29 Aralık 2017 Cuma

Ortadoğu’nun Yeni Aktörleri ya da tehlikenin farkında mıyız?

Ortadoğu’nun Yeni Aktörleri ya da tehlikenin farkında mıyız?

Mehmet Akif OKUR
27.11.2014


Musul’un düşmesi ve takip eden gelişmeler, IŞİD’in adını küresel gündemin kolay değişmeyen maddeleri arasına barut ve kanla yazdırdı.  Dünyanın büyük güçleri IŞİD’i, en az bölgedeki yangından doğrudan etkilenecek ülkelerdeki kadar endişe ve merakla tartışmayı sürdürüyor. Çünkü önemli başkentlerin tamamı, yalnızca silahların patladığı coğrafya bakımından değil, küresel sistem açısından da ciddi sonuçlar doğuracak bir olaylar zinciriyle yüz yüze olunduğunu anlamış vaziyette. Bu farkındalık, gelişmelerin yorumlanması bakımından yeni bir aşamaya geçilmesini de gerekli kılıyor. Her aktör, muhtemel senaryoları kendi çıkarları, hedefleri, gelecek vizyonu vb. bakımlarından tahlil edip, hangi müdahaleleri yapması/yapmaması gerektiğine karar vermeye çalışıyor. Ardından, somut hamlelerin sürat kazandığını da göreceğiz. IŞİD’in faaliyetleri kadar bu müstakbel hamlelerin sonuçları da üzerimizde mutlaka tesirler yaratacak. Bu yüzden, çok sayıda aktör ve değişkenin muhtemel etkileşimlerini çabucak yorumlayabilmemiz, mümkün olduğunca da öngörebilmemiz gerekiyor. Kriz dönemlerinde ciddi problemleri diğerlerinden hızlıca ayırarak ilgimizi ve kaynaklarımızı yerindelik esasında tahsis edebilmenin ne kadar büyük ihtiyaç olduğunu yeniden hissettiğimiz günlerden geçiyoruz. Ancak, bu kaygıyla hareket ederken odak dağılmalarının yol açacağı yanlışlar sarmalına kapılmamak için dikkatimizi de diri tutmalıyız. Örneğin, “aciliyetler” listemizi yalnızca bizden hemen somut reaksiyon bekleyen aktüel başlıklarla doldurmamalıyız. Bunun yerine, karşımızdaki manzarayı analitik maksatlarla belirli temel düzeylere ayırıp farklı seviyelerdeki meselelere ‘aciliyetler’ listesinde kendi ritimlerine uygun bir takvimlendirme yapabiliriz.

IŞİD’i bu çerçeve etrafında düşünmeyi sürdürelim. Başta rehineler meselesi olmak üzere, örgütün sonraki adımları ve bunların yaratabileceği doğrudan/dolaylı güvenlik sorunları hakkındaki tahminler ile gidişattan dolayı tehdit algılayan/fırsat pencerelerinin açıldığını gören hangi aktörlerin ne kadar kararlılıkla harekete geçebileceğine dair sorular ilk düzeye âitler. Musul’daki konsolosluğumuza yapılan saldırının zamanlaması ve takip eden hadiseler, Türkiye’nin daha en baştan eli-kolu bağlanarak devre dışı kalmasının IŞİD ve destekçileri tarafından ne kadar şiddetle arzulandığını gösteriyor. Madalyonun diğer yüzünde ise parçası olduğumuz ittifak sistemi tarafından Irak’la ilgili temas trafiğine krizin aktif öznesi olarak alınmak istenmeyişimiz var. Türkiye’nin savunmasına yönelik taahhütler tekrarlansa da, Ankara’nın NATO üyeliği vb. kaldıraçlar aracılığıyla Ortadoğu’da kendi oyunu için adımlar atmasına imkan tanınmayacağı anlaşılıyor. İran gibi bölgesel rakiplerimizin müttefikleriyle beraber açtığı kartlarda ise bize yer olmadığını söylemeye gerek bile yok.

Bölgede doğrudan Ankara ile özdeşleştirilen Türkmenlerin maruz kaldıkları saldırılar karşısındaki savunmasız halleri, Türkiye’ye hem önemli ahlaki sorumluluklar yüklüyor hem de Ankara’nın prestijine muazzam zarar veriyor. “Türkmenleri bile koruyamayan Türkiye” imajı, çatışmaların rutine dönüştüğü Ortadoğu’da işbirliği arayan aktörler için Ankara’yı bir seçenek olmaktan uzaklaştırıyor. IŞİD terörünün doğrudan ülkemize uzanma ihtimali ise maalesef hiç de imkansız değil. Türkiye’de işleyen hassas ve gerilimli siyasi süreç, örgütün eylem yapma mantığı bakımından elverişli bir zemin sağlıyor. Türkiye’deki çatışmasızlık halini Suriye’nin kuzeyinde elinde tuttuğu bölgelerdeki tahkimat için kullanan PKK ve uzantıları da IŞİD karşıtı koalisyondaki yerleri üzerinden güç ve meşruiyet devşirmeye çalışıyor. Dünya sistemine, namlusunu IŞİD ve benzeri örgütlere çevirmiş seküler bir gerilla yapılanması olduğu mesajı vermeye çalışan örgüt, hedefine başarıyla ulaşabilirse silah bırakma baskısını da üzerinden atabililir.

Aciller listesi...

Bu ve bağlantılı diğer konular, masanın üzerini dolduran ilk düzeydeki “acil” meseleleri orta vadeli ikinci düzeyin “acillerine” bağlayan kesin geçiş noktası belirsiz koridorda yer alıyor. IŞİD’in Musul’daki hamlesi, bağımsızlık için fırsat kollayan Erbil’e çok önemli bir imkan penceresi açtı. Barzani, Bağdat yönetimi ile arasında sorun teşkil eden Kerkük ve civarındaki zengin petrol bölgelerinin denetimini merkezi hükümetle çatışma yaşamaksızın ele geçirdi. Irak’ta IŞİD saldırılarının alevlendirdiği; köken, dil ya da mezhebe dayalı etnisiteler ile iktidar arayışındaki diğer grupların taraf oldukları savaş, ülkenin bir arada kalamayacağına ABD gibi aktörleri de ikna ederse süratle bağımsızlık ilan edilmesi sürpriz olmayacak. Maliki’nin birlik hükümeti kurulması çağrılarını reddedişine İsrail’in Erbil’e son dönemde dozunu arttırarak verdiği desteği de eklersek çok da uzak olmayan bir gelecekte böyle bir haber, gazete manşetlerine yerleşebilir. Bağımsız Kürdistanı, Irak’la sınırlı kalmayıp Suriye’ye de uzanacak parçalanma sürecindeki ilk büyük domino taşı kabul etmek gerekiyor. Sonrasında, Suriye ve Irak’taki çözülmenin ikili-üçlü parçalanmalarla mı yoksa bir miktar petrolü ele geçirenin devlet kurma sevdasına düşeceği paramparça olma senaryosu üzerinden mi ilerleyeceği sorusunun tartışıldığını görebiliriz.

ABD’nin Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma politikasının ardında, başka gerekçelerle birlikte bu fotoğrafın öngörülebiliyor oluşu yatıyor. Washington, parçalanmanın yaratacağı kaosun bölgeyle sınırlı kalmayacağını, çıkarlarını korumak ve düzeni sağlamak için bir aşamada kaynaklarını ucu belirsiz maceralara akıtılmak üzere seferber etmesi gerekeceğini düşünüyor. Alternatif senaryolara ise daha kaygıyla bakıyorlar. Örneğin, ABD’nin bıraktığı boşluktan karmaşaya yuvarlanacak Ortadoğu’da Çin gibi aktörlerin düzen sağlama iddiasıyla arzı endam etmeleri ihtimalinin telaffuzu bile alarm zillerini çaldırıyor.

80’ler ve 90’larda Ortadoğu’daki Arap devletlerinin ufalanmasını İsrail’in genel güvenlik çevresi bakımından olumlu sayan yaklaşımlar, İsrail sağı içinde taraftar bulmuştu. Her ne kadar, böyle bir parçalanmanın örgütler üzerinden daha ciddi tehditler yaratacağını savunanlar olsa da Tel-Aviv’in Suriye ve Irak’ın parçalanmasına itiraz edeceğini gösteren ciddi bir işaret bulunmuyor. Özellikle Bağımsız Kürdistan’ın Araplarla bitmeyecek kan davası sebebiyle ister istemez İsrail’in doğal müttefiki haline geleceği beklentisi epeyce yaygın. Geçmişte Kuzey Irak’a yapılan yatırımlar ve devlet alt yapısı için verilen destek hâlâ hafızalarda. Erbil’in boru hattıyla Akdeniz’e inen petrolüne İsrail’in müşteri olması aradaki iyi ilişkilerin hiç zedelenmediğini gösteriyor. Bu yüzden Erbil, Irak’taki gelişmeler bağımsızlık yolunu daha da temizlediğinde Washington’u ikna etmek için İsrail’in yardımını isterse buna şaşırmamak gerekiyor. Tel Aviv-Erbil hattının güçlenmesi, Bağımsız Kürdistan’ın hep Türkiye’nin nüfuz alanı olarak kalacağını varsayanları büyük bir hayal kırıklığına uğratabilir.

Bu noktada Türkiye’deki siyasi elitler, kararlarını verirken şu parametreleri değerlendirmek durumundalar. Bağımsızlık, bölge jeopolitiğini temelden sarsacak kalıcı bir statü değişimi iken Ankara’nın elinde tuttuğunu düşündüğü boru hattı vb. kartlar ise yeni konjonktürlerde pekala etkisizleşebilecek politika kaldıraçları konumundalar. Bırakın uzun vadeyi, kalıcı statü kazanıldıktan sonraki 5-10 yılda Erbil’de nasıl bir iktidar olacağını da petrol akışı için hangi güzergahların tercih edileceğini de kesinlikle tahmin etmek mümkün değil. Özerkliği Türkiye ile yürütülen sürecin bir parçası saydığını, Suriye’nin kuzeyinde belirli bir bölgeyi denetim altına aldıktan sonra yüksek sesle vurgulamaya başlayan PKK/BDP çizgisi, talep çıtasını yüksek tutma politikasını Erbil’in bağımsızlığı ile birlikte perçinleyecektir. Ayrıca, Suriye ve Irak iç savaşlarının tek yangına dönüşmesi eğilimi kalıcılık kazanırsa, işin sonunda çatışmaya yeni haritalar üzerinden çözüm aranacak masanın müştereken kurulmasını da sürpriz saymamalıyız. Bu ihtimal hakikate dönüşmeye başlarsa, Barzani’nin Suriye sınırına kazdığı hendeğin hiç derin olmadığını da farkedebiliriz.

“Aciller” listemizin şimdiyi ve yakın geleceği de etkileyen uzun vadeli kısmında, küresel sistemle ilgili normların ve bölgemize hakim olan kimliklerin dönüşümü gibi başlıklar var. Sınırların değişmezliği prensibinin erozyona uğradığı bir dönemdeyiz. Yalnızca Ortadoğu’da değil, eski Sovyet coğrafyasından Afrika’ya ve hatta Avrupa’ya dek uzanan geniş bölgede devletlerin parçalanışlarına ve toprak ilhaklarına şahitlik ediyoruz. Karşımızdaki manzara, hukukun iyi-kötü korunduğu, istikrarlı bir dünya düzenini değil, kendi hukukunu oluşturan şiddetin yayıldığı bir dünyayı tasvir ediyor. Muhtemelen bunun sonuçlarını Ortadoğu’da olduğu gibi Türkiye’nin yakından ilgilendiği başka coğrafyalarda da göreceğiz. Şiddetin sonuç alabildiği bir çağda sert güce yatırım yapmaktan vazgeçmek mümkün gözükmüyor. Sert güç tasarlanırken ise Ukrayna’dan Irak’a ciddi alt yapılara sahip olmalarına rağmen savaşamayan orduların ve motivasyonu yüksek savaşçı grupların/örgütlerin yüz yüze geldiği yeni savaş alanlarının iyi analiz edilmesi gerekiyor. Kodları toplumsal kimliğin içine gömülü olan asabiyye, uğruna savaşılası değer kalmayıncaya kadar çözüldüğünde teknoloji harikası silahların nasıl demir yığını haline dönüştüğünü somut biçimde anlatan örnekler üzerinde düşünmeye ihtiyacımız var. Savunmakla yükümlü olduğu milletin adını yürekten telaffuz edemeyen ordular, ilk kurşunda dağılıyorlar.

Dış politika pusulası

Kimlik kodlarındaki çözülmeler parçalanmaları tetiklediği gibi, parçalanmaları somutlaştıran çatışmalar da kimlikleri dönüştürüyor. Artık, ne büyük parantezler içinde bahsettiğimiz Sünnilik ya da Şiilik ne de çatışma konusu yapılan dil ve köken referanslı diğer kimlikler eski yerlerinde duruyorlar. İnanç ilkelerini ya da pratiklerini anlama/yorumlama farklılıklarından kaynaklanan ortaklıkların/ayrılıkların doğal sonuçlarıyla değil; sırtını bunların etnikleşmesine yaslamış siyasal çatışma süreçleriyle yüzleşiyoruz. Bu noktada Türkiye’nin dış politika pusulasını düzgün tutabilmek için Osmanlı sonrası Ortadoğu’sunda özellikle Sünniliğin dönüşümüyle ilgili ciddi bir farkındalığa muhtaç olduğunu söylememiz lazım. Gevşek davranır, çizgilerimizi kalın çekemezsek bunun bedelini, önce gençlerimizi bize ait olmayan savaşlara kurban vermekle başlayıp, ardından tarafı olmadığımız yangınların çatımıza sıçradığını görerek ödeyebiliriz. Türkiye, Osmanlı’yla ilgili sembollerin çok kullanıldığı bir dönem yaşamasına rağmen Ortadoğu’yla temaslarında kendi geleneği içinden ürettiği bir İslam anlayışının adresi olarak ışıldayamadı. Osmanlı’yı bölgeden süren rüzgarla serpilen tohumların nasıl zehirli yemişler verdiğini ise etrafımızdaki cinnet hali uzun açıklamalara gerek bırakmaksızın özetliyor. Bölgenin enerjisini kin ve nefret ateşleriyle tüketen kargaşa durulmaya başladığında medeniyet coğrafyamızın en temel ihtiyacı, üzerine kardeş kanı sıçramamış ilkelerin kurucu kılavuzluğunu destekleyecek ciddi bir güç merkezi olacak. O sebeple, uzun vadeli “aciller” listemizin başında bunun için gerekli maddi ve entelektüel alt yapıların inşasına hız verilmesi yer alıyor...


https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/mehmet-akif-okur/ortadogu-nun-yeni-aktorleri-ya-da-tehlikenin-farkinda-miyiz-965

***



YENİ ORTA DOĞU AKTÖRLER DİNAMİKLER VE DENGE ARAYIŞLARI

YENİ ORTA DOĞU AKTÖRLER DİNAMİKLER VE DENGE ARAYIŞLARI 






YENİ ORTA DOĞU AKTÖRLER, DİNAMİKLER VE DENGE ARAYIŞLARI
Sertif DEMİR - Oktay BİNGÖL

Ankara
Ocak - 2017


© Barış Kitabevi, 2017
Tüm hakları saklıdır.
Yayıncı izni olmadan kısmen de olsa fotokopi, film, vb. elektronik ve mekanik yöntemlerle çoğaltılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez.

Kapak Tasarım - Düzenleme
Karizma Reklamcılık: 0.312 418 20 92-93
Baskı ve Cilt
BRC: 0.312 384 44 54
ISBN: 978-605-4728
Sertifika No: 16207
Genel Dağıtım

Zafer Çarşısı No: 10-11 Yenişehir – ANKARA
Tel: 0312. 435 29 69 Faks: 0312. 434 33 93 



ÖNSÖZ

Küresel krizin merkezi konumundaki Orta Doğu’da yaşananları bilimsel bir anlayışla incelemek ve okuyucuya sunmak uzun süredir üzerinde düşündüğümüz bir husus idi. Çünkü bölge geçmişten gelen sorunların yanı sıra, Soğuk Savaş’ın bitmesinden beri sürekli bir krize veya çatışmaya sahne olmaktadır. Bu kriz 
ve sorunların neticesinde bölgede devletlerarası savaşlar, etnik/dinsel/ mezhepsel iç çatışmalar, bunlara bağlı göç ve mülteci hareketleri, sürgünler ve katliamlar yaşanmaktadır. Bölge son olarak küresel radikalizmle dünyanın gündemine oturmuştur. Diğer yandan Arap Baharı süreci ve Suriye krizi ile yaklaşık bir yüzyıl sonra bölge yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. 

Bu bağlamda Orta Doğu’da yaşanan tarihsel sürecin analiz edilmesinin yararlı olduğunu gördük. Bunu da bilimsel bir yaklaşıma ve tarafsız bir çalışma ile okuyucuya yansıtmak gerektiğine inandık. Dolayısıyla Orta Doğu’ya etki eden dinamikleri, olayları, sorunları ve krizleri analiz ederek geleceğe yönelik bir 
öngörüde bulunmayı hedefleyen bu çalışma böyle bir düşünce ve arzunun ışığında ortaya çıktı. Bu amacı gerçekleştirmek için kitap bir derleme şeklinde hazırlanmış ve uzman yazarlar tarafından her bir mesele ayrıntılı olarak ele alınarak incelenmiştir. 

Kuşkusuz Orta Doğu’ya ilişkin daha önce yayımlanan çok değerli yapıtlar mevcuttur. Bunlar da Orta Doğu bölgesinin analizine çok büyük katkılar yapmıştır. Günümüzde barındırdığı kriz, sorun, çatışma ve anlaşmazlıklarla bölgedeki devletleri, Türkiye’yi ve genel anlamda dünyayı etkileyen Orta Doğu’nun geniş kapsamlı araştırılmasını içeren bu kitabın da alanda daha 
önce yapılmış çalışmalara katkı sağlayacağı inancındayız. Özellikle  akademisyenlerin Orta Doğu’ya ilişkin dersleri için önemli 
bir kaynak olacağı inancını taşıyoruz. 

Kitap çok uzun süreli ve titiz bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkmıştır. Katkı yapan tüm yazarlara harcadıkları emek ve ortaya çıkardıkları güzel eserleri için yürekten teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Kitabı yayımlayan Barış Yayınevi’ne titiz çalışmaları ve desteklerinden dolayı müteşekkiriz. Ayrıca kitabın hazırlığı sürecinde bize sabır gösteren ailelerimize de en derin sevgi ve saygılarımızı iletiyoruz.

Son olarak, kitapta olabilecek tüm hataların sorumluluğunun biz editörlerde olduğunu bilimsel ve akademik anlayış gereği ifade etmek zorundayız.


Ankara, 2016
Sertif DEMİR ve Oktay BİNGÖL


İÇİNDEKİLER
Önsöz ..........................................................................................3
İçindekiler ..........................................................................................5
Yazarların Özgeçmişi..........................................................................7
Giriş ........................................................................................13
Birinci Bölüm: Orta Doğu’nun Değişmeyenleri 
1.Kısım: Orta Doğu’nun Jeopolitik Önemi...................................23 
Yrd. Doç. Dr. Kadir Sancak 

2.Kısım: Soğuk Savaş Sonrası Arap Orta Doğusunun 

 Siyasi Tarihi....................................................................53
Prof. Dr. Türel Yılmaz Şahin

3.Kısım: İsrail- Filistin ve İsrail-Arap Çatışması........................117

 Doç. Dr. Sezai Özçelik 


İkinci Bölüm: Soğuk Savaş Sonrası Değişimler

4.Kısım: Küreselleşmenin Orta Doğu’ya Etkileri.......................163 

 Prof. Dr. Siret Hürsoy 

5.Kısım: Orta Doğu’da Devlet Modelleri ve Siyasal İslam........193

 Yrd. Doç. Dr. Ali Bilgin Varlık

6.Kısım: Irak Savaşları ve Arap Baharı: Yeni Orta Doğu’yu 

 Yapılandıran Krizler.....................................................241

 Doç. Dr. Sertif Demir 

7.Kısım: Küresel Enerji Politikaları ve Orta Doğu.....................277

 Doç. Dr. Poyraz Gürson 


Üçüncü Bölüm: Yeni Orta Doğu

8.Kısım: Orta Doğu Bölgesel Güvenlik Kompleksinin 

 Şekillenmesi ve Güç Dengesi Arayışları......................293

 Dr. Oktay Bingöl 

9.Kısım: Bölgesel Kürt Dinamiği................................................333

 Dr. Savaş Biçer 

10.Kısım: Orta Doğu’da Yükselen Kürt Dinamiği: Bölgesel ve 

 Sınır Aşan Özellikleri, Türkiye’ye Etkileri...................347

 Dr. Oktay Bingöl

11.Kısım: Orta Doğu’da Sınır Aşan Sular.....................................375

 Yrd. Doç. Dr. Ayça Eminoğlu

12.Kısım: Orta Doğu’da Sınır Aşan Dinamik: Mültecilik............405

 Dr. Oktay Bingöl

Dördüncü Bölüm: Büyük Güçler ve Orta Doğu

13.Kısım: ABD’nin Orta Doğu Politikasına Genel Bir Bakış.......431

 Yrd. Doç. Dr. Zafer Parlak 

14.Kısım: Rusya ve Orta Doğu.....................................................477

 Yrd. Doç. Dr. Mustafa Üren

15.Kısım: AB’nin Orta Doğu Politikalarının Analizi....................535

 Doç. Dr. Sertif Demir, Dr. Ercüment Tatlıoğlu

16.Kısım: Çin’in Orta Doğu Politikasının Analizi........................563

 Doç. Dr. Sertif Demir, Ayçe Sepli

17.Kısım: Türkiye ve Orta Doğu...................................................601

 Uzm. Kudret Erkan 

Genel Sonuç ve Değerlendirme......................................................649


YAZARLAR HAKKINDA 

Prof. Dr. Türel YILMAZ ŞAHİN

1987 yılında Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun oldu. 1992’de GÜ Sosyal 
Bilimler Enstitüsünde Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Programını, 
1997 yılında da yine aynı Enstitüde Uluslararası İlişkiler Doktora 
Programını tamamladı. 2002 yılında Doçent unvanı alan ŞAHİN, 2007 
yılında Profesör kadrosuna atandı. 2004-2007 yılları arasında GÜ İktisadi 
ve İdari Bilimler Fakültesinde Dekan Yardımcılığı yapan ŞAHİN, 
2009-2011 yılları arasında da Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi İktisadi 
ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Dekan olarak görev yaptı. Halen GÜ İktisadi 
ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim 
üyesi olan ŞAHİN’in Orta Doğu Bölgesi üzerine yazılmış çeşitli 
kitap ve makaleleri bulunmaktadır.

Prof. Dr. Siret HÜRSOY

Prof. Dr. Hürsoy, KKTC’de bulunan Doğu Akdeniz Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 1997 yılında mezun olmuştur. 1998 
yılında ise yüksek lisans derecesini İngiltere’de bulunan University of 
Kent at Canterbury, Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Çalışmaları alanından 
almıştır. 1998-2000 yılları arasında Türkiye’de Ege Üniversitesi, 
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde araştırma görevlisi olmuş ve 
ders asistanlığı yapmıştır. Doktora derecesini 2002 yılında Almanya’da 
bulunan Philipps-Universität Marburg, Gesellschaftswissenschaften 
und Philosophie, Fachbereich Politikwissenschaft, alanından almaya 
hak kazanmıştır. Doktora çalışmaları burslusu olduğu Konrad-Adenauer-
Stiftung tarafından finanse edilmiş, İngiltere’ye araştırma yapması 
için gönderilmiş ve “The New Security Concept and German-French 
Approaches to the European ‘Pillar of Defence’, 1990-2000” adlı kitabının 
yayınlanmasına katkıda bulunmuştur. 2003 yılından itibaren Ege 
Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde savunma ve güvenlik, 
Avrupa Birliği ve uluslararası ilişkiler teorileri alanlarında dersler 
vermektedir. Çok iyi derecede İngilizce ve iyi derecede Almanca bilmektedir.

Doç. Dr. Sezai ÖZÇELİK

1994 yılında Ankara Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler lisans programından 
mezun olan Doç. Dr. Sezai Özçelik, yüksek lisans öğrenimini 
1998’de American University, Uluslararası Barış ve Çatışma Çözümü 
Programı’nda tamamladı. Doktora derecesini 2004’te George Mason 
University, Çatışma Analizi ve Çözümü Programı’ndan alan Özçelik, 
akabinde Türkiye’ye döndü. Hâlen Çankırı Karatekin Üniversitesi, 
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. 
Avrupa Birliği (AB) projelerinde geniş tecrübeye sahiptir.

Doç.Dr. Poyraz GÜRSON

Kara Harp Okulunu müteakiben 1997 yılında Marmara Üniversitesi 
İletişim Fakültesi Gazetecilik/ Basın Ekonomisi Bölümünde lisans eğitimini 
tamamlamış, ardından 1999 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat 
Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Orta Doğu 
ve Asya Çalışmaları Anabilim Dalı’nda yüksek lisansını yapmıştır. 
2004 yılında ise Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktora 
eğitimini bitirmiştir. 12 Mart 2015 tarihinde Üniversiteler Arası 
Kurul Başkanlığı (UAK) tarafından Siyasal Hayat ve Kurumlar alanından 
Doçentliğe yükselen Dr. GÜRSON, akademik kariyerine Atılım 
Üniversitesi’nde Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü’nde Öğretim 
Üyesi olarak sürdürmüştür. Halen, Nişantaşı Üniversitesi Uluslararası 
İlişkiler ve Kocaeli Üniversitesi AB Siyaseti ve Uluslararası İlişkiler 
Bölüm’lerinde Öğretim Üyesi olarak devam etmektedir. Araştırma 
konuları arasında Halkla İlişkiler, Reklamcılık, Yaratıcılık ve Orta 
Doğu’da Güncel Sorunlar yer almaktadır.

Dr. Ercüment TATLIOĞLU 

1960 yılında İzmir’de doğdu. 1981 yılında Deniz Harp Okulundan, 
1992 yılında Deniz Harp Akademisinden, 1994 yılında Silahlı Kuvvetler 
Akademisinden, 1995 yılında ABD kurmay Kolejinden, 2001 yılında 
NATO Savunma Kolejinden mezun oldu. Belçika Leuven Üniversitesinde 
2006 yılında Avrupa Birliği Siyaseti ve Avrupa Birliği Politikaları 
yüksek lisansını, 2016 yılında ise 9 Eylül Üniversitesi Avrupa 
Birliği Doktorasını tamamladı. AB Güvenlik ve Savunma Politikası ile 
NATO konularında çalışmalar yapmaktadır. 

Doç. Dr. Sertif DEMİR

Kara Harp Okulunda İktisat ana dalında lisans, İstanbul Üniversitesi 
İktisat Fakültesi’nde Uluslararası İlişkiler alanında yüksek lisans 
iktisat Ana Bilim dalında ise doktora programını tamamlamıştır. 1990 
yılında ise Kara Harp Akademisini tamamlayarak kurmay subay olmuştur. 
Türk Silahlı Kuvvetlerinin stratejik karargâhları ile NATO’nun 
karargâhlarda güvenlik ve strateji alanlarında görev yapmış, NATO’nun 
Bosna Hersek, Kosova ve Afganistan harekâtlarına iştirak etmiştir. Çeşitli 
Üniversitelerde eğitmenlik yapan Dr. Demir 2014 yılında uluslararası 
ilişkiler alanında doçent olmuştur. Türk dış politikası, güvenlik ve 
savunma, terör, uluslararası örgütler, barış gücü operasyonları üzerinde 
yayınlanmış eserleri mevcuttur. 

Yrd. Doç. Dr. Ali Bilgin VARLIK

Doktorasını, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası 
İlişkiler Ana Bilim Dalı’nda 2009’da tamamlamıştır. Merkez 
Strateji Enstitüsü düşünce kuruluşunun koordinatörü, Millî Güvenlik 
ve Askerî Bilimler Akademik Dergisi’nin editörü ve İstanbul Esenyurt 
Üniversitesinin öğretim üyesidir. Küresel güvenlik, strateji, savaş 
çalışmaları ve Orta Doğu konularında çalışmaktadır. 2013 yılında 
TSK’dan albay rütbesi ile emekliye ayrılmış olup, muvazzaf hizmeti 
esnasında, Irak’ta Huzuru Sağlama Harekâtı (1995), Bosna-Hersek’te 
İstikrar Harekât (2001) ve Afganistan’da Uluslararası Güvenlik Yardım 
Harekâtı (2010) görevlerine katılmıştır.

Yrd. Doç. Dr. Kadir SANCAK

Dr. SANCAK, lisans ve lisansüstü eğitimlerini uluslararası ilişkiler 
alanında tamamlamıştır. Lisans, yüksek lisans ve doktora aşamalarında 
sırasıyla Çeçenistan, Gürcistan ve Azerbaycan merkezli tez çalışmaları 
yapmıştır. Konu itibariyle güç, yumuşak güç, kamu diplomasisi ve ben
zeri konularda, bölge olarak ise ağırlıklı olarak Kafkasya, Türkistan ve 
Balkanlara yönelik çalışmaları bulunan Kadir Sancak, akademik hayatına 
Gümüşhane Üniversitesi’nde devam etmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Savaş BİÇER

1980 yılında Kara Harp Okulu’ndan 1991 yılında ise Harp Akademilerinden 
kurmay subay olarak mezun oldu. Bosna Hersek, Kosova, 
Makedonya ve Afganistan’daki NATO ve Birleşmiş Milletlerin Güvenlik 
ve Barış harekâtına katıldı. Belçika’daki NATO karargâhında 
ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin çeşitli kademelerinde görev yaptıktan 
sonra emekli oldu. Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası 
İlişkiler bölümünde, NATO’nun Soğuk Savaş sonrası askeri müdahaleleri 
üzerine doktora tezini tamamladı. NATO ve Uluslararası Güvenlik 
üzerine yazılar yazan Yrd. Doç.Dr. Savaş Biçer, İstanbul Esenyurt 
Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim 
üyesidir.

Yrd. Doç. Dr. Ayça EMİNOĞLU

1997 yılında Yakın Doğu Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümünde lisans eğitimini, 2009 yılında 
Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Uluslararası 
İlişkiler yüksek lisansını tamamlamıştır. 2011-2015 yılları arasında 
Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası 
ilişkiler Anabilim dalında doktora eğitimini bitirmiştir. Halen Karadeniz 
Teknik Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası 
ilişkiler Bölümünde Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÜREN

1985’te Kara Harp Okulunda lisansını, 1997’de Kara Harp Akademisinde 
yüksek lisansını ve 2015’te ise Abant İzzet Baysal Üniversitesi 
Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalında doktorasını 
tamamladı. Ulusal dergilerde yayınlanmış makaleleri bulunan 
Üren’in akademik ilgi alanları arasında; uluslararası ilişkiler teorileri, 
küreselleşme ve uluslararası politika, siyasi tarih ve Avrasya bölgesi 
bulunmaktadır. İngilizce bilen Üren, halen Avrasya Üniversitesi İktisadi 
ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü 
öğretim üyesidir. 

Dr. Zafer PARLAK 

Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi 
İktisat ve Uluslararası İlişkiler bölümlerinden mezun oldu. Yüksek 
lisans ve doktorasını Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü 
Amerikan Kültürü ve Edebiyatı ana bilim dalında yaptı. Ayrıca Beykent 
Üniversitesi’nde Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında ikinci bir yüksek 
lisans yaptı. Beş ayrı üniversitede yarı ve tam zamanlı öğretim üyesi 
olarak çalışan Dr. Parlak ABD dış politikası, Türk-Amerikan ilişkileri, 
Amerikan tarihi, ABD diplomasi tarihi, kültürlerarası ilişkiler, Amerikan 
etnik edebiyatı, Amerikan yerlileri, Amerikan edebiyatı, Amerikan 
barış gönüllüleri, Türk kökenli Amerikalılar, uluslararası gönüllü kuruluşlar, 
eko-eleştiri ve kadın çalışmaları konularında dersler vermekte, 
araştırma ve yayınlar yapmaktadır.

Uzman Kudret ERKAN

1981’de Kara Harp Okulu, 1991’de Kara Harp Akademisi ve 
1997’de Silahlı Kuvvetler Akademisinden mezun oldu. ABD’de subay 
tekâmül ve öğretmenlik kursları gördü. Soğuk Savaş dönemi sonrasında 
TSK’nin eski Doğu Bloku ve dağılan Yugoslavya ülkeleri ile Orta 
Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin üst düzey subaylarına ve sivil bürokratlarına 
NATO standartlarında eğitim vermek üzere açılan TSK Barış 
İçin Ortaklık Eğitim Merkezi’nin kurucu kadrosunun Kurmay Başkanlığını 
ve kurs direktörlüğünü yaptı. 1990’lı yıllarda Azerbaycan’da 
Askeri Ataşelik, Bosna-Hersek’te NATO bünyesinde barışı koruma 
gücü olarak kurulan SFOR’daki Türk Görev Kuvvetinin Komutanlığını 
yaptı. Her iki görevde uluslararası planlama ve strateji geliştirme 
konularında planlamaların içinde yer aldı. 2006-2008 yıllarında Harp 
Akademilerinin bütün öğretim ve eğitim planlamalarını yapan Öğretim 
Başkanlığı’nı icra etti, yayımlanan dergi ve dokümanlara makaleler yazdı. 
Bilahare TSK Askeri Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığında 
Plan Şube Md. olarak TSK tarafından icra edilen kamuya açık bilimsel 
faaliyet ve seminerlerin çalışmalarında yer aldı. Halen Ankara’da konuşlu 
Merkez Strateji Enstitüsü Bilim Kurulu üyesidir. 

Ayçe SEPLİ

1989 yılında İzmir’de doğdu. 2011 yılında Ege Üniversitesi Uluslararası 
İlişkiler lisans programını bitirdi. 2013 Aralık’ta MEB yurtdışı 
yüksek lisans bursunu kazandı. 2014 yılında İngiltere Birmingham Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler (Uluslararası Politik Ekonomi) alanında 
yüksek lisansa başladı. Hindistan’ın uluslararası ticaret müzakerelerinde 
değişen tutumu üzerine tez çalışması yürüttü ve 2015 yılında mezun 
oldu. 2016 Şubat itibariyle Karadeniz Teknik Üniversitesi Uluslararası 
İlişkiler Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaktadır.

Dr. Oktay BİNGÖL

Kara Harp Okulu ve Kara Harp Akademisinden mezun olmuştur. 
ABD Maryland Üniversitesinde İşletme dalında lisans ve yüksek lisans, 
Gazi Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler alanında doktora yapmıştır. 
İstanbul’da NATO Kolordusu ve Belçika’da NATO karargâhı ile Almanya, 
Irak, Bosna-Hersek ve Afganistan’da uluslararası birimlerde 
görev yapmıştır. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalında; 
güvenlik çalışmaları, terörizm, çatışma çözümü, Doğu Asya-Pasifik, 
Afrika Siyaseti, Türkiye-Rusya ilişkileri, Orta Doğu sorunları konularında 
lisans ve lisansüstü dersler vermektedir. Konular kapsamında 
ulusal ve uluslararası çeşitli yayınları bulunmaktadır. Halen Ankara’da 
konuşlu Merkez Strateji Enstitüsü Başkanı ve Gazi Üniversitesi Stratejik 
Araştırmalar Merkezi Danışma Kurulu üyesidir. 


***

27 Aralık 2017 Çarşamba

Çözüm Süreci Komaya girdi!

Çözüm Süreci Komaya girdi! 


Cahit Armağan DİLEK 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
FİKİR TANKI
25 Mart 2015 Çarşamba 

Çözüm Süreci Komaya girdi!

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Kürt sorunu yoktur, İzleme heyetini, 28 Şubat 
açıklamasını doğru bulmuyorum, uygulamada bir şey göremiyoruz" açıklamalarıyla Hükümetle-Cumhurbaşkanı arasıdaymış gibi gözüken çözüm süreci dün ve bugün yapılan açıklamalarla adeta komaya girmiş gibi gözüküyor. HDP'li Demirtaş dün teröristbaşının Nevruz mesajının hükümet ve Cumhurbaşkanının siyasi beklentilerini karşılamadığı için rahatsız ettiğini söylemiş, Kandil ise Nevruz mesajındaki hususlar gerçekleştirilmeden silah bırakmanın gündeme gelmeyeceğini söylemişlerdi. Demirtaş bugün ise izleme heyetinde geri adım anlamına gelecek şekilde "İmralı heyeti kırmızı çizgimiz değildir" açıklamasında bulunmuştu. 

Başbakan yardımcısı Akdoğan bu tepkilere bugün sert tepki vererek hem PKK 
cephesine hem de hükümetle Cumhurbaşkanı arasında olduğu iddia edilen 
anlaşmazlıklara cevap verdi. Akdoğan "DEMİRTAŞ’IN VE KANDİL’İN YAPMIŞ OLDUĞU AÇIKLAMALAR SÜRECİN RUHUNA UYMUYOR. Gelinen aşamanın hassasiyetlerine uygun düşmemiştir, adeta SÜRECİ ZEHİRLEMİŞTİR, İKLİMİ BOZMUŞTUR..... 

Cumhurbaşkanımızın bu konuda sözleri bizim için talimattır." dedi. 


***YORUM***


Aslında fazla yoruma gerek yok. Hükümet tarafında sürecin 
başındaki Başbakan yardımcısı " Süreç Zehirlenmiştir " diyorsa SÜRECİN ARTIK 
KOMAYA GİRDİĞİNİ, SEÇİMLERE KADAR FAZLA BİR ŞEY BEKLENEMEYECEĞİNİ 
söyleyebiliriz. Ama Özellikle HDP/PKK'lıların TSK'nin bugün Mardin'de PKK'ya 
karşı başlattığı operasyonu sürecin ihlali olarak gören açıklamalarını dikkate 
aldığımızda PKK HÜKÜMET SÜRECİ BİTİRDİ DİYEREK UZUN SÜREDİR HAZIRLIĞINI YAPTIĞI AYAKLANMA SÜRECİNİ DOLAYISIYLA TERÖR SALDIRILARINI BAŞALTMA İHTİMALİ DE HİÇ DE AZ DEĞİLDİR.


Cahit Armağan DİLEK 

****

26 Aralık 2017 Salı

Kerkük'ten Tokat gibi Feryat

Kerkük'ten Tokat gibi Feryat

Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
06.04.2017          



Türk yurdu, Türk kültürünün büyük ve önemli merkezi olan Kerkük'te hiç eksilmeyen acılar ve çileler zincirine yeni bir halka eklendi. Kerkük'e Barzani'nin bayrağı çekildi. Hatırlanacağı gibi Barzani Ankara'ya geldi, alayişle karşılandı. Kuzey Irak Bölgesi yönetim flaması havaalanında bağımsız devlet bayrağı gibi göndere çekildi. T.C. Cumhurbaşkanı ve Başbakanı Barzani'yle görüşürken bu flamanın altında idiler. Barzani Erbil'e döndü, Kerkük Valisi, Irak Anayasasına aykırı olarak Kürdistan bayrağının asılması talimatını verdi. Savunma cümlesi ise; "Ankara'da, İstanbul'da asılan bayrak Kerkük'te niçin asılmasın?" oldu. Böylece sözde Kürdistan bayrağı, sözde Kerkük Meclisi kararıyla bütün kamu binalarına asılıyor, Kerkük'te her taraf aynı flamalar ile donatılıyor. Basında yer alan haberlere göre Dışişleri Bakanımız; "Neçirvan Barzani bize böyle dememişti" diye yoruma müsait, akıllara bunlar yine kandırıldılar ihtimalini getiren bir beyanda bulunabiliyor.       

        Böylece Barzani, Irak petrolünün üçte birine sahip Kerkük petrol yataklarının üzerine oturma çabasında ihmal edilmeyecek mesafe almış oluyor. Bu felaket tablosu gelişirken Türkmenler Meclis toplantılarını terk ediyor, ellerinin altındaki her yere Türkmen bayrağını asıyor. Bu arada yalnız bırakıldıkları, silah desteği ve her türlü yardımı alamadıkları konusunda çok onurlu ve bir o kadar acı demeçleri var. Türkmen liderlerden Ali Mehdi'nin sözleri ruhundaki isyanı ifade ediyor. Bu kılıç gibi keskin sözler sadece Türkiye'nin değil Türk dünyasının yüzüne vurulmuş bir şamar gibi. Ali Mehdi diyor ki: "T.C. yaşasın, payidar olsun! Azerbaycan yaşasın! Türkmenistan yaşasın! Biz ölelim! Nasıl olsa biz sürülmeye, katledilmeye, ölmeye alıştık. Türk dünyası yaşasın, biz ölelim." Bu yürek yakan sözler onurlu bir liderin çaresiz kalmış bir kahramanın feryatlarıdır. Onları bu hale kim getirdi?Yapayalnız kaldıkBir kaç haftadır yazılarımda bu hükümetin dış politikası çökmüştür diye belirttim. Çünkü Ege Denizi'ndeki adalarımız gitti, Kıbrıs'ta Türk hakimiyetinin sona ermesi için her şey yapılıyor. Vatan toprağımız Süleyman Şah Türbesi'ni taşıyarak unutulması mümkün olmayan bir utancı yaşadık. Bütün bu gelişmelere karşı hükümet tek çareyi bağırmakta buluyor. Sesimizi duyan yok. "One minute!" çıkışıyla başlayan hemen hemen dünya üzerinde meydan okumadığımız, tehdit etmediğimiz tek devletin kalmadığı bu süreçte Türkiye hoyratlığımızın faturasını yapayalnız kalarak ödüyor.       

         Türkiye'nin Menbiç Harekatına katılmasına Rusya ve ABD karşı çıkıyor. Türkiye yerine YPG'yi tercih ediyorlar. Cumhuriyetin Dışişleri Bakanlığı kendisinin tecrübe birikimlerine dayanan bir takım prensiplerle hareket ediyordu. Bunlardan birisi de; "Arapların işine karışma, Arapsaçına dönersin" vecizesiydi. Irak ve Suriye olaylarında Dışişlerinin, bakanlık olarak tecrübe ve bilgi birikimine gereken ağırlık verilmediği için bu acı tablonun kaybeden aktörü olduk. Barzani'nin çeteleri Kerkük'e girdiğinde ilk iş olarak Kerkük Tapu Dairesi'ndeki ve Nüfus İdaresi'ndeki bütün kayıtları yaktılar. Türkiye sustu ve seyretti. Bugün halk oyuna baş vuruyorlar. Türk nüfus perişan edilmiş, sürülmüş, haklarını korumaktan mahrum bir hale gelmiştir.    
            
Bütün bu kayıplar ve acılar eğer; "kendimizi sesimizin kuvvetiyle değil, fikrimizin gücüyle kabul ettirebileceğimizi" öğrettiyse, ilgilileri, acı bir tebessümle tebrik etmek isterim. 

 Tehlikeli süreçteyiz                

Türkiye yanlış bir tercihle Bağdat Yönetimini dışlayarak Barzani'yle sıkı fıkı olmuş, yapılan yanlış bizi bugüne getirmiştir. 
Barzani giderek yükselmiş, hatta zaman zaman küstahlaşmıştır. Kürtler silahlanırken hükümetimiz Türkmenlerin durumunu ve onları korumayı düşünmemiştir.  
              
Hiç bir dönem dış politikamız bu kadar rüzgârda savrulan yaprağa dönmemişti. AKP iktidarları dış politikayı tamamen iç politikayı istedikleri şekilde yönlendirmek için kullandıkları bir araç haline getirmiştir. Bu son derece tehlikeli, bir süreçtir.  
              
Türkiye mevcut yönetim anlayışı ve dış politika üslubuyla devamlı kaybetmeye mahkûmdur. 

Çare akılcı devlet kimliğimize yaraşır millî dış politika anlayışımıza dönmektir.                
Çağdaş devlet çok karışık ve girift düzenlemelerin ürünüdür. 
Eğer bütün kurum ve kurallarıyla demokrasinin işlemesi halinde kazanacaklarımızı düşünmüyor isek hâlâ gafletteyiz demektir. Bugün her şeye rağmen bazı kurumlar ve kavramlar ayakta ise demokrasinin sayesindedir. Referandumda "evet" derseniz Türkiye'ye mevcut tablonun bütünüyle yayılacağını ve Türkiye'nin biteceğini unutmayalım. Referandumda "hayır" demek sadece Türkiye'nin değil Türk Dünyasının da kurtuluşudur. Kerkük Türkleri ile birlikte başımız dik, alnımız açık zafer dolu hayırlı günlere kavuşacağız.

Kaynak: Kerkük'ten tokat gibi feryat - Agah Oktay GÜNER 


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/kerkukten-tokat-gibi-feryat-42304yy.htm


***

Hayır oylarının zaferini göreceğiz

Hayır oylarının zaferini göreceğiz



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
13.04.2017 00:00



Hayır Oylarının Zaferini Göreceğiz - Agah Oktay GÜNER 


    Referandum propaganda sürecinin sonuna geldik. Evet'i savunan iktidar kanadı devletin uçaklarını, arabalarını, memurlarını, belediyeleri ve bütün kaynaklarını bu iş için seferber etti. İnsafsızca kullandı.       

      Yaşadığımız olay Anayasa değişikliğinin gerekçelerini kendi tezlerine göre halka anlatmak değil midir? "Evet" diyen iktidar beklediği faydaları açıklayacak muhalefet ise kendi açısından sistem değişikliğinin sebep olacağı yanlışları, kayıpları dile getirecekti... Ne yazık ki böyle olmadı. İktidar işi genel seçim havasına soktu. Toplu açılışlar Cumhurbaşkanı'nın nutuk formu oldu. Anayasa oylaması duman altına gitti.         

      Zirveden tabana yapılan bütün konuşmalarda "Hayır" diyenlerin, "Hayır" tezini savunanların insafla, hukukla, vicdanla bağdaşması mümkün olmayan çok çirkin ithamlara maruz kaldıklarını gördük. "Hayır!" diyenlere fiili saldırılar oldu. "Niçin Hayır" belgesi dağıtanların  başlarına gelmedik kalmadı. Siyasetin meşhur kelamı: "Söylediklerinizin hiç birisinin doğru olduğuna inanmıyorum. Ama benim inançlarımın aksini söyleme hürriyetinizin sonuna kadar savunucusuyum" unutuldu. Ülkede öyle bir dönem yaşandı ki sadece "Evet" demek doğrudur. Heyhat! Ne boş bir aldanış...Halimize ağlamalıyız       

        Referandum propaganda dönemi çok kısa sürdü. Bu dönem, iktidarın eksik, yanlış, yetersiz uygulamalarının adeta bir özeti oldu. Yetişmiş kadroları küçük gören ve her şeyi ben bilirim diyen bir zihniyet yanlışlığı. Acelecilik, sabırsızlık, kimseye danışmadan karar verme kolaylığı, o anın heyecanıyla devletin menfaatini göz ardı ederek demeç verme coşkusu... 

Referandum propagandası devam ederken Suriye'de önemli gelişmeler oldu. ABD füzelerle Suriye'nin hava savunma merkezini vurdu. O anki tabloyu bir an düşünelim. Türkiye; Rusya ve ABD'nin ikazıyla "Fırat Kalkanı" harekatını durdurmuş ve geri çekilmişti. Üstelik 71 şehit vererek. Suriye'ye niye girdik? Neden çıktık? Bunların cevabı hangi devlet organında görüşüldü ve tartışıldı? ABD, Suriye'ye füze gönderince Türkiye devlet geleneği içinde olayı düşünmek ve yaşanmış tecrübelerin ışığında karar vermek basiretini gösteremedi. 

Yaşanmış tecrübeleri özetleyelim: 

ABD, Çekiç Güç'ten beri PKK'ya yardım ediyor, Türkiye'ye vermediği silahları onlara veriyor. ABD'nin Orta Doğu'da nihai hedefi bağımsız bir Kürt Devleti kurmaktır. Bütün bu gerçekler ortadayken Sayın Erdoğan hemen demeci patlattı; "Sizi destekliyoruz ve her türlü harekata hazırız." Rusya ile ilişkiler henüz düzelme iklimine girmişken... Rusya, İran, Suriye'yi bütün güçleri ile desteklerken bu aceleci açıklamaya ne lüzum vardı?       

        Sayın Erdoğan aşırı derecede yorgun. Dinlenmeye ihtiyacı var. Bu halini O'na söyleyecek yürekli bir çevreden de ne yazık ki mahrum. Kim akıl verdiyse Tayyip Bey gürlüyor: "Ey AB siz bittiniz. Hepiniz Papa'nın önüne dizilmiş O'nun emirlerini bekliyorsunuz. Nasihatlerini alıyorsunuz..." Dış politikayı takip edenler Sayın Erdoğan'ın Başbakan ve Sayın A.Gül'ün Dışişleri Bakanı olarak, 29 Ekim 2004'te Roma'da AB Anayasası İmza Törenine katıldıklarını ve oradaki hallerini hatırlar. 25 üye ülke imzaladıktan sonra nihai senedi, bize karşı en büyük Haçlı seferlerini düzenleyen Papa X. Innocenzo'nın heykelinin önünde Romanya ve Bulgaristan yöneticileri ile birlikte her ikisi diz çökerek imzalamıştı. AB üyelerinin üretim rakamları, dünya ticaretindeki yerleri, döviz rezervleri, eğitim kurumlarının mükemmelliği değil bitmek her an güçlenmek mesajı veriyor. Biz ağlayacaksak kendi halimize ağlayalım. Son 6 ayda hazine rakamları incelenirse borç alındığı ve gelen paraların büyük ölçüde "evet" propagandası için harcandığı görülür.Ölçü ve denge hak getireDiğer taraftan kendi kamburlarımız bize yetmiyormuş gibi 4 milyon Suriyeli akli hiç bir hesaba sığmayacak şekilde Türkiye'ye kabul edildi. Şimdi de vatandaşlık veriliyor.

 Dünyanın hiç bir yerinde vatandaşlık bu kadar kolay değildir. Suriyeliler bir yılda 215 bin çocuk yapıyor. Eğer amaç bu ülkedeki Türk varlığını Araplaştırmak ise bu planı hazırlayanları tebrik etmek gerekir. Şu anda Türkiye'de bir Suriyeli, KPS sınavına girmeden devlet memuru olabiliyor. Ayrıca, Türk gençlerine üniversite tahsilinde devlet geri ödenmek üzere ayda 400 TL kredi-burs tahsis ederken, Suriyeli öğrencilere 1400 TL ödüyor. Geri ödeme de söz konusu değil. Sağlık harcamalarında ilaç ve tedavi giderlerinde de aynı ölçüsüzlük ve dengesizlik vardır. Kerkük, Musul topyekûn Irak ve Suriye Türklüğü yok edilirken iktidardan hiç ses çıkmadı. Suriyeli Araplar bahse konu olunca kardeşlerimiz deyip sarıldılar. Onları bu büyük günahlarıyla baş başa bırakıyorum... 

Bütün bunlar Pazar günü "Hayır" oylarının zaferiyle ilk çözüm ışığını görecektir. Atatürk'ün kurduğu laik Cumhuriyetin sistemli bir biçimde yıpratıldığını görüyoruz. Bunlar yanlış sevdalar, yanlış türkülerdir. 

Nitekim ne kadar yanlış yolda olduklarını üç gün sonra sandıklardan taşacak "Hayır" oyları gösterecektir.

Kaynak: Hayır oylarının zaferini göreceğiz - Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/hayir-oylarinin-zaferini-gorecegiz-42389yy.htm


***

Geleceğimiz için Hayır

Geleceğimiz için Hayır    


Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
30.03.2017 




Referandum günü yaklaştıkça evet'i savunan Cumhurbaşkanı ve Başbakanın ellerindeki bütün devlet imkanlarıyla konuya sarıldıklarını görüyoruz. Uyguladıkları strateji "hayır" diyenlerin terörist örgütlerle beraber oldukları yolunda bir kanaat oluşturmaktır. FETÖ'cüler, PKK'lılar "Hayır" diyor Hayırcılar bunlarla aynı safta ve aynı zihniyettedir propagandasını yaymak istiyorlar. Hayırcılar ise ana tez olarak Türkiye'de Meclis'in, yargının, icranın bütün yetkilerinin tek  adamda toplanmasının meydana getireceği hataları, yanlışları, tehlikeleri  anlatıyor ve evet kazanırsa bunun sonu felakettir diyorlar. Bu arada pek çok soru kamuoyunda dolaşıyor. 

Bu hafta bunların bir bölümüne cevap vermeye çalışacağım. 

Madde 101'de: Cumhurbaşkanının partili olmasını doğru buluyor musunuz? Cumhurbaşkanlığı devletin en üst kurumudur. Birleştirici ve ortak değerlerde buluşturucu bir kimliğe sahip olması gerekir. Bir siyasi partinin genel başkanı olması O'nun diğer siyasi görüşlerden ayrılması demektir. Böylesine bir bölünmeden gelen Cumhurbaşkanının birleştirici olması düşünülemez.Adalet hayal olur...

Madde 106'da ise; Cumhurbaşkanının eşini, oğlunu, damadını ya da seçilmemiş herhangi bir kişiyi sayı sınırlaması olmaksızın yardımcı veya bakan olarak atayabilmesi mümkün hale gelmektedir. 

Bunu nasıl değerlendirirsiniz? Cumhurbaşkanlığı zirvedeki kurumdur. 

Buradaki  hukuksuzluk aşağı kademelere hızla sirayet eder ve kokuşmuşluğu yayar. 

Madde 106; aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı makamının hastalık, yurt dışına çıkış veya ölüm gibi sebeplerle boşalması durumunda halkın seçmediği bir Cumhurbaşkanı Yardımcısının ülkenin başına geçerek tüm yetkileri kullanmasına imkan vermektedir. Böyle bir yetkiyi böyle bir şahsa vermek doğru olabilir mi? 

Elbette ki Hayır! Günümüzdeki sistem Cumhurbaşkanının yukarıdaki mazeretlerle gaybubeti halinde kendisine Meclis Başkanı'nın vekalet etmesini öngörmektedir.Cumhurbaşkanının kendisini yargılama yetkisine sahip tek mahkeme olan; Anayasa Mahkemesi'nin 15 üyesinden 12'sini bizzat atamasını, 3 üyeyi de Genel Başkanı olduğu parti aracılığı ile Meclis'e seçtirmesini doğru bulur musunuz? Madde 159'un bu açık hükmüne bütün gücümle "Hayır" diyorum. Böyle bir durumun gerçekleşmesi ülkeyi Anayasa Mahkemesi'nin emir erleri topluluğu olduğu bir felakete götürür.Anayasanın teklif edilen 159'ncu maddesine göre: Aynı zamanda bir parti lideri Cumhurbaşkanının hakim ve savcıları atayan, görevden alan, görev yerini değiştiren HSYK'nın 13 üyesinden 6'sını doğrudan kendisinin atamasını, 7'sini ise partisinin çoğunluğu elinde bulundurduğu TBMM'ye seçtirmesini nasıl değerlendirirsiniz? Yüksek yargının bu ölçüde partizan kılınması tek kelimeyle hukuk devletinin bitmesidir. Fevkalade yanlıştır.

Madde 101,104 ve 159'u bir arada okuduğumuz zaman; Cumhurbaşkanının hem partisinin il başkanını, hem valiyi hem de mahkeme heyetini atama gücüne kavuştuğunu görüyoruz. Böyle bir gelişme doğru mudur? 

Elbette ki Hayır! 

Bu hükümler diktatörlüğün sistem olarak güçlenmesini sağlayan ve demokrasiyi bitiren işlerdir.Bir partinin üyesi, tarafı olan Cumhurbaşkanının tayin ettiği hakim ve savcıların; onların uygulayacağı adaletin bağımsız ve tarafsız olması mümkün müdür? Tabii ki Hayır! Bu şartlarda adaletten bahsetmek hayaldir.Temeldeki yanlışlık...Gelelim son günlerde çetin restleşmelere konu olan 156. maddeye; %51 ile seçilmiş cumhurbaşkanının %100 oyla seçilmiş Meclis'i feshedebilmesi doğru olabilir mi? Şüphesiz Hayır! Meclis'i feshetme yetkisine sahip olmak diktatörlüğün son çivisini çakmak demektir. Aynı şekilde 119. maddede Cumhurbaşkanının tek başına OHAL ilan edebilmesi, OHAL süresince ülkeyi kararnamelerle yönetmesi ve Cumhurbaşkanı istemedikçe Meclis'in toplanamaması doğru mudur? 

Elbette ki Hayır! 

Demokrasiler bütün vatandaşların ortak aklına dayanır. Onları yok sayan, tek bir insanı herkesten üstün kabul eden bir zihniyet ve onun kuracağı düzende ülkenin huzur şartlarına kavuşması mümkün değildir.

Madde 161 ise; halktan toplanan vergilerden oluşan bütçenin nerelere harcanacağına Cumhurbaşkanının tek başına karar vermesini hükme bağlıyor. Bu fevkalade hatalı, modern bütçe anlayışı ile bağdaşması mümkün olmayan bir keyfiliktir. Hukuksuzluktur.Aziz ve güzel insanlarımızı meşgul eden sorular hiç şüphesiz ki bunlarla sınırlı değil. Ancak temeldeki yanlışlık çatıda gülünç hal alır. Ülkenin dağlar gibi sorunları çözüm bekliyor. Keyfiliğe, hukuksuzluğa, tek adamın iradesine teslim olmaya "Hayır" diyenler sadece kendilerini değil milletin onurunu, çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğini  kurtaran saygıya layık şahsiyetlerdir.Kaynak: 

Geleceğimiz için hayır   

Agah Oktay GÜNER 


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/gelecegimiz-icin-hayir-42216yy.htm


***

Evet biterken hayır yükseliyor


Evet biterken hayır yükseliyor 



Agah Oktay GÜNER 

agahoktayguner@hotmail.com
23.03.2017



   Anayasa oylamasına sayılı günler kaldı. "Evet" kanadı iktidarın bütün imkânlarını, bütün nimetlerini kullanıyor. Bu tutumu devam ederken "Hayır"cılara hayat hakkı tanımayan sert bir üslup sergiliyor. Üniversitelerin bünyesindeki konferanslar iptal ediliyor. Önceden toplantı izni alınmış salonlar kapatılıyor. D. Bahçeli cephesi ise tam bir çöküş halindedir. Partiden ihraç etmekle öfkeleri tatmin olmamış ki muhaliflerin konuşacağı salonlar basılıyor. Demokrasi tarihinin gösterdiği gerçek ise şu: Bir iktidar muhalif tarafa karşı ne kadar sertleşirse o kadar güç  ve itibar kaybetmiş demektir. Yaklaşan zaman bütün bu gerçekleri unutmuşlara yeniden öğretecektir.Kuvvetler ayrımına sonReferandumun babası Bahçeli "Cumhurbaşkanının istediği yetkileri hukukun içinde verelim fiili durum olarak yetki kullanması son bulsun" dedi. Böylece cumhurbaşkanının hasretle beklediği imkân doğmuş oldu. Eğer iktidar gerçekten demokrasiye inansaydı olağanüstü hal şartlarında asla halk oylamasına gitmezdi. Cumhurbaşkanı ve yakın çevresi kendisine diktatör denilmesinden rahatsız oluyor. Diktatör elinde mutlak ve sınırsız bir otorite olan yöneticilere verilen isimdir. Bir diktatör tarafından yönetilen ülkelere ise "Diktatörlük" denilir. Diktatör kavramı antik Roma'dan gelmektedir. Günümüzde ise diktatörlerin ortak çizgisi; muhalefeti bastırmak, ifade özgürlüğünü kısıtlamak, muhalif basını susturarak, yetkilerini kendisi ve yakın çevresi için kudret vasıtası kılmaktır. Böylece yargı, kanun yapma yetkisi, yönetim tek elde toplanarak, kuvvetler ayrımı son buluyor. Bütün yetkiler tek adamda toplanıyorsa bu yönetim biçimine diktatörlük denir. Herkes kavramlara kızmadan soğukkanlı bir biçimde kendi yönetim tarzına bakmalıdır.Yargı mutlak tarafsız ve dokunulmazdır. Siyasi iradeyi temsil eden Meclis kanun yapar, yönetime asla müdahale etmez. Devlet yönetimiyse hukukun mutlak hakimiyeti içindedir. Objektif kriterler ve sadece tarafsız hukuk kuralları vardır. Cumhurbaşkanının seçiminden hemen sonra; "halkın reyiyle geldim, öbürlerine benzemem, her şeye müdahale ederim" demesi perşembenin gelişini gösteriyordu.

Her şey ilgi alanında

Ekonomi, dış politika, evlenenlerin yapacağı çocuk sayısı, futbolcuların yaşı hepsi Cumhurbaşkanının ilgi alanına girdi. Soğukkanlı bir biçimde dış politikayı ele alırsak baştan sona hezimettir. AB ile hemen bütün köprüler atılmış ve AB; Türkiye kırmızı çizgi dediğimiz şu işleri yaparsa artık bizimle müzakere masasına oturamaz noktasına gelinmiştir. Rusya ile tarafların menfaatine uygun bir biçimde devam eden ilişkiler malum uçak düşürme olayından sonra tepe taklak olmuştur. ABD bize rağmen PYD'ye vermedik silah bırakmadı. Örnekleri çoğaltmamız mümkün. Ama Yunanistan'ın bizi Ege Denizi'ne hapsetme yolunda çok mesafe aldığı ve Kıbrıs'ta bu işi kilitlemek için elinden geleni yaptığı açıkça ortadadır.Siyasi iktidarımız ne yapıyor? Suriye'deki askerlerimizi düşünmeye mecburuz. Lüzumsuz ve manasız kayıplara girmeye asla teşebbüs edilmemelidir. Rusya'nın ve ABD'nin tavırları açıkça ortadayken Suriye'den çekilmemizde sayısız faydalar vardır. Gelecek nesillere bugünkü iktidarın açıklamakta çok zorluk çekeceği iki konu var: Birincisi Lozan Antlaşmasıyla taraflara kabul ettirdiğimiz Suriye'deki Süleyman Şah Türbesi'nin bulunduğu toprağın Türk Vatanı sayılmasıdır. Maalesef vatan toprağı korunamamış, türbe nakledilmiştir. İkincisi dün sınırda bir subayımızı görmesi lütuf olan Barzani şimdi nasıl karşılanıyor?  AKP'den önceki iktidarların kırmızı çizgimiz dediği Kerkük, Musul, Telafer, Barzani'ye terk edilmiş vaziyettedir. O'nun şımarıklığına en büyük tavizler verilmiştir.Raporlar karamsar         

       Bu arada uluslararası kuruluşlar ekonomimizle ilgili yayınladıkları raporlarda çok karamsar ifadeler kullanıyor.        

      Diktatörlüğün iki parlak ismi Hitler ve Mussolini'yi ele alırsak her ikisi de politikada alt ve orta tabakanın ekonomik taleplerini bayrak yapmıştır. 

Bunun yanında da belli bir seviyede milliyetçilik, sosyalizm, antisemitizm, antikomünizm ve antikapitalizm, halkın önünde konuşulurken kullandıkları kavramlar olmuştur. İkisi de iktidar oldular, yayılmacı savaşlara girdiler. Sonunda mağlup düştüler. Örnekler çoğaltılabilir. Hiç kimse Türkiye'yi bugün gelmiş olduğu demokrasi çizgisinden geri götürebileceğini zannetmesin. Evet'çilerin "Hayır" diyenlere hakaretten gayrı söyleyebildikleri hiç bir şey yok. "Hayır" diyenler ise ciddi araştırmaların ürünü olan fevkalade tutarlı gerekçelerle "evet"e karşı çıkıyor. Bu tespit bile işin "Hayır"la bittiğini gösteriyor. Hepiniz "Hayır"da daim olun, "Hayır"lı günler görün.....       

         Değerli Gazeteci Tayfun TALİPOĞLU'nu çok sevdiği vatan toprağına verdik. O'na rahmet diliyor sevenlerine, medya camiasına başsağlığı dileklerimi sunuyorum.

Kaynak: Evet biterken hayır yükseliyor - Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/evet-biterken-hayir-yukseliyor-42127yy.htm


***

Dış Politikadaki kriz " Hayır "la bitecektir

       Dış Politikadaki kriz " Hayır "la bitecektir,


Agah Oktay GÜNER

agahoktayguner@hotmail.com
16.03.2017 


Bilindiği gibi siyasette bir genel kural vardır. İç politikada sıkıntıya girdiniz mi hemen dış politikada problemler icat eder ve kamuoyunuzu bunlarla meşgul edersiniz. Ekonomik kriz şartlarında; demokrasinin gün be gün tek sesli hale geldiğini gören işçiler, köylüler, esnaf ve sanatkârlar, memurlar referandumda "Hayır" oyu verecek. Siyasete girdiğinden beri daima bir düşman icat eden ve onunla kavga eden Sayın Erdoğan referandumda beklediği gelişmenin olmadığını görünce bu kere Avrupa'yı hedef seçti. 

Başbakan B. Yıldırım bir TV programında: "Hollanda'da 15 Mart'ta genel seçim var. 

İktidar partisiyle aşırı sağcı Wilders arasında çok az fark olduğunu görüyoruz. 

Seçim tarihinden önce bizim Hollanda'da herhangi bir çalışma yapmamız bu şartlarda mümkün görülmüyor" diyor. Başbakan'ın bu sözünün üstünden 4 gün geçiyor. 

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma B.S. Kaya, Hollanda'da seçim toplantısı yapma girişiminde bulunuyor. 

Başbakanın yukarıdaki açıklamasına rağmen Fatma Hanım nasıl oluyor da böyle bir teşebbüste bulunuyor? 

Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu bugüne kadar soğukkanlı, ümit vaat eden bir üslup içindeydi. Ne oldu da Hollanda krizinin üstüne elinde benzin tenekesiyle koştu? Başbakanın bizim etkinliğimiz Hollanda'da ancak seçimden sonra olabilir mealindeki sözlerine rağmen biri Dışişleri Bakanı diğeri Aileden Sorumlu hanım bakan Hollanda'da program düzenliyor ve bütün ilişkileri alt üst ediyor. Bu politika referandum stratejisini Avrupa üzerinden, özellikle Almanya-Hollanda çizgisine çekiyor ve ülkemize ağır hasarlar vererek devam ediyor. Epey zamandır yatırım yaptığı milliyetçilik hasadını daha kolay biçebileceğini değerlendiren Sayın Erdoğan ortalığa bir "millî dava" sürerek bir kısım muhalefeti de destek gücü olarak yanına alabiliyor.Siyasetçi ve devlet adamıSiyaset halka hizmet için yapılır. Siyasette halkın seviyesine inmek gerektir derler. Evet devlet adamları halkın seviyesine iner onları tutar ve kendi seviyelerine çıkarır. Siyaset adamları ise sadece halkı nasıl tahrik edeceklerini daha doğrusu nasıl kandıracaklarını, millî duygularını  istismar ederek hangi oy kazançlarına ulaşacağını hesap eder. İşte siyasetçi ile devlet adamı arasındaki fark burada ortaya çıkar. Bir siyaset adamı gelecek seçimi, devlet adamı ise gelecek kuşağı düşünür.Hiç şüphesiz T.C. Devletinin bir bakanının uğradığı muamele bizi üzmüştür. Milletimizi yaralamıştır. Dışişleri Bakanımızın uçağına iniş izni verilmemesi de  bir diğer acı durumdur. Uluslararası ilişkilerde böyle vaziyetlere ender rastlanır. 

   Rotterdam'da Çavuşoğlu'nun yapacağı referandum toplantısını, Hollanda'da 15 Mart'ta yapılacak genel seçimler sonrasına ertelenmesi istenilmiştir. Hükümetimiz bu teklifi reddetmiş, Cumhuriyet tarihinde ilk defa uçağına iniş izni verilmeyen hükümet olma şerefine nail olmuştur(!) 

   Aileden Sorumlu Bakan'ın aynı zamanda bu ülkeye kara yoluyla gizlice ve Hollanda yetkililerine kasıtlı yanlış bilgi vererek girmeye çalışması da uluslararası ilişkiler tarihinde örnek bir rezalettir. Hollanda'ya girişinin engellenmesinin sebepleri haksız bile olsa, T.C. Devletini temsil eden bir bakanın Hollanda'ya kaçak yollardan girmeye çalışması bizim açımızdan tam bir utançtır.

   Üzüm mü bağcı mı...  

Siyasette en tehlikeli tutum popülizmi benimsemek ve devlet hayatına sokmaktır. Devleti siz sokağın anlayışı ve kıymet hükümleriyle yönetmeye kalkarsanız felaket başlamış demektir. Dış politikada bir karar alırken bu kararın neticesi ne olacak? Ne getirecek? Ne götürecek? İyi düşünmek lazımdır. Türkiye'nin AB ve NATO ile olan ilişkilerinde Hollanda daima yapıcı ve dost tavır içinde olmuştur. 

    İlgililer zahmet edip Dışişleri Bakanlığı arşivini gözden geçirirse bunun örneklerini görecektir. Şu anda Türkiye ekonomisinin her hangi bir kavga lüksünü kaldıracak hali yoktur. 

(Millî gurur bahse konu ise ekonomi düşünülür mü? diyen sesinizi duyuyorum. Kusura bakmayın millî gururunuzu yaralayan, yaralatan bizzat sizsiniz!) Her yıl Hollanda'dan bir milyon turist geliyor. Hollanda'nın Türkiye'de 2262 firması var. 

Türkiye'deki 3 numaralı yatırımcı ülke Hollanda. 2002-2014 arasında Hollanda'dan Türkiye'ye gelen yabancı sermaye yatırımı 22 milyon dolardır. Hollanda'nın yaptığı yanlıştır. 

Ancak Türkiye bağıra çağıra hakaretler ederek tavır alacağı yerde sessiz diplomasiyle bu işi yürütseydi ilişkiler zarar görmezdi. 
Ama gayeniz üzüm toplamak değil bağcıyı dövmek olunca işler böyle oluyor. 
Öfkeyi bir tarafa bırakıp, Türkiye'nin devlet geleneğine dayanan vakur, soğukkanlı, sabırlı bir üslupla meseleyi ele almak zorundayız. 
Fransa'nın ünlü devlet adamlarından Richelieu; "Bir devleti iyi yönetmek için çok dinleyip az söylemek lazımdır." diyor.

Kaynak: Dış politikadaki kriz "hayır"la bitecektir 

Agah Oktay GÜNER 


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/dis-politikadaki-kriz-hayirla-bitecektir-42037yy.htm


**************

Kadınlarımız,

Kadınlarımız,


Agah Oktay GÜNER

agahoktayguner@hotmail.com
09.03.2017



   Dün " Dünya Emekçi Kadınlar Günü "ydü. Tüm kadınlarımızı bir gün gecikmeli olarak kutluyor, yaşadıkları problemlerden arınmış, eşit hak, adil ücret ve lâyık olacakları saygıyı görecekleri, şiddetin son bulacağı bir Türkiye'yi, hep birlikte  göreceğimiz günlerin yakın olmasını gönülden diliyorum. Tabii ki bu temenni aynı zamanda yılmadan, bıkmadan azmimizi kaybetmeden gayret göstermemizi, önümüze çıkan engellerle kararlılıkla mücadele etmemizi gerektiriyor. Bugün kadın konusunda iç açıcı bir tablo görmüyoruz. Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, kadınların hayatlarına müdahale son yıllarda maalesef giderek arttı. Ama karamsarlığa kapılmadan elimizdeki demokratik ve hukuki imkanları bu durumu düzeltmek için kullanmalıyız.Kadına mutlak saygı...      


          Unutmayalım ki kadınlar toplumun huzur ve güven şartlarında gelişir. Bir ülkede kadın yalnız başına sokağa çıkamıyor, parkta spor yapamıyor ve benzeri özgürlük haklarını kullanamıyorsa o ülkede maganda kurşunlarından insanlar ölüyorsa kadınların ve hatta erkeklerin korkusuz yaşamaları mümkün değildir. Kadın güzelliği ahlakın var olduğu şartlarda açan bir çiçek gibidir. Ne yazık ki ülkemizde son 15 yılda ahlaksızlık hızla artmıştır. Uluslararası hukukun üstünlüğü endeksinde Türkiye, 113 ülke arasında 99. sıraya düşmüştür. Basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke içinde 151. oldu. Basının susturulduğu, hukukun törpülendiği bir ülkede kadın hakları ve hürriyetleri ne ölçüde korunabilir? Son beş yılda 600 bin çocuk suça sürüklendi. 550 bin çocuk mağdur oldu. Çocukların cinsel istismarı %434 arttı. Kadına şiddet %1400, boşanmalar %38, fuhuş %790 oranlarında patladı. Tutuklu ve hükümlü sayısı %231 arttı. Uyuşturucu bağımlılığı %678, adam öldürme %261, cinsel taciz %499'la zirve yaptı. Türk toplumu bu rakamlarda görüldüğü gibi huzursuz ve hasta bir toplum oldu. Kurtuluş; Cumhuriyetin temel değerlerine, bu toprağın insanı aziz bilen kültürüne, kadına mutlak saygıdadır. Her vesileyle kadın erkek ayrımı yapmak yavruları acayip kılık ve kıyafetlere sokmak Suudi Arabistan özentisidir. Bu milletin tarihi hiç bir ülkeyi model almayacak, kendisini ayağa kaldıracak güçtedir.Gelişmenin ilk şartı        

        Türk kadınları aslında dünyadaki bir çok ülkeden daha önce yasal haklara kavuşmuştur. Türkiye'de kadınlara seçme ve seçilme hakkı bazı Avrupa ülkelerinden bile önce 5 Aralık 1934 tarihinde tanınmıştır. Çünkü, Atatürk, kadının toplumsal statüsünü değerlendirebilen ve onların kadın olmaktan kaynaklanan haklarına sahip olmalarını gerekli gören üstün nitelikli bir liderdir. Kadın hakları insan haklarının da ayrılmaz bir parçasıdır. Zira insan kavramını kadın ve erkek birlikte oluşturmakta, bu kavrama her iki cins birlikte anlam kazandırmaktadır.       

         Çağdaş bir devlet olmanın, gelişmenin ilk şartı, kadınların sosyal, kültürel ve siyasal haklarını tanımak, bu haklara saygı göstermektir. Çağdaşlaşmanın ve çağdaş bir toplum olabilmenin yolu ve yöntemi budur.Atatürk, Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınması üzerine bir notunda "...Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasî hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lâzım gelecektir'' demektedir. "Ey kahraman Türk Kadını sen omuzlar üstünde göklere yükselmeye layıksın", "Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir ulusunda Anadolu köylü kadınının üstünde kadın çalışması yoktur. Dünyada hiçbir ulusun kadını 'Ben Anadolu kadını kadar çabaladım diyemez'" sözleri ile Türk kadınını her zaman yüceltmiştir.       

           Maalesef kadınlarımızın bir bölümü kendilerine tanınan hakları  bilmiyor veya anlamıyorlar. Bir anlamda bindikleri dalları kesiyorlar.Türk kadını güçlüdür             Kadınların üretime katılmadığı ekonomi hiç bir zaman yeterince yükselemez. Bir ülke ancak kadınlarının eğitimi, üretime iştiraki ve toplumda layık olduğu saygıyı görmesi ile kalkınıp ileri medeniyet seviyesine ulaşabilir. Bu sebeple acilen kadınlarımızı zor ve çetin şartlardan kurtarmak gerekir. Bunun için gerekli yasal düzenlemeler ivedilikle yapılmalı, uygulamada da titiz olunmalıdır.                
Kadınlarımız, kadın sorunlarından haberdar ve haklarının bilincinde  olarak, TBMM'de, sendikalarda, sivil toplum kuruluşlarında yer almakta ısrarlı olmalıdır. 
Türk Kadını, Türk Anası her zaman güçlüdür. Kurtuluş Savaşımız büyük ölçüde kadınlarımızın kahraman desteğiyle kazanılmıştır. 
Bugün de en büyük kahramanlar eşlerini, yavrularını şehit verip, dik durmaya çalışan kadınlarımızdır.                

Bize Cumhuriyet'i armağan edenler, her zaman kadınlarımızı önemsemiştir. 
Türk kadınları ve bütün Türk Ulusu da Cumhuriyet'i, Cumhuriyet'in Anayasasını ve bütün kazanımlarını koruduğu ölçüde lâyık olduğu yere gelecektir.

Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/kadinlarimiz-41950yy.htm


***

Tek Adam Rejiminin Kofluğu,

Tek Adam Rejiminin Kofluğu,


Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
02.03.2017 

Günümüzün devleti kurallar ve kurumlar devletidir. Ne yazık ki bu gerçeğe rağmen "Ben bütün kurumların ve kuralların üstündeyim" diyen bazı devletliler var. Öncelikle Türkiye'de sağlıklı ve sağlam bir sosyal yapı ancak güçlü, özerk ve şeffaf kurumlar ile bağımsız bir hukuk sistemi üzerine kurulabilir. Günübirlik keyfi kararlarla gelebildiğimiz yer ortadadır. Ayrıca siyasette ve devlet hayatında prensiplerin hakim olması yatırımların önünü açacak genç işsizler ordusunun iş sahibi olmasını sağlayacaktır. Türkiye ve Azerbaycan'ın iki devlet tek millet olduğu inancındayız. Gönülden sevgi dolu olduğumuz Azerbaycan'ın Karabağ bölgesinin Ermeni işgaline uğramasının acı yıl dönümünü idrak ettik.  Azerbaycan, Dağlık Karabağ'ı Ermeni işgalinden kurtarmak için çok ciddi hazırlık ve gayretlere girmesi gereken bu zaman diliminde ne ile meşgul? Savaş için güçlü bir silahlı kuvvetler lazımdır. Orduları ayağa kaldırmanın ve ayakta tutmanın yolu "Güçlü bir ekonomi"ye sahip olmaktan geçer. Azerbaycan'da bu gerçeğin yönetici kadro tarafından görülmediği anlaşılıyor. Her türlü nimet içinde, geniş halk kitlelerinin ise yoksulluk şartlarında yaşadığı bir ülke... Ermeni işgalinden kaçmış bir milyon Karabağlı 25 yıldır vagonlarda, çadırlarda yaşıyor. Aç, sefil, perişan...

   Çözüm, planlı kalkınmaŞimdi bir İsrail'e bakın bir Azerbaycan'a, isterseniz Kore ile kıyaslayın. 

  Görüştüğüm bütün Azerbaycanlı yetkililere Azerbaycan için Planlama Teşkilatı'nın ve planlı kalkınma anlayışının  tek çözüm çaresi olduğunu anlattım. Hiç bir neticeye ulaşamadım.Çağdaş devlet olmanın ancak sosyal politikalarla gerçek olacağını hiçbir zaman unutmayalım. Ülkemizin binbir sorunu varken referandumla zaman kaybediyoruz.  

Dış politika, iç politika, ekonominin tam bir iflasını yaşıyoruz.             

       Teklif edilen Anayasa ile bu şerefli mazinin, kuruluş destanının sahibi TBMM, bütün görev ve sorumluluklarını kaybediyor.Duvarında "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" yazan TBMM perişan ediliyor. İşte duvarına "Hakimiyet kayıtsız şartsız diktatöründür" yazmaması için "Hayır!" diyeceğiz.Sınırlı bir savaşın içindeyizAKP eğer bu referandumda başarılı olursa yanlışlarına yenilerini ekleyecektir. Öncelikle dış politikayı ele alalım; Türkiye, Suriye'de bir anlamda sınırlı bir savaşın içindedir. Suriye 360 bin kişilik ordusunu bugüne kadar ayakta tutmayı başardı.Suriye konusu uzmanı, sivil ve askeri otoriteler Türkiye; Suriye'deki mücadelesini S. Arabistan, Katar ve ABD ile birlikte götüreceğim derse karşısında İran, Rusya ve Suriye ordusunu bulur demektedir. Bu Üçüncü Dünya Savaşı demektir. Türkiye bütün peşin hükümleri aklının gerisine almak zorundadır. Şuraya gireceğiz, burayı fethedeceğiz yolundaki demeçler bizi sessizce bir bataklığa itmektedir. Bu sebeple sınır güvenliğini sağlayacak bazı tedbirler alarak Suriye topraklarını terk etmek aklın emridir.Suriyeli mülteciler içine karışarak Türkiye'ye giren teröristler, bavullar dolusu patlayıcılarla ülkemizde yürek yakan facialara sebep olmaktadır. Kendisi işsiz ve aç gezen vatandaşımız Suriyeliler için yapılan harcamalara haklı olarak isyan etmektedir.Adalarımız teker teker gidiyorKıbrıs elden gitmenin sınırına gelmiştir. 
Akdeniz'deki tek çıkış kapımız kapanırsa neler olacağını yazmak istemiyorum. 
Yunanistan, Ege Denizi'ndeki adalarımızı teker teker alırken susanlar, şimdi şımarıklığın küstahlık derecesini bulmasıyla karşı karşıyadır. 

Ayrıca AB ile ilişkiler, Şanghay macerası taşıyan konuşmalarla tam bir duman altı olmuştur. Türkiye'yi yönetenler Türkiye'nin ihtiyacının cami yapmak değil, 
caminin içindeki ruhu diriltmek olduğunu ne zaman anlayacak? İslam dini sevgi, bütün yaratılmışlar için aşk derecesinde muhabbet, bütün dinlere ve inançlara 
karşı mutlak hürmettir. Türkiye'de Vahabi ikliminden rüzgârlar estirmek inanç hayatımızı perişan etmiştir.

Anayasa Oylamasının Dinle hiçbir ilişiği yoktur. 

Arsızların, din bezirganlarının hadis uydurmaları dini siyasete alet etmenin adice bir örneğidir. Ekonomideki yıkımı başka bir hafta sunacağım.

Agah Oktay GÜNER 


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/tek-adam-rejiminin-koflugu-41862yy.htm


***

Millet Anayasasının Sahibidir

Millet Anayasasının Sahibidir


Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
23.02.2017



18 Şubat Cumartesi günü Ankara bir dirilişi yaşadı. Türk milliyetçilerinin "Yeni Anayasaya Hayır" şöleni... 

   Bu şölen salon toplantısını çoktan aşmış, muhteşem bir diriliş mitingi olmuştur. Yurdun doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine milletinin büyüklüğüne inanan ve O'nun için her fedakarlığa hazır olan milliyetçiler vatan coğrafyasının her bir köşesinden koşmuş, gelmiş Yenimahalle Belediyesi Nazım Hikmet Kültür Salonu'nu doldurmuştur. "Her şeyden önce vatan, millet, cumhuriyet ve Atatürk" diyenler Kars'tan Edirne'ye, Sinop'tan Hatay'a "Aşık'a Bağdat sorulmaz, ufukları aşar gider" diyerek Ankara'ya ulaşmışlardı. Tespit edilebilen otobüs sayısı 500'ü aşmıştı. Özel arabaları, minibüsleri saymak mümkün değildi. Kültür merkezinin muhteşem salonu, koridorları, dev bahçesi ve yeşil alanları tamamen dolmuştu. Konunun uzmanları en az 10 bin kişi olduğunu belirtiyorlar. Muhalefet grubunun Sayın üyeleri Meral Akşener, Ümit Özdağ, Koray Aydın, Sinan Oğan'ı gönülden tebrik ediyorum. Hiç şüphesiz onların cesur gayretleri, mücadeleleri milliyetçilik selinin önündeki bütün engelleri yıkmıştır. MHP Yönetimi ihraç diyen ve başka bir kelime bilmeyen papağana dönmüştür. Bu yoldaki inatları sonucu; kendilerini yalnızlığa mahkûm etmişlerdir.

***

18 Şubat günü toplanan Milliyetçiler "Anayasa Oylamasına Hayır" toplantısı şu iki gerçeği ortaya koymuştur:Birincisi; Devlet Bahçeli'nin başında bulunduğu MHP artık bir tabela partisidir. Ruhunu kaybetmiş, aklını, iradesini, şahsiyetini AKP'ye terk etmiştir. MHP  Osmanlı'nın son dönemindeki İstanbul Hükümeti gibidir. Güçsüz, tabansız, iradesiz, heyecansız bir siyasi heyettir. Bunun karşısındaki Ankara TBMM Hükümeti ise ümit doludur, heyecan ve hedef sahibidir, kararlıdır. Millet tabanına dayalıdır. Başında yarının Atatürk'ü Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları vardır. İşte benim gördüğüm tablonun özü budur: Devlet Bahçeli ve ekibi artık İstanbul Hükümetidir.18 Şubat'ta yaşadığımız "Ülkem için Hayır, ülküm için Hayır" toplantısı mevcut MHP yönetiminin bittiğinin ifadesidir. İkinci tespitime gelince: Dünyanın kaderini inanca dayanan fikirler tayin ediyor. Milliyetçilik insanlığa yön veren, ışık tutan en yüce inançlardandır. Bizim milliyetçiliğimiz dil, tarih, din ve coğrafyaya dayanır. Milletimiz tarihin hiç bir döneminde kan esasına dayanan bir milliyetçilik anlayışını benimsemedi. Atatürk; "Milli Mücadeleyi yapan halka Türk denir" dedi ve mensubiyet şuurunu pekiştiren (Ne Mutlu Türk'üm diyene) sözüyle Türklüğün bir kan bağı değil mensubiyet şuuru olduğunu ifade etti. Yine Atatürk; (Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli yüksek Türk Kültürü ve Türk Ordusunun kahramanlığıdır) diyerek devletimizin sonsuza kadar var olmasının sırrını "Türk kültürünün yüksekliğine inanarak bu kültürü tanımak, sevmek ve geliştirmek" olduğunu ifade etmiştir. Buna bağlı olarak silahlı kuvvetlerimizin tarihi geleneği içinde, yüksek donanımlı, mükemmel eğitimli, gıpta edilen bir disiplinle güçlü bir ordu olmasının elzem olduğunu belirtmiştir.

***

Bu yeni Anayasaya "Evet" demek Atatürk'ün  ve Cumhuriyeti kuran yürekli kadronun büyük emaneti Cumhuriyetimizi, O'nu kuran şanlı mücadeleyi inkar etmektir. Bu sebeple bütün cumhuriyetçilerin hürriyetin kutsallığına inanmış olanların ve demokratların hep beraber "HAYIR" deme zamanıdır. Hür, başı dik cumhuriyet vatandaşı olmayı adı ne  olursa olsun tek kişinin emrine, köleliğine terk etmeyiz. Ankara'ya yurdun dört bucağından gelen Aziz Türk Milliyetçisi kardeşlerime sevgilerimi, inançlarına olan hiç sarsılmayan bağlılıklarına saygılarımı sunuyorum. Hep beraber ülkemiz ve ülkümüz için  "HAYIR!" diyeceğiz.Ankara bu toplantı ile diriliş şuuruna ererken; İstanbul'da CHP 'Anayasa Değişikliği Nedir?' toplantısı yapıyordu. TV'de gördüğümüz kadarıyla o salon da duvarları zorlayan bir kalabalığa sahipti. Türkiye Barolar Birliği'nin Sayın M. Feyzioğlu'nun başkanlığında Anayasa değişikliğinin gerçeğini anlatan çalışmaları son derece faydalı olmaktadır. Bu arada Vatan Partisi de Anayasa değişikliğine karşı tüm organlarıyla sürekli biçimde mücadele vermektedir. Demokrat Parti'nin içinde bulunduğu güçlüklere rağmen Anayasa değişikliğine "HAYIR!" kampanyasında söyledikleri ve verdikleri mücadele yarınların bereket ifadesidir. Kısaca vatandaş olmanın şuuruna, sorumluluğuna 
sahip herkes, bu Anayasa değişikliğine karşıdır.Türk Milleti devletine, devlet büyüklerine saygılı, uyumlu bir millettir. Ancak millî mukaddeslerine hakaret edildiğinde diline, dinine, tarihine milletinin yetiştirdiği büyük adamlara saygısızlık edildiğinde asla affetmez. 

Bu millet milli kaderini kimseye teslim etmeyecektir. Aziz milletimizin büyük çoğunluğu referandumda "HAYIR!" diyecektir. Cumhuriyetçiler, hürriyetlerinin sevdalıları, hukukun üstünlüğüne inananlar Atatürk'ün ışıklı yolunda sapmadan yürüyenler "HAYIR!" diyoruz, "HAYIR!" diyeceğiz. Anayasamıza, devletimize sahip olacağız.Yarınlar bizimdir, bizim olacaktır.

Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/millet-anayasasinin-sahibidir-41774yy.htm

***


Suriye, Bizim Savaşımız mı?

Suriye, Bizim Savaşımız mı?


Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
16.02.2017 




          Bir devletin savaşa girmesi için millî bir menfaatinin ciddi bir biçimde zarar görmesi veya önemli bir tehditle karşı karşıya olması ve bu konudaki diplomatik yolların tamamının tüketilmiş olması gerekir. Bunların hiç birisi gerçekleşmeden Türkiye duygusal nedenlerle Suriye'deki iç savaşı körüklemiştir. Bu yanlış politika, Türkiye için de son derece olumsuz sonuçlar doğurmuş, durum adeta içinden zor çıkılacak bir hale gelmişken TSK, Fırat Kalkanı operasyonuyla IŞİD'le mücadele gerekçesiyle çatışmalara dahil olmuştur.  

              Terörle karşı karşıya olan bir ülke için sıcak takip haktır. Ancak bunu girdiğiniz ülkenin yönetimine bildirmeniz ve amacınızın dışına çıkmamanız gerekir. Fırat Kalkanı Operasyonu'nda bu kurallar ne kadar işletiliyor? Hukuken Suriye Arap Cumhuriyeti devam etmektedir ve Devlet Başkanı B. Esad'dır. Hükümet de görevi başındadır. Uluslararası hukuka saygı, bu ülke topraklarındaki bir operasyonu yasal yöneticilerle koordine etmeyi gerektirir. Ayrıca unutmayalım ki Türkiye'nin güvenliği  ve istikrarı büyük ölçüde Suriye'nin toprak bütünlüğünün korunması ve bu ülkede istikrarın tesisine bağlıdır. 

Başta işlenen yanlış       

         ABD'nin, Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) ile; bölge ülkelerinin düzenlerine müdahale etmeyi hedef alan tavrına; BOP eş başkanlığı görevini kabul ederek teslim olmak, Türkiye açısından fevkalade yanlış olmuştur. ABD hiç bir haklı gerekçeye dayanmayan, akla, bilime, bölgenin sosyal yapısına yabancı taleplerle yer yer karıştırdı, işgal etti. Geride sadece yıkılmış düzenler, yakılmış memleketler Amerika'ya lanet okuyan, her şeylerini kaybetmiş milyonlar kaldı. Eğer Türkiye bu büyük denklemi sosyal realitede çözebilmiş olsaydı, Suriye topraklarına Suriye'deki mevcut rejimle görüşmek lüzumunu duymadan girmezdi. Başlangıçta bu büyük yanlış işlenmiş, Suriye'de Rusya'nın bütün gücüyle Esad'ı desteklediği görülmemiş, gerekli dikkatle olaya yaklaşılmamıştır. Başlangıçta Esad rejimini devirme amacında görülen ABD, IŞİD başta olmak üzere, İslamcı geçinen örgütlerin, giderek bütün dünya için çok ciddi tehdit olması üzerine ana hedefini bu selefiye örgütleri yok etme olarak belirlemiştir. Bu durumda Esad'ın gitmesinin daha büyük sorunlara yol açacağı endişesi ABD'yi Esad'a karşı ciddi bir girişimde bulunmaktan alıkoymuştur. IŞİD'le mücadele konusunda Obama; ABD olarak bölgede bizzat bulunmayı tercih etmemiştir. Kullanabileceği bir müttefikle amaca ulaşma yolunu tercih etmiştir. O dönemde Türkiye, güvenilir bir tercih olarak görülmemiştir. PYD, ABD'nin IŞİD'e karşı kullandığı güç olarak yerini almıştır. Şimdi Türkiye hem ABD'nin müttefiki PYD'ye, hem de Rusya'nın bütün gücüyle yerinde kalması için savaştığı Esad güçlerine, karşı durumdadır. Bu şartlarda Rusya ve ABD ile gerçek bir ilişki ne kadar yürüyebilir?Çıkmaz sokağa girdik        

      Türkiye'deki yönetim çok ağır bir karar alarak, Suriye topraklarına girerken; içeride ülkenin bu konuda bütünüyle bilgi sahibi olarak inanmasını sağlayacak bir gayrete girmedi. Bugün Fırat Kalkanı'nın 175. günü doldu. Şehit sayımız 70'dir. İnsanlardan en aziz varlıklarının hayatlarını isterken; ne için? ve neden? açıklamasını yapmamak demokrasiye, insan haklarına ve milletin onuruna saygısızlık olmaz mı? Askere gönderdiği yiğidinin, yiğit evladının kanlı parkasına sarılan ananın yürek yakan ahından, hepimiz korkmak zorundayız. Riyası olmayan fedakârlık ve riyası asla olmayan eylem ölmektir. Hiç kimsenin şakadan öldüğü görülmemiştir. O zaman bu eşsiz fedakarlık karşısında daha derin ve daha ciddi sorumluluk duymak zorundayız. Suriye ile savaşı hedef alan siyasi kadrolar öncelikle TBMM'ye bu işin gerekçesini yakın ve uzak hedeflerini anlatmak zorundaydılar. Millî kamuoyunda; ortak bir inanç ve "savaştan gayrı çare yoktur" ölçüsünün sancısı duyulmadan, Suriye'ye girilmiştir. Yukarıda ifade ettiğim gibi Rus ve Amerikan stratejilerinin ortasında kaldık. Sayın Cumhurbaşkanı'nın bu gerçeklere rağmen EL Bab'dan sonra Menbiç ve Rakka'yı hedef tayin etmesi çok düşündürücüdür. Böylesine bir savaş için elverişli, bu savaşı omuzlayacak iktisadi yapıya sahip miyiz? Olmadığımızı her gün hepimiz yaşayarak görüyoruz. Döviz kurları, altın fiyatları, kapanan iş yerleri, intiharlar ve fuhuştaki artış, %15'leri bulan hatta geçen işsizlik, durumu açıkça ortaya koyuyor. Bu şartlarda uzun süreceği aşikar bir "yıpranma savaşı"nı göze almak hiç de kolay bir iş değildir. Türkiye pek çok mesele ile boğuşurken bunlar yetmiyormuş gibi bir de başına savaş gailesi açmak çok yanlış olmuştur. Ayrıca birleşelim, bütünleşelim derken Anayasa referandumuna gitmek son kalan bütünleştirici değerlerimizi de ezmek olmuştur.            

       Devlet yönetimi parlamenter sistem bütün kural ve kurumlarıyla çalıştırılmadığı için bugünkü çıkmaz sokağa girmiştir. Bütün  yetkileri tek adama vermeyi amaç edinen AKP gayretleri, öncelikle iktidar mensuplarını ve ardından bütünüyle ülkeyi ateşe atmak olacaktır.

Agah Oktay GÜNER 


http://www.yenicaggazetesi.com.tr/suriye-bizim-savasimiz-mi-41686yy.htm

***


Varlık Fonu uçurumdan önceki son virajdır

Varlık Fonu uçurumdan önceki son virajdır,



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
09.02.2017



      Eskiler, " Kim okur, kim dinler varak-ı mührü vefayı " demişler. İmkanlarım ölçüsünde yazdım, TV'de söyledim. Suriye'de sıcak savaşın, içerde de terör denilen örtülü savaşın muhatabı olan Türkiye çok yanlış bir biçimde OHAL şartlarında Anayasa Referandumuna gidiyor. Sayın Cumhurbaşkanından TV'de  terör kazınıncaya kadar bu oylamanın tehir edilmesini rica ettim. Ama ne fayda! Birlik, bütünlük, yek vücut olma bir kenara itildi. Gizli ve açık düşmana kılıç çekmesi gerekenler düşmanı bırakıp birbirlerine döndüler. Ne yazık ki Türkiye'yi yönetenler tam bir panik yaşıyor. Döviz fiyatlarının yükselmesi bu paniği körükleyen ateştir. Kriz psikolojisine kapılan hükümet, ekonomi yönetimi ve bağımsız kurumlar paniktedir. Merkez Bankası faiz kararıyla "panik içindeyim" demiştir. Hükümetin  her akşam  her sabah ayrı bir karar vermesi içine girdiği kriz savrulmasını gösteriyor. Bu iktidar döneminde ekonomi bürokrasisi dağıtıldı, yetkileri elinden alındı Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) mezarlıklar müdürlüğüne çevrildi.  Ülkenin bunca yetişmiş, dünyayı tanıyan, ekonomiyi bilen kadroları varken Türkiye ekonomisi savruluyor. Şu anda Türkiye'nin ekonomi bürokrasisini başta DPT olmak üzere kurmak ve ayağa kaldırmak Anayasa Referandumundan bin kat önemlidir. Ülke ekonomisi demokratik planla yönetilirken bu tip kriz hallerinde derhal bir geçiş programı yapılır devletin ve özel sektörün yapması gereken işler rakamlara bağlı olarak gerekçeye kavuşturulurdu. Şimdi bütün bu güçlü araçları terk etmiş bir Türkiye var. Yandaş medyanın davullar çalarak "Türkiye Varlık Fonu ile  zirveye oynayacak", "200 milyarlık fon geliyor" manşetleri ekonomideki savrulmamızın son virajlarıdır. Türkiye'de böyle bir fon kurulmasının ulusal yatırım fonu "UYF" zemini ve malzemesi yoktur. Genel olarak bu fonlar cari işlemler fazlası ve bütçe fazlası veren ülkeler tarafından kuruluyor. En çok da enerji ve emtia kaynaklı yüksek döviz geliri bulunan devletler UYF'lere  yöneliyor. Böylelikle hem bu fon fazlalarını uluslararası piyasalarda değerlendirme fırsatını yakalamak istiyorlar hem de emtia fiyatlarının yüksek oynaklığa sahip olduğunu göz önüne alarak risklerini azaltmaya çalışıyorlar. (Prof. Dr.H.Kozanoğlu)       

         Önde gelen fonlar petrol gelirlerini veya başta Çin olmak üzere Asya ülkelerinde yüksek sanayi malları ihracat gelirlerine dayanıyor.  Rusya da çok sayıda fonla doğal gaz ve petrol gelirlerini yurtdışı portföy yatırımlarına yönlendiriyor.       

         2007 krizi sonrası faizlerin düşmesi likiditenin artmasıyla bu fonların getirileri iyice geriledi. Enerji ve emtia fiyatlarındaki düşüş ise gelir kaynaklarını kuruttu.         

       Türkiye ise bilindiği gibi kronik cari işlemler açığı veren, bütçe açıklarını sınırlamaya çalışan Merkez Bankası'nın kısa vadeli yükümlülüklerini karşılamak için sahip olduğu döviz rezervlerinin yeterliliği tartışılan bir ekonomik yapıya sahiptir. Sorumlular sürekli bir biçimde tasarruf yetersizliğinden şikayet etmektedir. Ülkemiz ne yazık ki cari açığını yabancıların tasarruflarıyla finanse eden bir konumdadır. Hükümetimiz başta körfez monarşileri, hükümetleri nezdinde Türkiye'ye yatırım yapmaları için sürekli ricacı konumundadır. Durum bu iken yönetimin Varlık Fonu kurma hamlesini nasıl açıklayacağız? Yandaş medya herkesi kör alemi sersem sanan bir şaşkınlıkla "Dünyada Türkiye'den başka stratejik yatırım yapılacak ülke kalmadı" palavrasını sıkıyor. İşin gerçeği ise İstanbul Kanal Projesi başta olmak üzere III. Köprü, Yeni Havalimanı, nükleer santraller, alt yapı projeleri gibi "mega projeler" için yabancı kaynak bulmakta hükümetin tam bir dar boğaza girmesidir. Kredi kuruluşları ABD'nin ve AB'nin Türkiye'yi jeopolitik yalnızlığa itebileceği korkusuyla çok çekingen davranıyor. Bu durum Türkiye Varlık Fonu A.Ş kurmayı AKP rejimine kurtarıcı  can simidi olarak gösterdi. Sermayesi Özelleştirme Fonundan sağlanacak, böylece özel hukuk hükümlerine tabi olacak, Sayıştay denetiminden kurtulması sağlanacaktır. Fon politikasında önce varlıklar ve gelirler bulunur, fon yönetimi daha yüksek gelir sağlamak için bu varlıkları kullanır. Halbuki elde bu fona bu imkanları sağlayacak kaynak malzemesi yoktur. Öncelikle gözlerin işsizlik sigortası fonunda birikmiş emekçi paralarını hedef aldığı anlaşılıyor. Birikim 100 milyar lira sınırına dayandı. Varlık Fonu yeni usulsüzlük ve yolsuzluk dizilerinin kapısını zorlamaya adaydır. Kamu denetiminden ve şeffaflıktan uzak Türk halkının özellikle emekçilerin paralarıyla yeni maceralara girilmesinin anlamı ve lüzumu yoktur. 

Çare boş hayallerde değil, ülke gerçeklerini gören, üretimi artıran ciddi program ve uygulamadadır.

Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/varlik-fonu-ucurumdan-onceki-son-virajdir-41596yy.htm


***


Acı Kayıplarımız,

Acı Kayıplarımız,

   

Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
02.02.2017



Bir yıla yakın zamandır çok acı kayıplarım oldu. Can dostlarımdan, arkadaşlarım dan bazı tanıdıklarımdan güzel insanlar sonbahar yaprakları gibi toprağa düştüler. Geçtiğimiz salı günü de Mehmet Özel'i çok sevdiği vatan toprağına verdik. O'nu Kültür Bakanı olduğum zaman tanıdım. Konya'nın Taşkent ilçesi Çepni köyünde 1932 yılında dünyaya gelmişti. Kendi Genel Müdürlüğünün yayınladığı Köy Enstitüleri kitabında Mehmet Özel'in yamalı bir gömlekle çekilmiş fotoğrafı vardı. 6 veya 7 yaşında bir çocuktu ama öylesine kararlı bakıyordu ki günümüzün Mehmet Özel'ini çiziyordu.  Köy Enstitüsü'nü bitirdikten sonra çeşitli okullarda resim öğretmenliği yaptı ve hemşerisi eski Konya Mevlana Müzesi Müdürü Mehmet Önder'in Kültür Bakanlığı'na müsteşar olmasıyla bu bakanlıkta görev aldı. Kademe kademe yükselerek Güzel Sanatlar Genel Müdürü oldu.  Bakanlığın en önemli birimi olan bu genel müdürlükte 30 yıla yakın süre kaldı. Merhum akıl almaz bir enerjiye sahipti. Hizmet süresi içinde devlet korolarını, müzik topluluklarını, müzeleri, sanat galerilerini kurdu. Yurtdışında Galiçya, Bağdat, Kahire şehitliklerini birer viranelik olmaktan kurtarıp ayağa kaldırmayı başardı. O kendisi gibi milyonları cehaletin pençesinde yok olmaktan kurtarıp meslek sahibi kılan, verimli bir hale getiren, onurlu bir hayata kavuşturan Cumhuriyet'e aşıktı. Atatürk'e, İnönü'ye gerçekten büyük saygısı ve sevgisi vardı. Yurt içindeki şehitlikleri Çanakkale başta olmak üzere Afyon'daki bütün şehitlikleri teker teker ele aldı. 

En güzel heykellerle süsledi. Bakan olduktan sonra Mehmet Beyle kendi hazırladığım plan ve programı konuştuk. "Yurt dışında onarılacak en önemli eserlerin başında Budapeşte'deki Gül Baba Türbesi geliyor" dedim. Rahmetli tebessüm etti, müsaade rica etti, 10 dakika sonra Gül Baba Türbesi'nin maketiyle geldi. Türbenin ve çevresinin arazisini, yazışmalar sonunda Budapeşte Belediye Reisi bir kuruş almadan devletimize verdi.  Cihan Padişahı Kanuni'ye Cuma namazı kıldırırken imam olan Gül Baba heyecandan kalp krizi geçirip vefat eder. Şimdi  Gül Baba gül bahçelerinin çevrelediği türbesinde yatıyor. Şadırvanlardan devamlı sular akıyor. Muhteşem bahçenin Müslüman Türk geleneğinde var olan namazgâhlarında açıkta pek çok insanın namaz kılması mümkün. Budapeşte'de evlenen Hıristiyan gençler Gül Baba Türbesi'ni ziyareti asırlardır bir gelenek haline getirmiş. Bu konuda Merhum Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in  değerli desteklerini ve gelişmeleri heyecanla takibini şükrânla hatırlıyorum. Mehmet Özel Anıtkabir Müzesini, I. Cihan Harbi ve Kurtuluş Savaşı müzelerini, askeri müzeleri milli mücadeleye karargâh olmuş binaları  ayağa kaldırmak için ömrünü seve seve verdi. O övünmeyi hiç tatmamış bir hizmet adamıydı.

***        

        Emekli olduktan sonra Mehmet Özel askeri anıt ve müzelere büyük bir gayretle hizmet etti. Ancak artık yorulmuş, sağlığı da bozulmuştu.  "Mehmet'çiğim şu hatıralarını  yazdıralım" derdim. Hatta bu konuda plan ve programımızı yapmıştık. Ne yazık ki Alzheimer  hastalığı, pençesini bu güzel insana attı. Kısa bir süre sonra gözlerini kaybetti. Oğuz'un Çepni boyunun bu yiğit evladından çok değerli hatıralar dinledim. Toplumlar yetiştirdikleri değerli evlatlarına vefa gösterdikleri ölçüde yeni değerlerin yetişmesinin kapısını açar. Bu ölçüyle merhum Mehmet Özel'in başladığı ve bitirdiği Anıtkabir Müzesi, I. Cihan Harbi ve Kurtuluş Savaşı Müzelerine Milli Savunma Bakanlığı  ve Sayın komutanlar "Bu eserlerin mimarı, yapıcısı Mehmet Özel'dir" diyerek bir pirinç levha koymayı şükran borcu bilmelidir.  Biz toplum olarak ne yazık ki yapılan büyük ve güzel işleri çok çabuk olağan sayan bir yapıdayız. Gerek özel dünyamızda gerek toplum hayatımızda vefalı olalım. Vefanın bereketi bitmez...                           
    ***          

        Avukat Ahmet Vural'ın " Kendim Olabilmek " adlı eseriyle bütün hatıralarıyla hafızamda dirilen kayınpederi Avukat Mehmet Irmak'ı da şükranla, rahmetle  yad ediyorum. Milletinin büyüklüğüne inanmış bu uğurda bütün acıları çekmiş bir mücadele adamıydı. 
Dil okulunda tutukluyken O'nun la iki ranzanın sığdığı bir odayı bir yıla yakın bölüşmüş tük. İyi bir aile babası  ve millet sevdalısıydı. Türk siyasetinin son 25 yılını Sayın A. Vural  bu kitabında çok objektif ve namuslu bir biçimde naklediyor. Dikkatle okunmasını tavsiye ederim.          

       Aziz Mehmet Özel ve 3 ay önce vefat eden  değerli eğitimci eşi Nermin Hanım'a, İzmit'in yiğit evladı sevgili kardeşim Nihat Gürer'e, burada yer veremediğim bütün kayıplarımıza,  gönlümüzün en sıcak Fatihalarıyla rahmet diliyorum. 

Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/aci-kayiplarimiz-41506yy.htm

***