25 Mart 2017 Cumartesi

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 2


 Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 2



Amerikan Üsleri

1954’te imzalanan Askeri Kolaylıklar Anlaşması’yla birlikte düzenlenen Amerikan üs ve tesisleri, hava üsleri, stratejik füze üsleri, muharebe elektronik tesisleri ve her türlü ikmal-levazım malzemesinin stoklanması için gerekli tesislerden oluşmaktaydı. Üsler için ABD’ye toplam 34 milyon m2’lik bir alan tahsis edilmişti! Üstelik üslerin kurulması için gerekli olan kamulaştırma bedelleri ve bakım giderleri Türkiye Milli Savuma Bakanlığı tarafından karşılanacaktı. Amerikan askeri personeline de yargı ayrıcalığından özel posta servisine ve gümrüksüz satış mağazalarının açılmasına kadar pek çok kolaylık sağlanıyordu. Amerikalı askerler yargı ayrıcalığını kullanmaktan çekinmediler. Bir Amerikan Yarbay aracını Türk çocukların üstüne sürerek birinin ölmesine neden oldu. Bir Amerikan çavuş da sarhoş olup Türk bayrağını yırttı. Ancak Üs Yönetimi tarafından ‘görevlidir’ kağıdıyla bu askerler bile yargılanmaktan kurtuluyorlardı.[18]

ABD’yle imzalanan ikili anlaşmalarla ABD’nin Türkiye’deki ayrıcalıklı konumu pekişti. Anlaşmalarda ipin ucu o kadar kaçtı ki, Dışişleri Bakanlığı ikili anlaşmaların sayısı konusunda kesin bir rakam veremiyordu.[19]

Johnson Mektubu

Türkiye, İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, 1947’de, ABD’den aldığı askeri malzeme yardımını 1964’te bu sefer İnönü’nün Başbakanlığı döneminde Kıbrıs’ta kullanmak istediğinde ABD’nin büyük tepkisini çekti. Dönemin ABD Başkanı Johnson, ünlü mektubuyla 1947 yılında yardımları sevinçle kabul etmiş olan İnönü’yü silahların ancak ABD’den onay alınırsa kullanılabileceğini belirterek sert bir dille uyardı:

“Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında mevcut iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut bulunan askeri yardımın veriliş maksatları dışında amaçlarda kullanılması için, Hükümetinizin, Birleşik Devletler’in onayını almanız gerekmektedir. Hükümetiniz bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu, muhtelif vesilelerle, Birleşik Devletler’e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında , Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına, Amerika Birleşik Devletleri’nin onay vermeyeceğini, size bütün içtenliğimle bildirmek isterim.”[20]

Mektup Ankara’da soğuk duş etkisi yarattı. Müttefik ve dost olarak görülen Amerika, Türkiye’yi yalnız bırakmış, yalnız bırakmakla da kalmamış daha önce verdiği askeri yardımın ABD’nin onayı dışında kullanılmasına karşı çıkmıştı. Kıbrıs’a yapılması düşünülen askeri müdahale çaresiz ertelendi. Türkiye ABD yardımı sayesinde güçlü bir ordu oluşturmuştu, ancak Silahlı Kuvvetler fiilen hareketsiz bırakılmıştı.

Mektup uzun süre kamuoyundan saklandı, ancak açıklandığında büyük tepki gördü. ‘Yankee Go Home’ sloganlarının ilk atıldığı eylemler Johnson mektubunun ortaya çıkmasından sonra meydana geldi. Mektup, yurt savunmasını tamamen NATO ve ABD’nin güdümüne bırakmanın ne kadar doğru olduğunun tartışılmasına da neden oldu. Hatta İsmet İnönü ünlü sözünü söyleyerek ABD’ye gözdağı vermeye çalıştı:

“Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de oradaki yerini alır.”[21]

1965 yılında Sovyetler’le ilişkiler düzeltilmeye başlandı. Ancak Türkiye, hedefini çoktan Batı olarak koymuştu ve her türlü tavizi vermeye de hazırdı. ABD ile ilişkiler bir dönem bozulsa da yine eski seyrinde devam etti. Bir savunma anlaşması için 1965’te başlayan görüşmeler 3 Temmuz 1969’da imzalanan Türk-Amerikan Savunma İşbirliği Anlaşması’yla sonuçlandı. Artık ilişkiler eski seyrine kavuşmuştu.

Kıbrıs Müdahalesi Ve Ambargo

Kıbrıs’a 1974 yılında yapılan askeri müdahale ile Türk-ABD ilişkilerinde yine bir kriz gözlendi. ABD, Kıbrıs müdahalesine sert tepki gösterdi ve hemen bir askeri ambargo uygulamaya başladı. 1978 yılına kadar devam eden ambargo, Türkiye ekonomisine büyük darbe vurdu. 12 Eylül’e kadar varacak toplumsal çalkantıların dolaylı nedenlerinden biri oldu.

Avrupa İle İlişkiler

ABD’yle olduğu gibi Avrupa ile ilişkiler de İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde başladı. Türkiye’nin Batı ittifakında yer alma çabasının iki hedefi vardı. Birincisi NATO’ya üye olmak, NATO sayesinde Sovyetler’e karşı savunmayı sağlamlaştırmak ve askeri açıdan Avrupalı olmak, ikincisi Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) girerek siyasi ve ekonomik anlamda da Avrupalı olmaktı. Türkiye için NATO’ya girmek kolay oldu, çünkü NATO askeri bir ittifaktı ve Türkiye Sovyetler’e komşu olması nedeniyle Batı’nın ve ABD’nin Sovyetler’e karşı savunmada önem verdiği bir ülkeydi. Ancak AET’ye katılma konusunda Türkiye NATO’da olduğu kadar rahat olamadı.

Türkiye, 31 Temmuz 1959’da AET’ye ortaklık başvurusunda bulundu. Türkiye nasıl NATO’ya üyeyse, AET’ye de üye olmalıydı ama Avrupalılar Türkiye kadar istekli değildi. Türkiye’nin gelişmemiş ekonomisi AET üyelerini endişelendiriyordu, bu nedenle Türkiye’yi kabul etmemek genel bir tavırdı. Ancak Türkiye’nin Sovyetler’e komşu olması nedeniyle güvenlik endişeleri ağır bastı ve Türkiye’ye ‘hayır’ yanıtı verilmedi. Evet yanıtı için ise bekleneceği söylendi. Başvurudan 4 yıl sonra 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması’yla Türkiye’nin AET’ye üyeliği için üç aşama belirlendi. Bunlar hazırlık, geçiş ve gümrük birliğinin gerçekleşmesiydi. Hazırlık aşamasında bir sorun yaşanmadı ve Türkiye 1967 yılında geçiş aşaması için başvuruda bulundu. Temmuz 1970’de uzun görüşmelerden sonra gümrük birliğine geçiş sürecini belirleyen Katma Protokol kabul edildi. Türkiye’nin stratejik önemi nedeniyle nispeten hızlı giden ve resmi olarak hayır yanıtını içermeyen AET’ye katılma süreci, 1970’lerle birlikte değişime uğradı.

Gümrük Birliği’ne Girsek mi?

1970’lerde Brejnev’in Detant politikası gereği yumuşayan Batı-Sovyet ilişkileri nedeniyle Türkiye’nin Sovyetler’e komşu olmasından kaynaklanan önemi azalmaya başladı. Petrol fiyatlarındaki yükselişle birlikte Avrupa ekonomisi krize girdi. Bu kriz nedeniyle de güvenlik Avrupa için artık bir numaralı öncelik değildi. Ekonomik sorunların önem kazandığı bu dönemde Türkiye-AB ilişkileri güvenlik temelinden çok, ekonomik ve siyasi temelde yürümeye başladı ve sorunlar baş gösterdi.

Sorunların en önemlisi Gümrük Birliği’ydi. Avrupa Topluluğu’yla imzalanan Ankara Anlaşması gereği oluşturulan Katma Protokol’de Türkiye’nin adım adım Gümrük Birliği’ne girmesi öngörülüyordu. Sanayi maddeleri için gümrük birliğine geçiş süresi 12 yıl olarak belirlenmişti. Tarım ürünleri içinse bu süre 22 yıldı.[22] Belirtilen süreler içinde gümrük vergileri kademeli olarak sıfıra indirilecektir.

Gümrük Birliği’ne geçişin bu kadar çabuk olması Türkiye’deki sanayicilerin önemli bir bölümünün tepkisine yol açtı. Türkiye’de sanayi henüz oluşma aşamasındaydı ve gümrük koruması olmadan gelişmesi mümkün değildi. Nitekim, Avrupa Topluluğu ile yakın ilişkileri her zaman desteklemiş olan İstanbul Ticaret Odası ve İktisadi Kalkınma Vakfı bile Katma Protokolü’ne karşı çıktılar.[23] Bürokrasi içinde de anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Dışişleri Bakanlığı Protokol’ü savunurken Devlet Planlama Teşkilatı kalkınmaya zarar verecek endişesiyle karşı çıkıyordu.

Bu tartışmalar nedeniyle Türkiye AT ile ilişkilerini askıya aldı ve 1978’de Ecevit hükümeti Gümrük Birliği için 5 yıllık ek süre istedi. Aynı dönemde, 1975’te AET için tam üyelik için başvuran Yunanistan’ın başvurusu 1981’de kabul edildi. Nitekim bugün de AB üyeliğini savunan kesimler Ecevit’in 78’de ek süre istemesini eleştiriyor ve Yunanistan’ın üye olabildiği bir dönemde Türkiye’nin AB tam üyeliği fırsatını kaçırdığını iddia ediyorlar.

“Avrupa Gümrük Birliği”

80’lerde, özellikle 12 Eylül sonrası iyileşen Türkiye-ABD ilişkileri nedeniyle AT, Türkiye’nin öncelikli dış politika seçeneği olmaktan çıkmıştı. AT de 12 Eylül sonrası Türkiye’de demokrasi olmadığı gerekçesiyle Türkiye ile olan ilişkilerini askıya almıştı. Ancak Özal dönemiyle birlikte AT ile olan ilişkiler iyileştirilmeye çalışıldı ve 1987’de Türkiye AT’ye tam üyelik için başvuruda bulundu.

Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte değişen dengeler nedeniyle de Türkiye’nin üyelik macerası 90’ların yarısına kadar bir duraklama yaşadı. Ancak AT, bu dönemde Kıbrıs ve insan hakları konusunda Türkiye üzerinde baskı oluşturmaya başladı. Türkiye’nin bu konularda direnmesi sonucunda da ilişkilerde bir gelişme sağlanamadı. 1995 yılına gelindiğinde AB, tam üyelik müzakerelerini tekrar başlattı. Ancak AB’nin isteği Türkiye’nin tam üye olması değil, öncelikle Gümrük Birliği’nin sağlanmasıydı.

6 Mart 1995 tarihinde Ortaklık Konseyi Kararı çerçevesinde AB ile Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 itibariyle gerçekleşti. 1838 Baltalimanı Anlaşması’ndan 158 yıl sonra gümrük kapıları Avrupa’ya tekrar tamamen açılmış oldu. Gümrük Birliği, AB’ye tam üyelik yolunda önemli bir basamak olarak açıklanıyordu. Ancak Türkiye’den önce AT’ye tam üyelik için aday olan ülkeler, önce AT’ye tam üye yapılmışlar, gümrük birliği ise sonraki 5-7 yıl içinde gerçekleştirilmişti.[24]

1996 yılındaki Gümrük Birliği tartışmalarında sanayiciler 70’lerde yaşanan tartışmalardakinden farklı tavır aldılar. 70’lerde Gümrük Birliği’ne karşı çıkan sanayiciler, 1996’da birliği savunur hale gelmişlerdi. Bunun nedeni, Türkiye sanayicisinde bu dönem içinde yaşanan değişimdi. 90’larda büyük sanayi işletmeleri dış sermayeyle girdikleri ortaklıklar sonucu Avrupa’yla bütünleşmeyi çoktan başlatmıştı bile. Bu açıdan Gümrük Birliği’ni hayata geçirmek Avrupa’yla daha fazla yatırım ortaklığı anlamına gelecekti. Gümrük Birliği’yle birlikte Türkiye’nin dış ticaret açığı ilk yıl %100 arttı.[25]

Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisinde yol açacağı zarar uzun vadede çok daha iyi anlaşılabilecek. Ancak, 2000 yılına geldiğimizde Türkiye pazarının yabancı tüketim malzemeleriyle dolduğunu görebiliyoruz. Bu dönemde ayrıca, AB ile dış ticaret açığı arttı ve Türkiye’nin dış ticareti AB’nin denetimine girdi.[26] Gümrük Birliği’yle birlikte Türkiye ekonomisi AB’nin güdümüne girdi. Avrupa Türkiye’den ekonomik olarak istediklerini zaten Gümrük Birliği’yle gerçekleştirdi. Ekonomik alanda Avrupa Birliği’ne Gümrük Birliği sayesinde girmiş olan Türkiye, siyasal anlamda AB tarafından ısrarla kabul edilmiyor. Bu reddedilmenin kökenlerinde tarihten gelen bir Türk düşmanlığı ve Avrupa’nın kendi kimliğine Türkiye’yi dahil etmeme isteği yatıyor.

3- Batı Ve Türkiye

Avrupa Kimliğinin Kökenleri

Ortaçağ’a kadar Avrupa, bir kimlik değil, salt coğrafi bir terimdi. Avrupa (Europe) kelimesi ilk olarak Yunan mitolojisinde ortaya çıkar. Europe, Fenike (bugünkü Lübnan) Kralı’nın kızıdır. Zeus, Europe’a aşık olur ve onu beyaz bir boğa kılığında ayartıp Girit’e kaçırır. Europe daha sonra bu adada kalacak ve Girit Kralı’yla evlenecektir.[27] Avrupa o dönem Ege’nin Batı yakasını tanımlar.

Roma’nın Akdeniz’e sahip olması ve Avrupa kıtasında yayılmasıyla birlikte Avrupa kavramı da kuzeyde Almanya, güneyde Akdeniz, doğuda İngiltere ve batıda Ege Denizi olmak üzere genişledi. MS 200’lü yıllarda Ruslar’ın tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte Ruslarla sınır olan Don Nehri, Avrupa’nın doğu sınırı oldu. Ama o dönemde Avrupa, hâlâ bir coğrafi terimdi. Romalılar için Avrupa’yı bir kimlik olarak kabul etmenin bir anlamı yoktu, çünkü onlar için Avrupalı değil Romalıydı.

Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesiyle birlikte Avrupa, ‘Hıristiyan ülkesi’ (Christendom) olarak tanımlanmaya başlandı. MS 376’da Roma İmparatorluğu’nun ikiye bölünmesiyle birlikte Katolik Hıristiyanlık Batı (Occident), Ortodoks Hıristiyanlık ise Doğu (Orient) olarak adlandırıldı.

Bu dönemden itibaren Avrupa’nın, tüm Doğu’dan (Doğu Avrupa dahil) tarihsel farklılaşması da başladı. Ama o dönemde bile yine Avrupa yoktu, Batı ve Doğu vardı. Batı ve Doğu kimlikleri ise din temeline dayanıyordu; Hıristiyan Batı ve Müslüman Doğu.

Batı, Doğu’ya karşı bir birlik oluşturmaktadır ama aynı zamanda Batı’nın içinde de farklılaşma başlamıştır. Bugün, gerçek Avrupa olarak kabul edilen Batı Avrupa, Doğu Avrupa’dan da ayrılmaya başladı. Doğu Avrupa o dönemde Osmanlıların ve Ruslar’ın kontrolündeydi. Ruslar da Doğu Avrupa’nın hâkimiyeti için Batı Avrupa ile çatışma içinde olduğundan Hıristiyan olmalarına rağmen Avrupa tanımının dışında kalıyordu. Öyle ki, Avrupa’nın coğrafi sınırı da Ruslar’ın Batı sınırı olan Don Nehri’yle tanımlanıyordu. Avrupa’nın doğuda Urallar’a kadar uzanan coğrafi tanımı ilk kez Petro döneminde Rus tarihçileri tarafından ortaya atılmıştı.

Doğu Avrupa ile Batı Avrupa arasındaki ayrım bugün bile devam ediyor. Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasının Komünist Blok dağılmasına rağmen uzaması bu ayrımın hâlâ sürdüğünü gösteriyor.

Batı kimliği ne olursa olsun Hıristiyan kimliğinden ayrı bir kimlik değildir. Hatta, tek başına bir Batı kimliğinden bahsedemeyiz. Batı demek Hıristiyan demektir artık. Doğu Roma’nın kaybettiği Anadolu ve Kudüs’ü tekrar ele geçirmek için düzenlenen Haçlı Seferleri işte bu Hıristiyan Batı kimliğinin oluşmasında büyük rol oynamıştır. Avrupa’nın hemen tüm milletlerinden toplanan askerler kutsal toprakları geri almak için Müslüman olan Araplar ve Türklerle savaşmıştır. Batı’yı birleştiren harç, o dönem haçlılıktır.

Gerçek Avrupa kimliğinin oluşması ise Aydınlanma sonucunda Hıristiyanlık kimliğinin geri plana çekilmesiyle başlar. 1500’lü yıllarda 500’ü aşkın siyasi birime[28] sahip olan Avrupa’da, bu sayı gitgide azalmaya ve ulus-devletler oluşmaya başladı. 1648 Westphalia ve 1713 Utrecht Anlaşmalarıyla birlikte artık Avrupa devletleri arasında ortak bir sistem oluşmaya başlamıştır. Aydınlanma’nın önderlerinden Voltaire bunu şöyle açıklar: “Avrupa, bazıları monarşik, bazıları karma, bazıları aristokratik, bazıları popüler, ama hepsi birbirleriyle bağlantılı olan devletlerden oluşan bir Büyük Cumhuriyet’tir. Farklı mezheplere bölünseler de, tamamı Hıristiyanlık temeline dayanır. Hepsi, dünyanın başka yerlerinde bilinmeyen, aynı kamu hukuku ve siyaseti prensiplerine sahiptir.” Burke, “Hiçbir Avrupalı Avrupa’nın hiçbir yerinde kendisini bir sürgün olarak hissedemez” der. Rousseau ise, “Bugün biz Fransızlar, Almanlar, İspanyollar ve hatta İngilizler bile yok. Sadece Avrupalılar var.” demektedir.[29]

Avrupa’da yaşanan laikleşme, ulus-devletleri ortaya çıkardığı gibi doğal olarak Kilise’nin etkisini de azalttı. Bu dönemde, her ne kadar Avrupa ülkeleri arasında şiddetli savaşlar yaşansa da, Avrupa kimliği yavaş yavaş oturmaya başladı. Kimliğin oluşmasının temel nedeni, Hıristiyanlığın toplumsal yaşamda ve siyasi mücadelelerde etkisini kaybetmesi nedeniyle insanların ve devletlerin dünyaya Hıristiyanlık değil, Avrupalılık penceresinden bakmasıdır. Artık Avrupa fikri Hıristiyanlıktan ayrı, kendine ait bir toplumsal, kültürel ve politik bir anlam kazanmıştır. Ancak yeni Avrupa eski Avrupa’dan çok farklı değildir. Delanty, “Yeni Avrupa, Hıristiyan Avrupa’nın laik biçimidir” der.[30]

Avrupa kimliğinin Aydınlanma Devrimi’nden sonra şekillenme dönemi hepimizin bildiği gibi demokrasi, cumhuriyet ve özgürlük düşüncelerinin hayata geçirildiği dönemdir. Avrupa kendi coğrafyasında aydınlanma sonrası uygarlaşmayı yaşarken, kendi dışındaki coğrafyaları bir bir sömürgeleştiriyordu. Hindistan, Amerika kıtası ve sonra Afrika derken Avrupa kendi coğrafyası dışındaki dünyayı (Rusya, Çin, Osmanlı ve İran hariç) adım adım sömürgeleştirdi. 1453’te İstanbul’un da düşmesi üzerine, Batı, artık Avrupa’nın iç kısımlarına çekilirken, çıkışı Doğu’da değil, okyanus ötesinde buldu. Amerika ve Hindistan sömürgeleştirilirken de ‘Fatihlerin’ elinde İncil vardı. Sömürgeleştirme bir bakıma Haçlı’nın devamıydı. Tüm Amerika kıtası bu dönem sömürgeleştirilirken bir taraftan da Hıristiyanlaştırıldı. Batı, kendi içinde Aydınlanma’yı yaşarken sömürgelere Aydınlanma’yı değil, zorbalığı götürüyordu. Ve oluşan Avrupa kimliğinin tek bir anlamı vardı: Sömürgecilik.

Avrupa, sömürgecilikten yarattığı sermaye birikimine dayanarak, Sanayi Devrimi’ne geçiyor ve biçim değiştiriyordu, 1900’lü yıllara gelindiğinde Avrupa artık sömürgeci değil, emperyalistti. Emperyalist bir kimlik kazanarak kendi içinde bir takım çatışmalar yaşamaya ve daha önce sömürgeleştirmediği Türkiye gibi ülkeleri de paylaşmak için uğraşmaya başladı. Türkiye açısından Avrupa’nın gerçekte bir tehdit olarak ortaya çıkması bu dönemdedir. Avrupa’nın emperyalizm öncesi sömürgecilik döneminde Türkiye’yi sömürgeleri arasına katmak gibi bir amacı yoktu, çünkü Türkiye sömürgeleşmeyecek kadar güçlüydü ve Avrupa’da hâlâ Batı için bir tehdit olarak kendini gösteriyordu. Bu açıdan Batı, Türkiye’yi sömürgeleştirmek yerine ilk önce Türkiye’nin gelişimini durdurup (Karlofça 1699) dünyanın diğer bakir alanlarını sömürmeye koyuldu.

Batı’nın Aydınlanmacı ve emperyalist kimliği, karşımıza ikili bir Batı kimliği koyuyor. Bu iki kimlik de aslında Batı’ya hangi pencereden baktığınıza bağlı. Bir Batı ülkesinden, yani Avrupa’dan Avrupa kimliğine baktığınızda gördükleriniz aydınlanmadır, demokrasidir, özgürlüktür. Ancak aynı Avrupa’ya bir de dışardan baktığınızda Avrupa yağmacıdır, sömürgecidir ve 1900’lü yıllardan itibaren de emperyalisttir.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 1


Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 1 




ÖZGÜR ERDEM*
* Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencisi


1- Mazlumların Yolu

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Batı’ya dahil olmak için her türlü tavizi verme ve devletin geleceğini Batı’ya katılma üzerine kurma anlayışı, ülkeyi Sevr’de parçalanmaya kadar götürmüştü. Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Müttefik Devletler’in Anadolu’yu işgalleri karşısında başlayan ulusal direniş, Atatürk’ün önderliğinde birleşerek 1922 yılında zafere ulaştı. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’yla birlikte resmen tanınan yeni Türkiye devleti, Atatürk önderliğinde dış politikasında ve çağdaşlaşma anlayışında köklü değişikliklere gitti.

Türkiye, Bağımsızlık Savaşı sırasında Batı’ya karşı savaşırken sadece Afganistan, Hindistan gibi mazlum ülkelerden yardımlar alabilmişti. Bağımsızlık Savaşı’nın en büyük destekçisi ise, Türkiye’nin de savaştığı emperyalist devletlerle savaş halinde olan Sovyetler Birliği’ydi. Sovyetler Birliği, silah ve para yardımıyla Bağımsızlık Savaşı’nın başarıya ulaşmasına önemli ölçüde destek oldu.[1]

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası oluşturulurken Osmanlı’nın yıkılmasından ve Bağımsızlık Savaşı’nda Batı’ya karşı savaşılmasından çıkarılan dersler göz ardı edilmedi. Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin izlediği temel ilkeleri konumuz açısından üç ana maddede toplayabiliriz:

1- ‘Yurtta barış dünyada barış’ politikası

2- Mazlum millet politikası

3- Batı ülkelerinin güdümüne girmeden çağdaşlaşmak

‘Yurtta Barış Dünyada Barış’

Atatürk’ün ‘Yurtta barış dünyada barış’ özdeyişinde somutlaşan bu politika, sanıldığı gibi basit bir savaş karşıtlığı değildir. Türkiye’nin başarıyla izlediği barış politikasının temelinde, emperyalist ülkelerin güdümünde maceralara girmemek yatıyordu. Türkiye, Osmanlı tarihi boyunca, özellikle 1800’lü yıllardan sonra dış politikasını tamamen Batı’nın bir parçası olabilmek için Batı’nın güdümünde, Batı’nın çıkarları doğrultusunda bir takım savaşlara girmek üzerine kurmuştu. Osmanlı, sınırlarını ancak Batı’nın her istediğini yaparsa koruyabileceğine inanıyordu. Unutulan önemli bir gerçek vardı; Türkiye’nin sınırlarını değiştirmek için, daha doğrusu Anadolu topraklarını paylaşmak için en çok uğraş veren ülkeler yine Avrupa devletleriydi. Kısacası, ciğer adeta kediye emanet ediliyordu. Osmanlı Devleti bu politikanın sonuçlarını çok acı bir şekilde yaşadı. On binlerce evladını amaçsız savaşlarda yitirdi, ekonomik açıdan çöküntüye uğradı ve son olarak da Almanya çıkarları doğrultusunda girilen Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir yenilgi yaşandı.

‘Yurtta barış dünyada barış’ politikasını dönemin Başbakanı İsmet İnönü şu şekilde özetliyordu:

“ Türkiye’nin siyasi ve coğrafi durumu, dünyanın başlıca geçitlerinden birinin üzerinde, büyük devletlerin arasında ve siyasi akımları içinde bulunmak itibariyle özel bir değer ve önem taşımaktadır. Biz bunu çok iyi sezmekteyiz. Böyle bir durumda olan bir memleketin dış politikadaki ilk amacı herhangi bir fırtınanın memlekete temas etmesi ihtimaline karşı kendi varlığını ve kendi milli iradesini bizzat koruyabilecek kudrette olmasıdır. Türk milletinin maddeten ve bahusus ziyadesiyle manen mevcut olduğu sabit olan bu kudretinin mütamediyen muhafaza ve takviyesi bizim başlıca dikkat ettiğimiz noktadır. (...) Dış politikadaki bütün gayretimiz hiç kimsenin menfaatlerine karşı bir hareketi derpiş etmeyen, dürüst bir istikamette, kendi menfaatlerimizi temin etmeye yönelmiş bulunuyor. ”[2]

Türkiye, artık Batı’nın elinde oyuncak olarak maceralara girmek istemiyordu. Bu maceraların Türkiye’ye yarar getirmediği, tersine Türkiye’nin toprak bütünlüğüne zarar verdiği geçmiş tecrübelerde görülmüştü.

Tarihçi Lencowski de bu durumu tespit etmiştir:

“Türkiye, dev bir Rusya ile ortak sınıra sahip 16 milyonluk bir ülkeydi ve Akdeniz’e egemen olan büyük denizci devletlerin etkilerine de açıktı. Belki de Kemal’in ve onun izinde yürüyenlerin en büyük değeri bu sınırlamaları açıkça anlamaları ve buna uygun olarak ılımlı ve gerçekçi bir dış politika izlemeleridir.”[3]

Ancak, Türkiye’nin izlediği ‘ılımlı’ politika hiçbir şekilde ‘tavizkâr’ bir şekilde yürümedi. Türkiye hiçbir dış ilişkisinde kendi çıkarlarından taviz vermedi, tersine kendisine yönelik her türden tehdide karşın hiçbir emperyalist kışkırtmaya kapılmadan ‘barış’ politikasını sürdürdü. Osmanlı döneminde olduğu gibi bir emperyalist devletin tehdidine karşı bir diğerine sığınma politikasını terk etti.

Mazlum Millet Bilinci

Türkiye, kendisi gibi emperyalist devletlerin parçalama ve yok etme hedefinde yer alan ülkelerle didişmek yerine, onlarla iyi ilişki kurmaya çalıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ege Bölgesi’ni işgal etmeye kalkışan Yunanistan’la bile dostluk temelinde iyi ilişkiler kuruldu.

Artık Türkiye, müttefik aradığı zaman Batı’ya değil, Doğu’ya bakıyordu. Sovyetlerle kurulan sıkı ilişkiler bunun en güzel göstergesiydi. Sovyetler’in dünya kamuoyunda en yalnız olduğu dönemde dahi, ortak işbirliği kurmakta sakınca görülmedi. Bu işbirliği ve yakın ilişkinin tek nedeni, Sovyetler’in Bağımsızlık Savaşı’nda sağladıkları yardım değildi kuşkusuz. Türkiye Batı’yı hâlâ kendine yakın görmüyordu ve Batı’nın alternatifiyle ittifak yapma ihtiyacı hissediyordu. 1925 yılında Sovyetler’le Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın imzalandığı tarih iki ülke açısından da önemlidir. Türkiye açısından önemi; Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde İngiltere lehine sonuçlanmasının ertesi günü imzalanmış olmasıdır. Türkiye bu anlaşmayla Batı’ya yalnız olmadığı mesajını vermektedir. Sovyetler açısından önemi ise, Lokarno Güvenlik Sistemi Anlaşması’nın hemen ertesinde imzalanmasıdır. Bu güvenlik sisteminin amacı, Tüm Batı Avrupa’yı Sovyetler’e karşı birleştirmekti.[4]

Kurulmakta olan Anti-Sovyet Cephe’de Türkiye’nin yer almaması Sovyetler açısından büyük önem taşımaktaydı. Bağımsızlık Savaşı sırasında kader birliği etmiş olan iki devlet, 1925 yılında da kaderlerini birleştiriyordu. Türkiye, bu anlaşmayla mazlum millet bilincini açık bir şekilde gösteriyor, Avrupa’nın yarattığı anti-komünist bloğa, kendi çıkarlarını temsil etmediği için girmiyordu. Türkiye’nin Sovyetler’le ilişkileri bu anlaşmayla sınırlı kalmadı. 1927 yılında imzalanan Ticaret Sözleşmesi’yle ekonomik ilişkiler de geliştirildi. 1931 yılından itibaren devletçiliğin ekonomik politika olarak belirlenmesi sonucunda Sovyetler ile ekonomik işbirliğine gidildi. Birinci Beş Yıllık Plan’ın hazırlanmasında Sovyet uzmanların büyük desteği oldu.[5]

Türkiye bu dönemde kurulmuş olan Milletler Cemiyeti’ne de Cemiyet’in İngiltere ve Fransa güdümünde olduğunu düşünerek girmedi. O dönemde Cemiyet dışında kalmak isteyen bir diğer devlet de Sovyetler’di. Türkiye bu Cemiyet’in kendi toprak bütünlüğünü koruyacağına inanmıyordu. Cemiyet’e katılmak yerine kendi komşularıyla çeşitli paktlar kurmaya ve anlaşmalar imzalamaya başladı. 1934’te Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile Balkan Paktı, 1937’de ise Irak, İran ve Afganistan ile Sadabad Paktı kuruldu.[6] Bu iki pakt sayesinde Türkiye, etrafında bir barış çemberi oluşmuştu.

Atatürk döneminde izlenen mazlum millet politikasında, Türkiye, güvenliğini sağlamak için Batı’ya başvurmak yerine kendi komşularıyla pakt kurmayı tercih ediyordu. Üstelik bu paktların kuruluşunda diğer büyük devletlerin endişe ve müdahalelerine göğüs geriyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığının tüm dünyada hissedildiği bir dönemde Türkiye’nin dış politika seçeneğini ne İngiliz-Fransız kutbundan, ne de Alman-İtalyan kutbundan yana kullanmaması, tarafsız kalıp komşularıyla ayrı bir seçenek yaratmaya çalışması önemlidir.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne katılma süreci de pek çok dersle doludur. Birinci Dünya Savaşı’nda esas olarak savaşı kaybetmiş ülkelerin barış anlaşmalarının hükümlerine uymasını kontrol etmek amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti 30’lara kadar İngiltere ile Fransa’nın dış politika çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren bir kurum olarak kaldı. Türkiye de Cemiyet’e katılmayı uygun görmemişti. 1932 yılına gelindiğinde, Cemiyet üye sayısının azlığı ve otoritesinin eksikliği nedeniyle büyük bir prestij kaybına uğramıştı. Cemiyet üyeleri Cemiyet’i daha işler hale getirmek için üye sayısını arttırma çabalarına girişti. Bu dönemde Türkiye üyeliğe çağrıldı. Üyelik için hiçbir önkoşul öne sürülmedi, tersine Türkiye’nin dünya barışı için ne kadar önemli olduğu ve ne kadar büyük bir medeniyeti temsil ettiği üzerine Türkiye’yi övücü görüşlere yer verildi.[7] Türkiye Cemiyet’e katılmayı kabul etti, Sovyetler’e danıştı ve üyeliğini kesinleştirdi. Türkiye’nin Cemiyet’e katılması Batı ittifakına yakınlaşma isteğiyle olmadı. Sovyetler’e danışması ve üye olduktan sonra Sovyetler’in de Cemiyet’e üye olmasını önermesi (Sovyetler, Cemiyet’e 1934’te üye oldu) Türkiye’nin Cemiyet’e Batı’ya dahil olmak için değil, Cemiyet’in Doğu’yu da kapsayacak şekilde genişlemesini sağlamak amacıyla olduğunu gösteriyor.

Türkiye Atatürk döneminde örnekleriyle de gördüğümüz gibi Batı’yla ilişkiler kurmak yerine gözünü Doğu’ya ve mazlum milletlere çevirdi. Bu politika, Türkiye’ye kısa ve uzun vadede çok şey kazandırdı. Türkiye’nin izlediği bu politika her şeyden önce ulusal onurun tekrar kazanılmasını sağladı. Cemiyet’e üye oluş süreci de bunun göstergesi. Türkiye, bağımsız ve onurlu dış politikasıyla İkinci Dünya Savaşı öncesindeki kutuplaşmada taraf olmak zorunda kalmadı. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalabilmesi bu politikanın dolaylı bir sonucudur.

Batı’nın Güdümüne Girmeden  Çağdaşlaşmak

Türkiye, Bağımsızlık Savaşı’yla yalnızca bağımsızlığını kazanmadı. Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen devrimlerle Ortaçağ’ın tüm kurumları yerle bir edildi ve çağdaş bir cumhuriyet oluşturuldu.

Atatürk devrimleri, III. Selim döneminden beri gerçekleştirilmek istenen reform ve devrimlerin başarıya ulaşmış halidir. Bu başarının temel nedeni, halka güven ve ulusal bağımsızlık ilkesiyle gerçekleştirilmiş olmasıdır. Yazı Devrimi’nden Medeni Kanun’un kabulüne kadar tüm devrimler, Atatürk öncesinde de gerçekleştirilmek istenen hareketlerdi. Devrimler’in hiçbiri ilk kez Atatürk tarafından düşünülmedi. Hatta Atatürk’ün yaptıklarının önemli bir kısmı, İttihat ve Terakki’nin de yapmak istedikleriydi. Ancak İttihat ve Terakki, değişiklikleri ilk önce İngiltere, daha sonra da Almanya’nın arkasına sığınarak gerçekleştirmek istediği için başarılı olamadı.[8] İttihatçılar ve onlardan önceki çağdaşlaşma taraftarları, çağdaşlaşmayı Türkiye halkının bir ihtiyacı olarak değil, Avrupalı olabilmenin baş şartı olarak gördükleri için başarılı olamadılar. Yaptıkları reform ve değişiklikler bu nedenle Avrupa’nın işine yarayacak şekilde oluştu ve halk desteğini alamadığı gibi halkı da değiştiremedi. Zaten halkı değiştirmek ya da halk desteğini almak gibi bir niyetleri de yoktu.

Atatürk ise halkın durumunu göz önüne alarak devrimleri halkı da işin içine katarak ve halkı da devrimcileştirerek gerçekleştirdi. Devrimlerin emperyalist ülkelerin müdahalesi veya zorlaması olmadan gerçekleşmesi devrimlerin başarılı olması için halkla bütünleşmesini zorunlu kılıyordu. Halkevleri gibi kurumlar bu nedenle kuruldu. Devrimler bu sayede halk içinde önemli ölçüde kök saldı. Çağdaşlaşma için hiçbir ülkeden yardım istenmedi, hiçbir ülkenin ya da uluslararası kuruluşun güdümüne girilmedi. Bu nedenle, dönemin pek çok Avrupa ülkesinde bile olmayan kadınların seçme ve seçilme hakkının tanınması gibi ilerlemeler sağlandı. Atatürk bu konuda şunu söylüyor:

“Bugün haklı olarak kıvanç duyabileceğimiz bütün başarıların sırrı yeni Türkiye Devleti’nin yapısındadır. Türkiye Devleti’nin, bu yeni devletin dayandığı temeller, nitelik yönünden, kendinden önceki tarihi kurumların temellerinden çok başkadır. Başka bir kelime ile ifade etmek gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.”[9]

Atatürk’ü çağımızın en büyük devrimcilerinden biri yapan, işte bu özelliğidir. Devrimler için ‘Batı’ya değil, halka güvenmesi. Anadolu’nun işgaline karşı direnirken Amerikan mandasına değil de sadece ve sadece Anadolu halkına güvendiği gibi.

2- Batı’ya Giden Yol

‘Sovyet Tehdidi’ Nedeniyle Atatürk’ün Dış Politikası Terk Ediliyor

İkinci Dünya Savaşı, tüm dünya tarihinde olduğu gibi Türkiye tarihinde de bir dönüm noktası oldu. Savaş’ın sona ermesinden sonra iki kutuplu bir dünya ortaya çıktı. Türkiye bu iki kutuptan birini tercih etmeliydi. Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki kutupta yer almaktansa ABD önderliğindeki Batı kutbunu seçti. Böylece Bağımsızlık Savaşı’ndan beri iyi ilişkilerin sürdüğü Sovyetler Birliği’yle yollar ayrılmış, uzak durulan Batı’yla ilişki kurulmaya başlanmıştı. Tabii bunda ideolojik nedenler de rol oynadı. Türkiye’nin seçimi, Sovyetler Birliği’nden gelecek ‘komünist tehlikeye’ karşı kendini savunma içgüdüsüyle alınmış bir karardı.

Türkiye Batı ittifakında yer alabilmek için hem dış ilişkilerinde hem de ekonomi ve siyasetinde önemli değişikliklere gitti. Çok partili yaşama geçildi, dernekleşme ve sendikalaşma konularında önemli ilerlemeler sağlandı. Dış politikada da Batı’ya tamamen bağlanarak Atatürk döneminde izlenen çevre ülkelerle ittifak kurma ve bağımsızlığı savunma stratejisinden vazgeçildi.

Türkiye, Sovyetler’i bir tehdit olarak görse dahi, dış politikada tamamen Batı’ya bağlanmak zorunda değildi. Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte zaten Avrupa’da büyük bir güç elde etmişti. Artık amacı daha fazla yayılmak değil, etrafında bir güvenlik çemberi oluşturmaktı. Bu amaçla komşularıyla Savaş’tan sonra saldırmazlık anlaşmaları imzalayan Sovyetler, aynı teklifi Türkiye’ye de getirdi. Fakat Türkiye 1925’te imzalanmış ve 1939’a kadar sürekli yenilenmiş anlaşmayı yenilemek yerine Sovyet tehdidine karşı Batı’ya başvurmayı tercih etti.

Türkiye ABD İlişkilerinin Başlaması

ABD ile ilişkiler İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde imzalanan 23 Şubat 1945 tarihli Ödünç verme ve Kiralama Anlaşması ve 27 Şubat 1946 tarihli 10 milyon dolarlık bir kredi anlaşmasıyla başladı.[10]

Türkiye, Batı kutbunda yer alırken, Sovyetler’le sınırdaş olmasının getirdiği stratejik özelliğini kullanarak büyük destek umuyordu. Bu desteği de 1947 yılında Truman Doktrini’yle birlikte aldı. ABD’nin bu doktrindeki amacı, Sovyet tehdidi altında gördüğü Yunanistan ve Türkiye’yi askeri ve ekonomik yardımlarla güçlendirmek ve kendine bağlamaktı.[11] Türkiye, bu anlaşmayı sevinçle karşıladı. Batı, sonunda Türkiye’nin değerini anlamış ve Türkiye’nin Batı yardımıyla kalkınacağı ortaya çıkmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlıyor” mesajıyla yardıma teşekkür etti.[12]

ABD olası bir Sovyet savaşına karşı kendini güvenceye almak için Türkiye’yi çok önemli görüyordu. Bu nedenle de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silahlarını, teşkilatını, eğitimini değiştirerek Amerikanlaştırmaya çalıştı. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldu. Hem yönetim, hem de ordu ABD isteklerine göre yeniden şekilleniyor, Türkiye adım adım ABD’nin bölgedeki üssü haline geliyordu.

Türkiye’nin Batı İttifakı’na dahil olması Batı’nın Sovyetler’e karşı kendini savunabilmesi için gerçekten de çok önemliydi. 1950 yılında ABD Genelkurmay Başkanı Bradley, ABD’nin toptan bir savaşı ancak Batı Avrupa için göze alacağını ‘Combat Forces Journal’ dergisinde bir yazısıyla açıklar. Türkiye, İran ve Irak bölgesel savaş alanlarıdır. ABD, bölgesel savaşlar için kaynaklarını harcamak niyetinde değildir.[13] Böylece ABD’nin dostluğu ortaya çıkıyordu. ABD olası bir savaşın Ortadoğu’da gerçekleşmesini, böylelikle Avrupa’nın zarar görmemesini istiyor, aynı zamanda Ortadoğu’daki savaşın kendisi için daha az masraflı olacağını hesaplıyordu. Ne de olsa Sovyet Tehdidi’ne karşı savaşacak olanlar Ortadoğu halkları olacaktı. Üstelik Türkiye’nin bölgesel savaş alanı olarak görülmesi, Türkiye’nin hâlâ bir Avrupa ülkesi olarak sayılmadığının itirafı oluyordu.

Avrupa Konseyi ve NATO’ya Giriş

Türkiye 1949’da kurulması planlanan Avrupa Konseyi’nin kurucuları arasında yer almak ister ama 5 Mayıs 1949’daki kurucular arasında Türkiye yoktur. ‘Müttefiklerimiz’ İngiltere ve Fransa Türkiye’yi dışarıda bırakmıştır. Bu durum ülkede büyük hayal kırıklığına yol açar. İktidar yayın organı Ulus, hayal kırıklığını şöyle belirtir:

“Memleketimize karşı bir ihmal ve küçük görme anlamına gelen bu unutkanlıktan duyduğumuz gücenikliği açıkça belirtmekten kendimizi alamıyoruz.”

Türkiye ve Yunanistan stratejik önemleri nedeniyle Konsey’e 5 ay sonra alınır ve bu karar büyük sevinç yaratır. Dışişleri Bakanı Sadak, bunu büyük bir olay olarak görür:

“Avrupa Konseyi’ne katılmamızın sonucu, Anadolu’nun Avrupa siyasal ve ekonomik birlik sınırları içine girmesi, bizim için başlı başına bir olaydır.”[14]

Ancak Türkiye’nin NATO’ya alınması bu kadar kolay olmaz. Mayıs 1950’de CHP Hükümeti NATO’ya girmek için ilk resmi başvuruyu yapar ancak İtalya dışında tüm ülkeler karşı çıkar. Demokrat Parti iktidarının da ilk işi NATO’ya tekrar başvurmak olur. Yanıt yine hayırdır. İşin ilginç yanı pek çok konuda birbirine rakip olan CHP ile DP’nin, en iyi anlaştıkları konunun NATO’ya üyelik olmasıdır.

ABD, Türkiye’nin NATO’ya girmesi konusunda kararsız olsa da Senatör Cain, “Kore Savaşı’na birlik gönderin, NATO’ya girersiniz” şeklinde buyurur.[15]

Türkiye, alelacele, Meclis’ten bir karar bile çıkarmaya gerek görmeden, bir tugayını Kore’ye gönderir. Kore’ye asker göndermek ulusal bir dava haline dönüştürülür. Türkiye aynen Kırım Savaşı’nda olduğu gibi, hiçbir çıkarının olmadığı bir savaşta Batı adına savaşmaya gitmektedir. Kore’deki Türk birliği, Amerikan birliklerinin geri çekilmesini örtmek için savaşa sürülür. Pek çok askerimizin öldüğü çarpışmaları Kore 8. Ordu Komutanı General Walker şu şekilde anlatıyor:

“Türk Tugayı yiğitlik simgesidir. Düşman çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda kaldığımız zaman Türkleri savaşa soktum. Eğer elimin altında Türk birliği olmasaydı bugün bütün Amerikan birlikleri yok edilmiş bulunacaktı.”[16]

Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye, NATO’ya sonunda üye olur. Türkiye yurt savunmasını tamamen NATO’ya devretmiştir. ABD’nin Sovyetler’e karşı Avrupa’da kullanmayı düşündüğü Jüpiter füzelerini yerleştirecek ülke bulamadığı dönemde Türkiye, füzelerin Anadolu’ya yerleştirilebileceğini bildirerek NATO’yu bile şaşırtmıştır.[17]

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Ulusal Sorun mu? Etnik Sorun mu?




Ulusal Sorun mu? Etnik Sorun mu?




Gökçe Fırat


İmparatorluklara ne oldu?,

1500’lü yılların hemen başında, dünya haritası bugünkünden oldukça farklıydı. Dünyanın bir tarafı büyük imparatorluk toprakları ile, çok ufak bir bölümü ise yüzlerce prenslikle kaplanmıştı.
Enteresandır, bugün iki yüz ülkenin yeraldığı dünyada, o zamanlar, bunun ancak %20’si kadar devlet bulunuyordu.
Avrupa prensliklerinin hemen doğusunda, Rus imparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu, Çin imparatorluğu, Hint İmparatorluğu, Safevi imparatorluğu; Afrika kıtasında iki büyük imparatorluk Mali ve Songay İmparatorlukları, Amerika kıtasında ise, Aztek ve İnka İmparatorlukları vardı.
Sadece Almanya, Fransa ve İtalya’nın bulunduğu coğrafyada 150 prenslik vardı, toplam prenslik sayısı 500’ü buluyordu. Bugün ise, Avrupa’daki, yüzlerce prenslik yerini 40 ülkeye bırakmış durumda.
Avrupa dışında kalan büyük imparatorlukların yerinde ise Asya’da 68, Afiraka’da 55, Amerika’da 45 devlet kurulmuş durumda.
Avrupa’da ülkeler AB çatısı altında birleşmeye devam ederken, dünyanın geri kalanında sürekli yeni devletler kuruluyor. Son yirmi yılda kurulan devlet sayısı 50!
Hali hazırda kendi ayrı devletini kurmak için mücadele yürüten onlarca ayrılıkçı hareket var. Bir yirmi yıl sonra, yeryüzündeki devlet sayısının 300’ü bulması bekleniyor!

Avrupa’da Birleşme, Geri Kalan Dünyada Bölünme,

Dünyamızın bu tablosunun, tek bir açıklaması olabilir, Avrupa merkezinde başlayan birleşme eğilimi, dünyanın geri kalanına parçalanma olarak yansımıştır.
Bunun doğal bir süreç olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Avrupa dışı dünyada bu kadar ülkenin ortaya çıkışı, ancak Avrupalılarla karşılaşmadan sonra ortaya meydana gelmiştir. Yeryüzündeki devletlerin yarısı ise sadece son yüzyılda kurulmuştur.
Burada ya Avrupalılarla karşılaşan Amerika, Asya ve Afrika halklarının, birden bire uluslaşma ve ayrı devletler kurma gereği duyduklarını iddia edeceğiz, ya da Avrupalıların bu ayrı devletletler kurmayı bizzat yarattığını.

Ulusal Sorunun Ortaya Çıkışı,

Burada, Avrupalılarla karşılaşmanın adını da ortaya koyalım: Sömürgeleşme. Dolayısıyla bugünkü devletlerin yapısı ve oluşumları ancak bu sömürgecilik olgusu ile birlikte analiz edilebilir.
Sömürgeciliğin ortaya çıkışı, Avrupa dışı uluslarda kendini savunmaya ve ulusal hareketlere yol açmıştır.
Milliyetçilik, iddia edildiği gibi Batı Avrupa’da değil, Batı Avrupalılarla karşılaşan, onların sömürgeci saldırısına maruz kalan ezilen dünyada ortaya çıkmıştır.
Milliyetçi tepkiyi ortaya çıkaran Avrupa sömürgeciliğidir, sömürgecilik ilerledikçe, milli kurtuluş hareketleri ortaya çıkar.
Bizim bugün milli sorun, ya da ulusal sorun dediğimiz şey tam da budur: Sömürgeciliğe karşı, ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesi.
Bugün kavramlar oldukça karışmıştır. Kavramları kullananlar oldukça farklı yerlerden olaya bakmaktadırlar. O nedenle bu ulusal sorun kavramının ortaya çıkışı üzerinde özellikle durmak gerekir.
Klasik sol literatürde, ulusal sorun olarak bahsedilen, Avrupa içi bazı ulusların bağımsızlık sorunudur. Bunun en bilinen örneği İrlanda sorunudur. Marks, ulusal sorun olarak İrlandalıların İngiliz imparatorluğu tarafından boyunduruk altında tutulmasını koyar.
Aynı dönem aynı İngiltere’nin Osmanlı ve Hindistan’a karşı mücadelesi, oraları işgal etmesi ise, literatüre kapitalizmin gelişmesi, modernleşme terimleri ile girer.
Tarih ilerleyip, Batı Avrupa sömürgeciliği neredeyse tüm dünyayı paylaştığı zamansa, ortada yine bir ulusal sorun yoktur, sorunun adı, pazar paylaşımıdır, hammadde kaynaklarıdır.

Lenin ve Wilson,

1900’lü yıllarda ise, ulusal sorun yeniden gündeme gelir. Getirenlerden bir bölümü zamanın sosyalistleridir. Lenin, ulusal sorunu sömürge sorunu olarak ortaya koyar, sömürgeciliğe karşı da ulusal kurtuluş hareketlerini ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunur.
Aynı dönemde, aynı sorunu ortaya koyan biri daha vardır: ABD Başkanı Wilson. Wilson’a göre de her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır.
Ancak Wilson’un görüşlerinin iki temel nedeni vardır, birincisi Avrupa zaten dünyayı sömürgeleştirmiştir, dolayısıyla ulusların kaderini tayin hakkı, ABD emperyalizminin Avrupalı sömürgecilere karşı mücadele aracı olacaktır. İkincisi ise, ABD bu sloganla, çok uzak kaldığı ülkeler içinde, kendisine yandaş ‘ulusal’ topluluklar yaratacaktır.
Kısacası hem Avrupa sömürgeciliği engellenecek, hem de ezilen dünya böl-yönet politikası ile ABD’ye açılacaktır.

Yüzyılın Başında Türkiye Örneği,

Bu iki ayrı politikanın, iki ayrı bakış açısının sonuçları birbirinden taban tabana zıt olacaktır. Bunun en güzel örneği Türkiye’dir.

Yüzyılın başında Türkiye emperyalist ülkeler tarafından paylaşılırken, Lenin önderliğindeki Sovyetler, Türkiye’nin emperyalizme karşı kendi kaderini tayin hakkını desteklemiş ve Türk ulusal kurtuluş hareketine destek vermiştir.
Wilson’un ABD’si ise, Türkiye Cumhuriyeti içindeki, Ermeni, Kürt ve Rumların, Türkiye’ye karşı kendi kaderini tayin hakkını desteklemiş ve Türkiye’nin bölünmesini savunmuştur.
Görüldüğü gibi, ulusal meselede iki farklı bakış, bambaşka sonuçlara yol açmaktadır.
Eğer ulusu, ABD Başkanı Wilson gibi, ırka ve etnik kökene dayandırırsanız, ezilen bir ulusun bölünmesini savunursunuz.
Ulusu, aynı topraklar üzerinde yaşayan tüm halk olarak görürseniz, ezilen ulusun emperyalizme karşı birliğini savunursunuz.
Birisi birleştirici ulusçuluktur, diğeri ise ayrılıkçı bölücülük.
Bugün, Türkiye örneği yeniden ortaya serildiği, Sevr yeniden masaya konulduğu için, bu kavramları yeniden incelemenin ve ortaya koymanın büyük önemi var.

Milletin Tarihi,

Ulusçuluk, ulusal kurtuluşçuluk ya da milliyetçilik kavramını biraz daha açıklığa kavuşturalım.
Modern anlamda millet, içinde farklı ‘ırksal’, etnik, dilsel, dinsel kökenlerden halk topluluklarını barındıran, ama tüm bu farklılıkların yüzyıllar içinde, tek bir coğrafyada, birarada yaşayarak, bir medeniyet yaratarak eritildiği, tek bir bütün yaratıldığı halk topluluğuna verilen addır.
Milliyetçilik ise bu milletin, kendi kimliğini, benliğini, geçmişini savunması ve geleceğe yönelik varolma arzusudur.
Dolayısıyla millet ve milliyetçiliği açıklarken, tarih, kültür, medeniyet gibi kavramlar ön plandadır, ırk ve etnisite gibi kavramlar geridedir.
Dahası, millet ve milliyetçilik çok eskiden beri varolan kavramlar olmalarına karşın, ırk ve etnisite, dolayısıyla ırkçılık ve etnikçilik, ancak iki yüz-üç yüzyıllık kavramlardır.
O halde, şu sonuca çok rahatlıkla varabiliriz, insanlar ırk ve etnisite kavramları daha ortada yokken de kendilerini bir millete bağlı olarak tanımlıyorlardı.
Bunun en güzel örneklerinden biri Türk tarihidir. Bilindiği gibi Türk tarihinin yazılı kaynakları bir Türk milletinden, Türk dilinden, Türk kimliğinden bahseder ve bunun korunması çağrısı da yapar. Ama günümüzden 1000 yıl önceki bu kaynaklarda ne ırk ne de etnisite geçer.

Aynı şey mesela Türklerin çok yakın komşusu olan Çinliler için de geçerlidir. Türkler Çinlileri tanımlarken de, Çinliler Türkleri tanımlarken de, tarihe, geçmişe, soya gönderme yaparlar, ama burada da ırka ve etnisiteye gönderme yoktur.,,

Irk Kavramının Ortaya Çıkışı,

Irk kavramının literatüre girişi ise oldukça yakındır. Irkçılığın kurucusu Goibenau teorisini ortaya attığında yıl 1853’tür. Bu ana kadar, hiçbir ulus kendi ulusal kimliğini bir ırka dayandırmıyordu. Bu, bu tarihe kadar ulusların varolmadığı anlamına değil, ulusun öğesi ya da kökeni olarak ırkın olmadığına kanıttır.
Irk teorisinin ortaya atılmasının ikili bir amacı vardır. Birincisi Avrupalı halklar henüz milletleşememişlerdir. Ortak hiç bir yanları da yoktur. Bunları birarada tutmak için bir ırksal köken yaratılır.
Bu, tümüyle uydurmadır çünkü ırka kanıt olacak, ya da ırkları saflıkla ayırdedecek hiçbir ölçüt ortada yoktur. Irk, bu anlamda hayali bir yaratımdır. Avrupalının kimliği de işte bu hayale dayanır. Irk teorisi olmasa ne Batı ne de Batı ulusları olabilirdi.
Irk teorisi ile kendisini kurgulayan ve yaratan Batılı aynı teori ile Avrupa dışı ulusları ırksal olarak geri kategorisine sokmuştur. Böylece ırkçılık doğar; üstün Beyaz ırk, aşağı siyah ve sarı ırklar.
Ama, bugün çoğu insan ırkçılığa açıktan karşı olduğu halde ırkı kabul ederler. Halbuki yüzelli yıl önce ırklar tamelde üç taneydi bugün ise yirmi kadar ırk sayılmaktadır! Kaldı ki ırklar üzerine tüm incelemeler, ırkları birbirinden ayırt edebilecek bir nokta bulamamaktadır.
Dolayısıyla karşı çıkılması, daha doğrusu kabul edilmemesi gereken şey ırk kavramının kendisidir. Kimileri saf ırkın olmadığından safça bahsediyor. Oysa aslında saflık budur; çünkü ırk yoktur.

Soy ve Türk Soyu,

Soy ve soy bağı ise gerçek tarihsel kanıtlardır. İnsanlık, kendisini bir soyla tanımlar ve genellikle soylar da kendisini devam ettirir.
Ama bu soyların da, ne genetik, ne ırki, ne de başka tür otomatik bileşeni yoktur. Soy, milletin unsurundan biridir, Kültürün, geleneğin, değerlerin taşınmasını ifade eder.
Bu bakımdan bir Türk soyundan bahsetmek doğrudur ama bir Türk ırkından bahsetmek yanlıştır.
Bugün Türk soyu, hem Anadolu’daki Türkleri, hem de Orta Asyadaki çeşitli adlardaki ulusları birleştiren bir bağdır. Ama tüm bu halkları birleştiren bir ulusal bağ yoktur.
Bu nedenle yüzyılın başındaki ulusal kurtuluş hareketleri, hiçbir şekilde ırksal bir iddiada bulunmamışlardır.

Milliyetçilik ve Atatürk,

Örneğin Türk Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, Türklerin emperyalizmden kurtuluşu için verilmiştir. Boyunduruk altında olan Türklerdir. Türkün düşmanları ise işgalci emperyalistlerdir.
Kurtuluş Savaşı’na Türkiye’de yaşayan tüm halk katılır, sadece Ermeni, Rum, Yahudi azınlık katılmaz. Bunun anlamı gayet açıktır, bu azınlıkların dışında bu coğrafyada yaşayan herkes Türktür.
Milliyetçiliğin ırkçılıkla hiç ilgisinin olmadığının kanıtını da yine kendi devrimimizde bulabiliriz.
Bilindiği gibi Atatürk Türk tarihine ve bu yöndeki araştırmalara büyük önem verirdi. Onun araştırmalarının Türk tarihinin ne kadar eski olduğunu, bunun yeryüzüne bir kaynak olduğunun araştırılmasını ortaya çıkartmak olduğunu biliyoruz.
Bunun yöntemi ise öncelikle kültürdür. Atatürk’ün tarih araştırması bir kültür araştırmasıdır.
Burada ırka hiçbir gönderme yoktur. Mesela Güneş Dil Teorisi gibi bir teori bile, Türk’ün yaratıcılığını, onun ırksal kökenine değil, diline dayandırır. Dil, ise bilindigi gibi kültürün en önemli taşıyıcı ögesidir.

Batı ırkçılığı Neden Buldu?

Görüldüğü gibi milliyetçilik, kültürle, dille, medeniyetle ilgilenir, oysa ırkçılık başka bir kanaldan araştırılmıştır.
Yeryüzündeki ırk araştırmalarının tümünün arkasında Batılılar vardır. Nedeni ise basittir, Wilson ilkeleri doğrultusunda, her bir ulustan birkaç ulus çıkartmak.
Böylece aynı tarihsel ulusun içinden, farklı ırksal kanıtlarla yeni uluslar yaratılmaya çalışılır.
Örneğin Türkiye’de Kürtlerin Türk milletinden olmadığın ilk kanıtı, Kürtlerin ırksal kökeninin farklı olduğu iddiasına dayanır.
Batılı araştırmacılar, Kürtlerin, Batı Avrupalı Aryan ırka mensup olduğunu, araştırmış, bulmuş ve yayınlamışlardır!
Ama aslında Aryan ırk diye birşey bile yoktur!
Fakat bu teoriye göre bir Kürt ayrılıkçı hareketi yaratılmıştır. Bunun hemen ardından da ayrı bir Kürt dili yaratılması projesine geçilmiştir.

Önce Enternasyonalizm,

Yirminci Yüzyılın başındaki ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalizme büyük bir darbe indirmiştir. Gerçi güçlü imparatorluklar yıkılmış, ezilen dünya parçalanmıştır, dolayısıyla direnme gücü de düşmüştür. Ama buna rağmen emperyalist hakimiyet de yıkılmıştır.
Bu başarı kesinlikle milliyetçiliğin başarısıdır. Milliyetçi ideoloji, emperyalizme karşı milleti birleştirdiği için başarılı olabilmiştir.
Fakat başarının bu kaynağını sadece ezilen milletler değil emperyalistler de kolayca görmüştür. O halde bu milliyetçiliğin bir panzehirinin olması gerekmektedir.
Bu noktada birkaç adımlık bir plan yürürlüğe konulur.
Öncelikle Batı kapitalizminin yüz yıllık düşmanı Marksizm piyasaya sürülür. Sonuçta Marksizmin enternasyonal ideolojisi, ezilen dünyada milliyetçi iklimin ılımanlaştırılması için önemli bir işlev üstlenir.
O güne kadar koyu milliyetçi ulusal hareketler içinde birden enternasyonalist hareketler ortaya çıkıverir. Bu enternasyonalizm, ezilenlerin emperyalizme millet olarak direnme motivasyonunu kırar, milliyetçi devrimcileri ise ‘hümanizmi’ ile tecrit eder.
Sonuçta 1970’li yıllara gelindiğinde tüm dünya iki koldan milliyetçilikten arındırılır, bir yanda liberal kapitalizm diğer yandan Marksist enternasyonalizm milliyetçiliği siler.

Sonra Etnicilik,

Ama milliyetçiliğin silinmesi yeterli değildi. Sıra Wilson prensiplerinin daha ince bir şekilde uylgulanmasına gelmiştir.
Bu noktada Batı bilimi imdada yetişir. Filoloji, antropoloji, etnografya elele vererek tüm kavramları değiştirirler.
Yüzyıl öncesinin ırk teorilerinin yerini etnisite teorileri alır. Buna göre her milletin içirnde çeşitli etnik kökenler vardır. Bu etniler uyandırılırsa milletler otomatik olarak bölüneceklerdir.
Böyle de yapılır, tüm dünyada BM aracılığıyla etniler desteklenir ve ayaklandırılır.
Etniler dünyasında, milletler bölünürken, milliyetçiler ırkçılıkla suçlanılır ve etnilere özgürlük istenilir. Oysa teorinin kendisi ırkçıdır, etni iddiası milletin kabilesel moleküllerini canlandırır, oysa milliyetçilerin yaptığı bu kabilesel molekülleri birleştirmektir.
Birşeyi zorlarsanız onu bölmek kolaydır. Mesela belli bir ısı altında belli metaller dahi moleküllerine ayrılırlar. Hatta bazı ısıda maddeler hal değiştirirler!
Ama bu, moleküllerine ayrılan maddenin, bir bütün olmadığı, mozaik olduğu anlamına gelmez.
Bugün yaşadığımız dünyada olan şey de budur. Doğal madenler, emperyalist zor yoluyla moleküllerine parçalanmaktadır.
Bunun yolu ise ırkçılıktır, etnikçiliktir. Irkçı ve etnikçi hareketlere baktığımızda, bunların emperyalizmin yanında, ezilen uluslara düşman olduğunu görüyoruz.
Yani yüz yıl öncesinin ulusal kurtuluş mücadeleleri ile bugünün etnik ayrılıkçı hareketlerini birbirine karştırmamak gerekir.
Bir takım ‘hümanist’ argümanlarla, ezilen uluslar bu ayrılıkçılığa ses çıkartmamaya çağrılırlar. Sosyal demokrasinin işlevi bunu sağlamaktır. Bir diğer kanaldan, Marksist sol ise, atnik hareketi ulusal hareketmiş gibi sunarak kafaları karıştırır. Liberal kesim de, ‘demokrasi’ argümanı ile bu işi savunur.
Bu oyuna kanmayan tek kesim olan milliyetçi, milli kurtuluşçu güçler ise, statürkoculukla, totaliterlikle, faşistlikle suçlanır.
Oysa ulusal sorun sömürge sorunudur, antiemperyalisttir, etnik sorun ise emperyalizmin maşalığıdır.
O nedenle etnik sorun ulusal sorun değildir.
Ulusal kurtuluşa evet, etnik bölücülüğe hayır!


***

BATININ ETNİK TUZAGI



BATININ ETNİK TUZAGI..,

İLERİ' DEN,

Batı yükselişini ezilen dünyanın üzerine kurmuştur. Dolayısıyla Batının dünyaya, gelişme dönemi olarak sunmaya çalıştığı son 500 yıl, aslında dünya halkları açısından önemli bir gerilemeyi işaret etmektedir. Batı, bunu yaparken çok önemli bir dayanağı ırkçılık olmuştur. Irkçı Batı, kendisine benzemeyen ve yeryüzünün çoğunluğunu oluşturan halkları bir taraftan soykırıma uğratmış ve yok etmiştir. Diğer taraftan da, güçlü uygarlık ve devletleri, etnik parçalarına bölerek güçsüz düşürmüş, büyük medeniyetleri yerle bir, büyük milletleri tuzla buz etmiştir. Bu, Batının böl-yönet taktiğidir. Ama sadece ülkeler değildir bölünen, en başta milletlerdir.

Bu bakımdan ulusal sorun, bir yandan ezilen ulusların, emperyalizme karşı ulusal varlıklarını ayakta tutabilme mücadelesi iken, diğer taraftan emperyalizmin ulusal bütünlüğü etnik parçalara ayırma oyununa karşı da ulusal bütünlüğü koruma mücadelesidir. Bu ikili görev çok iyi anlaşılamamıştır. Ulusların bağımsızlık mücadelesi ile etnik kökenli talepler birbirine karışmıştır. Ve özellikle son 20 yıl, etnikçiliğin yükselişine sahne olmuştur. Etnikçi hareketler, dünyanın dörtbir yanında, arkalarına emperyalizmi alarak, ezilen uluslara karşı mücadele etmişlerdir.

Bu nedenle bugün etnik mücadele, emperyalizme karşı değil, emperyalizme karşı çıkan ezilen uluslara karşı verilmektedir. Etnikçilik, ezilen dünya için bölücülüktür. Bu bölücülüğün, ne hümanizm adına, ne ezilenler adına, ne de sol adına savunulabilir tarafı yıktur. Ama, emperyalist merkezler, çeşitli araçlarla, bu yönde güçlü bir kamuoyu yaratmışlardır. Bu nedenle etnikçiliğe karşı çıkmak, zorlu bir görev haline gelmiştir. Dergimizin bu sayısını, bu konuya ayırdık. Etnik bölücülüğü, çeşitli açılardan inceledik. En önemli örnek elbette Türkiye. Ama bunun ötesindeki örnekleri de inceledik. Emperyalizm tarafından etnik bölünme senaryosu uygulamaya konulmuş olan ülkemizde, bu sayımızın hem uyarıcı, hem de uyandırıcı olacağını düşünüyoruz.

http://www.turksolu.com.tr/ileri/20/index.htm

**


Ne olacak? ,



Ne olacak?

Yekta Güngör Özden
22.03.2004
ÖZGÜN YAZILAR,
Sayı:52

Sık sık karşılaşılan, yanıt vermekte güçlük duyulan bir soru bu “Ne olacak?”. Kimileri de “Oyumuzu hangi partiye vereceğiz?” diyor. Siyasal iktidarın şeriat düzeninden vazgeçmediğini, değişmediğini gösteren güçlü ve somut belirtiler ortada. İmam hatip okullarının sınırı ders programına karşın genel liselerle bir tutularak üniversite kapılarının onlara açılması için öngörülen ayrıcalık, AİMH’nin gerekçesi yazılmakta olan kararına, AB ülkelerinin sıkı tutumuna karşın üniversitelerde sıkmabaş uygulaması ve YÖK Yasası konusunda olduğu gibi Kamu Yönetimi Temel Yasası ile Yerel Yönetimler Yasası tasarıları için diretme, önlenemez boyutlara getirilen kadrolaşma seçim söylemleriyle kanıtlanan olumsuzluklardan başlıcalarıdır. Şakşakçı basının abarttığı, kıyıda köşede kalmış kimi ilerici yazarların da kendi yönlerinden haklı olarak eleştirdikleri “Fişleme” olayına ilişkin Genelkurmay Başkanlığı açıklaması doyurucu olsa da sömürü, sataşma bahanesi özelliği süreceğe benzemektedir. Günümüz Başbakanının seçim alanlarında “Beraber yürüdük biz bu yolları” derken cezalandırıldığı dizeleri anımsatan inadı Niğde’nin Ulukışla ilçesinde “İktidarla elele 84 yıllık karanlığa son” yazılı taşıtlarla yansıyan içdünyalarını bir kez daha ele vermiştir. Cumhuriyetin ilanından önceki Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminden başlayıp günümüze kadar uzanan zamanı kapsayan yılları yadsıyanlar, karanlık olduğunu savlayanlar Osmanlı’nın son 150 yılının ne olduğunu, neler yitirdiğimizi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği tam bağımsızlık, Türk Devrimi ve yapı değişiklikleriyle neler kazandığımızı bilmeyen, anlamayan bağnazlar ve köktendinci bağımlılardır. Bunlar için bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, çağdaşlaşmanın, devletin, cumhuriyetin, laikliğin, demokrasinin, ahlak ve adaletin önemi yoktur. İmamın itaat ilkeleridir. İmam isterse onur, namus, hiçbir şey düşünmeden buyruklarını yerine getirirler. Kişilikleri yoktur. Yetenekleri yoktur. Bilgileri yoktur. Karanlık, dikta görmediklerinden, köktendinci terörü uygun bulduklarından aydınlığın ayırdında değillerdir. Utanmaları da yoktur. Nankörlük, değerbilmezlik iliklerine işlemiştir. Atatürk’ün ve laikliğin sayesinde ezan dinleyip namaz kılmak olanağına kavuştuklarını unutmuşlardır. Dinsel yönden hiçbir zorunluluğu olmayan sıkmabaşın peşinden sürüklenmekte, karanlıktan medet ummakta, dinsel söylemlerle oy peşinde koşmaktadırlar. Asıl bunların tutumu dine zarar, dindarlara saygısızlıktır. Ne yazık ki muhalefet partilerinden biri de “Başörtüsünü çözmekten korktular. Bu bizim meselemiz olsun” diyerek gericilikle milliyetçiliği birleştirip oy istemektedirler. Sıkmabaşa hukuksal güvence isteyen AKP milletvekili de çıkmıştır. Önceleri neler istediğini, nasıl sızma yolları önerdiği bilinen Fettullah Gülen’in askerlerimiz dinsizmiş gibi “Dindar asker isteriz” demesi gibi.


   <   ZORUNLU AÇIKLAMA

Tutum ve davranışlarını uygun bulmadığım için ilişkimi kestiğim kimilerinin gerçekdışı anlatımlarını değişik çevrelerde yayarak karalama çabalarına karşı özet açıklamalarımı, yasal yanıt ve dava haklarımı saklı tutarak, aşağıda sıralıyorum:.

1.Kimseden beni çağırıp konuşturmalarını, radyo ve TV programları ile etkinliklere çıkarmalarını, yazı ve kitaplarımı yayımlamalarını, satmalarını istemedim. Yazılarımı isteyenlere gönderiyorum.

2.Kimseden ödünç almadım. Bedelini ödemediğim bir alımım yoktur. Veresiye yöntemi kullanmadım, krediye gerek duymadım. Ben ve iki çocuğum, ev, taşıt aracı ya da başka bir şey için kimseden parasal yardım almadık. Tersini söyleyenler onursuz ve yalancıdır. Para işlerini, parasal ilişkileri hiç sevmedim. Bizim adımıza kimse kimseye bir şey ödememiştir. Kimseye tek kuruşluk borcum-borcumuz yoktur.

3.Emekli olmadan önce kendi evimize taşındık. Lojmanda emekli olarak bir saniye bile oturmadım. Evimizde devletin toplu iğnesi bile yoktur.

4.Taşıt aracı tartışmaları benimle ilgili değil, koruma görevlileriyle ilgilidir. Bana, Başbakanlığın onayıyla verilen aracı bu onayı kaldırmadan ısrarla isteyip koruma görevlilerinin araçlarına karşılık tuttukları için son beş ayında hiç kullanmadan geri verdim. Görevlilere vermek istedikleri araç 20 yaşını geçtiği için alınmadı. Paramla sağladığım araç kullanılmaktadır. Yakıt ve onarımını da ben karşılıyorum.

5.Koruma görevlilerini geri çekmeleri için dilekçeyle başvurdum. Görevlilere güçlük çıkaran tutumdan kaçınmadılar ve başvuruma yanıt vermediler.

6.Hiçbir siyasal kuruluşa ve oluşumla ilgim yoktur. Bir üniversitede Anayasa Yargısı ve Türk Devrim Tarihi dersleri veriyorum. Hiçbir derneğin ve kurumun yönetiminde de değilim.

7.Eczacılık yapan bir kız yeğenimden başka yeğenim yoktur. Akrabalarım arasında ticaretle, örneğin sigortacılıkla uğraşan birisi de yoktur. Adımı kullanan, dostluğumu ve hemşehriliğimi yalanlarla süsleyip çıkar sağlayanlar olduğunda gerekli işlemleri yaparım.

8.Bu gazetede ya da başka bir organda kadrolu yazar ve çalışan değilim. Yalnız kendi yazımdan sorumluyum. 
  Yurtsever, Atatürkçü gençleri desteklemeyi görev saydığım için yazıyorum. Herhangi bir ücret almıyorum. Yaşadıkça yurttaşlık görevimin gereğini yerine getireceğim. 
  Baro kaydımı yenilemedim, avukatlık yapmıyorum. Şerefli ve namuslu insanlar yalan söylemezler, yalana olanak tanımaz ve destek olmazlar. 
  Benden duyulmadıkça, bana bağlanan sözlerden, benden sorulup öğrenilmedikçe, doğrulanmadıkça bana yüklenen eylemlerden sorumlu olmam. >

1921 Anayasası ile laik yaşama ilk adımını atan Türkiye’yi her alanda laikleştirmenin özgün günü olan 3 Mart (1924)’ta Öğretim Birliği Yasasını unutan Milli Eğitim Bakanı kendi takıntısını başkalarına yükleyerek konumuna yaraşırlığını tartışmaya açmıştır. Bir sendika başkanı eğitimde haremlik-selamlık uygulaması önermiş, yeni kürtçe kurslar terör örgütünü öven sloganlar atılarak açılmış, süslü medyanın büyük kesimi iktidarın hizmetine emrine girmiştir. Yazar Emin Çölaşan’ın “İzin(!)” notunun arkasındaki gerçek gerçek demokratları uyarmalıdır. Abdülhamit dönemini anımsatan, sıkıyönetim, 12 Eylül dönemlerinde bile rastlanması güç aykırılıklar, çirkinlikler yaşanmaktadır. İlerici bilinen-tanınan kimi yayın organları da değişik yöntemler uygulayarak ayrım yapmakta, iktidara yaranma çabalarına girmektedirler. Bilinen gerici, besleme, sözcü basın için ne söylenip yazılsa az gelir.

Günümüz iktidarı, dünkü iktidarın eseridir. Günümüz Başbakanı da anamuhalefet partisinin siyasete armağanıdır. Dokunulmazlık dosyaları dönem sonuna bırakılma, iktidar bildiğini okumayı sürdürmekte, AB ve ABD desteğinde yol almaktadır. Yasama organında sansür uygulayacak biçimde soru önergeleri geri çekilmekte, AB’ne girme hayaliyle yeni ödünler demeti, yeni Anayasa değişikliği hazırlığına yerleştirilmek istenmektedir. Kıbrıs’ta Denktaş’ın tümüyle çekilme olasılığını gündeme getiren dörtlü görüşmelere katılmama durumu bile iktidara yetmemektedir. Davos’ta Yunanistan’a bırakıldığı anlaşılan Kıbrıs için “Elden gelen yapıldı, başka çare yoktu, ancak bunu kurtarabildik” demenin ortamı oluşturulmaktadır. Daha da ötesi, Denktaş suçlanıp kusur ona yüklenerek rumlar sevindirilecektir. “Sus” uyarısı boşuna değildir.

Başbakanlık ve Milli Eğitim Müsteşarlarına TBMM Başbakanı’nın Danışmanı Kemal Öztürk eklenmiştir. Önceki yazıp söylediklerine direnen iki müsteşardan “O kitabı unuttum” diyerek ayrılan Öztürk’ün yazdıklarına göz atmakta yarar var. İktidarın ideolojisi, amacı, yöntemi, araçları bir bir ortaya dökülmekte, değişmenin olanaksızlığı, aldatma ve oyalamanın oyunları birbirine bağlanmaktadır. Böyle bir ortamda muhalefetteki partilerin dağınıklığı, ufuksuzluğu, ilkesizliği, tutum ve yöntem bozuklukları, boşlukları, birleşme ve dayanışma yetersizlikleri seçmenleri bıktırmış görünmektedir. Bencilliği, büyüklenmeyi, kişiselliği, slogan yarışını bırakmayı becerememişler, tembellikten, aymazlıktan, kazanmak için ilkelerinden ödün vermekten uzak kalamamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin değişik yönlerden, değişik nedenlerle karşıtlarıyla işbirliğini uygun bulanlar, umut olmaktan çıkmışlar, terör örgütü bayrakları, terörbaşını öven sloganlar arasında seçim söylevlerine sürdürmekte sakınca görmeyenler, terör eylemlerini kimi günleri ve olayları kullanarak büyük kentlere taşıyanların sesleriyle de kendilerine gelememişlerdir. Yerel seçimlerin özellikleri, adayların kişisel durumları, iktidar partisiyle ilişkilerinin ağırlığı, akçalı durumu güçlü olanların açılımları ve çalışmalarındaki genişleme sonuçları etkileyen kimi nedenlerdir. Partilerden çok adaylar öne çıkmaktadır. Ama kimi yerlerde de partisinin başka partilerle kurduğu ilişki yüzünden adaylar oy yitirebilmektedir. Bu seçimlerde bu etken büyük ölçüde geçerli olacaktır. Oyları bilinçle kullanmak, oy vermekten kaçınmamak demokrasiye katkının gereğidir. Verilmeyen, kullanılmayan oylar, istenmeyen partiye ve adaya kazandırılmış sayılır. Siyasal iktidar Anayasa, Siyasal Partiler Yasası ve seçim yasaları değişiklikleriyle demokrasiyi gölgeleyen, sözde bırakan çarpıklıkları gidereceği yerde, AB ve ABD yönlendirmesinde ödünler vermeyi yeğlemektedir. Seçimler sonrasında inatçı ve kindar iktidarın dili uzayacak, olumsuzlukları dayatma gücü artacak, yasama organını etkilememesine karşın “ Oylarımızı Arttırdık ” böbürlenmesiyle şimdikinden daha kötü durumlara kayacaktır. Seçimlerde yansıması beklenen sağduyu, iktidar zorlamaları, tehditleri ve sözverileriyle tehlikededir. Seçmenin sağgörüyle davranması güçtür. Sınırlamalar, kısıtlamalar, yoksunluklar, çelişkiler, aykırılıklar, olumsuzluklar, kötülükler artacaktır. “Görünen köy kılavuz istemez” sözündeki gerçek önümüzdedir. Başbayiliğinden söz edilen Başbakanın konuşmaları, Devrim Yasalarını, yargı kararlarını göz ardı etme alışkanlıkları, ileri boyutlara varabilecektir. Kuyruk olmayı içine sindiren kimi yazarların amaçlı yorum ve değerlendirmeleri, yıpratma çabaları iktidarı azdıracak, ne olursa olsun iniş ve çöküşleri de bu ölçüde hızlanıp ağır bir düşüşe dönüşecektir. Cübbeli, sarıklı, sakallı muhtar adayları, sıkmabaşlı afişler, üstü kapalı söylemler bu gidişin perdeleridir.

Sıkmabaşın özgürlük sorunu olduğunda direnen sömürücülerle sözcülerinin gülünecek yanılgıları belirgindir. Zincirin özgürlüğü savunulabilir mi? Ayrımcılık simgesi olduğu açıkken Oostlander’in laikliği suçlaması Tayyip yandaşlığı ve destekçiliğine bağlanabilir. Avusturya’da Haider’e karşı çıkanların AKP suskunluğu ibretliktir. Neredeyse AB üyesi krallıkları unuttukları gibi Türkiye’de cumhuriyete karşı çıkacaklar. Türkiye için Türk ulusunun sakıncalı olduğunu söyleyecekler. Dünyada müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerin hangisinde Türkiye’dekinden daha iyi yaşanan din var? Hangisinde daha çok özgürlük, demokrasi, insan hakları, hukuk, mutluluk Türkiye’dekinden daha fazla? Laikliğin, laik cumhuriyetin Türk toplumunu, Türkiye insanlarının nereden nereye getirdiğini bilmiyorlar mı? Öğrenmedilerse bu görevlerde nasıl bulunuyorlar? Türkiye’de laiklik olmasaydı, Anayasa’da yazılmasaydı neler olurdu, düşünebiliyorlar mı? Tarih bilmeyen, hiçbir şey bilmez, kendini de bilmez.

Çelişkiler-Çirkinlikler

Hindistan müslümanlarının yardımından artan parayı nasıl kullandığı, ulusu için yeniliklere nasıl örnek olduğu, neler kazandırdığı, varlıklarını ulusa nasıl armağan ettiği bilinen Atatürk’ü Abdülhamit’le, Recep Tayyip’le karşılaştırıp şimdiki başbakanın ticaret ilişkisini olağan göstermeye çalışanlar çıktı. İşsizlikle, üniversitelerin vereceği bursların engellenmesiyle, haksızlıklarla yolsuzluklarla ilgilenmeyen ısmarlamacı kalemlerin yavşaklık ve yalakalıkları tiksindiricidir. Utanma duygularını da yitirmiş görünmektedirler. Dokunulup değinilecek nice konu sahipsizdir. Enflasyon uyutmalarını doğrulamayan yaşam güçlükleri intiharlara, değişik suç olaylarına neden olurken, işçiler çıkarılır, işyerleri kapatılırken, yağma nitelikli özelleştirmeler sürdürülürken, kayırmalar ve ayrıcalıklar sırıtırken televizyon ve gazete kuşları iktidar şakşakçılığının en çirkin örneklerini vermektedirler. Onlar için herşey geçerli ve uygundur, Atatürkçü olmak, tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, insanlığı, hukuku, demokrasiyi, eşitliği, onuru, ahlakı ve adaleti savunmak, gençlere yardımcı olmak suçtur.

AB’ne sunulan raporda, Türkiye’de laikliğin ayrımcılık yaptığı, iyi uygulanmadığı eleştirisi, işkence savları onları asla ilgilendirmez. Irak’ta zar-zor imzalanan Geçici Anayasa’nın Türkmenleri dışlaması, ABD’nin PKK/Kongra-Gel’e ilişkin yandaşlık tüten ikilemleri onların umrunda değildir. Kıbrıs’ta Papadopulos’un herşeyi reddetmesinin onlara göre önemi yoktur. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi yeni ilgi odaklarıdır. Köktendinci yazarların dönüşlerindeki çelişki, öncesinin doğrultusunun bugüne uyarlanması üzerinde durulacak değer taşımamakta, Dünya Kadınlar Günü’nün sıkmabaşlılar korosunun ilahiler okuyarak kutlaması uyarıcı olmamaktadır.

Solculuğu sözde kalmış çelişkili ve güvenilmez kimilerinin “Solu birleştireceği” savsözü güçleri ve tutumlarıyla karşılaştırılınca gülünüp geçilmektedir. Bu arada köktendinci, gerici, tutucu, çıkarcıların dayanışması karşısında ilericilerin dağınıklığı, birbirlerine karşıtlığı, anlamsız ve sakıncalı özseverlikleri, tembellik ve hukuk tanımazlıkları tartışılmaktadır. Bu konuda kişilerden kaynaklanan sorunlar aşılmadıkça sağlıklı birliktelikler oluşamaz, sürüp giden dağınıklık ve bozuklukları yansıtan karşıtlıklar çözülmelerle yıkımlar getirir. Gericilerin düşünsel hiçbir gücü yokken onların değirmenine suyu taşıyan sözde ilericiler, sözde aydınlar, sözde Atatürkçülerdir. Demokratik kitle örgütlerinde şöyle ya da böyle biryerlere gelenlerin kimileri kendilerini dev aynasında görerek koltuğa yapışmakta, hiçbir yararı geçmemesine karşın kendi tutarsız anlatımlarıyla olmadık başarıları sıralayıp övünmekte, etiketi kullanarak dolaşmak, kendini kanıtlamak amacıyla yerini kimseye vermemek, yıllarca oturmak üzere her yola başvurabilmekte, üstelik bu gerici çabayı “demokratik” olarak niteleyebilmektedir.

Eğitim, Bilgi ve Ahlak

Birilerinin kaypaklığı, yüzsüzlüğü, kulisçiliği, klikçiliği, oyunları, yalanı, dedikoduları, ahlaksızlığı bir süre insanı bir yere taşıyabilir, iktidar yapabilir ama itibarlı yapamaz. Katıksız Atatürkçüler dışlanıp karışık adamlar öne çıkarılabilir. Yıllarca İsmet İnönü de oy alamadı. Alanlar ondan iyi mi idi? Tıpkı şimdi 84 yılı karanlık sayanlar gibi Atatürk’ün 15 altın yılının da içinde bulunduğu 27 yılı oy için karalayanlar olmadı mı? Sonu ne oldu? Hiç. Başbakan CHP’nin kökünü kötülerken kendi kökünün ne olduğunu söylüyor mu? Nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen var mı? Kim olduğu unutuluyor mu? Köksüz de denilebilir, ne kökünden geldiği de söylenebilir ama niteliği ve düzeyi düşürmemek için bu tür tartışmalara, sataşmalara girişilmez.

Bir zamanlar “Hem laik hem müslüman olunmaz” diyen bunlar değil miydi? Şimdi laiklikten yana sözler etmeye çalışarak arayı kapatmak istiyorlar. Ama asla içtenlikli değiller. Laikliği savunan insanlara karşı tutumları, Eve Dönüş Yasası’yla bağışladıkları köktendinci ve etnik ayrımcı teröristlerinkinin tümüyle tersi. Teröristlere olanaklar, yardım ve katkılar, destekler; laikliği ve Atatürkçülüğü savunanları hedef gösterme çelişkileri. Gerçekçi olsalar, görünümleri gerçek olsa özür dileyip düşmanlık sayılacak tutumları bırakmaları gerekir.

Seçimler “Nabza göre şerbet” sakatlığını geçerli gösterme süreci oluyor. Demokrasi şöleni yapılması gereken ortamlar demokrasi çöplüğüne dönüyor. Uzun yıllar unutulan seçmenler beş yılda bir seçim nedeniyle anımsanıyor ama demokrasiyi yozlaştıran, oyları “Namus ve onur” sayma bilincinden uzaklaştıran yöntemler kullanılıyor. Sonuçta spor takımı tutar gibi hatır için parti tutulup o veriliyor. Bölgecilik, etnik dayanışma, partizanlık, tarikat, aşiret, ticaret ilişkisi, çıkar etkili olabiliyor. Sonuçta da olanlar demokrasiye, ulusa, ülkeye, bizlere, hepimize oluyor. Seçim bir sınav ve olanaktır. Demokrasinin en belirgin göstergesidir. Ona yaraşır olmak çabası gerçek yurttaşlığın ölçütüdür. Kimi parti sorumlularının köktendincilere, kimilerinin kürtçülük yapanlara, kimilerinin de mezhepçilik koşturanlara hoşgörünme çabalı gereksiz sözleri demokrasinin kötüye kullanılmasının örnekleridir. Bunlar kimseye yarar sağlamaz., kötülükler büyür o kadar. Demokratik kitle örgütleri de bağımsızlık ve yansızlıklarına gereken özeni göstermez, kimi kuvvetlerde söz ederek bir şey kazandırdığını anlatır, yönlendirmeye, etkilenmeye elverişli duruma düşerse bağımlı olur, güdümlü olur. İstenileni yapmak ya da yapmamak zorunda kalır. İlkeli, tutarlı olmak, gereksinimlerini kendisi karşılamak ekonomik gücüyle işlev özgünlüğüne uygun davranışları sürdürmek çekiciliği korumaktır. Kimi olaylara, oluşumlara, kimi yazarlara ve yazılanlara baktıkça umudu taşımak ve korumak güçleşiyor. Milli Görüşçülerin Milli Çözüm dergisinde yazılanlar günümüz iktidarının doğrultusunu açıklamaktadır. Başlangıçta ulusal çözülmeyi erek edinenler, şimdi karşıtlıkları nedeniyle yapılarını yeniliyorlar. Kimileri de bilinenleri antiemperyalist göstererek yeni ilişkilerle sahneye çıkıyorlar. Ümmetçilerin antiemperyalist olduğunu savunmak yanılgıdır. Bir ya da birkaç devlete belli nedenlerle karşı olmak geçici bir tavırdır. Antiemperyalist kişi, ilkede tüm sömürü, uluslararası tekelcilik, yayılmacılık ve dayatmacılığa, kapitalizmin oyunlarıyla oyuncularına karşıdır. Çizgi ve doğrultu değişikliği, yön ve yol düzenleme nitelikli açılımlar ilkelerden ödün kuşkusu yaratmaktadır.

Doğrulanan kuşkular Türkiye’mizin içine çekilmek istendiği karanlığın belirtilerle artmaktadır. TRT’deki görevden almalar ve atamalar, Çanakkale Belgeseli’ni “Ajans 1400” adına hazırlayan kimsenin yenilmez kahraman Mustafa Kemal’e yer vermemesi anlayışından vazgeçmediğini kanıtlamaktadır. Kadınlarımızı ikinci sınıf yurttaş sayan gerici anlayış ne yazık ki sürmektedir. Yıllar önce Türk Kadınlar Birliği avukatı olarak Danıştay 5. Daire’de 2’ye karşı 3 oyla “Kadınların kaymakam olamayacağına” ilişkin kararı aldığım zaman duyduğum üzüntüyü yeniden yaşıyorum. Kadın eli sıkınca abdesti bozulan, insanlığını unutan, başka şeyler düşünen insanın dindarlığına inanılır mı? Müslümanlığı bu kadar zayıf ve değişken göstermek doğru mu? Program değişiklikleri, dinsel içerikli yayınlar Türkiye genelinde amaçlı gidişin somutlaşmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın amacı, sonuçları, insan hakları, demokrasi, laiklik, hukuk devleti, Söylev, Anayasa konusunda bilinç dokuyan izlenceler belli günlere ve saatlere sıkıştırılarak geçiştiriliyor.

Karamanlis’in Karamanlı olduğu söylemleri vurgulanırken Papadopulos’un Akritas Kıyım Planı yapımcılarından olduğu gözardı edilmektedir. Karmakarışık, dolaşık gidiş kimilerinin işine gelmektedir. İstanbul’daki terör olaylarından sonra Madrid’deki olay da köktendincilerin herşeyi göze alabilecekleri konusunda yeterli sayılmamıştır. Gerici basın hızla, Silahlı Kuvvetlere, yargıya saldırılarını sürdürmektedir. Olaylar, yıllarca koşullandırmanın, kışkırtmanın, dolaylı ve açık eğitimin sonucudur. Suça özendirenler konusunda ciddi hiçbir işlem, güven verici hiçbir yaklaşımın tanığı değiliz. İlerici geçinip asılsız suçlamalarda bulananlar yargı kararıyla sorumlu bulunduklarında özür dilemeyi bilmeyecek ölçüde katılık içindeler. Hakların özgürlüklerin inançların en sağlıklı güvencesi laikliği savunurken bize “Jakoben, 1930’larda kalmış baskıcılar, laikçiler, laikperestler” diye saldıranlar İspanya olaylarıyla acaba uyanmışlar mıdır? Vicdanlarının sesine kulak vermişler midir? Kendilerine yakınlarına yönelik bir saldırı olsaydı ne yaparlardı? Bu soruları akıllarıyla yanıtlamayanlardan hiçbir şey beklenemez.

50 yılı aşan demokrasi deneyimimiz umduklarımızı, özlediklerimizi getirmedi. Rusya Stalin’den, Almanya Hitler’den, Fransa Peten’den, Portekiz Salazar’dan, İspanya Franko’dan, İtalya Mussolini’den, Yugoslavya Tito’dan, Romanya Çavuşesku’dan, daha başkaları kendi diktatörlerinden kurtuldu, AB’ye katılıyorlar. 1930’ların en iyi cumhuriyetlerinin başında gelen Türkiye bekletiliyor, oyalanıyor. Demokrasiyle diktatörlükler, laikliğiyle dinci rejimler için kötü örnek olan Türkiye’yi AB yetkilileri bir türlü benimseyemiyor. İçimizdeki yalvar-yakarcıların, verkurtulcuların ödüncü yaklaşımları değerimiz konusunda kuşku yarattı. Eşitliği, hukuku ve onuru düşünmeyip kendilerini düşünenler sorumludur.

Çok kimse işin kolayına kaçıyor. Açıkça, doğrudan tavır koyamayanlar, çekinenler, kaçınanlar başkalarını kullanarak dolaylı yollarla etkili olmaya ya da kimi olumsuzlukları böylece önlemeye çalışıyor. Seslerini böylece duyurmayı uygun buluyorlar. Görevlerinin gereğini, beklenenleri yapamayanlar başkalarını öne çıkararak “Biz de varız, işte böyle yaptırırız” türü yolları deniyorlar. Minder dışı, kaçak güreş. Başkalarının üzerinde ya da başkalarını konuşturmak kurnazlığı işe yaramaz. Diyeceğini başkasının eline tutuşturmakla, başkasının yazdığını okumak birdir, marifet değildir. Yürekli olmak gerekir. Sakıncalı ise kalkışma, değilse kendin yaz, kendin oku. Halka doğruları anlatarak benimsetmeyi beceremeyenler nerede olurlarsa olsunlar başarılı olamazlar.

Yerel seçimlere rahatsız eden gürültüler, kimi Bakanların seçmenleri tehdidi, kimi belediyelerin tapu, kiminin de su parası borçlarını silmesi gibi seçim rüşvetleriyle giriliyor. Adayların çokluğu “Ne var bu işte?” dedirtecek ölçüde. Ama kimsenin Kıbrıs’a ilgili dörtlü zirveye katılmayacağını açıklayan Denktaş’ın neleri vurgulamak istediğine ilişkin sorunu yok. Tayyip Erdoğan’ın “Önemsenecek konu değil” sözleriyle küçümsenip dudak bükülecek bir olay değil. Kıbrıs’ı, sorunlarını, tarihiyle ve özellikleriyle Denktaş’tan daha iyi bildiklerini, daha çok sevdiklerini asla ileri süremeyecek kimilerinin Denktaş’ı suçlayıp dışlama çabaları bağışlanacak bir aymazlık değil.

Sevenler herşeyi düşünerek oy vermeli, Kıbrıs’ı da asla gözardı etmemeli. Yalnız bu mu? Yine Recep Tayyip’in koşullandırma eğitimi girişiminin bozulmasına katlanamayıp “... top bir döner, iki döner, üçüncüde gol olur” sözleriyle Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ders Kitapları Yönetmeliği’nde yaptığı değişiklik birlikte değerlendirilmelidir. Okullara tarikat ürünlerinin girmesine kolaylık sağlayacak yeni düzenleme laik cumhuriyet yönünden sakıncalara açıktır. Tanımı yapılmamış “Toplumun ortak değerleri” bugüne değin olduğu gibi Türk-İslam Sentezi doğrultusunda “milliyetçi-muhafazakar” ve “milli-manevi değerler” söylemleriyle gelişen gericiliği anımsatmaktadır. Hıristiyan dininden olduğu için spor merkezinden çıkarılıp giriş kartı geçersiz sayılan bayanın da durumu gözetilirse değişmenin, laikliği anlamanın, modern ve demokrat olmanın gerçekleri yansıtmadığında duraksanamaz. İnanç sömürüsü yaptıklarını açıklayarak geçmişindeki kara bölümü aklatmaya çalışan Recep Tayyip’in sözlerine inanıp güvenmenin güçlüğü ortadadır. YÖK’le uzlaşmanın diretmelerle olanaksız kalması da gerçek amaçlarının oyalama ve aldatmalarla gizlenip ertelenerek yürürlükte tutulduğunu göstermektedir.

Pakistan Cumhurbaşkanı’nın, Suriye Cumhurbaşkanı’nın eşlerinden sora ikinci kez Türkiye’ye gelen Ürdün Kralının eşi de çağdaş görünümüyle anlamlı bir örnek oluşturuyordu. Kral’ın tutucuların kutsal kitaplara aykırı düşen tutumlarına ilişkin sözleriyle birlikte değerlendirilince Kraliçenin açık başının bizdeki inatçıları utandırması, hiç olmazsa düşündürmesi gerekir. Seçmenlerimiz inanç sömürüsü yaparak yönetimi ele geçirenlerin inatlarıyla nerelere gidebileceğimizi kestirmeye çalışmalı oylarının değerini bilmelidir. İş işten geçince yakınmanın yararı olsaydı “Son pişmanlık fayda etmez” sözü kullanılmazdı.

İktidar birşeyleri çok kötü yaptı. Muhalefet anımsanacak olumlu bir şey yapamadı. Kötülüklerden neyi düzeltti, neyi geri çevirdi, neyi önledi, neyi seslendirdi, hangi birlikteliği sağladı? Kimleri uyardı? Kimlere yardımcı oldu? Kimlerle ilgilendi? Anamuvafakat partisi görünümünden kurtulamayıp seçim atışmalarıyla ilgi toplanamaz. Seçim kazanmak için her yolu, her yöntemi geçerli sayan çağdışı anlayış tüm hızıyla hiçbirşeye aldırmadan sürüyor. İktidar ve muhalefet hiç fark etmiyor. Seçmen bıkkın ve şaşkın. Yeni çalışma yerlerinin açılışında konuk olarak bulunan önceki genel başkanlarını övgüyle kutlayacak yerde katkısına karşı çıkacak yönde hırçınlaşan partizanlar, militanlar duyuluyor. Kuruluşlarına bağlılıkları rozetle sınırlı olan sözde üyelerin varlığı en zararlı yığınaktır. Gençliğe, yenilenmeye, atılımlara, devingenliğe kapılarını kapamış bir yapı er-geç yıkılır. Yapılanları yadsımak değil, üstüne birşeyler eklemek başarıdır. Gelecekte düzenlenecek çizelge kimlerin ne olup olmadığını belgeler.

Ulusal dayanışma, toplumsal barışla sağlanır. Ulusal birliği yıkmak isteyenlere karşı kendi içinde birlik sağlayarak ilk yanıtı veremeyenlerin, karalama ve kavga yanlılarıyla birlikteliği kendi çıkarları için sürdürenlerin, yurttaşlık görevlerini ve tüzüksel yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin göstermelik toplantıları, kimseyi kandıramaz ve birşeye yaramaz. Siyasal güç sağlamadıkça, böyle bir oluşumu amaçlamadıkça hiçbir etkisi olamaz. Zaman yitirilir, o kadar.

Çanakkale savaşlarını anımsamak, Atatürk’ün “Topraklarımızda yatanlar bizim evladımız olmuşlardır” sözündeki yüceliği, insanlık anlamını kavramak günümüz için büyük derstir.

Ülkemizin, yurdu kurtarıp laik Türkiye Cumhuriyetini kuranların, birbirimizin değerini bilelim. Demokrasi siyasal bir oyun değil, çağdaş topluma yaraşan yönetim biçimidir, yaşama biçimidir. Devlette, özel kesimde gereklerine özenle uyarak yaşatıp koruyalım.

http://www.turksolu.com.tr/52/ozden52.htm