4 Kasım 2019 Pazartesi

MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI., BÖLÜM 2

MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI.,  BÖLÜM 2




İlk kez bir Sivas valisi “Madımak yoktur” diyerek ortaya çıkabilmiştir. 

Buna göre, “Madımak Oteli’nin utanç müzesi olması yönündeki taleplerini dile getirmek için otelin önünde basın açıklaması yapmak isteyen PSAKD 
yöneticilerine ve 1993’te otelde yaşamını yitirenlerin ailelerine Sivas valisi Ali Kolat, ‘Madımak diye bir şey yoktur, orası kültür merkezidir’ diyerek izin 
vermedi.” (Cumhuriyet, 2011) Habere göre, vali Madımak diye bir “şeyin” olmadığı iddiasının yanında, aynı kabulden beslenerek, bundan sonra Madımak 
anmalarının önünü keseceklerini de açıkça beyan etmektedir. Mademki Madımak Oteli diye bir yer kalmamıştır, o halde, olmayan bir yerin önünde anma da yapılamayacağından, bundan sonra “tüm anma ve basın açıklamaları Cumhuriyet Meydanı’nda” yapılacaktır. Elbette valinin sergilediği bu tutumun 
bir adım ötesini okumak için çubuğu tersine bükmeye de pek gerek yoktur: 
Bu bakımdan valiliğin yaklaşımı dümdüz aslında “Madımak ya da Madımak 
katliamı diye bir şey yoktur”a uzanan, bir tür ön hazırlık, söze giriş mahiyetindedir. 

Gerçekten de valiliğin, bu yıla damgasını vuran bir diğer icraatı tam da bu söze girişin söze giriş olmayı aştığını ve doğrudan Madımak katliamını katliam olarak önemsizleştirerek yok eden bir girişime dönüştürdüğünü de gözler önüne serdi. Valilik, katliam zanlılarını da “saygıyla selamlıyordu.”4 

Çünkü yeni düzenlemede anı köşesinin en başında bir katliam zanlısının adı vardı. Katil zanlılarıyla katliama uğrayanlar arasındaki mesafeyi bir çırpıda 
ortadan kaldıran bu uygulama yoğun bir tepkiyi de beraberinde getirdi. Örneğin katliamda hayatını kaybeden şair metin Altıok’un kızı Zeynep Akatlı, aynı 
habere göre, o anı köşesinde babasının adıyla katil zanlılarının adının aynı yerde bulunmasından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor, babasının adının derhal oradan sökülmesini istiyor ve ekliyordu: “18 yıldır duygusal sebeplerle Sivas’a adım atmadım. (…) Şimdi gerekirse oraya gider, o plaketi sökerim. 

Beni buna mecbur etmeyin.” Aynı şekilde, uygulamayı kınayan PSAKD üyeleri ve yetkilileri ise katille mağduru aynı biçimde anan valiyi kınıyor ve valinin katilleri de andığını, bunun evrensel değerlere aykırı olduğunu beyan ediyordu. 

Anı köşesi üzerine geliştirilen tepkilerin tümü bu hat üzerinden gelişmektedir.5 
Ancak, belirsiz bir biçimde sezildiğine ilişkin işaretler olsa da, esasta gözden kaçırılan şey, valiliğin bu “düzleştirici” tutumuyla, Madımak katliamının kendi özgünlüğünü ortadan kaldırmaya çalıştığı, onu sıradan bir sosyolojik olaya indirgediğidir ki bu tutum, biraz ileride daha ayrıntılı üzerinde durulacağı gibi, iktidar yanlısı yaklaşımların ve hatta doğrudan iktidarın Madımak’a ilişkin geliştirdiği ana izleklerden biridir. Bu ana izlek kaçınılmaz olarak siyasal iktidarın Madımak katliamını unutturmak istediği biçiminde bir okumaya yol açmaktadır. Sivas’ta, bu ana izleği açıkça işaret eden şey, valiliğin olayı sıradan bir olaya indirgediğini açıkça gösteren, o anı köşesine konulan plakettir: “2 Temmuz 1993 tarihinde meydana gelen elim olayda 37 insanımız hayatını kaybetmiştir. Böyle acıların bir daha yaşanmaması dileğiyle.” Görüldüğü gibi valilik, açıkça katil zanlılarını da saygıyla anarak 
sahiplenmektedir.6 

Valilik, bu icraatlarıyla yetinmemektedir ve bu bakımdan, 18.yıl anmalarına valilik damgasını vuracaktır. Bu yılki anmalarda karşılaşılan ve unutturma tezini güçlendiren bir diğer “ilk” valilik tarafından Madımak oteli önündeki anmaların yasaklanmasıdır.7 Valilik bu yasak gereği çeşitli tedbirler almıştır. 

Valiliğin tedbirlerinin nelerden ibaret olduğunu görmek için çok fazla beklemeye gerek kalmamış, Sivas’ta bir ilk daha yaşanmıştır: “Sivas anmasına gaz bombalı saldırı: Sivas valiliğinin otelin önünde eyleme izin vermeyeceğini açıklaması üzerine, bugün otelin çevresi ve çıkan tüm yollar polis barikatı ile kapatıldı. On binlerce kişi Madımak Oteli’ne yaklaşınca polis barikatı ile karşılaştı. Katliamın yapıldığı Madımak otelinin yakınında katliamda yaşamını yitirenlerin isimleri okunduğu sırada polis gaz bombalarıyla saldırdı. Saldırıda çok sayıda kişi çeşitli yerlerinden yaralandı.” (Evrensel-b, 2011) Oysa aynı vali, gösterileri yasaklarken bir saldırı olmayacağını da beyan etmiştir: 

“Valiliğin yasak kararına rağmen, Madımak Oteli önünde anma etkinliği düzenlenecek. Polis etkinliğe müdahale etmeyecek ancak etkinlikte bulunanlar 
hakkında yasal işlem başlatılacak.” (Sol Haber Merkezi, 2011) Anlaşılacağı gibi, valiliğin yasak kararı Alevi topluluklar ve örgütler için hiç de caydırıcı 
olmamış, aksine, buna karşın ve birlikte en önemli Alevi örgütleri olan PSAKD, HBVAKV gibi örgütler kitlesel olarak madımak önünde yer alacaklarını beyan etmişlerdir. Ancak bu ve benzeri beyanlarda da yine unutturma-unutmama teması öne çıkmaktadır: “Sivas Valisinin bugünkü tutumu Madımak’ta neler yapılmak istendiğinin en önemli işaretidir. Biz, 35 canımızı kaybettiğimiz Madımak Oteli’nin müze yapılmasını isterken, bugün o sokağa dahi girmemiz yasaklanmak isteniyor. Bilinsin ki, biz bu nefret suçunun unutulmasına izin vermeyeceğiz. Bizden kimse belleklerimizi silmemizi beklemesin. 2 Temmuz Cumartesi günü binlerce Alevi Madımak’ın önünde olacağız.” (Geçmez, 2011) 

Binlerce kişiye gaz bombalarıyla saldırılması ister istemez katılımcıları yeniden 1993’e, katliam yılına taşımış görünmektedir. Bu çerçevede PSAKD genel başkanı da, tıpkı Ercan Geçmez gibi unutturmaya vurgu yaparken sormaktadır da: “2 Temmuz 1993’ te, nerede idi bu polisleriniz? Panzeriniz, toma araçlarınız nerede idi? Biber gazınız, göz yaşartıcı bombanız nerede idi? Ve polis kalkanınız, copunuz 93’te nerede idi. 8 

(…) Kimse bizden şehitlerimizi anmaktan vazgeçmemizi istemesin ve beklemesin. (…) Çünkü (…) katliamlara karşı direnmeyi ve katliamları unutmamayı sürdüreceğiz.” (BirGün-a, 2011) 9 

Kimi başka çevreler ise, Madımak anmalarına yönelik saldırıyı başlangıçta değinildiği üzere, mevcut iktidarın bir tür samimiyet testi ve dolayısıyla iki 
yüzlülük göstergesi olarak değerlendirmektedir.10 

Alevi topluluklar nezdinde, devletin Madımak katliamını unutturmak istediğine dair yaygın kanının güçlü bir biçimde köklenmesinde rolü olan yalnızca 18. anma yıldönümünde Sivas valiliğinin tutumu değildir. 

Aynı dönemde bu kanıyı güçlendiren bir başka gelişme, devletin resmi yayın organı olan Türkiye Radyo Televizyonları Kurumu’nun (TRT) yayınladığı ve belgesel olduğu iddia edilen bir program da bu kanıyı pekiştirmektedir. Katliam anmalarından bir hafta önce yayına başlayan belgesel daha adından başlayarak tartışmaya konu olmuştur. Sivas katliamı saatler süren bir zaman dilimine yayılmışken ve failler kameralar tarafından açık seçik bir biçimde görüntülenmişken, programın adı “Faili Meçhul” olarak seçilmiştir. 

Yalnızca hükümete yakın isimlerin görüşleriyle kotarılan program esasta, olayı patolojik bir iki figürün icraatı olarak göstermekte, kamuoyunun çok yakından 
bildiği gelişmeleri bile bilinenden tümüyle farklı göstermeye çalışmaktadır. 
Örneğin dönemin Sivas belediye başkanı ve ardından Refah Partisi’nden milletvekili olan Temel Karamollaoğlu nun oteli kuşatan kalabalıkları yatıştırmak için konuşma yaptığı iddia edilmekte ama bu konuşmanın bile kitleyi yatıştıramadığı söylenmektedir. Oysa adı geçen kişi kameraların 
karşısında otele sığınanları kastederek “evvela bunların ruhlarına bir Fatiha okuyalım….Gazanız mübarek olsun…[ Pir Sultan Abdal heykelini kastederek] 
o heykeli de hemen oradan kaldırtıyorum ” biçiminde konuşmuştur ve bunu, bu yazının yazarı dahil, canlı yayın sırasında milyonlarca insan izlemiştir. 

Aynı şekilde, adı geçen programa göre, “heykel nasıl olduysa valilik deposuna gidecekken meydana geldi ve kırıldı, heykel parçalarına, kırılmış parçalara 
çarpan bazı kişiler yaralandı.” Oysa yine olayın kamera kayıtları izlendiğinde ilgili heykeli bizzat göstericilerin sürükleyerek meydana getirdiği, orada parçalandığı, hatta bazı göstericilerin hırsını alamayıp heykele kafa attığı, milyonlarca izleyicinin hafızasındadır. Son bir örnek daha vermek yeterli olacaktır. Programa göre, itfaiye akşam saat 20:05’te otelin önüne gelmiş ama ne yazık ki geç kalmıştır. Oysa yine olayın canlı yayın kayıtları, itfaiyenin olayın başlangıcından beri orada olduğunu, itfaiyenin otele yanaştırılmak istenmediğini, hatta kimi itfaiye personelinin göstericilerle birlikte hareket ettiğini, bunlardan birinin (davanın önemli sanıklarından biri olan Halil İbrahim Düzbiçer) Aziz Nesin’i itfaiye merdiveninden iterek atmaya kalktığını bütün televizyon izleyicileri hatırlayabilecektir. (Doğan, 2011) Programda TRT’nin tuhaf bir biçimde ortaya attığı iddialardan biri de, Madımak Oteli katliamının, ilgili tarihte henüz gerçekleşmemiş olan Başbağlar katliamıyla ilgisini ileri sürmesidir. İddiaya göre, “Başbağlar’ı yakmak için Erzincan ve Tunceli’den adam toplanmıştır ve Madımak Oteli bu yüzden yakılmıştır.” Daha açıkça söylenen şudur: Aleviler Başbağlar’da katliama hazırlanmaktadırlar, bu yüzden Madımak’ta katledilmişlerdir. Oysa Madımak katliamı olduğunda ne Başbağlar katliamı vardır ortada, ne de buna ilişkin en küçük bir iz. Ancak Başbağlar katliamı ile Madımak katliamı arasında kurulan bu karşılıklılık ya da intikam bağlantısı, 18 yıldır Türk-İslamcı yaklaşımların ana kalıp yargılarından biri olarak dillendirilmektedir ve buna da biraz ileride değişik vesilelerle değinilecektir. 

Kuşkusuz Aleviler TRT’nin bu programı yayından kaldırması için başvuruda bulundu. Ayrıca Sivas davasını başından beri izleyen müdahil avukatlardan Şenal Sarıhan, programa ilişkin olarak şu saptamayı yaptı: “Faili Meçhul adlı programda gerçek ters yüz edilerek, somut bir biçimde elimizde mahkeme kararları olmasına rağmen, mahkeme kararlarının aksi açıklamalarla Sivas olaylarının neredeyse Sivas mağdurları tarafından işlendiği izlenimi yaratıldı.” (NTVMSBC-b, 2011) Bu açıklamayla Şenal Sarıhan, aslında çok önemli bir noktaya değiniyordu: TRT, Madımak’ı unutturmak istemiyor, tam tersine, başka örneklerine de bu yazıda değinilecek olduğu gibi, Madımak katliamının yükünü bizzat katliam mağdurlarının sırtına yüklüyordu. Neredeyse Aleviler kendi kendilerini katleden patolojik bir topluluk olarak takdim ediliyordu. Yani aslında TRT, Alevilik sorununa ilişkin siyasal iktidarın yaymaya çalıştığı söylemi doğrulamak ve yaygınlaştırmak üzere harekete geçmişti. Bu söyleme biraz ileride değinilecektir. 

Şimdi son olarak, devletin Sivas katliamını unutturmak istediğine ilişkin yaygın algının ya da kabulün nasıl beslendiğine, her yıl karşılaşılan çeşitli örnekler dışında, artık yerleşik hale gelmiş iki örnek üzerinden değinilip ardından, daha özel olarak AKP hükümeti ve farklı aktörlerin bu algıyı nasıl beslediğine ilişkin örneklere geçilecektir. 

Son örneklerden ilki, Başbağlar katliamı11 anmalarıdır. 
Başbağlar katliamı, Madımak katliamından farklı olarak her yıl devlet protokolüyle gerçekleştirilmektedir. Bu yılki anmalarda Madımak anmasına katılanların üzerine gaz bombaları atılırken, Anadolu Ajansı’nın haberinden izlenen Başbağlar anması bambaşka bir görüntü ortaya çıkarmaktadır. (NTVMSNBC

c) Haberden anlaşıldığı kadarıyla, Başbağlar köyünde devlet eliyle şehitlik inşa edilmiştir ve anma törenleri bu şehitlik ziyaretini de içine almaktadır. 

Bu bakımdan, devlet, Madımak’ta ölenleri basit bir otel yangınında dumandan boğulmuş olarak gösterirken ve oteli ateşe verenleri tümüyle masum kılarken, 
tersine Başbağlar’da ölenler devlet tarafından şehitleştirilmiştir. Törene en üst düzeyde katılan Erzincan valisi Abdülkadir Demir, “Başbağlar’da 33 kişiyi 
katledenlerin insanlıktan uzak olduklarını, terörün mantığını tüm dünyaya duyurmak üzere bir araya geldiklerini ifade” etmektedir. Burada öldürülenler 
şehit ilan edildiğinden, anma törenleri en üst düzeyde protokolle gerçekleştiril miştir. Bu yılki törene, Erzincan valisi, Erzincan belediye başkanı, Erzincan emniyet müdürü, Erzincan Üniversitesi rektörü, Kemaliye kaymakamı, eski maliye bakanlığı müsteşarı, kamu kurum ve kuruluşlarının yetkilileri katılmıştır. 

Bu anma fotoğrafı Madımak’ın karşısında konulduğunda, farklılık son derece çarpıcıdır. Ancak Madımak ile Başbağlar arasında bağlantı kurmayı alışkanlık 
haline getiren yaklaşımlar, hiçbir zaman iki anma fotoğrafı üzerinde, herhangi bir şekilde durma gereğini, anlaşılabilir bir biçimde duymamaktadırlar. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI., BÖLÜM 1

MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI., ÖNCESİ VE SONRASI.,  BÖLÜM 1


Ankara Üniversitesi 
SBF Dergisi, 
Cilt 66, No. 3, 2011, s. 333-394 

HAFIZA SAVAŞLARINDAN SAHİPLENİLMİŞ ŞEHİTLİĞE: MADIMAK KATLİAMI ÖRNEK OLAYI 
Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya 
Ankara Üniversitesi 
Siyasal Bilgiler Fakültesi 




Özet 

Siyasal iktidarın, yönettiğini yapılandırarak yaratması siyasal kuram içinde yaygınlıkla karşılaşılan ana tartışma eksenlerinden birini oluşturur. 
Buna karşın, çoğunlukla yine de siyasal iktidarın eylemlerinin anlamlandırılmasın da başat karakter olarak, yaratıcı değil baskıcı karakterinin öne çıkarıldığına tanık olunmaktadır. Türkiye’de bunun en iyi örneklerinden birisi, Alevilerin Madımak katliamı örneğinde, siyasal iktidarın baskıcı karakteri gereği, katliamı unutturmaya, yok saymaya çalıştığına ilişkin yaklaşımlardır. Oysa katliamın ardından Madımak Oteli’nin bilim ve kültür merkezine dönüştürülmesi, katliam anmalarına dönük müdahaleler esasen, katliamın unutturulmasından daha çok, hatırlama biçiminin yeniden yapılandırılması, daha doğrusu Alevi belleğinin yeniden yapılandırılarak farklı bir biçimde seferber edilmesiyle ilgilidir. Bu ise iktidarın baskıcı karakteriyle değil, ancak yaratıcı vasfıyla anlaşılabilir. İktidarın yaratıcı vasfı gözetilmezse, aynı zamanda Madımak katliamıyla bağlantılı olarak ortaya çıkan yeni oluşumlar da karanlıkta kalmaktadır ki bunların başında da Alevilik içinde, kendine modern bir yer bulmaya çalışan şehitlik kavramı ve şehitliğin madımak şehit ailelerince sahiplenilmesi gelmektedir. 

Giriş 

Siyasal iktidarın, yönettiğini yapılandırarak yaratması siyasal kuram içinde yaygınlıkla karşılaşılan ana tartışma eksenlerinden birini oluşturur. 
Bu konuda klasik yaklaşımlardan örneğin Hobbes’un yaklaşımı hemen anılabilir. 

Siyasal toplum ya da sözleşme öncesine bir doğa durumu tasarımı yerleştiren Hobbes, bilinen anlamda topluma has tüm özelliklerin (dinsel, ahlaksal, estetik 
vb.) köklerini sözleşmeyle oluşan siyasal toplumda bulur ya da başka bir ifadeyle bunlar, ancak siyaset sayesinde üzerinde konuşulmaya değer, anlamlı birimler olarak belirirler. Özetle, siyasal toplum ya da devlet yoksa, iyi ve kötü yoktur; güzel ve çirkin yoktur; hak ve görev yoktur. Tüm bunlar varlıklarını ancak devletle bulurlar. (Hobbes, 1992) Klasik sözleşmeci yaklaşımlara karşı eleştirel bir mesafeyi içerse de, Rousseau’nun yaklaşımı da bu bağlamda düşünülebilir: Yurttaşı var eden devletin ya da siyasal iktidarın ta kendisidir. (Rousseau, 1982) 
Ancak Rousseau da dahil, klasik siyasal teorinin dikkatini özel olarak yönelttiği şey, daha çok devletin kökenleri sorunudur. Bu bağlamda da devletin ya da siyasal iktidarın yaratıcı vasfı özel olarak öne çıkarılmaz. Öne çıkarıldığı yerde de, iktidarın yarattıkları bakımından, söz konusu tartışma daha çok ontolojik bir zeminde yürütülür. Bu haliyle, siyasal iktidarın üstüne düşen gölge, her ne kadar kendisinin yaklaşımı çok boyutlu tartışmaları içerse de, daha çok Machiavelli’nin Prens’inin gölgesidir. (Machiavelli, 1998) Yani, prensin ya da hükümdarın yer yer tilki, yer yer aslana dönen ama her halükarda yönettiklerini yönetebilmek için, onlar üzerinde bir korku salmayı, onlara kendini sevdirmeye tercih eden, özcesi yaratmaktan çok bastırmakla, denetim altına almakla, bastırıp denetlediğini yönlendirmekle malul bir iktidarın gölgesi, çoğu siyasal çözümlemenin üstüne düşer. Bu çerçevede iktidarın yaratıcı vasfı, neredeyse Foucault’ya kadar özel bir tartışma konusu yapılmamıştır. (Foucault, 2003) Ancak bir şebeke olarak tasarladığı iktidarın yalnızca bastırmadığını, aksine bastırdığı şeyi yarattığını da gösteren Foucault, iktidarı öznesizleştirmiştir de. Artık iktidar, üstlenilen, ele geçirilen, uğruna mücadele edilmesi gereken ya da tersine yıkılması, imha edilmesi gereken bir “şey” değildir. “İktidar her yerdedir.” İktidarın her yerdeliği ölçüsünde direniş de her yerdedir. İktidarla söylem teriminin ve nihayet giderek bilgi teriminin bitiştiği bu yaklaşım, “bilgi iktidardır” diyerek doruk noktasına ulaşır. 

Bu bitişkenlikler ölçeğinde siyasal iktidarın öznesizleşmesi, aynı anda nesnesizleşmesini de getirmektedir. İktidarın bu düzeyde genleştirilmesi, 
genelleştirilmesi, yaygınlaştırılması sınır sorununu da ister istemez beraberinde getirmektedir. Kuramın çözümleyici gücünü yitirmesine neden olduğu iddia 
edilebilecek bu “zaaf” dışında, asıl sorun, Foucault her ne kadar iktidarın yaratıcı vasfına vurgu yapıyorsa da, iktidarı öznesizleştirdiği ölçüde yöneten-
yönetilen ayrımını da silikleştirerek yönetilenlerin yaratıcı iktidar tarafından nasıl yapılandığı üzerine söz söylemeyi güçleştirmesidir. Bu nedenle iktidarın 
yönettiklerini nasıl yapılandırdığını anlayabilmek için, başka bir mecra daha anlamlı olacaktır. 

Siyasal kuram içinde zaman zaman parlayan, zaman zaman sönen bir yıldız gibi salınan La Boétie, insanın doğal olarak siyasal bir hayvan olmadığı kabulünden hareketle, siyasal iktidarın yönettiklerini nasıl yapılandırdığını, onlara çeşitli araçlarla İkinci bir doğa kazandırdığını ve bu sayede yönetilenlerin siyasal iktidara ya da kendisinin deyişiyle tirana bağımlı hale gelip gönüllü olarak köleliği arzuladıklarını ileri sürer ve bunun araçlarına yönelir. (La Boétie, 1995) 

Bu araçlardan ilki halkın eğlence bağımlısı yapılması ve bunlarla oyalanmasıdır. La Boétie adeta yüzyıllar öncesinden 1932-1968 arasında hüküm süren Portekiz’in faşist diktatörü Salazar’ın ünlü sözlerini “anımsatmaktadır.” Salazar, Portekiz’i yıllarca “üç F” ile yönettiğini söyler; fado, fiesta ve futbol. İktidarın başvurduğu ikinci yöntem, halkı çok düşünürmüş gibi, ona arada sırada maddi çıkarlar da sağlamasıdır. 

Üçüncüsü, halkın kölece alışkanlıklarını tehdit edebileceği düşünülen bilginin ve kültürel üretimin iktidar tarafından bir bütün olarak denetlenmesidir. La Boétie’nin alışkanlıklarda gördüğü halkın ikinci doğasının izi, bu hat üzerinden daha gerilere kadar sürülebilir. “Halk, hükümdarın dinindendir” sözünde dile gelen yaklaşım da bu çerçevede okunabilir ve dilenirse, belirli bir kayıt altında Montesquieu’ye (Montesquieu, 1998) ve hatta isabetli bir biçimde İbn-i 
Haldun’a (İbn-i Haldun, 1990) kadar uzanılabilir. Ancak bu iz nereye kadar sürülürse sürülsün, gerçekte peşinde koşulan şey, alışkanlığın ne ya da nelerden ibaret olduğundan daha çok, alışkanlığın kendisinin dinamiğidir. Alışkanlık denilen nedir ki insanları belirli bir biçimde şöyle ya da böyle davranışlar sergilemeye ya da siyasal eylemlere yönlendirmektedir? La Boétie’nin eşsizliği alışkanlığın siyasal karakterini isabetle teşhis etmesidir. Kendisine değin büyük harfli Siyaset’in ilgi alanına giremeyen gündelik eyleyişleri, biçimleri bir çırpıda siyasallaştırır ya da onlardaki siyasal işlevi teşhir eder La Boétie. 

Siyasetle, özel olarak siyasal iktidarla dil arasındaki ilişkiye de öncü bir biçimde değinen La Boétie, buna karşın dilin alışkanlığın yapılandırılmasındaki rolüne değin herhangi bir değinide bulunmaz. Aynı şekilde alışkanlığın “doğasını” bir tür bağımlılık olarak okuyan La Boétie, bu “doğanın içerdiği bağımlılığın” yinelemelerle geliştiğini de fark etmez görünür. Ama La Boétie’nin fark etmez göründüğü şeyi siyasal iktidar fark eder. 

Alışkanlık, seferber edilmiş ya da dinamik belleğin yinelemelerle ilerleyen anımsayışından başka bir şey değildir. Bu bağlamda siyasal iktidar 
unutmaz ve unutturmaz. Unutmaz çünkü en azından modern siyasal iktidar bürokratik bir aygıtla donanmıştır ve bu aygıtın öncelikli rolü kayıt tutmaktır. 

Unutturmaz, yalnızca belleği başka türlü (“alışkın olduğundan” ya “alışkın olması beklenenden” başka türlü) yinelemelerle yeniden yapılandırır. Tam burada siyasal iktidarın unutturmaması yerine belleğin yeniden yapılandırılması geçirildiğinden hareketle bir karşı çıkış ileri sürülebilir. 

Belleğin yeniden yapılandırılmasının aynı zamanda unutturma olduğu kabul edilebilir. Ancak bu karşı çıkış belirli bir haklılık payı taşısa da, özellikle 
siyasal iktidara karşı verilen mücadelelerde “unutmamak” üzerine geliştirilen söylemler, siyasal iktidarın unutturmak istediği varsayımına ya da ön kabulüne 
yaslandığı ölçüde, siyasal iktidarın neye, niçin yöneldiğini çözümlemek ve anlamak bakımından ciddi güçlükler yaratabilmektedir. Özellikle siyasal 
iktidarın baskıcı karakteriyle öne çıktığı bağlamlarda, iktidarın, yönettiklerinin belleğini yapılandırmak için öncelikle unutturmaya yöneldiği kabulünden 
hareket eden anlayışların, kaçınılmaz olarak neredeyse biricik mücadele hattı olarak “ Unutmamaya” mahkum olması, anımsananın nasıl anımsandığı ve bu 
anımsamanın hangi tür işlevleri üstlendiği gibi soruların ihmaliyle sonuçlanmaktadır. 

İşte, bir tür giriş niteliğindeki bu makalede, birinci kısımda Türkiye’den örnek bir olay çevresinde, 2 Temmuz 1993 Madımak Oteli katliamı (ya da kısaca Madımak katliamı) çevresinde, “unutturmak-unutmamak” karşıtlığı ya da gerilimiyle katliamı anlamlandırma ve onunla yüzleşmeye dönük siyasal girişimler ya da yaklaşımlarda karşılaşılan bu güçlüklere değinilecek ve bu karşıtlığın çözümleme ve bu çözümlemeden hareketle siyasa üretme konusunda yarattığı açmazlara işaret edilecektir. Makalenin ikinci kısmında ise, yine aynı örnek olay çevresinde, unutmak-unutmamak gerilimiyle malul olarak başlı başına siyasal mücadele hattı olarak beliren “unutmama ya da anımsama” halinin, kendine atfettiği siyasal değerle koşullu özgün bir siyasal işlev üstlendiğine ve bu işlev doğrultusunda Alevi hareketi içinde yeni gelişmelere kapı açtığına, özellikle “Sivas Şehit Aileleri” örneği üzerinden değinilecektir. 

Ancak bu makale, esasen kendisine halihazırda Türkiye siyasal yaşamında önemli bir problem olarak tecrübe edilen Alevi taleplerinin ve Alevi hareketinin tüm boyutlarıyla bir analizini hedef almadığı ölçüde, bu bağlama yer yer atıfla yetinmektedir. 
Aynı şekilde, ortaya konan sorunların anlaşılması, çözümlenebilmesi ve yeniden değerlendirilebilmesi için, siyasal teorinin ve siyaset biliminin sunduğu araçlar dışında, yeni kuramsal araçlara özellikle siyasal antropolojik bir bakış açısına - gereksinim duyulduğu kabulünden hareketle kaleme alındığından, bu gereksinim i temellendirmeye ve tescil etmeye çalışmakla sınırlandırılmıştır. 
Bu çerçevede, makalenin ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi, siyasal antropolojinin çalışma alanı içinde kalan kavramsal araçlara ilişkin özel bir “literatür tüketimine” şimdilik başvurulmamıştır. 

I. Alevilerin ‘Büyük Yalnızlığı’ 

A. Madımak: 

Vaka ile Beka Arasında Türkiye’de bugün siyasal iktidarın Madımak katliamının1 üstünü örtmeye, katliamı gözden kaçırmaya, silikleştirmeye, ihmal etmeye, sorumlularını aklamaya, özetle unutturmaya çalıştığı yaygınlıkla karşılaşılan bir iddia, hatta bunun ötesinde bir kabul, bir veridir. 

Katliamın gerçekleştirildiği 1993 yılından beri, katliamla ilgili tüm anmaların ortak sloganı, “unutma-unutturma”dır.2 Özellikle demokratik Alevi hareketinin 
bileşenleri unutma-unutturma diyalektiğine özel bir siyasal anlam atfetmekte dirler. 
Örneğin, adı 2 Temmuz Madımak katliamıyla birlikte anılan PSAKD, Sivas’ta 
katledilenlerin aileleriyle birlikte yaptıkları ortak açıklamada şöyle demektedir: “Unutursak hatırlatırlar. Maraş’ı unuttuk Çorum’la hatırlattılar. 

Çorum unutuldu, Sivasla hatırlattılar.

” (Evrensel-a, 2011) Bu silsile Alevi inancının derin köklerine doğru uzatıldığında adeta söylenen şudur: ‘Kerbela’yı unuttuk, hatırlattılar.
’ Yani Aleviler kendi kurucu bileşenleriyle mesafeleri açıldıkça-ki bu açılma unutma olarak nitelenmektedir- katliama uğradıklarını söyler gibidir. 
Bu durumda unutmaya karşı hatırlamaya çağrı, bu köklere bir geri dönüşü de işaretlemektedir. Bu anlamda Sivas katliamı Alevi hareketinin canlanmasında 
özel bir rol oynamıştır zaten.3 

Bu ortak slogan çağrıda bulunduklarına, birinin Madımak’ı unutturmak istediğini sürekli olarak yinelemekte ve bu aktörün karşısına “unutmaunutturma” 
sloganıyla çıkmaktadır. Bu bakımdan da siyasal iktidarın katliama ilişkin “unutturma arzusu” yaygınlıkla sorgulanamaz, değerlendirilemez bir 
biçimde kabul görmektedir. Oysa, siyasal iktidara atfedilen bu unutturma iradesinin gözden geçirilmesini gerektiren birden fazla olgu söz konusu olduğu 
gibi, bizzat iktidar sahiplerinin bunun aksi yönde beyanları da söz konusudur. 
Buna karşın, katliamın unutturulmak istendiği yolundaki kabulün taşıyıcıları, en başta Alevi hareketinin demokratik kanadı, zorunlu olarak bu kez siyasal 
iktidarın “sahiplerinin” gerçekte hem bu beyanlarda, hem yürüttükleri kimi projelerde samimi olmadıklarını, ikiyüzlü ve Alevileri aldatıcı bir siyasal oyun 
peşinde olduklarını ileri sürmekte; böyle bir durumda da siyasal iktidar adeta bir tür samimiyet testine davet edilmektedir. Burada siyasal iktidarı samimiyet 
testine davet edenlerin, siyasal iktidarın mevcut tezahür ediş tarzlarına ilişkin mesafesi çağrıyı özel olarak anlamlı kılmaktadır. Yani daha somut olarak ifade 
edilirse, örneğin belirli bir süredir, Madımak katliamının yaşandığı Madımak Oteli’yle ilgili kimi yaklaşımlar geliştiren mevcut AKP hükümeti yerine, bir 
başka hükümet iş başında olsaydı, Madımak üzerinden mevcut iktidarı samimiyet sınavına çağıranların, en azından çağırma biçimlerinde kimi 
farklılıkların yaşanması, beklenebilirdi. 

Ancak üçüncü dönemdir işbaşında olan mevcut AKP hükümetinin de Madımak merkezli olarak sürekli güncellenen “unutmak-unutmamak” karşıtlığını beslemek, bu gerilimden kendi siyasal ajandasını muğlaklıklar içinde gerçekleştirmek için yararlandığı açıktır. “Madımak katliamını unutma-
unutturma” şiarını besleyenlerin başında bizzat mevcut AKP hükümetinin gelmekte olduğunu gösteren birkaç somut örnek hemen verilebilir. 

Katliamın 18.yıl dönümü anmaları bu bakımdan manidardır. Manidardır, çünkü bu yılki anmalara geçmiş yıllarda olduğundan farklı bir gelişmeyle girilmektedir. Demokratik Alevi hareketinin hiç tartışmasız üzerinde uzlaştığı ana taleplerden biri olan “Madımak Utanç Müzesi Olmalı” talebi, çalıştaylar süreci içinde bir müzakere konusu olarak ele alınmış gibi yapılırken, bu sorunun bütün taraflarıyla bir araya gelineceği ve ortak bir formül aranacağı gibi anlayışlar öne sürülürken, bir anda, sorunun taraflarına hiç haber bile verilmeden, Madımak Oteli, önce sessizce kamulaştırılmış, arkasından da bilim ve kültür merkezine dönüştürülü vermiştir. Siyasal iktidarın sözde tezahür eden hassasiyeti, eylemde karşılığını bulamayınca, Alevi hareketi kaçınılmaz olarak buradan bir samimiyetsizlik üretmektedir. Bu bakımdan samimiyet testi çağrılarının yaratıcısı aslında siyasal iktidardır. Bu bir yana, 18.yıl anmalarında Madımak’a yapılan müdahalenin tamamlanmasının ötesinde başka ilkler de yaşanmıştır. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Alparslan Türkeşli yıllar, BÖLÜM 2


Alparslan Türkeşli yıllar, BÖLÜM 2



Türk Milliyetçiliğinin Kutup Yıldızı: Alparslan Türkeş.,


Özcan YENİÇERİ
Eylül 2011 - 
Yıl 100 - 
Türk Yurdu DERGİSİ; Sayı 289


       Alpaslan Türkeş, Türk siyasi hayatının hikâyesi en zor anlatılabilecek liderlerindendir. Onu anlatmanın zorluğu çok yönlülüğü ve özgünlüğü dür. O, Askerdir, İhtilalcidir, Demokrattır, Mahkûmdur, Teorisyendir, Devlet adamıdır, Genel başkandır, Bilge’dir, Dava adamıdır, Liderdir, Ülkücüdür ve nihayet Başbuğ’dur.

       Hakkında olumlu ya da olumsuz söylenmedik söz, belirtilmeyen kanaat de neredeyse kalmamıştır. Türk siyasi tarihinde onun kadar ön yargılarla sorgulanmış, suçlanmış, itham edilmiş, iftiraya uğramış, haksızlık yapılmış insan da çok azdır. Soğuk savaş döneminin ideolojik kalıplarıyla teçhiz edilmiş guruplar tarafından Alpaslan Türkeş, algılanmaya, anlaşılmaya değil yargılanmaya tabi tutulmuştur.
       Diğer yandan Türk siyasi tarihinde Alpaslan Türkeş kadar takip edilmiş, örnek alınmış, alkışlanmış, sevilmiş, takdir edilmiş, yüceltilmiş, kurtarıcı olarak görülmüş ve güvenilmiş insan da çok azdır.

       Yaşadığı sürede millet hayatını etkileyen her kritik olayın önemli aktörü olarak temayüz etmiştir. Hayatında boşluk olmayan nadir insanlardandır. Her idealist için örnek teşkil edecek kadar iddialı bir hayat yaşamıştır. O, ihtilalden demokrasiye, tabutluk adı verilen hücrelerden başbakan yardımcılığına ulaşmış, bir elin parmakları kadar az sayıdaki insandan, fikirlerini milyonlarca insanın paylaştığı kitleleri ortaya çıkarmıştır. Türk milleti için ortaya koyduğu görüşleri, düşünceleri ve söylemleri yalnız bugünün nesillerini değil yarınki nesilleri de etkileyecek türdendir.

Alpaslan Türkeş’in sosyal ve düşünsel biyografisi özel hayatını aşmış insanlardandır. Takvim kişiliğinden ziyade tarihi bir şahsiyettir. Hayatını ideallerine adamış, ideallerini de hayata geçirebilmiş bir kişiliktir.
Gerçek bir reis-ül evvel olan Alpaslan Türkeş’in fırtınalı hayatının dönüm noktalarına kısaca değindikten sonra, toplum üzerinde bıraktığı etkiyi ve düşünce dünyasını, sınırlı biçimde irdelemeye çalışacağız.

Alpaslan Türkeş’in Biyografisi

Alpaslan Türkeş’in ataları Kayseri Pınarbaşı ilçesinin Yukarı Köşkerli köyündendir. 1860 yılında ailesi Kıbrıs’a göç etmiş. Alpaslan Türkeş, 25 Kasım 1917’de Lefkoşa’da dünyaya gelmiştir. Türkeş’in doğup yetiştiği yıllarda Kıbrıs, İngiltere’nin işgali altındaydı. 1933 yılında Alpaslan Türkeş’in ailesi Türkiye’ye tekrar geri gelmiştir. Alpaslan Türkeş, İzmit Mebusu Sırrı Bey ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın yardımıyla kayıt olduğu Kuleli Askeri Lisesi’nden 1936 yılında, 30 Ağustos 1938 yılında ise Harp Okulu’ndan mezun olmuştur.
Alpaslan Türkeş’in asteğmenliğe yükselişi ile ilgili kararname Atatürk tarafından tasdik edilir.

Artık o, Türk ordusunun genç bir teğmenidir. Piyade eğitimini tamamladıktan sonra önce Kars’ta sonra Isparta’da görev yapar. Daha sonraki görev yeri Gelibolu 58. Piyade Alayı olur. İkinci Dünya savaşı yıllarında da sırasıyla Balıkesir, Bandırma, Erdek ve Marmara adasıdır görev yerleri.
1944 yılı Alpaslan Türkeş’in fırtınalı hayatındaki dönemeç noktalarından birisi olur. 3 Mayıs 1944 yılında Türkçülük, Turancılık adıyla arşivlerde yerini alan davayla ilgili olarak tutuklanır, yargılanır ve beraat eder.
Alpaslan Türkeş, 27 Mayıs 1960’daki ihtilalin, tok sesli “kudretli albayı”dır. İçinde olmak zorunda kaldığı 27 Mayıs ihtilalinin imkânlarını kullanarak Türkiye’nin temel sorunlarını çözmek ve bu imkânı millet yararına değerlendirmek ister. 27 Mayıs İhtilali’nin partiler üstünde kalmasını ve milli biçimde bir reform hareketi olmasını arzulayan Türkeş, MBK grubuna katılmış, 25 Eylül 1960’a kadar Başbakanlık Müsteşarı görevinde bulunur. 19 Kasım 1960’da, Hindistan’da Hükümet Müşavirliği sıfatıyla ikamete mecbur bırakılmıştır. Doğrusu Alpaslan Türkeş, ideallerini uygulamaya koyma imkânı bulamadan Yeni Delhi’ye sürgüne gönderilmiştir.

21 Şubat 1963 tarihinde Türkiye’ye dönmüş ve 21 Mayıs 1963 tarihinde de tutuklanmıştır. 5 Eylül 1963 tarihinde tahliye olmuş, 31 Mart 1963 tarihinde CKMP’ye üye olmuş, 1 Ağustos 1965 tarihinde yapılan kongrede genel başkan seçilmiştir. Şubat 1969 tarihinde CKMP’nin ismi, Alpaslan Türkeş’in teklifiyle MHP olarak değiştirilmiştir. 1965 yılından 12 Eylül 1980 tarihine kadar dört dönem, Ankara ve Adana’dan milletvekili seçilmiştir. 1975 yılından sonra kurulan I ve II. Milliyetçi Cephe hükümetlerinde Alpaslan Türkeş, Başbakan Yardımcılığı görevinde bulunmuştur. 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri darbeden sonra tutuklanmıştır.

12 Eylül 1980 cuntasının savcısı tarafından Alpaslan Türkeş, “Anayasal düzeni, cumhuriyetçilik ve demokrasi ilkelerine aykırı olarak devletin tek kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak; Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak toplu kıyama yönlendirmek, toplu kıyama neden olmak, bu cürümlere katılmak” iddialarıyla suçlanmış ve yargılanmıştır. Alpaslan Türkeş, 4 yıl, 5 ay, 28 gün hapishanede tutulmuş,  9 Nisan 1985 tarihinde serbest kalmıştır.

         Mamak’ta tutulan Alpaslan Türkeş özelinde düzenlenen iddianame Türk milliyetçiliğinin Marksist/sol bir algı ile yargılanması biçiminde tanzim edilmiştir. “Bir sağdan bir soldan” rövanşı içinde idam edilen masum vatan evlatları olmuştur. 12 Eylül yargısı, nesilleri daha doğrusu idealleri işkenceden geçirmiştir.
Alpaslan Türkeş’in Türk milliyetçiliğini yargılamaya cüret eden cunta savcısına yönelik olarak söylediği şu sözler bugün gelinen noktayı o günden görmek anlamına gelmektedir. O, şöyle der; “devlet ve millet adına görev ifa eden bir makamda bulunan kişilerin milliyetçilik fikrini suçlamaları, milli birliği sabote edilmek istenen bu ülkenin geleceğinde tahripkâr neticeler doğuracaktır” öngörüsü o yıllara aittir. Bugün 12 Eylül rejiminin tahribatını, milli meseleler karşısında oluşan duyarsızlık olarak şekillenen acı neticelerini yaşanılan hemen her olayda tanık olmak mümkün oluyor.
Zira Mamak zindanları yalnız bir tutuk evi değildir. İşkenceleriyle Mamak zindanları, bu ülkenin insanlarını millete, vatana, askere, ülkeye ve ülküye düşman etme yerleri olmuştur. O yılları ve Mamak iklimini, Agâh Oktay Güner’in şu tespiti yeteri kadar açıklamaktadır: “Mamak, yalnızca soğuk, çıplak acı hatıralar yumağı, bir tutuk ve ceza evinin adı değil, insanı eriten, insanı haysiyetsiz kılmak için yaratılmış çilehane’nin adıdır”. İnsanlar Mamak’ta işkencelerle her şeyden önce kendisine sonra da milletine, milliyetine, vatanına ve devletine yabancılaştırılmıştır. Günümüzde insanların vatana, millete, devlete milli meselelere ve ülkeye karşı ilgisizleşmelerinin, duyarsızlaşmalarının ya da “neme lazım” felsefesi edinmelerinin altında daha çok bu gerçekler vardır.

Kişiliği ve Karakteri.,

Alpaslan Türkeş’in hayatının biyografik yanından çok düşünceleri insanları daha çok da gençliği etkilemiş, Türk milleti ve Türklüğün dünya tasavvuru konusunda ortaya koyduğu görüşler, geniş kitleler tarafından benimsenmiştir.
Döneminde tek başına milletinin ruhu ve bir anlamda kaderi olabilmiş, tarihi ve abidevi bir kimlik ortaya çıkmıştır. İddiası, ilkesi ve ülküsüyle boşluk içinde yabancılaşmaya açık bir gençliğin kendisine dönmesini sağlamış ve onları Türk İslam ülkü ve idealiyle buluşturmuştur. Gerçek anlamda gençliğe peşinden gideceği bir amaç ve uğrunda prangalar yıpratacak bir anlam sunmuştur. Onun düşünceleri vatan evlatlarının tarihlerine daha fazla aidiyet duymasına, inançlarına daha sıkı sarılmasına, milli ve manevi değerlerine perçinlenmesine neden olmuştur.
Tek başına kaldığı zamanlarda dahi Türk İslam ülküsüne yönelik devasa boyutlardaki eleştiri ve saldırılara karşı koyabilmiştir. Eğilmemiş, bükülmemiş, yılmamış önüne çıkan ya da çıkartılan engellere de aldırmamıştır. O, Türk milletinin önüne çıkan ya da çıkartılan sorunların çözülmek, engellerin aşılmak, barajların ise yıkılmak için var olduğunu bir düstur olarak benimsemişti. Zulüm altında tutulduğu, iftiranın her çeşidine muhatap olduğu tabutluk diye adlandırılan tavansız hücrelerde dahi inandığının gereğini yerine getirmekten geri durmamıştır.

Türkiye’nin en çalkantılı ve istikrarsız dönemlerinde toplumsal ve siyasal gidişatı seyretmemiş, her türlü riski üstlenerek duruma doğrudan müdahil olmuştur. Herkesin sustuğu zor zamanlarda konuşmuş, Türk milletinin boğulmaya yüz tuttuğu dar bir zamanda da yüce milletinin hizmetine koşmuştur.
Nesli tükenen türden kahramanlar arasında milletinin kendisine “Son Başbuğ”  sıfatını yakıştırdığı Alparslan Türkeş’in Türk milletini milli ve manevi yönden yüceltmek davasında çok özel bir yeri ve konumu vardır. Fiziki yapısıyla maddi dünyadan ayrılmasına karşın açtığı yol, ortaya koyduğu fikirler yaşıyor ve yaşamaya devam ediyor.
Alpaslan Türkeş’i anlamak esasta Müslüman Türk Milletini, medeniyetini ve tarihini anlamak, anlamlandırmak ve kavramak demektir.

Gençliğe Emanet Ettiği Dava.,

Alpaslan Türkeş, Türk milletinin tarihinin, İslam dininin ve Türkiye coğrafyasının üzerinde oynanan emperyal oyunların farkında olarak, Türk, İslam ve Türkiye müktesebatının muhafazası için yapılması gerekenleri kendisine dava edinmişti. Türk kültürünü ve Türk milletinin üzerinde yaşadığı bütün coğrafyaları temel ilgi alanı olarak görmüştür.
Onun ortaya koyduğu davayı, yolu ve özelliklerini yazdığı şu satırlar açık bir biçimde ortaya koymaktadır: “Gayemiz Türk milletinin kurtuluşu içindir. Mücadelemiz, Türkiye’nin başındaki bütün felaketlerdir. Fikir ve haklı bir dava en büyük kuvvettir. Biz, Türk milletinin davasını güdüyoruz. Arkamızda hiçbir yabancı güç yok. Arkamızda Türk milleti var. Bundan üreten düşmanlarımız bizi hedef almışlardır. Bunun için yolumuz doğru ve sağlamdır. Allah bizimledir. Yenilmez insanlarız, çünkü imanımızı tamdır. Yenilmez olmamızın sırrı inançlardan, ülküden, büyük davadan dönmemek, taviz vermemek ve asla yenilmeyi kabul etmemektir”.
Bunlar, ancak kendine güven duyan, inançlarından emin olan, başını bir davaya tahsis etmiş bulunan inançlı bir müminin ağzından çıkacak sözlerdir. Bu sözleriyle o, gücünü davasından alan, kaderini yabana ya da yabancıya değil Allah’a emanet eden bir dava adamı olduğunu ortaya koymuş olmaktadır.
O, Türk milletinin yeteneklerine, potansiyeline ve davasının gücüne güveniyordu. Yüreği coşku dolu, sözleri heyecan yüklü olmasına rağmen gerçekleştirilebilir olmayan herhangi bir ütopya öne sürmemiştir. Yaşadığı sürece hiç bir maceraya yüz vermemiştir. Onun en önemli yanı da ortaya koyduğu düşüncelerin, çözüm önerilerinin ve yöneldiği istikametin doğru olmasıydı. “Buluşma yerimiz ne doğudur, ne batıdır, ne kuzeydir, ne güneydir. Buluşma yerimiz Büyük Türkiye’dir. Buluşma noktamız Türk’ün kafası, Türk’ün kalbi, Türk’ün cevher’i aslisidir.” Türkiye fikir piyasasında, Atatürk’ten sonra düşünce, duygu, görüş, yaklaşım, analiz ve sentezleriyle “Made in Türkiye” markasını ondan daha çok hak eden bir başka siyasi liderle Türkiye henüz tanışmamıştır. Her şeyi milleti için istemiş, onun şuna buna “el-avuç” açmasına büyük bir hırsla karşı çıkmıştır. Halkının içinde bulunduğu durumu aşağıdaki biçimde tasvir ettiğinde çok önemli bir mesaj da vermişti. “Dudaklar çatlak, mideler boş, köyler karanlık, dağlar tepeler çıplak, halk yoksul, millet düne küskün, gelecekten ümitsizdir”. Bu satırlar adeta Atatürk’ün Nutuk’ta İstiklal Savaşını başlatmak için “Samsun’a çıktığım gün umumi durum ve manzara” adlı bölümünü çağrıştırmaktadır. O, bu milletin önündeki insanları, yenmek için yemin ettiği geriliği, yolsuzluğu, inançsızlığı, ülküsüzlüğü ve cehaleti bir seferberlik duygusu içinde adeta çarmıha germeye davet etmektedir.

Topluma önerdiği reçete, gençliğe sunduğu ülküyü açıklıyor sonra da ülkeyi nereye taşımak istediğini belirliyordu. İlk iş olarak varılması amaçladığı “nihai hedefi” belirliyor, sonra o hedefe ulaşılması için yapılması gerekenleri sıralıyordu. Sonuçları hedef alan bir yönetim stratejisiyle ülke sorunlarını nasıl çözeceğini ortaya koyuyordu. O, bunu şöyle ifade etmişti:  “Her şeyden evvel biz nihai bir hedef tespit etmiş bulunmaktayız. Bizim tespit ettiğimiz nihai hedef Türk milletinin en kısa zamanda, en kısa yoldan ilimde, teknikte en ileri gitmiş, maneviyatta, imanda, ahlakta en yükseğe çıkmış, sanayileşmiş hiçbir kapıya avuç açarak yardım dilenmeyen kendi kudreti ile ayakta duran ve sözünü Dünya’nın her yerinde değil bağırıp söylemekte, hafif kaşını yıkmakla yaydırabilen bir Türkiye kurmak istiyoruz”.
Çaresizliğin, çözümsüzlüğün, yılgınlığın ve yorgunluğun onun hayatında yeri yoktu. Düşman karşısında beyaz bayrak çekmek, sorunlar karşısında teslim olmak ya da mücadeleden çekilmek ona göre bir şey değildi. Alpaslan Türkeş, önünün her kesildiğinde milletine hizmet davasını, gençliği harekete geçirme yöntemini ve toplumu uyarma görevini bir başka biçimde yerine getirmiştir.

Fikir, İdeal ve İlke.,

O, milletine kendi karnını kendi elleriyle doyurmaya, kendi sorunlarını yabancılar eliyle değil kendi elleriyle çözdürmeye, kendi gerçeklerini kendi insanlarının ellerine emanet etmeyi tavsiye etmiştir. Bilge Kağan’ın 1300 yıl önce taşlara yazdığı gibi “titreyip kendine dönmek”, el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışarak sorunları aşmak gerektiğine sürekli bir biçimde vurgu yapıyordu. Şöyle yazmıştı: “Türkiye’nin yükselişi dışarıdan ithal edilen fikirlerle olamaz. Hiçbir yabancı, Türk milletinin menfaatlerini, Türk milletinin kendisi kadar düşünemez…/…Davalarımızın çözümü kendimize dönmek, sarsılmaz bir birlik halinde el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışmaya girişmekle mümkündür” diye yazmıştı.
Türkeş, zehrin panzehirle; fikrin de ancak daha ileri bir fikirle yenilebileceği görüşündeydi. Kendi milli bünyemize uygun, ötekilerden daha yüksek ve daha ileri bir fikirle galip gelinebileceğine savunuyordu. Silahı fikirdi. Fikirler, ülküler ve inançlar silah kuvveti ile polis gücü ile veya kaba kuvvetle hiç bir zaman ezilemez, önlenemez ve yenilemez diyordu. Fikir temeli olmayan hiç bir hareketin başarı kazanamayacağına, özellikle dikkat çekmişti.
 “Milletler yabancı kuvvetlerin orduları ve diğer menfi güçleri tarafından yok edilmeden önce manevi ve fikri güçleri tarafından esaret altına alınırlar. Böyle bir duruma düşen toplumun esir ve yok olması kesin bir hale gelir.” Bu inanç, onu yabancıya karşı yerli, dışa karşı iç, kaba güce karşı fikri ön plana alan çalışmalar yapmaya sevk etmiştir. Yabancı doktrinler ve yönetim sistemleri taklit edilerek Türkiye’nin kalkınamayacağını bu anlamda da kapitalizm, komünizm ve liberalizmin ülkemizin gerçekleriyle bağdaşamayacağını ifade etmişti. Türkiye’yi kalkındıracak sistem ve görüş, ancak Türk milletinin özelliklerine uygun, Müslüman Türk milleti gerçeğini göz önünde bulunduran ve modern ilim ve tekniği yol gösterici kabul eden, milli bir görüş olduğunu savunmuştu.
Ortaya koyduğu görüşler ve gösterdiği hedefler milletinin hislerine tercüman olacak nitelikteydi. Milli unsurları, yerli ilkelerle ve milletinin özünde var olduğuna inandığı potansiyel kaynaklarla harekete geçirmeyi amaç edinmişti. İşaret ettiği büyük hedef oldukça anlamlıydı. O diyordu ki;

 “Ben Türk Milletini,

        Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,
        Rüşvet, hile, çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,
        Ahlaktan mahrum bir hürriyete,
        Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum.
        Türklük şuur ve gururuna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa,      Adalette yarışa, Birliğe, Kardeşliğe, kısacası.,        Hak yolu,       Hakikat yolu,  ALLAH yoluna çağırıyorum.”

Karnını doyurmak özgürlükten tavizi, özgürlüğü sağlamak için de aç kalmayı kader olarak görmenin yanlış olduğunu her fırsatta ortaya koymuştu. O, ünlü bir bilgenin dediği gibi milletine “hür bir kümeste hür bir tilki” özgürlüğü vaat edenlere karşı çıkmıştı. Ona göre, Türkiye’nin “aç hürler, tok esirler ülkesi” olmasına izin verilmemeliydi.
İnsan olmanın, insan gibi yaşamanın temel şartının özgür olmaktan geçtiğini, özgürlük için risk almayanların, insanlığının tehdit altına gireceğini söylemişti. Köleliğin şekline değil, özüne karşı olmak gerektiğinin altını çizmişti. Hangi yaldızlı söylem, uygulama ya da yöntem altında uygulamaya sokulursa sokulsun köleliğe karşı isyan etmenin insan olmanın zorunlu sonucu olduğuna dikkati çekmişti: “Köle olarak yaşamaktansa, hürriyet için can vermeyi, kan dökmeyi göze alamayan fertler ve milletler, hiçbir zaman, hiçbir devirde insanca yaşamaya layık olamazlar. İnsanca meziyetlerle uşaklık asla bağdaşmaz. Esaret ve istibdat zinciri ne kadar süslü olursa olsun, madeni ister altın, ister platinden bulunsun yine zincirdir. Böyle bir zincire vurulmak istenen insanların göstereceği en asil duygu ve hareket isyan ve başkaldırmadır”.
O, Türk Milletinin üstüne kâbus gibi çöken sefalet, ideolojik savaş ve ihanetlere karşı çağdaş bir çığlık gibi gençliğin yüreğinde yerini almıştı.
Yabancı ideolojilerin etki ajanı haline gelmiş olan taklitçi aydını da çok sert biçimde hem uyarmış hem de eleştirmişti.
Soysuzlaşmayı, özentiyi, taklidi, kopyayı, sığıntı olmayı yok edilmesi gereken alışkanlıklar olarak gördüğünü şu satırlardan anlamak mümkündür:  “En az iki yüz yıldan beri soysuzlaşma, milli benliğinden koparak başkalarına sığıntı olmak, yabancıları taklit etmek, Batının sefahat ve kaba dış görünüşüne özenmek, başka diyarların gerçeklerinden doğmuş sistemlerini kopya etmeğe kalkışmak gibi hareketler ezilip, bir daha hortlamamak üzere yok edilecektir.” Taklidin yabancı hayranlığını; yabancı hayranlığının da yabancı uşaklığını doğuracağını zamanında kavramış; gerekli ilke ve tedbirleri koymuştu. “Türk milleti için her çeşit yabancı ideoloji ve kültür saldırısına karşı dayanılacak kuvvet, Türklük ülküsü ve Türk milliyetçiliği şuuru ile Türk milliyetçiliği ideolojisidir.”  Tamamı özgün ve yerli, bütünüyle milli olan görüşleri büyük bir cesaretle fikir piyasasına sürmüştü.
Yabancılaşmış aydın tipinin sonuçta düşman kadar Türk milleti için tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle “Biz, eskicilerin döküntülerini kapışan, başkalarının sırtından çıkardığı elbiseleri giyerek efendiliğe kalkışan, arsız aydın tipini Türk milletinin baş düşmanı saymaktayız” demişti.
Alpaslan Türkeş, aydın ile halkı, din ile bilimi, devlet ile milleti, imam ile öğretmeni, Türklük ile İslamiyet’i karşı karşıya getirme faaliyetlerin yanlışlığına ve tehlikesine özel bir dikkati çekmişti. Milletin değerlerini ve müktesebatını birbirine karşıt getiren ya da gösterenlerin iyi niyetli olmadıklarını da ifade etmişti. Bu tür girişimlerin Türk milletine yönelik tehlikeli senaryolar olduğunu söylemişti. “Memleketimizde halk aydın ikiliğini ve küskünlüğünü görüyoruz. Halktan olduklarını iddia edenler hareketleri ile halka karşı bir tutum içindedirler. Millet kime inanacağını şaşırmış durumdadır. Bu imam-öğretmen, halk-aydın ikiliğinden ileri gelmektedir. Bu hal Türkiye’miz için felaketli bir durum arz etmektedir. Türk milleti Müslüman’dır, İslamiyet’e bağlıdır. Millete hizmet edenlerin (milletin) dinine uygun ve saygılı olmalarını istiyoruz”.

         Türkeş’e Göre Türkiye’nin İki Ana Sorunu: Üretim ve İnsandır

Sorunları tasvir ve tespitle yetinmemiş, sorunların nasıl çözümleneceğinin yolunu da göstermiştir. O, her türlü yoksulluğu, yozlaşmayı ve yabancılaşmayı aşmanın yolunun insan unsurunun kalitesinin artırmaktan geçtiğini tespit etmişti. Bunun için insana yüksek bir iman ve inanç müktesebatı verilmesini, onun yüksek bir ahlaka ulaştırılmasını ve bir de her insanın, uğruna rahatına kıyabileceği bir ideal sahibi yapılması gerektiğini zorunlu görmüştü.
Türkeş, insanın güç kaynağının insanın bizzat kendisi olduğuna dikkati çekerek insanın eğitilmesinin önemine vurgu yapmış ve şunları söylemişti: Ama eğitilmiş insan, ahlak sahibi, ülkü sahibi, iman sahibi insan, bilgi sahibi, bilgi ve teknik sahibi insan…Bu birinci ilkedir. İkinci ilke, çağa uygun en ileri seviyede ilim ve teknik sahibi olmak milletçe… Bunun da ana ilkesi dünya çapında en yüksek seviyede bir ilim adamları ve teknisyen kadrosu kurmaya dayalıdır. Her şeyden önce kalkınacak bir ülkenin dünya çapında liyakatli, iktidarlı ilim adamları ve teknisyenler kadrosu kurması gereklidir. Üçüncü ilke ise, ileri, modern sanayi sahibi olmak, sanayileşmek zorunluluğudur.
Ekonomik gücün, refahın ve kalkınmanın kaynağının üretimden, üretimin kaynağını da yetişmiş insan gücünden geçtiğini her fırsatta dile getirmişti. Üretilenin adil bir biçimde paylaşımı için sosyal adaletin sağlanması gerektiğini söylüyordu. Barışın ve huzurun, ancak sosyal adalet ve sosyal güvenliğin tam olarak sağlanmasıyla mümkün olacağını işaret ediyordu. Bunun için hayatın her safhasını kapsayan, lekesiz, gölgesiz bir hak, hukuk ve adalet düzeni kurmayı planlıyordu. Yoksun ve yoksul kesim için yeni bir yapılanmanın gerekli olduğuna dikkat çekmişti. Bu bağlamda “Sosyal Yardımlaşma ve Güvenlik Teşkilatı kurulmasını zorunluluk olarak görüyordu. Ancak bu yolla “memlekette, arkası varmış yokmuş, iltiması varmış yokmuş, parası varmış yokmuş gibi bir lüzum, bir durum ortadan kalkarak bütün vatandaşlara ihtiyacı olan yardımın sağlanması, ihtiyacı olan himayenin sağlanması mümkün” olabileceğini söylemişti.
Alpaslan Türkeş, çeşitli iktidarlar tarafından devrim, reform, çağ atlama adı altında ortaya konulan iddialı bir çok uygulamanın nitelik itibarıyla Batı ülkelerini taklitten ibaret kaldığını, gerçekte ülkeyi kalkındıracak, refaha götürecek ve zenginleştirecek üretimi sağlayamamasını “büyük hata” olduğuna dikkati çekmişti.

 “Batı memleketlerinin dış görünüşünü, batı memleketlerinin milletimizi kalkındırmakla hiçbir ilgisi olmayan birtakım lüzumsuz adetlerini, modalarını taklit etmek, kopya etmek sadece ve sadece Türk milletine israfa mal olan, Türk milletinin kazancını, değerlerini israfa sebep olan batı tüketimini taklitten ibaret kalmış, buna karşılık memleketin asıl acısını, asıl derdini teşkil eden üretim sağlama faaliyetleriyle ilgilenilmemiştir. Türkiye’nin karşılaşmakta olduğu ana meselelerden birisi de budur. İstihsal, üretim ve üretimle dengeli tüketim…”

 Millilik ve Milliyetçiliği.,

Hataların bile, ancak milletin öz evlatlarının yapabileceğine dikkati çekiyor; her şeyde, yerde ve şartlarda milli bir politikanın ve bakış açısının geliştirilmesi gerektiğini ihtar ediyordu: “Bir ihtilal, hangi millet hesabına yapılırsa yapılsın; mutlaka onun öz evlatlarının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır.” diyordu. Günümüz Türkiye’sine baktıkça onun o gün söylediklerinin anlamını bugün çok daha iyi anlaşılıyor.O Temel Görüşler adlı eserinde şöyle yazmıştı: “Devlet işlerinin başına, devletin kurucusu olan kavimden başkaları geçince, o devlet yıkılır. Yani millet istiklalini kaybeder.”
Ona göre Türk milletinin istiklal ve istikbalini korumak, yüceltmek ve ebedi olarak var etmek fikrinin üstünde hiç bir fikir olamazdı. “Biz her türlü emperyalizmi ve yabancı kültürleri reddediyoruz, merde de, namerde de muhtaç olmadan yaşayan bir Türkiye görmek istiyoruz.” O tam bağımsız, anti emperyalist, demokratik ve insan haklarını esas alan bir milliyetçilik anlayışını milletinin önünü koymuştu: “Her şey Türk milleti için, Türk milleti ile beraber ve Türk milletine göre” biçiminde bir ilkeyi gönüllere nakşetmişti.
Milliyetçilik anlayışını ise şöyle ifade etmiştir: Türk milletini, Türk vatanını ve Türk devletini sevmek, bunların iyiliği için ve yükseltilmesi için köklü bir ihtiras ve şuur sahibi olmak demektir.
O, Türk milliyetçiliğinin gayesini, devleti güçlü ve bağımsız, milleti hür ve müreffeh kılmak olarak belirlemiştir. Yine Türk milliyetçiliğinin karakterinde güçlü devlet adına hür milletten, zengin birey adına da bağımsız devlet idealinden feragat etmek gibi bir tercih asla olamayacağının altını çizmiştir.
Türkiye’nin bugünkü sınırları dışında kalan diğer Türklerle ilgilenmek ve onların iyiliği için, kurtuluş ve selameti için elinden geleni yapmaya çalışmak Türk milliyetçiliğinin kutlu bir vazifesidir.
Her şart altında düşüncelerini ifade etmekten çekinmemiş ve geri adım atmamıştır. Şu sözler ona aittir: “Ne yaptımsa, bilerek ve isteyerek yaptım. Türkiye ve Türk Milleti için yaptım. Milliyetçiliği suç kabul ediyorsanız, ölünceye kadar bu suçun faili olacağım” diyerek başladığı mücadelesine gerçekten ölünceye kadar sürdürmüştür. Hapishaneleri dahi vatan köşesi kabul etmiş ve dik başını hiç bir zaman eğmemiştir. Değme aydınların dahi bir pil kadar ışık saçamadığı zamanlarda o adeta bir güneş gibi Türk gençliğinin yolunu aydınlatmıştır.

        “Tehlikelerin gözünün içine bakmak, zafer için şarttır” diyerek ülkesinin yüce geleceği için kendisini her türden tehlikeye atmakta hiç bir sakınca görmemiştir. Tehlikeler bizden korkup kaçacaklardır... Millete ve memlekete hizmet yolunda bela arıyoruz.. Belaaa..” diyerek haykırırken, adeta Namık Kemal’in
        “Felek her türlü esbabı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten.”

                Mısralarındaki anlamı eyleme geçiriyordu. İftiralar, karalamalar, sürgünler, hapishaneler onu yıldırmamış, yormamış, yıpratmamış ve her türden zulümden sonra “nerede kalmıştık” diyerek, bıraktığı yerden yoluna devam etmiştir. Onun şanssızlığı ciğerleri, yüreği, zekası ve vicdanı kendisi kadar güçlü az sayıda insana rastlamasıdır. Hâlbuki liderleri kahraman yapan “kendisinden akıllı ve dirayetli” insanları etrafına toplayabilmesinde saklıydı. Talih ve tarih bu yönden ona pek cömert davranmamıştı. Bir konuşmasında “zaman zaman bitmiş, tükenmiş bir vaziyette bazı insanların kendisine gelerek umutsuzluk ve bezginlik sergilediklerini” acı acı hikâye etmiş ve ardından da “tükenmiş piller gibi bunların sürekli şarz edilmeleri gerektiğini” itiraf edivermişti. Güneşin doğuşuyla doğabilmek ve her gün mücadeleye adeta sıfırdan başlar gibi başlayabilmek ona has bir meziyetti.

        Ülkücülüğü ve Gerçekçiliği.,

        Alçak gönüllülük ile alçaklığı bir birine karıştırılmaması gerektiğini hatırlatmıştı. Vaat ettiği şeyin kolay olmadığını, kısa yoldan iktidar umanların yanına yaklaşmamasını istemişti. İnsanları ideallerini anlamaya ve onun için mücadeleye davet etmişti. Makamların, koltukların, zevk ve sefanın iştahıyla kervana katılmak arzusu içinde olanların başka kapılara başvurmaları gerektiğini anlatmıştı. Yiğit olanlar, cesur olanlar ve gerçekten inananları kafileye katılmaya davet etmişti. İnanmış kişilerin yenilemez olduğunu belki de en etkili biçimde o ifade etmişti.
Ülkücülük anlayışını bir cümle ile şöyle formüle edivermişti: “Türk milletini en ileri, en medeni, en kuvvetli bir varlık haline getirme ülküsüdür.”  İşte bu ülkü için asla almayı düşünmeden, daima vermeyi göze alan fazilet savaşçılarını göreve çağırmıştı. Şöhret, koltuk, ikbal ve şan duygusuna esir olmadan ve hiç bir şeyden korkmadan feragat ile mücadele edecek ahlak timsali kişileri göreve çağırmıştı. Ömrü boyunca fiyatı olmayan kişileri bir Diyojen gibi elinde fenerle aramış durmuştu.
O öyle demişti, öyle oldu. Rüyasının kısmen de olsa hakikat olduğunu görmüş ender insanlardan birisiydi. Gözlerini kapadığında içinde ukdesini taşıdığı birçok hayalin, inanılmazın ve idealin “gerçek” (reel) olduğunu görmüştü. “Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına imanım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi bu dünyaya, onun rüyaları içinde kapayacağım.” Türk ülkeleri kurultaylarını yaparken ki mutluluğu görülmeye değerdi. O bu anı görmenin Türkiye’de iktidar olmaktan da, devlet başkanı olmaktan da daha önemli olduğunu defalarca söylemişti.
“Ülkücülük ve gerçekçiliği birlikte yoğurarak yeni ufuklara doğru Türk milletinin kanatlanışını sağlamalıyız”diyordu. Hedefleri yüce olmasına karşın ayaklarını sıkı sıkıya bulunduğu zemine basıyordu. Ütopya, hayal, macera ve romantizm ile gerçeği çok iyi ayırmasını becerebilmişti. O, komünizm çökecek dedi, çöktü. SSCB’nin hegemonyası altındaki Türk illeri bir gün kurtulacak dedi, kurtuldular. Türk dünyasının bir gün bir gerçek olarak doğacağından söz etti, bugün Türk dünyası güçlü bir hakikat olarak Alpaslan Türkeş’ini arıyor.
 “Biz ırkçı değiliz. Fakat biz dünyanın değil, kâinatın neresinde bir Türk varsa onunla ilgilenmeği, ona sevgi beslemeği bir görev sayıyoruz. Milyonlarca esir Türkün bulunduğu dünyanın bu haliyle huzura kavuşacağına inanmıyoruz. Bunun için bütün Türklerle ilgileniyoruz. Fakat burada bir prensip koyuyoruz. Türkiye dışındaki Türklerle ilgilenirken, Türkiye’ye en ufak bir tehlike gelmemelidir. Her şey Birleşmiş Milletler Yasası’na göre yürütülmelidir, diyoruz.”
 Ona, vatan, millet ve din düşmanları söylenmedik söz, atılmadık iftira bırakmadılar. Ancak o, hiç bir zaman insanlığı, aklın ve gerçeğin dışında bir yol ve yönteme tevessül etmedi. İçi insanlık daha çok da doğal olarak Türklük sevgisiyle doluydu. Bu sevginin duygularını değil aklın hizmetinde olarak nesillerden nesillere ulaştırılması gerektiğini savunuyordu. Siyasi sınırlarımız dışında fakat kültür sınırlarımızın göbeğinde bulunan kardeşlerimizle ilişkilerimiz sıklaştırmalı, yoğunlaştırmalı ve geliştirmeliyiz diyordu. Bizim koyacağımız, tuğlalar zamanla kutlu dava Turan’ın temellerini oluştururlar. O göreceksiniz çok kısa süre sonra Sovyet zulüm imparatorluğu çökecektir demişti. Onu takip eden birçokları bile bu öngörüyü çok iddialı bulmuştu.

        İhtilal’den Demokrasiye Alpaslan Türkeş.,

        Alpaslan Türkeş, yıllarca 27 Mayıs ihtilalinin müsebbibi olarak gösterildi. Rusya ve Çin yanlısı Marksistler tarafından “faşistlik”le suçlandı. Ön yargılılar, onun demokratik ve insani yanını hiç görmek istemediler.

Alpaslan Türkeş’in 27 Mayıs’ta yaşadığı tecrübe, sonraki hayatında onu demokrasi ve özgürlüklerin savunucusu bir kişi konumuna getirecektir. Türkeş, her fırsatta halka rağmen halka hizmetin mümkün olamayacağını, iktidara gelmenin tek yolunun demokratik usullerle yapılan seçimleri kazanmak olduğunu ısrarla vurgulamıştır. O bunu ülkenin aydın ve vatansever insanlarına da şöyle tavsiye etmiştir: “Ben 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra, o kanaate vardım ki, ihtilal yoluyla bir memlekete hizmet etmek mümkün değildir. Ne kadar eksik ne kadar aksayan tarafları olursa olsun hukuk yoluyla bir memlekete hizmet en iyi yoldur…/…Memleketin aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur; en kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilaldan iyidir”. Şu söz de ona aittir;  “En kötü demokratik idare en iyi ihtilaldan daha iyidir”. Halka ve Hakka dayanmayan hiç bir idare ve projenin millet nezdinde başarı şansının olmadığını ve olmayacağını açıkça ortaya koymuştur. Her fırsatta iktidara gelmenin yolunun, güçten değil gönül fethinden geçtiğini ifade etmişti. “Gönül Seferberliği” adı altında topladığı yazılarında da bu hususa özellikle dikkat çekmişti.

        Demokrasi konusundaki sorunun yasalar ya da şekil sorunu olmadığını, aksine zihniyet sorunu olduğuna, sürekli vurgu yapmıştır. O, bu hususta şunları söyler: “Daima keramet anayasada görülmüş devrimlerin ruhu şekillere mahkûm olmuş, muhtevaya ve özele inilmemiştir. Sandıktan geçen demokrasi bir tahta sandık olarak değerlendirilmiştir. Oysa demokrasi insan varlığına sevgi ve insan iradesine saygının bir ifadesidir”.

İhtilal ile ilgili görüşlerini ise 17 Mart 1963 tarihinde Tercüman gazetesine verdiği bir beyanatta çok keskin ve net bir ifade ile şöyle ortaya koyar: “Bugün, değil hazırlamak ve yapmak, ihtilalı düşünmek bile vatana ihanet olur”.
Milli iradeye herkesin, her zaman saygılı olması gerektiğine vurgu yapmış, milli iradenin de çoğunluğun iradesinden ibaret olmadığını ifade etmiştir. Ona göre milli iradeye herkes gereken saygıyı her zaman olduğu gibi göstermelidir. “Ancak milli iradenin milletin bağımsızlığını yıkma ve vatanı parçalama hareketlerine meydan vermek demek olmadığını da herkes iyi bilmelidir. Milli iradenin herhangi bir seçimde oy çoğunluğunu sağlayan partinin genel başkanın tek başına temsil edemeyeceği devletin tarihinden gelen köklü müesseselerin de milli iradenin temsilinde yetkili ve milli bağımsızlığın korunmasında görevli olduğu unutulmamalıdır”.

Uzun tahlillere girmeden Alpaslan Türkeş’in demokrasi anlayışının ne olduğunu yakın mesai arkadaşlarından birisi olan Yaşar Okuyan’ın anlattığı bir anı ifade etmeye yetecek niteliktedir. Okuyan, “O Yıllar” adlı kitabında şunları anlatıyor: 41. Cumhuriyet hükümeti 21 Temmuz 1977’de kuruldu. Hükümetin kuruluşu sırasında MHP’ye biri başbakan yardımcılığı olmak üzere beş bakanlık verilmişti. MHP’ye düşen bakanlıklara atanacak isimler kendi yetkisinde olmasına karşın Türkeş konuyu MHP GİK’e getirdi ve tartışmaya açtı. Türkeş, “Biri başbakan yardımcılığı olmak üzere toplamda beş bakanlık olacak. İçtüzüğe göre kimin bakan olacağına karar verebilirim. Ancak ben konuyu sizin değerlendirmenize açıyorum. Herhangi bir isim telaffuz etmeyeceğim. Başbakanlık yardımcılığı dâhil kimlerin bakan olacağına siz karar verin”.

Alpaslan Türkeş’in milletin üzerinde hiçbir vesayeti kabul etmediğini büyük bir açıklıkla ifade etmişti. Milletin devlet ya da kurumları için değil, aksine devletin ve kurumların millet için olduğunu 1978 yılında Dizgi Baskı'dan yayımlanan genişletilmiş birinci baskı "9 Işık" isimli kitabın 260'ıncı sayfasında şöyle ifade edecektir: Milli Demokrasinin diğer müesseselerini, bilhassa TRT'yi, Anayasa Mahkemesi' ni, Danıştay' ı, Yargıtay'ı, Üniversiteyi, Yüksek Hâkimler Kurulu'nu, milli menfaat ve güvenliğimize uygun olarak değiştirip yeniden kuracağız.
Tarihe not düşmek bakımından Ziya Gökalp ile Alpaslan Türkeş’in yargılandığı ve suçlandığı hususlardaki benzerliğe dikkat çekmek analizimizin bu aşamasında bir zorunluluk halini almıştır. Bu nedenle Ziya Gökalp’in 1919 yılında, Alpaslan Türkeş’in ise 1944 yılında muhatap olduğu sorular ve bu sorulara verdikleri cevaplar aşağıya alınmıştır.

Ziya Gökalp ve Alpaslan Türkeş’in Yargı Kardeşliği.,

Ziya Gökalp, 27 Nisan 1919 Pazartesi günü, kendisini Mustafa Nazım Paşa’nın harp divanı karşısında bulmuştur. 28 Ocak 1919’da, Edebiyat Fakültesi’nde, derse girmeye hazırlanırken tutuklanmıştır.[1]
Savcı Mustafa Nazmi Bey, İttihatçıları boy hedefi seçmişti. 1913 yılında tek başına iktidara geçmiş olan İttihat ve Terakki, tüm örgütüyle her şeyden sorumluydu. Büyük ve vahşî katillik ve ihtikâr hareketleri onun eseriydi.
İttihatçılar, grup grup yargılanmışlardır. Ziya Gökalp'in grubunda Mithat Şükrü, (Küçük) Talât, Rıza, Atıf, Cevat (Paşa) beyler vardır. Ziya Bey ve arkadaşları, İttihat ve Terakki'nin işlediği ağır suçlara (cinayetlere) ikinci derecede katılmış sayılıyorlardı.
Mahkeme 17 Mayıs 1919'da son bulmuştur. Ziya Bey ve arkadaşları, Limni ve Malta adalarına sürülmüşlerdir.

Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki'ye yüklenen tüm suçlardan sorumlu olarak yargılanmıştır. Asıl ilginç olanı, Divanıharp, Ziya Bey’le beraber Türkçülük ideolojisini de sıgaya çekmiştir.
O gün: 14 Mayıs 1335 (1919).
Mahkeme « Reis » i Mustafa Paşa, Mütareke döneminin kinci ve tarafsızlığını yitirmiş bir yargılayıcısıdır. Sıra, Türkçülük ideolojisinin hesabını sormaya gelmiştir. Aşağıdaki satırlar, bu yargılama sahnesini, olduğu gibi, yansıtacaklardır:
Reis — Ziya Bey, sizin «Yeni Mecmua» namında bîr mecmuanız var mı?

Ziya Bey — «Yeni Mecmua» bir mecmuadır. Bendeniz oraya yazı yazarım.
Reis — Orada «Turancılık» gibi bir makaleniz var mı? Bu makale, Osmanlılık sıfatına Turancılığın tercihi hakkında imiş. Bu baştaki içtihadınızı izah eder misiniz?
Ziya Bey — «Turan nedir?» diye bir makalem var. Orada gösteriyorum ki, bugün tasavvur edebilecek Turan, harsı (kültürel anlamına) Turan'dır. Yâni Osmanlı Türkleri bir hars (kültür) yapacaktır. Sonra bunu diğer Türkler kabul ederse, işte harsı Turan budur. Ve bu da Osmanlı devleti için faydalıdır. Çünkü bir kere, memleketimizde Osmanlılığın esası olan Türklük terakki edecek, tabi devlet de kuvvetlenecek, sonra da bütün Türkler, bu Osmanlı Türkçe’sini kabul edecekler. Harsî Turan'dan maksat, Azerbaycan Türkleri zaten başlamışlardır, Osmanlı Türkçe’sinin yayılması, Osmanlı edebiyatının millî edebiyat olarak kabul edilmesi, tabiî Türkleri buraya kalben bağlı bırakacak. Buradaki eserler bütün Türk âleminde okunacak, gazetelerimizin, kitaplarımızın okuyucuları çoğaldığı gibi, tabiî muharrirler de, edipler de eserlerinden daha çok fayda görürler. Makale bu suretle baştan nihayete kadar Osmanlılığa faydalı olacağına delâlet ediyor ve açıkça ifade ediyor.

Reis — Bu, anasırı, Müslüman olmayan unsurları bazı kötü duygulara (günâ hissiyata) düşürmez mi?

        Ziya Bey — Hayır efendim. Bütün anasırı Osmaniye kendi harslarında muhtardır. Yani her unsur kendi milli harsında muhtardır. 
Kendi edebiyatını, kendi harsını, kendi lisanını neşredebilir. Binaenaleyh bu usul onları gücendireceğine bilâkis memnun eder, çünkü; aksi fikirde bulunanların 
yani «Türk milleti yoktur, Türk harsı yoktur, Osmanlı harsı vardır» diyenlerin fikri, anâsırı gücendirir. Çünkü; tabiî diğer milletleri tanımaz. 

Yalnız Osmanlı milliyeti var der. Hâlbuki bendenizin itikadıma göre, Osmanlı tâbiri devletindir. Devleti Osmaniye’ye bağlıyız. Fakat Devleti Os­maniye içinde 
Arap milleti, Türk milleti, Ermeni milleti var. Müteaddit milletler var. Bu bilâkis her milletin milliyetin tasdik ediyor ve Osmanlı devletinin de kuvvetlenmesini 
temin ediyor. Çünkü Osmanlı Devleti ancak karşılıklı saygı esasına dayanan ittihadı anasıra (Osmanlı İmparatorluğundaki çeşitli unsurların birliğine) istinat edebilir. 

Yoksa «hepimiz Osmanlıyız, milliyetimiz yoktur» demekle ittihadı anasır olamaz. Bilâkis bunu unsurlar reddederler.

        Reis — Milliyet iddiası başka. Fakat Osmanlılık birçok milletlerden teşekkül ettiği için onların arasındaki ilişkiyi güçlendirmek gerekir. Yalnız içlerinden bir 
kısmını seçip de onların milliyetini meydana koymaya çalışmak, tabiîdir ki, diğer unsurların hattâ belki Müslüman olan diğer unsurların kalplerinin kırılmasına 
yol açmaz mı?.

        Ziya Bey — Hayır efendim, her unsur...
Reis — Osmanlılık nâmı altında içtima etmişler. Hattâ bunlardan bazıları, pek çok Hıristiyanlar, zatı âliniz daha iyi bilirsiniz ki, Türkçe’den başka lisan bilmezler. Kendi lisanlarını bile konuşmuyorlar. Osmanlılık yüce adı altında toplanmış olan kavimlerin yek diğerine olan bağlılığı güçlendirilecek yerde onların bazı özellikle bazı güna inkisarını mucip olacak bu gibi makalelerden ne fayda bekliyordunuz?

        Ziya Bey — Eskiden Türkçeden başka lisan bilmeyen Rumlar bilâhare çocuklarını Atina'ya gönderdiler, Rumcayı öğrettiler, Ermeniler de öyle. Ermeniler deli insanlarını ihya ettiler. Bu asır milliyet asrıdır. Bahusus “Wîlson Prensipleri” de bunu büsbütün meydana çıkardı. Her millet milliyetine doğru gitmek mecburiyetindedir. Fakat bu milliyet Osmanlı tabiiyetine halel getirmez. «Osmanlı» kelimesi siyasi bir cümledir; bir devlettir. Bir devlet dâhilinde müteaddit milliyetler olabilir. Fakat o milletin âhengine, ittihadına belki mâni olacak şey, milliyet prensibinin inkâr edilmesidir. Milliyet yoktur demekle, tabi unsurların kaynaşmaları engellenmiş olur.
Aslında Gökalp’ın bu Reise karşı verdiği cevaplar çok daha uzun. Ziya Gökalp bu konudaki görüşleri özetle şöyledir.
Turan, Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu ülkelerin tamamı olan bir coğrafyadır. Bu büyük vatanda, bütün Türk milleti, kültürce özgür, uygarlıkça bağımsız olarak bir devlet kuracaktı.
Gökalp, 1918 yılında «Rusya'daki Türkler ne yapmalıdırlar?» sorusuna da çözüm aramıştır. İlk aşamada, Türk kolları bağımsız devletler (Şube hükümetler ya da Nahiyeler) kurmalıydılar. Başlarına geçecek reislerini, Oğuz Han yönetimine göre seçecekler ve onlara kayıtsız, şartsız «itaat» edeceklerdir. Bugünkü dille «federe» diyebileceğimiz bu devletler eşrafçı (Ağa'cı) ve «Bolşeviki» politikalarına dayanmayacaklar», «tesanütçülük» (dayanışmacılık) sistemini uygulayacaklardı.

İkinci aşamada, devletlerin reisleri, genel bir kongre toplayarak, içlerinden en kahramanını «umumî reis» seçeceklerdir. Bu reis'in unvanı «Serdar» ya da «Sahipkıran» olacaktır. Böylesine bir büyük adam, kendi içlerinden çıkabilirdi. Yoksa Osmanlı Türkleri arasından gönderilebilirdi[2].
Üçüncü aşamada, Osmanlı Devleti’yle birleşilecek, Turan kurulmuş olacaktı.

Ziya Bey'in, çizdiği tabloya bazı Türkçüler daha da açıklık getirmek istemişlerdir.
Ömer Seyfettin'e göre, Turan yüz milyonu aşkın Türk'ü toplamak, bölünmüş «millî vücud»u tanımlamak, inancına dayanıyordu. Türkçülüğün «iktisadi mefkûresi» (ekonomik ülküsü) Çin ve Hind yollarına hâkim olmayı» zorunlu kılıyordu. Turancılık bir «cihangirlik ve emperyalizm» değildi. Tek Hakan'a bağlı, büyük ve tek İlhanlık (devlet)ti.

Alpaslan Türkeş: Atatürk’ün ardından onun ideallerini istikbal ve istiklalin teminatı haline getirmeye çalışanları, bırakın desteklenmeyi, aynen işgal altındaki İstanbul’da İngilizleri memnun etmek için Ziya Gökalp ve arkadaşlarının yargılanması gibi yargılanmışlardır. Bu defa hâkimin karşısında Alpaslan Türkeş ve arkadaşları vardır. Sürgün yeri de Malta değil tutuklu oldukları “tabutluk” adlı yerdir.

1944’te genç bir üsteğmen, üniforması ile çıkarıldığı mahkemede “Irkçılık-Turancılık” diye tarihe geçen davada hâkimin sorduğu sorulara aşağıdaki cevapları verir[3]:

Hâkim- Türkiye’de mevcut saf bir soydan gelme ve karışık ırktan olanların bulunmayacağı hakkındaki düşüncenizin ne olduğunu öğrenmek istiyoruz?
Türkeş- ...... Benim şahsi kanaatim mühim işlerimizi görecek şahsiyetleri ya tamamıyla Türk olan, yani temsil olunmuş ve kendisini Türk’ten başka bir şey saymayan ve yahut ta Türk Irkından gelen kimseler tarafından idare olunmasını uygun bulurum.

Hâkim- Karışık ırklar hakkında ne olacak?

Türkeş- Arzettim efendim. Mademki Türkleşmiştir, dedesi veya ninesi şöyledir diye aranmasını doğru bulmam.

Hâkim- Turancılık hakkındaki fikirlerinizi söyleyiniz?
Türkeş- ....Turan, yani Türk Birliği yalnız Asya’dakiler değil, bütün Türklerdir. Yani ilmi manasından başka olarak bütün yeryüzündeki Türklerdir. Yani Türk Birliği yalnız Asya’ dakilerle değil, Bulgaristan’ daki, Yunanistan’ daki vesair yerlerdeki Türkleri de içine olan bir mefhumdur.
Hâkim- Hazırlık tahkikatında: “Küçük nüfuslu milletler tehlikeye maruzdur”. Onun için ilk fırsatta bütün Türklerin birleşmesi lazımdır diyorsunuz?
Türkeş- Bunlar benim istikbale ait temennilerim den ibarettir. Bir devletin kuvvetini teşkil eden birçok unsurlar vardır. Bunlardan birisi de devletin nüfusudur. Bu, Türk birliğine ait temennilerimiz den birisidir.
Başkan Paşa- Peki bu fırsattan istifade nasıl edilebilir?
Türkeş- Mesela 1917’de olduğu gibi, 1965 de veya 1999’da Rusya’da bir ihtilal zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye Harp Endüstrisi bakımından da, ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur. Ve Türkiye'nin müzahereti ile bu birliğe doğru yürünebilir. İşte fırsat budur.
Türkeş tabutluktan çıktıktan otuz altı yıl sonra tekrar 1980’li yılında yeniden benzer suçlamalarla hâkim karşısına çıkarılacak ve uzunca bir süre ömrünü dört duvar arasından geçirmek zorunda bırakılacaktır. Ancak idealleri aynen devam edecektir. Türkeş’in idealini yansıtan bir ifadesi. “Türk Birliğinin bir gün hakikat olacağına imanım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi bu dünyaya, onun rüyaları içinde kapayacağım”.
Türk milletinin geleceğine yönelik olarak ifade edilen bu görüşlerden yeterince yararlanılmış mıdır? Buna olumlu cevap vermek mümkün değildir.

                    Ziya Gökalp’ın yargılanırken 27 Nisan 1919’da söyledikleri 1989’da gerçek olmuş, fakat Türkiye yeni oluşum ve gelişmelere kültürel, siyasal ve ekonomik yönden hazırlıksız yakalanmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün  “Sovyetler de bir gün yıkılacaktır” “hazırlıklı olun!” emrini verdiğinden 59 yıl sonra SSCB dağılmıştır. Türkiye yine hazırlıksız yakalanmıştır. 
Alpaslan Türkeş 1944’te söylediği Türk Birliği, 54 yıl sonra beş Türk devleti ve onlarca Türk soylu topluluklarla dünyanın gündemine girmiş, fakat Türkiye’nin siyasetini yönetenler bu duruma hazırlıksız yakalanmıştır. Bütün bu olguların temel nedeni stratejik düşünce sahibi olmanın sanıldığının aksine her devlet yöneticisinde bulunmayacağı gerçeğinde saklıdır.

                    Sonuç Yerine.,

        İdealleri hayata geçirmek için öncelikle hakka dayanması ve güçlü müntesipleri olması gerektiğine dikkat çekmişti. O, bu konuda şöyle demişti: Cemaat demek kalabalığın olduğu yer demek değildir. Hak kimin yanındaysa cemaat odur…/… Velevki o insan dünyada tek başına dahi olsa… Az fakat doğru ve haklı olanların, çok fakat yanlış ve haksız yolda olanlara galip geldiği çok görülmüştür.
Kendi özüne dönme mücadelesinin verildiğini, köylünün, fakir fukaranın emeğine, hakkına el atanlara, tefecilere, rüşvete, karaborsaya karşı savaş açtığına özel vurgu yapıyordu.
O, “ne başkalarına uşaklık etmeyi, ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyiz” diyordu. Karşı olduğu zihniyeti de bir konuşmasında şöyle tarif etmişti: İnsanlık haysiyetine saygı duymayan, Türk insanına karşı gönlünde sevgi taşımayan, Türk milletini Türk halkını hor gören zihniyete karşıyız.
Paslanmış beyinleri, kirlenmiş damarları asli cevherine döndürme gayreti içindeydi. Bitmiş, tükenmiş, yürümeye ve düşünmeye mecali kalmamış birçok insana aktivite kazandırmış ve onları yeniden harekete geçirebilmiştir. Onun idealleri adeta, sefilleri kahraman yapacak bir aşı gibiydi. Onun kaybıyla daha önce deve dişi gibi görünen birçok insanın sessizliğe, yokluğa ya da inzivaya çekilmesi bu yüzdendi. Işığını, su içtiği pınarı ve her gün kendisini motive eden bir efsaneyi bir anda kaybeden birçok insanın vurgun yemiş gibi şoktan çıkamamasının asıl nedeni buydu.
Tarih Türkeş’i hem haklı çıkardı hem de beraat ettirdi. Tarihi milletler mücadelesi, olarak ortaya koyup o günkü milletler arası mücadelenin esasını da, milli kültür ve ideolojiler teşkil ettiğini söylediğinde, sokaklar onun aleyhine birçok afişle doldurulmuştu. Tarihin sınıf mücadelesinden ibaret olduğunu ifade eden “Marksist, Leninist ve Maoist” mihraklar dı bu afişleri sokaklara asanlar. Onlara göre din, millet ve milliyetçilik gibi kavramlar burjuva dönemine aitti. O dönemde tarihin çöplüğünde kalmıştı. Tarihi materyalizme göre toplumlar “Avcı ve toplayıcı, tarım, feodal, kapitalist, sosyalist ve komünist” aşamalardan geçecektir. Bu tarihin amansız kanunudur. Onlar Türkeş’in, milliyetçiliği, milletler mücadelesini ve dini savunmakla tarihin akışını geri çevirmekle suçlamışlardı. Bu yüzden Türkeş’i darağacında idam edilen bir adam olarak resmettikleri afişin altına şunları yazmışlardı.

Adı: Alparslan Türkeş
Suçu: Tarihin akışını geri çevirmek
Cezası: İdam.

      Bu Afişi yazanlar, bu fikri savunanlar ve bu sloganları seslendirenler tarihin Komünist Ülkelerdeki amansız takibini bugün bile yapabilmiş değiller. 
Daniel Bel’in “İdeolojinin Sonu” ya da Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” isimli görüşlerinin tamamının onların maruf ideolojilerinin dramıyla 
ilgili olduğunu da anlamış değillerdir. 
      Zira gücünü ya da kurtuluşunu kendi çalışmasına ve emeğine değil de yabancı iklimlerde arayanların tutuldukları hastalıktan kurtulmasına henüz tarih şahitlik etmemiştir. Bu bakımdan tarihin akışının ithal kafalıların arzuları dışında olmasının onların ütopyalarına herhangi bir etki yapması da düşünülemez. 
      Ama bilinen bir şey varsa o da 1989 yılında Gorbac Gorbacov dar ağacına sosyalizmin bilumum değerlerini asmıştı Komünizmin kirli çamaşırlarını yıkama görevi de Türkiye´deki yerli uşaklarına kalmıştı

O şimdi rızasını kazanmak için hayatını ortaya koyduğu Allah´ının huzurunda Adam gibi yaşadı ve öyle de öldü Şiddetli bir kış gününde iki milyondan fazla insanın omuzları üzerinde dualarla defnedildiği ebedi istirahatgahında uyuyor Maddi yönüyle ayrıldığı milletinin kalbinde manevi bir ışık olarak her zaman yaşayacaktır Napolyon ünlü Alman düşünürü Goethe´yle ilk karşılaştığında "Ecce Homo" demişti Bu söz "adam gibi adam" anlamında tarihin ilk dönemlerinden beri kullanılmıştır. 
Belki de bu kavramı Türkçe´ye " Yüzde Yüz adam " olarak çevirmek ve Başbuğ için de " Yüzde Yüz adamdı " demek daha doğru olur!


https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1622


***