28 Mayıs 2017 Pazar

TÜRK MİLLETİNE BORCUMUZ VAR


TÜRK MİLLETİNE BORCUMUZ VAR


İdris Yamantürk
Bir Cumhuriyet Çocuğunun Hayat Hikâyesi

Hazırlayan: 
Osman Çakır



Osman Çakır: 1951 yılında Ankara’nın Çamlıdere ilçesi Bayındır köyünde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da ve yine yüksekokul öğrenimini, 
1976 yılında, Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nde tamamladı. 

Toprak Reformu Müsteşarlığı ve TRT Genel Müdürlüğü’nde çalıştı. 1981 yılı Temmuz ayında, TRT Trabzon Radyosu’ndaki prodüktörlük görevinden ayrılarak 
serbest çalışma hayatına atıldı. 1981–1996 yılları arasında, Ankara Sitelerde orman ürünleri satıcılığı ve mobilyacılık yaptı. 1996 yılından 2006 yılına kadar 
da konfeksiyon sektöründe çalıştı. 2006 yılında iş hayatına son vererek kendi deyimi ile “emekli” oldu. 

1967 yılında, Türk Ocakları gençlik kollarında başladığı milliyetçilik çalışmalarına Genç Ülkücüler Teşkilatı’nda devam etti. 1971–1973 yılları arasında 
Türk Ülkücüler Teşkilatı’nın Ankara şubesi başkanlığını yaptı.

1970–1979 yılları arasında haftalık yayımlanmakta olan Devlet gazetesinin İdari İşler Müdürlüğünü, yine bu dönem içerisinde Töre-Devlet-Bozkurt dergilerinde 
yazıları yayımlandı. Bu dergilerin yayın hayatına devamında gayretleri oldu. Töre-Devlet Yayınevi’nin kitap neşriyatı çalışmalarına katıldı. Ülkücü Memurlar 
Derneği Eğitim Sekreterliği görevinde ve Ülküm gazetesinin de yayınına katkıda bulundu. Burada da yazıları yayımlandı. 

1986’dan sonra yeniden faaliyete geçen Türk Ocakları Ankara şubesinde ilk dönem görev aldı. Türk Ocakları yayın organı Türk Yurdu dergisinin Ankara’da 
yeniden yayına geçişinde (1989), derginin kuruluş organizasyonunu ve yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Bu görevini aralıklarla 10 yıl sürdürdü.

Ötüken Yayınevi tarafından basılmış “Nevzat Kösoğlu ile Söyleşi- Hatıralar yahut Bir Vatan Kurtarma Hikâyesi” adlı bir kitabı bulunmaktadır.
Evli ve üç çocuk babasıdır.

Takdim



Herkesin Kendini Bulacağı Bir Resim

Türk Ocakları eski genel başkanı ve Ankara Ticaret Odası meclis başkanı Nuri Gürgür; “İdris (Yamantürk) ağabey hayatını yazmak istiyormuş, bu işi senin 
yapabileceğini kendisine söyledim” dediğinde, 2012 yılının Ağustos ayı idi. 

İdris Yamantürk kimdi? 

Aynı camianın insanlarıydık, ama birbirimizi hem tanıyor hem tanımıyorduk. İdris Bey, benim için Türk Ocağı’ndan ağabeylerimizin ağabeyiydi. Aramızda 
25 yıllık bir yaş farkı vardı. Şahsi bir tanışıklığımız ve karşılıklı bir sohbetimiz hiç olmamıştı.

Nuri Bey’in bu sözü üzerine görüşme gününe kadar geçen üç aylık süre içinde İdris Yamantürk hakkında sanal ortamdan ve dost çevremizden malumat 
toplamaya başladım. Şahsı, ailesi, sahip olduğu firmaları, yaptığı işleri, kısaca hayatı hakkında bilgiler edinmeye çalıştım. Kendime göre bazı bilgiler 
edinmiş, en azından neler soracağımı ve nasıl bir yol takip edeceğimi kafamda şekillendirmiştim. 

İdris Bey’in karşısına, Nevzat Kösoğlu ile yapmış olduğum söyleşi neticesinde ortaya çıkan “Bir Vatan Kurtarma Hikâyesi” kitabının yazarı, Osman Çakır 
kimliği ile çıkıyordum. O da beni hiç tanımıyordu. Hiç tanımadığı bir kimseye hayatını, hatıralarını hatta sırlarını anlatacaktı. Aynı tezgâhın ürünü idik, ama 
acaba doku uyuşması olacak mıydı? 

“Benim altı satırı geçen bir yazı hayatım yoktur. Konuşmaya gelince: Düzgün cümleler kurarak konuşma gibi bir yapım da yok. Onun için, 
neyi nasıl ve ne kadar konuşurum onu da bilemem. Kendisine çok saygı duyduğum Süleyman (Demirel) Bey hatıralarımı yazmamı istedi. Benim 
bu konuda ne bir hazırlığım ne de bunu yapacak bir birikimim var” diyerek 10 Kasım 2012 tarihinde konuşmalara başladık. 

“Olmazları, olumsuzları da söylemeyeceğim. İleri geri konuşarak kimseye hakaret etmeye, hiç kimseye de yapmadığı bir şeyi yaptı deme 
gibi bir niyetim yok. Ben bu kitabı bir hizmet yapmış olmak için konuşacağım. Bir hizmet olmayacaksa konuşmak dahi istemem. Okuyan olursa 
ne âlâ. Okumayan olursa da tarihin tozlu sayfalarına kalır.” 

Kitabın yazılmasının amacını da böyle özetledi. 

***

Bu kitap çalışmasını da bir nehir söyleşisi şeklinde yapmak niyetinde idim. İdris Bey, her ne kadar kendisini işlerinden soyutlayarak bu işe endekslemişse 
de çalışma programını yine kendisi belirledi. “Ben bu işi bir an evvel bitirip kafamdan atmak istiyorum. Haftada dört gün, pazartesi, salı, çarşamba ve 
perşembe günleri her gün saat 12-17 arasını zamanımı sana ayıracağım ve dışarıya telefon görüşmeleri de dâhil kapalıyım” diyerek bu işi bir görev saymış, 
kendisini de bu işe vakfetmiş gibiydi.

Gün ve saatlerle belirlenen çalışma süreleri aslında benim işimi biraz zorlaştırmıştı. Bu tarz söyleşilerin belirli aralıklarda sabırla, tabiri caiz ise “sindire 
sindire” yapılması gerekiyor. Günlük görüşmelerin tekrar dinlenilmesi ve bir sonraki görüşme için notlar alınması icap ediyordu. Böylece bir sonraki günün 
konuşmaları ile de onu bütünlüğü sağlanmış oluyordu. Günler ve aylarca bu şekilde devam eden çalışma sonucunda kitap da tamamlanmış oluyordu.

Bu çalışmaya başlarken okuyucuya vermek istediğim mesajlardan birisi de İdris Yamantürk ve GÜRİŞ Holding’in şahsında Türk sanayii ve sanayicilerini, 
Türkiye’de sanayiciliğin gelişmesini ve bu gelişmeler sırasında duyulan sıkıntıları, Türkiye’nin bulunduğu yeri ve bir başarının hikâyesini öne çıkartmaktı. 

Haftada dört gün bir program dâhilinde konuşmalarımızı sürdürdük. Bu konuşmalar sırasında enteresan bir konu açıldığında, İdris Bey’in çok daha 
rahat konuştuğunu fark ettim. Hatta en verimli konuşmaların da bu sayede ortaya çıktığını belirtmek isterim. 

Konuşma ve çalışmalarımız böyle bir tempo içine girince bir nehir söyleşisi olmaktan çıktı, sohbet tarzına döndü. Ama konuşulanların her birisi tarihe 
geçecek ve yaşayanlar ile gelecek nesillerin ibret alacakları sözlerdi. 

Okuma yazma oranının yüzde beşler seviyesinde olduğu bir Türkiye’de günde on iki kilometre yolu yaya yürüyerek okul hayatına başlayan, çalışma 
hayatında ise kendi ifadesiyle “Yürü ya kulum” diyen bir sesin arkasından koşarak başarıya ulaşmış bir iş adamı ve Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt, doksan 
yıla yaklaşan bir ömrün sahibi vardı. O halde bu kitap “Bir Cumhuriyet Çocuğunun Hayat Hikâyesi” olmalıydı.

İdris Bey, Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin, şu anda 88 yaşını aşmış bir kimse. Ben bu kadar sağlam bir muhakeme ve hafıza ile karşılaşacağımı hiç 
zannetmiyordum. O yaşın üçte ikisine sahip insanlar bile “anlat” dediğinizde, ancak bildiklerinin üçte birisini net ve doğru olarak hatırlayabiliyorlar.

İdris Bey’e, bazı isimleri sorduğumda veya kendisi bazı isimler söyledikçe, soyadlarını daha sonra buluruz diyordu. Hakikaten daha sonra söylenilen 
isimlerin yerini zamanını, mekânını, birbiriyle bağlantısını, soyadını vs. buldu. Sağlam bir hafızası vardı. Belki kronolojik bir anlatımı yoktu ama olayları ve 
kişileri gayet net olarak anlatıyordu. Zorlandığı anlarda da “bulurum” diyordu.

Bu görüşmeleri iki ay bir süre içinde yüz saatlik bir video kaydına aldık. Bütün hayatını konuştuk. Her şeyi konuştuk. Belki hiç sorulmaması gereken 
soruları da sordum.

Başlangıçta o da her şeyi söyleyip söylememekte tereddütlü idi. İdris Bey’in; “Ben yalanı sevmem. Ömrümde yalan söylemedim sözü belki çok iddialı 
olur, ama hep doğruyu söyledim. Ama her doğruyu da söylemedim.” sözü genel prensibiydi. Her doğruyu bana da söylediği kanaatinde değilim. Ben de 
bütün konuşulanları yazıya aktardığımı söyleyemem.

Konuşmaları İdris Bey’in hayatı içinde bir zaman sırasına koyarak yazılı metin haline getirdim. Bu metinleri İdris Bey’in denetiminde, kişi-tarih-zaman 
hataları var ise bunları düzeltme yolunu seçtik. 

İdris Bey, hazırlanan metinler içinden kendisi, ailesi ve iş hayatı ile ilgili kısımları büyük ölçüde “makaslama” yolunu seçerek çıkarttı. Sebebini ise 
“Bunlar benim hayatım ve benim yaptıklarım. Oysa beni değil bizi anlatmak istiyorum” şeklinde bir mazeret sundu. 

Şahıslarla ve müesseselerle ilgili olarak bir söz ve kalem kavgası oluşturabilecek konulardan ve isimlerden mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalıştı. 
Kitabın sonuna bazı dipnot veya açıklamaları ben ilave ettim. Bunların bir kısmı anlatılanları destekleyici, bir kısmı da maksadın anlaşılabilmesi için 
okuyucuya sunulan bilgilerdir.

Kitabın adını başlangıçta “Çarıktan Uçağa” koymayı düşünmüştüm. Ama İdris Bey “Her insan ülkesine borçlu doğar. Bu borç, bu ülkeye, bu toprağa, bu 
millete hizmet borcudur. Genç nesillere bunu hatırlatmak istiyorum” diyerek kitabın adının “Türk Milletine Borcumuz Var” olmasını istediler. 

İdris Yamantürk’ün hayat ve hatıralarının anlatımları bir konuşma üslubu ve bir tertip içinde okuyucuya takdim edilmiştir. Söz ile yazı dili arasında meydana 
gelebilecek hatalar var ise bu bana aittir. Ben bu kitabın neresindeyim sorusuna cevabı okuyucular başlıklarda ve satır aralarında bulabilirler.

On üç bölümden meydana gelen bu kitap ne bir tarih ne bir sosyoloji ne de bir siyaset kitabıdır. Dolu dolu yaşanmış ve bir daha da yaşanılamayacak 
bir hayatın yansılardır. Bu kitap İdris Yamantürk’ün şahsında o devir insanlarının yaşanmış öyküleridir. Biz “Bir Cumhuriyet Çocuğunun Hayat Hikâyesi” 
demiştik ama Cumhuriyet Türkiye’sine ait bu resim karelerinin içinde herkesin kendisini bulması mümkündür. Okuyucuya saygı ile sunulur. 

Ankara-10 Ocak 2014
OSMAN ÇAKIR
osmancakir51@hotmail.com



Önsöz

Hayatımın hiçbir anında hatıra yazmadım ve yazmayı da düşünmedim. 

Son yıllarda hatıralarımı yazmamı isteyen dostlarıma da “Milletimizin %99’u Müslüman’dır, ama Kur’an okuyan çok az. Milletimiz Cumhuriyetin 
nimetlerinden faydalanıyor, ancak Atatürk’ü tanıyanlar ve Atatürk’ü okuyanlar da çok az. Beni niçin okusunlar? Bu sebeple yazmam” dedim. 

İki sene kadar önce 9. Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel’i ziyaretlerimin birinde, Sayın Demirel de hatıralarımı yazmamı istedi ve 
kendilerine yukarıdaki cevabı verdim. 

Ancak, Sayın Demirel “yazmalısın” deyince fikrimi değiştirdim ve 90 yıla yaklaşan maceralı ömrümde hatırımda kalanları, bir söyleşi halinde 
Osman Çakır Bey’e anlattım. Kendi hayatımı ve yaşadıklarımı anlatmaktan çok aziz Türk milletinin ve ülkemizin içinden geçtiği ve benimde bir 
kısmını yaşayarak geldiğim yılları anlatmak, başta ailem ve haleflerim olmak üzere bu kitabı okuyanlara mal etmek istedim. İsteyenler kendilerine 
bir mesaj çıkarabilir ise mutlu olacağım. 

Eğitim hayatında ailemin fedakârlığına ve ayrıca binlerce genci parasız yatılı veya burslu okutmayı bir Milli Eğitim politikası haline getiren devletimize, 
şükran borçluyum. 

İş hayatında geldiğim noktada en büyük emeğin sahibi olan eşim Türkân Yamantürk’ü, rahmetle anıyorum. 


İDRIS YAMANTÜRK 
Ankara, 16 Ocak 2014

Birinci Bölüm

Çocukluğumun Hemşin’i


Çocukluk Dönemi

Divânü Lügati’t-Türk’ten İki Bin Kelime 

Altmışaltı yaşındaki bir babanın beşinci karısının ilk çocuğu olarak 1926 yılının “kiraz ayında” yani haziran ayının sonunda doğmuşum. Nüfusa da çok 
erken yazdırmışlar. Hem de yedi sene önce. Okula başlayabilmem için önce yaş tashihi ile işe başlanmış ama yine de doğrusu yazılmamış. 1926 doğumlu 
olduğum halde kayıtlara doğum tarihim 1 Şubat 1928 olarak yazılmış.

Eskiden, bizim oralarda kazaya (ilçeye) giden birinin eline hemen bir kâğıt tutuşturulur, filancanın şu, şu çocukları doğdu, adı da budur denirmiş. O da 
nüfusa kaydettirir, ama kiminin adı, kiminin de yaşı yanlış yazılırmış. Yahut da daha önce doğup ölmüş olanın yerine bir de bakıyorsunuz ki, -kayıttan 
düşürülmediği için- siz yazılmışsınız. Kimlik, adıyla, sanıyla üzerinize giydirilmiş. Artık o, siz olmuşsunuz.

İşin doğrusu ise nüfus memurunun ferasetine kalmış. Sahile inmek, ilçeye gitmek hiç de kolay değil. Güya Karadenizliyiz ama bizim oralarda denizi hiç 
görmeden ölenler var. Ben bile denizi on bir yaşımda gördüm.

Anneme ne zaman doğduğumu sorduğumda, “kiraz mevsiminde” dedi. Eski takvim hesaplarında aylar 13 gün geriden gelir. 15 Haziran denilmişse bu 
aslında 28 Haziran’dır. Haziran ayı da kiraz mevsimine denk gelir. Ben de bu ayın sonunda doğmuşum diye kabul ediyorum.

Çamlıhemşin ilçesinin Konaklar mahallesine bağlı Ortan Köyü’nde, yerleşik 6 hane Gülaboğlu ailesi var. Konaklar mahallesinin eski adı ise Makravis’ti. 
Ortan köyünün kalan 10 hanesi ise eski adı Küşüve olan bugünkü Yolkıyı köyüne bağlı bulunuyordu. Son zamanda Ortan da muhtarlık olan 16 hanelik bir 
köydür. Altısı bizim ailedir. Yani Gülapoğlu ailesi. Soyadımızdan da anlaşılacağı gibi biz İran üzerinden gelmişiz. “Gülap” Farsça bir kelime. “Çiçek suyu” demek!

Anlaşılan o ki; soyadımızla gelmişiz bu topraklara. 1715 tarihinde Molla Osman Gülapoğlu’na hitaben yazılmış o günkü Nahiye Müdürünün bir tezkeresi 
var, bir evrak. Vesikada bir arazi meselesinde onun haklı olduğundan bahsediyor. Önce bir başka köye gelmişiz. O köyde bir müddet kaldıktan sonra 
da Ortan’a gelmişler. Benim araştırmama göre 1600’lerde Hemşin’e gelmişiz. Osmanlıcayı biliyorum diyenlere tercüme ettirdim. Onu Latin harflerine çevirdiler, ama doğru dürüst de bir çeviri olmadı.

Soyadı kanunu çıktığında ağabeyim Yamantürk’ü seçiyor. Niye Yaman, Yamanlar, Yamanoğlu değil de Yamantürk, onu bilemiyorum. Ama güzel bir soyadı almış. 

Bizim sülalede 8 ayrı soyadı var. Bunlar: Yamantürk, Gülay, Gültan, Gülap, Güllap, Gülapoğlu, Ortan ve Atakcan. 

Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı Divânü Lügati’t-Türk’te1 bulunan iki bin kadar kelime; ön ek, son ek alarak Hemşin’deki konuşma dilimize girmiş. Sözlükte 
yani Divânü Lügati’t-Türk’te de onları işaretledim.

Evet. O lügatte ön ek ve son eklerden meydana gelen iki bin kelimelik bir hazine var. Bir köylü için bu miktar çoktur. Erzurum’da da kullanılan iki kelime: 
Birisi “alaf” hayvan yemi demek. Diğeri ise “kulun”. Atın, süt emen yavrusuna kulun, 2-3 yaşlarındaki yavrularına da tay denir. Bunların ikisi de bizde aynen 
kullanılırdı. Bunlar lügatte var. 

Hemşin’de Türkçe adlarla anılan başka köyler de var. Kavak, Sirt, Hala, Mollaveis, Cat, Meydan, Kale ve Başhemşin gibi. Bunun üzerinde niye duruyorum. 
Bazılarının, Hemşinliler Ermeni’den dönmedirler diye iddiaları var. Ermeni’den dönmeyseler 1072’de yazılan Divânü Lügati’t-Türk’te geçen Türkçe kelimeleri 
kimden öğrendiler. Kaldı ki, Gülapoğulları var, Mollalar var. Bizim köyde, ama başka mahallede başkaları da var. Biz altı aile değil belki yüz aileyiz Türkiye’de. 
Erzurum’da var, İstanbul’da var, İzmir’de var. Tumanoğulları ailesi var. Tuman biliyorsunuz don-elbise demek. Ama Tumanoğulları çok kalabalık. 
Bizim muhtarlıkta iki aile var. Yolkıyı köyünde beş ila altı aile var. 

Biz, Hemşin yöresinin ilk sakinleri değiliz. Sonradan yerleşmişiz. Bizden önce Ermeniler, onlardan önce de Cenevizliler falan varmış. Molla unvanı da 
çoktur. Bizim ailede de üç tane Molla ismi var. Bunlar İran üzerinden gelme olduğumuzun birer delili. Benim bildiğim, bizim Türklerde molla diye bir şey 
yoktur. Molla Osman, Molla Behlül, Molla Memiş bilinen meşhur isimler. Annemin babasının adı da Molla Mahmut’tur.

66 Yaşındaki Bir Babanın Beşinci Karısının Çocuğu: İdris

Ben doğduğumda babam 66 yaşında imiş. Annemin ilk çocuğuyum. Ama benim annem babamın beşinci karısı. Diğer dört hanımı da vefat etmiş. Babamın 
birinci karısından hiç çocuğu olmamış. İkinci karısından bir kız doğuyor. Diğer kardeşlerimin hepsi üçüncü karısından. Ondan da beş erkek iki kız kardeşimiz 
var. Dördüncü hanımından da çocuk olmuyor. Beşinci karısından yani annemden ben ve bir kız kardeşim doğuyor. Toplam on kardeş.

Babamın evliliklerinin hepsi de ölümler dolayısıyla yapılan evlilikler. Yani hiç birisinde iki eşlilik yok. Kardeşlerimin, doğum sırasına göre isimleri; Havva, 
Yunus, Niyazi, Şefika, Nazım, Tahsin, Meyrem, Mehmet, İdris ve Fatma’dır.

Annem, bize aşağı yukarı 5-6 saatlik -yayan- mesafede ve daha batıda bir köyden, Bodullu köyü ve Kamiloğluları sülalesinden. Bize göre Fırtına deresinin 
daha batısı. Oraya Uskürt dağı denilen bir dağı aşarak gidiliyordu. 

Dedem Hüseyin (babamın babasını)’i hiç tanımadım. Çünkü ben doğduğumda babam 66 yaşındaydı. Amcalarımı da tanımadım. Ama beş adet halam 
vardı ve hepsi sağdı. Bunların içinde 95 yaşına kadar ve daha fazla yaşayanlar oldu. Onları tanıdım. Halalarımın adları da Fatma, Nesibe, Sultan, 
Ayşe ve Firdevs’tir.

Annem Zeliha; Molla Mahmut Efendi denilen bir adamın kızı. Annemin babasını da tanımadım. Dayılarımı da tanıma şansım olmadı. Çünkü iki tanesi 
ben doğmadan yıllar önce Sarıkamış’ta şehit olmuşlar. 

Babam İlyas Bey, vakti zamanında Rusya’da çalışmış. Orada fırınları varmış. Kardeşleri erken öldüğü için hem gurbeti hem de köyü idare etmiş. 
Hemşin’de erkeksiz ev olmaz. Bu sebeple hep Rusya’ya gidip, gelmiş. Geldiği zaman da oradaki mallarını satmış. Gitmiş bu sefer yeniden, iyi çalışmayan 
bir fırın almış, onu işler hale getirmiş. Kârlı hale getirmiş, geleceği zaman da tekrar satmış. Kimseye de emanet edememiş.

Babam, eve birileri geldiğinde beni de yanında oturturdu. Bizim Hemşin’de birçok evin bir misafir odası vardır, odanın da şöminesi. Bu misafir odalarında 
bizim vazifemiz, (çocukların) omuzunda havlu, elinde leğen diğer elinde ise ibrikle misafirin eline su dökmekti. Babam ve annem mütedeyyin insanlardı.

Babam öldüğünde on yaşında idim. Kaza sonucu öldü. Yoksa bizim aile uzun ömürlüdür. Babam sağken bizim eve çok insan gelip giderdi. Gelen giden 
dediğim, misafir kişiler. Yoksa insanlar Allah’ın dağına niye gelsin ki? Ancak tahsildarlar gelir. O dönemlerde uygulanan vergi için hayvanları kayda geçiren 
memurlar gelirdi. Arada, bu hayvanlar doğru yazıldı mı diye kontrole gelenler olurdu. Geldiklerinde de bizim evde kalırlardı.

O günlerde bizim oralarda koyunun bir tanesi bir liraydı, ama vergisi 60 kuruştu. İnek üç, vergisi ise 90 kuruştu. Millet yazdırmamak için kendi malını 
dağa kaçırırdı. Malını satılığa çıkardığında da alan olmazdı.

Yani bir nevi varlık vergisi o zaman da vardı. Devletin başka geliri yoksa ne yapabilirdi? Bunu varlık vergisini müdafaa için değil, devletin başka çaresi 
olmadığını belirtmek için söylüyorum. Gelen tahsildarlardan biri de rahmetli valilerimizden Ahmet Faik Günday’ın kardeşi İbrahim Günday’dı.

Bizim köyde iki yol vardır. Birisi evlerin yanından geçer, diğeri de üst taraftan. Ama iki yol da bizim evin üstünde birleşir. Babamın vefatından sonraki 
günlerdeydi, tahsildar İbrahim Bey’i gördüm. Yanına gittim ve:

-İbrahim amca bize niye gelmiyorsun. Babam öldü ama bizim ev açık, dedim. O da “Gelirim şimdi geçmem lazım” dedi, ama bir daha da gelmedi. Herhalde 
ben çocuk olduğum için. Çünkü erkek olarak bizim evde sadece ben (10 - 11 yaşında) vardım.

Babam vefat ettiğinde ilkokul ikinci sınıftaydım. Babamla ilgili hafızamda kalan bilgiler bundan ibaret, ama ondan kalan bazı sözler benim de prensibim 
olmuştur.

“Mesul olmadığın işle meşgul olma.” sözü babamın prensiplerindendi. Babam kendisine ait olmayan hiçbir işle meşgul olmaz, hatta dönüp bakmazdı bile.

Bu söz benim için de hayat prensibi olmuştur. Bazen çocuklar soruyorlar. “Baba ne var ne yok?” diye. Ben Anadolu Ajansı mıyım? Ben bana ait olmayan işlerle meşgul olmam bilmiyor musunuz, diyorum. 

Babamdan kalan ikinci bir davranış şekli ise; kendisi fakir olduğu halde hiç fakirliğini hissettirmedi. Herkes kendisini zengin zannediyordu. Hâlbuki 
babamdan bana kalan bir tek miras var, o da yamalı bir kadife pantolon. Öldüğünde yastığının altından sadece beş lirası çıktı. Bize kalan miras oydu. O 
da cenazesini kaldırmaya yetti. Ama bütün bunların içinde babam haysiyetini korumuştu. 

Allah rahmet eylesin. 

Mükemmel bir insan olan babamdan aldığım iki miras vardı. Birincisi onun çocuğu olmak. İkincisi ise kendisinden küçük kız kardeşleri geldiğinde ayağa 
kalkmasıydı.

Liseyi bitirinceye kadar her yaz köydeydim ve İlyas’ın oğlu olarak itibar gördüm.


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder