12 Ekim 2014 Pazar

Kürt Şovenlerine Ayna Tutmak

Kürt Şovenlerine Ayna Tutmak

cazim_gurbuz_slayt
Kürt Ayrılıkçı Ve Şovenlerinin Yüzüne Tarih Aynası Tutmak
Cazim Gürbüz
Altı yedi yıl kadar oluyor. Bir televizyon programına katılan ANAP Diyarbakır eski milletvekili ve Barzani hayranı Segbetullah Seydaoğlu, o kıt ve bozuk Türkçesiyle ve de büyük tarihçi edasıyla Kürtlerin 10 bin yıllık tarihleri bulunduğunu, Mezopotamya uygarlığının Kürtlerin eseri olduğunu iddia ediyordu. Seydaoğlu, bu “Kürt Tarihi ve Uygarlığı Palavraları”nda yalnız değildir. Yaklaşık 30 yıldır “Kürt İşi”ni kaşıyan bütün iç ve dış çevreler, bu yönde koşullandırmalar yapmakta, beyin yıkamaktadırlar. Ortalık sahte araştırmacı-yazardan geçilmemektedir.
Bu yazımda ben, XI.yüzyıldan bu yana, çeşitli kitaplarda Kürtler hakkında yazılanlardan yaptığım bir derlemeyi sunacağım sizlere. Bu kitapların –roman olan biri hariç ( onun yazarı da canlı tanıklardan dinleyip, belge ve kanıtlarla bu dinlediklerini doğrulattıktan sonra almış kitabına)- hepsi anı ve gezi notlarını içeriyor. Yani yazarlar, gördüklerini, yaşadıklarını aktarmışlar, tarihe tanıklık etmişler. Hegel “Tarihe tanıklık tarihin özüdür” demiş. Biz bu özü veriyoruz, önyargısız ve saplantısız olarak. Kürtlere bir düşmanlığımız yoktur. Ama öyle bir hale geldik ki, Kürtler üstün ırk olarak görülür oldu artık, Kürtçü olmayan Kürt kalmadı neredeyse, Kürt dostlarımın çoğunu tanıyamıyorum.
Bu gibilerinin yüzüne tarih aynası tutmak gerek, baksın görsünler kendi gerçeklerini, azıcık anlayış ve kavrayışı olanlar uyanırlar.
Evet, şimdi geliniz, okuyalım bu kitaplardan yaptığım alıntıları, bakalım nice imiş 10 bin yıllık tarih ve Mezopotamya uygarlığının mirasçısı (!) Kürtlerin tarihteki halleri…
İBN CÜBEYR VE PROF.DR.UMAY TÜRKEŞ’İN YAZDIKLARI BİRBİRİNİ DOĞRULUYOR.
Endülüslü yazar İbni Cübeyr, 1183 yılında Hacca gitmek üzere Granada’dan yola çıkmış. Mısır’a giden bir gemiye binmiş, oradan aktarmalı olarak Cidde limanına çıkıp Mekke’ye varmış. Dönüşte ise Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden Akdeniz’e ulaşıp yine vapurla yurduna dönmüş. Bu yolculuğun izlenimlerini “Seyahatname” adıyla kitaplaştırmış.
Yazarın dönüş yolculuğunda Kürtler hakkında duydukları oldukça ilginç ve dikkat çekici:
“Kent dışında bir handa konaklamıştık. 2 Rebiülevvel (13 Haziran 1184) Çarşamba gecesi de burada geceledik. Sabah Harran, Halep, Diyar-ı Bekr ve civar yerlere giden yolcularla, bunların eşek ve katırlarından oluşan büyük bir kafile ile yola çıktık. Deve ile yolculuk yapan yöre hacılarını arkamızda bıraktık. Musul’dan Nasibin ve Düreysar kentine kadar bu yörenin baş belası Kürtlerin saldırısına karşı pür dikkat ve endişeli halde öğlenin ilk saatlerine kadar yola devam ettik. Bu Kürtlerin yol kesmek ve yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka işlevi yok. Bu yöreye yakın geçit vermez dağlarda yaşarlar. (sahife 176)
(…)Lübnan Dağı, Müslümanlarla Franklar arasında sınırdır. Dağın öte tarafında Antakya, Lazkiye ve diğer kentler vardır. Allah buraları Müslümanlara iade etsin. Dağın yamacında Hısn el Ekrad (Kürt Kalesi) adında bir kale vardır ve Frankların elindedir. Buradan Hama ve Humus’a saldırırlar.”
Prof.Dr. Umay Türkeş Günay’ın aynı yıllara dair yazdıklarında yukarıdakilerle koşutluklar görülüyor.
Yazar’ın “Türklerin Tarihi” adlı eserinin 331.sayfasında şunlar yazılı:
“Doğuya gelen yeni Türkmen dalgası da aynı tarzda hareket etmiştir. Çadırlarda yaşayan bu Türkmenler, hayvanlarıyla birlikte kışın sıcak olan Suriye taraflarına, baharda da Anadolu yayla ve meralarına çıkmışlardır. Bu yıllık göçler sırasında bu bölgede bulunan ve eşkıyalıkla geçinen Kürtler fırsat buldukça Türkmenlere saldırarak hayvanlarını çalmışlardır. 1185 yılında bir Türkmen düğününe saldıran Kürtler, damadı esir alarak öldürmüşlerdir. Bu olayla iki taraf arasında yıllarca süren bir düşmanlık ve çok sayıda ölümün olduğu çatışmalar yaşanmıştır. Türk hükümdarları araya girerek bu mücadeleyi durdurmuşlarsa da Türkmenlerin bir bölümü, 1187 yılında Kürtlere destek veren Klikya Ermeni topraklarını işgal etmişlerdir.”
RUS TUTSAKLARI “DONUNA KADAR” DEĞİL, DONLARI DÂHİL OLARAK SOYAN KÜRTLER
1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) sırasında, Doğu Cephesindeki ordularımıza komuta eden Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın yanında bulunup daha sonra anılarını “93 Moskof Harbi ve Başımıza Gelenler” adıyla kitaplaştıran Mehmet Arif Bey, Kürtlerin Doğubayazıt’ta yaptıklarını şöyle anlatıyor:
“Ahmet Muhtar Paşa, Bargiri’de bulunan Van Kumandanı Faik Paşa’ya telgraf çekerek bulabildiği kuvvetlerle Doğubayazıt’a doğru ilerleyerek Mehmet Paşa’yı sıkıştıran düşman kuvvetlerinin arkasını almasını emretmişti. Faik Paşa da verdiği cevapta kuvvetinin yetersizliğinden ve Kürtlerin münasebetsizliklerinden söz ediyordu. Hiçbir özrü kabul edilmeyerek derhal hareket etmesi emredildi.
(…) Doğubayazıt’a gelince şehrin içerisinde kışlada kalmış olan iki tabur düşman piyadesi, yapılan görüşmeler sonunda teslim olmaya razı olur. Fakat silahlarını Faik Paşa’ya teslim etmek için takım takım çıkarlarken, ömründe hiç Moskof askeri görmeyen Kürtler, mal bulmuş mağribi gibi heriflerin üzerine hücum edip bir haylisini öldürürler. Bu hali gören ve daha kışlada teslim olmak için sıralarını bekleyen bir tabur düşman, kapıları kapatıp teslim olmaktan vazgeçer.
Faik Paşa, Kürtlerin reisleri ile görüşerek güç hal ile önlerine durur. Karşılıkta bulunmadan esir olan ve her türlü taarruz ve tecavüzden korunması icap eden, ölümden kurtulmuş bu yetmiş seksen kadar Rus esirini de Kürtler baştan ayağa soyarlar. Öyle ki, adamları çırılçıplak, ayıpları ile ortada bırakırlar.
Bu esirler sonradan Van Valisi Hasan Paşa tarafından giydirilip Halep yolu ile İstanbul’a gönderildiler” (Sayfa 204-205)
BARBARO, CANINI ZOR KURTARMIŞ KÜRTLERİN ELİNDEN
Venedikli tüccar ve diplomat Josaphat Barbaro’nun Osmanlı ve Akkoyunlu toprakları ile Karadeniz’in kuzeyindeki Tatar diyarına iki kez (1436 ve 1452 yıllarında) yaptığı seyahatlerin izlenimleri “Anadolu’ya ve İran’a Seyahat” adıyla Yeditepe Yayınları’nca yayımlandı.
Yazar bu eserinde Kürtlerin o çok bilinen özelliklerini –ilk tespitlerinde yanılmış olmakla birlikte- daha açık ve seçik olarak ortaya koyuyor:
“Bu dağın girişinde (Zağros Dağları) oldukça yüksek ve dik yamaçlı bir tepe var. Orada Kürtler adlı insanlar yaşıyor. Onların dilleri komşularınkinden tamamen farklıdır. Merhametsiz insanlardır; fakat tanıdıklarına yağmacılık yapacak kadar hırsız değiller. Kürtlerin bütün geçitleri kontrol edebilmek ve oradan geçen kişileri soymak için ırmak kenarlarına ve yüksek yerlere kurulmuş çok sayıda şehirleri var.
(…) 1474 Nisan ayının sekizinci günü Hizan denilen ve Hasan Bey’in yakınlarından biri tarafından idare edilen şehirden çıktık. Daha önce söz ettiğim Hasan Bey’in elçisi ile beraber şehirden yarım günlük mesafede iken yüksek bir tepenin üstünde Kürtler bize saldırdılar. Elçiyi, benim yazıcımı ve diğer iki kişiyi öldürdüler. Bana ve geride kalan yoldaşlara eziyet ettiler. Atlarımızla birlikte ne buldularsa hepsini götürdüler.”
Josaphat Barbaro at üstündeymiş bu sırada, atını dörtnala sürerek Kürtlerin elinden kurtulmuş.
SİMİKO VE ÇAPULCULARI
I.Dünya Savaşına yedek subay olarak katılan İ.Hakkı Sunata, Elazığ, Muş, Bingöl ve Van üzerinden İran’a kadar gider ordumuzla. Sunata, anılarını yazar.
İş Bankası Yayınları’nca basılan bu anılarda Kürtlere dair bölümler de var:
“Tarihini yazmamışım. Zannımca 18 Haziran 1918 olacak. Sabah erken son konak yerinden böylece ve emniyet tertibatı alarak yola çıktık.
(…) Tepeyi tırmanmaya başladık. Akşam da olmak üzere idi. Süngülerimiz akşam güneşinin ışığında parlıyordu. ‘Allah Allah’sız olarak tepeyi işgal ettik. Düşman bizim süngülerimizi beklemeden siperleri boşaltıp kaçmıştı. Arkadan ateş ettik. Ama alacakaranlıkta kimseyi göremiyorduk. Ağaçlar arasından kaçıp kaybolmuşlardı.
Bu arada sağ taraftan hızla iki Kürt atlı geldi. ‘Kimsiniz?’ dedim. Türkçe de bilmiyorlardı. Hemen atlarından atladılar. Terk edilmiş siperlerdeki eşyaları taradılar, eski püskü paçavraları elden geçirdiler. ‘Kim bu serseriler?’ dedim askere. Bilen varmış ‘Simiko’nun gönüllüleri’ dediler. Harbe iştirak etmişler güya. Şimdi ganimet arıyorlarmış. Defettik çapulcuları” (Sayfa 479-481)
SARIKAMIŞ HAREKÂTI… KÜRT EVİNE GANİMETSİZ Mİ GİTSİN?..
Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda Kürtlerin ne ölçüde olduğu aşağı yukarı belli oldu ya, birileri şimdi Sarıkamış’ı ileri sürmeye başladılar. Sarıkamış’ta şehit olan 90 bin vatan evladının çoğu Kürt’müş. Fazla bir bilgileri yok bunların, ayrıntı veremiyor sallıyorlar durmadan. Akıldâneleri Star Gazetesi yazarı Mustafa Akyol, onun da dayanağı ne idüğü belirsiz bir yabancı yazar. Biz bu taifeye, kendi öz kaynağımızdan alıntılarla yanıt vereceğiz. Sarıkamış Harekâtına katılan değerli bir Türk Subayı Köprülülü Şerif İlden Bey’in anılarında, Kürtlerin yaptıklarına dair yazdıklarından örnekler sunacağız, yorumsuz olarak. Var mıydılar, yok muydular, vardılar da ne yaptılar hepsi yazılı bu eserde (Sarıkamış/İş Bankası Kültür Yayınları).
Evet işte o anılardan bir bölüm:
“Birinci toplanma döneminde aşiret Tümenlerinin değersizliği kanıtlanmıştı. Hiçbir alay, kendi erlerine hâkim değildi. Kürtler gece olunca atlarına bindikleri gibi köylerine savuşuyor, ertesi gün yem ve yemek zamanında toplanıyorlardı.
(…) Aşiret Süvari Tümenleri, eğitim ve askeri donanımlarının Ruslara göre çok geri olması yüzünden hiçbir iş göremediler. Yalnız Aras havzasında değil, Eleşkirt ovasında ve Murat Suyu vadisinde de aynı durum görülüyordu. Kürtler, hem zeki hem cesur bir halktır. Bu doğuştan gelen zekâ ne yazık ki bilim ve eğitim cilasıyla parlatılmadığı gibi sıkıntılı dönemde hilekârlık biçiminde ortaya çıktı. Kürtler, Rus ve Ermeni çetelerinin topları ve mitralyözleri karşısında pala ve kılıçla iş görmenin olanaksız olduğunu derhal anladılar ve dağıldılar. Aşiret halinde yaşayan silahlı Kürt’ün o günkü cengâverlik amacı kendi evini ve malını korumaktı. Ermeni çeteleri ve Rus bataryalarıyla karşı karşıya kalan Kürt, İstanbul’a doğru alaycı bir bakış yönelterek atını geriye mahmuzladı ve yolda bizim zavallı piyadelerimizin güçsüzlerini yakalayarak ayağından yırtık çizmesini, sırtından yamalı paltosunu aşırdı, kendi köyüne doğru atını sürüp gitti. Kürt evine ganimetsiz mi gitsin?”.
“Ekim’in sonunda 2. Nizamiye Süvari Tümeni’nin alayları ikişer yüz atlıya kadar inmiş ve aşiret alaylarından artık en büyük özveriyi istemek zamanı gelmişti. Ordu Komutanlığı’nın bu isteğine karşı Aşiret Süvari Kolordusu Komutanı Mehmet Fazıl Paşa’dan bizim aşiret erlerimiz çevrede yağma edecek bir şey bulmayınca şu günlerde kendi alay ve bölük subaylarının eşyasını çalmaya başladılar. Bunların şerrinden karargâhımı korumak için lütfen 50 erlik nizamiye atlısının tarafıma gönderilmesini istirham etmiştim.”
KEDİLERİ GAZA BATIRIP KOYUN SÜRÜSÜ İÇİNE ATMAK VE ÇIKAN PANİKTEN YARARLANARAK KÜRT İŞİ SOYGUN YAPMAK
“Şark Yıldızı”, iki ciltlik bir romandır. Birinci cildinde, Birinci Dünya Savaşı’nda Van’da ayaklanan Ermenilerle, Van’ın Türk halkının yaptığı inanılmaz, olağanüstü mücadele anlatılır. Bu mücadelenin bir kısmı “120” adıyla filme de alınmıştır.
Romanın yazarı Hikmet Ilgaz, Van’da görev yapmış bir TCDD müfettişidir. Topladığı belge, bilgi ve tanık ifadelerine dayanmaktadır yazdıkları.
Ilgaz, ikinci ciltte, düşman eline geçmiş Van’dan, babası tarafından emin bir kişinin yanına katılarak İstanbul’a gönderilen Türk kızının çileli yolculuğunu ve hazin yaşam öyküsünü anlatmaktadır.
İşte o romandan aldığımız, ilginç ve vahşi bir “Kürt Usulü” soyguna dair satırlar:
“Bugün sıkı yürümüşlerdi. Güneş batmadan Destumi’ye vardılar. Nahiye Müdürünün tahmin ettiği gibi zaptiye bölüğü ile mubayaa heyetini orada buldular. Bu zaptiyeler şehirlerin vesikalık et ihtiyacı için muhtelif belediyelerden seçilmiş üç dört kişilik bir heyetin muhafazasına memur edilmişlerdi. Gece vukuu muhtemel bir sarkıntılığa karşı heyetin topladığı hayvanları emniyete almaya çalışmakta idiler.
(…)Yolcuları koyunların etrafına dizerek canlı bir ağıl meydan getirdiler. Kendileri de aralarına sıkıştılar. Geceyi böylece açıkta geçireceklerdi.
(…)Yorgunluktan bitap düşen yolcular güneş çekildikten sonra hemen bir tarafa kıvrılarak kendilerinden geçtiler. Kenarları yırtılmış kara bulutlar dağların üstüne çömelmişti. Garp ufkunu ara sıra aydınlatan şimşekler uzakta bir yere yağmur yağdığını gösteriyordu. Karargâhı kesif bir zulmet kucaklamıştı. Dağlardan akseden vahşi hayvanların nârâları ovada uğultulu girdaplar hâsıl etmekte idi. Bitlis Deresi ağır bir hasta gibi inliyordu. Havada bir sıkıntı vardı.
Gece yarısı bu yüzlerce insan birdenbire acı feryatlarla uyanıp dehşet içinde kaldılar. Önlerinde yer yarılmış, topraktan alevler fışkırıyordu. Koyunların arasından ateşten bir küre kıvılcımlı mahvetler çizerek ok gibi üç dört metre havaya sıçrıyor, sonra yine aynı süratle alçalarak hayvanların karınlarının altından geçiyor, sırtlarına tırmanıyor, bir yılan gibi dalgalanıyor, taklak atıyor, korkunç şekiller resmediyor, bir yerde kayboluyor, sonra yine başka bir taraftan meydana çıkarak bu vahşi raksa tekrar başlıyordu.
Bu sihirli ateş, koyun sürüsünü çılgına çevirdi. Çelimsiz hayvanlar müthiş bir sel halinde ahalinin ve muhafızların üzerine saldırarak hepsini yere yıktılar” (Sayfa 76-78)
Ortalık yatışıp gerekli araştırma yapılınca iş anlaşılmış. Koyunların çevresindeki muhafız çemberini yaramayacağını anlayan Kürt soyguncular, kedileri gaza bulayarak tutuşturmuşlar ve koyunların arasına salıvermişler. Ateş içinde kalan zavallı hayvanlar can acısıyla sağa sola hücum edince koyunlar kaçıp dağılmış. Dağ tarafına kaçanları da haydutlar sürüp götürmüşler.
BARKLEY’İN YAZDIKLARI…
Henry C.Barkley, bir İngiliz tüccar aslında. 1850’li yıllarda Anadolu’nun birçok ilini dolaşıp gezi izlenimlerini “Anadolu ve Ermenistan’a Yolculuk” adıyla kitaplaştırmış.
Barkley’in Kürtlere ilişkin olarak yazdıkları, önceki yazarlarımız teyit etmektedir:
“Bitlis’in yanında ve Van Gölü’nün çevresinde birçok aşiret açıkça ayaklanmış durumda. Hıristiyanları ve Türkleri soyarak ve yağmalayarak isyanın tadını çıkarmakta; ama aynı zamanda aşiretler kendi aralarında da çarpışmakta ve devlet tarafından tehlikeli görülmeyen bağımsız kollara ayrılmakta” (Sayfa 204-206)
(…) Biz gelmeden kısa bir süre önce Encikli halkı, Dersim Dağlarından gelen bir Kürt çetesi tarafından ziyaret edilmişti. Çete geceyi burada geçirmiş, bulabildiklerinin en iyisini yiyip içtikten sonra, sabah ayrılırken yanlarında 50 koyun ve tavukların hepsini götürmüşlerdi. (Sayfa 233)”
“İNSAN DEĞİLİM KÜRD’ÜM”
Son olarak kardeşim Macit Gürbüz’ün “Kürtleşen Türkler” adlı eserinden ilginç ve gülünç bir hikâyeciği aktaracağım. Macit bu hikâyeciği Süleyman Sabri Paşa’nın “Van Tarihi ve Kürtler Hakkında İncelemeler” adlı kitabından almış.
Okuyalım:
“Bu fasılda Süleyman Sabri Paşa’nın bir hikâyeciğinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Paşa’ya göre Kürt, ‘dağlı, çapulcu’ anlamına gelmektedir. Mazeret makamında ‘Kusura bakmayın Kürtlüktür yani’ ‘Şehirden ve medeniyetten uzak yaşamanın sonucudur’ denmektedir. Hatta bölgede çok daha ağır bir hikâyecik anlatılır. Yörede dağlı ağalar şöyle bir olaydan bahsederler. Yavuz Sultan Selim’in bölgeden geçen bir kafilesini soyan aşiret ağası yakalanır ve padişahın huzuruna getirilir. Yavuz
Sultan Selim’in bunun hesabını çok ağır şekilde soracağını bilen aşiret ağası, yol boyunca topladığı gülleri bir demet yapar ve huzura getirildiğinde elindeki gülleri Yavuz’a uzatarak şu beyti söyler:
Gül ruhsare-i huban, men biçare averdem
Mera mazur mifarmaki, adem nistem, Kürdem”
Anlamı; ‘Güzellerin gül yanaklısı, ben biçare avare biriyim. Beni mazur buyur, insan değilim, Kürd’üm’
Bu beyitten sonra aşiret ağası, Yavuz tarafından affedilmiştir.”
http://hepar.org.tr/kurt-sovenlerine-ayna-tutmak.aspx

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder