekliliğini veya aşı ile ilgili bilgi veya araştırma paylaşımındaki işbirliğinin önemini tartışmamaktadır. Bu nedenle, Birleşmiş Milletler ve bölgesel kuruluşların gelecekte sağlık sistemlerine ve halk sağlığı hizmetlerine daha fazla önem 
vereceği, buna daha bağlayıcı kurallar alabilme yetkisi verilmesi ve kaynak aktarımı yapılması ile DSÖ’nün güçlendirilmesin eşlik edebileceği düşünülebilir. Neticede, bazı ülkelerdeki zayıf sağlık sistemleri başkaları için açık tehdit oluşturmaktadır. 
     
    Korona Krizi ve Uluslararası İlişkiler: 

Açık Sorular, Geçici Varsayımlar Halihazırdaki mevcut dönem başkanlıkları yönetimindeki G7 veya G20 oluşumlarından çok taraflı işbirliğini güçlendirmek adına önemli bir girişim beklememeliyiz. 

Bununla birlikte, halk sağlığıyla ilgili konuların, klasik güvenlik sorunlarıyla ilişkilendirilmeksizin BM Güvenlik Konseyi gündemine alınması daha kolay hale 
gelecektir. Artık küresel sağlığın uluslararası barış ve güvenlikle doğrudan ilişkili olduğuna şüphe yoktur. 
Korona krizinin büyük güç çatışmaları üzerinde, özellikle de daha önce uluslararası politikanın yeni temel paradigması olarak nitelendirdiğim ABD ile Çin arasındaki 
rekabet üzerinde, bir etkisi olacak mı? Pandemi bu tür rekabetleri kesinlikle azaltmayacak. Başta ABD ile Çin olmak üzere büyük güçler arasında işbirliğinin ve açık çatışmanın uluslararası politikanın tamamen ayrı formları olmaktan ziyade yan yana ilerlemesi daha muhtemeldir. Çin ve Batılı devletler arasındaki ideolojik anlaşmazlığın daha keskin hale geleceğini varsayabiliriz. Aslında bu, farklı hükümet sistemleri arasındaki rekabet ve devlet ile toplum arasındaki ilişkiyle ilgilidir. 
Başlangıçta salgını gizlediği için eleştirilere maruz kalan Çin, şimdi otoriter sistemini krizle başa çıkmak için demokratik devletlerinkinden daha uygun bir model olarak sunuyor. Çin ayrıca İtalya’ya ve krizden ciddi şekilde etkilenen diğer ülkelere organize bir şekilde yaptığı yardım sevkiyatlarıyla “yumuşak güç” kazanıyor. Buna karşın, Amerika Birleşik Devletleri, iyi niyetli süper güç imajını daha da zayıflatıyor. Vaşington, pandemiye karşı uluslararası bir müdahaleyi koordine etmek için nüfuzunu kullanmak bile istemedi. Bilakis, Başkan Trump ülkesini milliyetçi bir münzevi olarak lanse etti. Buna bağlı olarak, “yalnızca ABD için” aşı üretimini güvence altına almak adına bir Alman ilaç şirketini satın alma girişiminde bulunuldu ve İran’a tek taraflı yaptırımların en azından geçici olarak hafifletilmesi reddedildi. 

Virüs, savaşları ve iç çatışmaları kontrol altına almaya yardımcı olacak mı? Muhtemelen hayır. Halen şiddetli çatışmaların yaşandığı ve yüksek oranda savunmasız nüfus gruplarına sahip ülkeler de pandemiden sert bir şekilde etkilenecek. En kötüsü, fazlasıyla parçalanmış devletlerdeki iç çatışma hatları daha da derinleşecektir. BM Genel Sekreteri’nin “silahlı çatışmayı durdurma” ve bunun yerine COVID-19 ile savaşmaya odaklanma çağrısı, sadece Filipinler’de olumlu sonuç verdi. Bu çağrı, Libya, Yemen ve Suriye’nin yanı sıra DAEŞ veya Boko Haram’dan yanıt bulamadı. Kuzey Kore de füze testlerine devam ediyor. 
Pandeminin bölgesel güç çatışmaları üzerindeki etkisinin benzer şekilde zayıf kalma ihtimali oldukça yüksek. 
Buna rağmen, sorumluluk duygusu olan hükümetler mevcut durumu güven artırıcı önlemleri artırmak için kullanabilirler. 
Nitekim, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt, İran’a yardım sevkiyatı yaptılar. Üst düzey bir Emirlik yetkilisi bana bunun bir defaya mahsus bir durum olmadığını ifade ederken “acil durumlarda İran’a daha önce de yardımcı olduk ve İran kesinlikle bizim için aynısını yapardı. Ancak bu tür eylemleri siyasi uzlaşmaya çevirmeyi başaramadık” dedi. Genel olarak uluslararası toplum, kriz diplomasisine veya çatışmaların çözümü için çaba göstermeye daha az zaman ve özen gösterecektir. Pandeminin en acil konu olduğu günümüzde açıkça görülen bu durum hükümetlerin kriz ve durgunluğun sonuçlarıyla başa çıkmaya çalışacakları ileriki zamanlarda da büyük bir olasılıkla devam edecektir. Bununla birlikte, 
halihazırda birçok fakir ve zayıf devletin sağlık ile ilgili sorunlarını kontrol altına alamadan ekonomik krize girme ihtimalleri yüksektir. Daha zengin devletler fakir devletlerin borçlarını hafifletmeye karar verebilirler. Ancak muhtemelen insani acil durumlar ve istikrar önlemleri için yardım tedariki hususunda, mültecilere yardım için BMMYK’ye destekte bulunmada veya BM misyonları için para ve insan gücü sağlamada daha az istekli olacaklarını göreceğiz. 
Peki ya Avrupa? Ne Vaşington ne de Pekin küresel sorunlara ortak çözümler bulmak konusunda çok fazla enerji harcamayacaktır. Burada, ilk adımı AB, Kanada, Kore, Endonezya, Meksika ve diğer benzer düşünceye sahip çok taraflılığı destekleyen ülkeler atacaklardır. Çin, ABD veya Rusya, diğer ülkelerin, örneğin küresel sağlık politikalarına ilişkin, uygulanabilir tekliflerde bulunmaları halinde işbirliği yapabilirler fakat kapsayıcı çok taraflı çabalara öncülük etmeleri pek olası değildir. 
Krizin, AB ve üye ülkeler arasındaki uyumu güçlendirmesi mümkün ancak kesin değildir. Neticede biraz gecikmeli de olsa AB, ciddi şekilde etkilenen üye devletler için hızlı bir şekilde destek tedbirleri aldı. AB Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in söylediği gibi, uluslararası konumundan dolayı AB, gücün dilini yeniden öğrenmek zorunda kalacak. 

Avrupa’nın gücünün ve çekiciliğinin dayanışma üzerine kurulu olduğunu özellikle bu gibi zamanlarda unutmamak gerekir. 


***


11 Ocak 2021 Pazartesi

COVID-19. JEOPOLİTİĞİN DERİNLEŞEN FAY HATLARI.,-

 COVID-19. JEOPOLİTİĞİN DERİNLEŞEN FAY HATLARI.,-




COVID-19, Jeopolitiğin Derinleşen Fay Hatları, Avrupa Birliği, Ulus Devlet, Transatlantik İlişkiler, Küresel Liderlik, ABD-Çin Rekabeti, 
Dünya Tehlikede,

Prof. Wolfgang ISCHINGER
Hertie Enstitüsü Güvenlik Politikaları ve Diplomatik Uygulama Kıdemli Profesörü, Münih Güvenlik Konferansı Başkanı, Almanya’nın eski Londra ve Vaşington Büyükelçisi, Almanya 

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

 
    Yeni tip Koronavirüs’ün sebep olduğu pandeminin sonuçları küresel ölçekte hissedilmektedir. 
Daha önce uluslararası güvenliği bu şiddette tehdit eden bir durumla karşılaş mamıştık. COVID-19, dünyanın dört bir yanında - milyarlarca değilse bile - milyonlarca insanın yaşamını ve geçimini hatırladığımız tüm diğer çatışma ve 
felaketlerden daha fazla etkilemektedir. Bununla birlikte, pandeminin kendisi yeni bir olgu olsa da etkileri yeni değildir. Bilakis, COVID-19, virüs ortaya çıkmadan çok önce uluslararası topluluğun karşı karşıya olduğu çok sayıda güvenlik sınamasını hızlandırmakta ve şiddetlendirmektedir. “Dünya Tehlikede” (World in Danger) adlı kitabımda da belirttiğim üzere, bu pandeminin arka planında zaten çoktan rayından çıkmış ve artan bir belirsizlikle şekillenen bir dünya yer almaktadır. Değişecek olan belirsizliğin kendisinden ziyade boyutudur. 

Pandemi ve pandemiye verilen farklı mukabeleler günümüz jeopolitiğinin durumuna dikkatleri çekmiştir. 

Kanaatimce, dünya tarihinde ileride bu ana dönüp baktığımızda muhtemelen COVID-19’un bir dönüm noktası olmaktan ziyade, Amerikan liderliğinin azalması, transatlantik ilişkilerin gerilmesi, Avrupa projesinin test edilmesi, küresel işbirliğinin azalması, milliyetçilik ve büyük güç politikalarının geri dönüşü gibi uluslararası politikanın mevcut eğilimlerini hızlandıran bir katalizör olduğunu göreceğiz. 

İlk Eğilim: Baskı Altındaki Avrupa Projesi, 

COVID-19’un Avrupa içinde ve Avrupa aracılığıyla çevreye yayılması, zaten gergin olan Avrupa içindeki uyum için başka bir sınama olmuştur. Pandemi baş gösterdiğinde ülkeler pandemiye ve ekonomik etkilerine karşı refleks olarak 
çoğunlukla ulusal karşılıklara geri dönüş yapmıştır. AB’nin temel taşı olan tek pazara karşın, hem Almanya hem de Fransa tıbbi malzemelerin diğer AB üyesi devletlere ihracatını durdurmuştur. Bu ihracat kısıtlamalarının kaldırılması 
adıgeçen iki ülkenin Avrupalı komşularının yoğun lobi çalışması ve baskısı sayesinde olmuştur. 

Fakat ülkelerin ulusal tedbirlere dönmesi - Brexit’in bilhassa ve açıkça ortaya koyduğu gibi - bu krizin patlak vermesinden çok önce kan kaybetmeye başlayan Avrupa entegrasyon sürecini yansıtmaktadır. Esas soru, ülkeler sınırlarındaki kontrolün virüsün yayılmasını yavaşlatıp yavaşlatmayacağını kendilerine sorarken ibrenin Brüksel’den başkentlere doğru ne kadar kayacağıdır. 

İkinci Eğilim: Ulus Devletin Güç Tekelini Kaybetmesi Pandemi dünyanın ne ölçüde karşılıklı bağımlı bir hal aldığını göstermektedir. Karşılıklı bağımlılık ulus devletin güç tekelini kaybetmesine bağlı olarak şekil almaktadır. Alman İmparatorluğu 1871 yılında kurulduğunda iç ve dış güvenliği ile refahını tek başına sağlayabilmiş ti. Günümüzün Avrupası’ndaki küçük ulus devletlerin bunu başarabilmesi artık kolay değildir. 

Pandeminin de açıkça gösterdiği üzere, bugün karşılaşmakta olduğumuz neredeyse tümü zor sorunların çözümü ulus devletlerin bireysel kapasitesini aşmaktadır. Sorunları çözmede yalnızca küresel yaklaşımların başarı şansı bulunmaktadır. 

Otoriter veya popülist liderler destekçilerine bunun tam tersini, yani ulusal kimliği oluşturan ulus devletin hayatta, iyi ve güçlü olduğunu söylediklerinde onları kandırmaktadırlar. 

Üçüncü Eğilim: Transatlantik İlişkilerde Derinleşen Çatlaklar 

Koronavirüs pandemisi zaten kötü durumda olan transatlantik ilişkileri daha da kötü hale getirmiştir. Ticaret meseleleri, savunmaya harcanan bütçe veya NATO’nun rolüne dair tartışmalar mevcut krize verilmesi gereken doğru yanıta 
ilişkin gerilim ve şikayetlerin temelini oluşturmaktadır. İş ciddiye binip tıbbi malzemeler yetersiz hale geldiğinde hem Avrupa hem ABD kendi içine dönmüştür. İç talebi karşılamak için Vaşington yüz maskesi üreten yerli bir şirkete yurtdışına 
sevkiyat yapmayı durdurması talimatını vermiştir. Aynı şekilde, AB de öncelikle kendi pazarındaki tüketicilerin taleplerini karşılamak için kritik önemi haiz tıbbi ekipmanın ihracatını durdurmuştur. ABD ve AB sadece yoğun kamuoyu eleştirileri 
karşısında bu kısıtlamaları gevşetmiştir. Bu sıfır toplamlı oyun, virüsün bilançosunu hem malzeme tedariki kesilen insanlar hem de ABD ve AB için daha da kötüleştirecek bir tehdittir. 
Pandemiye verilen ulusal tepkilerin sığlığı ile beraber hareket etme ve küresel gündemi belirlemedeki başarısızlık, diğer ülkeler boşluğu doldurduğunda belirgin hale gelmiştir. 
Çin ve Rusya sahnede ön planda yer alma ve bu “söylem savaşını” kazanma girişiminde bulunmuştur. Her iki ülke de Batı’nın krize verdiği mukabeleye dair yanlış bilgiler yayarak, krizi sözde “maske diplomasisi” için kullanmaktadır. 
Dördüncü Eğilim: Artan Büyük Güç Rekabeti Hem Vaşington’da hem de Pekin’de iki gücün karşı karşıya gelmesini savunanlar güç kazanmıştır. 

Salgın bu durumu daha fazla göz önüne getirmiştir. 

İkisinden biri pandemi vesilesiyle göreceli bir avantaj elde edecek midir? ABD 
de Çin de krizi kendi yöntemlerince kötü yönetmiştir ve ikisi de rol model olarak ön plana çıkamamıştır. Çin, ekonomik olarak ABD veya Avrupa’dan daha hızlı toparlanabilir ancak küresel liderliğe soyunabileceğini gösteren bir tutum sergilememiştir. 

Yumuşak ve sert güç açısından ABD hala Çin’den daha avantajlı konumdadır. Krizden sonra da durum böyle olacaktır. 

Bununla birlikte, Çin ve ABD arasındaki “kopma” eğilimi ivme kazanacaktır. 

Sağlık endüstrisinin kriz sebebiyle stratejik öneminin artmasıyla ülkeler üretimde küreselleşmeyi tersine çevirmeyi deneyeceklerdir. Ayrıca, büyük güç rekabeti 
çok taraflı sistemi giderek daha fazla sekteye uğratacaktır. Dünya Sağlık Örgütü’ndeki anlaşmazlık çok taraflı kurumların ABD ve Çin arasındaki çapraz ateşe maruz kaldıkça daha da fazla zayıflayacaklarını gözler önüne sermektedir. 

Bu eğilimlerin hızlanması, bakış açısına bağlı olarak, pandeminin ardından dünya meselelerinin alacağı duruma ilişkin iki söylemi öne çıkarmaktadır. İlk söyleme göre, COVID-19 salgını, küreselleşme ve açık sınırların ülkeleri virüs ve diğer tehditlere karşısında daha hassas hale getirdiğinin, her ülkenin ilk olarak ikmal hatlarını ve hayat kurtaran kaynaklara erişimini güvence altına alarak kendi başının çaresine bakması gerektiğinin kanıtı olarak görülmektedir. Uluslar kendi sınırlarına çekilecek ve işbirliğinden imtina edeceklerdir. 

Böylece dünyanın durumu kötüleşecektir. İkinci söyleme göre ise, dünya pandemiden farklı bir ders çıkarmıştır. Pandemi çok taraflı işbirliğine olan ihtiyacı göstermiş, tek başına hareket etme milliyetçiliğinin ve izolasyonizmin sınırlarını ortaya koymuştur. Krizle mücadele ederken bunu akılda tutacağız ve “yıkılanı daha iyi inşa edeceğiz”. Teorik olarak, uluslararası toplum öncekinden daha güçlü olacaktır. 

Bu söylemlerden hangisinin COVID-19 sonrası dünyayı şekillendireceği büyük ölçüde Avrupa ve transatlantik ortaklığına bağlıdır. 
Pandemiye karşı ortak mukabeleler geliştirilmesi jeopolitik ilişkileri açısından ciddi bir test olacaktır. 
Avrupa için bu daha da fazlası, bir ölüm kalım meselesidir. Bu aynı zamanda, AB’nin “koruyan bir Avrupa” vaadini yerine getirebileceğini sergilemek için eşsiz bir fırsattır. Bunu yapmak için AB, en ağır şekilde etkilenen üye devletlerini desteklemek üzere gereken mali araçların kullanılması ve komşularını güçlendirme ye yönelik çabalar gibi daha önce almadığı iddialı tedbirleri almalıdır. Transatlantik ortaklara gelince, zaman ABD’nin küresel liderlik potansiyelini kullanma zamanıdır. 

ABD ve Avrupalı devletler sadece Koronavirüs ile mücadele etmek için değil, ayrıca küresel bir mukabelenin temelini oluşturmak için de acilen çekişmeyi bırakmalı ve müttefik olarak birlikte çalışmalıdır. Dünyanın COVID-19 ile tekrar 
karşı karşıya kalmaması ve ülkelerin bir sonraki pandemiyle kendi başlarına mücadele etmek zorunda olmamalarının sağlanması amaçlanmalıdır. 

COVID-19, ivme kazanan küresel çalkantıların ortasında AB ve transatlantik ortaklarının daha güçlü bir şekilde ayağa kalkmaları için bir katalizör işlevi görebilir. 


***

6 Ocak 2021 Çarşamba

COVID-19 SONRASI DÖNEMDE KÜRESEL SİSTEMİN GELECEĞİ

COVID-19 SONRASI DÖNEMDE KÜRESEL  SİSTEMİN GELECEĞİ 





SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 


Prof. Yiwei WANG
Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü Jean Monnet Profesörü, Yeni Dönem İçin Xi Jinping’in Çin’e Özgü Sosyalizm Düşüncesi Akademisi Başkan Yardımcısı, Renmin Üniversitesi, Çin 
 
Çin, Küreselleşme, Uluslararası Örgütler, Avrupa Birliği, Türkiye, Prof. Yiwei WANG, Kuşak ve Yol Girişimi, COVID-19 Sonrası Dönemde, Küresel Sistemin Geleceği, 


COVID-19 salgının ilk aşamalarında Fransız Ekonomi ve Maliye Bakanı Le Maire, Koronavirüs’ün küreselleşme kurallarını değiştireceğini ileri sürmüştür. Küreselleşme esasen COVID-19 sonrası dönemde bizzat değişikliğe 
uğrayacaktır. Bu noktada, üç yeni bakış açısı bulunmaktadır. 
İlk olarak, insanların küreselleşeceği döneme adım atıyoruz. Motivasyonu sermaye olan küreselleşme önceleri kar elde etmeye yönelikti. Ancak şu anda, insanların sağlığı ve güvenliği küreselleşmede ön plana çıkmaktadır ve bu nedenle herkesi ilgilendirmektedir. COVID-19 bağlamında, uluslararası ilişkiler artık yalnızca “sizin ve benim” aramızdaki ya da ülkeler arasındaki ilişkiler değil, aynı zamanda insanlar ve virüsler arasındaki ilişkilerdir. Ortak geleceği paylaşan bir toplum içerisinde bulunmamız nedeniyle insanlar salgını ancak birlikte yenerek güvende olabilir. 

İkinci olarak, zayıf halka olmaları ve nihai sonucu belirlemeleri nedeniyle küresel krizlerde nispeten zayıf kapasiteli ülkelere daha çok özen gösterilmelidir. Uluslararası yardım, ülkelerin güvenliklerinin birbirlerine bağlı olmaları sebebiyle krizi çözmede hayati rol oynamaktadır. Çin halihazırda ihtiyaç içindeki bölgelere gerekli yardımı sağlamış bulunmaktadır. 

Üçüncü olarak, küresel sınamaların üstesinden gelmek için küresel işbirliği gereklidir. Mevcut durumda dünya, küresel kamu sağlığı krizi ve büyük bir küresel durgunluk riskiyle karşı karşıyadır ve küresel işbirliği zorunludur. 

Sonuç olarak insanların küreselleşmesi insanlık için ortak geleceğe sahip bir toplum oluşturulmasını gerekli kılmaktadır. Herkese hizmet veren ve merkezine insanı alan kapsayıcı ve etkili bir küresel yönetim sistemine ihtiyacımız vardır. Bu bakımdan DSÖ, IMF kadar önem taşımaktadır. 

Kapitalizmde ortaya çıkan gerilemeler ABD hegemonyasının bir sonucudur. 

Böyle bir yönelim karşısında Batı ve özellikle ABD, COVID-19’dan ders almak yerine Çin’e karşı büyük güç politikası ve çamur atma oyunu oynamaktadır. 

Avrupa’da yaşanan Kara Ölüm’e ilişkin tarihi çalışmalar insanların veba korkusuyla iki şey yaptıklarını göstermektedir. Birisi ölümle dans etmek, 
ikincisi vebayı getirdikleri için Yahudileri kınamaktır. Şimdi aynı durum tekrar etmektedir. Cambridge Üniversitesi bilim insanlarının araştırmalarına göre, Koronavirüs’ün A, B ve C olmak üzere üç modeli bulunmaktadır ve bunlar Wuhan’dan kaynaklanmamıştır. 

Virüsle mücadeleye ilişkin küresel çabalar politikacıların iyi niyetli olmayan yüzlerini yansıtan bir aynadır. BM Genel Sekreteri ve Dünya Sağlık Örgütü Başkanı, bugün dünyanın karşı karşıya olduğu en büyük tehdidin virüs değil, korku, söylentiler ve suçlama olduğunu belirtmektedir. Örneğin, ABD Başkanı Donald Trump, sorumluluktan kaçınmak ve suçu Çin’e yüklemek amacıyla Koronavirüs’ü “Çin virüsü” olarak adlandırmaktadır. ABD halihazırda gümrük vergisi savaşından yararlanmaktadır ve Avrupa da burada hedeftir. 

Buna karşılık, Konfüçyüs’ün “kendin başarı kazanmayı arzuluyorsan, başkalarının da başarıya ulaşmasına yardım et” söyleminden yola çıkan Çin, iç durumunu kontrol altına aldıktan sonra diğerlerine de aktif olarak yardımda bulunmuştur. Çin’in COVID-19 ile mücadelesinin ardında yatan dış siyaset hem kendisine hem de diğerlerine yardım etmek olarak özetlenebilir. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, “İnsanlık İçin Ortak Gelecek Topluluğu” kurulmasının gerekliliğini bir kez daha yinelemiş ve 12 Mart akşamı BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ile telefon görüşmesinde COVID-19 salgınının insanlığın birlikte yükseldiğini ve birlikte düştüğünü yeniden hatırlattığını vurgulamıştır. 

Bazı gelişmiş ülkeler Çin’in acısını paylaşamamakta ve kendilerinin güvende olacakları kanısını taşımaktadırlar. Dolayısıyla, yetersiz adımlar atarak yanlış politikalar benimsemişlerdir ve yaşam şekillerini değiştirmek istememektedirler. Bazı ülkelerde enfekte olan yaşlı kişiler yardım alamayarak vefat etmiştir ki bunun Doğu Asya ülkelerinde yaşanması hayal bile edilemez. Kapitalizm farklı yaş gruplarındaki insanlara değil sermayeye hizmet etmektedir. “Dünya Düzdür”ün yazarı Thomas Friedman, New York Times gazetesinin serbest kürsü bölümünde küresel salgının çığır açacağını ve “salgın öncesi” ve “salgın sonrası”  dönemlerimizin olacağını yazmıştır. “Gelecek günlerde kültürel yapılarımızı, düzeni değil bağımsızlığı vurgulayacak şekilde düzenlememiz gerekecektir.” 

Bu, liberal demokrasiyi savunan kapitalist sisteme ilişkin büyük bir ironidir. Avrupa Birliği’ni ele alalım. AB, geçtiğimiz sene kurala dayalı bir siyasi sistem olmaktan belirli konuları ele alan bir sisteme geçiş yaparak, Çin’i kurumsal bir rakip olarak tanımlamaya başladı. Ardındaki siyasi kültür de değişim göstermektedir. 

AB önceleri tek tip kurallar uygulanmasında ısrar ederken, şimdi bu kuralları belirli hususlardaki ihtiyaçlara uyarlamaya başlamıştır. 

Örneğin, 
İstikrar ve Gelişme Paktı’ndaki kısıtlamaların hafifletilmesi ve devlet yardımına yönelik standart gereklerin yumuşatılması, AB’de daha fazla değişimin habercisi dir. AB’nin üye devletlerin tek tip kurallara uymaları gereğini yumuşatması, kurala dayalı bir topluluktan değerler topluluğuna doğru önemli bir adım attığı anlamına gelmektedir. 

COVID-19 salgını bizlere ideolojinin ötesine geçmemiz, açık bir küresel bilim sistemi kurmamız ve insan medeniyetinin yenilenmesini desteklememiz gerektiğini hatırlatmaktadır. 
Gelecekte III. Dünya Savaşı değil, insana ilişkin bir Rönesans’ın olacağına inanmalı ve bunu ümit etmeliyiz. Dostların samimiyeti, talihsizlik zamanlarında sınanır. 

Günümüzde Türkiye’nin de içinde bulunduğu BRI (Kuşak ve Yol Girişimi) ülkeleri ve Çin, sermayeden ziyade insanların ihtiyacına göre yürütülen Yeni Küreselleşme nin sağlam temellerini oluşturmaktadır. Çin ileri teknoloji sanayilerine çok önem vermektedir. 
Koronavirüs nedeniyle, “temassız iş modeli” dünyada popüler hale gelmekte ve bu da Türkiye’ye ve Çin’e 5G, dijital ekonomi ve büyük veri konusunda mevcut işbirliğini hızlandırmak için yeni bir fırsat  sunmaktadır.

Kamu sağlığı alanında akıllı tedavi gibi temassız teknoloji uygulanması işbirliği yapılacak bir sonraki alana işaret etmektedir. Özetle, insanların ihtiyaçları doğrultusunda yürütülen ve ileri teknoloji sanayi işbirliğiyle işleyen Yeni Küreselleşmeyi desteklemek stratejik ortaklığımızı beslemenin ve sürdürmenin en önemli yoludur. 

Esasen pandemi, Çin-AB Liderler Zirvesi ve Pekin’deki 17+1 zirvesi dahil olmak üzere Çin’in diplomatik gündeminden daha fazlasını etkilemiş olup, bazı fuarların çevrimiçi yapılması gerekmektedir. Ancak Çin bunu fırsata dönüştürmeye 
çalışmaktadır. Pandeminin Çin’in ekonomisi ve toplum üzerindeki etkisi geçicidir. Salgının etkileri tersine çevrilemez değildir. 

COVID-19 esasen, Çin’in dijital dönüşümünü desteklemiştir. Dijital sağlık hizmetleri, dijital eğitim, dijital ofis, dijital iletişim, dijital işlemler, dijital lojistik ve dijital eğlence genel akım haline gelmiştir. Çin ulusal yönetimi daha modern, 
dijital ve akıllı hale gelmektedir. Alibaba Group’a ait “E-Dünya Ticaret Platformu” (eWTP) Çin ve AB’nin salgına karşı işbirliği yapmasına ve Çin-AB sınır ötesi e-ticaretinin krizi yenmesine yardımcı olmak için hazırlanmıştır. Pandemi, Çin’in imalat sanayisinin dönüşümünü teşvik etmiş, yenileşme, yapay zeka, 
5G teknolojisi ve biyo-tıp uygulamalarını hızlandırmıştır. 

Bu da “ Bizi öldürmeyen şey güçlendirir ” deyimini ispatlamaktadır. 

***

YENİ NORMALE ALIŞMA COVID-19 DÖNEMİNDE ALMAN DIŞ POLİTİKASI.,

YENİ NORMALE ALIŞMA COVID-19 DÖNEMİNDE ALMAN DIŞ POLİTİKASI.,




YENİ NORMALE ALIŞMA: COVID-19 DÖNEMİNDE ALMAN DIŞ POLİTİKASI VE KAMUOYU* 
JoshuaWEBB*
 Dr. Ronja SCHELER**
*Körber-Stiftung Vakfı’nda Program Yöneticisi ve Berlin Pulse Editörü, Almanya 
 
**Körber-Stiftung Vakfı Uluslararası İlişkiler Programı Direktörü, Almanya
_  Bu makale ilk olarak The Berlin Pulse’da yayımlanmıştır 
    (https://www.koerber-stiftung.de/en/the-berlinpulse)• 


SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

Avrupa Birliği, Almanya, ABD-Çin Rekabeti, Çok Taraflılık, COVID-19 salgını,Yeni Normale Alışma, COVID-19 Dönemi, Alman Dış Politikası, Kamuoyu, 


   COVID-19 salgını son on yılda görmekte olduğumuz jeopolitik değişimlerin temelini oluşturan birçok dinamiğe ivme kazandırdı. Alman bakış açısından 
Koronavirüs neredeyse İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Berlin’in dış politikasının temelini oluşturan ve Avrupa entegrasyonu, Transatlantik işbirliği ile ihracata dayalı ekonomik modelden oluşan sacayağının her bir ayağındaki önemli sorunları ortaya çıkardı. Açık ve kurallara dayalı bir düzene olan bağımlılıkları sözkonusu ayakların ortak noktası olup, bu düzen giderek daha çok tehdide maruz kalmaktadır. 
Bu sınamaların farkında olan Almanya uluslararası işbirliğine yönelik yinelenmiş bir taahhüde önayak olmak için büyük çaba sarf etmiştir. Ocak 2019'da geçici üye olduğu BM Güvenlik Konseyi'nde yeni girişimlerden, Çok Taraflılık için İttifak'ın 
faaliyete geçirilmesine kadar birçok konuda çok taraflılığı gündeminin merkezine taşımıştır. 

Peki bu zorluklar ve ortaya atılan çözümler özellikle pandemi bağlamında halk tarafından nasıl görülüyor? 

Jeopolitik gerçekler değişse de Almanlar birbirine derinden bağlı bir dünyada kendilerini daha rahat hissetmeye devam ediyor ve çoğunluk küreselleşmenin ülkelerine (%59) ve kendilerine (%52) fayda sağladığına inanıyor (Pew Araştırma 
Merkezi’nin verilerine göre, ABD’de bu oranlar sırasıyla %47 ve %49’dur). Benzer bir anlayışla, Almanlar uluslararası işbirliğinin sadık destekçileri olmaya devam ediyor. 2019'daki %96'ya oranla küçük bir düşüşe rağmen %89'u küresel sınamaların üstesinden gelmek için diğer ülkelerle işbirliği yapılmasını destekliyor. Öte yandan, küresel karşılıklı bağımlılığa sınırlı destek veriliyor. %85'lik büyük çoğunluk yüksek maliyet riski olsa bile temel malların üretiminin ve kritik altyapının Alman topraklarına geri döndüğünü görmek istiyor. Bununla birlikte, 
uluslararası sınamalarla Almanlar tek başlarına mücadele etmek istemiyorlar. Peki, bu tercihlerin Avrupa entegrasyonu, Transatlantik ortaklık ve Çin ile ilişkiler hususundaki görüşlerle bağlantısı nedir? 

Avrupa konusunda Almanlar birbiriyle çelişen görüşlere sahipler. Avrupa'ya bakış açısı olumluya yönelen %33'lük kesime karşılık %38'lik kesim COVID-19 krizi sırasında AB ile ilgili görüşlerinin olumsuz olduğunu belirtiyor. Yaklaşık dörtte üçü 
nispeten zengin bir ülke olarak Almanya'nın küresel sorunların çözümünde diğer ülkelerden daha fazla katkıda bulunması gerektiği konusunda hemfikirken, bunun Avrupa ölçeğinde nasıl sonuç vereceği net değildir. %59'luk büyük bir kesim 
son haftalarda en tartışmalı konular arasındaki Koronavirüs tahvillerine karşı çıkmaktadır. Avrupa entegrasyonuna destek somut faydalar sözkonusu olduğunda daha az muğlak hale geliyor. Örneğin, %85'lik güçlü bir çoğunluk Koronavirüs’ün 
üstesinden gelindiğinde katılımcı devletler arasında sınır kontrollerini kaldıran Schengen Anlaşması’na dönmeyi desteklemektedir. 

Avrupa projesi ile karşılaştırıldığında, Almanların Transatlantik işbirliğine yönelik yaklaşımlarında ciddi bir düşme görülmektedir. Washington'a yönelik şüphecilik 
salgın öncesinde de mevcutken, Amerika'nın Koronavirüs’e verdiği yanıt Almanların ABD’den uzaklaşmasını açık şekilde güçlendirdi. Almanların %73'ü ABD hakkındaki görüşlerinin kötüleştiğini söylüyor (Bu oran, Çin'e karşı görüşlerinin 
kötüleştiğini söyleyen katılımcıların sayısının iki katından fazladır). Washington ve Berlin arasındaki yakın güvenlik işbirliğine rağmen, Eylül 2019'daki %19’luk orana kıyasla, Almanların sadece %10'u ABD'yi Almanya'nın dış politikadaki en yakın ortağı olarak görüyor. Transatlantik yabancılaşmanın bir başka örneği, Pekin ile yakın ilişkilerden çok Vaşington'la yakın ilişkilere öncelik veren Almanların oranının Eylül 2019'da %50 iken şu an %37’ye düşmüş olmasıdır. Bu da neredeyse tam 
tersini düşünenlerin sayısına eşittir (%36). 

Peki Almanya ABD'den uzaklaşıyor ve Çin'e mi yakınlaşıyor? 

Pek sayılmaz. Evet, halkın Vaşington ve Pekin arasında eşit mesafede durması politikacıları endişelendirmelidir. Ancak bu Almanların Çin Halk Cumhuriyeti’ne eleştirel yaklaşmadıkları anlamına gelmez. %70'inden fazlası Çin Hükümeti’nin Koronavirüs’ü kontrol altında tutma konusunda daha şeffaf davranmış olması halinde salgını hafifletebilmiş olacağını düşünüyor. Çin’in propaganda çabaları da birçok Alman'a hitap ediyor gibi görünmüyor. Mart ayında Avrupa'nın dayanışma konusundaki eksikliği nedeniyle tüm umutlarını Pekin'e yönlendirdiğini açıklayan Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic'in aksine Almanların %87'si AB'nin pandemiye karşı mücadeleye Çin'den daha fazla katkıda bulunduğuna inanıyor. 
Tüm bunlar Alman dış politikasının geleceği açısından ne anlama geliyor? AB üyeliğinin faydaları popülerliğini koruyor. Bununla birlikte elde edilen sonuçlar, Almanlar nezdindeki AB imajına salgının nihai etkisinin olumsuz olduğunu göstermektedir. Batıya baktığımızda Atlantik her zamankinden daha uzak görünüyor. Önceki anketlerden elde edilen veriler Almanların ABD hakkındaki algılarının görevdeki Başkana ilişkin algılarıyla yakından ilişkili olduğunu 
göstermektedir. Bununla birlikte, kamuoyu ve Vaşington'la yakın ilişkilere dayanan dış politika arasındaki büyüyen makas, siyasi yelpazenin her iki ucundaki partilere cazip hedefler sunabilir. Bu meyanda, Sosyal Demokratların NATO'nun 
nükleer programı çerçevesinde Alman topraklarında depolanan ABD nükleer silahlarının kaldırılması yönündeki son talebi, ki bu Almanya'nın ittifak içindeki rolü bakımından hayati bir politikadır, gelecekteki tartışmaların habercisi olabilir. Peki ya Çin? Bazı Alman politikacılar demokratik devletlerin uluslararası arenadan çekilmesiyle ortaya çıkan boşlukları otoriter devletlerin hızla dolduracakları konusunda defalarca uyarıda bulunmuşlardır. 
     Kamuoyu açısından Çin Halk Cumhuriyeti, ABD popülaritesinin zayıflamasından ortaya çıkan boşluğu doldurmanın eşiğinde gibi görünüyor. 
Uzmanlar gibi politikacılar da Çin-Amerikan rekabetinin mevcut gidişatı sürerse Almanya'nın sonunda tarafını seçmek zorunda kalacağına - ki bunun olmayacağını gösteren çok az şey var - ve Pekin'in artan popülaritesinin verilecek kararı 
karmaşık hale getireceğine dair öngörülerde bulunuyorlar. 

Koronavirüs salgını uluslararası işbirliğine acil ihtiyaç olduğunu hissettirdikçe çok taraflılık hem manen hem de uygulamada bocalıyor gibi görünüyor. Pandeminin uluslararası işbirliğini artıracağına %42'lik bir oranla inanan Almanlar uluslararası işbirliğinin geleceği konusunda iyimser kalmayı sürdürüyorlar. 

Umarız acı bir hayal kırıklığı yaşamazlar. 

***

PANDEMİ SONRASI DAHA FAZLA. AZ-TARAFLILIK ZAMANI MI

PANDEMİ SONRASI DAHA FAZLA. AZ-TARAFLILIK ZAMANI MI




Dr. Marton UGROSOY
Dış İlişkiler ve Ticaret Enstitüsü (IFAT) Başkanı, Macaristan 
 

Küreselleşme, Çok Taraflılık, Uluslararası Örgütler, Macaristan , Küresel Yönetişim, Dr. Marton UGROSOY,Rusya, ABD-Çin Rekabeti, Pandemi Sonrası, Daha Fazla, Taraflılık Zamanı, 


SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 


İnsanlığın mevcut Koronavirüs salgını gibi bir sınamayla daha önce karşı karşıya kalmadığını söylemek her ne kadar cazip görünse de doğru değildir. 

Birincisi, mevcut salgından önce de küresel salgınlar dünyayı kasıp kavurmuşlar dır. 

İkincisi, COVID-19’dan kaynaklanan ekonomik hasar hastalığın tahribatından çok daha vahim olacaktır. Küreselleşme, geri dönüşü olmayan karmaşık bir süreçtir ve insanlık yaşanan tüm can kayıplarına rağmen daha fazlasına sahip olma ve 
küresel servetten daha fazla pay alma arzusundan şüphesiz ki vazgeçmeyecektir. 

ABD Kendi Ayağına mı Kurşun Sıktı? 

Küresel yönetişim ve uluslararası kuruluşların geleceği COVID-19 sonrası dünyada beraber şekillenecektir. Batı’nın düşüşünün kaçınılmaz olduğu en az yüz yıldır tahmin edilmekteydi ancak ABD’nin mevcut krize verdiği tepki hayret verici ve tüm beklentilerin dışında oldu. ABD’nin dünya düzeni üzerindeki hakimiyetinin kalan kısmını koruyor olması gerekirken, sözde kurallara dayalı uluslararası düzenin etrafından dolaşarak kurumlarını ortadan kaldırdığını görüyoruz. Ana garantörünün körü körüne ve kibirli bir şekilde kendi kurallarını göz ardı etmesinden başka hiçbir şey bir sistem için daha fazla yıpratıcı olamaz. Sanki bu durum daha önce yaşanmamış gibi, ABD Başkanı Donald Trump bile ABD’nin şu anda sözde “daha büyük küresel iyilik” çıkarına göre hareket ettiğini iddia etmeye çalışmıyor. 
Dahası, hastalıkla mücadeledeki başarısızlığı ABD’nin kendi meselelerini etkin 
bir şekilde yönetmeye yetkin bir güç olduğuna ilişkin imajını zedelemektedir. ABD ve Çin arasında hastalık konusunda patlak veren propaganda savaşı sonu olmayan ve herhangi bir katma değer sunmayan bir suçlama oyununa dönüştü. 

Bu durum, en az iki kısa vadeli sonuca yol açacaktır. 

Birincisi, BM sistemi daha da geçersiz hale gelecektir. 

İkincisi, büyük çok taraflı örgütlerin yararı, ABD ve Çin’in sözkonusu 
örgütleri nüfuz için rekabet edebilecekleri alternatif sahalar olarak kullanacaklarından daha da azalacaktır. Öte yandan, küresel çok taraflı örgütlerin işlevsiz kalınması, Türk Konseyi ve Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK) gibi daha küçük “az taraflı” yapıların veya Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), ASEAN ve Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (BKEO) gibi daha büyük ancak konu veya coğrafya açısından sınırlı uluslararası örgütlerin önünü açabilir. 

ABD’nin küresel nüfuzunun azalmasına ilişkin dikkat edilmesi gereken nokta, hocalarımdan birinin söylediği gibi, dünyanın Cumhuriyetçi ABD Başkanlarından nefret etmesidir. Başkan Trump eğer önümüzdeki Kasım’daki seçimleri kaybeder se, 2008’de George W. Bush’tan sonra göreve gelen Barack Obama’da olduğu gibi küresel kamuoyunun yeni Demokrat Başkana aşık olması ve ABD’nin azalan etkisiyle ilgili tüm tartışmaların bir gecede ortadan kaybolması mümkündür. 

Henüz kural koyucu rolünü üstlenmeye ve buna ilişkin bedelleri ödemeye hazır olmayan Çin başta olmak üzere, ABD hegemonyasına meydan okuyanlar henüz yeterli güce sahip değiller. Çin, halihazırda var olan ayrışmalar, tartışmalar ve fırsatlardan diplomasi yoluyla faydalanıyor olsa da kendi dünya düzenini yürütecek askeri ve ekonomik güçten yoksun olduğundan kendi alternatif önerilerini sunmak istemiyor. 
Başkan Xi Jinping’in 2049 planlarında bu gaye mevcut olsa da Çin Komünist Partisi bile hala önlerinde uzun bir yol olduğunu itiraf ediyor. 

Rakiplerin de Kendi Sorunları Bulunuyor ABD salgın kaynaklı sorunlarla mücadele ederken, rakiplerinin de kendi problemleri mevcut. Virüse karşı mücadeleyi kazandığını beyan eden Çin cazibesini hızla kaybetmektedir. Wuhan ve dışındaki vefatların sayısının “gizemli bir şekilde” çoğaldığına dair raporlar, Çinli şirketler 
tarafından satılan ve standartların altında kalan tıbbi ekipman ve çalışmayan testler, Çin’in basit devlet propagandası ile birleşerek, Batı’da Çin tehlikesine dikkat çekmekte ve Pekin ile gerçekten iş yapma isteğini ortaya koymuş olan Batı’nın son büyük ekonomik gücü olan AB’yi Çin’den uzaklaştırmaktadır. 
Çin’e yönelik ABD’deki algı her geçen gün daha da kötüleşiyor. 

Salgının bittiğini ilan etmesine rağmen, Çin ekonomisinin bu yılın başlarındaki tecrit sırasında ne kadar darbe aldığına ve bunun küresel tedarik zincirleri için ne anlama geleceğine dair güvenilir verilere ihtiyaç duyuyoruz. 

Çin, Batı üzerindeki iki aylık üstünlüğünü kullanarak öne geçmek isterken tedarik zincirlerinin üst kademelerinde alıcı bulunmadığı takdirde Çinli şirketleri tam kapasiteli üretime geri döndürmenin bir anlamı olmadığını öğrendi. Birçok Çinli şirketin tıbbi malzeme işine girmesine şaşmamalı ancak iki hafta öncesine kadar  kamyon lastikleri üreten bir şirket tarafından Çin’de yapılan bir solunum cihazına hayatınızı emanet eder miydiniz? 

Lombardiya’nın en karanlık günlerinde İtalya’ya askeri sağlık ekibi gönderen Rusya salgında en kötü aşamaya giriyor. 

Başbakan enfeksiyon sebebiyle kendini izole ederken Moskova sakinleri sayıları hızla artan kayıplar nedeniyle dijital kontrolle uygulanan sokağa çıkma yasağı ile karşı karşıya. Dibe vuran petrol fiyatlarıyla birlikte salgın, hükümetin durumu idare edememesiyle ortaya çıkan imaj sorununun yanı sıra, Rusya’nın büyük güç hedeflerini gerçekleştirebilmesi için gerekli olan yöntem ve araçları finanse edip edemeyeceği sorusunu da akla getirmektedir. 

Tüm üye devletlerde (her zaman “ortak Avrupa eylemi” hakkında vaaz verenlerde bile) ulusal düzeyde halk sağlığı müdahalelerinin başlatıldığı Avrupa Birliği salgınla başarısız bir mücadele yürütmüş ve çoğu uzman tarafından bu konuda etkisiz olduğu değerlendirilmiştir. Bununla birlikte, her gün binlerce kayıp verilirken bile Ortak Pazar çalışmaya devam etti, mallar kapalı sınırların ötesine sevk edildi ve Macaristan’da Almanların sahip olduğu süpermarketlerde İtalyan brokolisi ve İspanyol çilekleri satın almak hep mümkün oldu. 

Avrupa Komisyonu’nun hakkında konuştuğu tek gerçek mesele malların serbest dolaşımını korumak için çağrıda bulunmasıydı ve üye devletlerin hükümetleri bu çağrıya memnuniyetle uydular. Ancak ekonomik başarıya rağmen, AB’nin acizliğinin açık bir işareti olan Bergamo hastanelerinin kurbanları – asıl hatalının AB’den ziyade Lombardiya bölgesel hükümeti olmasına rağmen – önümüzdeki birkaç yıl boyunca AB’ye musallat olmaya devam edecekler. 

 Tüm Mesele Ekonomi! 

Tüm dünyanın Çin’den tıbbi ekipman satın aldığı bir dönemde pandemi bittikten sonra küreselleşmenin nasıl sona ereceğini öne süren yazıları okumak insanı eğlendiriyor. Krize karşı tepkilerimiz bile küreselleşmiş durumda: her şeyi Çin’den 
satın alıyoruz, diğer ülkelerin salgınla nasıl başa çıktığını araştırıyoruz, en iyi uygulamaları taklit etmeye çalışıyor ve küresel tedarik zincirlerinin yeniden çalışmaya başlamasını bekliyoruz. Küresel ekonomi ağı o kadar güçlendi ki, geriye 
dönmek imkansız hale geldi. Sırf Kaliforniya’da tasarlanıp orada üretildi diye yeni bir iPhone için kim 300 dolar daha fazla verir? Mahallemizdeki marketten muz alamamayı kabul eder miyiz? Tayland’a tatile gitmekten vazgeçebilir misiniz? 

Varlıklı Çin orta sınıfından yüz milyonlarca turist Ginza’da Gucci markalı ürün satın almaktan kaçınacaklar mı? 

Cin şişeden bir kez çıkmaya görsün, ne kadar uğraşsanız yeniden şişeye tıkamazsınız. Tabii ki küçük ekonomik düzenlemeler olacak, ulus aşırı şirketler biraz daha fazla dalgalanmaya ve sonuç olarak tedarik zincirinde ek maliyetlere izin verecek ve üretimlerini ana pazarlarına yakınlaştıracak. Fakat Daimler en fazla kar yaptığı Çin pazarından çekilmeyecek. Aynı zamanda, Macaristan’da üretilen  Audi motorları Şanhay’da satılan Lamborghini’lerde kullanılmaya devam edecek. Aynı şekilde, Foxconn tarafından Shenzhen’de ucuza üretilen Kore akıllı telefonlarını almaya devam edeceğiz ki Facebook’ta küreselleşmenin dayanılmaz 
kişisel maliyetlerinden şikayet edebilelim. 

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 


***

14 Ekim 2020 Çarşamba

AB ile Geri Kabul Antlaşması Türkiye’yi Mülteci Deposu Yapar Mı?

AB ile Geri Kabul Antlaşması Türkiye’yi Mülteci Deposu Yapar Mı?



Analizler,Dış Politika Araştırmaları Merkezi, Avrupa Birliği,Hanife ÇETİN,Geri Kabul Antlaşması,Türkiye, Mülteci Deposu, Vize,


Hanife ÇETİN 

 


   (17 Aralık 2013 tarihinde yayınlanan "Türkiye’nin AB ile Geri Kabul Antlaşması İmzalaması Türkiye’yi Mülteci Deposu Yapar Mı?" başlıklı analizimiz, konunun güncelliği nedeniyle yeniden gündeme getirilmiştir.) 

5 Aralıkta Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle ve İçişlerinden Sorumlu Üyesi Cecilia Malmströmile ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Geri Kabul Anlaşması ve vize serbestliği süreci hakkında düzenledikleri ortak bir basın toplantısı ile Türkiye, AB ile vize maceralarına bir yenisini daha eklemiştir. Yıllardır AB’ye vizesiz geçiş için çabalayan Türkiye’nin Geri Kabul Anlaşması ile bu “ihtimali” kazanması deyimi yerindeyse yürekleri hoplatmıştır. Türkiye’nin AB ile Geri Kabul Anlaşması’nı imzalanması üzerinde yapılan bazı uzman yorumları, durumun Türkiye’nin lehine olacağına işaret etmekteyken, bazı yorumlar ise bunun aksine işaret etmektedir. Bu bakımdan bu çalışmada AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşmasının kısa ve uzun vadede başta Türkiye olmak üzere, Türkiye ve AB ilişkileri üzerindeki etkileri analiz edilecektir.


Yasadışı göçle mücadele, ekonomik krizdeki Avrupa’nın daha fazla ekonomik ve sosyal kayıp yaşamaktan kaçınma çabalarının bir parçası olmuştur. Son olarak 4 Aralık 2013’te Avrupa Komisyonu’nun Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri bu hususta destekleme ve işbirliği çağrısı ve ilerleyen dönemlerde yasadışı göçle mücadele yollarını yeni düzenlemelerle yoğunlaştırması AB’nin sınırlarını göçlerden koruma çabalarının kanıtıdır. AB’nin insani değerlere yaptığı vurguların daha fazla sığınmacı ve göçmen istemeyerek, Geri Kabuller ile de geleni çevirme yoluyla göçmenlere karşı yapılmadığı bir kez daha gözler önüne serilmektedir. Bu bakımdan ‘Avrupa vatandaşlığı’nın, ‘insani’ niteliklerden ziyade sosyoekonomik faktörlerin baskın olduğu bir takım anlamlar taşıdığı sonucuna varmak mümkün olacaktır.

Avrupa’nın, yasadışı göçlerin sebep olabileceği başta ekonomik istikrar olmak üzere güvenlik ve sosyokültürel alanlarda yeni risklere hazır olmadığı ortadadır. Bu bakımdan Geri Kabul Anlaşmalarının AB’nin yasadışı göçle mücadele stratejisi olarak da görmek mümkün olacaktır. AB’nin Geri Kabul Anlaşmalarına vermiş olduğu önem, Akdeniz’e yaptığı yatırımlarla adeta sığınmacılara karşı duvar ören göçmen politikalarının AB’yi çevrelemek ve mümkünse daha fazla göçmen kabul etmemek üzerine olduğuna işaret etmektedir. Bu noktada AB’nin yasadışı göçle mücadelesinde gün geçtikçe işbirliğine ihtiyaç duyduğu noktasının altının çizilmesi gerekmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin anlaşma masasında pazarlık payının ne kadar büyük olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’nin AB ile Vize Geçmişi.,

1963 yılında “Van Gend en Loos” davası ile “Topluluk hukukunun doğrudan etkililiği” kabul edilmiş, 1964 yılında “Costa v. ENEL” kararında, ATAD (Avrupa Topluluğu Adalet Divanı)açık hükümlerle Topluluk hukukunun ulusların ulusal hukukundan üstün olduğunu ve buna bağlılığın entegrasyon için hayati önem taşıdığı belirtilmiştir. 1963 yılında Türkiye’nin AB üyeliği için Türkiye ve AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) arasında imzalanan Ankara Antlaşması ile serbest dolaşım, yerleşim hakkı ve gümrük birliği gibi temel hak ve özgürlüklerin önündeki engellerin aşamalı olarak kaldırılması hususunda karar alınmıştır. 1973 yılında imzalanan Katma Protokol ile Türkiye’nin bu kazanımları 41. Maddesi gereğince “Akit taraflar, aralarında yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest edinimine yeni kısıtlamalar koymaktan sakınırlar.” hükmünce koruma altına alınmıştır.[1]

Buna ek olarak, Avrupa Birliği Konseyi tarafından 2005'te yayımlanan ve AB Daimi Temsilciler Komitesi (COREPER) tarafından kabul edilen, üçüncü ülke 

vatandaşlarına vize kolaylığı sağlanması konusunda ortak tutum (Common Approach On Visa Facilitation) belgesinde,[2] 


   Geri Kabul Anlaşması imzalanmadıkça herhangi bir üçüncü ülkeye vize kolaylığı ya da muafiyeti sağlanamayacağı belirtilmiştir. 

Hukukun üstünlüğü ilkesinden hareketle Türkiye’nin Ankara Anlaşması’na dayanan yasal haklarının anlaşma yürürlükten kaldırılmadığı için geçerli 

olduğuna dikkat çekilmelidir. Bu bakımdan Türkiye’ye yapılan bu kısıtlama hukuka aykırıdır. Bu nedenle, Türkiye’nin vize kolaylığı için girmiş olduğu bu yolda, 

Avrupa Birliği Adalet Divanı kararları gereği zaten bir takım vize kolaylıklarından yararlanıyor olması gerekmektedir. Bu hakka sahip olan bir ülke olarak, 

bu hakkı yitirmiş gibi tekrar kazanmaya çabalamanın yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. 

Zira Ankara Antlaşması gereğince, bir sonraki adım vize kolaylığı değil vize muafiyeti olmalıdır.

Vizesiz Giriş Sözü Üzerine.,

5 Aralık’ta gerçekleşen bu basın toplantısı da AB’nin göçmen politikalarının bir parçasıdır. Toplantıda esas olarak sürecin işleyişinde taviz verilmediği takdirde üç buçuk yıl içinde Türkiye’ye AB’ye vizesiz giriş hakkı tanınacağı ifade edilerek yolun sonunda hem Türkiye’nin hem de göçmen sorununa çare arayan AB’nin kazançlı çıkacağı vurgulanmıştır. Türkiye tarafı ise, eleştirilere cevap verebilmek için olacak, anlaşmanın iptalini vurgulayarak anlaşmayı yok sayma hakkının tanındığına dikkat çekmiştir.[3] Bu bakımdan tüm aşamaların analizi, üç buçuk yıl sonra Türkiye ve AB arasındaki vizelerin kaldırılması hususunun akıbetinin tayini için gereklidir:

Vizesiz geçiş için Avrupa’ya Türkiye üzerinden geçen ya da geçtiğini ifade eden yasadışı göçmenlerin Türkiye’ye gönderilmesi şartı ise, Türkiye’nin ekonomik, siyasal, güvenlik ve sosyokültürel anlamda büyük bir sorumluluk ve bazı potansiyel tehlikelerin altına girmesi anlamına gelmektedir. Özellikle Suriyeli sığınmacıların mevcut sığınma talepleri ve Arap Baharı’nın süregelen etkileri dikkate alındığında Türkiye, zaten sığınma ve Avrupa’ya geçişte transit olarak kullanılması açısından tarihinin en büyük göç akınlarını almaktadır. Bu bakımdan, Suriye’deki çatışmaların devam edeceği varsayımları halihazırda sayılarının milyonu bulduğu iddia edilen Suriyeli sığınmacıların giderek artacağı öngörülerini kuvvetlendirmekteyken, imzalanan anlaşma, bu sayılara Türkiye’yi Avrupa’ya ulaşmada transit geçiş için kullanan sığınmacıların da eklenmesi anlamına gelmektedir.

Bu bağlamda, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Doğu Avrupa’da oluşan çatışma ortamlarından ve Balkanların renkli devrimlerinden kaçan binlerce kişinin Avrupa’nın refah ve istikrarına sığınması Avrupa’nın Doğu sınırına yatırım yapmasına neden olmuştur. Tüm bunlar direkt olarak AB’nin göçmen akını ile mücadele politikalarının bir parçası olarak görülebilecektir. Balkanlara sunulan Geri Kabul Antlaşmaları ile Avrupa’nın doğu sınırındaki sınır güvenliği arttırılarak, bu devletlerin zamanla Birliğe girmelerinin önü açılmıştır. Bu noktada dikkat edilmesi gereken konu ise, Türkiye’nin “imtiyazlı” yaptırımlarla yüzleşme olasılığıdır.

Füle’nin sözlerinden sürecin sırasıyla; Avrupa’ya Türkiye üzerinden kaçak giriş yapan göçmenlerin Türkiye’ye iadesi; sonrasında, vize kolaylaştırma çalışmalarının başlaması ve nihayetinde tüm üyeler (Yunanistan ve Kıbrıs da bu üyeler kapsamında) hem fikir olursa vizenin kaldırılması için gerekli çalışmaların başlaması şeklinde devam edeceği görülecektir.

Öte yandan ülkelerini terk etmeye ve göçe zorlanan bu insanlar, sadece Avrupa’nın sorunu değildir. Türkiye de aynı şekilde, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla Balkanlar, Kafkaslar ve Doğu Avrupa’dan, 1970lerden itibaren de başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok yerinden kaçak göç ve sığınmacı almıştır. 1979’da İran rejiminin yıkılması, sonrasında İran-Irak Savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgali, Körfez Savaşı ve ABD’nin Irak müdahalesi ile göç hareketleri yoğunlaşmıştır. Bazı ülkelerle yapılan vize kolaylığı anlaşmaları ise göçmen hareketlerine ivme kazandırmış ve Türkiye göçmenler için hem Avrupa’ya ulaşmakta araç hem de hedef olmuştur.

Üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise, buna anlaşmanın hangi tarafının daha çok ihtiyaç duyduğudur. Türkiye’nin yasadışı göçmen akınlarını kabulünden ziyade buna karşı tedbirlerini çoğaltması ve yapısal bazı yeniliklere gitmesinin önemi açıktır. Türkiye’nin AB ile imzaladığı Geri Kabul Anlaşması bu bakımdan bazı teknik tedbirlerin hızlanması ve AB’den gelecek maddi yardımlar, pratik olarak Türkiye’yi sınır güvenliği hususunda daha güvenli olmaya zorlayacaktır. Fakat bu fayda, Türkiye’de depolanacak göçmenlerin birçok açıdan maliyetinin daha yüksek olması karşısında görece zayıf kalmaktadır. Bu bakımdan geri kabul anlaşmalarıyla neredeyse sınırlarını göçmenlere kapatan AB, yasadışı göç sorunu bakımdan atılan bu adımların nihayetinde en çok yararlanan taraf olacaktır. Zira görünen o ki, bu anlaşma ile Türkiye’nin göçmen politikalarını iyileştirecek adımlar sınır kontrolleri nin kuvvetlendirilmesinin ve göçmen politikaları hususunda AB müdahalesine açık hale gelmesinin dışına çıkmamaktadır.

    Türkiye mülteci kabul etmediğinden göçmenler iltica başvurusunda bulunamamaktadırlar. Türkiye’nin göçmen politikalarından edinilen tecrübeler Avrupa’dan geri gönderilen göçmenlerin de Türkiye’de kalması durumunda, sadece ekonomik değil, insan hakları ihlallerinin, güvenlik zafiyetinin ve sosyokültürel alanlarda birçok sorunun yaşanması ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Sığınmacıların geldikleri ülkede hayatlarının tehlikede olduğunu iddia etmeleri durumunda zorla geri gönderilmeleri uluslararası anlaşmalara aykırıdır. Özellikle de; Türkiye’nin sadece Yunanistan, Suriye, Kırgızistan, Romanya, Ukrayna, Pakistan ve Rusya ile ikili Geri Kabul Anlaşmaları vardır. Esas dikkat edilmesi gereken husus ise, Türkiye’ye ve AB’ye sadece bu ülkelerden sığınmacı talebinin olmadığıdır. Bu nedenle ikili geri kabul protokolleri gereği, sığınan insanların iadesi hem insani değerlere hem de uluslararası hukuka aykırı olmakla birlikte, bu ülkeler dışındaki ülkelerden Türkiye’ye gelen göçlerin iadesi ise mümkün olmayacaktır. İkili protokollerin dışındaki ülkelerden gelen bu insanlar için hukuksal zemin hazırlanana dek, bu insanların Türkiye’de depolanması insan hakları ihlallerine kapı aralayacaktır. Halihazırda mülteci kabul etmeyen Türkiye ise bu insanları kimliksiz bırakamayacaktır. Bu nedenle, önümüzdeki günlerde Türkiye’nin gündemi birdenbire katlanarak artacak sığınmacıların hukuki statüleri meselesi olacaktır.

Vize kolaylaştırma noktasında ise, gündeme vizesiz geçiş olarak sunulanın aslında Türkiye’nin Schengen’e girmesinden ziyade vizede kolaylık olarak algılanması gerekmektedir. Bu nedenle, Türkiye binlerce sığınmacıyı Avrupa’dan geri aldıktan sonra AB’ye girerken Türk vatandaşlarına sadece vizede kolaylık sağlanmasının fırsat maliyetinin Türkiye aleyhine işlemesi ihtimali büyüktür. Avrupa Birliği, 19 Aralık 2009 tarihinden itibaren Sırbıstan, Karadağ ve Makedonya’ya ve 2010 yılında Arnavutluk ve Bosna-Hersek’e Schengen bölgesine girişlerinde vize şartını kaldırmıştır. Fakat bu noktada beklentilerin büyümemesi açısından vizesiz girişin AB’de iş arama ve yerleşme özgürlüğünün tanınması anlamına gelmediğinin belirtilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan henüz maliyet analizinin yapılmamış olduğu bu hususta olası bunca riskin farkına varılmalıdır.

Bu süreci takip eden bir sonraki adım ise, tüm AB üyelerinin hem fikir olması ve Türkiye’ye vizenin kaldırılması için uzlaşmaları olacaktır. Bu noktada, 28 üye ülkeden oluşan AB’nin uzlaşma konusundaki mevcut sıkıntıları gözlerden kaçmamalıdır. Buna ek olarak, mesele Türkiye olduğunda Kıbrıs ve Yunanistan başta olmak üzere bazı ülkelerin kararı veto etmelerinin önünde herhangi bir engel olmadığı ortadadır.

Ancak tüm üyelerin kabul etmesi halinde vizesiz geçiş için çalışmaların başlaması söz konusu olacaktır. Bu çalışmaların başında ise Türkiye’nin uygulayacağı reformların başarısı yatmaktadır. Burada, reformlarla kast edilenin Türkiye’nin iç politikada esas sorunsallarından birisinin olduğunun altı bir kez daha çizilmelidir. Hâli hazırda TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonunun kapatılması üzerine yapılan tartışmalar da demokratikleşmenin gereği olarak AB Geri Kabul Anlaşması için şart koşulan yargı reformu ve anayasa reformlarının gerçekleştirilmesinin önünde bir takım engellerin olduğunu göstermektedir. Bu doğrultuda, yerel seçimlerin arifesindeki Türk iç politikasından AB’nin öne sürdüğü reformların gerçekleşmesi yönünde herhangi bir öngörüde bulunmak zor olacaktır.

Bunlara ek olarak, Sayın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarından eleştirileri yumuşatacak bir açıklama olarak gerek görüldüğü takdirde anlaşmadan dönülebileceği ifade edilmiştir.[4] Fakat, AB üyeliği yolundaki bir ülke olarak Türkiye’nin imzadan geri çekilen bir devlet durumuna düşmesinin vereceği sorumluluk dikkatlerden kaçmamalıdır. AB ile yapılacak bir anlaşmadan kolaylıkla geri dönülebileceği hususunda çekincelerin olması doğal karşılanmalıdır. Dahası, anlaşmadan geri dönülse bile bu süre zarfında Avrupa’dan binlerce sığınmacının çoktan geri kabul edilmiş olmaları, geri dönüşü olmayan bir durum olarak karşımıza çıkacaktır. 

Değerlendirme.,

Bu süreçten karlı çıkanın aslında Avrupa olacağı öngörülmektedir. Öte yandan Türkiye’nin bu zamana kadar üyeliğe kabul edilmemesinin altında yatan diğer siyasi, hukuki ve ekonomik gerekçelerin istenen ölçüde değişmediği de dikkate alındığında da Avrupa’nın hemfikir olup Türkiye’ye vize muafiyeti vermesi de beklentiler dahilinde gözükmemektedir. Buna ek olarak, geri kabul ile Türkiye, Avrupa’nın ihtiyaçlarına cevap vermeye hevesli bir aday olarak gözükecektir. AB’nin yasadışı sığınmacılardan ve yabancılardan korunmak için türlü yollara başvurduğu şu süreçte, geri kabul anlaşmasını ile Avrupa’nın sığınmacı yükünü hafifleten Türkiye’ye vizesiz giriş sağlanması yönünde istekli olmasını gerektirtecek bir unsur henüz vaki değildir. Bu bakımdan, hızla seçimlere doğru ilerleyen Türkiye’nin uzaktan hoş gelen Geri Kabul Anlaşmasının sesine değil pazarlık sürecine ve kar zarar analizine yoğunlaşması daha uygun olacaktı. 

Söz konusu Türkiye olunca “imtiyazlı” davranan AB’den yeni ve orijinal imtiyazların gelmeyeceği garantisini almadan imzadan çekilme varsayımına dayanarak Geri Kabul Anlaşmasının imzalanması, özellikle üye devletlerin veto etme gibi haklarının olduğu dikkate alındığında çok da stratejik gözükmemektedir. AB’nin geri kabul anlaşması hususunda ne kadar işbirlikçi olduğu ve olacağı da sorgulanmalıdır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleriyle Avrupa’ya sadece vizesiz seyahat için “Yük olmaya değil, yük almaya” giderken, göç yükünü Türkiye’ye yükleyerek hafifleyen Avrupa’nın Türkiye’yi birliğe alma isteğini kaybetmesinin önünde herhangi bir engelin olmadığına dikkat çekilmelidir. Türkiye, Geri Kabul Anlaşmasını imzalayarak Gümrük Birliği Anlaşmasında olduğu gibi AB’ye üyelik sürecinde elleriyle kendi önüne taş koymuş olacaktır. 

Bu ise, uzun vadede Şanghay gibi yeni işbirliklerine yelken açılacağını göstermektedir. 

Araştırmacı Yazar; HANİFE ÇETİN HAKKINDA

   TURKSAM- Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi’nde uzman yardımcısı olarak görev yapmaktadır. 1988 Isparta doğumludur. 

İlk ve orta öğrenimini Eğirdir’de yapmıştır. Eğirdir Anadolu Lisesi 2006 yılı Türkçe - Matematik alanı mezunudur. 

Lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yapmış ve 2011 yılında mezun olmuştur. 

Yüksek Lisansını Uluslararası İşletme alanında University of Gloucestershire, İngiltere’de tamamlamıştır. 

Yüksek Lisans tezinde “Kültür faktörünün uluslararası iş müzakereleri üzerindeki etkileri” üzerinde çalışmıştır. 

Eğitim hayatı boyunca çeşitli üniversite kulüplerinde aktif rol almış, gönüllü hizmetler vermiş ve bir dönem münazara eğitmenliği yapmıştır. 

Yüksek lisans eğitimi süresince Londra 2012 Olimpiyat Oyunları ve Paralimpik Oyunları’nın hazırlık aşamalarından itibaren çalışma fırsatı bulmuştur. 

Londra’da hizmet sunan Raiseonline – Okul Değerlendirmeleri İçin Raporlama ve Analiz Şirketi’nde kısa bir süre staj yaptıktan sonra bir projede yarı 

zamanlı olarak çalışmıştır. TURKSAM’da Ekonomi ve Enerji Çalışmaları Merkezi’nde Stajını tamamlayarak aynı bölümde uzman yardımcısı olarak çalışmalarına devam etmektedir. İleri düzeyde İngilizce ve orta düzeyde Almanca bilmektedir.,

Dipnotlar

[1] Tineke Strik, “Geri kabul düzenlemeleri: düzensiz göçmenlerin geri gönderilmesine yönelik bir mekanizma”, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Göç, Mülteciler ve Nüfus Komitesi Raporu, (Mart 2010),  Doc. 12168 http://www.amnesty.org.tr/ai/system/files/AKPM_Rapor.pdf Erişim Tarihi: 15 Aralık 2013

[2] Concil Of the European Union, “Common Approach on Visa Facilitation”, 21 December 2005,http://register.consilium.europa.eu/doc/srv?l=EN&t=PDF&gc=true&sc=false&f=ST%2016030%202005%20INIT&r=http%3A%2F%2Fregister.consilium.europa.eu%2Fpd%2Fen%2F05%2Fst16%2Fst16030.en05.pdf Erişim Tarihi: 15 Aralık 2013

[3] Live EC/Turkey Briefing, 4 Aralık 2013, http://ec.europa.eu/avservices/video/player.cfm?ref=I084424 Erişim Tarihi: 14 Aralık 2013

[4] Vize Serbestliği Antlaşması 16 Aralık’ta İmzalanacak, 4 Aralık 2013, http://www.haberler.com/vize-serbestligi-anlasmasi-16-aralik-ta-5387351-haberi/ Erişim Tarihi: 13 Aralık 2013

https://turksam.org/ab-ile-geri-kabul-antlasmasi-turkiye-yi-multeci-deposu-yapar-mi

***