1 Ekim 2017 Pazar

PKK YI Abdullah Öcalan KURDU,


Abdullah Öcalan PKK YI KURDU,

Marksist-Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı 30 yıl boyunca silahlı saldırılar düzenleyen PKK'nın 
kurucusu ve lideri, 2013 yılında Kürt Sorunu'nun çözümünde kilit rol üstlenmeye başladı.

20 Oca 2014 

Konular Türkiye, Kürt sorunu, BDP

12 Eylül askeri darbesinden kısa süre önce Suriye'ye geçen Öcalan, örgütü uzun yıllar bu ülkeden yönetti. [AFP] Türkiye Cumhuriyeti'nin otuz yılı aşkın süredir çözüm aradığı Kürt Sorunu'nun silahlı aktörü Kürdistan İşçi Partisi'nin 
(Partiya Karkerên Kurdistan - PKK) kurucu lideri Abdullah Öcalan, 1999 yılından bu yana İstanbul yakınlarındaki İmralı Adası'nda bulunan cezaevinde hapis yatıyor. Öcalan, gerek Kürt siyaseti gerek örgütün dağ kadroları tarafından, halihazırda meselenin diyalog yöntemiyle çözümünün sağlanması sürecinin kilit pozisyonunda görülüyor.

PKK öncesi günleri

1949 yılında Şanlıurfa'nın Halfeti İlçesi'ne bağlı Ömerli Köyü'nde doğan Öcalan, Ankara'da Tapu ve Kadastro Meslek Lisesi'nde eğitim gördü. 
Mezun olduktan sonra Diyarbakır'da kadastro memurluğu yapmaya başladı. Diyarbakır'daki birçok tapuda halen Öcalan'ın imzası bulunuyor. 
Taraftarlarınca Serok (Önder) olarak anılan PKK liderinin o günlerine dair bilgiler arasında rüşvet aldığı söylentileri dikkat çekiyor. 
Köylülerden bazı işlemler karşılığında 10 bin TL rüşvet aldığı öne sürülüyor. Yıllar sonra kendisine bu olay hatırlatıldığında Öcalan, söz konusu parayı örgüt kurmak için kullandığı şeklinde bir yanıt vermişti.
Öcalan, 1971'de Bakırköy Tapulama Müdürlüğü'ne atanınca İstanbul'a gitti. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydolan Öcalan, aynı yıl kaydını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne aldırdı. Ankara Siyasal'a girişi, tapu memuru Öcalan'ı silahlı bir örgütün kurucu liderliğine 
taşıyacak yolun dönüm noktasıydı.

Ankara'daki siyasi arayışlarına Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nda (DDKO) başlayan Öcalan, 1970 başında Mahir Çayan ve arkadaşlarınca kurulan 
Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKP/C) örgütünde faaliyette bulundu. 1972'de Çayan ve ekibinin güvenlik güçlerinin operasyonunda öldürülmelerini protesto ettiği, ayrıca Doğu Perinçek ve arkadaşları tarafından çıkarılan Şafak dergisini dağıttığı gerekçesiyle gözaltına alındı. 
7 ay boyunca Ankara'daki Mamak Askeri Cezaevi'nde tutuklu kaldı.
Beraber yakalandığı arkadaşları ceza alırken Öcalan'ın, dönemin Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcısı Baki Tuğ'un talebiyle serbest 
bırakıldığı iddiası, onun devletle bağlantısı tezini kanıtlamak için en sık başvurulan unsurlardan biridir. Öyle ki beraber yakalandığı herkes hapis 
cezasına çarptırılırken Öcalan'ın kurtulmasının nedeni sorulduğunda Tuğ'un, "Bana yukardan talimat geldi" dediği söylenir.

Kesire Yıldırım ile evliliği

Öcalan'ın resmi nikahlı yegane eşi Kesire Yıldırım'dır. 21 Ekim 1951'de doğan Kesire Yıldırım, Elazığ'ın Karakoçan İlçesi'nde, Cumhuriyet Halk Parti (CHP) destekçisi olarak bilinen ve 2. Dünya Savaşı'nın ardından Tunceli'nin Mazgirt İlçesi'nden gelip Karakoçan'a yerleşen Yıldırım ailesinin en büyük kızıydı. Yıldırımlar, 1925 Şeyh Sait ve 1938 Dersim isyanlarında devletin yanında yer almışlardı. Kesire Yıldırım, Elazığ Öğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra 1973'te Karakoçan'a bağlı Yeniköy İlkokulu'unda vekil öğretmenlik yaptı. 1974'te Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nu kazandı.Üniversitede sol gruplarla temas kuran Yıldırım, Öcalan ve Apocular denen grubun üyeleriyle 1975'te tanıştı. Kesire Yıldırım ile Öcalan, 24 Mayıs 1978 günü Ankara Gençlik Parkı Nikah Salonu'nda evlendiler. On yıl süren bu beraberlik, Yıldırım'ın 1988'de Öcalan'dan ayrılmasıyla noktalandı.

PKK'nın kuruluşu

Kürt Sorunu, 70'lerin sonunda sol hareket bünyesinde kendine alan bulmuştu. Cezaevinden çıktıktan sonra Kürt hareketini örgütlemeyi amaçlayan 
Öcalan, silahlı mücadele fikrini savundu. Bu doğrultuda faaliyet alanını Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine taşıdı. 1978'de başlatılan silahlı hareketle adını Apocular veya UKO'cular (Ulusal Kurtuluş Ordusu) olarak duyurmaya başlayan grup, Diyarbakır'ın Lice İlçesi Fis Köyü'nde 27 Kasım 1978'de yaptıkları toplantıyla örgütlenmelerinin isminin PKK olmasına ve kurulacak partinin tüzük ve programının hazırlanmasına karar verdi.
Marksist-Leninist çizgide bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan örgütün liderliğini yürüten Öcalan, 12 Eylül 1980 Darbesi'nden kısa süre önce Türkiye'den ayrılarak Suriye'ye yerleşti. Öcalan'ın darbeden hemen öncesinde yurdu terk etmesi halen tartışılır. Kimi devlet yetkililerinin Öcalan'a, ülkeden bir an önce ayrılma tavsiyesinde bulundukları söylenir.
1980 sonrasında ülkede oluşan sıkıyönetim ve baskı rejiminden kaçan Kürtlerin bir kısmı Avrupa'ya sığınırken, bazıları da PKK'ya katılmıştı. 
PKK bünyesine dahil olanların büyük kısmı Suriye, Lübnan ve Filistin'deki kamplarda silahlı eğitimden geçti. 1984'te Diyarbakır Cezaevi'nden 
çıkan muhalif Kürtler, kitleler halinde dağa çıkarak PKK'ya katıldı.

1987: PKK'nın en kanlı yılı

PKK'nın düzenlediği ilk kongrede örgütü Kuzey Irak'a doğru genişletmeyi başaran Öcalan, ikinci kongrenin ardından da örgüte ilk kez silahlı eylem 
talimatı verdi. 1984 yılı itibarıyla kamplardaki üyelerini gerilla savaşına hazırlayan örgüt, Siirt'in Eruh ve Hakkari'nin Şemdinli ilçelerine eşzamanlı 
baskınlar düzenledi. Öcalan'ın emirleriyle özellikle Hakkâri, Mardin ve Siirt illerini kapsayan bölgedeki askeri hedeflere düzenlenen silahlı eylemlerle çatışma süreci başlatıldı.

Öcalan liderliğindeki PKK, 1980'lerin sonundan itibaren eylemlerini yoğunlaştırdı. Öcalan'a atfedilen ve hakkındaki iddianamede yer alan şu ifade, PKK'nın eylemlerinin şiddeti açısından dönüm noktasıydı: "DEP'e (Demokrasi Partisi) oy vermeyenin tavuğunu bile öldürün". 
Bu sözler sonrasında 1987 yılında Türkiye, PKK'nın katliamlarıyla sarsıldı. PKK'lıların köyleri basarak kadın ve çocukları dahi öldürdüğü saldırılar, 
Türk kamuoyunda "Bebek katili Öcalan" imajının doğması ve yerleşmesine sebebiyet verdi.

PKK, 90'lı yıllar boyunca Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı dönem dönem ateşkes ilan ettiğini açıklasa da mutlak bir silahlı mücadele içerisinde kaldı. 
Örgüt; 1993 ilkbaharında ilk kez ateşkes imzaladı. Daha sonra ateşkesin, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın isteğiyle gerçekleştiği öğrenildi. 
Özal, aralarında gazetecilerin de yer aldığı bazı isimleri Öcalan'a göndererek ateşkes ilan etmesini sağlamıştı. Ateşkes, 24 Mayıs 1993'te birliklerine 
giden 33 silahsız askerin Bingöl-Elazığ karayolunda PKK tarafından öldürülmeleriyle son buldu. 

'33 Er Olayı', Öcalan ile örgütün diğer önde gelen isimleri arasında çatlak olduğunu ilk kez kamuoyuna gösterdi. 1998'de Türk güvenlik güçlerinin 
Kuzey Irak'ta düzenlediği operasyonla yakalanan örgütün iki numaralı ismi Şemdin Sakık, o saldırının doğrudan Öcalan'dan gelen emirle yapıldığını 
söyledi. Sakık, eyleme Avrupa ülkelerinden şiddetli tepki gelmesi nedeniyle Öcalan'ın, daha önce üstlendiği talimatı kabul etmeyerek sorumluluğu 
kendisine yüklemeye çalıştığını öne sürdü. PKK'nın üst düzey yöneticilerinden Murat Karayılan ise 2011'de yayımlanan Bir Savaşın Anatomisi 
başlıklı kitabında, infaz emrini Sakık'ın kendi başına aldığını ifade etti.

Öcalan, PKK'nın silahlı ve siyasi faaliyetlerini, 1998 sonbaharına kadar fiilen Suriye'den sürdürdü.

Suriye'den çıkarılması

PKK liderinin yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, üç aylık bir diplomatik baskı ve ABD istihbaratıyla ortak operasyon sayesinde gerçekleşti. 
Ekim 1998'de dönemin hükümeti, Öcalan'ı topraklarında barındırmaması konusunda Şam'a baskısını arttırdı. 9 Ekim 1998'de Suriyeli yetkililer 
tarafından sınır dışı edilen Öcalan, önce Yunanistan'a gitti. Atina'nın iltica talebini kabul etmemesi üzerine daha sonra Rusya'ya sığındı. 
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Öcalan'ın Suriye’den ayrıldığı ve Rusya'da barındığını belirlemişti. Ankara hemen Moskova ile temasa geçerek  PKK'nın başındaki ismin teslim edilmesini istedi ama beklediği yanıtı alamadı. Dönemin Rusya Ankara Büyükelçisi Aleksander Lebedev, Öcalan’ın ülkelerinde olmadığını açıkladı. Türkiye, Öcalan'ın iade edilmesi için Rusya'ya nota verdi.
Burada 30 gün geçiren Öcalan, Rusya Parlamentosu'ndan sığınma hakkı elde etti. Ancak diplomatik baskılara dayanamayan Rusya, Öcalan'ı İtalya'ya gönderdi. İtalyan makamları, Türkiye'ye iade edilmeyeceği garantisi vererek PKK liderinin iltica işlemlerini başlattıysa da sahte pasaport taşımaktan dolayı onu tutukladı. Büyük yankı uyandıran olay, Roma'nın Öcalan'ı iade edeceğine dair Ankara'nın ümitlerini boşa çıkardı. İtalya Adalet Bakanlığı Müsteşarı Franco Carleone, "İtalyan hükümeti, ölüm cezasıyla karşı karşıya olan birini iade edemez" açıklamasıyla Türkiye'nin talebini reddetti.
Ankara'da Roma'ya karşı büyük tepki oluşurken, ülke genelinde İtalyan mallarına karşı ekonomik boykot başladı. İtalya aleyhinde büyük gösteriler 
düzenlendi. İtalya'da bir eve yerleştirilen Öcalan, ABD'nin devreye girip baskı uygulaması üzerine Avrupa'nın birçok ülkesinde 'istenmeyen kişi' haline geldi. Bu süre zarfında mahkemeye çıkan Öcalan, sorgusu sırasında İtalyan hakimlere, gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı pişmanlık duyduğunu söyledi. Öcalan'ın cezasını, 'sağlık durumu ve kaçmayacağı yönündeki kanaat' gerekçesiyle ev hapsinde geçirmesine karar verildi. 
Fakat Türkiye'nin giderek artan diplomatik baskısı nedeniyle çözüm arayışına giren İtalya, PKK liderinin zorunlu ikamet kararını kaldırdı. 65 gün sonra İtalya'yı terk etmek zorunda kalan Öcalan, gidebileceği tüm ülkelerden tek tek olumsuz yanıt aldı. 

Kenya'da yakalanması

İzini kaybettirmeye çalışan Öcalan'ın bir süre Yunanistan'da barındığı, ardından Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'ne gittiği tespit edildi. 
Öcalan'ın Kenya'nın başkentinde telefonla konuştuğu ve sesinden yerinin tespit edildiği çokça konuşuldu. 14 Şubat 1999'da Kenya güvenlik güçleri, Yunanistan Büyükelçisi'nin ofisini ve konutunu kuşattı. 
Öcalan'ı daha fazla barındıramayacağını anlayan Yunanistan, PKK liderine istediği ülkeye gitmek üzere büyükelçilikten ayrılması gerektiğini tebliğ etti.

ABD'nin dış istihbarat birimi Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) ve MİT'in ortak operasyonuyla 15 Şubat 1999 günü Nairobi Havalimanı'nda yakalanan Öcalan, Türk güvenlik güçlerince özel bir uçağa bindirildi. Uçakta onu "Memlekete hoş geldin" diyerek karşılayan yüzleri maskeli MİT görevlilerine, "Türk devletine hizmet etmeye hazırım" cümlesiyle karşılık verdi. Öcalan'ın bu sözleri, PKK üyeleri ve örgütü destekleyen kitlelerde şaşkınlık yaratacaktı. 16 Şubat 1999 sabah 03.00 sularında Türkiye’ye getirilen Öcalan, önce Bandırma, oradan da yargılanacağı ve hapsedileceği  İmralı Adası'na götürüldü. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, PKK liderinin yakalandığını sabah saatlerinde Türkiye’ye duyurdu.

Yargılanma süreci

Öcalan’ın yargılanması 31 Mayıs 1999’da İmralı Adası'nda kurulan özel mahkemede başladı; dava dokuz duruşmada tamamlandı. 
Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin yürüttüğü dava sonunda Öcalan hakkında şu hüküm verildi: "Kurduğu silahlı PKK örgütünü verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemleri 
gerçekleştirdiği sabit görüldü".

Türk Ceza Kanunu'nun ' vatana ihanet ' suçunu düzenleyen 125. maddesi uyarınca hakkında idam cezası verildi. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne uyum 
yasaları gereği - bu yasalarda dönemin koalisyon hükümetinde yer alan Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) de imzası vardı - idam cezasını kaldırması üzerine Öcalan hakkındaki idam hükmü, ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Mahkemenin gerekçeli kararında,  'Öcalan'ın, eylemlerinin şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliği ve içinde bebek, çocuk, ihtiyar ve kadınların da bulunduğu binlerce insanın öldürülmüş  olması ve ülke genelinde ciddi tehlike oluşturması nedeniyle cezai sorumluluğu azaltan maddelerden yararlanmasının uygun görülmediği' açıklandı.

Oslo'da Çözüm arayışı

İmralı Adası'nda, sadece kendisine tahsis edilen yüksek güvenlikli cezaevinde tutulan Öcalan'ın, Kürt Sorunu'nun çözümü ve PKK'nın silah bırakması için zaman zaman devlet temsilcileriyle görüştüğü kamuoyunda sık sık gündeme geldi.
Örgüt üzerinde halen büyük oranda etkinliği bulunan Öcalan, son yıllarda Kürt siyasetçiler tarafından çözümün adresi olarak gösteriliyor. 
Öcalan ile mutabakata varmadan PKK'nın silahsızlanmasının ya da müzakere masasına oturmasının mümkün olmadığı, 12 Haziran 2011'deki genel seçiminin ardından daha güçlü şekilde gündeme geldi. Bu yaklaşım, kamuoyunda görece normal karşılanır hale gelse de 'Çözüm Süreci' resmen başlayana kadar Öcalan ile ara ara görüşüldüğü resmen doğrulanmadı.
13 Eylül 2011 günü Dicle Haber Ajansı'nın internet sitesinde yayımlanan bir ses kaydı, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetini bu görüşmeleri kamuoyu ile paylaşmak zorunda bıraktı. Kayıt, o sırada Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan Hakan Fidan'ın da yer aldığı bir MİT heyetinin, PKK yöneticileriyle Norveç'in başkenti Oslo’da bir araya geldiğini ortaya koyuyordu. Aynı ses kaydı, MİT görevlilerinin ayrıca İmralı Adası'na giderek Öcalan ile görüştüklerini açığa çıkarıyordu. Ses kaydının yayımlanmasından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, MİT görevlilerini, meseleye çözüm arayışı için bizzat kendisinin görevlendirdiğini açıkladı.

Ev hapsi tartışmaları

2012'ye gelindiğinde, PKK'lı ve iddianameye göre çatı örgüt olan KCK'ya üyelikten yargılananların, başta Öcalan'a ev hapsi olmak üzere bir dizi 
taleple açlık grevi başlatması, Öcalan'ın tutukluluğu hakkındaki tartışmaları gündeme getirdi. Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) de destek verdiği eylemler, 12 Eylül 2012'de başladı ve 68 gün boyunca devam etti. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, eylemin ancak Öcalan'ın çağrısıyla sona erebileceğini ifade etti.

Başbakan Erdoğan, İmralı’da cezası infaz edilen Öcalan’ın ev hapsine alınmasının mümkün olmadığını söyledi. Ülke çapında düzenlenen eylemler, hükümetin anadilde savunma hakkı konusunda adım atmasını tetiklese de, Öcalan'ın durumunda değişiklik yaşanmadı. PKK liderinin sağlık durumunun kötü olduğu, zehirlendiği yönündeki iddialar zaman zaman yandaşlarını sokağa döktü. Örgüt yıllarca bu iddiaları yandaşlarına eylem yaptırmak amacıyla kullandı. Fakat yapılan tetkiklerde Öcalan’ın sağlık durumunun iyi olduğu belirlendi. Öcalan’ın cezaevi şartları da eylemlere bahane oldu. Sempatizanları Öcalan’ın küçük hücrede tutulduğundan şikayet ettiler. Öcalan’ın yeri iki kez değiştirildi.

Öcalan yeniden muhatap

2013'ün ilk günlerinde, MİT görevlilerinin Öcalan ile görüştüğü gündeme geldi. Bir süredir 'İmralı' ile görüşüldüğünü açıklayan Başbakan Erdoğan’ın  Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, Öcalan'ın Kürt Sorunu'nun çözümünde hâlâ en önemli aktör olduğunun altını çizdi. Ardından 1 Ocak 2013  itibarıyla Türk medyasında, MİT Müsteşarı Fidan'ın 16 Aralık 2012'de İmralı'ya gittiği, Ekim 2012'de başlayan süreç çerçevesinde daha önce iki kere MİT Müsteşar Yardımcısı seviyesinde gerçekleştirilen toplantıların, bu tarihten itibaren Fidan ile Öcalan arasındaki görüşmelere dönüştüğü yönünde haberler çıkmaya başladı.

Bu bilgiler, Başbakan Erdoğan'ın Kasım 2012'deki, "İmralı ile ilgili olarak çeşitli enstrümanları kullandığımız zaman, burada genelde kullanılan MİT'tir; onlar görüşme yapabilir. Bunda sakınca görmüyoruz. Çünkü asıl olan sorunu çözmektir" sözlerini doğrular nitelikteydi. Görüşmelerin yapıldığının açıklanmasından bir gün sonra, BDP Batman Milletvekili Ayla Akat ile BDP'nin desteğine sahip Bağımsız Mardin Milletvekili Ahmet Türk de Öcalan ile bir araya geldi.

İkinci İmralı görüşmelerine BDP Milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve Pervin Buldan katıldı. Görüşme sonrasında Öcalan tarafından BDP, KCK ve PKK’nın Avrupa Temsilciliği’ne üç ayrı mektup hazırlandı. Avrupa ve Kandil’e mektuplar BDP’li milletvekilleri tarafından götürüldü. 
Kandil’e gönderilen mektupta Öcalan'ın, "Ne savaşmayı biliyorsunuz ne de barışmayı. Silahlı mücadele dönemi bitti. Bu şekilde savaşarak bir yere 
varılamaz. Size sunduğum yol haritasını tartışın ve çatışmasızlık sürecini başlatalım" dediği belirtildi.
15 Mart'ta Karayılan, Fırat Haber Ajansı'na (ANF) yaptığı açıklamada mektuba yanıt verdiklerini belirterek şunları söyledi: "Daha önceden de ifade ettiğimiz bazı kaygıları taşımakla birlikte, işler ters dönerse bölgesel avantajları ve taktik performansın başarı kazanabileceğine olan inancımızı da korumakla birlikte, Önderliğimizin ortaya koymuş olduğu stratejik perspektifin daha doğru olduğunu, buna çok güçlü bir biçimde katılmanın kararlaşması ve iradeleşmesi oy birliğiyle gerçekleşmiştir".
PKK liderinin, 23 Şubat 2013 günü Önder, Tan ve Buldan ile gerçekleştirilen üçüncü görüşmenin tutanaklarının basına sızdırılması, Öcalan'ın süreçle ilgili düşüncelerinin kamuoyuyla paylaşılmasını sağladı. Tutanaklara göre Öcalan, sürecin devamı için hükümetin somut adımlar atması gerektiğini vurguluyordu.
Öcalan, 21 Mart 2013 Nevruz kutlamalarında gönderdiği mektupla, PKK'ya sınır dışına çekilme talimatı vererek 30 yılı aşan savaşın bitebileceğinin somut işaretlerini, alanda toplanan yüz binlerce Kürt’e ve elbette masanın diğer tarafında oturan Türklere verdi. Öcalan ile BDP ve Halkların 
Demokratik Partisi (HDP) heyetleri arasındaki görüşmeler devam ediyor.

Kaynak: Al Jazeera ve ajanslar

http://www.aljazeera.com.tr/portre/portre-abdullah-ocalan


***


Andımızı Yazan Maarif Vekili


Andımızı Yazan  Maarif Vekili

Turan ZORLU

Dr.Reşit Galip 1983 yılında Rodos adasında dünyaya gelmiştir. Babası mahkeme reisi Mehmet Galip Bey’, annesi Münevver Hanımdır. İlk ve orta eğitimini Rodos’ta tamamladı. Liseyi İzmir’de okudu. 1911’de Darülfünuna (tıp fak) girdi ve 1017’de bitirdi. Türk ocaklarının çalışmalarına katılan ateşli gençlerden biriydi.

Dr.Reşit Galip Bey, tıbbiyede okurken bir Türk milliyetçisi olarak vatan ve millet sevgisinden dolayı Balkan Harbine katılmış ve yaralanmıştır. Kafkasya, Çanakkale savaşlarına gönüllü olarak katılmıştır. Anadolu’nun düşman işgalinden kurtulması için her gittiği yede halkı düşmana karşı örgütlemiştir. Gençlik dönemlerinde  ve tıbbiyede Türk Ocağının şubelerinin kurarak arkadaşlarının Türklük bilinci içinde yetişmelerine katkıda bulunmuştur.

Dr.Reşit Galip 1923’te Mersin’de doktorluk yaparken Mustafa Kemal’le karşılaşmış ve yaptığı konuşmada “Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün; bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir.”
Herkesin Gazi’yi yüceltme yarışına girdiği günlerde O’nu bu milletin bir ferdi sayan otuz yaşındaki bu hatip herkesin dikkatini çekmiştir, tabii en çok da Mustafa Kemal’in… Ve Kemal Paşa’nın önerisiyle 1925 yılında yapılacak ara seçimlerinde Aydın’dan milletvekili seçilerek Meclis’e girecektir.

Mustafa Kemal, ne savaşta ne de Cumhuriyetin kuruluşunda yalnızdır. Savaşta yanında bir mareşal (Fevzi Çakmak) ve generaller vardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında da yanında Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü Saraçoğlu, Dr. Reşit Galip, Mustafa Necati gibi teori pratiği temsil eden değerli gençler vardı.



Bu gençler dünya çapında beyi ve ufuk sahibi gençlerdi. Atatürk’e inanırlardı. Ama belki de daha çok Cumhuriyete inanıyorlardı.

Atatürk, memleket meselelerini ve ülke gündemini ilgili kişilerle akşam sofrada konuşurdu. Atatürk’ün sofrası bir akademi gibiydi. Masa özenle hazırlanır, her konuğun önüne bir not defteri ve kalem bırakılırdı. Bu masada her akşam düşünür, yazar, sanatkar, siyasetçi, diplomat, bilim adamları ve yakın dostları ye alırdı. 

Güncel konuların yanı sıra tarih, siyaset, sosyoloji, felsefe vb.. konular ele alınır, her söz alan karatahta başında tebeşirle düşüncelerini açıklarlardı. 

Atatürk, konuşmacıları dikkatle dinlerdi.

1931’in Ağustos gecelerinden birinde bu sofrada bulunanlardan biri de tutkulu bir Türk milliyetçisi olan Dr. Reşit Galip Bey’di. O gece Dr.Reşit Galip, Atatürk’le bir tatsızlık yaşamıştır:

 Maarif Vekili Esat Mehmet’in kız öğrencilerin kısa etek, kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını, daha kapalı giyinmelerini bir tamimle duyuracağını ifade etmesi üzerine Dr. Reşit Galip “Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi! Bu bir gericiliktir, kadınlar eski durumda yaşayamazlar. İnkılapların en önemlilerinden biri kadınlara verilen haklardır. Başka türlü Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.” der. Ardından Reşit Galip’in

“Bu kokuşmuş kafayla devlet yürütülemez.” demesi üzerine Atatürk’ün kaşları çatılır. Atatürk’ten “Sözlerinizde müsamahalı ve ölçülü olunuz.” uyarısı almasına
karşı, Dr. Reşit “Bunca genç idealist bakanlık yapacak yetenekte insan varken böyle yaşlı kimseleri Maarif Vekili yapmak hatadır.” sözlerini ekler. Dr. Reşit Galip’in bu sözleri üzerine Ata’nın kaşları iyice çatılır. Mustafa Kemal’in “Esat Bey yeteneklidir, davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir  değer taşımıyor mu?” sorusuna Reşit Galip de “ Kusura bakma Paşam, taşımıyor.” karşılığını verir. 

Bunu üzerine Mustafa Kemal

“ Bu masada Hocama ve Maarif Vekiline hakaret etmenize müsaade edemem.!”diye çıkışır. Dr.Reşit Galip
“ Cumhuriyeti korumak için sizden müsaade istemiyorum, hatayı yapan siz de olsanız sizi de eleştiririm. Rose Nuvar’a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz.” demesi üzerine sofraya derin bir sessizlik çöker.



Atatürk’ün “Yoruldunuz, biraz dinlenseniz iyi olacak.
Buyurun biraz istirahat edin.”demesi üzerine Reşit
Galip ise Ata’ya hitaben “Bu sofra sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin meselelerini görüşüyoruz. Bu masa oturmak sizin kadar benim de hakkımdır.”der. “Öyle ise biz kalkalım!” diyerek sofrayı terk eden Atatürk sinirlerine hakim olmuş, işi uzatmamıştır.

Dr.Reşit Galip, geceyi bir sandalyede orada oturarak geçirir. M.Kemal sabah uyandığında sekreteri Tevfik  Bıyıkoğlu’ndan Reşit Galip’i soruyor. 
Bıyıkoğlu; “Geceki üslubundan dolayı mahcubiyetini size iletmemi söyledi ve benden Ankara’ya gidecek kadar borç para istedi, bunu üzerine  25 lira verdim.”diye söyler.

M.Kemal de “ Bu durumda olan bir arkadaşa 25 lira mı verilir? Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydin! Adamın parası yokmuş, baksana…” diyor
ve şunları ekliyor: “ Cebinde beş para yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var.” diyor.

Bu olaydan birkaç ay sonra Mustafa Kemal, Reşit Galip’in Türk Ocağında bir konferans vereceğini Ankara Radyosundan duyunca o akşam hiç kimseyi çağırmıyor ve radyoda Dr.Reşit Galip’i dinliyor. Konuşmasında Reşit Galip’in ağzından şu sözler dökülüyordu: “İnkılaplarımız Türk milletinin çektiği uzun çileler sonucu elde edilen denemelerimizin fikir haline gelmiş kesin inancıdır. Her yerde herkese karşı onları savunacağız, gerekirse babalarımıza ya da çocuklarımıza karşı bile…” Bu sözleri duyan Mustafa Kemal, yanlış yapan evladını bağışlamış bir babanın yüz hatlarıyla radyonun başından kalkar. Birkaç gün sonra çağırttığı Dr.Reşit Galip’i sofrada  hemen yanına oturtur. 

Kulağına eğilerek

“Yarın Maarif Vekilisin.”der. Reşit Galip 19 Eylül 1932- 13 Ağustos 1933 arasında Maarif Vekilliği yapmıştır. Döneminde Darülfünun kapatıldı, üniversite
reformu yapılarak Medrese sistemine son verildi. Profesörlerin üniversitede kalabilmeleri için yayın yapmaları ve bilimsel Bnitelik taşıyan kitapları olması şartını getirdi.

Nazizimden kaçan bilim adamlarıyla Türkiye’de çalışmaları için anlaşma imzaladı.

Türk Tarih Kurumunun temelini oluşturan kurumlarının hazırlanmasının yanında, Türk Kurumuna başkanlık görevinde bulunmuştur. Anadolu Medeniyetler Müzesi,
Milli Kütüphane ve Güzel Sanatlar Akademisinin kurulması onun bakanlık döneminde kararlaştırılmıştır.

Öğretmenler genel bütçeden maaş ödenmesini sağlamıştır.

Bakanlığı sırasında ilkokullardan başlayarak öğrencilere Atatürk İlkelerine bağlılık ruhunu aşılamaya yönelen Reşit Galip, Cumhuriyet 10.yılını doldururken 23 Nisan 1933 sabahı çocuklarına kendi yazdığı “ANDIMIZ”ı okutmuş, bu ant 1933’ten 2013’e kadar 80 yıl ilkokullarda hep bir ağızdan okutulmuştur. 2013 yılında “ANDIMIZ”ın kaldırılması Türklüğü ile öğünenlerde tepki, Türk olmadığını iddia edenlerce sevinçle karşılanmıştır.

ROSE NUVAR

Atatürk arkadaşlarıyla Beyoğlu’nda yeni açılan bir lokantaya gider. Lokanta o günün şartlarında çok lükstü.
Atatürk lokanta sahibine “Sizin için ne yapabilirim?” diye sorar. Lokanta sahibi bu hizmetin devam etmesi için para gerektiğini, oysa parasının kalmadığını söyler. Atatürk yaverinden çek defterini getirmesini ister. O günün şartlarında hatırı sayılır bir miktarı yazar. Ve çeki lokantacıya uzatırken Dr. Reşit Galip, Ata’nın elini tutar ve kulağına fısıldar:

-Bu parayı vermemelisiniz efendim!
Bunu üzerine Atatürk:
-Allah Allah! Sana ne? Deyince, Reşit Galip de:
-Çünkü, bu para amaca uygun harcanmış olmaz!
-Para benim değil mi? Nereye istersem oraya harcarım! Diyen
Atatürk’e Reşit Galip ısrarla:
-Hayır efendim! Sizin paranız değil, milletin parası; o para sadece size emanettir. Der.
Atatürk genç doktorun gözlerinin içine bakarak çeki yırtar ve mekandan ayrılır.

Daha sonra M. Kemal genç doktorun kendisine verdiği bu dersi unutmamış, kızmak bir yana sofrada ve lokantada yaşananlara rağmen Reşit Galip’i Maarif Vekilliğine atamıştır.
Keşke bugün de devlet adamlarının yanında bir Reşit Galip olsa da kamunun trilyonlarca parasını lüks arabalara, restorasyonlara, şatafata harcayabilen insanların ellerini tutup engel olabilseler.

Oysa bugünkü devlet adamları ne Atatürk kadar olgun ne de bugünkü aydınlar Dr. Reşit Galip kadar cesurdurlar.

Dr.Reşit Galip, 1933 yılında bir deniz kazasından sonra hastalandı. 13 Ağustos 1933’te Bakanlık görevinden ayrıldı. Yaptıklarıyla, çalışkanlığıyla, Türk inkılâpları na bağlılığıyla, dürüstlüğü, idealistliğiyle unutulmayacaklar arasında yerini almıştır.

M.Esat Bozkurt’un “ Fakirlik içinde ölmek, devlet adamının süsüdür. Devlet adamı fakirlikle taçlanır.”  sözünü düstur edinmiş olmalı ki, 5 Mart 1934’te 41 yaşında vefat ettiğinde cebinden 5 lira para çıkmıştır.

Cebeci asri mezarlığında kendisi gibi Atatürk’ün fikir fedaisi olan Mustafa Necati ile yan yana yatmaktadır.

Ruhu şad olsun.


BİLĞİ YURDU DERĞİSİ SAYI 60

***

SİZ DE Mİ VEBALDESİNİZ YOKSA?

SİZ DE Mİ VEBALDESİNİZ YOKSA?


Osman KARABABA 
karababaosman@hotmail.com




Behlül Dâne, bir gün mezarlıkta dolaşırken üç “kuru kafa” bulur, götürür pazara... Koyar tezgahın üzerine, başlar çağırmaya:

-”Satılık kuru kafa geldiiii! Satılık kuru kafaaa!..” diye... Üzerlerine 1 dirhem, 10 dirhem, 100 dirhem diye fiyat yazar.
Sorarlar Behl-ül Dâne’ye:

-”Üçü de nihayetinde ‘kuru kafa’, niçin üçü de farklı fiyata?..” diye.

Behl-ül Dâne şöyle izah eder:

Bu, taş kafa; 1 dirhem: Kafasına hiç laf girmez. Okuma, yazma bilmez. Nasihat dinlemez. Zır cahil...
Bu, boş kafa;10 dirhem: Nasihat dinler ama uymaz; laf bir kulağından girer, öbür kulağından çıkar. Okuma yazma bildiğinden her şeyi bildiğini sanır, çünkü okumaz, yarı cahil...

 Bu, hoş kafa;100 dirhem: Amel-i salih, ihlaslı, çok okur, araştırır, sorar, söz dinler, okuduğunu anlar, her şeye kafa yorar, insan-ı kamil... 100 dirhem.”

Şimdi size gelelim:

Yaptıklarınız, taptıklarınız sizi anlatır, değer verdikleriniz, konuştuklarınız sizi ele verir, sahip olduklarınız, kafa yorduklarınız tıynetinizdir.

Yüreğiniz varsa koyun ortaya...
İşte terazi işte dirhem... Çekin kendinizi tartıya...
Yarın kuru kafa olduğunuzda bunlardan hangisine girmiş olurdunuz?
Sahi, hiç düşündünüz mü?

*
Herkesin bilmekte ahkam kestiği, ancak gerçekte kafalarda lodos estiren bir soru:

Nedir okumak?

...?!

Okumak insan olmaktır...

Siz şimdi, “Ne yani, okumayanlar insan değil mi?” diye çı- kışacaksınız, ama... Hayır, biz okumayanların insan olmadığını iddia etme derdinde değiliz. 
Bilakis, “okumak sadece insana has bir özellik” olduğu için bu sahip olduğu şerefi hatırlatmak istiyoruz. Siz buradan gerekeni çıkarırsınız..
Okumak insan olduğunun farkına varmaktır. Bu yüzden okumak şükürdür, bütün zamanlarda huzur... Okumamak vebaldir, her devirde esas muzır...

Şimdi de “Okumayanlar nasıl vebalde olurlar?” diye kızacaksınız tabii. Ben de size “evet,vebaldeler; günah işliyorlar” diyorum. Peki, Allah bütün kullarına Kuran’da  “Oku!” diye emretmedi mi? Okumuyorsan Allah’ın emrine uymuyorsun demektir ki, bu da günah değil mi?

 Okumak; Kuran’da Zuhruf Suresi, 54. Ayettin “Firavun kavmini aşağıladı, ahmaklaştırdı, paramparça etti, öyle yönetti.” mealini kavrayarak tarihte Mussolini, Hitler,  Çavuşesku, Saddam, Stalin gibi nice diktatör, kral veya liderlerin ülkelerini yokluk, sefalet, zulüm, vahşet ve zillete nasıl düşürdüklerini ve her devirde bunun değişik  kılıkta tekerrür edeceğini anlamaktır.

Okumak, düşünmektir, düşündürmektir, “kalpte iman taşımanın avuçta ateş taşımak olduğu zamanda” şerefsizliğe düşmemektir...
Rantları, saltanatları uğruna satılmışlara vicdan azabını tattırmaktır. Çünkü okumak; mizan olmaktır hakka, adalet için yorulmak, alın teriyle yoğrulmak, zulme karşı doğrulmaktır...

Okumak, emek soğurmak değil, enerji üretmektir... Canlı olmaktır, bilgiyle dolmaktır, gerçeği bulmaktır...Yol olmaktır peşinden geleceklere, dil olmaktır dilsizlere...

Eşik olmak sezgilere, gökyüzü olmak sevgilere... Kafa yormak yergilere; cevap vermek sorgulara... Konu olmaktır dergilere..
Peki, siz bu zevki tattınız mı?.. Yazık!
Okumak; kendin olmaktır, maskelerden kurtulmaktır. Okumak kula kul olmamaktır. Zaafların tanrılaşmasından münezzeh olmaktır.
Elham Suresinin her okunmasında “Allah’ım ancak sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.” diye Allah’a edilen yeminin farkında olarak kişileri rableştirmemektir.
Okumak; iletişim kurmaktır, iletken olmaktır. Her şeyden haberdar olmaktır.
Okumayan insan, beyni oksitlenendir, hurdaya çıkandır, paslanandır... Sıcaklarda donandır, buzullarda yanandır. Hakikatler gözüne batarken martavallara kanandır... 

Dünyada iken cehennemde yanandır...

Okumak düşmemektir tuzaklara, ulaşmaktır uzaklara, oturmamaktır kazıklara...
Tarihi çöz, devrini koy yanına... Bir şey geliyor mu aklına...

*
Okumak, karanlığa ışık olmaktır!..
Işık olmak nasıl bir şeydir, bilir misiniz?.. Yalana cellat,
Hakk’a âşık olmaktır! Aşkları, acıları, açları okumaktır!
Küçük şeylerin bile kıymeti, acil ihtiyaçta ya da tehlike anında daha iyi anlaşılıyor. “1898 yılında Küba’da meşhur doktorlardan William Gogas mecbur kalınca bir kavanoz dolusu ateşböceğinin ışığından faydalanarak bir askeri ameliyat etmişti.” Karanlıkta kalmanın bedelini ödemeyen zihniyet, ışığın kıymetini ne bilsin...

Okumak ilim, fen, teknik ve sanatta zirveye tırmanmaktır.
Uzay çağında yıldız, yıldız savaşlarında söz sahibi olmaktır.
Dünyada en büyük güç olmaktır okumak... Âtiden maziye kanatlanmaktır...
Çağlara hükmetmektir ...
Okumak özgürlüktür, okumayan zihniyet özgülüğü ne bilsin?
Türk dünyasının büyük yazarlarından ve düşünürlerinden Cemil Meriç, gözlerini yitirme pahasına kitap okumaya devam etmiş, âmâ olunca da kızı her gün ona kitap okumuştur. Kütüphanesinde 20 bin kitabı olan Cemil Meriç, öbür dünyaya götürmek için mi bu kadar kitaba sahip oldu, dersiniz? Dar kafalar, yaşadıkları debdebeli hayatı yazarlara, düşünürlere borçlu olduğunu kavrayabilirler mi acaba?

Okumak bir sevdadır, her gönül dayanmaz buna... 
Baharda gövermezse ağaç, elbet döner oduna...
Okuyarak canlı Kalmak, Kuruyup odun olmak, Senin elinde... 

Osman KARABABA 
BİLĞİ YURDU DERGİSİ SAYI 60

YİNE ACILARIMIZLA BAŞ BAŞAYIZ.., UNUTMADIK..



YİNE ACILARIMIZLA BAŞ BAŞAYIZ..,

UNUTMADIK..





https://www.youtube.com/watch?v=l--ZCjVLsss >


Yeşil 33 er Pususunu Gözlemledi


Emekli Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz'dan, Mahmut Yıldırım ile ilgili olay yaratacak iddialar.


Türkiye'nin ilk büyük çetesi, Yüksekova'yı aydınlatan, Susurluk skandalında TBMM araştırma komisyonuna Veli Küçük'le ilgili verdiği ifadeleriyle öne çıkan, 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım'ın kimlik bilgilerini ilk deşifre eden Emekli Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz'dan çarpıcı açıklamalar...

"YEŞİL, DERİN DEVLETİN HİMAYESİNDE"

"Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım'ın yakalanması için çıkartılan kararı değerlendiren Oğuz, "Sakallı ve Yeşil kod adları ile tanınan Mahmut Yıldırım'ın ölmediğini daha önce de açıkladım. Jandarma Genel Komutanlığı'nda Ahmet Demir kaydıyla uzun yıllar aramızda dolaşan Mahmut Yıldırım'ın görüştüğü kişileri bile tanıyorum. Yeşil ölmedi, bugüne kadar derin devletin himayesinde hayatına devam etti. Ailesi de bu bilgiyi bana doğrularken savcılara bildiğim gerçekleri anlatmaya hazırım" dedi.

ŞEMDİN SAKIK İLE DERİN İLİŞKİ


'Yeşil'in Kontrgerilla elemanı olduğunu belirten Oğuz, PKK'da 18 yıl en kanlı eylemlerin emrini veren Şemdin Sakık ile de ilişkisinin bulunduğunu açıkladı. 1990'lı yıllarda Sakık'ın örgüt tarafından Tunceli sorumlusu yapıldığında 'Yeşil' ile irtibatının sağlandığını ifade eden Oğuz, "Yeşil'e o dönem derin devlet tarafından PKK'nın bölgeye yani Tunceli'ye yerleştirilmesine yardımcı olması yönünde talimat verildi. Örgüt Tunceli'de etkisizdi. Tunceli'de Türk solu kemikleşmiş ve radikal sol yapıların sözü geçiyordu. Ancak 'Yeşil'in devreye girmesiyle bölgede infazlar başladı. Bizzat infaz Timinin başında Yeşil vardı. Yapılan infazlar örgüte mal ediliyor, bölgede etkisiz olan PKK'ya propaganda alanı açılıyordu. Eş zamanlı jandarma atılan tüm adımlara göz yumuyordu. Çünkü işin içinde JİTEM vardı ve öyle istemişti. El birliği ile Şemdin Sakık'ın eli güçlendirildi. Bölgede güç haline getirildi. Yayılan korku ile örgüt Tunceli'ye JİTEM aracılığıyla yerleşti" diye konuştu.

33 ER OLAYINDA ŞOK İFŞAAT


Şemdin Sakık ile Yeşil arasındaki derin ilişkinin uzun yıllar sürdüğünü öne süren Oğuz,"Beni konuşturmayın... 33 er olayı var. Ciğerimizi yakan hain pusu... Kim var başında Parmaksız Zeki yani Şemdin Sakık. 'Yeşil' nerede? Olayın 300 metre gerisinde. Yol kesimine kadar bekliyor, pusuyu gözlemliyor, operasyonun tamamlanacağını anlıyor ve jet hızıyla bölgeden uzaklaşıyor. Daha fazla anlatmak istemiyorum. Bu acı gerçek ortaya çıkacak. O gün feryat eden annelerin göz yaşları donacak. Gerçeği anlayan kamuoyu şoka girecek" dedi.

KARANLIK YAPININ CİNAYETLERİ


Tunceli Jandarma Alay Komutanlığı görevini yürüttüğü 1994 yılında lojmanında intihar ettiği iddia edilen Albay Kazım Çillioğlu'nun ölümüne ilişkin soruşturmayı yürüten savcılığın 'Yeşil'e yakalama kararını çıkarttığını hatırlatan Oğuz, "Benim ifadelerim boşa değilmiş. Ben ısrarla yazdığım kitapta ve açıklamalarımda Kazım Çillioğlu ve Rıdvan Özen Albay'ı JİTEMcilerin infaz ettiğini söylüyorum. Sadece onlar mı hayır? Kirli ilişkileri gören, terörü hortlatan Kontrgerilla faaliyetleri yürüten, uyuşturucu kaçakçılığı yapan ve şiddetin rantını yiyen derin yapıyı çözen Org. Eşref Bitlis, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Tuğgeneral Temel Cingöz, Jandarma Binbaşı Cem Ersever ve MİT mensubu Tarık Ümitle Gazeteci Uğur Mumcu'yu da bu karanlık yapı ortadan kaldırdı. Bildiklerimi TBMM araştırma komisyonuna anlatmaya hazırım" diye konuştu.

İSTİHBARATÇI İSİM DE VERDİ


Açıklamalarında isim vermekten de çekinmeyen Oğuz, "Yeşil eğer konuşursa dönemin Tunceli Jandarma Bölge Komutanı, Bölge Jandarma Komutanlığı Kurmay Başkanı Binbaşı Mehmet Çörten ve dönemin MİT sorumluları kaçacak delik arar. Öte yandan Ergenekon yapılanmasının 1 numarası deşifre olur ve derin yapının hiç dokunulmayan kollarına ulaşılır. En basiti derin yapının Güneydoğu'da verdiği kirli savaş ortaya çıkar. Yaşanan istihbarat savaşları ve tabiî ki Susurluk aydınlanır. Faili meçhullerde eli olanlar ile JİTEM-PKK ilişkisi belgelenir" dedi.

SAVCIDAN FIRÇA BİLE YEMİŞ


1996 yılında faili meçhuller dosyasına bakan savcı ile görüştüğünü ifade esnasında ilginç gelişmeler yaşandığını ifade eden Oğuz, "Başta Yeşil olmak üzere çok önemli konularda bilgi verdim. Uğur Mumcu cinayetinin arka planını anlattım. Soruşturmanın birileri tarafından manipüle edildiğini anlattım. Olayın iddia edildiği şekilde olmadığını ve size burada söyleyemeyeceğim bilgileri paylaştım. Ama kalktı savcı beni fırçaladı. 'Bunları biliyorsun da neden yakalamadın...' diye de sesini yükseltti. Tek başına ölümü göze alıp bildiklerini adalet ile paylaşan birine bu yapılır mı? Ama yaptı. Bir başıma onlara operasyon yapmamı bekledi. Asıl söylemek istediği o değildi ya neyse... Bugün şeffaflaşma süreci yaşıyoruz. Olayların üzerine giden cesur savcılarımız var. Benden bilgi almak isterlerse konuşmaya yine hazırım. Hiç yanılmadım, yanıltmadım ve yalanlanmadım. Bazı dosyalarda verdiğim ifadeler ile de tarihe not düştüm" diye konuştu. (Aslan DEĞİRMENCİ / MİLAT)



***





Piyonlar Sahnede!


Piyonlar Sahnede! 


Türklüğe Saldırdılar, Cumhuriyete Saldırdılar, Atatürk’e Saldırdılar, Saldırıyorlar, Saldıracaklar, 

Hep Saldıracaklar. 

O, İnanandı. O’na imansızlar saldırıyor. 
O, İnsandı. O’na insanlıktan nasibini almayanlar saldırıyor. 
O, Vatanperverdi. O’na vatan hainleri saldırıyor. 
O, Askerdi.O’na korkaklar saldırıyor. 
O, Devlet adamıydı. O’na dengesizler saldırıyor. 
O, Çağdaş ve medeni idi. O’na görgüsüzler saldırıyor. 
O, Halkını sevendi. O’na halk düşmanları saldırıyor. 
O, Akıl ve bilimden yana idi. O’na cahiller saldırıyor. 
O, Doğru sözlü ve dürüst idi. Ona ahlaksızlar saldırıyor. 
O, Türk milliyetçisi idi. O’na Türk olmaktan utananlar saldırıyor. 
O, Tam bağımsız Türkiye’yi kurdu. O’na emperyalist uşakları saldırıyor. 
O, Millet için, memleketi için fabrikalar kurdu. O’na satılmışlar saldırıyor. 
O, Üniversiteler kurdu. O’na kitap taşıyan merkepler saldırıyor. 
O, Halkını vatandaş yaptı. O’na vatansızlar saldırıyor 
O, Ulusuna onur ve gurur bıraktı. O’na müptezeller saldırıyor… 

    Ona kimler saldırmıyor ki, 

Ezikler, Kişiliksizler, Kimliksizler, Kültürsüzler, Saygısızlar, Vicdansızlar, Embesiller, Şerefsizler, Çirkefler, Hayâsızlar, Pervasızlar, Reziller, Kendini bilmezler… 

Hatırlar mısınız? Atatürk bizlere şöyle seslenmişti: 

“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!” 

Gerçek şudur ki, onlar sadece Atatürk’e değil, aslında bize, Türk milletine saldırıyorlar; bizim annelerimize, bizim evlatlarımıza, bizim ülkemize, bizim değerlerimize  küfrediyorlar. 
Saldıranlar; Ahmet, Mehmet, Mustafa, Hasan, Kadir, Bahadır, İskender, Sait, Süleyman ve daha niceleri… 
Saldırdılar, 
Saldırıyorlar, 
Saldıracaklar, 
Yine saldıracaklar. 
Çünkü; bunlar, herkesçe bilinen mayası bozuklar. 

/ 11.05.2017 
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği .,
BİLĞİYURDU DERGİSİ ARKA KAPAK SAYI 60

..




1 Ağustos 2017 Salı

Yeni Siyasi Partilerin Kurulması


Yeni Siyasi Partilerin Kurulması; 



27 Mayıs 1960’ta parti faaliyetlerine konulan yasak 13 Ocak 1961’de kısmen kaldırılmıştır. Sivilleşmeye doğru hızlı bir adım atıldığı düşüncesi artarken bu sivilleşmenin CHP eksenli bir sivilleşme olduğu görüntüsü dikkat çekicidir. Toplumda CHP’ye geri dönüş düşüncesi uyandıran görüntüler, Cemal Gürsel’in eski DP’lileri de bir partide toplamayı düşündüğü Ekrem Alican’a (Maliye Eski Bakanı) Yeni Türkiye Partisi’ni (YTP) kurma izni vermesine yol açmıştır. YTP’nin yanı sıra eski Genelkurmay Başkanı ve 3.Ordu Komutanı Ragıp Gümüşpala tarafından yine aynı kesime seslenen Adalet Partisi (AP) kurulmuştur. Partinin istediği adalet esas olarak eski DP liderleri için adaletti, bu nedenle 27 Mayıs darbesine ciddi bir meydan okumayı temsil etmiştir.616 

Türkiye’de AP adını taşıyan bir örgütün siyasal sahneye çıkması, 27 Mayıs 1960’da ordunun yönetime el koyması ve on yıldır iktidarda olan DP’nin sahneden zorunlu olarak çekilmesi sonucunda gerçekleşmiştir. 27 Mayıs döneminin sonunda bir yandan siyasal rejimin yasal çerçevesi anayasa ve yeni seçim sistemi ile çizilirken, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez 
unsurları olarak tanımlanan siyasal partiler anayasal güvenceye kavuşmuş ve nisbi temsil sistemi getirilmiş, öte yandan da yeni partiler siyasal yaşama girmeye başlamışlardır.617 

Bu partilerden Türkiye İşçi Partisi (TİP) sol görüşlü, AP, CKMP ve YTP ise sağ görüşlü partiler olarak ortaya çıkmışlardır. Bu partiler ülkenin tarihsel koşullarının ve siyasal sistemin işleyişinde bir önceki dönemde yaşanan sorunlardan kaynaklanan kilitlenmeye yapılan askeri müdahalenin ürünü olarak doğmuşlardır. Böylece 1960 öncesinden var olan iki siyasal parti, CHP ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ile birlikte siyasal partiler yelpazesinde yer alan ve yeni rejim içinde yaşayacak olan beş partiden üçü (AP, YTP ve CKMP) kapatılmış olan DP’nin oy tabanını hedefleyerek siyasal faaliyete girişmişlerdir. DP’ye karşıtlık, seçkincilik, devletçilik ve laiklikle tanımlanan 
CHP; bir kitle partisi girişimi olan TİP ve DP’nin mirası için yarışan üç partidir. 1960 sonrasında kurulan üç yeni partiden birisi, TİP, sol çizgide yer almıştır. Hem sol hem sağ için öncekine nazaran daha geniş bir siyasal faaliyet yelpazesine izin vermiş olması bakımından, yeni anayasa eskisinden çok daha fazla liberaldir. 

Eski Kemalist kalıbın açıkça dışında kalarak ortaya çıkan ilk parti, TİP’dir. Parti Şubat 1961’de bazı sendikacılar tarafından kurulmuştu ama partinin hemen tüm yaşamı boyunca etkin ve sürükleyici kişisi, yazar, hukukçu ve eski öğretim üyesi Mehmet Ali Aybar olacaktır. 

YTP ise 11 Şubat 1961’de Ekrem Alican (Genel Başkan), Prof. Cahit Talas, Prof. Aydın Yalçın, Hikmet Belbez, İrfan Aksu, Raif Aybar, Hasan Kangal, Sırrı Öktem, Dr. Esat Eğilmez, Yüksel Menderes, Dr. Yusuf Azizoğlu, Ali İhsan Çelikkan, Emil Galip Sandalcı, İhsan Hamit Tigrel, Rıfat Özten, Cemal Tarlan, Recai İskenderoğlu, Fahreddin Kerim Gökay, Sadık Perinçek, Hayri Mumcuoğlu tarafından kurulmuştur. DP’nin 1950–1955 döneminde ispat hakkı savaşımı veren ve Hürriyet Partisi’ni kuran liberal kanadının mirasçısı olarak görülmüş ve bu kanadın DP örgütünde gerçek bir ağırlığı yoktur.618 YTP, ekonomik gelişme için özel teşebbüsü ve hızlı sanayileşmeyi öngörmüş, bu hedefe varmak için 
hükümetin liderliğini savunmuş, ancak milletin mali kapasitesiyle üretim verimliliği arasında eskiden olduğundan daha çok denge istemiştir. Din eğitimiyle Türk gençliğine geçmişi konusunda bir fikir verilecektir, ancak temel ilke olarak laiklik benimsemiş ve tüm dinlere özgürlük tanınmıştır. Yabancı sermayenin, hükümet denetimi altında olmak üzere, getirilmesi öngörülmüştür. Toprak köylü arasında dağıtılacak, ancak küçük işletmelerin çokluğunun üretime zarar vermemesi sağlanacaktır. Devlet planlaması ekonominin tümünü denetim 
altında bulundurmayacak, ancak çeşitli unsurlarını koordine ederek uyum sağlayacaktır.619 

Bu partilerden Türkiye’nin gelecek 20 yılına damgasını vuracak AP’nin kurulmasına yönelik girişimler Emekli Genelkurmay Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın öncülüğünde başlamıştır. İlk AP Başkanı, 27 Mayıs’tan sonra Genelkurmay Başkanı olan, 2 Ağustos 1960’taki büyük tasfiye ile emekliye sevk edilen Orgeneral Ragıp Gümüşpala olmuştur. Nasıl DP kurulurken başında Celal Bayar’ın bulunması İnönü için zorunlu bir güvence sayılmışsa, AP kurulurken de başında Gümüşpala’nın bulunması, 

Devlet Başkanı Cemal Gürsel için önemli bir güvence oluşturmuştur.620 

Darbe sonrası siyasi yapılanmada bir general olarak siyası parti liderliğine soyunmuş olan bu ilginç isim Gürsel ile konuşmadan faaliyete geçmeyi düşünmediğinden 1 Şubat 1961 tarihinde Ankara’ya yaptığı bir ziyaret sırasında cumhurbaşkanı ile kısa süreli bir görüşme yapmıştır. 

Bu görüşme sırasında İzmir’de Türkiye Adalet Partisi adı altında bir partinin kurulduğunu ve kendisine başkanlık teklifi yapıldığını Gürsel’e bildirmiştir. Gürsel’in konuya olumlu yaklaştığı izlenimini aldıktan sonra parti genel başkanı olarak göreve başlamıştır.(11 Şubat 1961)621 27 Mayıs’tan duyulan mağduriyet hissi ve bu harekete karşı olanları bir araya getirme isteği AP’nin harcında yer alan en kuvvetli unsurlardandır. Kurucular her şeyden önce DP’nin tabanına seslenmeyi amaç edinmiş bir parti kurma arzusu içindedirler. Partinin ismi DP’lilere layık görülen muameleden duyulan hoşnutsuzluğu ifade etmiş, partinin adaleti aradığını belirtmiştir. AP belki kurucularını da şaşırtan bir biçimde hızla büyümüştür. Kurucular kapatılan DP örgütlerini yeniden harekete geçirerek böyle bir ivmeyi yakalayabilmişlerdir. 

Mehmet Turgut’a göre, başlangıç aşamasında kendilerinin yaptığı, “memleketin her tarafında nüvelenen teşkilatı” birleştirmek ve organize etmekten ibarettir. Örgütlenme aşamasında önemli roller oynayan Sadettin Bilgiç, kendilerine başvuran “mahalli liderlerden” söz ederken aynı olguyu ifade etmektedir. DP’lilere reva görülen muameleden duyulan rahatsızlık yerel liderleri 
bilenmiş bir biçimde yeniden harekete geçiren bir tazyik ortaya çıkarmıştır. 

Tam da bu noktada, AP’nin sıkıntıları başlamıştır. Parti DP tabanına, partinin devamı olduğu savını iletmeye gayret ederken, böyle bir duruma izin vermeyeceklerini her fırsatta dile getiren MBK ve ordu içindeki irili ufaklı örgütlenmelerin tepkisinden de korunmaya çalışmıştır. 

CHP sempatizanı bürokrasi ve güvenlik güçleri çeşitli engellemelerle Parti’nin güçlenmesini önleme gayreti içindedirler. Öte yandan AP, askeri rejim tarafından desteklenen ve DP tabanına oynayan YTP’nin rekabetini de hissetmiştir. Kısaca 1965’e kadar AP’nin temel kaygısı meşruiyetini 27 Mayısçı cepheye kabul ettirebilmek olmuştur.622 

Parti idari mekanizmasının kompozisyonu da oldukça farklı güçlerin birleşmesiyle oluşmuştur. Kuruluş esnasında parti üyeliği için sağlanan kolaylıklar çeşitli görüşlerin bir araya gelmesine ve hiziplerin rahatça oluşabilmesine imkan sağlamıştır.623 

AP’nin kurucular listesinde ismi görünenler Ragıp Gümüşpala (Emekli Orgeneral), Tahsin Demiray (yayımcı), Şinasi Osma (Emekli Kurmay Albay), İhsan Önal (tıp doktoru), Ethem Menemencioğlu (Prof. Dr.), Mehmet Yorgancıoğlu (tüccar), Muhtar Yazır (iktisatçı), Necmi Ökten (Emekli General), Cevdet Perin (Doç. Dr.- yazar), Emin Acar (avukat), Kamuran Evliyaoglu’dur (gazeteci). Görüldüğü gibi kurucular arasında Gümüşpala dışında kamuoyunda tanınan, siyasette tecrübeli isimler yer almamıştır. 

Kuruluş aşamasında sürükleyici bir ismi öne çıkarmak da doğru olmaz. Beklenebileceği gibi anılarını yazmış olanlar (örneğin Mehmet Yorgancıoğlu ve Sadettin Bilgiç) kendi rollerini öne çıkarma temayülündedirler. Ali Fuat Başgil ise Tahsin Demiray ve Muhtar Yazır gruplarının katkısını vurgulamaktadır. AP’nin kuruluş ve gelişme sürecinde bir kişinin değil de kolektif liderliğin öne çıktığını söylemek herhalde yanlış olmasa gerektir. AP bir “kurucular veya sunucular partisi” olmamıştır.624 

Tahmin edilebilir sebeplerle kurucuların önemli bir kesiminin DP’nin üst kadrosu ile ilişki içinde olmayanlardan seçildiği görülmektedir. Ancak yine de geçmişte DP’de aktif görevler almış olanlar ile bu insanların çok yakınında bulunmuş olanlar da vardı. Mesela Mehmet Yorgancıoğlu, Yassıada’da hapsedilmiş bulunan bir DP milletvekili iken, Cevdet Perin ve Kamuran Evliyaoğlu DP yerel teşkilatlarında görev almış kişilerdir. Kamuran Evliyaoğlu, DP Gençlik Kolları başkanlığı ve milletvekilliği de yapmıştır. Tahsin Demiray ve Ethem 
Menemencioğlu, 1952’de kurulup, 1958’de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ile birleşen Türkiye Köylü Partisi kökenlidirler. 

Nihayet, DP ile bağlantıları olmadığı halde, siyasi bağlılıkların henüz kristalleşemediği geçiş ortamında yeni kurulan siyasi düzende yer almak isteyenlerle, MBK idaresinin kendilerini emekli etmelerine tepki gösteren subaylar da partide yer almışlardır. Mesela kuruculardan Ragıp Gümüşpala’dan başka, Şinasi Osma ve Necmi Ökten, 27 Mayıs sonrasında emekliye 
sevk edilen askerler arasındadırlar. 27 Mayıs darbesi ve MBK’ya karşı duyulan tepki ortak paydası dışında, AP’nin kurucu kadrosu ve üst kademesinin esaslı bir uyuma sahip bir ekip olmadığı açıktır.625 

Görüldüğü üzere AP teşkilatı, farklı politik geçmişe sahip üyelerden oluşmuştur. Birinci grup, özellikle politikaya yeni girenlerdendir. 1960’tan sonra emekli olan ordu mensupları ve üst düzey eski bürokratlar bu grubun içindedirler. 

Parti İdare Kurullarının kompozisyonunda görülen ikinci grup ise kapatılan DP’nin eski milletvekillerinden oluşmuştur. Eski DP’lilerin parti politikasına etkileri oldukça önemlidir. Özellikle çok kısa bir süre içinde AP’nin örgütlenebilmesinde büyük yararları olmuştur. AP, DP’nin kırsal kesimdeki örgüt merkezlerini reformize ederek yeniden oluşturması sonucu istemeden de olsa “Miras Partisi” konumuna girmiştir. 

Sadettin Bilgiç ile birlikte Gökhan Evliyaoğlu, Osman Turan, Cahit Okurer, Mehmet Turgut, Fethi Tevetoğlu, Faruk Sükan ve Cevat Önder AP içinde aktif olmuş kişilerdir. Diğer taraftan, bu kişiler zaten 1960’ların başında çeşitli muhafazakâr ve milliyetçi organizasyonlarda aktif roller almışlardır. Parti içinde de bu yaklaşımlarını devam ettirmişlerdir. 

Özetle, DP’liler AP içinde Demokrat Parti ruhunu yaşatmak ve DP politikasını yeniden hayata geçirmek isterken, muhafazakâr-milliyetçi kanat mensupları ise muhafazakâr ve milliyetçi eğilimlerini parti içinde kabul ettirme mücadelesine başlamışlardır. Bu arada, politikaya yeni girenler ise farklı siyasi fikirlere sahip olmalarından dolayı henüz bir birlik oluşturamamışlardır. 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

616 Hale, “Türkiye’de Ordu…”, s. 124. 
617 Filiz Demirci Güler, Türkiye’nin Yakın Siyasetinde Örnek Bir Olay: Adalet Partisi, Ankara, TODAİE Yayınları, 2003, s. 30–31. 
618 Eroğul, “Çok Partili…”, s. 137. 
619 Güler, a.g.e., s. 31. 
620 Eroğul, “Çok Partili…”, s. 138. 
621 İsmet Bozdağ, Demokrat Parti ve Ötekiler, İstanbul, Kervan Yayınları, 1975, s. 71. 
622 Tanel Demirel, Adalet Partisi İdeoloji ve Politika, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 28–29. 
623 Bektaş, a.g.e., s. 150. 
624 Bozdağ, a.g.e., s. 72-73. 
625 Demirel, a.g.e., s. 29. 


***


***