25 Temmuz 2018 Çarşamba

Yalancının Mumu...




Yalancının Mumu...

Cüneyt Arcayürek

Hem laik hem Müslüman, hem de demokrasiyle yönetiliyor...

Ortadoğu ülkelerine örnek gösterilen bu ülke Türkiye idi; yerinde yeller esiyor.

Suriye, Irak, son olarak Mısır da içişlerimize karışma, dedi. 

Elinde üçün biri kaldı. O da Tunus!
Tüyleri dökülmüş tavus kuşuna döndü.
İftardan sonra bir yerde mutlaka kürsüde.
Geçmiş günlerinden kalan alışkanlıkla burnu dik, fren tutmaz dili durmadan konuşuyor. Tabii yüksekten atmaya devam ediyor...
Mursi’ye yapılan darbenin Batı’dan Doğu’ya desteklendiğinden yakınırken ülke adı veremiyor.

Ad vermeye kalksa artık böyyük dostlukların sokağa düştüğünü açıklamış olacak; iyisi mi ülke, bölge ayırt etmeden, ülke adı vermeden, topluca hepsini darbeyi destekleyenler diye suçlayıp içine düştüğü açmazdan sıyrılmaya çalışıyor

***

İki örnek: İki kadim dostundan biri, Obama! 


Batı ile ilişkilerinde kilit ülkenin başkanı!

Diğeri İslam dünyasındaki yerine kanıt olan Suudi Arabistan! 
ABD’nin Ankara’dan yükselen darbe karşıtı seslere kulağı sağır.
Darbe yapılan ülkelere yardım yapılamayacağını emreden ulusal kurallar nedeniyle Amerika’nın Mısır’a askeri ve ekonomik yardımı kesmenin olanaksızlığına dayanarak 4 savaş uçağı gönderiyor.
Suud ise RTE’nin aksine Müslüman Kardeşler’den nefret ediyor...
Askerin emrine ekonomik sıkıntıları çözümlemesi için 5 milyar dolarcık göndermekle yetinmeyen Suudi Arabistan Kralı, telefonla aradığı Mısır Genelkurmay Başkanı Sisi’yi tebrik ediyor, başarılar diliyor.
Peki, bu ülkelerin devlet başkanları RTE’yi ne zaman hangi nedenle arayıp kutluyorlar?

ABD (RTE’nin elinde bu ülkenin radikal, siyasal İslama dönüşeceğini hesaplama gereğini duymadan) ılımlı İslamı gerçekleştiren adımlar attığı...

...Suud ise laikliğin canına okuduğu için...

Özetlenirse gelinen nokta:

RTE’yi demokrasiye geçenlere örnek bir ülke yarattı diye Batı’dan Doğu’ya sırtını sıvazlayanların davranışları… meğer mevsimlik imiş...
Mısır darbesi yalnız Mursi’yi koltuğundan etmedi...
RTE’nin de uluslararası gerçek değerini, itibarını ortaya koydu.

***
Yurda yayılan Gezi Parkı eylemlerini öyle ufak tefek yasalara aykırı olaydan saymadığı, itiraf etmese de düpedüz sağlıksız demokratik yaptırımları nedeniyle kendine karşı halk hareketi olduğunun bilincinde.
Hâlâ bu eylemlere yüklenmesindeki gerçek neden bu!
Bu doğrultuda harekete geçen emrindeki polis de Gezi Parkı eylemlerini illaki gizli örgütlere, hükümeti devirmeye bağlıyor.
Binlerce gözaltı, evlerin sabaha karşı basılıp aranması... bu olası senaryoyu doğrulayacak -RTE’yi tatmin edecek- kanıt bulmak için.
Başbakan da polisten aldığı aklına koşut bilgilerle konuşmalarında işte Gezi Parkı’nın gerçek yüzü diye ortaya çıkıyor.
Milyonlarca insanımıza TV’lerden yanlış, çoğu uydurma bilgiler sıralarken RTE...

***
...İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün, haklarında, örgüt kurmak, halkı sokağa dökmek, provokatif eylem, polisi düşman gibi lanse etmek, marjinal sol ve uluslararası yapılanmalarla birlikte olmaktan düzenlediği fezlekede delil arayan...
...bula bula önlük, eldiven, kırmızı bez gibi bazı eşyalar bulan yargıç, tutuklanma talebiyle önüne gelen Taksim Platformu yetkilisi 12 kişiyi serbest bırakıyor.
Deliller bulundu diye fezlekedeki suçlamaları -isyanı- bastırdıktan sonra günlerce RTE, her konuşmasında bir bir sıraladı ve...
....polis, başbakanlarını doğrulamak çabasıyla böylesi görülmemiş zoraki delillerle fezleke hazırlayıp insanları ağır koşullar altında günlerce gözaltında tuttu.

Ne ki Mahkeme, Başbakanı da ona koşut deliller, suçlar uyduran polisi de yalanladı!

***

Kurtulmaya çabaladıkça daha derine batıyor. 

Bu yüz yılda, üstelik uluslararası iletişimin son derece ileri aşamada olduğu devirde; eski yıllardaki gibi yalanlarla kamuoyunu uzun süre uyutmanın artık olanaksız olduğunu da henüz kavrayamadı galiba... 

Günlerdir Başbakan’la oğlumuz Bilal arasındaki para alışverişleriyle ilgili ses kayıtlarının yalan içerikli ve montaj eseri olduğunu ilan etti iktidar yanlıları.
Başlıcası da AKP’ye, RTE’ye kul kurban Star gazetesi. 
Yayınladıkları habere göre ABD’nin iki saygın bilim kuruluşu ve adamları, baba-oğul arasındaki görüşmeyi incelediklerini ve bu ses kaydının montaj olduğunu saptayıp açıkladıklarını kamuoyuna duyurdu. 

Hükümeti ve başkanını savunmakla görevli iktidar vekili Mehmet MetinerCüneyt Özdemir’in CNNTürk’teki programında kayıtların montaj olduğunu Amerikalı bir uzman şirketin saptadığını söyledi. 
Cüneyt Özdemir, Amerikan şirketinin adını da söylemesini isteyince Metiner; şirketin adını söylemeye ne gerek var diye Özdemir’in haklı sorusunu geçiştirmek istedi. 

Fakattt… Metiner’in Star’daki habere veya iktidar kanadından edindiği daha özel bilgilere dayanarak öne sürdüğü ses kayıtlarını, ABD’li uzman şirketin montaj diye kanıtladığı iddiası günlerdir Türkiye’yi sarsan olayı başka yönlere yönlendirecek nitelikte ve bu nedenle açıklama büyük ilgi odağı oldu. 
Hele gazetenin haberine koşut kimi açıklamalara Başbakan’ın önceki gün Burdur ve Uşak’taki mitinglerde bu konuda söyledikleri eklenince... 
Kayıtların montaj olduğu şüphesi ortadan kalkıyordu. 
Öyle ya bu ülkenin Başbakan’ının elinde ses kayıtlarının montaj olduğunu kesinlikle kanıtlayan bilgi, belge yoksa; halkına, “Ses kayıtları montajdır” diye konuşmasında sık sık bunu vurgular mıydı? 
Demokratik ülkelerde başbakanların yalanlara itibar ederek, gerçekmiş gibi olayları halkına söylemediği dikkate alınırsa… Yok hayır, TC Başbakanı RTE, kayıt montaj diyorsa montajdır kanısına kuşku yok itibar edilecekti, edildi de... 
RTE’nin mitinglerde, kaydın CHP’nin Gülen’le el ele vererek hükümeti bu yoldan devirme girişimi diye tanımladığı sırada… 
… Hadi Başbakan’ın diliyle söyleyeyim; ahhh benim canım okur kardeşlerim: 
Amerikan şirketi John Marshall Media adlı firma Başbakan’ın oğluna ait olduğu öne sürülen ses kaydı için “montajdır” raporu verdiğine dair haberleri yalanladı. 
ABD’li bilişim uzmanı Joshua Marpet; “Erdoğan’ın kayıtlarının muhtemelen gerçek olduğunu söyleyebilirim” dedi... 
Uzman Marpet, “Görüşmenin üzerinde ayrıca oynandığı yönünde herhangi bir bulgu olmadığını” açıkladı. Görüşmelerde ses seviyelerinin (Teknoloji Bakanımızın aksine) tutarlı olduğunu belirtti.
***
Ya Başbakan’ın son meydan konuşmalarında kayıtların montaj olduğunun altını çizerek ana muhalefeti cemaatle birlik olup Türkiye’yi karıştırmakla suçlayan söylemlerini nereye koyacağız? Politikadır, olağandır diye bir yana mı atacağız yine? 

Oysa Kılıçdaroğlu, internete düştüğü gün kayıtları üç uzmana incelettiğini ve uzmanların gerçek olduklarını söylediklerini açıklamıştı. 
Fakat iktidar sözcüleri, ne ki Başbakan da, Kılıçdaroğlu’nu yalancılıkla suçladılar. 
Hatta RTE, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış derler. Hayır, bunların yalanları yatsıdan çok evvel söndü” diye konuştu. 
Oysa ABD’den gelen yalanlamalarla kimin gerçekleri, kimin ise yalanları konuştuğu yadsınamayacak biçimde ortaya çıktı.
***

Başbakan 17 Aralık’tan itibaren yaşananları istediği kadar ülkenin huzuru ve güvenliği için uygulamaya koyduğunu savunsun; içeride olduğu gibi dışımızda da gerçeklerin üstünü örtemediği ABD’nin yıllık İnsan Hakları raporuyla kanıtlandı. 
Dışişleri Bakanı John Kerry’nin sunumu ile açıklanan raporda ilk kez Washington; “17 Aralık sonrası ortaya çıkanlara ‘skandal’ dedi” ve… “yolsuzluk konusu ilk kez Türkiye’nin en belirgin insan hakları ihlallerinden biri olarak”sayıldı. 

ABD ilk kez RTE iktidarını yerden yere vuruyor. 

Rapordaki içeride eleştiri konusu olan ama RTE’ye vız gelen saptamalar bu kez dost ve müttefik Amerika’dan, Beyaz Saray’dan geliyor... 
ABD ilan ediyor: Türkiye’de hükümeti eleştirmek dava açılmasıyla sonuçlanıyor. Yargı sistemi politize... Keyfi gözaltılar devam ediyor. 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ve sonrasındaki skandalda binlerce polis, savcı ile yargıcın yeri değiştirildi. Kolluk kuvvetleri ve yargı, yürütmenin etkisi altında... 
Bu öğeleri çok açık ve net ifadelerle ABD dünya kamuoyuna duyuruyor. 
İçerideki eleştirileri darbeydi, şantajdı diye örtmeye çalışan RTE… 
… ABD’nin gerçekleri açıklayan raporunu da, hükümeti devirmeye yönelik ABD+CHP+ Gülen işbirliğinin marifeti diye değerlendirecek mi acaba?

Yalancının Mumu hâlâ yanıyor!


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/46159/Yalancinin_Mumu_.html


***

Milyonlarca kişi neden sokağa döküldü? ( &% x)+$! )

?(&% x)+$!


Mustafa Mutlu

Sanırım önce bu garip başlığın ne anlama geldiğini açıklamalıyım:

Okuyacağınız yazıda anlatılan olaylar hakkında duyduğum tepkiyi küfür ya da hakaret etmeden dile getirmek için başka bir yol bulamadım!
Gelelim konumuza:

Milyonlarca kişi neden sokağa döküldü?


Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Mustafa Sarı, Ali İsmail Korkmaz neden öldü?
Beş genç kardeşimiz neden hâlâ komada?
On bine yakın vatandaşımız neden yaralandı? Yüzlerce kişi neden tutuklandı, beş bin kişi neden gözaltına alındı?
On binler neden “duran insan” oldu? Tam 45 gündür neden eşi benzeri görülmemiş bir halk hareketi yaşanıyor?

Yanıt açık:

Taksim’deki “üç-beş” ağaç kesilmesin, yerine alışveriş merkezi ya da Topçu Kışlası adında bina dikilmesin diye!
En azından, bu maceranın başlangıç nedeni bu...

Yüz binlerce ağaç!

Biz bunlarla uğraşırken ne olmuş biliyor musunuz?

“Yavuz Sultan Selim” adı verilerek Alevi yurttaşlarımızın incinmesine neden olunan Üçüncü Boğaz Köprüsü, yanlış bir yerde yapılmaya başlanmış!
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binalı Yıldırım, durumun fark edilmesi üzerine Üçüncü Köprü’yle ilgili tüm imar planlarını iptal etmiş!
Sariyergazetesi.com’un haberine göre bu şok karar, Büyükşehir Belediyesi ile 15 ilçe belediyesine resmen bildirilmiş...
Bu minicik (!) yanlışlık yüzünden, yüz binlerce ağaç boşuna kesilmiş...
Hatanın nedeni!

Gerçek olan şu ki:

Biz Taksim’deki “üç beş ağaç” için ölürken, İstanbul’un ormanları boşu boşuna talan edilmiş!
İyi de böyle bir hatanın hesabı nasıl verilir?
Onlarca mühendis, müteahhit, uzman nasıl olur da bu büyük salaklığı yapar?
Bakanlığın ilgili birimleri, nasıl onay verir?

Ve koskoca Cumhurbaşkanı ile Başbakan, nasıl olur da “yanlış bir güzergâh” için düzenlenen şaşaalı törenlere götürülür?
Neymiş; Bakan Bey bir kararname yayınlamış, mevcut güzergâhın iptal edildiğini duyurmuş...
Oh, ne kadar basit!
İyi de yüz binlerce ağacın kesilmesinden de vazgeçtik; bu yanlışlık kaç paraya mal oldu Sayın Bakan?
Garip gurebanın, fakir fukaranın nafakasından kesilen kaç milyon dolar havaya savruldu?
Bu hatayı yapan cahil bürokratları, mühendisleri kim işe aldı? Onları işe alırken, liyakati, bilimsel donanımı falan bir kenara atıp, kim sadece “badem bıyık” kriterine baktı?
Kim; uzmanlık gerektiren bu işlere siyaseti ve yandaşlığı soktu?
Sorularımın yanıtını ben vereyim:

Siz!

Dolayısıyla, dünya inşaat tarihine geçecek böylesine büyük bir skandaldan sonra size düşen görev belediyelere değil, Başbakanlığa bir yazı yazarak istifa etmek ve neden olduğunuz skandalın hesabını yargı önünde vermektir!
Unutmayın...

Bir çift söz de sana ey sevgili okur:

Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Mustafa Sarı, Ali İsmail Korkmaz boşuna ölmediyse eğer...
Üçüncü Köprü skandalının tüm sorumluları görevden alınıncaya kadar bu konuyu sakın unutma!

Uçan Palalı! 

Geçtiğimiz cumartesi günü Taksim’de bir kadına palayla saldıran yaratık, mahkeme tarafından serbest bırakıldıktan sonra Fas’a kaçmış...
Çünkü ilk mahkeme, bu saldırganı bırakırken adli kontrole bile gerek görmemiş! Karara itiraz edilip bir üst mahkemeden tutuklama kararı çıkıncaya kadar da olanlar olmuş!

Sanık, 10 Temmuz Çarşamba günü Fas Hava Yolları’nın 16.50 uçağıyla Kazablanka’ya uçmuş...
Geciken adalet, adalet değildir deyip dururuz ya...
Alın size anlı şanlı bir örnek!

GÜNÜN SORUSU

Çok değil beş-altı yıl önce bu gazetedeki köşesinde Başbakan’ı “faşizme kaymak”la suçlayan, sonra da müthiş bir hızla dönüp bir numaralı iktidar yandaşı kesilen, bu sayede hep bol paralı koltuklarda oturan Yiğit Bulut, nihayet amacına ulaşmış ve Başbakan’a Başdanışman olmuş... Sorum size:
Ne hissediyorsunuz?

Vali Bey şaşırttı!

Başbakan tam kırk gündür katıldığı her toplantıda sözü, bebeğiyle birlikte Kabataş’ta saldırıya uğradığını öne sürdüğü “bir yakınının gelini”ne getiriyor ve bağırıyordu:
“Benim başı örtülü kızıma saldırdılar, benim başı örtülü bacıma saldırdılar...”
Sonra da bu iğrenç saldırı iddiasının “yalan” olduğunu öne sürenlere ağızlarının payını veriyor, “O görüntüleri yayınlayınca bakalım utanacak mısınız?” diye soruyordu.

O görüntüler bir türlü yayınlanmadı.

İstanbul Valisi Hüseyin Mutlu da önceki gün Ekşi Sözlük yazarlarıyla yaptığı görüşmede, “Ben öyle bir video görmedim. MOBESE kayıtlarında da böyle bir görüntüye rastlanmadı. Ancak herhangi birinin elinde cep telefonuyla çektiği bir görüntü varsa ve bunu şimdilik saklıyorsa bilemem” dedi.
Yani; “ İhtiyat payını ” koyarak Başbakan’ı açıkça yalanladı! Bakalım Başbakan, bir dediğini iki etmeyen sevgili valisinin bu ihanetini nasıl ödüllendirecek?

http://www.ilk-kursun.com/haber/151814/mustafa-mutlu-x/


***

YAHU SİZ NE AYMAZ, NE RİYAKAR ADAMLARSINIZ!?...



YAHU SİZ NE AYMAZ, NE RİYAKAR ADAMLARSINIZ!?...


Mehmet Halil Arık, 
Emekli Eğitimci 

      (Dışarıda): Birilerinin yazdığı kabus senaryosunun adını “Arap Baharı” koyacaksınız… ileri demokrasi(!?) getirmek adına, taşeronluğunu üstleneceksiniz, emperyalist ülkelerin uzun vadeli planlarının devreye sokulmasında görevler alacaksınız…, alkışlar tutacaksınız…, yandaş yönetimleri kucaklayacaksınız… O yönetimden beklediğini bulamayan halkın meydanlara döküldüğünü görünce şaşıracaksınız; ya da şaşırmış gibi yapacaksınız!...
Ya siz ne ikiyüzlü adamlarsınız!...

(İçerde): Birilerinin yazdığı karanlık senaryonun uygulamaya konulmasıyla Ülke üzerine çöken kabusu gözlerden ırak tutmak adına, kiralık kalemlerin de desteğiyle, gücünü sadece çoğunlukçu sandıktan alan, yarım yamalak demokrasinin adını ileri demokrasi olarak yutturmaya kalkacaksınız…, Açılım safsatasını, yarım demokrasinizle, lehimle birbirine tutturmaya çalışırken, verilen sözlerin ülkeyi sürükleyeceği badireleri hesap etmeden, bol keseden, “ne isterlerse vereceğiz” demeyi özgürlükleri genişletmek zannedeceksiniz… Bir taraftan mücadele eder görünürken, diğer taraftan gizli görüşmeler yapacaksınız, görüşülüyor diyenleri, şeref yoksunluğuyla suçlayacaksınız, görüşmelerin resmen açıklanmasıyla da, biz değil, devlet görüşüyor diyerek, kendinizi temize çıkarabilmek adına…devlete rezil bir sıfat yüklemeyi reva göreceksiniz sonra da; isteklerin ardı arkası kesilmediğini görünce de şaşıracaksınız, ya da şaşırmış gibi yapacaksınız!

Ya siz ne aymaz, Ne riyakar adamlarsınız!?..

(Dışarıda): Mısır’da 25 Ocak’ta halk ayaklanmasıyla(!) (ki ayaklanma mı, yoksa ayaklandırma mı, düşünmeye değer), bir diktatörün, indirilip, ordunun yönetime el koymasına “darbe” değil, “halk devrimi” diyeceksiniz… Kafanızda formatlı, ileri demokrasi(!) kalıbıyla, medrese kafalı yandaş  Mursi geldi diye bayram edeceksiniz… Mursi’nin gelmesiyle, demokrasinin gelmediğini gören aynı halkın, yeniden ayaklanması ile alaşağı edilmesine bu kez “halk hareketi” demeyip, seçilmiş hükümete ve demokrasiye karşı indirilmiş bir “darbe” diyeceksiniz!... 
Yahu siz, ne iki yüzlü adamlarsınız!...

(İçerde): Ülke’nin; hukukuna, eğitimine, sağlığına, ekonomisine, inancına… kaç çocuk sahibi olacağı kararlarına kadar…halkın günlük yaşamına, tek kişilik otoriteyle musallat olanlara karşı; halkın demokratik tepkilerini ortaya koymak adına, sokaklara dökülmesine, seçimle gelmiş bir iktidara karşı antidemokratik bir darbe provası diyeceksiniz… Asli kabahatlileri görmezlikten gelip, onları koruma ve kollamaya alacaksınız… 

Yetinmeyip, bu hakkın kullanımını yeni baskıların kurulmasına dayanak yapmayı fırsat bileceksiniz… Ve sonra da adınız, çağdaşlıktan, insanlıktan, barıştan, demokrasiden, özgürlüklerden, kardeşlikten yana olacak!... Öyle mi!?...
Yahu siz ne riyakar adamlarsınız!?...
(Dışarıda): Mısır halkının meşru taleplerini görmezlikten gelerek, “canım, Mursi de hata yapmış olabilir… ” gibi mazeretlerle, Mısır halkının neler yaşadığına, meşru taleplerinin neler olduğuna bakılmaksızın, sadece seçilmiş olma kriteriyle demokrasilerde; sanki, her şeyi yapabilirlik hakkı elde edilirmiş gibi; çoğulculuğu dışlayıp, tek yönlü dayatmaları meşru göreceksiniz…; karşı görüşleri, karşı duruşları, gayri meşru, gayri ciddi, gayri ahlaki sayıp, yeni icat ileri demokrasi(!) anlayışınıza indirilmiş bir darbe olarak göreceksiniz… adınız; yansız, çağdaş, barıştan ve insanlıktan yana anılacak!... 

Öyle mi!..!?..

Yahu siz ne riyakar adamlarsınız!...

(İçerde): Halkın meşru taleplerini görmezlikten gelerek, “canım, hata yapılmış olabilir…hata insan içindir” mazeretine sığınarak, hataların giderilmesi yönünde adımlar beklenirken, halkın yeni tür dayatma ve emrivakilerle karşı karşıya bırakılmasına, meşru taleplerinin ne olduğuna bakılmaksızın, sadece seçilmiş olma kriteriyle, sanki, demokrasilerde her istediğini yapabilirlik hakkı elde edilirmiş gibi; çoğulculuğu ihmal etmeyi meşru bileceksiniz… ve karşı görüşleri, karşı duruşları gayri meşru, gayri ciddi, yeni icat ileri demokrasinize indirilmiş bir darbe olarak göreceksiniz… adınız; yansız, çağdaş, insanlıktan ve barıştan yana anılacak öyle mi!..!?... 

Yahu siz ne aymaz adamlarsınız!?....

(Dışarıda): Suriye’de, kendi devletine başkaldırıp isyan edenleri, meşru görecek, akla gelen her türlü desteği insani görev kabul edeceksiniz…Kendi devletinin terörist dediği dünya ülkelerinin bile artık ciddiye almadığı kinini dinine siper edinmiş insan ciğeri dişleyenlere kucak açıp, genel kurul yapma olanakları tanıyacaksınız,  Esad’ın halkın taleplerine uyarak çekip gitmesini isteyeceksiniz... Mısır halkının benzer talepler ortaya koymasını demokrasiye indirilmiş bir darbe olarak göreceksiniz!..

Yahu siz ne aymaz, ne arlanmaz, ne riyakar…. adamlarsınız!!...!!...

İkiyüzlülüklerin girdabında boğulmaya mahkum ettiniz kendinizi!...
“Siz” kim misiniz…!?.. Hani her oturumda, her meydanda, her ekranda… “birileri”… ya da “onlar” diye nitelenip aşağılanan, ayrıma tabi tutulan %50 var ya!...siz, onların karşısında yer alanlarsınız!.., 

Hani; “benim… falanım; benim… filanım” denilerek, kulluğunuzun en üst düzeyde tescil edildiği kapı kulları var ya… siz onlarsınız!!...
Hani; muhalefet kabul oyu verdi diye, kendi önergelerini bile reddettiklerinin farkında olmayan, ipli takatukalar var ya… onlarsınız.. ya da seçmenlerisiniz!..  

mehmethalilarik@gmail.com

***


Erdoğan Darbeyi Hak ediyor.,

Erdoğan Darbeyi Hak ediyor.,


Namık Çınar

Başbakan iyice azıtmışa benziyor.
Oylarını aldığı yüzde ellinin, toplumun diğer yüzde ellisini ezmek için kendisini görevlendirdiğini, muktedir olmaktan bunu anladığını ve son Mamçakoğlu Yiğit Bulut’u da kendisine başdanışman yapacak kadar da uçmuş olduğunu görmemiz gerekiyor.

Görmemiz gerekenler sadece bunlar değil elbet.

Demokrasiyi, sandıktan çıkmaktan ibaret mekanik bir şeymiş gibi yutturmaya da kalkıyor.

O yüzden çifte standartlıkla suçladığı Batılılar da, asıl meselenin özgürlükler olduğunu anlamakta zorlanan kendisini, hiçbir şekilde ciddiye almıyorlar.
Türkiye’de, Mısır’da ve başka yerlerde, temel hak ve özgürlüklerden nasip alamamış kitlelerin doğu despotizmleriyle sarmallanmış şeriat özlemleri, demokrasiler bakımından âdetâ “ötenazi” talep etmeye benzediğinden, Erdoğan’ı köpürtecek şekilde, destek de vermiyorlar.
Başbakan, kendi halkının yarısını düşman bellemenin yanı sıra, bir yandan da sürgündeki Suriye ve Mısır hükümetleri gibi de davranıyor.
Evlatlarının rızkının nerelere saçıldığını göremeyecek kadar efsunlanmış kendi kitlesini sadaka kültürüyle avuturken, Mısır’a, Somali’ye, Myanmar’a ve kimbilir daha nerelere, kamu kaynaklarını Sünni İslâm Birliği uğruna hovardaca savurabiliyor.
Oysa erdemli bir yönetimin payına düşenin, halkıyla savaşmak değil, onların dileklerini duymak ve yerine getirmek olacağını akıl dahi edemiyor.
Zira halkla aşık atmanın despotların işi olduğunu; demokrasilerde baştakilerin halka değil, halkın baştakilere ayar vereceğini; henüz öğrenemediği her tarafından sarkıyor.
Lâfı “ama, lâkin, fakat”lara getirerek demokrasilerden sapılamayacağına sıkça değinen Erdoğan’ın, kendi sergilediği düzene demokrasi denemeyeceğinin ayırtında olmadığı da görülüyor.
Uludere’de Afyon’da Gezi’de ölen bu halkın çocuklarına, Mısır’da ölen Mursi yanlılarına yanıp yakıldığı, ağladığı kadar üzülmediği de...
Yönetimini beğenmeyenleri darbecilikle eşdeğer tutup suçlayacak kadar ölçüsüzleştiği dikkate alınırsa, her türlü kötülüğü yapmaya müsait biri olduğu da... 
Sandık diye bu kadar tutturmasının sebebi de, esasında demokratlığından gelmeyip dindar bir toplumda dinî değerleri kullanarak iktidarı ele geçirmenin nasıl da çantada keklik olduğunu keşfetmek suretiyle, demokrasiye dair parametrelere pervasızca meydan okur bir vaziyette, muhaliflerine karşı sahneye koyarak oynadığı, leyleğe düz tabakta çorba sunan tilki “artiz”liğinden başka bir şey değildir.

Erdoğan’dan kurtulmanın vakti gelmiş olmakla beraber, eğer o tilkiliğinin önü alınamazsa, bu mümkün olamayacaktır.

Bu yüzden, sahibinin değil, halkın sesi olacak “gerçek âkil insanlar”a asıl şimdi ihtiyaç vardır.

Bunu üretecek olan ise, tıpkı Erdoğan’ın Taksim Meydanı’ndaki yapay iftar sofrasına karşılık, İstiklâl Caddesi boyunca sevginin içtenliğiyle kurulmuş bulunan “yeryüzü sofrası” arasındaki fark gibi, halkın güç birliği olacaktır.
Eğer bu fark kendisini, önümüzdeki yerel seçimlerde, hiç değilse onun tahtının simgesi olan İstanbul’un düşmesinde de gösterebilirse, Erdoğan bir daha iflah olmaz.

Bundan dolayıdır ki, CHP, MHP ve BDP’ye, bu çerçevede bir işbirliği yapmaları için bir baskı programı geliştirilmelidir.

Onlara kalsa, seçime ayrı ayrı girerek, gene Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürerler.
Meselâ Ahmet Vefik Alp gibi hepsinin hoşnut kalacağı bir aday bulunmalı, ilçeler de aralarında pay edilerek, İstanbul seçimlerine öyle gidilmelidir.
Erdoğan’a şöyle okkalı bir “sandık darbesi” indirilmeli; gününü göstermeli, feleğini şaşırmalı; darbe neymiş, halkı aşağılamak neymiş, ayaklar nasıl baş olurmuş, Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısında yazdığı gibi ölünce değil, yaşarken tattırılmalıdır.

cinarnamik@hotmail.com

http://www.ensonhaber.com/namik-cinar-erdogan-darbeyi-hak-ediyor-2013-07-15.html

***

Disiplin Kurulu Bile Yetmez…

Disiplin Kurulu Bile Yetmez…



Ruhat Mengi

AKP Milletvekili Zeyit Aslan’ın TBMM’de görev yapan ve kanepede uyurken fotoğrafını çeken kadın gazetecilere söylediği “Ben de sizin bacak aranızı çeksem ve yayınlasam bu doğru olur mu, bu ahlaksızlık değil mi” sözleri üstü kapatılacak sözler değil..
Kendi partisinin kadın milletvekilleri de tepki gösterdi, Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Fatma Şahin de kınama açıklaması yaptı. Neden resmi bir açıklama değil de twitter üzerinden yapılıyor bilinmez ama ne şekilde olursa olsun kınamayı hak ediyor. Başbakan Erdoğan “disiplin kuruluna sevk edilmesini” istemiş ki doğru olan budur ama..
Yeni anayasaya aykırı!
Ama bu basit bir disiplin suçu da değil.. Kendi yaptığı rezalete bakmadan bir de dönüp kadın gazetecilere “ahlaksızlık” diyor..
Yapılan resmen “ağır hakaret ve onur kırıcı suç”tur ve devlet yönetimindeki biri tarafından bırakın eskisinde suç olmayı, “üzerinde partiler mutabakata vardı” denilip duran maddelerine kadar aykırıdır.. Devlet “insanların onur ve haysiyetine saygı” duyar.. Devlet vatandaşlara “aşağılayıcı muamele” yapamaz, vs.. İktidar partisi bu maddeleri hazırlarken aynı anda kendi milletvekili o maddeleri hiçe sayıyor, kim ne yapsın anayasayı bu durumda? Devletin onur ve haysiyetine saygı göstermediği kadın vatandaşlar ne yapsın?
Balık baştan kokar!
Ve ayrıca.. Devleti temsil eden bir milletvekili kadın gazetecilerin bacak arasından söz ederek cevap veriyorsa o ülkede hiçbir erkekten kadına saygı bekleyemezsiniz. Bu eylem “bir kadına aktif saldırı”dan farksızdır ve “kadın tacizi”ne girer.
Bu suçu işlemiş biri de TBMM’de görev yapmaya layık değildir.
Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik’in “Milletvekili yorulmuş, uykuya geçmiş, insani bir şeydir. Zeyit Aslan’ın tepkisini doğal buluyorum ama kadın gazetecilerle bu diyalogunu ona yakıştıramıyorum. Özür dilemek istemiş, kabul etmemişler” sözleri ise sadece olayı basite indirgemeye çalıştığını anlatıyor. Uyku insani olabilir ama bu söz “insani” değildir.
Özür ketçap değildir, suçları bile örtmesi beklenemez. Bu vekil disiplin kurulunda gereken cezayı almazsa oraya gönderilmesinin bir anlamı olmayacak!
‘Çözüm’ açıklamanın içinde!
Yeni anayasa için bir koşturma, seçim öncesine yetiştirme gayretidir gidiyor, yaz boyu aralıksız çalışırlarsa olurmuş. Yıllarca ülkede her adımı, geleceği belirleyecek olan kuralların, yasaların bulunduğu anayasa “eğer referandumda olduğu gibi ‘AKP-BDP arasında’ bir seçim dayanışması” filan sağlamayacaksa neden “seçim öncesine” yetişmek zorundadır belli değil. Madem yetişmek zorundaydı neden Mısır, Suriye sorunlarından önce kendi sorunumuz çözülmedi de aylarca zaman kaybedildi o da belli değil. “Çözüm” denilen nedir, halk neden hiç bilgilendirilmeden karar veriliyor, hiç belli değil.
Neyse ki daha önce Öcalan’ın defalarca yaptığı konuşmalardan anlamayanların bile PKK Kandil yöneticisi Karayılan’ın açıklamalarından anlaması mümkün..
Karayılan “Öcalan’ın sekreterleri olmalı” dediği konuşmasında Öcalan’ın isteğiyle oluşturulan Kongra Gel Genel Kurulunda “Ortadoğu, Kürdistan, Kürt sorunu ve sürece yönelik tartışmaların olduğunu, 4 parçalı Kürdistan’da sistemin kurulması ve örgütlenmesi konusuyla ilgili plan ve projelerin genel kurula hakim olduğunu” söylemiş.

Bir parçası Türkiye..

Muhataplarının “çözüm”ü Hükümet’in Açılım’dan bu yana tekrarladığı gibi daha çok demokrasi, kültürel haklar filan değil, 4 parçalı Kürdistan’ın inşası ki bu 4 parça “Irak, İran, Türkiye ve Suriye toprakları” nı içeriyor.
Öcalan bu konuda Barzani’ye “4 parçalı Kürdistan’ın da lideri olarak sizi görüyoruz” benzeri bir mektup da gönderdi biliyorsunuz. Şimdi PKK “seçim sonrası özerklik kutlanacak” dediğine göre yeni anayasa ile sonu 4 parçalı Kürdistan’ın Türkiye parçasına varacak olan “özerk bölge”nin sözünün verildiği zaten ortada..
Bu nedenle, eğer seçim öncesine anayasa yetiştireceklerse partiler “öncelikle bu konuda” anlaşmalılar. Masaya oturdukları PKK’nın bir yandan da Hükümet’e “böyle ağır giderlerse çözüm tıkanacak, önümüzdeki bir hafta çok önemli” uyarıları yapması fazla zamanları olmadığını gösteriyor. “Sofrayı kuran kaldırsın” derler ya, sofrayı kuranın kaldırması gereken zamandır!



***




Z.A.(!)’lardan Arınmanın tek yolu “ Zihniyet Nakli ”

 Z.A.(!)’lardan Arınmanın tek yolu 
“ Zihniyet Nakli ” 


Selcan Taşçı

TBMM’de uyurken fotoğraflanmasına kızıp Meclis bahçesinde karşılaştığı kadın gazetecilere  “Ben de sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam ’Bunların doğal hali bu’diye...”  vecizesinin sahibi AKP Tokat Milletvekili Z.A.(!)’nın savunması trajikomik.
Z.A.(!) diyor ki;
“Bugün kadın gazeteci için açıklama yapan arkadaşlar polislerin anasına küfreden arkadaşları için bir cümle etmediler!..” 
Pardon?!

Bunu sen mi söylüyorsun?


CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç’e  avaz avaz “O.....  ç....! P.. k...! Satılık köpek! Şerefsiz! Senin a...  s....” diye küfreden sen!
Üslup, terbiye, ar sorunu bir yana Kamer Genç’inki  “ana” değil miydi acaba?
Başınıza Genç gibi bir “bela(!)”yı musallat ettiği için o  “ana” ya müstehak diye mi düşünüyorsunuz yoksa; böyle mi işliyor o arızalı mantığınız? 

***
Söz Kamer Genç’ten açılmışken; Genç, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Çanakkale Zaferi ile ilgili çalışmasında Atatürk’e yer vermemesi üzerine, TBMM kürsüsünden  bir zihniyet ifşaası olarak  “Atatürk olmasa, bilmem hangi tarikat mensubunun kaçıncı hanımı durumuna düşerdiniz...” dediğinde  “Sizinle bu çatı altında bulunmaktan büyük utanç duyuyorum” diye esip gürleyen Fatma Şahin nerede?
Z.A.(!) ile aynı çatı altında bulunmaktan utanç duymuyor mu; hatta aynı partide olmaktan?
Hangi partiye mensup olduğunun hiç önemi yok her şeyden önce bir kadın olarak, sonra da  “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı” olmanın yüklediği sorumlulukla Şahin’e düşen, CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka’nın Z.A.(!)’yı kınadığı sırada Genel Kurul salonunu terk etmek midir?
Güya tepki gösterdi sonradan.

Nasıl?

Üç Satırlık yazılı açıklamayla. 

Ve fakat Genç için kullandığı  “hadsiz”, “terbiyesiz”, “ağzından çıkanı kulağın duysun” ifadelerinin hiçbiri yer almadı Z.A.(!)’yı sözüm ona kınayan açıklamada!
Yine Kamer Genç olayında  “Milletvekiliniz kadın bakana hakaret ediyor, susuyorsunuz, yazıklar olsun”  diye yeri göğü inleten Ayşenur Bahçekapılı nerede;

Kime  “ Yazıklar olsun ”  şimdi? 

***
TBMM’deki kadınlarda; bakanıyla, milletvekiliyle, personeliyle, gazetecisiyle az biraz kadınlık onuru, gururu diye bir şey varsa, Z.A.(!)’nın, değil milletvekillerine yumruk sallamak, değil akılalmaz biçimde üste çıkmaya çalışmak, bir daha o çatının altına girememesi gerekmez mi?
Aralarından PKK’lılara canlı kalkan olan çıktı, Gezi Parkı’nda, Kuğulu’da  “direnen” çıktı, TOMA’nın önüne siper olan çıktı; Rabbimin  “aktivist” olsunlar diye yarattığı kadın milletvekilleri Z.A.(!) girmesin diye TBMM kapısına canlı bariyer olmayı da düşünmez mi mesela!
Ya da kadın gazeteciler bir daha adını anmasa, haberini yapmasa,  “yok hükmünde” saysa...

***
Niye Z.A.(!)’ya değil de bu rezaletin mağdurlarına yükleniyorum değil mi!
Çünkü Z.A.(!) ve onu siyasette o noktaya getiren “kafa” bu; tıp dünyası çaresiz  “zihniyet nakli”ni yapamıyorlar henüz.
“Bunlar”  -silahların eşitliği diye bir ilke var madem; bizim silahımız söz olduğuna göre aynıyla mücadele gerekir diye böyle diyorum- için kadın tam da Z.A.(!)’nın işaret ettiği yerden ibaret...
Beş yaşındaki çocuğun kolundan tahrik olur “bunlar” ; nereleriyle düşünüyorlarsa beş yaşındaki çocuğu dahi  “cinsiyetiyle” algılayabilirler.
“Bunlar”  için “tesettürsüz kadın, anonim kullanılan kadın”dır,  “örtüsüz kadın, perdesiz ev” ... Kadın ve erkeğin misyonunu hangi sembollerde izah ettiklerini hatırlayın: Tavuk ve horoz! Her türlü  “tepenize çıkma”  hakları bakidir yani! 
Ülkeyi darül harp görmeleri gibi sanki kadına bakışları da... Hangi hakarette bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine “hak” sayıyorlar...

TGC’den 

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, geleneksel 24 Temmuz kutlamaları(!) programını açıkladı. Buna göre 24 Temmuz Çarşamba günü The Marmara’da yapılacak “kutlamalar”  kapsamında saat 19.00’da Basın Özgürlüğü Ödülleri’nin verileceği tören, saat 20.30’da da  “kokteyl”  var.
“Sansürden inim inim inlerken sansürün kaldırılış yıldömünü kutlayabilmek”  kafasına erişebilmek için “ihtiyaç”  zahir; gazeteci arkadaşlar yine  “sınırsız”  içecek  “kokteyl” de. Buna bir itirazım yok; isteyen istediği içsin, içebilsin tabii. İtirazım TGC’nin -geçen yıl da yaptılar aynısını- bu kokteyli ısrarla  “iftar saati”nde vermesine!
TGC Başkanı Turgay Olcayto farkında olmayabilir ama aylardan Ramazan! 24 Temmuz 2013 günü İstanbul için iftar vakti 20:38; pişti!
Yine Turgay Olcayto farkında olmayabilir ama ateist, gayrımüslim yahut oruç tutmayan/tutamayan gazetecilerden ibaret değil TGC; oruç tutmayan kadar tutan üyesi de var. Ne yapacak bu insanlar? Tamam gelsinler, kokteylinize katılsınlar da nasıl? 17 saat aç durduktan sonra kokteyl havuçlarıyla mı açacaklar oruçlarını? 

- Neredeydin akşam?
- İftar kokteylinde!

Tamam sen oruç tutmayabilirsin, inanmayabilirsin, Ramazan’da içebilirsin de kimsenin bir şey dediği yok ama oruç tutan üyelerini yok sayma hakkına sahip değilsin!
Ramazan ayında 5 yıldızlı otelde iftar saatinde kokteyl vermek yerine daha mütevazi bir yerde  “iftar yemeği” nde buluştur gazetecileri kıyamet mi kopar? Ne olur yani “laikliği” ne halel mi gelir?  “Yobaz”,  “irticacı”  diye mi etiketlenirsin? 
Bu nasıl bir kompleks; değilse toplumun değerlerinden nasıl bihaberliktir? 

Ayıp. Valla ayıp.


***


Foto Apış…



Foto Apış…


BEKİR COŞKUN

Doğa fotoğrafçısı…
Savaş fotoğrafçısı…
Moda fotoğrafçısı…
Bu AKP milletvekili, TBMM’de görevli kadın gazeteci arkadaşlarımıza “Sizin bacak aranızın fotoğrafını çeksem” dediğine göre…
İlktir:
Apış fotoğrafçısı…

?

Baştan Alıyorum:


Gazeteci arkadaşlarımız, bu Meclis’te üçlü kanepede uyurken fotoğrafını çekmişler, ayakları kafasından daha yukarıda…
Ayakkabılarını çıkarmış…
Ceketini, kravatını atmış, bir yastık başının altında, bir yastık ayağının altında…
Bir pijaması eksik…
(Bkz; parlamentoda uyuyanlarla ilgili on gün kadar önceki “Egemenlik Kayıtsız Şartsız” yazısı…)

?

Tabii yayımlanan fotoğrafına kızınca, bizim parlamento muhabiri kadın arkadaşlarımıza rastladı foto:
“Ben de şimdi sizin bacak aranızın fotoğrafını çeksem…”
Çüş…

?

Parti yöneticileri apış fotoğrafçısını savundular…
“Oruç olduğu için, gergin olabilir” dedi birisi…
Hani insan oruç olunca aklına su gelir…
Pide gelir…
Salata gelir…
Güveç gelir…
Demek bunun aklına apış arası fotoğrafı çekmek geldi…

?

Bizim çapulcuları diline dolayıp “Bunlar edepsiz, hanım kardeşimize dil uzattılar” diye meydan meydan gezmedi mi Başbakan?..
Taciz edenleri bulamadıkları gibi, taciz edileni de bulamadılar gerçi…
Arıyorsan…
Al sana…
Yanında oturuyor…

?

Tıynettir aslında…
Bel altı şantajlarının, iddianamelere giren aile mahremiyetlerinin, kasetli tehditlerinin, yıkılan insan haklarının, telefon dinlemelerinin parlamento versiyonudur…
İnsanları susturmak için yatak odalarına yerleştirilen kameraların apış arası fotoğrafı çekme boyutu…
Din, iman, ahlak derseniz…

?

Aman dikkat edin…
Elinde makine ile gelmesin foto apış…


***




Bacak Arası


Bacak Arası


YILMAZ ÖZDİL.,

TBMM çatısı altında CHP milletvekiline “senin a…ına koyarım, o…spu çocuğu, senin ananı s…rim” diye bağıran AKP milletvekili Zeyid Aslan, bu sefer kadın gazetecilere saydırdı. TBMM kulisinde uyurken fotoğrafları yayınlanan Zeyid Aslan, “bu yaptığınızı gazetecilik mi sanıyorsunuz, ben de sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, bunların doğal hali bu diye, ahlaksız olurum değil mi? Ama sizinki gazetecilik oluyor” diye bağırdı.
*
Seneler evvel…

*
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyan bir grup muhafazakâr erkek arkadaş vardı. Havalar güzelleşince topluca denize gidiyorlardı. Ancak, mayo giymeye utanıyorlardı. Kimisi eşofmanla giriyordu denize, kimisi de kot pantolonu kesip bermuda haline getiriyordu. Baktılar olacak gibi değil, model tasarladılar, özel dikim yaptırdılar, ortaya haşema çıktı.
*
(Yağlı güreşçi kispetine benzeyen, dize kadar inen haşemalar, önceleri sırf erkekler için üretiliyordu. AKP’nin yükselişiyle beraber, Ninja kıyafetine benzer şekilde, kadınlar için de üretildi. Tesettür mayolarının hepsine birden haşema deniyor ama, aslında tescilli bir markanın ismi Haşema.)
*
(Anlamı ne derseniz? Rivayet muhtelif. İsim babası, Haşema Tekstil’in sahibi Mehmet Şahin… Haşemayı arkadaşlarıyla birlikte icat eden ve ticari ürüne dönüştüren Mehmet Şahin “Türkçede haşema diye bir kelime yok. Literatüre biz soktuk. Kafamda bir açılımı varsa bile, söylemem. Ben söylemediğim için, şu anda bir anlamı yok” diyor. Parantezi kapatıp, devam edelim.)
*
Haşema’yı icat eden hukuk fakültesi öğrencileri, Teklif ismiyle dergi çıkarıyordu. Haşema’nın reklamlarını bu dergide yayınlamaya başladılar. “Yazın kilonuzu boyunuzu, gönderelim mayonuzu” sloganını kullanıyorlardı. İstanbul Üniversitesi iktisat ve edebiyat fakültelerinden, bilahare İTÜ’den talepler gelmeye başladı. Satıştan elde ettikleri gelirle derginin masraflarını karşılıyorlardı. Söz konusu dergide yazar, editör 50 civarında öğrenci çalışıyordu. Çoğu AKP’den belediye başkanı oldu, milletvekili oldu.
*
Haşemayı icat eden derginin amatör gazeteci kadrosundan biri kimdi biliyor musunuz?

Zeyid Aslan.

*
Ana avrat dümdüz gidebilirsin, kadınlara bacak aranı filan diyebilirsin ama… Mayo giyince utanıyor yani insan!


***

GÜNÜN MODASI ( AĞZI OLAN ATATÜRK’Ü ÇİĞNİYOR )




GÜNÜN MODASI (AĞZI OLAN ATATÜRK’Ü ÇİĞNİYOR)



MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

Değerli Okurlarım!..
Geçtiğimiz günlerde bir dostumla bir iki bardak çay içmek için bir çay bahçesine girdik. Boş bulduğumuz bir masaya oturduk. Yanı başımızdaki masada yaşını başını almış ama cehaleti üzerinden atamamış üç-beş kişi hararetli, hararetli konuşuyorlar.
Konu alkol.
İçlerinden birisi sözü evire çevire Mustafa Kemal Atatürk’e getirdi ve o büyük kahramanın alkolik olduğunu ileri sürdü. Acaba o cahil insana Atatürk ilkelerinden 3-5 tanesini say deseydiniz kaçını sayabilirdi?
Sayamazdı…
Ama o örümcek kafasında Atatürk’ün iki kadeh rakısı hep dolu olarak kalıyordu. Çünkü onlar için bu bir saplantı idi…
Ya adamın ağzının payını verecektim ya da kalkıp gidecektim. Ben ikincisini yaptım. Evime geldim yazı arşivime girdim ve 15 Şubat 2008 tarihinde kaleme aldığım “Atatürk’ün iki kadeh rakısı” başlıklı yazımı buldum ve o yazıyı sizlere takdim etmeyi uygun buldum.
İşte o yazı:

ATATÜRK’ÜN İKİ KADEH RAKISI

“Atatürk’ü anlamaya beyin gücü yetmeyen, onun engin dünya görüşü, büyük askeri dehası, yeri dolmayan bir diplomat, cesaret ve kahramanlıklarını algılayacak yetenekte olmayan gafillerin Atatürk hakkında ileri sürdükleri ve vazgeçmedikleri bir karalama kampanyası vardır.”
Atatürk’ün doğumundan ölümüne kadarki ömür güzergâhının her dönemine dönüp baktığımızda yaptığı her işin, her fiilin her karesinde milliyetçilik, vatanperverlik, ileri görüşlük ve kahramanlık görüyor, kusursuz bir devlet adamlığı vasfına sahip olduğunu anlıyoruz.
Koca bir dünyanın koca koca liderlerinin Atatürk’e olan saygılarını ona duydukları sonsuz güven ve hayranlıklarını gördükçe, Çanakkale’de Dumlupınar’da Sakarya’da İzmir’de hiçbir faniye nasip olmayacak kahramanlıklarını daha iyi anlıyoruz.
O büyük kahramanın arkasında yürüyen 253 bin cennet ehli Çanakkale şehidinin varlığı ile Çanakkale’nin geçilmeme sebebini daha iyi anlıyor, bu büyük zaferi bu ulusun böyle bir kahramana sahip olmasına bağlıyoruz.
Biz bunları görürken varlığını, istiklâlini, din ve inanç hürriyetini ulu öndere borçlu olduğunu unutanlar onun beynindeki erişilmez zekâyı görme yerine elindeki iki kadeh rakısını görüyorlar. O büyük komutana saygısızca dil uzatıyor, İzmir’de denize döktüğü Yunan’ın Çanakkale’de denize gömdüğü İngiliz’in, Fransız’ın söylemek isteyip de söyleyemediklerini ne yazık ki onlar söylüyorlar.
Atatürk rakı içiyordu,

Atatürk bir Sarhoştu!


Bir an Atatürk’ün sürekli alkollü olduğunu düşünelim.

* Neden Alkollü bir insan bir ömür boyu savaşta ve barışta hiç bir hata yapmadı?
* Neden ömründe bir tek vatandaşını kandırmadı. Pişmanlık duyacak hiçbir oluşumun içerisinde bulunmadı.?
* Neden kendisine, ailesine, yakınlarına bu ülkenin bir karış toprağını bir çakıl taşını ikram etmedi.?
* Tüyü bitmemiş yetimin, beytül malın hamisi oldu. Harama el uzatmadı.
* Kişiliğinden, devlet ve siyaset adamlığından, kahramanlığından bir nebze olsun taviz vermedi?
* Neden bir ömür ülkesinin istiklâl ve hürriyetini ölümüne savundu?
* Neden bir dünya onun yaptıklarından örnekler aldı?
* Neden 20.asra damgasını vurdu?.

Biraz da bu sorulara cevap bulalım.

* Çünkü o bir ömür boyu ülkesi için, ülkesinin bekası için, Türk milletinin geleceği için çalıştı.
* Çünkü o Türk insanını kula kulluk etmekten kurtardı.
* Çünkü o hasta bir toplumu sağlıklı ve sıhhatli bir toplum olarak dünyaya kabul ettirdi.
* Çünkü o dört bir yanından istila edilmiş bir ülkeyi yüksek zekâsı ve kahramanlığı sayesinde kurtardı.
* Çünkü o bu ülkenin mukaddesatına namahrem elini deydirmedi.
* Adı yaşamı boyunca hiçbir yerde hiçbir zeminde yolsuzlukla anılmadı?
* Çünkü o dünyada bir benzeri olmayan büyük bir devlet ve siyaset adamıydı.

O Büyük bir Türk’tü.
O bir Atatürk’tü!

İki kadeh rakıdan başka hiçbir harama el uzatmadı.
Ah keşke bizimde boğazımızdan rakıdan başka haram geçmemiş olsaydı.
Ah keşke bizimde sözlerimiz de onun kadar yalansız, ibadetlerimiz onunkisi kadar riyasız olsaydı!
Ah keşke bütün dünyanın tanıdığı o büyük insanı, ona dil uzatan bizim örümcek kafalılarımız da tanıyabilseydi.
Ne olurdu!..
Hakikat her yerde ve her zeminde budur ki!
O büyük önderi tanımaya hakikaten kafa ister, beyin ister, ruh ister…
Bu gün o büyük önder hakkında herkes konuşuyor,
Aydını, cahili, haini konuşuyor, Bilende konuşuyor, bilmeyen de konuşuyor…
Ağzı olan konuşuyor…


***

24 Temmuz 2018 Salı

YENİ REJİMİN SEÇİMİ 24 HAZİRAN


YENİ REJİMİN SEÇİMİ 24 HAZİRAN.,






YENİ REJİMİN SEÇİMİ 24 HAZİRAN

Bir seçim daha sona erdi… Bu öyle sıradan bir seçim de değildi. 
Ülke 25 Haziran sabahı yeni bir rejime uyandı; 

Türkiye Cumhuriyetinin yönetim şekli değişti. Aslında dünyada örneği olmayan bir şekilde devrimsiz, ihtilalsiz, iç savaş veya çatışmasız bir şekilde 
referandum ve devamındaki seçimlerle rejimi değiştirdik. Değiştirdik ama biraz alelacele oldu olsak yeridir. Türkiye’nin ekonomik verileri ve bölgedeki 
güvenlik sorunları ve gelişmeler 2019 yılında yapılması gereken seçimlerin erkene alınmasına neden oldu. 

Gelelim seçim sonuçlarına; 

Seçimin kazananları Erdoğan, MHP ve Muharrem İnce olmuştur. Kaybedenleri ise malum!.. Erdoğan’ın partisi AKP’den %10’a kadar daha fazla oy alacağını  hem programlarda hem de yazılarımızda yazmıştık. Nihayetinde bu seçimlerde Erdoğan %52,59 alırken AKP %41,85’lik bir oy aldı. 

Aradaki fark %10,74 yani 11 puana yakın. Bu 11 puanlık farkın nedenlerini arayanlar için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ankara’da yaptığı balkon 
konuşmasında sarf ettiği “Milletimizin sandıkta partimize verdiği mesajı da aldık. Önümüzdeki dönem, milletimizin karşısına tüm bu eksikliklerimizi 
tamamlayarak çıkacağımızdan emin olunuz” şeklindeki sözlerine bakmak yeterli. Bunun böyle olacağını, AKP’ye birçok nedenden dolayı oy vermeyecek 
seçmenin olacağı öngörmek çok zor değildi. Seçmen özellikle 15 Temmuz gibi bir süreçten sonra ülkenin yanlış siyasetinin ve uyarılara aldanmayan 
bir AKP Hükümetinin güvenilirliğinin 1 Kasım 2015 seçimlerine göre azaldığının mesajını verdi. 

15 Temmuz sonrasında “Altı ibadet, ortası ticaret, tavanı ihanet” olarak tanımlanan FETÖ’nün çatı yapılanması olan “siyaset”in içerisinde yeterince 
mücadele yapılmaması veya çok az yapılması oy kaybının temel nedenlerinden dir. 15 Temmuz sürecinden sonra AKP seçmeni içerisinde olan milliyetçi   muhafazakâr seçmenin bu süreçten rahatsızlığı, MHP’nin Erdoğan ve dolaysıyla AKP’ye olan desteği de MHP’ye belirli oranlarda kaymalarına neden oldu. 

Bu AKP’den MHP’ye oy kaymasının öngörüsünü seçim öncesi kaleme aldığım “AK Kurtlar yuvaya dönüyor” başlıklı yazımda anlatmaya çalışmıştım. 
AKP’nin oy kaybı başta MHP olmak üzere Saadet ve İYİ Parti’ye olmuştur ve nedenini yanlış politikalarda aramak gereklidir. Peki, neydi bu yanlış politikalar? 
Öncelikle yanlış ekonomi, tarım ve destekleme politikaları. Milli Eğitim Bakanlığının yanlış kararları ve veli olan seçmenlerin mağduriyetleri. 
Teşkilat içi sorunlar ve çekişmeler. 15 Temmuz sürecine kadar olan yanlış kadrolaşmanın doğurduğu 15 Temmuz süreci. 
Siyasilerin, teşkilatların, vekillerin ve belediye başkanlarının halktan ve tabandan uzak siyasetleri. FETÖ ile mücadelede yaşanan zafiyetler ve siyasi 
ayağına dokunulmamış olması. 15 Temmuz sonrası oluşan mağduriyetler ve sebepsiz ihraçların netleşmemesi. Harp Okulu ve Polis Okulu mezunlarının 
sorunları. Liyakat esaslı atamaların yapılmaması. Yetki kanunu ile kamu çalışanlarının sözleşmeli yapılacak olması. Cumhurbaşkanlığı Hükümet 
Sistemine geçişlerdeki üst düzey kamu yöneticilerinin kadrolardaki belirsizlikleri. 
Atanamayanlar, İşsizlik vb… 

*** 

MHP’nin aldığı oy sürpriz olmamıştır. 

Hatta daha fazla bir oy potansiyeli olduğunu da söyleyebiliriz. MHP, içerisinde ayrışan İYİ Parti’ye rağmen %10,90 oy almıştır. 

1 Kasım seçimlerinde %11,90 oy alan MHP’nin 1 puanlık bir oy kaybı vardır. Bu durumda gösteriyor ki İYİ Parti ayrışması şeklen olmuş sandığa yansıması çok az olmuştur. AKP’den MHP’ye elbette ki oy kayması olmuştur. Bu oy kaymasının temel nedeni ülkenin milli menfaatleri adına siyaseten söylenen ve eleştirilen tüm gerçek ve doğrulara rağmen MHP’ni, dolaysıyla 15 Temmuz sonrasında ki bu zorlu geçiş sürecinde Devlet Bahçeli’nin Erdoğan ve AKP olan şartsız desteğidir. Aynı nedenlerle MHP kendi tabanındaki bir kısım seçmene durumu dönem dönem izahta zorlanmış ve tepkiler alarak bir ayrışma sürecini de hızlandırmıştır. Sonuçta yine de 1 Kasım’a göre giden oylar ile gelen oylar aşağı yukarı dengelenmiş hatta 1 puan kayıp olmuştur. 

*** 

Muharrem İnce durumu “1977'den bu yana 41 yıl sonra 30 barajını geçmişiz.” sözü ile özetledi aslında. Muharrem İnce, CHP’nin uzun yıllardır 
halktan uzak siyaseti 50 günlük bir kampanyada halka yaklaşmasıyla sağ seçmenden de oy alabileceğini ve kökten CHP’li olmuş şimdilerde farklı 
siyasi partilerde olan oyları toparlayabileceğini göstermiştir. Bu duruma geniş ve objektif bakarsak “CHP yıllardır yaptığı dar siyaset kabuğunu kırmıştır.” 
diyebiliriz. Muharrem İnce %30,64, CHP ise %22,48 oy almıştır. 1 Kasım seçimlerinde CHP’nin %25,32 olan oyunda kaybı ise 2,82 puan! 

Bu seçimlerdeki Muharrem İnce ile CHP arasındaki oy farkı 8,16 puandır. Bu farkların içerisinde; CHP’den İYİ Parti’ye giden oylar, CHP’den HDP’ye giden oylar ve diğer partilerden Muharrem İnce’ye gelen oylar vardır. 

*** 

Saadet Partisi bu seçimlerde yaptığı kampanyaya göre beklenenden çok az oy aldı. 
Bunun temel nedeni partinin taban seçmeninin geriye dönük birçok seçimde olduğu gibi AKP ve Erdoğan’a oy vermeleri oldu. 
Saadet Partisi’nin az oy almasındaki diğer önemli bir neden ise taban tabana zıt sol bir parti olan CHP ile ittifak yapması oldu. 
Bunu partinin %1,34’lük oyu ile Temel Karamollaoğlu’nun %0,89’luk oy farkından da anlamak mümkün. 

*** 

İYİ Parti’nin durumuna bakalım; CHP-Saadet Partisi ittifakı en fazla İYİ Parti’ye yaradı diyebiliriz. İYİ Parti %9,89, 
Meral Akşener ise %7,29 oy aldı. Arada 2,6 puanlık bir fark var. İttifaktan dolayı CHP listelerine koyulan SP adaylarının olduğu illerde CHP oylarının 
İYİ Partiye gitmesine neden oldu. Bu oy farkının temelinde de CHP’nin listelerine olan tepkilerin İYİ Parti’ye oy yansıması olduğunu söyleyebiliriz. 

*** 

Özetlersek; 
24 Haziran seçim sonuçları MHP’ye kilit parti misyonu yüklemiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP açısından ülkenin siyasi ve ekonomik 
sorumluluğu adına hiçbir mazeret kalmamıştır  Bu aşamadan sonraki tüm sorumluluk kesintisiz olarak partili Cumhurbaşkanında toplanmıştır. 
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bir koalisyon olmayacağını, partili kadrolara teklifin bile kabul edilmeyeceğini açık ve net bir şekilde söylemiştir. 
24 Haziran gecesi Devlet Bahçeli haricindeki muhalefet liderleri ve Cumhurbaşkanı adaylarının geç beyanları ülkeyi bir iç çatışma ortamına 
sürükleyecek şekilde sorumsuzluklar içermektedir. Bir tarafta sevinen bir AKP seçmeni ile diğer tarafta “Bu seçim 2. tura kalmıştır” diyen 
CHP yöneticilerinin söylemlerinden yola çıkarak Ankara, İstanbul ve İzmir gibi metropollerde sokağa çıkan halk gezi ve 15 Temmuz süreçlerinden 
elde ettiği deneyimlerle karşı karşıya gelmemiştir. Şahsım adına geciken açıklamalar siyasi ahlaka sığmadığı gibi milletin menfaatine asla değildir 
ve akıl karıştırıcıdır. 24 Haziran gecesi CHP ve Muharrem İnce’nin bir TV spikerine attığı “Adam kazandı” mesajını okuması belki de olası bir çatışma 
ve kaosu önlemiştir. 

*** 

Baraj konusu çözülmelidir. HDP’nin reaksiyonel olarak CHP’den oy almasının tek nedeni parlamenter demokrasilerde en yüksek seçim barajının Türkiye'de olmasıdır. Soruyorum size; “Seçim barajı %5 olsa HDP doğu ve güneydoğu haricinde bu kadar oy alabilir miydi?” 

O nedenle HDP’ye oy verenlere kızmak yerine barajı %10’lardan makul seviyelere çekmek gerek. 

*** 

Bu seçim sonrası siyasetin kısa ve orta vadede nasıl şekilleneceğini; Yeni Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin uyum yasaları, devletin yeniden yapılandırılması süreci, ABD-NATO ilişkileri, çözüm süreci gibi bir sürecin yeniden yaşanması ve devletin bekası gibi konular belirleyecek görünüyor. 

Görünüyor çünkü bu gelişmeler olası “erken seçim”lerin gündeme gelmesine de neden olacak. 

Kalın sağlıcakla.



 httpswww.kapsamhaber.comyeni-rejimin-secimi-24-haziran-makale,1802.html


***

DEVLETİN YAPISINI DEĞİŞTİRMEK


DEVLETİN YAPISINI DEĞİŞTİRMEK.,


Seçimler baskın olunca alelacele uyum adına düzenlemeler yakmak gerekiyor.

Zaman o kadar dar ki; Neredeyse yasalarda geçen “Cumhurbaşkanı” ibaresi metinlerde bul-değiştir yapılarak “Başbakan” yapılıyor.
Referandumdan bugüne geçen 12 aylık süreyi meclis iradesinde değerlendiremediğimiz gibi “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” için gereken uyum değişiklikleri kanun yerine KHK düzenlemeleri ile 1 aya sıkıştırılarak yapılacak.
Bu durum referandum sonrası mecliste ihmal edilen düzenlemeleri çıkarma yetkisini meclis iradesinden alarak OHAL’de KHK’lar ile bürokratlara devretmektir.
Demokrasi ve millet iradesi adına sakıncalı bir durumdur.
Parlamenter Hükümet Sistemi yerine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” dediğimiz ve dünyada bir örneği daha olmayan bu sistemi daha tartışamadan, neler getirip neler götüreceğini mecliste taraflarından dinleyemeden bir KHK ile düzenlemeler toptan çözülecek.
Hal bu ki; Dünya tarihinde ihtilaller, devrimler, savaşlar, iç çatışmalar olmadan değişmemiş rejimi referandum ve devamında seçimlerle değiştirecek olan Türkiye Cumhuriyeti, devamında bir kaos ve karmaşa yaşamamak adına uyum ile ilgili düzenlemeleri KHK yerine mecliste kanunlar ile yapmalıydı.
Rejim değişikliği ile mecliste bulunan milletvekillerinin bir nevi “encümen” durumuna dönüşeceği bu düzende devlet yapısından da birçok değişikler olacak.
Bu değişiklikler ile ilgili olarak Başbakan tarafından TBMM’ye 08.05.2018’de sunulan “6771 sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanun Tasarısı” içerisinde birçok işaret ve izleri barındırıyor.
Yasa tasarısıyla, yasama yetkisinin, yani Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapma yetkisinin, Anayasa’nın 7. maddesi ile çelişecek bir şekilde Hükümete devri istenmekte.
Sadece kanuni düzenlemeler değil, buna bağlı kararnameler de mecliste tartışılamayacak, denetlenemeyecek, gerekli düzeltmeleri önerip değiştirtemeyecek ve yasalaştırılamayacak.
Özetle; Böylesi bir süreçte “kervanı yolda düzmek” misali aceleye getirilmiş ve üzerinden “millet iradesi” olan meclis yerine hataya ve yanıltmaya açık “bürokratlar iradesinde” düzenlemeler yapmak çok doğru ve sağlıklı bir yöntem değil.
Nihayetinde bürokratlar iradesinde yapılacak olan düzenlemeler anayasa dışı bir yol olarak değerlendirilebilir.
***
Peki, bu düzenlemeler ile devletin idari yapısında görünen muhtemel değişiklikler neler;
Öncelikle adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen yeni rejim ile devlet yeniden yapılandırılacağında mutabık kalmak gerek.
Bu kapsamda 8 Mayıs 2018 itibariyle gönderdiği yetki kanunu tasarısıyla hem uyum yasalarını hem de bakanlıkları ve bakanlık bağlı ilgili/ilişkili kuruluşları yeniden yapılandırarak görev, yetki ve sorumluluklarını belirleyecek.
Burada önemli bir nokta var;
Bu yetkinin yürürlük tarihi, Cumhurbaşkanı’nın 24 Haziran’da seçilerek yeni görevine başladığı tarihe kadar geçerli olacak.
Görünen o ki;
Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü MTA kapanacak ve Enerji Bakanlığı’nın Maden İşleri Genel Müdürlüğü ile birleşecek.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür ve Turizm olarak ayrılacak. Muhtemelen Kültür ve Vakıflar bir arada yeni bir yapı tesis edilecek.
Avrupa Birliği Bakanlığı kaldırılarak Dışişleri Bakanlığı ile birleştirilecek.
Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın Gençlik kısmı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlanacak. Spor Genel Müdürlüğü de kalkabilir.
Burası önemli;
Belediyeler bağlı oldukları İçişleri Bakanlığı’ndan alınarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na aktarılacak. Bu arada bakanlığın adına yetki alanından dolayı Yerel Hizmetler gibi bir ilave yapılabilir.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığından alınarak muhtemelen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlanacak veya yeni bir bakanlık tesis edilecek.
Bu değişiklik ses getirir;
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Sosyal Güvenlik yani SGK tarafı eskiden olduğu gibi Sağlık Bakanlığı’na bağlanacak.
Bir değişim de Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nde görünüyor;
DSİ, bağımsız bir genel müdürlük olmayacak. Büyük bir ihtimalle Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın ana hizmet birimi olacak. Taşra teşkilatı ise muhtemelen Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na devredilecek.
Ve olası birçok idari ve yapısal düzenlemeler…
***
Tabi ki bunlar birer öngörü!..
Bu öngörülere sahip olmak için devletin yapısını biraz bilir ve yetki kanun tasarısının maddelerini yorumlarsanız karşınıza bazı doğrular çıkıyor.
Bu düzenleme ile en azından yetki ve idari açıdan birbirine girmiş bakanlık ve bağlı kuruluşların sevk idaresi devlet nezdinde daha yönetilebilir bir hal alacak görünüyor.
Ama verimlilik ve idari açıdan neler getirip neler götüreceğini de takip etmek gerek.

Hüseyin KURT