ÖZGÜR ERDEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖZGÜR ERDEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2017 Cumartesi

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 2


 Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 2



Amerikan Üsleri

1954’te imzalanan Askeri Kolaylıklar Anlaşması’yla birlikte düzenlenen Amerikan üs ve tesisleri, hava üsleri, stratejik füze üsleri, muharebe elektronik tesisleri ve her türlü ikmal-levazım malzemesinin stoklanması için gerekli tesislerden oluşmaktaydı. Üsler için ABD’ye toplam 34 milyon m2’lik bir alan tahsis edilmişti! Üstelik üslerin kurulması için gerekli olan kamulaştırma bedelleri ve bakım giderleri Türkiye Milli Savuma Bakanlığı tarafından karşılanacaktı. Amerikan askeri personeline de yargı ayrıcalığından özel posta servisine ve gümrüksüz satış mağazalarının açılmasına kadar pek çok kolaylık sağlanıyordu. Amerikalı askerler yargı ayrıcalığını kullanmaktan çekinmediler. Bir Amerikan Yarbay aracını Türk çocukların üstüne sürerek birinin ölmesine neden oldu. Bir Amerikan çavuş da sarhoş olup Türk bayrağını yırttı. Ancak Üs Yönetimi tarafından ‘görevlidir’ kağıdıyla bu askerler bile yargılanmaktan kurtuluyorlardı.[18]

ABD’yle imzalanan ikili anlaşmalarla ABD’nin Türkiye’deki ayrıcalıklı konumu pekişti. Anlaşmalarda ipin ucu o kadar kaçtı ki, Dışişleri Bakanlığı ikili anlaşmaların sayısı konusunda kesin bir rakam veremiyordu.[19]

Johnson Mektubu

Türkiye, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, 1947’de, ABD’den aldığı askeri malzeme yardımını 1964’te bu sefer İnönü’nün Başbakanlığı döneminde Kıbrıs’ta kullanmak istediğinde ABD’nin büyük tepkisini çekti. Dönemin ABD Başkanı Johnson, ünlü mektubuyla 1947 yılında yardımları sevinçle kabul etmiş olan İnönü’yü silahların ancak ABD’den onay alınırsa kullanılabileceğini belirterek sert bir dille uyardı:

“Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında mevcut iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut bulunan askeri yardımın veriliş maksatları dışında amaçlarda kullanılması için, Hükümetinizin, Birleşik Devletler’in onayını almanız gerekmektedir. Hükümetiniz bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu, muhtelif vesilelerle, Birleşik Devletler’e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında , Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına, Amerika Birleşik Devletleri’nin onay vermeyeceğini, size bütün içtenliğimle bildirmek isterim.”[20]

Mektup Ankara’da soğuk duş etkisi yarattı. Müttefik ve dost olarak görülen Amerika, Türkiye’yi yalnız bırakmış, yalnız bırakmakla da kalmamış daha önce verdiği askeri yardımın ABD’nin onayı dışında kullanılmasına karşı çıkmıştı. Kıbrıs’a yapılması düşünülen askeri müdahale çaresiz ertelendi. Türkiye ABD yardımı sayesinde güçlü bir ordu oluşturmuştu, ancak Silahlı Kuvvetler fiilen hareketsiz bırakılmıştı.

Mektup uzun süre kamuoyundan saklandı, ancak açıklandığında büyük tepki gördü. ‘Yankee Go Home’ sloganlarının ilk atıldığı eylemler Johnson mektubunun ortaya çıkmasından sonra meydana geldi. Mektup, yurt savunmasını tamamen NATO ve ABD’nin güdümüne bırakmanın ne kadar doğru olduğunun tartışılmasına da neden oldu. Hatta İsmet İnönü ünlü sözünü söyleyerek ABD’ye gözdağı vermeye çalıştı:

“Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de oradaki yerini alır.”[21]

1965 yılında Sovyetler’le ilişkiler düzeltilmeye başlandı. Ancak Türkiye, hedefini çoktan Batı olarak koymuştu ve her türlü tavizi vermeye de hazırdı. ABD ile ilişkiler bir dönem bozulsa da yine eski seyrinde devam etti. Bir savunma anlaşması için 1965’te başlayan görüşmeler 3 Temmuz 1969’da imzalanan Türk-Amerikan Savunma İşbirliği Anlaşması’yla sonuçlandı. Artık ilişkiler eski seyrine kavuşmuştu.

Kıbrıs Müdahalesi Ve Ambargo

Kıbrıs’a 1974 yılında yapılan askeri müdahale ile Türk-ABD ilişkilerinde yine bir kriz gözlendi. ABD, Kıbrıs müdahalesine sert tepki gösterdi ve hemen bir askeri ambargo uygulamaya başladı. 1978 yılına kadar devam eden ambargo, Türkiye ekonomisine büyük darbe vurdu. 12 Eylül’e kadar varacak toplumsal çalkantıların dolaylı nedenlerinden biri oldu.

Avrupa İle İlişkiler

ABD’yle olduğu gibi Avrupa ile ilişkiler de İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde başladı. Türkiye’nin Batı ittifakında yer alma çabasının iki hedefi vardı. Birincisi NATO’ya üye olmak, NATO sayesinde Sovyetler’e karşı savunmayı sağlamlaştırmak ve askeri açıdan Avrupalı olmak, ikincisi Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) girerek siyasi ve ekonomik anlamda da Avrupalı olmaktı. Türkiye için NATO’ya girmek kolay oldu, çünkü NATO askeri bir ittifaktı ve Türkiye Sovyetler’e komşu olması nedeniyle Batı’nın ve ABD’nin Sovyetler’e karşı savunmada önem verdiği bir ülkeydi. Ancak AET’ye katılma konusunda Türkiye NATO’da olduğu kadar rahat olamadı.

Türkiye, 31 Temmuz 1959’da AET’ye ortaklık başvurusunda bulundu. Türkiye nasıl NATO’ya üyeyse, AET’ye de üye olmalıydı ama Avrupalılar Türkiye kadar istekli değildi. Türkiye’nin gelişmemiş ekonomisi AET üyelerini endişelendiriyordu, bu nedenle Türkiye’yi kabul etmemek genel bir tavırdı. Ancak Türkiye’nin Sovyetler’e komşu olması nedeniyle güvenlik endişeleri ağır bastı ve Türkiye’ye ‘hayır’ yanıtı verilmedi. Evet yanıtı için ise bekleneceği söylendi. Başvurudan 4 yıl sonra 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması’yla Türkiye’nin AET’ye üyeliği için üç aşama belirlendi. Bunlar hazırlık, geçiş ve gümrük birliğinin gerçekleşmesiydi. Hazırlık aşamasında bir sorun yaşanmadı ve Türkiye 1967 yılında geçiş aşaması için başvuruda bulundu. Temmuz 1970’de uzun görüşmelerden sonra gümrük birliğine geçiş sürecini belirleyen Katma Protokol kabul edildi. Türkiye’nin stratejik önemi nedeniyle nispeten hızlı giden ve resmi olarak hayır yanıtını içermeyen AET’ye katılma süreci, 1970’lerle birlikte değişime uğradı.

Gümrük Birliği’ne Girsek mi?

1970’lerde Brejnev’in Detant politikası gereği yumuşayan Batı-Sovyet ilişkileri nedeniyle Türkiye’nin Sovyetler’e komşu olmasından kaynaklanan önemi azalmaya başladı. Petrol fiyatlarındaki yükselişle birlikte Avrupa ekonomisi krize girdi. Bu kriz nedeniyle de güvenlik Avrupa için artık bir numaralı öncelik değildi. Ekonomik sorunların önem kazandığı bu dönemde Türkiye-AB ilişkileri güvenlik temelinden çok, ekonomik ve siyasi temelde yürümeye başladı ve sorunlar baş gösterdi.

Sorunların en önemlisi Gümrük Birliği’ydi. Avrupa Topluluğu’yla imzalanan Ankara Anlaşması gereği oluşturulan Katma Protokol’de Türkiye’nin adım adım Gümrük Birliği’ne girmesi öngörülüyordu. Sanayi maddeleri için gümrük birliğine geçiş süresi 12 yıl olarak belirlenmişti. Tarım ürünleri içinse bu süre 22 yıldı.[22] Belirtilen süreler içinde gümrük vergileri kademeli olarak sıfıra indirilecektir.

Gümrük Birliği’ne geçişin bu kadar çabuk olması Türkiye’deki sanayicilerin önemli bir bölümünün tepkisine yol açtı. Türkiye’de sanayi henüz oluşma aşamasındaydı ve gümrük koruması olmadan gelişmesi mümkün değildi. Nitekim, Avrupa Topluluğu ile yakın ilişkileri her zaman desteklemiş olan İstanbul Ticaret Odası ve İktisadi Kalkınma Vakfı bile Katma Protokolü’ne karşı çıktılar.[23] Bürokrasi içinde de anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Dışişleri Bakanlığı Protokol’ü savunurken Devlet Planlama Teşkilatı kalkınmaya zarar verecek endişesiyle karşı çıkıyordu.

Bu tartışmalar nedeniyle Türkiye AT ile ilişkilerini askıya aldı ve 1978’de Ecevit hükümeti Gümrük Birliği için 5 yıllık ek süre istedi. Aynı dönemde, 1975’te AET için tam üyelik için başvuran Yunanistan’ın başvurusu 1981’de kabul edildi. Nitekim bugün de AB üyeliğini savunan kesimler Ecevit’in 78’de ek süre istemesini eleştiriyor ve Yunanistan’ın üye olabildiği bir dönemde Türkiye’nin AB tam üyeliği fırsatını kaçırdığını iddia ediyorlar.

“Avrupa Gümrük Birliği”

80’lerde, özellikle 12 Eylül sonrası iyileşen Türkiye-ABD ilişkileri nedeniyle AT, Türkiye’nin öncelikli dış politika seçeneği olmaktan çıkmıştı. AT de 12 Eylül sonrası Türkiye’de demokrasi olmadığı gerekçesiyle Türkiye ile olan ilişkilerini askıya almıştı. Ancak Özal dönemiyle birlikte AT ile olan ilişkiler iyileştirilmeye çalışıldı ve 1987’de Türkiye AT’ye tam üyelik için başvuruda bulundu.

Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte değişen dengeler nedeniyle de Türkiye’nin üyelik macerası 90’ların yarısına kadar bir duraklama yaşadı. Ancak AT, bu dönemde Kıbrıs ve insan hakları konusunda Türkiye üzerinde baskı oluşturmaya başladı. Türkiye’nin bu konularda direnmesi sonucunda da ilişkilerde bir gelişme sağlanamadı. 1995 yılına gelindiğinde AB, tam üyelik müzakerelerini tekrar başlattı. Ancak AB’nin isteği Türkiye’nin tam üye olması değil, öncelikle Gümrük Birliği’nin sağlanmasıydı.

6 Mart 1995 tarihinde Ortaklık Konseyi Kararı çerçevesinde AB ile Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 itibariyle gerçekleşti. 1838 Baltalimanı Anlaşması’ndan 158 yıl sonra gümrük kapıları Avrupa’ya tekrar tamamen açılmış oldu. Gümrük Birliği, AB’ye tam üyelik yolunda önemli bir basamak olarak açıklanıyordu. Ancak Türkiye’den önce AT’ye tam üyelik için aday olan ülkeler, önce AT’ye tam üye yapılmışlar, gümrük birliği ise sonraki 5-7 yıl içinde gerçekleştirilmişti.[24]

1996 yılındaki Gümrük Birliği tartışmalarında sanayiciler 70’lerde yaşanan tartışmalardakinden farklı tavır aldılar. 70’lerde Gümrük Birliği’ne karşı çıkan sanayiciler, 1996’da birliği savunur hale gelmişlerdi. Bunun nedeni, Türkiye sanayicisinde bu dönem içinde yaşanan değişimdi. 90’larda büyük sanayi işletmeleri dış sermayeyle girdikleri ortaklıklar sonucu Avrupa’yla bütünleşmeyi çoktan başlatmıştı bile. Bu açıdan Gümrük Birliği’ni hayata geçirmek Avrupa’yla daha fazla yatırım ortaklığı anlamına gelecekti. Gümrük Birliği’yle birlikte Türkiye’nin dış ticaret açığı ilk yıl %100 arttı.[25]

Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisinde yol açacağı zarar uzun vadede çok daha iyi anlaşılabilecek. Ancak, 2000 yılına geldiğimizde Türkiye pazarının yabancı tüketim malzemeleriyle dolduğunu görebiliyoruz. Bu dönemde ayrıca, AB ile dış ticaret açığı arttı ve Türkiye’nin dış ticareti AB’nin denetimine girdi.[26] Gümrük Birliği’yle birlikte Türkiye ekonomisi AB’nin güdümüne girdi. Avrupa Türkiye’den ekonomik olarak istediklerini zaten Gümrük Birliği’yle gerçekleştirdi. Ekonomik alanda Avrupa Birliği’ne Gümrük Birliği sayesinde girmiş olan Türkiye, siyasal anlamda AB tarafından ısrarla kabul edilmiyor. Bu reddedilmenin kökenlerinde tarihten gelen bir Türk düşmanlığı ve Avrupa’nın kendi kimliğine Türkiye’yi dahil etmeme isteği yatıyor.

3- Batı Ve Türkiye

Avrupa Kimliğinin Kökenleri

Ortaçağ’a kadar Avrupa, bir kimlik değil, salt coğrafi bir terimdi. Avrupa (Europe) kelimesi ilk olarak Yunan mitolojisinde ortaya çıkar. Europe, Fenike (bugünkü Lübnan) Kralı’nın kızıdır. Zeus, Europe’a aşık olur ve onu beyaz bir boğa kılığında ayartıp Girit’e kaçırır. Europe daha sonra bu adada kalacak ve Girit Kralı’yla evlenecektir.[27] Avrupa o dönem Ege’nin Batı yakasını tanımlar.

Roma’nın Akdeniz’e sahip olması ve Avrupa kıtasında yayılmasıyla birlikte Avrupa kavramı da kuzeyde Almanya, güneyde Akdeniz, doğuda İngiltere ve batıda Ege Denizi olmak üzere genişledi. MS 200’lü yıllarda Ruslar’ın tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte Ruslarla sınır olan Don Nehri, Avrupa’nın doğu sınırı oldu. Ama o dönemde Avrupa, hâlâ bir coğrafi terimdi. Romalılar için Avrupa’yı bir kimlik olarak kabul etmenin bir anlamı yoktu, çünkü onlar için Avrupalı değil Romalıydı.

Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesiyle birlikte Avrupa, ‘Hıristiyan ülkesi’ (Christendom) olarak tanımlanmaya başlandı. MS 376’da Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesiyle birlikte Katolik Hıristiyanlık Batı (Occident), Ortodoks Hıristiyanlık ise Doğu (Orient) olarak adlandırıldı.

Bu dönemden itibaren Avrupa’nın, tüm Doğu’dan (Doğu Avrupa dahil) tarihsel farklılaşması da başladı. Ama o dönemde bile yine Avrupa yoktu, Batı ve Doğu vardı. Batı ve Doğu kimlikleri ise din temeline dayanıyordu; Hıristiyan Batı ve Müslüman Doğu.

Batı, Doğu’ya karşı bir birlik oluşturmaktadır ama aynı zamanda Batı’nın içinde de farklılaşma başlamıştır. Bugün, gerçek Avrupa olarak kabul edilen Batı Avrupa, Doğu Avrupa’dan da ayrılmaya başladı. Doğu Avrupa o dönemde Osmanlıların ve Ruslar’ın kontrolündeydi. Ruslar da Doğu Avrupa’nın hâkimiyeti için Batı Avrupa ile çatışma içinde olduğundan Hıristiyan olmalarına rağmen Avrupa tanımının dışında kalıyordu. Öyle ki, Avrupa’nın coğrafi sınırı da Ruslar’ın Batı sınırı olan Don Nehri’yle tanımlanıyordu. Avrupa’nın doğuda Urallar’a kadar uzanan coğrafi tanımı ilk kez Petro döneminde Rus tarihçileri tarafından ortaya atılmıştı.

Doğu Avrupa ile Batı Avrupa arasındaki ayrım bugün bile devam ediyor. Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasının Komünist Blok dağılmasına rağmen uzaması bu ayrımın hâlâ sürdüğünü gösteriyor.

Batı kimliği ne olursa olsun Hıristiyan kimliğinden ayrı bir kimlik değildir. Hatta, tek başına bir Batı kimliğinden bahsedemeyiz. Batı demek Hıristiyan demektir artık. Doğu Roma’nın kaybettiği Anadolu ve Kudüs’ü tekrar ele geçirmek için düzenlenen Haçlı Seferleri işte bu Hıristiyan Batı kimliğinin oluşmasında büyük rol oynamıştır. Avrupa’nın hemen tüm milletlerinden toplanan askerler kutsal toprakları geri almak için Müslüman olan Araplar ve Türklerle savaşmıştır. Batı’yı birleştiren harç, o dönem haçlılıktır.

Gerçek Avrupa kimliğinin oluşması ise Aydınlanma sonucunda Hıristiyanlık kimliğinin geri plana çekilmesiyle başlar. 1500’lü yıllarda 500’ü aşkın siyasi birime[28] sahip olan Avrupa’da, bu sayı gitgide azalmaya ve ulus-devletler oluşmaya başladı. 1648 Westphalia ve 1713 Utrecht Anlaşmalarıyla birlikte artık Avrupa devletleri arasında ortak bir sistem oluşmaya başlamıştır. Aydınlanma’nın önderlerinden Voltaire bunu şöyle açıklar: “Avrupa, bazıları monarşik, bazıları karma, bazıları aristokratik, bazıları popüler, ama hepsi birbirleriyle bağlantılı olan devletlerden oluşan bir Büyük Cumhuriyet’tir. Farklı mezheplere bölünseler de, tamamı Hıristiyanlık temeline dayanır. Hepsi, dünyanın başka yerlerinde bilinmeyen, aynı kamu hukuku ve siyaseti prensiplerine sahiptir.” Burke, “Hiçbir Avrupalı Avrupa’nın hiçbir yerinde kendisini bir sürgün olarak hissedemez” der. Rousseau ise, “Bugün biz Fransızlar, Almanlar, İspanyollar ve hatta İngilizler bile yok. Sadece Avrupalılar var.” demektedir.[29]

Avrupa’da yaşanan laikleşme, ulus-devletleri ortaya çıkardığı gibi doğal olarak Kilise’nin etkisini de azalttı. Bu dönemde, her ne kadar Avrupa ülkeleri arasında şiddetli savaşlar yaşansa da, Avrupa kimliği yavaş yavaş oturmaya başladı. Kimliğin oluşmasının temel nedeni, Hıristiyanlığın toplumsal yaşamda ve siyasi mücadelelerde etkisini kaybetmesi nedeniyle insanların ve devletlerin dünyaya Hıristiyanlık değil, Avrupalılık penceresinden bakmasıdır. Artık Avrupa fikri Hıristiyanlıktan ayrı, kendine ait bir toplumsal, kültürel ve politik bir anlam kazanmıştır. Ancak yeni Avrupa eski Avrupa’dan çok farklı değildir. Delanty, “Yeni Avrupa, Hıristiyan Avrupa’nın laik biçimidir” der.[30]

Avrupa kimliğinin Aydınlanma Devrimi’nden sonra şekillenme dönemi hepimizin bildiği gibi demokrasi, cumhuriyet ve özgürlük düşüncelerinin hayata geçirildiği dönemdir. Avrupa kendi coğrafyasında aydınlanma sonrası uygarlaşmayı yaşarken, kendi dışındaki coğrafyaları bir bir sömürgeleştiriyordu. Hindistan, Amerika kıtası ve sonra Afrika derken Avrupa kendi coğrafyası dışındaki dünyayı (Rusya, Çin, Osmanlı ve İran hariç) adım adım sömürgeleştirdi. 1453’te İstanbul’un da düşmesi üzerine, Batı, artık Avrupa’nın iç kısımlarına çekilirken, çıkışı Doğu’da değil, okyanus ötesinde buldu. Amerika ve Hindistan sömürgeleştirilirken de ‘Fatihlerin’ elinde İncil vardı. Sömürgeleştirme bir bakıma Haçlı’nın devamıydı. Tüm Amerika kıtası bu dönem sömürgeleştirilirken bir taraftan da Hıristiyanlaştırıldı. Batı, kendi içinde Aydınlanma’yı yaşarken sömürgelere Aydınlanma’yı değil, zorbalığı götürüyordu. Ve oluşan Avrupa kimliğinin tek bir anlamı vardı: Sömürgecilik.

Avrupa, sömürgecilikten yarattığı sermaye birikimine dayanarak, Sanayi Devrimi’ne geçiyor ve biçim değiştiriyordu, 1900’lü yıllara gelindiğinde Avrupa artık sömürgeci değil, emperyalistti. Emperyalist bir kimlik kazanarak kendi içinde bir takım çatışmalar yaşamaya ve daha önce sömürgeleştirmediği Türkiye gibi ülkeleri de paylaşmak için uğraşmaya başladı. Türkiye açısından Avrupa’nın gerçekte bir tehdit olarak ortaya çıkması bu dönemdedir. Avrupa’nın emperyalizm öncesi sömürgecilik döneminde Türkiye’yi sömürgeleri arasına katmak gibi bir amacı yoktu, çünkü Türkiye sömürgeleşmeyecek kadar güçlüydü ve Avrupa’da hâlâ Batı için bir tehdit olarak kendini gösteriyordu. Bu açıdan Batı, Türkiye’yi sömürgeleştirmek yerine ilk önce Türkiye’nin gelişimini durdurup (Karlofça 1699) dünyanın diğer bakir alanlarını sömürmeye koyuldu.

Batı’nın Aydınlanmacı ve emperyalist kimliği, karşımıza ikili bir Batı kimliği koyuyor. Bu iki kimlik de aslında Batı’ya hangi pencereden baktığınıza bağlı. Bir Batı ülkesinden, yani Avrupa’dan Avrupa kimliğine baktığınızda gördükleriniz aydınlanmadır, demokrasidir, özgürlüktür. Ancak aynı Avrupa’ya bir de dışardan baktığınızda Avrupa yağmacıdır, sömürgecidir ve 1900’lü yıllardan itibaren de emperyalisttir.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 1


Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 1 




ÖZGÜR ERDEM*
* Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencisi


1- Mazlumların Yolu

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Batı’ya dahil olmak için her türlü tavizi verme ve devletin geleceğini Batı’ya katılma üzerine kurma anlayışı, ülkeyi Sevr’de parçalanmaya kadar götürmüştü. Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Müttefik Devletler’in Anadolu’yu işgalleri karşısında başlayan ulusal direniş, Atatürk’ün önderliğinde birleşerek 1922 yılında zafere ulaştı. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’yla birlikte resmen tanınan yeni Türkiye devleti, Atatürk önderliğinde dış politikasında ve çağdaşlaşma anlayışında köklü değişikliklere gitti.

Türkiye, Bağımsızlık Savaşı sırasında Batı’ya karşı savaşırken sadece Afganistan, Hindistan gibi mazlum ülkelerden yardımlar alabilmişti. Bağımsızlık Savaşı’nın en büyük destekçisi ise, Türkiye’nin de savaştığı emperyalist devletlerle savaş halinde olan Sovyetler Birliği’ydi. Sovyetler Birliği, silah ve para yardımıyla Bağımsızlık Savaşı’nın başarıya ulaşmasına önemli ölçüde destek oldu.[1]

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası oluşturulurken Osmanlı’nın yıkılmasından ve Bağımsızlık Savaşı’nda Batı’ya karşı savaşılmasından çıkarılan dersler göz ardı edilmedi. Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin izlediği temel ilkeleri konumuz açısından üç ana maddede toplayabiliriz:

1- ‘Yurtta barış dünyada barış’ politikası

2- Mazlum millet politikası

3- Batı ülkelerinin güdümüne girmeden çağdaşlaşmak

‘Yurtta Barış Dünyada Barış’

Atatürk’ün ‘Yurtta barış dünyada barış’ özdeyişinde somutlaşan bu politika, sanıldığı gibi basit bir savaş karşıtlığı değildir. Türkiye’nin başarıyla izlediği barış politikasının temelinde, emperyalist ülkelerin güdümünde maceralara girmemek yatıyordu. Türkiye, Osmanlı tarihi boyunca, özellikle 1800’lü yıllardan sonra dış politikasını tamamen Batı’nın bir parçası olabilmek için Batı’nın güdümünde, Batı’nın çıkarları doğrultusunda bir takım savaşlara girmek üzerine kurmuştu. Osmanlı, sınırlarını ancak Batı’nın her istediğini yaparsa koruyabileceğine inanıyordu. Unutulan önemli bir gerçek vardı; Türkiye’nin sınırlarını değiştirmek için, daha doğrusu Anadolu topraklarını paylaşmak için en çok uğraş veren ülkeler yine Avrupa devletleriydi. Kısacası, ciğer adeta kediye emanet ediliyordu. Osmanlı Devleti bu politikanın sonuçlarını çok acı bir şekilde yaşadı. On binlerce evladını amaçsız savaşlarda yitirdi, ekonomik açıdan çöküntüye uğradı ve son olarak da Almanya çıkarları doğrultusunda girilen Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir yenilgi yaşandı.

‘Yurtta barış dünyada barış’ politikasını dönemin Başbakanı İsmet İnönü şu şekilde özetliyordu:

“ Türkiye’nin siyasi ve coğrafi durumu, dünyanın başlıca geçitlerinden birinin üzerinde, büyük devletlerin arasında ve siyasi akımları içinde bulunmak itibariyle özel bir değer ve önem taşımaktadır. Biz bunu çok iyi sezmekteyiz. Böyle bir durumda olan bir memleketin dış politikadaki ilk amacı herhangi bir fırtınanın memlekete temas etmesi ihtimaline karşı kendi varlığını ve kendi milli iradesini bizzat koruyabilecek kudrette olmasıdır. Türk milletinin maddeten ve bahusus ziyadesiyle manen mevcut olduğu sabit olan bu kudretinin mütamediyen muhafaza ve takviyesi bizim başlıca dikkat ettiğimiz noktadır. (...) Dış politikadaki bütün gayretimiz hiç kimsenin menfaatlerine karşı bir hareketi derpiş etmeyen, dürüst bir istikamette, kendi menfaatlerimizi temin etmeye yönelmiş bulunuyor. ”[2]

Türkiye, artık Batı’nın elinde oyuncak olarak maceralara girmek istemiyordu. Bu maceraların Türkiye’ye yarar getirmediği, tersine Türkiye’nin toprak bütünlüğüne zarar verdiği geçmiş tecrübelerde görülmüştü.

Tarihçi Lencowski de bu durumu tespit etmiştir:

“Türkiye, dev bir Rusya ile ortak sınıra sahip 16 milyonluk bir ülkeydi ve Akdeniz’e egemen olan büyük denizci devletlerin etkilerine de açıktı. Belki de Kemal’in ve onun izinde yürüyenlerin en büyük değeri bu sınırlamaları açıkça anlamaları ve buna uygun olarak ılımlı ve gerçekçi bir dış politika izlemeleridir.”[3]

Ancak, Türkiye’nin izlediği ‘ılımlı’ politika hiçbir şekilde ‘tavizkâr’ bir şekilde yürümedi. Türkiye hiçbir dış ilişkisinde kendi çıkarlarından taviz vermedi, tersine kendisine yönelik her türden tehdide karşın hiçbir emperyalist kışkırtmaya kapılmadan ‘barış’ politikasını sürdürdü. Osmanlı döneminde olduğu gibi bir emperyalist devletin tehdidine karşı bir diğerine sığınma politikasını terk etti.

Mazlum Millet Bilinci

Türkiye, kendisi gibi emperyalist devletlerin parçalama ve yok etme hedefinde yer alan ülkelerle didişmek yerine, onlarla iyi ilişki kurmaya çalıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ege Bölgesi’ni işgal etmeye kalkışan Yunanistan’la bile dostluk temelinde iyi ilişkiler kuruldu.

Artık Türkiye, müttefik aradığı zaman Batı’ya değil, Doğu’ya bakıyordu. Sovyetlerle kurulan sıkı ilişkiler bunun en güzel göstergesiydi. Sovyetler’in dünya kamuoyunda en yalnız olduğu dönemde dahi, ortak işbirliği kurmakta sakınca görülmedi. Bu işbirliği ve yakın ilişkinin tek nedeni, Sovyetler’in Bağımsızlık Savaşı’nda sağladıkları yardım değildi kuşkusuz. Türkiye Batı’yı hâlâ kendine yakın görmüyordu ve Batı’nın alternatifiyle ittifak yapma ihtiyacı hissediyordu. 1925 yılında Sovyetler’le Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın imzalandığı tarih iki ülke açısından da önemlidir. Türkiye açısından önemi; Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde İngiltere lehine sonuçlanmasının ertesi günü imzalanmış olmasıdır. Türkiye bu anlaşmayla Batı’ya yalnız olmadığı mesajını vermektedir. Sovyetler açısından önemi ise, Lokarno Güvenlik Sistemi Anlaşması’nın hemen ertesinde imzalanmasıdır. Bu güvenlik sisteminin amacı, Tüm Batı Avrupa’yı Sovyetler’e karşı birleştirmekti.[4]

Kurulmakta olan Anti-Sovyet Cephe’de Türkiye’nin yer almaması Sovyetler açısından büyük önem taşımaktaydı. Bağımsızlık Savaşı sırasında kader birliği etmiş olan iki devlet, 1925 yılında da kaderlerini birleştiriyordu. Türkiye, bu anlaşmayla mazlum millet bilincini açık bir şekilde gösteriyor, Avrupa’nın yarattığı anti-komünist bloğa, kendi çıkarlarını temsil etmediği için girmiyordu. Türkiye’nin Sovyetler’le ilişkileri bu anlaşmayla sınırlı kalmadı. 1927 yılında imzalanan Ticaret Sözleşmesi’yle ekonomik ilişkiler de geliştirildi. 1931 yılından itibaren devletçiliğin ekonomik politika olarak belirlenmesi sonucunda Sovyetler ile ekonomik işbirliğine gidildi. Birinci Beş Yıllık Plan’ın hazırlanmasında Sovyet uzmanların büyük desteği oldu.[5]

Türkiye bu dönemde kurulmuş olan Milletler Cemiyeti’ne de Cemiyet’in İngiltere ve Fransa güdümünde olduğunu düşünerek girmedi. O dönemde Cemiyet dışında kalmak isteyen bir diğer devlet de Sovyetler’di. Türkiye bu Cemiyet’in kendi toprak bütünlüğünü koruyacağına inanmıyordu. Cemiyet’e katılmak yerine kendi komşularıyla çeşitli paktlar kurmaya ve anlaşmalar imzalamaya başladı. 1934’te Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile Balkan Paktı, 1937’de ise Irak, İran ve Afganistan ile Sadabad Paktı kuruldu.[6] Bu iki pakt sayesinde Türkiye, etrafında bir barış çemberi oluşmuştu.

Atatürk döneminde izlenen mazlum millet politikasında, Türkiye, güvenliğini sağlamak için Batı’ya başvurmak yerine kendi komşularıyla pakt kurmayı tercih ediyordu. Üstelik bu paktların kuruluşunda diğer büyük devletlerin endişe ve müdahalelerine göğüs geriyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığının tüm dünyada hissedildiği bir dönemde Türkiye’nin dış politika seçeneğini ne İngiliz-Fransız kutbundan, ne de Alman-İtalyan kutbundan yana kullanmaması, tarafsız kalıp komşularıyla ayrı bir seçenek yaratmaya çalışması önemlidir.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne katılma süreci de pek çok dersle doludur. Birinci Dünya Savaşı’nda esas olarak savaşı kaybetmiş ülkelerin barış anlaşmalarının hükümlerine uymasını kontrol etmek amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti 30’lara kadar İngiltere ile Fransa’nın dış politika çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren bir kurum olarak kaldı. Türkiye de Cemiyet’e katılmayı uygun görmemişti. 1932 yılına gelindiğinde, Cemiyet üye sayısının azlığı ve otoritesinin eksikliği nedeniyle büyük bir prestij kaybına uğramıştı. Cemiyet üyeleri Cemiyet’i daha işler hale getirmek için üye sayısını arttırma çabalarına girişti. Bu dönemde Türkiye üyeliğe çağrıldı. Üyelik için hiçbir önkoşul öne sürülmedi, tersine Türkiye’nin dünya barışı için ne kadar önemli olduğu ve ne kadar büyük bir medeniyeti temsil ettiği üzerine Türkiye’yi övücü görüşlere yer verildi.[7] Türkiye Cemiyet’e katılmayı kabul etti, Sovyetler’e danıştı ve üyeliğini kesinleştirdi. Türkiye’nin Cemiyet’e katılması Batı ittifakına yakınlaşma isteğiyle olmadı. Sovyetler’e danışması ve üye olduktan sonra Sovyetler’in de Cemiyet’e üye olmasını önermesi (Sovyetler, Cemiyet’e 1934’te üye oldu) Türkiye’nin Cemiyet’e Batı’ya dahil olmak için değil, Cemiyet’in Doğu’yu da kapsayacak şekilde genişlemesini sağlamak amacıyla olduğunu gösteriyor.

Türkiye Atatürk döneminde örnekleriyle de gördüğümüz gibi Batı’yla ilişkiler kurmak yerine gözünü Doğu’ya ve mazlum milletlere çevirdi. Bu politika, Türkiye’ye kısa ve uzun vadede çok şey kazandırdı. Türkiye’nin izlediği bu politika her şeyden önce ulusal onurun tekrar kazanılmasını sağladı. Cemiyet’e üye oluş süreci de bunun göstergesi. Türkiye, bağımsız ve onurlu dış politikasıyla İkinci Dünya Savaşı öncesindeki kutuplaşmada taraf olmak zorunda kalmadı. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalabilmesi bu politikanın dolaylı bir sonucudur.

Batı’nın Güdümüne Girmeden  Çağdaşlaşmak

Türkiye, Bağımsızlık Savaşı’yla yalnızca bağımsızlığını kazanmadı. Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen devrimlerle Ortaçağ’ın tüm kurumları yerle bir edildi ve çağdaş bir cumhuriyet oluşturuldu.

Atatürk devrimleri, III. Selim döneminden beri gerçekleştirilmek istenen reform ve devrimlerin başarıya ulaşmış halidir. Bu başarının temel nedeni, halka güven ve ulusal bağımsızlık ilkesiyle gerçekleştirilmiş olmasıdır. Yazı Devrimi’nden Medeni Kanun’un kabulüne kadar tüm devrimler, Atatürk öncesinde de gerçekleştirilmek istenen hareketlerdi. Devrimler’in hiçbiri ilk kez Atatürk tarafından düşünülmedi. Hatta Atatürk’ün yaptıklarının önemli bir kısmı, İttihat ve Terakki’nin de yapmak istedikleriydi. Ancak İttihat ve Terakki, değişiklikleri ilk önce İngiltere, daha sonra da Almanya’nın arkasına sığınarak gerçekleştirmek istediği için başarılı olamadı.[8] İttihatçılar ve onlardan önceki çağdaşlaşma taraftarları, çağdaşlaşmayı Türkiye halkının bir ihtiyacı olarak değil, Avrupalı olabilmenin baş şartı olarak gördükleri için başarılı olamadılar. Yaptıkları reform ve değişiklikler bu nedenle Avrupa’nın işine yarayacak şekilde oluştu ve halk desteğini alamadığı gibi halkı da değiştiremedi. Zaten halkı değiştirmek ya da halk desteğini almak gibi bir niyetleri de yoktu.

Atatürk ise halkın durumunu göz önüne alarak devrimleri halkı da işin içine katarak ve halkı da devrimcileştirerek gerçekleştirdi. Devrimlerin emperyalist ülkelerin müdahalesi veya zorlaması olmadan gerçekleşmesi devrimlerin başarılı olması için halkla bütünleşmesini zorunlu kılıyordu. Halkevleri gibi kurumlar bu nedenle kuruldu. Devrimler bu sayede halk içinde önemli ölçüde kök saldı. Çağdaşlaşma için hiçbir ülkeden yardım istenmedi, hiçbir ülkenin ya da uluslararası kuruluşun güdümüne girilmedi. Bu nedenle, dönemin pek çok Avrupa ülkesinde bile olmayan kadınların seçme ve seçilme hakkının tanınması gibi ilerlemeler sağlandı. Atatürk bu konuda şunu söylüyor:

“Bugün haklı olarak kıvanç duyabileceğimiz bütün başarıların sırrı yeni Türkiye Devleti’nin yapısındadır. Türkiye Devleti’nin, bu yeni devletin dayandığı temeller, nitelik yönünden, kendinden önceki tarihi kurumların temellerinden çok başkadır. Başka bir kelime ile ifade etmek gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.”[9]

Atatürk’ü çağımızın en büyük devrimcilerinden biri yapan, işte bu özelliğidir. Devrimler için ‘Batı’ya değil, halka güvenmesi. Anadolu’nun işgaline karşı direnirken Amerikan mandasına değil de sadece ve sadece Anadolu halkına güvendiği gibi.

2- Batı’ya Giden Yol

‘Sovyet Tehdidi’ Nedeniyle Atatürk’ün Dış Politikası Terk Ediliyor

İkinci Dünya Savaşı, tüm dünya tarihinde olduğu gibi Türkiye tarihinde de bir dönüm noktası oldu. Savaş’ın sona ermesinden sonra iki kutuplu bir dünya ortaya çıktı. Türkiye bu iki kutuptan birini tercih etmeliydi. Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki kutupta yer almaktansa ABD önderliğindeki Batı kutbunu seçti. Böylece Bağımsızlık Savaşı’ndan beri iyi ilişkilerin sürdüğü Sovyetler Birliği’yle yollar ayrılmış, uzak durulan Batı’yla ilişki kurulmaya başlanmıştı. Tabii bunda ideolojik nedenler de rol oynadı. Türkiye’nin seçimi, Sovyetler Birliği’nden gelecek ‘komünist tehlikeye’ karşı kendini savunma içgüdüsüyle alınmış bir karardı.

Türkiye Batı ittifakında yer alabilmek için hem dış ilişkilerinde hem de ekonomi ve siyasetinde önemli değişikliklere gitti. Çok partili yaşama geçildi, dernekleşme ve sendikalaşma konularında önemli ilerlemeler sağlandı. Dış politikada da Batı’ya tamamen bağlanarak Atatürk döneminde izlenen çevre ülkelerle ittifak kurma ve bağımsızlığı savunma stratejisinden vazgeçildi.

Türkiye, Sovyetler’i bir tehdit olarak görse dahi, dış politikada tamamen Batı’ya bağlanmak zorunda değildi. Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte zaten Avrupa’da büyük bir güç elde etmişti. Artık amacı daha fazla yayılmak değil, etrafında bir güvenlik çemberi oluşturmaktı. Bu amaçla komşularıyla Savaş’tan sonra saldırmazlık anlaşmaları imzalayan Sovyetler, aynı teklifi Türkiye’ye de getirdi. Fakat Türkiye 1925’te imzalanmış ve 1939’a kadar sürekli yenilenmiş anlaşmayı yenilemek yerine Sovyet tehdidine karşı Batı’ya başvurmayı tercih etti.

Türkiye ABD İlişkilerinin Başlaması

ABD ile ilişkiler İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde imzalanan 23 Şubat 1945 tarihli Ödünç verme ve Kiralama Anlaşması ve 27 Şubat 1946 tarihli 10 milyon dolarlık bir kredi anlaşmasıyla başladı.[10]

Türkiye, Batı kutbunda yer alırken, Sovyetler’le sınırdaş olmasının getirdiği stratejik özelliğini kullanarak büyük destek umuyordu. Bu desteği de 1947 yılında Truman Doktrini’yle birlikte aldı. ABD’nin bu doktrindeki amacı, Sovyet tehdidi altında gördüğü Yunanistan ve Türkiye’yi askeri ve ekonomik yardımlarla güçlendirmek ve kendine bağlamaktı.[11] Türkiye, bu anlaşmayı sevinçle karşıladı. Batı, sonunda Türkiye’nin değerini anlamış ve Türkiye’nin Batı yardımıyla kalkınacağı ortaya çıkmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlıyor” mesajıyla yardıma teşekkür etti.[12]

ABD olası bir Sovyet savaşına karşı kendini güvenceye almak için Türkiye’yi çok önemli görüyordu. Bu nedenle de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silahlarını, teşkilatını, eğitimini değiştirerek Amerikanlaştırmaya çalıştı. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldu. Hem yönetim, hem de ordu ABD isteklerine göre yeniden şekilleniyor, Türkiye adım adım ABD’nin bölgedeki üssü haline geliyordu.

Türkiye’nin Batı İttifakı’na dahil olması Batı’nın Sovyetler’e karşı kendini savunabilmesi için gerçekten de çok önemliydi. 1950 yılında ABD Genelkurmay Başkanı Bradley, ABD’nin toptan bir savaşı ancak Batı Avrupa için göze alacağını ‘Combat Forces Journal’ dergisinde bir yazısıyla açıklar. Türkiye, İran ve Irak bölgesel savaş alanlarıdır. ABD, bölgesel savaşlar için kaynaklarını harcamak niyetinde değildir.[13] Böylece ABD’nin dostluğu ortaya çıkıyordu. ABD olası bir savaşın Ortadoğu’da gerçekleşmesini, böylelikle Avrupa’nın zarar görmemesini istiyor, aynı zamanda Ortadoğu’daki savaşın kendisi için daha az masraflı olacağını hesaplıyordu. Ne de olsa Sovyet Tehdidi’ne karşı savaşacak olanlar Ortadoğu halkları olacaktı. Üstelik Türkiye’nin bölgesel savaş alanı olarak görülmesi, Türkiye’nin hâlâ bir Avrupa ülkesi olarak sayılmadığının itirafı oluyordu.

Avrupa Konseyi ve NATO’ya Giriş

Türkiye 1949’da kurulması planlanan Avrupa Konseyi’nin kurucuları arasında yer almak ister ama 5 Mayıs 1949’daki kurucular arasında Türkiye yoktur. ‘Müttefiklerimiz’ İngiltere ve Fransa Türkiye’yi dışarıda bırakmıştır. Bu durum ülkede büyük hayal kırıklığına yol açar. İktidar yayın organı Ulus, hayal kırıklığını şöyle belirtir:

“Memleketimize karşı bir ihmal ve küçük görme anlamına gelen bu unutkanlıktan duyduğumuz gücenikliği açıkça belirtmekten kendimizi alamıyoruz.”

Türkiye ve Yunanistan stratejik önemleri nedeniyle Konsey’e 5 ay sonra alınır ve bu karar büyük sevinç yaratır. Dışişleri Bakanı Sadak, bunu büyük bir olay olarak görür:

“Avrupa Konseyi’ne katılmamızın sonucu, Anadolu’nun Avrupa siyasal ve ekonomik birlik sınırları içine girmesi, bizim için başlı başına bir olaydır.”[14]

Ancak Türkiye’nin NATO’ya alınması bu kadar kolay olmaz. Mayıs 1950’de CHP Hükümeti NATO’ya girmek için ilk resmi başvuruyu yapar ancak İtalya dışında tüm ülkeler karşı çıkar. Demokrat Parti iktidarının da ilk işi NATO’ya tekrar başvurmak olur. Yanıt yine hayırdır. İşin ilginç yanı pek çok konuda birbirine rakip olan CHP ile DP’nin, en iyi anlaştıkları konunun NATO’ya üyelik olmasıdır.

ABD, Türkiye’nin NATO’ya girmesi konusunda kararsız olsa da Senatör Cain, “Kore Savaşı’na birlik gönderin, NATO’ya girersiniz” şeklinde buyurur.[15]

Türkiye, alelacele, Meclis’ten bir karar bile çıkarmaya gerek görmeden, bir tugayını Kore’ye gönderir. Kore’ye asker göndermek ulusal bir dava haline dönüştürülür. Türkiye aynen Kırım Savaşı’nda olduğu gibi, hiçbir çıkarının olmadığı bir savaşta Batı adına savaşmaya gitmektedir. Kore’deki Türk birliği, Amerikan birliklerinin geri çekilmesini örtmek için savaşa sürülür. Pek çok askerimizin öldüğü çarpışmaları Kore 8. Ordu Komutanı General Walker şu şekilde anlatıyor:

“Türk Tugayı yiğitlik simgesidir. Düşman çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda kaldığımız zaman Türkleri savaşa soktum. Eğer elimin altında Türk birliği olmasaydı bugün bütün Amerikan birlikleri yok edilmiş bulunacaktı.”[16]

Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye, NATO’ya sonunda üye olur. Türkiye yurt savunmasını tamamen NATO’ya devretmiştir. ABD’nin Sovyetler’e karşı Avrupa’da kullanmayı düşündüğü Jüpiter füzelerini yerleştirecek ülke bulamadığı dönemde Türkiye, füzelerin Anadolu’ya yerleştirilebileceğini bildirerek NATO’yu bile şaşırtmıştır.[17]

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

6 Aralık 2016 Salı

MHP'yi Baraj Altında Bırakan kim? Bahçeli...




MHP'yi Baraj Altında Bırakan kim? Bahçeli...




Özgür Erdem

Türk Solu Dergisi; 
Sayı ; 297


       MHP'nin tasfiye olmaya başlaması Türkiye'de milliyetçiliğin düşüşe geçmesinin bir ürünü değil. Aksine Türk milleti MHP'yi yeterince milliyetçi olmadığı için, 

" Milliyetçi " söylemlerinin gereklerini yapmadığı için cezalandırıyor. 

Bu durum, son derece hayırlıdır, çünkü Türkiye'nin en önemli sıkıntısı olan "gerçek" milliyetçi bir partinin oluşması için iyi bir siyasi ortam oluşmuştur. 
MHP'den umudunu kesen milyonlarca Türk insanının beklentilerine yanıt vermek de biz Atatürkçülere düşüyor. 
Bu nedenle, MHP'yi ABD tasfiye etmek istiyor, Fethullah ve AKP MHP'siz meclis istiyor deyip MHP'yi savunmak hiç doğru değil. Aksine bırakın MHP tasfiye olsun. 
Tasfiye olsun ki gerçekten milliyetçi bir parti Türk milletinin önüne seçenek olarak çıkabilsin. 

Ulusal Parti bu göreve taliptir. 

Atatürkçü çizgisiyle hem PKK'ya gerçekten karşı çıkabilecek cesarette bir örgütlenmedir. 

Hem de AKP gericiliğiyle asla uzlaşmayacak tek partidir.

Ağlama Bahçeli, ağlama!

Bahçeli son günlerde oldukça ilginç açıklamalar yapıyor. Türkiye'nin 2 partili sisteme götürülmek istendiğini, MHP'nin tasfiye edileceğini, partisinin baraj altında bırakılmak istendiğini söylüyor.

Referandum sonuçları ortada. Ortaya çıkan önemli sonuçlardan birisi İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgesi'nde MHP'nin çok kan kaybettiği ve tabanını 
AKP'ye kaptırdığı...

MHP'den öyle büyük bir kaçış söz konusu ki, önümüzdeki seçimlerde baraj altında kalma korkusunu yaşıyorlar.

Ancak bunun nedeni Bahçeli'nin ifade ettiği gibi Türk siyasetinde oynanan oyunlar değil. Temel neden MHP'

nin kendi tabanını memnun etmeyen politikalar takip etmesi.

Öncelikle şunu ifade edelim. MHP, girdiği her seçimde barajı aşmış bir kitle partisi falan değildir. Bu yüzden Bahçeli, bizi barajın altına itmek istiyorlar derken insaflı olmalıdır.

Şöyle bir hatırlatma yapalım. MHP bugüne kadar girdiği seçimlerde ne kadar oy almış acaba?

1965 %2,2 (O zamanlar ismi CKMP'ydi)

1969 %3,0

1973 %3,4

1977 %6,4

1987 %2,9 (O zamanlar ismi MÇP'ydi)

1991 (Barajı geçmek için RP ile ittifak yaptı)

1995 %8,2

1999 %18,0

2002 %8,4

2007 %14,3

Görüldüğü üzere 45 yıldır toplam 10 seçime katılmışlar. Sadece 2'sinde barajı geçebilmişler.

Yani MHP'nin baraj altında kalması şaşırtıcı bir olay olmamalı MHP'liler açısından.

Tabloya bakınca ilginç bir nokta daha göze çarpıyor. 1999 seçimlerinden beri MHP'ninoy oranı çok dalgalanmış. 1999'da %18'le ikinci parti olmuş, Bir sonraki seçimler olan 2002'de ise baraj altında kalmış. 2007'de barajı aşabilmiş. Ama 2011'de yine baraj altında kalmaları bekleniyor.

Öyleyse en basitinden şu analizi yapabiliriz: Demek ki MHP belli dönemlerde seçmene umut vermiş, oyunu artırmış, ama bekleneni yapamamış ki bir sonraki seçimde hemen oyları düşmüş.

Öyleyse o dönemleri bir hatırlamakta fayda var...

MHP ne yaptı da Türk insanını kandırıp oyunu aldı...

Ve ne yapmadı da o oyları hemen bir sonraki seçimlerde kaybeti...

1999 seçimleri: Kürtçü partiler tasfiye oldu

90'lı yıllar Türkiye'de PKK bölücülüğünün arttığı, bu­na karşılık da Türk miletindeki milli hassasiyetlerin yükseldiği bir dönemdi. Özellikle 28 Şubat döneminde sınır ötesi operasyonlar sayesinde PKK'ya vurulan ağır darbelerle birlikte, bölücülük güç kaybederken, Türkiye'de milliyetçilik güçlendi.

Tam da böyle bir dönemde yapılan 1999 seçimlerinde DSP ve MHP çok yüksek oy alarak ilk iki sırayı paylaştı. Bu sonuç aslında 90'lı yıllar boyunca Türkiye'yi yöneten partilerin Türk milleti tarafından cezalandırıldığı anlamına geliyordu.

Kimdi bu partiler? Demirel ve Özal önderliğindeki merkez sağ. Yani DYP ve ANAP. 1983'ten beri Türkiye'yi yöneten merkez sağ zihniyetin ülkeyi PKK'ya teslim olma aşamasına getirdiği görüldü. Bu iki parti de 1999 seçimlerinde hüsrana uğradı.

Diğer hüsrana uğrayan parti ise Refah Partisi'ydi. Gerek 28 Şubat sürecinin yarattığı Şeriatçılık karşıtı hava, gerekse Refah Partisi'nin Kürtçü hareketle olumlu ilişkileri bu partinin de 1999 seçimlerinde güç kaybetmesine neden oldu.

CHP ise 90'lı yıllar boyunca Kürtçülükle arasına bir türlü mesafe koyamamasının bedelini ödedi. Üstelik Türk halkı, SHP'nin 91 seçimlerinde PKK'nın yasal partisi HEP'i meclise taşımasını da asla unutmadı. Bu yüzden SHP-CHP'nin oyları 90'lı yıllar boyunca eridi durdu. Sonuç olarak 1999 seçimlerinde onlar da baraj altında kaldı.

MHP 99 seçimlerinde barajı nasıl geçti?

MHP tarihi boyunca ulaşabildiği en yüksek oy oranına 1999 seçimlerinde ulaştı: %18.

Bunun en büyük nedeni Bahçeli'nin meydanlarda Apo'yu asacaklarını söylemesiydi. Apo henüz yeni yakalanmıştı ve hak ettiği cezayı bulup asılacağı umudu oluşmuştu. 
15 yıllık PKK terörünün artık biteceği ve binlerce şehidin hesabının sorulacağı sanılıyordu. DSP ve MHP'nin 99 seçimlerinde aldıkları yüksek oy da bu umudun bir sonucuydu. 

Milliyetçi sağ seçmenler MHP'ye, milliyetçi sol seçmenler ise DSP'ye yöneldi.

Ayrıca bir önceki seçimler olan 1995'te birinci parti olan Refah Partisi'nin izlediği rejim karşıtı politikalar da büyük tepki toplamıştı. 

1997'deki 28 Şubat da, Türk milletindeki Atatürkçü hassasiyetleri harekete geçirmişti. Böylece 1995'te Refah Partisi'ne kayan belli bir sağcı ta­ban da MHP'ye yöneldi. Çünkü MHP'nin Refah Partisi gibi Şeriatçı olmadığı düşünülüyordu.

MHP Apo'yu Asamayınca baraj altında kaldı

99 seçimlerinin ardından seçimin iki büyük galibi MHP ve DSP, güvenoyu için gerekli sayıya ulaşmak amacıyla ANAP'ı da yanlarına alarak koalisyon oluşturdular.

Türk milletinin bu koalisyondan iki beklentisi vardı. Birincisi, PKK'dan hesap sorulması ve Apo'nun yargılanıp asılması. İkincisi, Refah Partisi'nin başlattığı rejim karşıtı Şeriatçı yönelimin durdurulması.

Ancak koalisyon bu beklentileri karşılayamadı. Aksine Türkiye o dönemde ABD'ye, AB'ye ve IMF'ye teslim oldu. Milliyetçi Türk halkının oylarıyla iktidara gelen DSP ve MHP, Türkiye tarihinin en işbirlikçi dönemlerinden birini yaşattı.

AB ile Uyum Yasaları çıkarıldı, Kürtçülüğe büyük tavizler verildi.

İdam Cezası Kaldırıldı, Apo Kurtarıldı.

Ekonomi tamamen IMF güdümüne terk edildi. Türkiye'yi ekonomik krizden kurtarması için IMF'ci Kemal Derviş getirildi.

Böylelikle Türk milleti Türkiye tarihinin gördüğü en büyük tasfiyeyi 2002 seçimlerinde DSP ve MHP'ye yaşattı. İki parti de baraj altı kalıp meclis dışında kaldı.

AKP iktidarı Türkiye'ye MHP'nin hediyesi

Bugün Bahçeli, MHP'nin bir " Dış güçler operasyonu "yla meclis dışında bırakılacağını söylüyor. Halbuki, AKP'nin bir "dış güçler operasyonu"yla iktidara geldiği 2002 seçimlerinde, operasyonu başlatan bizzat kendisi olmuştu.

AB Uyum Yasalarının çıktığı, ekonomik krizin en yoğun haliyle yaşandığı, Türk milletinin Apo'yu asamadıkları için DSP ve MHP'ye büyük tepki gösterdiği bir dönemde, erken genel seçim çağrısı Bahçeli'den geldi. Sıradan bir kasaba politikacısı ya da herhangi bir köy muhtarı adayının bile tahmin edeceği üzere o seçimlerde MHP kesin kaybedecekti. Ama Bahçeli "bile bile lades" oldu.

Bu hata sadece siyasi körlük ya da strateji yanlışlığıyla açıklanamaz. Açık bir şekilde, bilinçli bir ihanettir.

2002 seçimleri aslında ABD'nin Türk siyasetine yön verdiği seçimler oldu.

O dönem Irak'a saldırıp Saddam'ı devirmek isteyen ABD, DSP'nin ve Ordu'nun direnişiyle karşılaşıyordu. Üstelik AB yasaları ve ekonomik kriz nedeniyle yıpranan DSP-MHP-ANAP hükümeti, ABD'nin istediği kamuoyu desteğini de sağlamaktan acizdi.

Yeni, yepyeni, yıpranmamış, Ordu'yu da hizaya sokabilecek, ABD'nin Irak işgalini koşulsuz destekleyecek bir hükümet gerekliydi. Ve bunu en iyi yapacak parti de 
Tayyip'in AKP'siydi.

Ancak ABD'nin acelesi vardı. 2003'te olması beklenen seçimler, Irak işgalinin bir yıl ertelenmesi demekti. Üstelik bu bir yılda, işgale direnecek Ecevit de ekonomik krizin yaralarını sarabilir, tekrar seçimlerde iddialı hale gelebilirdi.

Bahçeli'nin 2002'deki erken seçim çağrısını, büyük siyasi hata olarak değerlendirenler yanılıyor. Bahçeli'nin o erken seçim çağrısı siyasi körlüğünün değil, Amerikan işbirlikçiliğinin göstergesidir.

ABD'nin kurduğu, beslediği, büyüttüğü bir parti, bunun diyeti olarak bir seçimi kaybetmeyi de göze almalıydı.

Nitekim o diyet ödendi. Bahçeli, kendi partisinin baraj altında kalacağını bile bile, ABD'nin hatırına erken seçimi istedi. Bir yıl erkene alınan genel seçimler, 

ABD planlarının devamını sağlayacaktı.

Varsın MHP de baraj altında kalsındı.

Bahçeli AKP'ye hiç muhalefet yapmadı

Peki bugün niye MHP baraj altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya?

Bunun iki temel nedeni var.

Birincisi, MHP AKP'nin bir muhalifi asla olmadı.

İkincisi, MHP AKP'nin Kürtçülüğüne ve gelişen PKK terörüne karşı mücadele etmedi.

Bu iki maddeyi de biraz açalım.

MHP, AKP iktidarının en büyük koltuk değneği oldu. AKP'nin son olarak referanduma verilen Anayasa değişikliği dışındaki bütün anayasa değişikliklerine onay verdi. 

Özellikle türban ile ilgili Anayasa Mahkemesinin de sonradan iptal ettiği değişiklik MHP desteğiyle meclisten geçmişti.

Sadece bu değil, 22 Temmuz seçimleri sonrasında meclise giren MHP'nin yaptığı ilk iş, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP için boykot etmeyip aday göstererek 
Abdullah Gül'ün seçilmesini sağlamak olmuştu.

Dolayısıyla 2002'de ülkeyi erken seçime götürerek iktidarı hediye ettiği AKP'ye bu şekilde ikinci büyük kıyağını yapıyordu Bahçeli... 

Ve Çankaya'yı da Gül'e hediye ediyordu...

Üstelik 2007'den beri MHP, AKP'ye muhalefet etmedi. AKP'nin her tür gerici uygulamasıyla uzlaştı, hatta bu durumdan memnun oldu. Ve sonuç olarak bugün yine baraj altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Bu son derece normal.

AKP'ye muhalif olması gereken bir parti, muhalefet yapmazsa nasıl oy alsın ki? Nitekim, MHP AKP'nin dümen suyuna girmenin bedelini tabanını AKP'ye kaptırarak ödüyor. 

AKP'nin gerici politikalarıyla uzlaşarak AKP tabanından bir şeyler kopartırım hesapları tutmadı Bahçeli'nin.

Ava giden avlandı ve tabanını yitiren Bahçeli oldu.

AKP gericiliğiyle işbirliği yapan Bahçeli, MHP tabanını toptan gericileşmesini sağlamış oldu. Ve o gerici olmuş taban da gericiliğin esas oğlanına vardı doğal olarak...

PKK'ya karşı çıkmayan MHP tasfiye oluyor

Ancak MHP'deki kan kaybının esas nedeni PKK'yla mücadele eden bir parti olmamasıdır.

Özellikle son 3-4 yıldır PKK saldırılarında verdiğimiz şehitler çığ gibi arttı. Ve Türk milleti, şehit cenazelerinde hem bu durumun baş sorumlusu AKP'yi protesto etti, hem de PKK terörüne karşı mücadele azmini gösterdi.

Ama Türk milletinin " Kahrolsun PKK " diye sokağa döküldüğü bu dönemde MHP'nin tavrı " Evinize Dönün " demek oldu. Bahçeli sürekli "itidal" çağrıları yaptı.

Bu, bir hata değil, aynen 2002'de yaptıkları gibi, ağababaları ABD'nin verdiği direktifin sonucuydu.

ABD Türk milletinin PKK'ya karşı ayağa kalkmasından çekiniyor, milliyetçi yükselişi bir şekilde durdurmak istiyordu. Türk milletinin %90'lar oranında nefret ettiği ABD bir "itidal" çağrısı yapsa, tabii ki dinleyen olmayacaktı. Bunu en iyi "milliyetçi" bilinen bir parti yapabilirdi.

Bahçeli, işte bu görevi de üstlendi. Sokaklara çıkan Türk milletin sürekli evine dönmeye çağırdı. Bu çağrı sokakları PKK'ya teslim edin demekti.

Allahtan Türk milleti MHP liderini takmadı da, sokaklar PKK'ya teslim olmadı. Bütün "  İtidal " çağrılarına karşın Türk insanı meydanı boş bırakmayacağını defalarca gösterdi. 

O kadar ki, Bahçeli bu konuda kendi parti örgütüne bile hakim olamadı.

Bahçeli bununla da yetinmedi. Türkiye çapında " Kardeşlik " mitingleri düzenledi. Kürtler Batı Anadolu'da Türk mahallelerine saldırır, Türkler kendi malını, canını, 
namusunu korumaya çalışırken Bahçeli il il gezip "Bin Yıllık Kardeşlik" mitingleri düzenlemeye, Türklerle Kürtlerin bin yıldır kardeş olduğunu anlatmaya koyuldu.

Bu da Affedilir bir politika değildi. 

Zaten MHP 2007 seçimlerinden sonra meclise girer girmez, PKK'lı Ahmet Türk'ün ve Apo'nun Avukatı Hasip Kaplan'ın ellerini sıkarak aslında hiç de PKK karşıtı 
olmadığını göstermişti. Türk milletinin Kürt istilasına karşı bu derece bilinçlendiği bir dönemde, " Türk - Kürt kardeşliği " nden  bahsetmesi de asla unutulmadı...



http://www.turksolu.com.tr/320/foto/bahceli-hasip-kaplan.jpg

Dolayısıyla MHP, aynen 2002 seçimlerinde yediği tokadın bir benzerini yemek üzere...



http://2.bp.blogspot.com/-a5jih7cPLJg/Vlc1M-0KM2I/AAAAAAAAJ-Y/XOcLKn5IwkA/s1600/RES%25C4%25B0M%2BKOY%2B%2BTOKALA%25C5%259EMA%2BVE%2B%2B%25C3%2596NERGE..jpg


2002'de Apo'yu asmadığı ve Avrupacılık, IMF'cilik yaptığı için baraj altı kalmıştı.

Şimdi de PKK'ya karşı mücadele etmek isteyen Türk milletini durdurmaya çalıştığı, PKK'lıların elini sıktığı ve bölücü terörün artmasına neden olan AKP iktidarıyla hep uzlaştığı için aynı tokada hazır olmalı...

MHP'nin tasfiyesi Atatürkçüler için hayırlıdır

Aslında bu gelişme son derece hayırlı. MHP'nin tasfiye olmaya başlaması Türkiye'de milliyetçiliğin düşüşe geçmesinin bir ürünü değil. 
Aksine Türk milleti MHP'yi yeterince milliyetçi olmadığı için, "milliyetçi" söylemlerinin gereklerini yapmadığı için cezalandırıyor.

Bu durum, son derece hayırlıdır, çünkü Türkiye'nin en önemli sıkıntısı olan "gerçek" milliyetçi bir partinin oluşması için iyi bir siyasi ortam oluşmuştur.

MHP'den umudunu kesen milyonlarca Türk insanının beklentilerine yanıt vermek de biz Atatürkçülere düşüyor.

Bu nedenle, MHP'yi ABD tasfiye etmek istiyor, Fethullah ve AKP MHP'siz meclis istiyor deyip MHP'yi savunmak hiç doğru değil. Aksine bırakın MHP tasfiye olsun. Tasfiye olsun ki gerçekten milliyetçi bir parti Türk milletinin önüne seçenek olarak çıkabilsin.

Ulusal Parti bu Göreve taliptir.

Atatürkçü çizgisiyle hem PKK'ya gerçekten karşı çıkabilecek cesarette bir örgütlenmedir. Hem de AKP gericiliğiyle asla uzlaşmayacak tek partidir.

Bu da zaten Türk milletinin beklentisi değil mi?

PKK'yla ve AKP'yle uzlaşayacak gerçekten milliyetçi bir parti...

MHP'nin tarihi boyunca olamadığı, asla da olamayacağı kimlikte bir parti...

Böyle bir partiyi seçenek olarak Türk milletinin önüne getirmek görevi biz Ulusal Partililere düşüyor.


http://www.turksolu.com.tr/299/erdem299.htm

19 Ağustos 2016 Cuma

Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi Bölüm 2




Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi,
 Bölüm 2


Mustafa Kemal, Enver Paşa’nın tam Zıddıdır



kologlu


Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi aslında 1911’den öncedir. 1909 yılındadır. Trablusgarp’taki Belediye Başkanı Karamanlı, İtalyanlardan bol para almış, İtalya yanlısı olmuş. Türkler gitsin diye kampanya yapıyor.
Daha önce Şam’da görev yaptığı ve Arapları iyi taınıdığı için Mustafa Kemal’i gönderiyorlar, resmi görevli olarak. Yumuşak bir çözüm arama yöntemi olduğu çok açık. Savaşçı değil. Şaşırtıcı bir şey.




Mustafa Kemal çok özel bir vak’a
TÜRKSOLU: Mustafa Kemal’in de İttihatçı olduğu kısa bir dönem var. Tabii daha sonra kopuyor İttihatçılardan. Halbuki İslamcı tarihçiler O’na hep İttihatçı yakıştırması yaparlar. Bu ne kadar doğru?
ORHAN KOLOĞLU: Mustafa Kemal çok özel bir vaka. Enver’i aldığımız zaman, aynı sene doğmuşlar zaten. Enver, tesadüf olarak, çabuk eğitim gördüğü için, çünkü Atatürk’ün aile meseleleri olmuş, Atatürk, Enver’den iki sene sonra mezun olmuş.
Enver mezun olur olmaz Balkanlar’a tayin edilir, Manastır’a. Komitacılarla mücadele eder. Kendini gösterme fırsatı bulur. Atatürk ise iki sene sonra subay olur, Şam’a gönderilir. Şam’da ayaklanma yok ki. Ama Atatürk’ün de Arap ne yapıyor, tetkik etme şansı oluyor.
Enver, mücadelenin içine girer ve İstanbul’u da, yani iktidarı da paylaşmak için kavga edenlerin içine girer. Dolayısıyla Enver’in psikolojisinin çok farklılaşması normaldir. İçinde yaşadığı şey topyekün bir ayaklanma ve Osmanlı’yı parçalama hareketidir. Hâlbuki Şam’a gittiğin zaman ne var? Hiçbir şey yok.
Atatürk’ün çok ilginç bir örneği var. Araplara karşı davranışındaki farklılık. 1918’de Atatürk o cephenin kumandanı Halep’te. Tam yenilmişiz, Araplar yüzünden hem de. Mesela emrinde çalışan bir Arap subay var, 1918 artık, Halep’ten tamamen çekiliyor yukarıya. Atatürk başkumandan. Gelmiş hemen “Paşam” demiş “Ben Trablusşamlıyım. Orada ailem var. İngilizler, Fransızlar geliyorlar. Onlar memleketimi işgal edecekler. Ben ailemi de kurtarmak istiyorum. Bana izin verir misiniz?”
Bozguna uğramış bir ordu kaçarken başkumandana gelip de bunu söyleyen adamı idam ederler. Atatürk şöyle yanıt verir:
“Tabii, haklısın. Git orada aileni ve milletini kurtar. Ama sonra bizimle işbirliği yaparsın bağımsızlık için.”
Demek ki, ilk Şam’a gittiğinden beri bazı şeylere hazırlanmış.
kologlu1İttihatçılık demek olayların sürüklenmesine kapılmaktır
TÜRKSOLU: Mustafa Kemal’in 1904-1905 yıllarında yaptığı bir değerlendirme var. ‘Yapmamız gereken, Türk nüfusunun ekseriyette olduğu bölgelerin güvenliğini sağlamak. Çünkü Osmanlı er ya da geç yıkılacak.’ diyor. Bunu söylediği zamana baktığımızda Türk nüfusun ekseriyette olduğu alan bugünkü Makedonya, Kosova, Batı Trakya’dan Selanik’e kadar olan bölge, Bulgaristan’ın güneyi, bugünkü Halep’le Kerkük arasına bir çizgi çizin, kuzeyi Türk nüfusunun çoğunluk olduğu yerler. Bu alanı aslında Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nda savunuyor. Kudüs’ü savunmayalım, Halep’i savunalım diyor. Mustafa Kemal’in böyle bir stratejisi var. Bu strateji niye savunulmadı, savunulsaydı ne olurdu?
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçılık maalesef olayların peşinde sürüklenmektir. Enver dağa çıkmış, bütün komitacılarla silahlı mücadele veriyor ve birçoğunu da yok ettiği için Osmanlıcı filan görülüyor. Bunu yaparken Meşrutiyet’in ilanını kendisi söylüyor. Bunun üzerine uluslararası bir olay olarak bütün Avrupa basını ve Türk basınında Enver’in resimleri çıkar hürriyet kahramanı diye. Tamamen palavra. Bir imparatorlukta Meşrutiyet’i getiren adam olarak bütün dünyaya ilan edilir. O Enver işte biraz sapıtır. Ondan sonra da zaten Hareket Ordusu da yok, herkes Enver’e bakar olur. Enver İttihatçılığın merkezi haline getirilir. Talat’ın bile önüne geçer.
Atatürk konusunda benim dikkatimi şu çekti. 1909’da Atatürk İttihat ve Terakki’ye giriyor. Mason olmadığı halde o locaya girip yemin ediyor. Eğitim-i Umumi üyesi falan. Önemli bir İttihatçı.
1909 İttihat ve Terakki kongresinde siyasetten orduyu çıkaralım, asker siyaset yapmasın konuşması var. Bu beyin, kafa meselesi. Enver asker olarak meşrutiyeti ilan etmiş, her şeyi yapmış, en öne fırlamış. Libya savaşı başlar. 1911’de İtalyanlar gelmiş. Subaylar gizlice katılıyorlar. Hem Atatürk hem de Enver var, hepsi geliyor. Birdenbire Enver Trablusgarp cephesinin başkomutanı ilan edilir. O dönem binbaşı olan bir adama başkumandanlık verilmesi de bir acayip.
Enver’i maalesef kabul edelim ki bütün dünya sürüklüyor. Balkanlar, Meşrutiyet’in ilanı, Trablusgarp’ta başkumandan, en sonunda da Osmanlı ordusunun başına getiriliyor.
Atatürk’ün yapısının çok acayip olduğunu kabul etmek lazım. Bütün çalışmaları, bilhassa okuduğu kitaplar incelenirse çıldırırsınız. Binlerce kitabı okuyunca ne anlar diyeceksiniz? Dünyadaki bütün tartışmaları takip ediyor ve dünyanın nereye gittiğinin farkında. Demin bahsettiğim Arap subaya söylediği lafa dikkat edin.
TÜRKSOLU: Atatürk, sizin daha önce söylediğiniz Osmanlı aydınından farklı sonuçta.
ORHAN KOLOĞLU: Müthiş. Kabul etmek gerekir ki, Allah vergisi bir şey bu.
TÜRKSOLU: Bir emperyalist ülkenin güdümüne girip ya da ondan maaş alıp, ona bağlanıp, onun sunduğu çerçeveden bakan biri değil de kendi çerçevesinden bakan biri.
ORHAN KOLOĞLU: Kesinlikle. Hatta başka bir şey diyeceğim, ben Trablusgarp’taki savaş üzerine çok çalıştım. Zaten, biliyorsunuz, babam Sadullah Koloğlu Libya’nın ilk başbakanıdır. Biz Türk’üz, ama Libya’da yaşayan Türklerden. Libya bağımsızlığını kazanınca, Türkiye’den rica ediyorlar, devletin de izni ve onayıyla babam Libya’ya gidip bir süre başbakanlık yapıyor. O yüzden Libya benim özel ilgil alanımdır. Trablusgarp Savaşı’nı da doğal olarak iyi bilirim.
Şimdi, orada sadece bahsi geçen adam Enver Paşa’dır. Öbürlerini adam yerine koymazlar. Atatürk, ama mesela, Trablusgarp’taki Alman subaylarına karşıdır.
Trablusgarp’ta Osmanlı ordusundaki Alman subaylar
Bingazi cephesinde Enver’in yanında Türk ismi taşıyan en az 5 Alman subayı bulunduğunu biliyoruz. İsim isim saptadım. Ömer Bey (V. Cumppenberg), Şükrü Efendi (Sch. Aus M. Teğmen), Kasım Efendi (Insterburg’lu Üsteğmen K.), Faik Bey (Coburg’luTeğmen B.). Ordunun ıslahı için 1883’te Osmanlı’ya gelen Von der Goltz döneminden subaylar. Atatürk ise bu Alman subaylara her daim karşıdır.
TÜRKSOLU: Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusundaki Alman subaylar bilinir ama Trablusgarp’taki direnişte de Osmanlı subayı gibi giyinmiş, kuşanmış, savaşan Alman subaylar var mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Tabii ki var. Hatta Teşkilat-ı Mahsusa oradan çıkar. Almanlarla bağlantılı, dikkat edin.
Bingazi cephesinde Enver’in yanında Türk ismi taşıyan en az 5 Alman subayı bulunduğunu biliyoruz. Bunları isim isim saptadım. Ömer Bey (V. Cumppenberg), Şükrü Efendi (Sch. Aus M. Teğmen), Kasım Efendi (Insterburg’lu Üsteğmen K.), Faik Bey (Coburg’luTeğmen B.).
TÜRKSOLU: Yıl 1911. Daha Birinci Dünya Savaşı yok, Osmanlı-Alman ittifakı kurulmamış. Ne işleri var Alman subayların Trablusgarp’ta?
ORHAN KOLOĞLU: Ordunun ıslahı için 1883’te Osmanlı’ya gelen Colman von der Goltz döneminden subaylar.
Atatürk bunları hiçbir şekilde sokmadı içine.
TÜRKSOLU: Yani, diyorsunuz ki, Mustafa Kemal Trablusgarp’ta bile Alman mevcudiyetine karşı çıkıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Her şeyine karşı çıkıyor. Yabancıyla fazla ilişki içerisine girilmesini istemiyor. Bu bir Allah vergisidir. Bir kafa, düşünce meselesidir ama acaba Atatürk’ü Enver Paşa gibi Manastır’da veyahut da dağlarda vuruşmaya çıkarsalardı ne olurdu? Onu bilemiyoruz. Demek ki şartlar gereği önce gidip de Şam’da etrafı görür, gelip de İttihat ve Terakki’ye katılır ama İttihat ve Terakki’nin bütün kadroları belirlenmiştir. Yedek olarak katılıyor. Öne geçemiyor.
kologlu2TÜRKSOLU: Acaba Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki kongresinde ortaya koyduğu strateji izlenseydi ve ordu siyasetten ayrılsaydı, dolayısıyla ordu bölünmeseydi belki Balkan Savaşları’ndaki o büyük hezimeti de yaşamayacaktık.
ORHAN KOLOĞLU: Bu şekilde de yorumlanabilir ama İttihat ve Terakki 1909 yılında iktidara geldi. Aslında Osmanlı ordusunun hepsi İttihat ve Terakki’ye bağlı değil. Padişahın atadığı bütün paşalar İttihat ve Terakki gelince tasfiye edildi. Onların adamları da atıldı. O atılanların hepsi de muhalefet yaptı. Ordunun içinde bölünme var. Atatürk olsaydı o bölünme olmayacak mıydı? Belki olurdu, belki olmazdı tahmin etmek güç. Ama sonuçta ordunun içinde öyle bir tasfiye oluyor ki, padişaha bağlı olanlardan hiç paşa bırakmıyorlar. İşte o zaman ister istemez bir kavga çıkıyor.
Buradaki en akıllı adam Abdülhamid’dir. Hiçbirine onay vermemiştir. Çok şaşılacak bir durum. Hepsini paralarıyla besledi besledi ama sonra hiçbirini kabul etmedi. Başka çaresi yok çünkü. Herkesi oynatıyor, ondan sonra da bütün adamlar kaçarlar. Abdülhamid’den para alanların hepsi yurtdışına kaçtı.
Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi 1911 değil 1909’dur
TÜRKSOLU: Kitaplarınızda da bahsediyorsunuz, Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi aslında 1911’den öncedir.
ORHAN KOLOĞLU: Evet, 1909 yılında. Arapların daha Osmanlı’dan ayrılışının başında Trablusgarp’taki Belediye Başkanı Karamanlı, düşünün ismi de Karamanlı, İtalya yanlısı. İtalyanlardan bol para almış, İtalya yanlısı olmuş. Türkler gitsin diye kampanya yapıyor. Böyle bir şey görülmemiştir. Atatürk gidiyor, pazarlık yapıyor, yumuşatıyor, 1909 yılında. Oradan hatta yukarıya da çıkıyor. Yukarıdaki şehirlere de çıkıyor. Ama dikkat edin, müthiş bir şey var. Resmi görevli olarak gidiyor.
TÜRKSOLU: Kim gönderiyor? Hangi iktidar zamanında?
ORHAN KOLOĞLU: 31 Mart’tan sonra gelen iktidar. Dolayısıyla gayet enteresan. Burada bir şey var. Atatürk’ün yumuşak bir çözüm arama yöntemi olduğu çok açık. Savaşçı değil. Şaşırtıcı bir şey. İstiklal Savaşı yaptı diye eleştiriliyor ama aslında Atatürk savaşçı değildir. Enver Paşa ise tam savaşçıdır. Ama belki kader bu. Adamı tutup da illa ki, Balkan dağlarında savaşa gönderirsen savaşçı olur. Sürüklenmiş yani. Bütün dünya birden dünyanın en büyük özgürlükçü adamı diye ilan ederse böyle olur. Atatürk hep düşünür. Ordunun içindeki ayrılışın çözümlenmesi, nasıl çözülecek? Ne demiştir bilmiyoruz ama İttihatçıdır kendisi de. İttihatçılığa dayalı bir çözüm üretmeye çalışmıştır.
Buna şöyle de bakabilirsiniz, İstiklal Savaşı’nı başlattığı dönemdeki taktiği düşününce, adamda taktik var. Karşıtlarını nasıl bertaraf ediyor. Hakikaten adım adım öyle bir götürüyor ki, benim en çok şaşırdığım odur, tam Fransa’yla anlaşma yapar, İnönü, Sakarya, ilk zaferler sonrası, Meclis”te “Köylü efendimizdir” lafını eder. O işte insanı aptala çeviriyor. Köylüden efendi olur mu? Osmanlı’nın tamamen reddettiği bir kesim. Demek ki toplumun tabanıyla bir harekete girişeceği fikri hâkim. Nitekim bütün devrimiyle getirdiği şeyler hep orayla ilgili. Toplumun tabanı gelişsin. Enver’in yaptığının tam zıddı. Meclis falan kuruyor.
Enver’i de şartlar itmiştir. Şartlar dâhilinde değerlendirmek gerekir. Libya’ya gidiyorsun, İtalyanları tamamen durduruyorsun. Başkumandan olmuşsun.
Mustafa Kemal daha başlangıcından itibaren arka planda tutulan bir adam. Ama kendi de giriyor. Şam’dan kendisi gidip İttihat ve Terakki’ye giriyor. Demek ki, kafasında İttihatçılığa bir bağlılık var. Onun bir çözüm olacağını düşünüyor.
Atatürk’ün en büyük farkı yabancılarla hiçbir zaman işbirliğine girmemesidir
TÜRKSOLU: Günümüzde artık İttihatçılık dendiği zaman akla gelen şey, aslında 1913 sonrası İttihatçılık. Ama o dönemde zaten Atatürk çoktan kopmuş onlardan.
ORHAN KOLOĞLU: Doğru. 1913 öncesinde Türkçülük de yok. Ondan sonra da mecburen Türkçülüğe gidiyorlar. Bir de Almanlar kısa bir süre içerisinde Orta Asya’da Ruslara karşı bunları kullanıyorlar. Dikkat edin, Atatürk hiçbir yabancıyla işbirliğine girmiyor. Ne İngiliz, ne Fransız hiçbiriyle. Fransızı yendiği halde ihtiyatlı, uzak duruyor.
Çok yanlış olarak komünist filan derler, ben bunu hem de Azerbaycan’da ve Gürcistan’da katıldığım konferanslarda öğrendim. Orada aldığım bilgilere göre İstiklal Savaşı sırasında bizim ordunun hiçbir silahı yok. Bolşeviklerden silah almak istiyorlar. Bolşevikler şart koşuyorlar bizim gibi olun diye, kabul etmiyor.
Hatta komünist partisi lideri Mustafa Suphi biliyorsunuz Trabzon’da öldürüldü filan. Hiç karıştırma filan yok ama İstiklal Savaşı’mıza gelen para yardımının %82’si Bolşeviklerdendir.
Aslında Bolşeviklerin parası değil, Orta Asya’daki Türkler gönderiyor ama Lenin izin vermezse gelmezdi. Atatürk onun karşılığında kendi komünist partisini kurduruyor. Fevzi Çakmak gibi bir iki güvendiği adamını da başkan yapıyor. Böylelikle kontrol altında tutuyor. Demek ki, çok güzel politik oluşum yeteneği var.
Enver hızla sürüklenmiş. Arkasından o kadar bağrışma var ki. Almanlara fazla bel bağlamış. Atatürk hiçbirine güvenmiyor. Ne Bolşevik’e ne Almana ne İngilize.
TÜRKSOLU: Çünkü hepsinin Osmanlı’yı parçalamak istediğini görüyor. Bir ünlü sözü var ya Birinci Dünya Savaşı’nda “Ya İngiltere bizi parçalayacaktı ya da Almanya bizi sömürecekti” diye.
ORHAN KOLOĞLU: Çok güzel saptıyor. Ondan sonra yaptığı şey, ben ona hayran kaldım, çünkü Arap kaynaklarında çok çalıştım, Şerif Hüseyin’in yaptığı şeyler, Lawrence üzerine. Arap subaya söylediğini düşünün. Bütün Şerif Hüseyin’in ve oğullarının ayaklanmalarını bilen, Faysal tarafından Suriye’den kovulan Atatürk. Ama ne diyor Arap subaya “git aileni kurtar sonra beraber olalım” diyor. Faysal’ın yaptığını da pekala biliyor. Kendisi Cumhurbaşkanı olduktan sonra hem Faysal’ı hem de Ürdün Kralı Abdullah’ı, ikisini birden Ankara’ya çağırıyor. Bu ne muazzam bir politika. Akıl hayal almıyor. Venizelos’a da aynısını yapıyor. Venizelos Nobel’e aday ilan ediyor. Demek ki, bir Allah vergisi zeka.
TÜRKSOLU: Bakıyor ki batıdan İtalyan tehdidi var, Venizelos muzdarip. Güneyden İngiliz tehdidi var. İki kral da bundan muzdarip. Esas büyük tehlikelere karşı onlarla birleşiyor.
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçıların içinden çıkan o Ahrar Fırkası’na geçen albaydan bahsedeyim. İttihatçı adam, biliyorsunuz tam karşı düşünceye geçer, sonra da yurtdışına kaçar. Kürt Şerif Paşa, Aziz Ali var mesela. Libya’da savaşıyor mesela, sonrasına bakarsan aklın şaşar.
Önce İttihatçı sonra Arap milliyetçisi olan Aziz Ali
TÜRKSOLU: Aziz Ali’nin öyküsü Osmanlı aydınının yaşadığı bunalımın çarpıcı bir örneği. Biraz anlatır mısınız?
ORHAN KOLOĞLU: Aziz Ali, Memluk denilen, yıllarca Mısır’ı idare eden Orta Asya, Türk, Çerkez kökenlilerden. Çünkü Mısır’ın halkının büyük kısmı biliyorsunuz Hıristiyan. Bunlar hep üstte kalma mücadelesi veriyorlar. Bunun sebebi okuryazar kesimin çok az olması.
Libya Savaşına katılıyor. Verilen paraları İngiliz’e teslim ediyor, askerlerle beraber. Bu bir İttihatçı subay. Enver’ler falan Balkan Savaşı nedeniyle Libya’dan ayrılınca her şeyi buna teslim ediyorlar. O da tutup İngilizlerin safına geçiyor. Aziz Ali İstanbul’a çağırılıyor ve idama mahkum ediliyor. İngiliz Büyükelçiliğinin araya girmesiyle affediliyor. Gemiye bindirilip Mısır’a gönderiliyor.
Mısır’da büyük törenle Arap milliyetçisi olarak karşılanıyor. İngilizler gene de şüphe ediyorlar, İttihatçılıktan geldiği için milliyetçi bir tarafı var. Arap milliyetçiliği yapar diye. Bunu İspanya’ya sürüyorlar. Oradayken, çok da önemli adam, İran’dan çağırıyorlar bunu, ordumuzu kur diye.
Ondan sonra geri dönüyor ve Arap milliyetçiliğine destek oluyor. İttihatçı diye bahsedilenlerin ne olduklarına şaşırmamak mümkün değil.
Kürt Şerif Paşa bile bir zamanlar İttihatçıydı
TÜRKSOLU: Ünlü Kürtçülerden Kürt Şerif Paşa’nın da İttihatçı bir dönemi var. Kitaplarınızda bahsediyorsunuz.
ORHAN KOLOĞLU: Şerif Paşa İttihatçı subay diye bilinir ama subay değil. Babası Abdülhamidçi bir paşadır. İstanbul’da doğmuş. Ermeni Bogos Nubar Paşa ile birlikte Paris Barış Anlaşması’na Kürtler adına tezkere veren kişidir.
Kürtçü hareketten bahsedilir. Ben kitabımda bir şey belirtmeye çalıştım. Türk dediğiniz zaman Osmanlı’da ne anlaşılır? Aşiretler. Dağlarda çöllerde yaşayan insanlar. Kürtler de budur. Zaten Kürtler tarih boyunca ne devlet olmuşlardır ne de bir şey. Samimi olmak lazım. Çünkü coğrafyaları müsait değildir.
Sadece Abdülhamid değil, bütün ondan evvelki padişahlar da eski bölgenin ileri gelenlerini satın alıp “devletlü” yaparlardı. Ama artık şehirli olmuş. Kürdün hepsi dağlık aşiretidir.
Kürt Şerif Paşa dediğimiz adam ise İstanbul’da doğmuş. Babası Sadrazam olmuş, padişahın en önemli adamıdır. Fransa’ya gidip tahsil yapmış. Ailesinin doğduğu şehri, kasabayı bilmiyor. Zaten oralarda doğmamış, memleketini bilmiyor. Kürtlüğü nedir bunun? Kürtlüğün o zaman yazısı da yok.
Derken Abdülhamid’in tavladığı aile. Bunu alıp Paris’e askeri ataşe yapıyor. Abdülhamid’in bir adamı ataşe yapması ajanlaştırması demektir. Oradan da İsveç’e elçi olarak gönderiliyor. Demek ki ne kadar padişah gözdesi. Orada elçi olarak 12 yıl kalıyor.
Elçilik yaparken İttihatçı Ahmet Rıza’yla temas kuruyor, ona para yardımı yapıyor. Sonradan jurnalleri çıkıyor ki, onları padişaha haber veriyormuş. İttihatçılar iktidara gelince bu sefer de onlardan mebus olmak istiyor. Bu sefer İttihatçılar karşı çıkıyorlar.
O zamanlar İstanbul’da kurulan Kürt Teali Cemiyeti’ne katılmıyor. Paris’e gidiyor, İttihatçı karşıtlığı yapıyor. Paris’te çıkardığı derginin tamamını taradım. Oradan İttihatçılara saldırınca bu sefer Kürtler onu lider gibi göstermeye başlıyorlar. İttihat Terakki ve Enver adam yolluyor dursun diye. Suikast düzenliyorlar. Paris’te evinde öldürmeye kalkıyorlar. Yaverini vuruyorlar. Ondan sonra tamamen İttihat ve Terakki aleyhtarı oluyor ve Kürtçülüğe asıl o zaman başlıyor.
Bütün o yayımladığı dergide, İttihatçı düşmanı olmasına karşın, 1915 Ermeni Tehcirinden hiç bahis yok. Çünkü o tehcirden önce Ermeniler Van’ı basıp bütün Kürtleri de öldürmüş.
Ermeniler ve Ruslar geliyor, Doğu Anadolu’ya girerlerse kimi öldürürler? Kürtleri öldürürler. Hem bir Kürtçü olarak orada sadece Kürt var diyorsun hem de öldürülenlerden bahsetmiyorsun.
Demek istemiyorum ki, Kürdün de çok iyisi var. Onlarla işbirliği yapanı da olabilir ama adamlar önce Kürt dahil temizlemek istiyorlar. Şerif Paşa’nın dergilerinde Ermeni olayından tek satır yok. Onları söylesene. 1918-19’da bu sefer onlarla beraber bağımsızlık harekâtına başlıyor ama Ermeni’nin aşağıya indiğinin farkında değil.
İttihatçılar Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırdı
TÜRKSOLU: İttihatçıların bir duruşları yok mu?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır yok. İttihatçı dediğin ismi çok güzel, kuruluşu çok güzel. Ben Talat Paşa’ya çok da saygı duyarım ama kurdukları yapı her tarafından çözülen Osmanlı’yı yaratmıştır. Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmışlardır. Atatürk’ün bütün karşıtlığı orada. Dikkat ederseniz Kurtuluş Savaşı’na  İttihatçıların hiçbirini sokmuyor. Haklı. Çünkü hâlâ kafalar eskide. Nereye yanaşacakları belli değil.
TÜRKSOLU: Enver Paşa yıllarca Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşıyor, sonra Bolşevik yanlısı oluyor. Bakü’de kurultaya katılıyor. Daha sonra da Bolşeviklere karşı Basmacı isyanına katılıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Kafa karışıklığı onlarda çok fazla. Bunda aslında İttihatçı kesimi veya İttihatçı grubu, Osmanlı’nın kafa karışıklığının belirme örneğidir. Namık Kemal’ler de İttihatçılıktan padişahçılığa geçiyorlar. İttihatçılıktan çıkıp Kürt milliyetçisi olan, Arap milliyetçisi olanlar var. Demek ki, bir çözüm olarak çok milliyetçi 1830 bildirgesiyle milliyet-i hakime, milliyet-i Rum bir kere bu başlayınca bölünme durdurulamıyor. Bunu toplarım diye Osmanlı mantığı içinde İttihatçı birleştirici yöne bakmak lazım. Çok güzel fikir. İtiraz etmiyorum. Milletleri toplayalım. Osmanlı zaten 30-40 milleti toplamış. Toplamak için bir İttihat lafı çok güzel. Ama Osmanlı’nın artık sonunu getirecek gücü yok. Tam tersine işler daha da kötü oluyor.
Enver Paşa iyi bir kumandan değildi
TÜRKSOLU: Atatürk-Enver karşılaştırmasında ilginç bir durum da Sarıkamış ve Çanakkale farklılığı. Aşağı yukarı aynı dönemde. Birinde Enver komutan, hezimet var. Diğerinde Mustafa Kemal’in büyük bir zaferi.
ORHAN KOLOĞLU: Enver’in bir savaş ustası, cephe kumandanı olmadığı ortada. Enver siyasetin içine bunalıp girmiş. Bütün hayatına dikkat ediniz, nerede savaştı dedik, bir savaşı Libya. Hareket Ordusu’nda yok mesela. Bütün işi siyaset.
Arkasından Libya’da savaşıyor. Libya’daki de kesin bir savaş değil. Çöldesin, İtalyanlara karşı Sunusiler yardım etmiş ve İtalyan sahilde tıkanmış kalmış. Savaşmamış bir adam Trablusgarp direnişinin başkumandanı yapılıyor. Halbuki Enver sadece Derne bölgesinde. Asıl savaş ise Bingazi’de, Tobruk’ta. Savaşla alakası yok. Savaşan adam değil.
Arkasından ne var? Balkan Savaşı için Libya’dan gidiyor. Edirne’yi kurtardı diyorlar. Edirne’yi o kurtarmış değil. Yunanlılarla Bulgarlar birbirine giriyor, Bulgarlar Edirne’den çekiliyor, o gidip alıyor, Edirne’yi kurtardı diyorlar. O kurtarmayla başkumandan oluyor. Kaldı ki kurtarma harekâtını yürüten de o değil. Enver cephelerde hiç yok ama başkumandan ilan edilmiş.
Buna mukabil Mustafa Kemal, cephede askerle beraber yürüyen adam. Çanakkale’de askerin önüne geçiyor. En önde giden adam, vuruluyor. Atatürk’ü Allah kurtardı diyorum.
TÜRKSOLU: Bu ilginç söyleşi ve verdiğiniz değerli bilgiler için teşekkür ediyoruz.
ORHAN KOLOĞLU: Ben teşekkür ederim. Başyazarınız Gökçe Fırat’a da hakkındaki davalar için geçmiş olsun diliyorum. Çıldırdılar resmen, eli kalem tutan herkesi Silivri’ye tıkmak istiyorlar.