3 Aralık 2020 Perşembe

AKP NİN 15 YILI EKONOMİ., BÖLÜM 3

AKP NİN 15 YILI EKONOMİ.,  BÖLÜM 3


akp nin 15 yılı, Bilal Bağış, abd, ab, İspanya, Güney Kore, Almanya, Japonya, Mali Kriz, Marmaray, Tüp geçit, Osmanlının Fetret Devri,

  15 Temmuz 2016.nın hemen sonrasında karşımıza çıkan 3 önemli şoku ( Darbe Girişimi, Not indirimi ve OHAL ilanı); 1990.larda, hatta 2000.lerin başında yaşamış olsaydık, ülkenin hali nice olurdu.20 

   FETÖ darbe girişimi sonrası yaşanan bu sınırlı etki, Türkiye ekonomisinin aldığı yolu göstermesi açısından oldukça önemlidir. 

15 Temmuz, bu anlamda, Nebi MiŞ.in de özetlediği gibi, devlet ve milletin birlikte tüm terör ve kriz çığırtkanlarına karşı verdiği topyekun bir savaştı.21 

Türkiye.nin, son 15 yılda, batı ile geliştirilen güçlü ilişkileri de önemli bir başka artıdır. Batı ile ilişkilerin geliştirilmesi ve piyasa ekonomisinin etkinliği de krizlerle mücadelede önemli unsurlardan biridir. Bu açıdan, AK Parti iktidarları döneminin önemli kazanımlarından biri de ilk yıllardan itibaren Türkiye.nin batı ile entegrasyonuna verdikleri önem oldu. 1950.lerde, Menderes iktidarıyla başlayan ilişkiler; 1980.lerdeki Özal iktidarı ve liberal politika açılımları ile geniGledi. 2000 sonrası başlayan AK Parti iktidarları, AB üyelik adımları ve proaktif dış politika ile bu ilişkileri zirveye çıkaracaktı. 

Türkiye ekonomisinin dönüşümü ile ilgili altı çizilmesi gereken bir başka önemli unsur da„borç. kavramıdır. AK Parti iktidarı sonrası Türkiye ekonomisinin 
en önemli kazanımlarından biri de gerileyen borç/GSYH oranıdır. Unutulmamalı ki; modern krizlerin merkezindeki önemli unsurlardan biri de „borç.tur. 

Borcu ve borcun tarihini anlayamadan, modern finansal sistemi de anlayamaz sınız. 22 

Bu toprakların borç ile ilk ciddi imtihanı, ilk önemli ölçekli acı yenilgilerden 1839 Balta Limanı antlaşması sonrası başladı.23 

Modern dünyanın o günkü egemenleri, sonrasında, Türkiye.yi borca boğup; ülke ekonomisi ve siyaseti üzerinde uzun yıllar (hatta yüzyıllar) sürecek sağlam 
hakimiyetlerini kurdular. Türkiye.nin daha 2002'de toplam bütçesinin yüzde 86'si borç faizine gidiyordu. 2017 yılına gelindiğinde ise artık toplam bütçenin 
sadece yüzde 10-11'i borç faizine gitmektedir. Aradaki uçurum dikkat çekicidir. 
Borç ile bağlantılı bir diğer önemli veri de „bütçe açıkları dır. 

Bütçede çok ciddi bir disiplin ile büyük bir başarı yakalandı. Türkiye'nin zaten önemli bir CAD sorunu bulunuyor, sağlanan bu bütçe disiplininin bozulmaması 
hayati önemdedir. Borç sorunu artık geçmişte kaldı diye düşünmek de ciddi bir yanlışlığa sürükler. Anadolu topraklarının on yıllardır acısını derinden hissettiği 
borç-faiz sarmalını, bugünün birçok GOÜ.leri hala derinden yaşamaktadır. Bugün, gelişmekte olan ülkelerde hala sürdürülebilir borç dinamiği adı altında borçluluğun devamı aşılanmaya devam ediliyor. 

Eggertsson ve Krugman.ın etkili bir makalesi, 2008 krizini, borçların artışını takip eden bir „borç-ödeme. sürecine bağlar.24 

   Borçların geri ödenmesi için, varlıkların satılması ve devamında da fiyatlar genel seviyesinin düşmesi, Büyük Buhran dönemindeki Fisher.in meşhur „debt-deflation. teoremini hatırlatır.25 

Küresel finansal sistemin bugünkü karmaşık yapısını ve finansal piyasaların derinliğini türev ürünler piyasasını anlamadan da tam olarak kavrayamazsınız. 
2008 krizinin arefesinde, küresel türev ürünler piyasası, tüm dünyanın ekonomik üretiminin yaklaşık on katını ifade eden $700 trilyon seviyelerinde idi. 
2009.daki toparlanma sürecinin ardından, bugün, özellikle de özel sektör kaynaklı borç birikiminin tekrar artma eğiliminde olduğu konuşuluyor. Bu anlamda, 
2008 krizinin sebeplerinin başında, türev ürünler piyasasında, finansal kağıtlar üzerinde yapılan çoklu işlemler öncelikli olarak anlaşılması gereken bir faktördür. 
Türkiye.de bu tehlikeli enstrümanların henüz yaygın kullanımda olmaması ve piyasasının aktif olmaması önemli bir avantaj sağlarken; finansal piyasanın 
henüz düzenlenmemesi ve denetim eksikliği de ciddi riskler barındırır. 

Emtia ve varlık fiyat balonu ile bunların yurtiçi yansımaları da, dikkat çekilmesi gereken, önemli bir başka konudur. Sadece konuta dayalı kredi ve kağıtlar değil, 
kaya gazına yapılan ciddi yatırımlar ve bağlantılı fiyat artışları; konut fiyatlarının sürekli artacağı beklentisi ve onunla bağlantılı borçların sürdürülebilirliği 
sorununa da kafa yorulmalıdır. Özel sektör tahvillerine yapılan yüklü yatırımların geleceği, kaya gazı vb. alanlarda yapılan ciddi yatırımlar ve bu yatırımların 
sonuç vermeme ihtimali önemlidir. Artan faizler, bu tahvillerin değerini düşürürse; bir çok hedge fund batabilir. Bu da 1990.ların sonundaki gibi yeni bir kriz getirebilir. Konut piyasasında balon endişelerinin henüz dinmemiş olması da yeni bir kriz söylemini güçlü tutumaktadır. Diğer yandan, yeni bir krizin merkezi olarak da olağan şüpheliler listesinin en önünde Çin ve Avrupa ülkeleri sıralanır. Ancak, Japonya ve Almanya gibi doygunluğa ulaşmış yaşlı ülkeleri de bu sıralamanın ve yeni finansal krizlerin önemli kaynakları olmaya adaydırlar. 

Hala var olan risk teşvikleri, devamındaki yüksek risk alma eğilimi ve aşırı gevşeklik ile regülasyon eksikliği de ciddi bir risk unsuru olarak karşımızda 
durmaktadır. Malum, 2008 krizinin arkasında, agresif risk alarak karlarını maksimize etmeye çalışan büyük şirketler ve finansal kurumlar vardı.26 

Bankalar, yatırım şirketleri ve hatta sigorta şirketleri bu kategoriye giren belli başlı kurumlar olarak göze çarpıyor. Dünya.daki pastanın mümkün olduğunca daha fazlasını elde etmeye çalışan (bazen de yatırımcılarca buna zorlanan) aç gözlü yöneticiler ve finansal kurumlar, finansal sistemin sonunu hazırlıyor. Bu yüzden de, yeni dönemde, kriz riskini minimize etmenin bir yolu da muhtemelen yine bu agresif yüksek kar güdüsünün önüne geçilmesinden geliyordur. 

 Malum, 2008 krizi döneminin en çok konuşulan konularından biri de konut piyasası idi. ABD ve Avrupa.da kök salan küresel finans krizi, temelde, bu ülkelerin konut piyasalarından ve onunla bağlantılı krediler ve türev ürünlerden kaynaklanıyordu. ABD.de subprime denen, düşük ve alt gelirli aileler grubuna sunulan konut kredileri ile; tüm bu özel sektör kağıtları üzerine kurulan türev varlıklar, krizin tam merkezinde idi. Türkiye.de ise, hem konut kredisi piyasasının çok derin olmaması hem konuta dayalı teminatlandırılmış krediler ve borçların çok büyük olmaması iyi bir önlem oldu. Bunun yanında herkese konut kredilerinin verilmemesi ve yüzde 25 özsermaye şartı gibi önleyici önlemler de özel sektör borç piyasasında dallanıp, budaklanma yaşanmasına engel oldu. 

Eichengreen ve Temin gibi örnekler ise, 2008 krizini temelde bir sabit kur krizi olarak değerlendirmektedir.27 Bu liberal görüş, 2008.deki küresel finansal krizi, 
1930.lardaki Büyük Buhran döneminin „ altın standardı. benzeri finansal sınırlama uygulamasına bağlar. Buna göre, krizin özellikle de Avrupa.da yayılması ve 
genişlemesi de çok doğaldır.28 

Diğer yandan, Türkiye, AK Parti iktidarı sonrası sağlamlaştırdığı dalgalı kur sistemi ve Avro dışında olmanın da avantajı ile bu etkiyi minimize ediyordu. 

Nitekim, 2001.de, finansal sistemimizdeki yapısal sorunlar, o dönem aktif olan sabit kurun sürdürülmesini imkansız kılmış ve kriz patlak vermişti. 
Finansal sistemin regülasyonu da bir diğer önemli sorundur. 1980 sonrasının liberalleşme dalgası, beraberinde aşırı gevşeklik ve özellikle de türev piyasalar üzerinden aşırı borçlanma, bireysel kar ve kaygıyı önceleme ve agresif risk alımını getirdi. Doğrusu, regülasyonlar ve denetim, Türkiye.nin birçok batı ülkesine karşı, oldukça avantajlı olduğu temel konulardan biridir. Regülasyonlar, bir anlamda „tail risk. denen, düşük olasılık ve yüksek zarara sahip krizleri önleme amacı güder. Bu yüzden de, hükümetler ve politikacılar, bankaların ve finansal sistemin batmaması için, gerekli görünen yerlerde, tekrar istikrarın sağlanması için her zaman tetikte 
beklerler. Bu noktada, Türkiye.de özellikle de finansal alanda atılan adımlar; örneğin, SPK, BDDK, TMSF ve TCMB.nin bazısının özerk birer kurum olarak kurulması ve bazısının da yetkilerinin artırılması ile ekonomi koordinasyon kurulu gibi yeni birimlerin kurulması önem kazanmaktadır. 

Kredi genişlemesi de Türkiye.de önemli sorunlardan ve finansal tehlike unsurlarından biri olma potansiyeli taşımaktadır. 

Ancak bu riskin batıdaki, özellikle de ABD.deki seviyesinde olduğunu iddia etmek abartı olur. Burada önemli bir risk faktörü de, dış kaynakların sınırlı olduğu bir dönemde; TL kredilerin TL mevduata oranının yüzde 142 seviyelerinin üzerinde seyretmesidir. 
Nitekim, son dönemde, Çin gibi gelişmekte olan ülkelerde büyümenin kredi ile gerçekleşmeye başladığı belirtiliyor. Türkiye ekonomisi ile ilgili önemli 
risklerden biri, bugün Çin ekonomisinin yaşadığı Keynez- Schumpeterian tipi kredi-yatırım-büyüme trendine girilmesi olasılığıdır. Bu tehlike farkedilip, 
taksitlendirme ve aşırı borçlanmaya karşı alınan önlemler önemlidir. 

Borç faiz sarmalına dönüş anlamına gelebilecek olası adımlar, ülkenin yarınlarını riske atma tehlikesi barındırır. Kredi büyümesi ile ilgili bir başka önemli 
faktör de özel sektör borcudur. 

Mian ve Sufi, birçok ekonomistin aksine bankacılık krizlerinin değil hanehalkı borçlarının 2008.deki küresel krizi getirdiğini iddia eder.29 

Özel sektör borçlarının, kamu borçlarından daha tehlikeli olabileceğini çok güzel açıklayan bu çalışma; kriz dönemlerinin zayıflayan talepleri ve onunla 
bağlantılı sorunların krizde nasıl katlanarak büyüdüğünü göstermesi açısından önemlidir. 

Özetle, 2008 krizinin teğet geçtigi Türkiye, tarihi etkiler gösteren 2001 krizinden bu yana çok yol aldı. Çok tecrübe kazanıldı. 

Yukarıda da basedildiği gibi, mali ve para politikaların görece uyumu ve 2001 sonrası hayata geçirilen finansal reformlar, 2008 krizine rağmen, ciddi bir sıçrama hamlesi ve sağlam ekonomik ve finansal temeller kazandırdı. Türkiye, 2002-2016 arası her alanda ilerledi; piyasaları derinleşti ve ekonomi büyüdü. 

Doğrusu, 2013 Mayıs ayındaki Gezi olaylarına dek, herkesin gıpta ile baktığı bir ülke görünümündeydik. Aradan geçen zamanda, krizler, irili ufaklı sarsıntılar ve ekonomik büyüme rekorları ile dolu dönemin sonunda Türkiye, kişi başı GSYH.yı üç katına çıkarıp; Dünya bankasının gelişmiş ülkeler sınıfına girdi. 

Büyük resimde, Mehmet Simşek.in de yerinde deyimiyle, Türkiye.nin son 10-15 yıllık kriz ve önlemler tecrübesinden diğer ülkelerin, özellikle Türkiye ile aynı sıkıntıları yaşayan gelişmekte olan ülkelerin, alması gereken çok dersler var. 

Bu durum, hem 2001 krizi sonrasını hem de 2008 krizi sonrası dönemi kapsamaktadır. En basitinden, makro ihtiyati önlemler uygulanırken, ulusal ve 
uluslararası risklerin birlikte düşünülmesi becerisi, yeni dönemdeki değişimin önemli bir yansımasıdır. Cari açık ve kur risklerine dayalı kısa vadeli sorunların çözümü ve daha uzun vadeli, rekabet gücü yüksek sektörler oluşturulması gibi planlar da birlikte ele alınmalıdır. 
***

AKP NİN 15 YILI EKONOMİ., BÖLÜM 2

AKP NİN 15 YILI EKONOMİ.,  BÖLÜM 2



akp nin 15 yılı, Bilal Bağış, abd, ab, İspanya, Güney Kore, Almanya, Japonya, Mali Kriz, Marmaray, Tüp geçit, Osmanlının Fetret Devri,

AHMET HAKAN IM DOLARLA MI MAAŞ ALIYORSUN KARDEŞİM BU SORUYU SORUYORSUN? 


YENİ KALKINMA MODELİMİZ 

AK Parti hükümetleri döneminde, Türkiye, 29 dönem üst-üste büyüyerek; Cumhuriyet tarihinin kalkınma ve değişim rekorlarını kırdı. 2002 sonrası, bu kalkınma hayali doğrultusunda, özellikle de maliye politikasında ciddi bir başarı kazanıldı. Maliye politikasındaki başarı ve mali baskınlığın düşürülmesi, para politikası uygulamalarında da başarıyı beraberinde getirdi. Mali ve para politikaların görece uyumu ve 2001 sonrası hayata geçirilen finansal reformlar, 2008 krizine rağmen, ciddi bir sıçrama hamlesi ve sağlam ekonomik ve finansal temeller oluşturdu. 

2001 krizinde dibe vuran Türkiye ekonomisinin toparlanması süreci; en dibin zaten bulunmuş olması, reform iradesi ve de küresel likidite koşullarının elverişli olmasının etkisiyle hızlı bir ivme kazandı. 2001 krizinin sistemik olmaması da toparlanmayı kolay kıldı. AK Parti iktidarının uzun süre devam etmesi, bu reform ve dönüşüm iradesini hep canlı tuttu. 2008.deki Küresel Finansal Krize dek de bu dönüşüm ve yeniden yapılanma süreci kesintisiz sürecekti. 

Türkiye ekonomisi bu dönüşümün meyvelerini, 3.e katlanan kişi başı GSYH, teğet geçen krizler ve bugünün güçlü bankacılık ve finansal sistemi ile aldı. 

Ancak, Türkiye, aldığı onca uzun yola rağmen; bugün, hala bir ölçüde, bir çok gelişmekte olan ülke (GOÜ) gibi açıklar veren kırılgan bir ekonomiye sahip.10 
Kriz döneminde ve hatta 2009-2010 gibi, gelişmiş ülke (GÜ) merkez bankaları faizleri düşük tutup, piyasaya bol likidite sürdü. 

Bu dönemde, biraz da o yüzden, kısa vadeli borçların çevrilebilirliği sorun olmuyordu. Ancak, önümüzdeki dönemler için, değişen dinamikler nedeniyle, 
özellikle özel şirket borçları konusunda daha dikkatli olmak gerekir. 

FİNANSAL SİSTEM VE BANKACILIK., 

Türkiye.de finansal sistem denince akla bankalar gelir. Finansal sistemin bu denli önemli bir kısmını oluşturan bankaların sağlığı da dolayısıyla önemlidir. 
2001 krizi, yasal düzenlemeler ve bankacılık sektöründe ciddi reformlar için bir dönüm noktası oldu. Kriz sonrası finans sektöründe önemli yapısal reformlar 
tek tek hayata geçirilecekti. Özellikle 2004 sonrası artan denetimler, daha sık uygulanan stres testleri ve BDDK.nın sıkı kontrolü ile bankacılık sistemine 
güven aşılandı. 2009 sonrası, ek yeni düzenlemelerle aşırı borçlanma ve özellikle de dövizle borçlanmanın sınırlandırılması sağlanmış durumda.11 

Sermaye yeterlilik rasyosu da yüzde 15-16 seviyelerine çıkmış durumda. 
Kriz öncesi yüzde 12 sınırı vardı. Diğer yandan Basel limiti yüzde 8 ile 5 sınırlarında. 
Küresel Finansal Krize bu güçlü finansal altyapı ile girmek, en önemli avantajımız oldu. 
2001 sonrası Türkiye.de ilk el atılan mesele, bankacılık sistemindeki çürüklerin ayıklanması oldu. Bu sayede, Türkiye.nin bankacılık sektörü, bugün, oldukça 
sağlam durumda ve tüm dünyada da güvenirliği kabullenilmiş durumda. Ancak, yine de yukarıda da belirtildiği gibi ileriye yönelik ihtiyati tedbirler elden 
bırakılmamalıdır. Bankacılığın yurt dışından sağladığı krediler Cari Açık (CAD) finansmanı için de önemlidir. 

En azından bir süre daha bu finansmana çok ihtiyaç duyulacaktır. 
Diğer yandan, yaptırım gücü TMSF ve BDDK.da olsa da TCMB de bugün bankacılık sistemindeki gözetim ve denetimini sürdürmektedir. Başbakan Yardımcısı 
Sayın Şimşek. in de doğru bir tespitle vurguladığı gibi; Türkiye, bankacılık ve finans sistemi ile ilgili önemli kurumları 2001 krizi sonrası aktive ederek, 
önemli bir direnç kazanacaktı.12 Tüm bu dönüşüm ve gelişim sürecine rağmen; bugün, gelinen noktada, hala batıdaki ölçülerde ciddi bir finansal 
derinlikten bahsetmek zor. Ancak, bu durum, risklerin yönetilebilirliği noktasında önemli avantajlar da sağlamaktadır. 

ARTILAR VE EKSİLER., 

Türkiye.nin finansal krizlerle mücadele tecrübesinin iyi anlaşılması için; ülke ekonomisinin artıları ve eksilerinin de çok iyi anlaşılmasında fayda var. 
Ülke ekonomisinin temel artıları olarak karşımıza çıkan öncelikli unsurlar şunlardır: Politik istikrar, yakın ve orta vadede güçlü bir liderliğin devam edeceği ihtimali, mali disiplin ve uygulamadaki makro-ihtiyati tedbirler.13 

Türkiyenin temellerinin nispeten daha sağlam olması, devam eden yapısal reformlar ve güçlü reformlara devam etme iradesi; güçlü mali yapısı, tarihi düşük 
seviyelerde seyreden kamu borç stoku, hiç olmadığı kadar güçlü bankacılık sistemi ve daha sağlam, daha derin finansal piyasaları ile çeşitlendirilmiş uluslararası ilişkileri, Türkiye.yi bugün görece daha güçlü kılmaktadır. 

Piyasa ekonomisinin işlemesi ve piyasa aktörlerinin de ekonomik faaliyetlerde daha aktif olmasını belirleyen temel parametrelerden biri de, ekonomik ve 
politik güven ortamının varlığı ve belirsizliklerin sınırlı olmasıdır. AK Parti iktidarları süresince, seçimlerde halktan alınan ciddi desteklerle her zaman açık, şeffaf ve öngörülebilir politikalar izlendiği görülmektedir. Bu durum, AK Parti iktidarlarının ekonomideki performansını ve kırılganlıkların minimize edilmesindeki başarısını açıklayan en belirgin unsurdur. Ayrıca, ekonomide yüksek profil çizilirken; bu gidişatın büyüsüne kapılmadan, Doğu Asya krizine yakalanan ülkelerin düştüğü tuzağa da düşülmeden, güçlü kurumsal altyapıya önem verilerek, denetimi sağlayacak kurumlar da desteklenerek ve bedenine uygun makroekonomik politikalar izlenerek istikrar sürdürülmüştür. 

AK Parti iktidarlarının en baGarılı olduğu alanlardan biri de bütçe açığı ve mali disiplindir. Bu sayede ülkenin kırılganlıkları azaldı ve kriz ile mücadele gücü 
artırıldı. Bunların yanında, net borcun negatife inmesi de ciddi önem arz etmektedir. Geçmişte, IMF.den borç alarak, borcunu döndüren Türkiye; bugün, 
artık IMF.ye borç para veren bir ülkedir. Yüzde 60-70.lerden tek haneli rakamlara indirilen enflasyon oranları da bir başka önemli artımız. 

Toplam borçta, özel sektör kaynaklı artış yaşanıyor olsa da; bugün, kamu borcunun GSYH'ya oranı yüzde 30'ların altında. 
Para ve mali politika uygulamalarında yaşanan görece koordinasyon da önemli bir artıdır. Politik destekle, cesurca uygulamaya koyulan makro-ihtiyati önlemler, ülkenin, krizlerle mücadele yetisini güçlendirdi. 

Diğer yandan, temel sorunlarımız tarafında ise; dış finansman, ekonomiye güven ve dış ticaret üç kritik konu olarak belirginleşmektedir.14 

Hala yüksek seyreden cari işlemler açığı, görece hareketli enflasyon, önemli büyüklükteki kayıt dışı ekonomi, karmaşık ve dolaylı vergiye dayalı mali 
sistemimiz, düşük eğitim seviyesi ve beşeri sermaye önemli sıkıntılar olarak karşımıza çıkmaktadır.15 

Bölgedeki jeopolitik riskler, yurtiçi ve küresel belirsizlikler, kurlardaki oynaklıklar, sıcak para ve sermaye çıkışı da önemlidir. Ülkenin imajı ve yatırımcıya 
verdiği güven, ekonominin kaderini belirler. Unutmamalı ki; sadece 2015 yılı içinde GOÜ.lerden 500 milyar dolar çıkış yaşanmıştı. 

Bu temel sorunlarımızı, uzun vadeli yapısal reformlarla ivedilikle çözme yoluna gitmeliyiz. Özellikle genç işsizlik oranı önemli ve mutlaka azaltılmalıdır. 
İşsizlik genelde hep aynı oranlarda seyrediyor. Bu durum, daha çok yapısal bir sorun olarak görünüyor. Sermaye ve beşeri sermayenin düşüklüğü de ekstra 
sorunlar. Sosyal sermayenin etkin kullanılamaması ve alternatif finansman kaynaklarının kullanılamayışı da önemli konular. Enflasyon, geçmişteki kadar 
yüksek olmasa da, hala dalgalı seyretmektedir Merkez Bankası bağımsızlığı ve buna bağlı olarak fiyat istikrarı amacına zarar verebilecek açık ve örtülü 
baskılardan kaçınmanın oldukça önemli olduğu görülmektedir. Türkiye'nin kırılganlığının ön plana çıkarılmasının esas nedeni ise cari açık. CAD.ın yüksek 
seyretmesi sürekli bir dış finansman ihtiyacı doğurur. 

YENİ DÖNEMDE KÜRESEL EKONOMİ VE TÜRKİYE., 

1970 lerde, Bretton-Woods.un da çöküşü sonrası, dünya yeni bir döneme girdi. Küresel ölçekte krizlerin sıklaştığı, farklı ülkelere etkilerinin arttığı ve derinleştiği yeni bir döneme girdik. 1980 sonrası liberalleşme dalgası, bu etkiyi artırırken; 2008 krizi bu dönüşümde yeni bir aşama oldu. Gelinen noktada, bugün, artık tamamen farklı bir dünyada yaşıyoruz. Diğer yandan, son dönemde, sadece GÜ.ler ve GOÜ.ler arasında değil; gelişmiş ülkelerin kendi arasında da politikalar anlamında bir ayrışma gözleniyor.16 Örneğin, Avrupa ve Japonya.da, ECB ve BOJ genişlemeye devam ederken; ABD ve Ingiltere.de piyasaya sürülen devasa miktarda paranın geri toplanması tartışılıyor. 

Dünyanın diğer yarısında, Çin ve Hindistan gibi BRICS ülkeleri, küresel ekonomi pastasındaki paylarını sürekli artırırken; yaşlı Avrupa, kronik sorunlarla 
boğuşuyor. Dünya ekonomisinin dengesi, genel anlamda, gelişmiş ülkelerden, gelişmekte olan ülkelere doğru kaymaktadır. 

BOJ ve ECB.den gelen genişleyici adımlar, GOÜ.lerle birlikte, gelişmiş ülkeleri de zorluyor. Özellikle de Euro bölgesindeki borç krizi ve süren deflasyon endişeleri gözönüne alındığında; devam eden genişleyici adımlar ile gerçekleşmesi kesinleşen ek niceliksel genişleme (QE) ihtimali, Japonya ve Avrupa 
dışındaki para birimleri üzerinde yukarı yönlü baskı oluşturuyor. 

Yukarıda da vurgulandığı üzere, 2008 krizi, birçok açıdan dünya ekonomisi için bir dönüm noktası idi. Politikaların kendisi kadar, politika araçlarında da ciddi 
dönüşümler yaşandı. 

Regülasyonlar, denetim ve teftiş, yeni mekanizma tasarımları daha popüler olmaya başladılar. Merkez bankacılığı, para politikaları ve finansal sistemin 
işleyişi ile ilgili (Dodd-Frank gibi) yeni reformlar, düzenlemeler üst-üste hayata geçmeye başladı.17 

   Dünya ekonomisinde bu dönüşüm yaşanırken; uygulananan politikaların yan etkileri ve diğer ülkelere sıçrama olasılığı yeni dönemin önemli tartışma 
konusunu oluşturuyor. G 20 toplantılarının bu yönlü tartışmaları gündemi sürekli meşgul eder. Diğer yandan 2008 sonrası küresel ölçekte oluşan likidite 
bolluğu verimliliği artıracak alanlarda kullanılamadı. Gelir eşitsizliğini artırdığı iddiaları ise yaygınlıkla konuşuldu. Sıkılaştırma adımlarının başladığı ve genişleme 
adımlarının geri alınmaya başlandığı bu yeni dönemde, negatif etkiler daha çok konuşulacak ve gündemi daha fazla işgal edecektir. 

Büyük resimde, her şeyden önce, şunun farkında olmak gerekiyor. Modern krizler, ortaya çıkış şekilleri ve etkileri yönüyle, geçmişin krizlerinden önemli 
farklılıklar barındırırlar. Piyasalardaki oynaklığın ve piyasa etkilerinin arttığı bu gibi dönemler, bizim gibi hala kur volatilitesi riskine sahip ülkeler için önemli 
riskler barındırıyor. Bu yüzden de, merkez bankalarının işi bugün artık çok daha zor. Dış gelişmelere ve Şoklara kaşı ülke ekonomilerini, özellikle de kurları 
sabit tutmak bugün oldukça zordur. 

Yakın dönemde, dünyanın iki süper-güçlü ekonomisi ABD ve AB, 2008 krizine, parasal genişleme adımları ile cevap verdiler. Fed ve ECB.nin her ikisi de 
para basarak piyasaya sürerken; bu sürecin ayrıntıları ve aktarım mekanizmasının nasıl işlediği ise değişiyordu elbette. Türkiye.de, AK Parti hükümetlerinin 
en doğru yaptğı işlerden biri de, 2008 krizine yaklaşımı ve krizi yönetme biçimi idi. Ülkenin başbakanı, kriz teğet geçecek derken; birçok uzman Başbakanın 
bu öngörüsüne oldukça mesafeli ve hatta alaycı bir tavırla yaklaşıyordu.18 
Bugün, geriye dönülüp bakılınca, o dönem teğet geçecek yorumunu basite alanların, dönemin Başbakanı Erdoğan.ın vizyonu ve öngörüsünü görmekten uzak 
oldukları sonucu belirginleşmektedir. 

Büyük resesyon, Türkiye örneğinde, bize, krizden nemalanmak isteyenlerin, kriz üzerine yatırım yapanların kaybedeceğini, Türkiye.nin finansal altyapısının 
ise yeterince sağlam olduğu hatırlatmasını yaptı. Bu anlamda, 2008 krizi, GÜ.lerde kullanılan politikaların test edilmesi fırsatı sağlamakla beraber; AK Parti hükümetinin de istikrarını sınamış ve ekonomideki başarısını küresel ölçekte kanıtlamıştır. 

Kredi derecelendirme kurumları ve verdikleri notlar ise, özellikle de kriz dönemlerinde, ülke ekonomileri için bir başka önemli konudur. 

15 Temmuz ve sonrasında, rating kuruluşlarının, Türkiye.nin kredi notunu hemen aşağıya çekmesi unutulmaması gereken bir başka önemli noktadır. 

Başta S&P olmak üzere, derecelendirme şirketleri, Türkiye.nin kredi notunu politik belirsizlikleri bahane göstererek zaman kaybetmeden düşürmüştü. 

Özellikle de, rating kuruluşu S&P, darbe girişiminin hemen üç gün sonrası, ani not düşürme ile, adeta, darbenin kendi üzerine düşen kısmını yerine getiriyor 
izlenimi yaratmıştı. Bu ani karar, ideolojik altyapı ihtimalini de artırmıştı. 
Diğer yandan, aynı kredi derecelendirme kuruluşu, geçmişte de, Fitch ve Moodys.in aksine, Türkiye.nin notunu hep yatırım yapılabilir seviyenin altında tuttu. 
Burada, önemli bir sorun da şu ki; ekonomi iyiye gittiği zaman, Türkiye.nin kredi notunu yükseltmek için ak ile karayı seçen derecelendirme kuruluşları; 
en ufak bir negatif algıda, veya bazen de bizzat varolan pozitif algıyı değiştirmek için, manipülasyon amacıyla hiç zaman geçirmeden not düşürmektedirler. 
Özellikle de S&P ve onunla bağlantılı finansal kuruluşlar, yıllardır Türkiye.ye karşı yanlı politika güder ve haksızlık yaparlar. 
15 yıllık AK Parti iktidarlarının bu ülkeye kazandırdığı önemli yeniliklerden biri de uzun vadeli planlama bilincidir. Türkiye, geçmişte, kısa vadeli popülist politikaların cezasını, ya merkez bankasında para basarak veya IMF.nin kapısını çalarak çekti. 
Siyasetçilerin bol keseden vaatleri ve kısa vadeli çözümler, zaman kazanma çabaları, ülkenin 10 yıllarına mal oldu. Son dönemlerin AK Parti iktidarları, uzun vadeli planlama bilincini ülkeye aşılayarak; sorumlu siyaset ve hesap verebilir yönetim bilinciyle, ülkenin geleceğinin sağlam temeller üzerinde yükselmesini sağladılar. Ekonomik istikrar için, bu uzun vadeli planlama ve siyaset anlayışının 
devam etmesi gerekir. Zira, mali disiplini sağlayan temel unsur popülist siyaset anlayışının terk edilmesidir. 

Geçmişte, siyasetçileri hapşırdığı zaman grip olan Türkiye ekonomisi, bugün, siyasi kaygılardan bağımsız sağlam temeller ve kurumlar edinmiş durumdadır. 
15 Temmuz.da, aslında bu anlamda, hem devlet ve yürütme erki, hem ekonomi ve finansal sistem ciddi bir stres testinden geçti.19 

***

AKP NİN 15 YILI EKONOMİ., BÖLÜM 1

  AKP NİN 15 YILI EKONOMİ.,  BÖLÜM 1


akp nin 15 yılı, Bilal Bağış, abd, ab, İspanya, Güney Kore, Almanya, Japonya, Mali Kriz, Marmaray, Tüp geçit, Osmanlının Fetret Devri,

KRİZLERLE MÜCADELE STRATEJİSİ VE EKONOMİ POLİTİKALARINDA YENİ DÖNEM, 

BİLAL BAĞIŞ 1 

GİRİŞ

Bu çalışma, Türkiye.nin özelde 2008-2009 dönemindeki, geneldede son 15 yıldaki kriz tecrübelerine odaklanır. 
Çalışma, bu tecrübeleri, hem küresel hem gelişmekte olan ülkeler perspektifinde değerlendirerek; yeni Türkiye.nin krizlerle mücadele tecrübesi ile ilgili dersler sunmayı amaçlar. 

Son 15 yıldaki AK Parti hükümetlerinin, gerek yeni 2023 vizyonu ve gerekse kuruluşundan bu yana bağlı kaldığı görülen „istikrarlı ve güçlü ekonomi. amacı 
doğrultusunda Şekillendirilen beyanname ve politika uygulamaları analiz edilmektedir. AK Parti hükümetlerinin 2002 sonrası hayata geçirdikleri ekonomi 
politikaları ve krizlerle mücadele tecrübelerinin, ABD.de Büyük Buhran sonrası hayata geçirilen bir dizi ekonomi politikası ile de ciddi bir benzerliği ve kader 
birliği vardır. Bu açıdan da, çalışma, 2002 sonrası dönüşüm hamlesini hayati önemde ve yerinde olarak değerlendirir. Elde edilen sağlam temel, Türkiye 
ekonomisine, son 15 yılda, ABD ekonomisinin Büyük Büyüme dönemi gibi bir sıçrama fırsatı oluşturdu. Bu çalışma, ekonomi alanındaki reformların ve son 
15 yıldaki performansın, AK Partinin sürekli iktidarının anahtar unsuru olduğunu iddia etmektedir. 

2002 Sonrası Dönüşüm 

Türkiyenin kendi gelir ve gelişmişlik düzeyindeki birçok ülkeye örnek olabilecek ekonomik dönüşüm ve krizlerle mücadele tecrübesinin başlangıcı, 2001.in 
karanlık bir Çarşamba gününe denk gelir. Özellikle de 2012 e kadar, politika uygulamaları ve reform iradesi hızlı ve başarılı olarak sürdürüldü. 3 Kasım 2002.de başlayan AK Parti iktidarı, 2008 dönemindeki kısa bir bocalama evresinin dışında, bu dönüşüm hamlesini kesintisiz sürdürdü. AK Parti iktidarlarının, özellikle de ilk 2 dönemde, başlattıkları ekonomik dönüşüm hamlesi ve Türkiye.ye kazandırdıkları diliriş umudu, devamında sürekli bir iktidar serisi de getirdi. Birçok 
kesimde seveni olduğu kadar, tarihteki birçok önemli lider gibi sevmeyeni de çok bir lider olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu dönüşümün önderi olarak, ülke tarihinde adından uzun yıllar söz ettirecek gibi görünüyor. 

Hikayeyi biraz daha geriden almak gerekirse; Modern Türkiye, 1923.teki devrim ve Cumhuriyetin ilanını takiben, Osmanlı.nın tarım ağırlıklı iktisadi yapısından; 
yeni bir sanayileşme hamlesi ile, yepyeni bir ekonomi mucizesi oluşturmaya çalıştı. Çok yol alındığı şüphesiz; ancak gelinen noktada, bugün hala istediğimiz 
yerde değiliz. AK Parti hükümetlerinin de son 15 yıldaki ekonomik dönüşüm mucizesi Türkiye.ye ciddi yol aldırdı; fakat, gelişmiş ülkeler (GÜ) seviyesine 
ulaşmaya henüz yetmedi.2 

İspanya, Güney Kore, hatta Almanya ve Japonya gibi yeni bir iktisadi mucize örneği için en az 20-30 yıllık uzun bir dönem boyunca yüzde 5.in üzerinde 
büyüme gerekiyor. Bunun yolu da, AK Parti iktidarının yapmaya çalıştığı gibi, yeni bir uzun vadeli istikrar yolu (başkanlık sistemi gibi) veya ekonomi politikaları anlamında trendin dışını zorlamaktan geçiyor.3 

Son 15 yıldaki reformların devamı ve reform iradesinin kaybedilmemesi, güçlü bir merkezi otoritenin oturtulması ve  kurumsal kalitenin artırılması açısından da önemlidir. Yerli ve milli ekonomi politikası oluşturma çabalarına gelen eleştiriler de, özgün politika anlamında alınacak çok yol olduğuna işaret ediyor. Basit bir örnek, içinde bulunduğumuz bu politika trajedisini anlamaya daha çok yardımcı olacaktır. Amerikalı ekonomist Minsky, 1986 yılında, FIH teorisini ortaya attığında, en kuzey uçtaki Washington eyaletinde kendi halinde inzivaya itilmişti.4 

Akademisyen arkadaşları, bu çılgın ekonomiste gülüyorlardı. Ancak, tam 20 yıl sonra, küresel ölçekte borç krizi patlak verdiğinde akla ilk gelen isimlerden biri de Minsky idi. Yine, Nobel ödüllü ekonomist Krugman bile son 50 yılda, modern ekonominin ve özellikle de makroekonomide öğrendiklerimizin, en iyi ihtimalle hiç bir fayda sağlayamadığını yazmaktadır. 

Bu anlamda, gelinen noktada, son 15 yıldaki iktidarların bize öğrettiği temel değerlerden biri şu oldu: Son 200 yılın batı egemen ekonomi anlayışından daha fazlasını söyleyebilmeli; özgün alternatifler üretebilmeliyiz. Daha genel anlamda, bugün modern borç ve faiz sarmalının insanlığı kara deliklere ittiği gerçeği görüldükçe; yeni söylemlere neden bu denli ihtiyaç duyduğumuz daha kolay ve 
anlaşılabilir görünüyor. 2002 sonrası dönüşüm, tam da bu yüzden, önemli dersler sunar. 

KRİZLERLE MÜCADELE TECRÜBESİ 

   2001 krizinden yorgun düşen Türkiye.de, 2002 sonrası iktidara gelen AK Parti hükümetlerinin temel felsefesinin, daha müreffeh, daha güçlü ve daha istikrarlı 
yeni bir Türkiye olduğu görülüyor.5 

   2002 sonrası dönemde, bu doğrultuda, özellikle de maliye politikasında ciddi başarılar elde edildi. Doğrusu, AK Parti hükûmetlerinin 2002 sonrası hayata 
geçirdikleri ekonomi politikalarının, ABD.de Büyük Buhran sonrası hayata geçirilen bir dizi ekonomi politikası ile de ciddi bir benzerliği söz konusudur.6 

Ancak, ABD.dekinden farklı olarak bizimki, her üç AK Parti iktidarı boyunca sürdü. 2002.de başlayan bu dönüşüm hamlesi ile, Türkiye, her yeni dönemde daha da güçlendi ve Batı ile arasındaki gelişmişlik farkını adım adım eritti. Finansal altyapının sağlamlaşmasını müteakip, son birkaç yüzyıllık finansal tarihin en önemli krizlerinden 2008 Küresel Finansal Krizi de Türkiyeyi sadece Teğet geçecekti. 

AK Parti iktidarlarının önemli özelliklerinden biri de, politik istikrar ile birlikte, ekonomik istikrarı da Türkiye.ye kazandırmalarıdır. 

Özal sonrası Türkiye.nin en ciddi eksikliği bu sayede giderilmiş oldu. Hatırlamakta fayda var: 1990.lardaki kronik finansal sıkıntılar, ülkeye Osmanlının
 „Fetret Devri.nin bir benzerini yaşatmıştı. 2001 krizine dek, ülkeye hakim olan siyasi belirsizlik, üretici, tüketici ve yatırımcının ekonomiye güvenlerinde ve uzun 
vadeli karar alma yetilerinde ciddi engeller oluşturdu.7 Ekonomideki kırılganlıkların bir sonucu olarak da, 2001.de, Türkiye, tarihinin en büyük krizlerinden 
birini yaşadı. 

Ekonomi Eski Bakanı Sayın Dervişin 2001 krizinden sonra Türkiye.ye daveti ve hayata geçirdigi „güçlü ekonomiye geçiş programı., 

Özünde batıda uygulanan klasik bir Neo-liberal politikalar setiydi. Sosyal yönleri zayıftı. Önceki IMF programlarında olduğu gibi, kemer sıkma ve daralma programda öncelikli idi. AK Parti iktidarları, bunun üzerine, yapısal reform niteliğinde sosyal programlar, altyapı yatırımları, kurumların ve finansal 
sistemin güçlendirilmesi gibi eklemelerde bulundu. Bu sayede de makro ekonomik ve finansal istikrar yönünde ciddi yol alındı. 

Bugünün Başkanlık Sistemine geçiş çabaları da bu istikrarın devamı doğrultusunda değerlendirilmelidir. 

2001 deki bu ilk ciddi krizin sonrasında, AK Parti iktidarı, sıkı para politikası, mali disiplin ve bankacılık sisteminin daha sıkı denetimi politikalarını güçlü bir irade ile devam ettirdi. Merkez Bankası bağımsızlığı ve para politikası stratejisi ilk kez hayata geçirildi ve belli bir program dahilinde politikalar uygulama bilinci kazanıldı. Finansal sistemin denetimi ve yeniden düzenlenmesi ile ilgili adımlar, özellikle önemlidir ve 2008.deki tarihi kriz döneminde önemli bir dayanak oluşturdu. Yıllarca potansiyelinin altında üretmeye zorlanan ekonomi, adım adım gerçek kimliğine ve limitine ulaştı.8 

Burada, altı çizilmesi gereken önemli bir nokta da: AK Parti hükümetlerinin temel politika aracının çoğunlukla Keynezyen politikalar olduğu gerçeğidir. 

Bu Keynezyen politikalar, daha özelde, altyapı projeleri (yeni havaalanları, köprüler ve duble-yollar gibi), otoyollar, tüneller, adalet sarayları, şehir hastaneleri, yeni üniversiteler, raylı sistem (Marmaray ve Tüp geçit gibi), hızlı-trenler, bölgesel kalkınma ajansları, GAP.a onlarca milyar dolarlık yeni ciddi yatırım gibi örneklerle sıralanabilir. Bu yönüyle de, uygulanan politikalar, 1930.ların ABD.sindeki New Deal.dan çok da farklı değildir doğrusu. 
 Diğer yandan, izlenen politikaların neoliberal yönleri de açıkça göze çarpıyor. Hatta, birçok ekonomiste göre de, 2001 krizi sonrası büyük oranda, neo-liberal 
politikalar benimsenecekti. 

Özellikle de Derviş in ekonomi bakanlığı döneminde temelde bahsi geçen bu neo-liberal politikalar önceliklendirilmişti. Neo-liberalizmin, herhangi bir sıkıntı 
anında hemen kemer sıkmaya yönelme dogması ile yine aynı akımın iki kutsal ilkesi Merkez Bankası bağımsızlığı ve enflasyon hedeflemesine geçişi de yine bu doğrultuda değerlendirebiliriz. Özelleştirmeler, döviz kurunun serbestleşmesi ve rekabetçiliğin artırılmasına yönelik adımlar da bu örnekler arasında sayılabilir. 

Kısacası, AK Parti iktidarları, 2002 sonrası dönemde, krizin ardından hayata geçirilen Neo-liberal „ Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı.nı, kalkınma ve sosyal 
programlarla zenginleştirerek; daha Neo-Keynezyen hale dönüştürdü ve özgünleştirdi. Bu da, sonraki dönemlere daha hazırlıklı ve güçlü bir ekonomi ve 
finansal altyapı ile girme fırsatı sundu. Bunun yanı sıra, özellikle de iktidarın ilk dönemini ifade eden 2002-2007 arasında, tek başına iktidara gelen AK Parti, nispeten daha rahattı. Yaşanan kriz tecrübeleri ve 2001 sonrasında alınan önlemler, Türkiye.yi, 2008 Küresel Finansal Krizinde diğer ülkelerdeki 
gibi olağanüstü mali önlemler almak zorunda bırakmadı. 

2002 sonrasının bir diğer önemli unsuru, dönüşüm hikayesinin ayrıntıları ve içeriğidir. Türkiye ekonomisinde üretimin çeşitlendirilmesi, katkısı genelde daha 
yüksek varsayılan savunma sanayiine yatırımlar, ekonomiyi daha güçlü ve dirençli kılmaktadır. AK Parti iktidarlarının bu ülkeye en önemli katkılarından biri de 
devletin piyasaya müdahalelerinin minimize edilmesi ve piyasa ekonomisinin önünün açılmasıdır. Bu sayede, 2002 sonrası dönüşümde özel sektör aktif bir 
rol oynayacaktı. Özelleştirmeler ile özel sektörün ağırlığı artırıldı. Bu sayede de, devletin ekonomiye ve piyasanın işleyişine müdahalesi minimize edildi. 
Bu anlamda, AK Parti iktidarlarının piyasa ekonomisine inancı, son 15 yılda ülke ekonomisine kazandırılan önemli bir farklılıktır. 

Farklılıklar, ekonomik aktivite ile ilgili ayrıntılardan ibaret değil elbette. Birçok ekonomik parametrede olduğu gibi, krizlerde de tüm Dünyanin tersine bir 
trend izledik Türkiye.de. Bu durum, aslında, her konuda ters hareket eden Türkiye gerçekleri ile de uyumlu idi. 

Örneğin, bizim politik sistemin hep karşılaştırılan ABD den bir farkı; bizdeki sosyal demokrat partinin, ABD.deki muhafazakar partinin politikalarını sürdürüyor 
olmasıdır. Daha çok demokrat parti çizgisindeki muhafazakar demokrat AK Parti.nin, Cumhuriyetçi Parti çizgisinde, piyasalara olan inancı, diğer bir farktır. 
Tüm bu olumlu reform ve değişim adımlarına rağmen; 2008.deki küresel kriz ve sonrasındaki kısa süreli belirsizlik dönemleri (Gezi ve 17-25 Aralık gibi), 
ciddi reformların devamını bir süre geciktirdi. Reformlar geciktikçe de orta-gelir-tuzağı gibi tartışmalar şiddetlendi. Bu noktadan sonra da, reformcu ve yenilikçi 
AK Parti iktidarının, 1990.ların kısır iç çekişmelerine çekilmesi ihtimali korkutucu boyutta artmaya başladı. Örneğin, 7 Haziranda tek başına hükümet kuramayan AK Parti, birkaç aylığına da olsa, dönüşüm hikayesine ara vermek zorunda kalacaktı. Diğer yandan, seçim sonrası başlayan koalisyon görüşmeleri 
de ciddi riskler ve belirsizlikler doğurdu.9 

Reformlar ve ekonomik dönüşüm bu kadar önemli ve direnç noktasında bu denli fayda sağlarken; daha önceki reform ve açılım dönemlerinin neden olumlu 
sonuç vermediği de önemli bir mevzudur. 

1990.lardaki açılımlarda, temelde, henüz tam hazır değilken giriştiğimiz için olsa gerek, bocalardık. Ciddi krizler yaşanmasının temel nedenlerden biri de, 
reform iradesini sürdürebilecek güçlü bir siyasi iktidarın yokluğudur. Nitekim, Osmanlının Fetret devri gibi, 1990.lar da, modern Türkiye.nin fetret devri oldu. 
2000.ler sonrası asıl ciddi ekonomik dönüşümü yaşadık. Modern ekonomik yapılar ve kurumsal kalite ile birlikte, piyasa ekonomisi 2002 sonrası dönemde oturmaya başladı. Ancak o da bir yere kadar geldi. gimdi, yeniden büyümek için yeni bir hikaye gerekiyor. Başkanlık sistemi tartışmaları da, işte, burada önem kazanıyor. 

***

2 Aralık 2020 Çarşamba

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tasfiye Edilmesi Projesi. BÖLÜM 2

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tasfiye Edilmesi Projesi veya “Prof. Dr. Mümtazer Türköne’yi Doğru Okumak” BÖLÜM 2


Prof. Dr. Ümit Özdağ,Mümtazer Türköne,Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Tasfiye Edilmesi Projesi ,


Bir yandan siyasetin gereken çözümleri üretmemesi ve AB üzerinden çözüm arayışı içine girmesi, öte yandan Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde 2003 sonrasında PKK’ya verilen görevler, Türk ordusunu tekrar terör çetesi ile mücadele sürecine sokmuştur. Türk ordusu, bu çatışma sürecinde 5000 subay, astsubay ve erini şehit vermiştir.[11] Türköne’nin TSK’ya yönelik ağır saldırıları daha sonra dile getireceği siyasal projeye zemin hazırlamak içindir. Çünkü Türköne, TSK’ya saldırılarını asla kızgınlıkla değil hesaplı bir dikkatle, satranç oynar gibi, diğer hamlesine zemin hazırlamak amacı ile gerçekleştirmektedir.

Türköne: TSK Kanlı ve Kirli Bir Vesayet Rejimi Kurmuştur (2 Temmuz 2009)

M. Türköne, kurumsal yapı itibarı ile çürümüş olarak nitelendirdiği TSK’nın siyasal sistem içindeki konumunu da ağır bir eleştiri altına almıştır. “Gözünü dışarıya değil içeriye diken, iktidar oyunlarına dalan bir ordu; kendisine yeni bir düşman yaratmak zorunda kalır. İktidar talebi rakip birine karşı ileri sürülür. Kendi halkını düşman ilan etmeden bir ordu iktidarda hak iddia edemez. Yıllardır o pisliğin üzerinde otururken "cumhuriyet rejimine düşmanlık besleyen halk", "rejimi (mevcut olmayan) düşmanlardan koruyan ordu" masallarını bu yüzden dinledik. Halkını düşman ilan eden, doğrudan halkına savaş açan bir ordu ülkesini savunamaz.(…) Türkiye'nin kirli ve kanlı bir askerî vesayet tarihi var. Üzerinde üniforma, elinde silah, emrinde asker olanlar ellerindeki gücü iktidarı ele geçirmek için kullandılar. Sonra bu vesayeti kalıcı hâle getirmeye kalktılar. Silahın, yani zorbanın gücünü hâkim kılmak için hukuku unutmanız gerekir. Türkiye'nin kronik hâle gelen hak, hukuk, adalet sorunlarının arkasında bu zorbalık vardı. Bir türlü vatandaşına hukuk güvencesi veren bir devlet hâline gelemeyişimizin arkasında bu tasallut duruyordu.”[12] Burada altı çizilmesi gereken husus “halkına karşı savaşan ordu” ifadesinin Amerikan literatüründen alındığı ve bu ifadenin Latin Amerika orduları için kullanıldığıdır

Türköne: TSK Lağvedilmeli (29 Ekim-1 Kasım 2009)

Türköne; kurumsal yapı ve siyasal sistem içindeki konumunu eleştirdiği TSK ile ilgili nihai kararını Sonbahar 2009’da vermiş görünmektedir: TSK lağvedilmelidir. Türköne, TSK’nın lağvedilmesi ile ilgili önerisi ile kamuoyunda tartışma yaratmıştır. Ancak Türköne bu öneriyi de hemen ortaya atmamış aksine dikkatle zamana yayarak adım adım geliştirmiştir. Türköne, önce Mart 2009’da konuyu tersinden ele almış ve şöyle başlamıştır: “Mondros'ta ordumuzu lağvettik. Sonra Erzurum'da yenisini kurduk. Elbette ‘bugün ordumuzu kapatmamız gerekmiyor.’ Ama ordumuzun kurumsal zaaflarının sebeplerine inilerek, ‘kapsamlı çabalarla giderilmesi’ gerekiyor. Devletimizin, dolayısıyla ordumuzun itibarını başka türlü koruyamayız.”[13] Ancak Türköne, bugün için kapatılması gerekmeyen ancak kapsamlı çabalarla kurumsal zaaflarının giderilmesi gereken Türk ordusu ile ilgili ne yapılması gerektiğini anlatmamıştır.

Türköne, 29 Ekim 2009 tarihli köşe yazısında Mart 2009’da eksik bıraktığı hususu tamamlamış TSK’nın kurumsal yapısı ve sürekliliğini tartışmaya açmıştır. Türköne şöyle demektedir: "Sipahi ordusu mu, Yeniçeri ordusu mu, Nizam-ı Cedit ordusu mu, Asakir-i Muhammediye mi veya Türk Silahlı Kuvvetleri mi? Tarih şanlı savaşlarımızı anlatıyor. Ama unutmayalım: Askerimiz her zaman aynı ordunun askeri değildi. Adında "yeni" sıfatı olan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti'nin en eski ordusu idi. Zamanla bir çıkar şebekesine ve fesat ocağına dönüştü. Savaş meydanlarında hezimet üstüne hezimet yaşarken, iktidar mücadelesinde zaferler kazandı. Biraz zora gelince kazan kaldırıp doğrudan yönetime el koydu. Sultan III. Selim çareyi Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir ordu kurmakta buldu. Napolyon'un Akka kuşatmasında başarılı olan bu yeni ordu, Yeniçerilerin gadrine uğradı. Hile, desise ve suret-i haktan görünen nümayişlerle ülke, iç savaşın eşiğine getirildi ve yeni ordu dağıtıldı. 20 yıl kadar sonra tekrar kurulan yeni ordu, bu sefer Yeniçeri ordusunu topa tutarak ortadan kaldırdı. 1826'da aynı devletin içinde iki Türk ordusunun karşı karşıya geldiğini ve birinin diğerini imha ettiğini unutmamalıyız. Ve tarihimizin bu olayı "vak'a-yıhayriyye" (hayırlı olay) olarak kaydettiğini de..."[14]

Türköne’nin 29 Ekim 2009’daki yazısını 1 Kasım 2009’da “Yeni Bir Ordu Kurmak” başlıklı yazısı izlemiştir. Türköne şöyle demektedir: “Kutsal olan vatandır, ordu değil. Ordu, kutsal vatan toprağını korumak üzere organize edilmiş silahlı kurumdur. Değeri, saygınlığı, şerefi bu görevi yerine getirmesiyle ölçülür. Bu görevi yerine getirecek şekilde örgütlenir, ihtiyaçlara göre donatılır ve vatan toprağına yönelik tehditlere, ülkenin çıkarlarına göre görevler üstlenir(…) Vatanı koruyamıyorsa, hatta kutsal vatan toprağı için bir tehdit oluşturuyorsa dağıtılır, yerine yenisi kurulur.(…) ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’ emir-komuta zinciri içinde hazırlanmış genel harekât planının bir parçası. O zaman şu soru önemli: ‘Genel harekât planı başka hangi eylem planlarını içeriyor?’ II. Başkandan Bilgi-Destek Dairesi'ne uzanan bu hiyerarşinin deşifre edilmesi ve tasfiye edilmesi, TSK bünyesindeki gizli ordu yapılanmasının lağvedilmesi anlamına geliyor. Bu gizli yapılanma tam anlamıyla iktidara aday bir siyasî parti özelliği gösteriyor. Tek fark bu partinin emrinde tanklar ve toplar var.(…) Subaylarımızın % 90'ı birliğinin ve silahının başında, savaşa hazır bekliyor. 

Sorun karargâhta ve komuta kademesinde.(…) ‘Yeni bir ordu kurmak’; çağın ihtiyaçlarına ve ülkenin çıkarlarına uygun köklü bir dış güvenlik reformuna girişmek demek. Komutanların siyaset hırsına bu ülkenin birliğini, dirliğini ve refahını neden feda edelim? Evet neden? (…) ‘Mevcut komuta kademesini tasfiye edince, yeni orduyu kiminle kuracağız?’ diye soranlara cevabı yine tarihten verelim. Ankara'da yeni orduyu kuran komutanların -Atatürk dahil- rütbesi neydi?”[15]

Türköne’nin makalesinin son cümlesi çok önemlidir ve temsil ettiği ortak aklın kafasındaki proje ile ilgili, önemli bir ipucu vermektedir. Türköne, TSK’nın bütün orgeneral, korgeneral ve tüm generallerinin büyük bir bölümünün “emekli edilmesinden” bahsetmektedir. Türköne, bu satırlarda yazmadığı bir örneği Prof. Dr. Özcan Yeniçeri ve Prof. Dr. Ümit Özdağ’a bir sohbetlerinde vererek, TSK’nın lağvedilmesinden ne anladığını veya temsil ettiği ortak aklın ne anladığını izah etmiştir: “27 Mayıs 1960’da TSK’dan 225 generalin ve 4500 subayın emekli edilmesi benzeri geniş kapsamlı bir general ve subay tensikatı.”

Türköne: EMASYA Lağvedilmeli, (4 Aralık 2009)-Erdoğan: EMASYA Lağvedilecek (31 Ocak 2010)

M.Türköne, 4 Aralık 2009’da yazdığı köşe yazısında Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında 1997’de imzalanan Emniyet-Asayiş Yardımlaşma Protokolü’nün (EMASYA) lağvedilmesini istemiştir.[16] Ocak 2010’un ikinci yarısında çok yoğun bir EMASYA protokolu tartışması basında başlamıştır. EMASYA protokolü netice itibarı ile bir protokoldür ve değişen şartlara uygun olarak kaldırılabilir. Ancak EMASYA’yı tamamen kaldırmak için gereken şartlar oluşmamıştır. Bundan dolayı bu protokolün kaldırılmasından sonra doğacak boşluğun doldurulması gerekmektedir. Devletin işleyişinde bir kurumun boşluğu, başka bir kurum tarafından doldurulduğu zaman düzen sağlıklı işler. EMASYA protokolü imzalanmadan önce, 2 Temmuz 1993’te Sivas'ta yaşanmış olan elim olayı hatırlamak gerekmektedir. Zamanın Sivas valisi mülki idarede tecrübeli bir bürokrat değildir, Erdal İnönü’ye yaptığı danışmanlıktan valiliğe atanmıştır. Vali, Sivas’ta gösteriler başladığı zaman olayın öneminin farkına varamamıştır. Tugay komutanı valiyi defaatle uyarmış, olayların kontrol dışına çıktığını bir an önce müdahale edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Vali ise kararsızlık içerisinde Ankara ile görüşerek çok değerli olan vakti boşuna harcamıştır. Valinin askerî birliklerden yardım istemesi gecikmesi Madımak Oteli’nin içerisinde 35 yazar ve şairin yakılması ile sonuçlanmıştır. İlke olarak Cumhuriyetin bir ildeki en yüksek temsilcisi olan valinin aşılarak olaylara müdahale edilmesi hoş bir durum değildir. Öte yandan Sivas’ta yaşananlar da unutulmamalı ders çıkarılmalıdır. Hükümet EMASYA’yı kaldırırken, yarın bir gün bir ilde büyük sosyal olaylar, felaketler yaşanması durumunda olayların kontrol altına alınmasını sağlayacak bir düzenlemeyi yapmalıdır. Oysa bu tür tartışmalar yapılmadan sanki EMASYA protokolü İçişleri Bakanlığı ile düşman bir ordu arasında yapılmış gibi bir tartışma sonrasında 31 Ocak 2010’da Başbakan Erdoğan EMASYA protokolünün lağvedileceğini açıklamıştır. Bu açıklamayı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün EMASYA’ya artık ihtiyaç kalmadığı doğrultusundaki açıklaması izlemiştir.[17] M. Türköne bir kez daha önemli bir öngörüde bulunmuştur.

Türköne: Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve Milli Askerî Stratejik Konsept Yeniden Belirlenmeli (4 Aralık 2009)- A. Gül: Milli Güvenlik Siyaset Belgesi Değişecek (2 Şubat 2010)

M.Türköne’nin bir diğer talebi ise Milli Askeri Stratejik Konseptin yeniden belirlenmesidir. Türköne bu konuda ağır ifadeler kullanarak şöyle demektedir: “Yaşadığımız tecrübenin gösterdiği üzere millî güvenlik, askerlere bırakılmayacak kadar ciddi bir konu. Türkiye'nin hâlihazırda hayatî düzeyde bir millî güvenlik boşluğu var. Zaten anayasa bu görevi Bakanlar Kurulu'na veriyor. Bakanlar Kurulu'nun acilen yeni bir ‘Millî güvenlik siyaseti’ belirlemesi ve bunu bir dokümana bağlaması lâzım. Bu dokümana bağlı olarak, Millî Askerî Stratejik Konsept'in yeniden belirlenmesi gerekiyor. İç tehdit algılamasında birinci sıraya, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde yer alan illegal örgütlenmelerin yerleştirilmesi şart. Kurumsal ayrıcalıkların himayesinde toplumu kamplara bölecek provokasyonlar planlayan örgütlerin yol açacağı zararı hiçbir güç bu ülkeye veremez. Millî birlik ve bütünlüğe yönelik daha etkili ve tehlikeli bir tehdit olabilir mi? Üstelik bu provokasyonlar planlanırken bölücülük ve irtica gibi diğer tehditlerle nasıl mücadele edilebilir? Yeni millî güvenlik siyaseti belirlenirken, illegal örgütlenmelere nüfûz ve etki gücü kazandıran TSK'nın iç güvenliğe yönelik yetki ve sorumluluklarının bütünüyle kaldırılması gerekir.”[18]Türköne bu teklifini 24 Ocak 2010’da tekrar gündeme getirmiştir.[19]Türköne’nin bu teklifi/öngörüsü/olacağı haber vermesi de 1-3 Şubat arasında gerçekleşmiştir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, MGSB’nin değişeceğini duyurmuştur.[20]

Türköne: Jandarma Genel Komutanlığı Tamamen Tasfiye Edilmelidir (4 Aralık 2009)

Türköne’nin yukarıda atıfta bulunulan 4 Aralık 2009’da yazdığı köşe yazısında gündeme getirdiği bir diğer talep Jandarma Genel Komutanlığı’nın tasfiye edilmesi olmuştur.[21] Bu “uçuk” gibi görünen teklif aslında bir çok unsur bir arada düşünüldüğünde hiç de gerçek dışı değildir. Jandarma Genel Komutanlığı son birkaç yılda olağanüstü yıpratılmış bir kurumdur. Bir eski genel komutanı ve iki önemli general rütbeli komutanı Ümraniye davasında sanık olarak yargılanmaktadır. Görevde olan iki jandarma alay il komutanı; birisi tutuklu olmak üzere, terör örgütüne üyelik ve terör örgütü kurarak halka yönelik eylemde bulunmak suçlaması ile yargılanmaktadır.

Potansiyel suçlu gibi gösterilen Jandarma Genel Komutanlığı ile ilgili tartışmalar sürerken, sistemli olarak Jandarmanın sorumluluk alanının daraltılması, kır polisinin kurulması için değişik sonuç alan girişimler gerçekleştirilmektedir. Öte yandan Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ağır silah ithal etme yasa tasarının TBMM’ne TSK’nın karşı çıkmasına rağmen getirilmesi, Jandarma ve TSK birliklerinin sınırdan çekilerek, sınırlarda ağır silahlarla donanmış bir polis gücünün kurulması, Polis Akademisi’nde sınır bölgesi ile ilgili bir bölüm açılması bir arada düşünüldüğünde Türköne uçuk bir teklif yapmamakta aksine temsil ettiği ortak aklın siyasal projesini gündeme taşımaktadır.

Türköne: TSK Türkiye İçin Tehdittir (6/25 Aralık 2009 ve 5/8 Ocak 2010)

Türköne 6 Aralık 2009 tarihli “İç Tehdit Nereden Geliyor?” başlıklı yazısına şöyle cevap vererek başlamaktadır: “Bu sorunun cevabı artık netleşti. Türkiye'nin millî güvenliğini tehdit eden büyük tehlike Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içindeki illegal örgütlenmelerden geliyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bütün kurumlarının ve tabii en başta bu tehdidi bünyesinde barındıran Türk Silahlı Kuvvetleri'nin öncelikli görevi, bu tehlikeyi en kısa zamanda ve kalıcı biçimde bertaraf etmek olmalı.”[22]
Türköne 25 Aralık 2009 tarihli köşe yazısında şöyle demektedir: “Tehlikenin farkına varalım: Millî varlığımıza, ülkenin vatanı ve devleti ile bölünmez bütünlüğüne, Türkiye'nin âlî menfaatlerine yönelik en yakın ve ciddi tehlike Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içinde yer alan illegal örgütlenmelerden geliyor. (….) Karşımızda hiyerarşisi bozulmuş, suçluları kurtarma telaşı içinde hukuku çiğnediği intibaı veren, elindeki silahları halkını tehdit etmek için kullanan düzensiz bir ordu var. Bu ordunun hemen düzenli bir ordu hâline gelmesi lâzım."[23]

M. Türköne, 5 Ocak 2010’da yazdığı köşe yazısında ise TSK’nın Türk milletinin güvenliği için tehdit olduğunu ileri sürmüştür. Türköne şöyle demektedir: “En zor kazanılan şey güvendir; aynı zamanda çok kolay harcanan ve tüketilen. Toplum olarak bizi, bu ülkeyi bir arada tutan bu çok değerli sermayemizi hızla tüketiyoruz. Bu güven bunalımının arkasında ise tek sebep var: TSK içinde arka arkaya patlak veren skandallar. Türkiye'nin başka herhangi bir kurumuyla ilgili değil, askerle ilgili bir güven bunalımı söz konusu olan. Adı üzerinde, güvenliğimizden sorumlu kurum. Şimdi bu kurum bireysel dünyamızı alt üst eden güvensizliğin yegâne kaynağı. Daha büyük endişe olabilir mi? Güvenliğimizi sağlamakla görevli kurumun, güvenliğimizi tehdit ettiği kuşkusunu taşıyoruz.”[24]Türköne, 22 Ocak 2010’da “Balyoz Planını” ele aldığı yazısında tekrar “Ülkemize yönelik birincil tehdit TSK içinden geliyor derken haksız mıyım?” demektedir.[25]

TSK İçinde Kurumsal Çete, (8 Aralık 2009)

Türköne’nin Türk ordusuna eleştirilerinin tonu, Aralık 2009 içinde artarak devam etmiştir. Bu çerçevede Türköne, TSK içindeki örgüt iddialarını bir üst aşamaya taşıyarak TSK içindeki “kurumsal çete” nitelemesi ile aslında TSK’nın ana karargahlarını çeteleşmiş bir yapı olarak sunmuştur. Türköne şöyle demektedir: "Psikolojik savaş" bizim ordumuzun kendi halkına karşı yürüttüğü siyasî vesayet faaliyeti. (…)Ergenekon soruşturması ile aslında darbe amacıyla icra edilen veya planlanan (içinde bol miktarda provokatif şiddet örneği olan) psikolojik savaş faaliyetlerini yargılamıyor muyuz? Meşhur "ıslak imza"nın altına atıldığı "İrticayla Mücadele Eylem Planı" bir psikolojik harekât hazırlığından başka ne olabilir? Koç Müzesi'ne bomba yerleştirilmesi bir "asimetrik savaş" planı değil miydi? Peki o zaman ordumuz neden kendisine karşı "asimetrik psikolojik savaş" yürütüldüğünden şikâyet ediyor? Ordu içindeki "kurumsal" bir çetenin, yürütmekte olduğu "asimetrik psikolojik savaş"ın mağlubiyetle sonuçlanması bu şikâyetin sebebi olmasın?[26]

Türköne’nin bu yazısından bir süre sonra Genelkurmay karargahında 2. Başkan E. Org. Hasan Iğsız’dan başlayarak gerçekleşen ve birçok korgeneral, tüm ve tuğgenerali kapsayan tutuklamalar nihayet terör örgütü lideri olmak iddiası ile 26. Genelkurmay Başkanı E. Org. İlker Başbuğ’un 6 Ocak 2012’de tutuklanması ile sona ermiştir.

Özel Kuvvetler Arınç’a Suikast Düzenliyor (25 Aralık 2009)

Ankara’da Çukurambar semtinde silahsız iki özel kuvvet mensubu subayın, o gün Ankara’da olmayan Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’a suikast planladıkları iddiası ile gözaltına alınması üzerine M. Türköne, TSK’nın vesayet rejimini devam ettirmek amacı ile terör eylemleri planladığını ileri sürmüştür. Türköne şöyle demektedir: “Artık hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Türkiye'de askerin kaybettiği gücü tekrar ele geçirmesi ve ülke üzerindeki vesayetini yeniden kurması yaygın terör olaylarına bağlı. Asker dahil olsun olmasın, toplumu canından bezdirecek şiddet olayları OHAL'le başlayan, sıkıyönetimle devam eden ve neticede demokratik hükümetin kenara çekileceği sürecin gerekçesini oluşturacak. Asker kişilerle terör arasında kurulan ilişki, doğrudan bir askerî diktaya giden yolun taşlarının yine askerlerin planladığı ve icra ettiği terörle döşenmesi anlamına geliyor.(…) Kuşkular yargıda test edilecek. Ama bu kadar vahim bir ihtimal karşısında tedbir almak herkesin görevi olmalı. Bu tedbirlerin ise iki yöntemi var: Birincisi Türk Silahlı Kuvvetleri'ni denetlemek. Ordumuzun itibarına kavuşmasını isteyen herkes, bütün birimlerin denetime açılmasına katkıda bulunmalı, en başta da yüksek komuta heyeti. TSK mensuplarının teröre bulaştığına dair yaygın kuşkular varken, ayrıcalıklara ve gizlilik zırhına saklanmak orduyu yıpratır. İkincisi ise askerî dikta özlemi ile terör arasındaki ilişkiyi deşifre etmek.”[27]

Türköne: Özel Kuvvet Subayları: Çocuk Öldüren Caniler (5 Ocak 2010)

Türköne’nin Özel Kuvvetler’e karşı sanki büyük bir kini vardır. Onlarla ilgili şöyle demektedir:“Her akşam televizyon ekranlarında, Kirazlıdere'deki Özel Harp Karargâhı'nın kapısını seyrederken, bu kapıdan cinayet işlemek üzere birilerinin vaktiyle çıkmış oldukları ve aynı kapıdan işlerini görüp dönmüş oldukları kuşkusunu taşımak, insanı nereye götürür? Küçük çocukların hayatına kasteden caniler, katliam planları yapan muvazzaf askerler kovuşturulurken, bu işler için kullanılmak üzere toprak altına gömülen silah ve mühimmatın dökümü çıkartılırken ne düşünmemiz bekleniyor? Askerin itibarı mı? Ordunun güvenilirliği mi? Ülkeyi korumak üzere eline silah teslim ettiğimiz görevlilerin namluyu bize çevirdikleri endişesi yaşarken neyin itibarı, neyin güvenilirliği?”[28]

Türköne: “TSK’da Çok Ciddi Bir Tasfiye, Çok Ciddi Bir Reform Gerekmektedir” (8 Ocak 2010)

MümtazerTürköne, 8 Ocak 2010’da Kanal D’de yayınlanan 32. Gün adlı programda “TSK lağvedilmelidir” görüşünü netleştirmiş ve lağvedilme ile kastının “kapsamlı bir tasfiye” olduğunu ortaya koymuştur. Türk ordusunda neden kapsamlı bir tasfiyeye gidilmesi gerektiğini şöyle izah etmiştir: “Türkiye’ye yönelik bir tehdit sıralaması yapmak gerekiyorsa en başta gelen tehdit şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesindeki terör organizasyonundan kaynaklanmaktadır. Böyle bir ordu ile Türkiye’nin dış güvenliğini sağlamak mümkün değil. O yüzden çok ciddi bir tasfiye, çok ciddi bir reform gerekiyor.” demiştir.[29]

Türköne; TSK’nın “lağvedilmesi gerekir”, “reform yapılması gerekir”, “tensikat yapılması gerekir” gibi değişik şeyler ifade eden kavramları kullanırken ne kastettiğini 21 Ocak 2010’da yazdığı köşe yazısında biraz daha açıklamıştır. “Muharip ve lojistik unsurlarda bir sorun yok. Bize karargâh yapılanmasının tepeden tırnağa değiştirildiği yepyeni bir ordu lâzım. Tartıştığımız ve tereddüt yaşadığımız sorun sadece darbe planları değil. Ülkemizi savunmak için bize bir ordu gerçekten lâzım. Bütün bu lekelerden ebediyen arınmış bir ordu. Aklımızın bir köşesinde ‘Acaba bir gün vatandaşına komplo kurar mı?’ endişesi taşımadığımız bir ordu. Askerliğin şerefini, ordunun itibarını kurtarmak için bu arınma ve yeniden yapılanma şart.”[30]

Türköne, TSK’da yapılması gereken tasfiyenin odak noktasının Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere karargahlar olduğunu 18 Haziran 2009 tarihli yazısında şöyle açıklıyor: “Konuştuğum asker dostlarım, elindeki silahla siyaseti tanzim eden askerlerin etkili olduğu bir ülkenin, asla medenî bir ülke olamayacağını söylüyorlar. Daha önemlisi, Bizans saraylarına dönmüş bir Genelkurmay karargâhı ile hiçbir savaşın kazanılamayacağını vurguluyorlar. Halkını düşman ilan eden bir ordu ile hiçbir millî çıkarın korunamayacağını tekrarlıyorlar.”[31]Türköne, 15 Temmuz 2010’daki yazısında ise artık TSK’nın Türkiye’yi koruyamayacağına karar vermiştir. Türköne şöyle demektedir: “Kağıttan kaplan gibi yerlere serilebilecek bir orduyla, bu kadar çaresiz bir ordu ile ülke savunulur mu?”[32]

102 General ve Subayın Yakalanması ve Tutuklanması Kararı (23 Temmuz 2010)

23 Temmuz 2010’da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi 25 tanesi muvazzaf general ve amiral, 47 tanesi muvazzaf subay ve 30 tanesi çoğu emekli general olmak üzere; 102 TSK mensubunun yakalanarak tutuklanması kararını çıkarmıştır. Bu tutuklamaların, terfilerin görüşüleceği Askeri Şura öncesinde gerçekleşmesi, -bunu amaçlamasa da- TSK’nın önümüzdeki senelerde gerçekleşecek olan komuta kadrosunun şekillenmesinde etkili olacaktır. Bir başka ifade ile kısmi bir tasfiye gerçekleşecektir. Bu tasfiye M. Türköne’nin dile getirdiği kapsamda bir tasfiye olmasa da o doğrultu da önemli bir adımdır. Özetle Türköne’nin öngörüsü yine gerçekleşmiştir.

Türköne’nin Yazıları Çerçevesinde Temsil Ettiği Ortak Aklın Neler Planlandığı Söylenebilir?

MümtazerTürköne’nin yazıları geriye doğru okunduğu zaman; birçok gelişmeyi önceden haber vermiş yazılar olarak göze çarpmaktadır. M. Türköne’nin son dönem yazdığı yazıları; TSK ve güvenlik sektörü ile ilgili diğer gelişmelerle birlikte okursak ilginç sonuçlara varılabilir. Burada Türköne’nin yazıları ve diğer gelişmelerin senkronize incelenmesinden çıkaracağımız sonuçların bir kesinliği olmamakla beraber bir fikir jimlastiği için iyi bir zemin oluşturmaktadır.

1) Jandarma Genel Komutanlığı Lağvedilecek mi?

M. Türköne, Jandarma Genel Komutanlığı’nın lağvedilmesi gerektiğini savunmaktadır. Öte yandan Jandarma Genel Komutanlığı’nın son iki sene içinde gerçekleşen olaylar ile olağanüstü bir yıpranma süreci içinde olduğu aşikârdır. Komutanları tutuklanan, JİTEM tartışmaları ile sürekli yıpratılan, Avrupa Birliği belgelerinde de tasfiye edilmesi istenen Jandarma Genel Komutanlığı’nın büyük bir baskı altında olduğu görülmektedir. Jandarma Genel Komutanlığı ile ilgili eleştirilerden birisi de komutanlığın İçişleri Bakanlığı’na sadece teorik olarak bağlı olduğudur.

Jandarma Genel Komutanlığı ile ilgili tartışmalar devam ederken, “kır polisi” adlı bir yeni polis teşkilatının kurulması tartışmaları başlatılmıştır. Kır polisinin bugün Jandarma Genel Komutanlığı’nın yetki alanında görev yapacağı tartışması sürdürülmektedir. Bir başka tartışma ise TSK’ya bağlı birliklerle Jandarma Genel Komutanlığı birliklerinin sınırdan çekilerek sınır güvenliğinin oluşturulacak “sınır polisine” devredilmesi tartışmasıdır.

2012 başında uzman jandarma okullarında 2013’ten itibaren öğrenimin durdurulması kararı alınmıştır. Bu da göstermektedir ki, bir taraftan terörle mücadelede başarılı olmak için profesyonel ordu diyenler aslında samimiyetsizdir. Çünkü jandarmanın belkemiğini oluşturan uzmanlar terörle mücadelede olağanüstü başarılıdırlar. Buna rağmen sessiz sedasız bu sınıf tasfiye edilmektedir.

Yukarıda anılan her iki konunun aslında “fantezi” olmaktan öte bir boyut taşıdığı görülmektedir. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne “savaş silahları” yani tank, zırhlı araç, top, ağır havan, savaş helikopteri ithal etme yetkisi veren yasa tasarısı “sınır polisi”nin oluşturulmasının altyapısını hazırlamaktadır. Keza Ankara’da Polis Akademisi’nde “sınır polisi” bölümü açılması hazırlıkların ilerlediğini göstermektedir. Tabii ki burada Avrupa Birliği ülkelerinin kendi aralarındaki iç sınır uygulaması esas alınmaktadır. Belçika’nın ve Almanya’nın İran ve Irak ile yer değiştirerek Türkiye’nin güneydoğu sınırına taşınması durumda sınır güvenliğinin sınır polisine devredilmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Aksi hâlde sınır polisi projesi akla aykırıdır. Ancak bu akla aykırı proje ilerlemektedir.
Sonuç olarak, bir suç örgütü görüntüsü verilen Jandarma Genel Komutanlığı’nın lağvedilmesi için bir yandan psikolojik altyapı hazırlanırken, öte yandan jandarma sonrası düzen için hukuki ve fiili düzen çalışmalarının başlamış olduğu görünmektedir.[33]

2) Özel Kuvvetler Komutanlığı Çok Ağır Bir Tasfiyeye Uğrayacak ve Yeni Bir Adla Kurulacak mı?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en seçkin birliklerinden birisi olan ve 1984’ten 2010’a kadar Türkiye, Kuzey Irak, İran, Suriye ekseninde PKK terörizmi ile Bosna Hersek’te Hırvat ve Sırplarla, Kafkaslarda Ermeni ordusu ile mücadelede seçkin ve fedakar bir görev üstlenen Özel Kuvvetler Komutanlığı, 1974-1980 arasında gerçekleşen “Kontrgerilla” saldırısından ağır bir darbe almıştır. Özel Kuvvetler Komutanlığı’na yönelik ikinci dalga kapsamlı psikolojik operasyon 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de başlamıştır ve yedi yıldan bu yana devam etmektedir. Süleymaniye’de başlayan sürecin ulaştığı nokta, nihayet Ankara Seferberlik Tetkik Dairesi’nin bir hâkim tarafından incelenmesini sağlayacak koşulların oluşmasına kadar uzanmıştır. Bir kısım medya, bu hukuki süreci, düşman bir ordunun mağlubiyeti gibi hezeyanı temsil eden bir sevinçle karşılamıştır.

M. Türköne, Türk basınında Özel Kuvvetler Komutanlığı’na ilk ve en sert saldırıları yapan köşe yazarlarının başında gelmektedir. Türköne, 2010 başında Özel Harpçi subayları, A. Öcalan’ı suçlamak için bile kullanmadığı “çocuk katili” ifadesi ile suçlamıştır. Türköne, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın kurumsal geleceği ile ilgili “Soğuk Savaş dönemi için oluşturulan ve artık aşılan” şeklinde ifade edilebilecek yaklaşımın dışında bir öngörüde bulunmamıştır. Ancak Özel Kuvvetler Komutanlığı ile ilgili yazdıklarından çıkan sonuç, bu gücün de dağıtılmasının planlandığıdır.

3) Genelkurmay Başkanlığı ve Kuvvet Karargahlarında Görevli Üst Düzey Komutanların Emekliye Sevk Edilmesi

Türköne, Genelkurmay Başkanlığı’nı “Bizans sarayı” gibi entrikacı, kendi halkını düşman olarak gören, askerî vesayet rejimini devam ettirmek için terörü teşvik etmek dahil her türlü kanunsuzluğu temsil eden bir yapı olarak görmektedir. Türköne, “TSK içindeki kurumsal çete” ifadesi ile Genelkurmay Başkanlığı’nı kastetmektedir. Türköne’ye göre, TSK’nın sivil denetim altına alınması için Genelkurmay Başkanlığı’nda görev yapan kadroların emekliye sevk edilmesi gerekmektedir. Ancak sadece Genelkurmay Başkanlığında görevli general ve subayların tasfiye edilmesi yeterli değildir. Çünkü Türköne’ye göre TSK’nın %90’ında sorun yoktur ancak karargâhlarda bulunan %10 sorunludur. Bu, Kuvvet Komutanlıklarında hatta ordu komutanlıklarında Türköne’nin temsil ettiği ortak aklın kapsamlı bir tasfiye istediğini göstermektedir. Türköne’nin yazmamakla beraber ifade ettiği tasfiyenin boyutları, 27 Mayıs 1960 sonrasında gerçekleştirilen tasfiye ile aynıdır.

27 Mayıs 1960’tan sonra TSK’da yapılan geniş emeklilik harekâtının herhangi bir politik değil sadece teknik nedeni vardır. 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde Türkiye, 1933’ten itibaren Harp Okulu’nda çifte tedrisata geçmiş ve bu durum 1945’e kadar sürmüştür. Böylece 1950’li yıllarda ordunun subay kadrosu binbaşı-yarbay-albay rütbelerinde olağanüstü şişmiştir. TSK’daki binbaşı sayısı üsteğmen sayısını aşmıştır. Bundan dolayı, yaşlanmış general kadrolarını gençleştirmek ve ordunun subay kadrosunu normalleştirmek amacı ile 235 general ve amiral ile 4000’in üzerinde binbaşı-yarbay-albay emekliye sevk edilmiştir. Oysa bugün TSK’da 1960’dakine benzer bir durum söz konusu değildir.

Buna rağmen general ve subay kadrolarında kapsamlı bir azaltma aynı zamanda TSK’nın küçültülmesi anlamına da gelecektir. Esasen sınırlardan çekilmiş, buradaki görevi sınır polisine devretmiş bir TSK’nın bir çok birliğinin tasfiye edilmesi de kendi içinde tutarlı gösterilecektir.

Öte yandan bu gelişmeler ışında Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın kurulması, Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT’e savaş silahları ithali yetkisi veren yasaların çıkarılmaya çalışılması, TBMM’de 1923’ten bu yana hiçbir iktidara sorulmayan bir sorunun CHP milletvekili Hulusi Güvel tarafından sorulması sonucunu doğurmuştur. Güvel, iktidar milletvekillerine “AKP’ye açıkça soruyoruz. Niyetiniz nedir, kendi ordunuzu mu kurmak istiyorsunuz?” sorusunu yöneltmiştir.[34]


Sonuç

TSK’da yapılmak istenen kapsamlı tasfiyenin farkında olan Prof. Dr. Mahir Kaynak, konuyu üstü kapalı ancak anlaşılır şekilde ortaya koymaktadır. Kaynak şöyle demektedir: “Türkiye’nin durumu bu gemiyi andırıyor. Eğer ülkemiz için dünyada yeni bir yer ve rol belirlenmişse kurumların bu yeni rolle uyumlu olması kaçınılmazdı. Geçmişte çok farklı şartlar için eğitilen, günümüze uyum sağlayamayan değerlere sahip bir bürokrat kadroya sahipsek onlara yeni dünyayı anlatmak ve birlikte hareket etmek en iyi yoldu ama bir odak bu kadronun tamamen tasfiyesini ve yerine yenisinin kurulmasını istiyordu. Aslında bu iktidarı Dimyat’ın pirinciyle kandırıp eldeki bulgurdan mahrum etmeye benziyordu. Daha açık bir ifadeyle iktidarı ordu ile çatışmaya itmek ve bunu demokrasinin gereği saymak ilerde iktidarı çaresiz bırakabilir.”[35]

Kaynak’ın tespitinden yola çıkarsak, Türköne’nin temsil ettiği ortak akıl, Başbakan Erdoğan’a “gaz veren” odaktır ancak Başbakan Erdoğan bu odak ile tamamen aynı görüşte değildir veya bu konuda çok aceleci değildir. Sadece EMASYA protokolünü kaldırmak için 7 sene bekleyen bir Başbakan Erdoğan, çok daha radikal adımların atılabilmesi için daha uygun bir siyasal konjektürü beklemek durumundadır. Muhtemelen bu konjentür, 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra Anayasa ile devletin üniter ve milli devlet yapısının değiştirilmesi sürecinde ortaya çıkması düşünülen, umulan, planlanan konjektür olacaktır. Kaynak’ın tespitinden çıkarılması gereken ikinci sonuç yukarıda yapılan tespitlerin sadece bu çalışmada değil, başka yerlerde de yapıldığıdır. Bu çalışmanın özelliği ise bu tartışmaları derleyerek açık bir dille ortaya koymasıdır.

DİPNOTLAR;

[1] Zaman, 2009, MümtazerTürköne, “..”

[2] Zaman, 3 Temmuz 2009, MümtazerTürköne, “Asker düşmanı olmak”
[3] Zaman, 4 Haziran 2006 ve 6 Haziran 2006.
[4] Radikal, 12 Mart 2007, Neşe Düzel-MümtazerTürköne, “Ordu içinde ordu var…Hatta ordular var”
[5] Zaman, 23 Eylül 2008. MümtazerTürköne, “Ergenekon soruşturmasında eksik olan ne?”
[6] Zaman, 28 Temmuz 2008, MümtazerTürköne, “Ergenekon’la dolmuşa bindirilmediğimizden emin miyiz?”
[7] Yeniçağ, 4 Ağustos 2008, Özcan Yeniçeri, “Hani katliamı Ergenekon yapmıştı?”.
[8] Zaman online, 13 Ekim 2008, “Türkiye’nin yüzde 92’si jandarmada: Şimdi de kalan yüzde 8’i istiyorlar” ve Zaman, 6 Temmuz 2009, “Asker Olmak”
[9] Zaman, 31 Ağustos 2008, MümtazerTürköne, “Ordu ve cemaat” ve Zaman, 5 Temmuz 2009, MümtazerTürköne, “Asker olmak”
[10] Mim Kemal Öke, Unutulan Savaşın Kronolojisi-Kore 1950-53, Boğaziçi Yayın ları, İstanbul 1991
[11] Ümit Özdağ, Türk Ordusunun PKK Operasyonları, Pegasus Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2007.
[12] Zaman, 2 Temmuz 2009, MümtazerTürköne, “Komutan’ın görevi”
[13] Zaman, 19 Mart 2009, “MümtazerTürköne, “Orduyu kapatsak mı?”
[14] Zaman, 29 Ekim 2009, MümtazerTürköne, “Bize Nizam-ı Cedit Ordusu lazım”
[15] Zaman, 1 Kasım 2009, MümtazerTürköne, “Yeni bir ordu kurmak”
[16] Zaman, 4 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “Milli Güvenliğimiz Ne Durumda”
[17] Milliyet, 3 Şubat 2009, “Gül: MGSB değişmeli, EMASYA kaldırılmalı”
[18] Zaman, 4 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “Milli Güvenliğimiz Ne Durumda”
[19] Zaman, 24 Ocak 2010, MümtazerTürköne, “Bizim de plan yapmamız lazım”
[20] Milliyet, 3 Şubat 2010, “Gül:MGSB değişmeli, EMASYA kalkmalı”
[21] Zaman, 4 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “Milli Güvenliğimiz Ne Durumda”
[22] Zaman, 6 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “İç tehdit nereden geliyor?”
[23] Zaman, 25 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “Mızrak ve Çuval”
[24] Zaman, 5 Ocak 2010, MümtazerTürköne, “Güven bunalımı”
[25] Zaman, 22 Ocak 2010, MümtazerTürköne, “Vatana ihanet planı nasıl engellenir?”
[26] Zaman, 8 Aralık 2009, “MümtazerTürköne, “Asimetrik psikolojik savaş”
[27] Zaman, 22 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “Terör, sadece darbeye hizmet eder”
[28] Zaman, 5 Ocak 2010, MümtazerTürköne, “Güven bunalımı”
[29] 8 Ocak 2010 tarihli Kanal D’de yayınlanan 32. Gün programından aktaran Yeniçağ gazetesi, 9 Ocak 2010, “32. Gün’ün beneklileri”
[30] Zaman, 21 Ocak 2010, MümtazerTürköne, “Balyoz Harekatı”
[31] Zaman, 19 haziran 2009, MümtazerTürköne, “Ordu göreve”
[32] Zaman, 15 Temmuz 2010, MümtazerTürköne, “Albay Dursun Çiçek İntihara Zorlanıyor”
[33] Bugün tv’de Gülay Göktürk’ün yönettiği “Olmasa Olmaz mı?” adlı programın 10 Şubat 2010 tarihli bölümünde konu “Jandarma Genel Komutanlığı-Olmasa Olmaz mı?” olmuştur. Jandarma Genel Komutanlığına yönelik çok boyutlu psikolojik harekat devam etmektedir.
[34] Yeniçağ, 31 Ocak 2010, “İktidar kendi ordusunu mu kuruyor?”
[35] Star, 30 Ocak 2010, Mahir Kaynak, “Devlet dönüştürülüyor”


***