20 Ağustos 2016 Cumartesi

El Ele AKP – PKK İşbirliği,




El Ele AKP – PKK İşbirliği,


“Alt - Emperyal Güç” olma yolunda.., AKP – PKK El Ele








' Mehmet Bedri GÜLTEKİN '

Tayip Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığı, ABD’nin patron olduğu dünya sistemi içinde bölgesel çapta rol almanın adıdır.

Fethulah Gülen bu görevi; ‘Daha en az iki nesil ABD, dünyanın en büyük gücü olarak kalacak. Onun için ABD ile uyumlu hareket etmek, akıllı bir Müslüman’ın izlemesi gereken politikadır’ gerekçesiyle savunuyor.

Ahmet Davutoğlu ise “ Stratejik Derinlik ” adlı kitabında Türkiye’nin izlemesi gereken dış politikayı; ‘küresel dünya sistemi içinde yer alan alt bölgesel birlikte etkin olmak’ olarak tarif ediyor.

Bu anlayış son zamanlarda yandaş basında ve Fethullahçı basın yayın organlarında,  Batı Asya’dan çekilmekte olan ABD’nin yarattığı boşluğu Türkiye’nin “alt-emperyal güç” olarak doldurması gerektiği şeklinde sunuluyor.

Bütün bunlar biliniyor. AKP’ye ve F Tipi Örgüt’e alt-emperyal güç olma rüyalarını gördürenin, Atlantik ötesindeki büyük müttefik olduğu açık. 
ABD’nin, bölgeden çekilmek zorunda kalırken işlerini yürütecek taşerona ihtiyacı var.

Yeniden başlayan İmralı sürecinden sonra ABD’ye bağlı olarak Türkiye’de “alt-emperyal güç” olma misyonunu vehmedenlere PKK’nın da dâhil olduğu görülüyor.

NASIL “ ALT-EMPERYAL GÜÇ ” OLUNUR?

Gündem gazetesinde 6-7 Ocak 2013 tarihlerinde Delil Karakoçan imzasıyla, 
İktidar, İmralı sürecine neden gerek duydu? ” başlıklı iki köşe yazısı yayınlandı. Yazar, sorduğu soruyu özetle şöyle yanıtlıyor:

‘Osmanlı Devleti Kürtlerle anlaştıktan sonra Doğu’ya girmiş ve Batı’ya yönelmiştir. Şimdi AKP de Bölgesel güç olma arayışını aynı denkleme 
oturtuyor.

‘Türkiye’nin geleneksel Kürt politikası çökmüştür. Onun için AKP Kürtlerin Cumhuriyet içindeki konumunu yeniden tanımlamaktadır.

‘AKP; ABD ve bölgesel güçleri dışlayarak Bölgesel Güç olamayacağını anladı. Onun için “ Kürtsüz Türkiye ” politikasını terk etti.’

Gündem yazarı son derece açık konuşuyor: AKP, “ Bölgesel güç ”; veya daha çok AKP yalakalarının kullandığı ifadeyle söyleyecek olursak  Alt-Emperyal ” güç olmak istiyorsa, Osmanlı Devletinin yaptığı gibi Kürtlerle (yani kendileriyle) anlaşmalı.

Elbette Gündem yazarının da dediği gibi ABD olmadan “ Bölgesel güç ” olunmaz. Ama bu konuda sorun yok, AKP bu gerçeği iyi biliyor!

İZLENEN POLİTİKANIN GEREKÇELERİ 

Gündem Yazarı duruma ilişkin olarak bu tespiti yaptıktan sonra AKP’nin izlemeye başladığı bu yeni politikanın “pratik, politik ve ideolojik gerekçelerini” açıklıyor:

Pratik gerekçe; “Terörü bitirmek, PKK’yı silahsızlandırmak ve PKK’yı sınır dışına çıkarmaktır.”

Politik gerekçe; “Kürt varlığını kabul etmek, barışı ve huzuru sağlamak ve Türkiye’yi sorunlarını aşmış bir ülke yapmaktır.”

Yazara göre ideolojik gerekçeyi ise AKP henüz oluşturmamıştır.

AKP’YE İDEOLOJİK YARDIM!

Gündem gazetesinin yazarı, AKP’nin eksiğini tamamlıyor:
‘Ulusal devlet modelinden vazgeçmelisin. Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısını farklı dil, kültür ve halklar temelinde yeniden tanımlamalısın.’

Burada yapılan öneri, artık sonuna gelinmiş olan AKP Anayasasının nasıl olması gerektiğidir. Kısacası PKK, AKP’den, Türk Milleti tanımının Anayasa dışına sürülmesini istemektedir.

Ulusal devlet olmaktan vazgeçmek,Türk ile Kürd’ü tek bir millet olarak bir araya getirmekten vazgeçmek, ABD başta olmak üzere emperyalistlerin ve PKK’nın üzerinde birleştikleri programdır.

AKP’nin de esas olarak bu görüşü benimsediğini biliyoruz. Gerek emperyalistler, gerekse PKK, AKP’nin bu şekilde olan görüşünü bildikleri için “alt-emperyal güç” olma yolunda AKP’yi potansiyel güç olarak değerlendirmişlerdir.

Şimdi yapmaya çalıştıkları ise potansiyeli, fiiliyata çıkarmaktır.

İMRALI  AÇILIMI VE NEO OSMANLICILIK

PKK’nın yaklaşımını, AKP’nin son yıllarda dillendirdiği “ Neo Osmanlı ” Politikaları ve özellikle Irak ile Suriye’ye karşı izlediği politikayı göz önüne alarak değerlendirmek gerekiyor.
AKP, açıkça Irak’ın bölünmesinden yana bir politika izliyor. Suriye’de terör faaliyeti organize ediyor.

İşte PKK bu noktada devreye giriyor. Ve AKP’ye “ Bölgesel güç ” olmak istiyorsan  benimle anlaş diyor.

Yani “ Benimle anlaşırsan Kerkük’ü alabilirsin, Suriye’de rejimi değiştirebilirsin ” diyor.

Büyük bir kampanya ile başlatılan ve “ Barış Olacak” yalanları ile CHP’yi de yedeğine alan son İmralı sürecine bu açıdan bakmak gerekiyor.

http://sivrisinekcaz.blogspot.com/2013/01/el-ele-akp-pkk-isbirligi.html

****

AKP, PKK İşbirliği




AKP, PKK İşbirliği


AKP, PKK işbirliği,

AKP’nin Anayasa değişikliği Paketi’nin Meclis’te tartışılması sırasında ortaya çıkan saflaşma, hem Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu, hem de önümüzdeki tehlikeyi gözler önüne seriyor.
BDP, başka bir ifadeyle PKK, parti kapatmayı olanaksız hale getiren yasa görüşülürken 330’un altında kalma riski ortaya çıkınca AKP’den 
gelen talep üzerine hemen devreye girdi.
Önce iki, ardından beş oya ihtiyaç olduğu söylendi BDP’ye. 
Talep hemen karşılandı. 
5 BDP milletvekili salona girdi ve “ Evet ” oyunu kullandı. 
Dolaysıyla BDP’nin daha önce açıklamış olduğu, değişiklik paketini desteklemeyecekleri yönündeki açıklamaların, sadece “ Politika İcabı ” 
olduğu ortaya çıktı.

AÇIKLAMALAR - İTİRAFLAR,

Nitekim üç BDP’li ayrı ayrı, Partilerin katılmasına ilişkin değişiklik maddesinin görüşülmesinden hemen sonra görüşlerini açıkladılar.
Bunlardan özellikle Ufuk Uras’ın yapmış olduğu açıklama ibret vericidir ve son derece açıklayıcıdır. 
Ufuk Uras, beş BDP’linin oy kullanmış olmasının vermiş olduğu mesaj ile yetinmedi. 
Ayrıca basın toplantısı düzenledi ve şunları söyledi:
"Paketin 330'un altında kalması, Ergenekon'un zaferi olur. Ben, Parti grubunun ' Oylamalara katılmayalım ' yönündeki eğilimine uyuyorum ama bir risk görürsem, oylamalara katılmama kararımı gözden geçiririm. Bir yandan da, AKP'den taleplerimizle ilgili bir jest bekliyorum."
Parti’nin Şanlıurfa milletvekili İbrahim Bilici, “330'un altında kalınmasından aklıselim sahibi hiç kimse mutlu olmaz." dedi.
Şırnak milletvekili Hasip Kaplan ise, kendilerine düşen görevi, “ veciz ” sözlerle açıkladı: " Acil kan ihtiyacı olduğu zaman devreye gireriz."
Bu açıklamalar ek bir söz söylemeye gerek bırakmıyor.

GERÇEK SAHİP,

AKP ile PKK Anayasa değişikliği meselesinde kolkola vermişlerdir. BDP’nin, daha görüşmeler başlamadan seçim barajı ve bazı başka konularda taleplerinin karşılanmaması durumunda Paket’e destek vermeyeceklerini açıklaması, bu Parti’nin gerçek görüşünü ifade etmiyor.
Gerçekte PKK, AKP’nin değişiklik paketini kayıtsız şartsız desteklemektedir.
Bu tutum, her şeyden önce Paket’in gerçek sahibinin kim olduğunu gözler önüne sermektedir.
Paket’in gerçek sahibi Amerika’dır. Sonuç olarak Ulusal Devlete son darbeyi vurmaya hazırlanan ABD açısından AKP’nin paketi, Cumhuriyet’in hala direnen iki mevzisinin, Ordu’nun ve Yüksek Yargının ele geçirilmesidir.
AKP’nin Paketi’nin hedefe ulaşması demek, Ordu ve Yüksek Yargı mevzilerinin düşmesi demektir.
Etnik milliyetçi hedeflerine ulaşmanın biricik yolu olarak ABD ile beraber hareket etmeyi gören PKK’nın, bu durumda ABD’nin duruşundan farklı bir tavır alması düşünülemez.
Nitekim PKK, 1991’den bu yana, yani ABD’nin Birinci Körfez Savaşı ardından Bölge’ye yerleşmesinden sonra esas olarak bu ülkeyle uyumlu hareket etmiştir.

ELE GEÇMEZ FIRSAT,

İkinci olarak Değişiklik Paketi; her şeyi bir yana bırakalım, PKK için gerçekten ele geçmez bir fırsat sunmaktadır:
Türkiye’nin ulusal bağımsızlıktan ve Cumhuriyet’ten yana güçlerine karşı sürdürülmekte olan büyük saldırı, Batı Destekli Bölücülüğe karşı 
Türkiye Cumhuriyet’inin kendini savunma yeteneğinin baltalanmasından başka anlama gelmez.
Üzerinde şüphe olmayan gerçek şudur: Türk Ordusu’na ve Türkiye’nin yurtseverlerine karşı sürdürülen Ergenekon tertibi, Türk Ordusu’nun savaş yeteneğine küçümsenmeyecek bir darbe vurmuştur.
Haklarında hergün aleyhte propaganda yapılan; “ Rüşvet ”, “ Uyuşturucu ”, “ Masum sivillere yönelik sabotaj eylemleri ”, “ Üstlerine Suikast ”  ve “PKK ile işbirliği yaparak Mehmetçiği şehit etme” gibi suçlamaların, bombardıman biçiminde sürekli olarak propaganda edildiği koşullarda Ordu, elbette yıpranacaktır.

Amaçlanan da budur. Son kamuoyu yoklamalarında, en güvenilir kurum olan Orduya olan güven istikrarlı bir şekilde aşağı düşmektedir.

İşte şimdi AKP, Anayasa değişiklik paketiyle bu operasyonu, daha da ileri götürmek istemektedir. PKK’nın bu tablodan memnuniyet duyması doğaldır. Sunulan desteğin açıklaması budur.

MİLLETİN BEKLENTİSİ,

2003 yılında yapılan tezkere oylamasında yüze yakın AKP milletvekili, “ Hayır ” oyu vererek tarihi bir görev yerine getirmişlerdi. 
Bu “Hayır” oyları sayesinde Amerikan Askeri, Irak’a saldırıda Türkiye topraklarını kullanamadı.
O gün “ Hayır ” oyu veren AKP milletvekilleri milletimizin arzularına uygun hareket ettiler.
Önümüzdeki hafta Anayasa değişiklik paketi için ikinci tur oylamalar yapılacak. Milletimizin beklentisi AKP milletvekillerinin 2003 yılındaki onurlu duruşlarını tekrarlamasıdır.

Haçlı İrtica ve Batı destekli bölücülük kolkola vermiş, ABD emperyalizmin komutasında Türkiye’ye karşı saldırıya geçmiştir.
Bu saldırıya, Parti ayrımı gözetmeksizin bütün milletvekillerinin birleşmesi milletimizin arzusudur.


AKP, PKK İşbirliği 
Mehmet Bedri Gültekin 

30 Nisan 2010

KAYNAK ;

http://gizlibelgekalmayacak.blogcu.com/akp-pkk-isbirligi/7741708

****

VİCDANSIZLARI NALETLİYORUM..,





VİCDANSIZLARI  NALETLİYORUM..,




26 Ocak 2010
ANKARA

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Savaşta “ Allah Allah ” diye hücum eden bir ordunun..,
Camiyi Bombalayacağını İddia etmenin, “ Vicdansızlık ” olduğunu söyledi.

BAŞBUĞ'UN YUMRUĞUNU MASAYA VURDUĞU AN


“ Balyoz Darbe Planı ” haberlerine sert tepki gösteren Başbuğ, “ Darbe iddialarından hicap duyuyorum. Türk Ordusu’nun da bir sabrı var ”  uyarısıda bulundu.
Başbuğ, Atatürk’e İzmir suikastı nedeniyle yargılanıp beraat eden Kurtuluş Savaşı komutanlarından Korgeneral Kazım Karabekir’i anmak üzere dün Genelkurmay Karargâhı’nda düzenlenen tören sonrası gazetecilerle bir araya geldi. Bu planların 7 yıl öncesine ait olduğunu ve inceleme yapıldığını savunan Başbuğ, şöyle konuştu:

‘Allah Allah’ diye Cami mi Bombalanır

İddialar vahim. Bizim eğitimlerimizin yazıldığı belgelere talimname denir. Talimnamede hücumun nasıl yapılacağı yazılıdır. Saldırının son safhasında askere  “ Allah Allah ” diyerek hücum öğretilir. Askeri “ Allah Allah ” diye hücum ettiren bir ordu Allah’ın evine nasıl bomba atabilir?
(Kürsüye arka arkaya yumrukla vurarak) Bu vicdansızlıktır, Lanetliyorum.

Türk Ordusu’nun bir sabrı vardır

(Uzun süre suskunluğun ardından) Yine bu ordu içindeki kişiler kendi uçağını bilmem ne yapacakmış. Türk Ordusu’nun da bir sabrı var.

Asker Şimdi bölgede (Eliyle uzakları işaret ederek) elinde silah yine bekliyor bu ülkeyi, milleti. Siz orduyu nasıl böyle itham edersiniz?
Hiç mi vicdanınız yok? Yapanlara söylüyorum.

İncelemek kabul etmek değildir

İddiaların medyada yer alması üzerine elbette biz de bu plan semineri ile ilgili elimizdeki bilgileri toplamaya ve değerlendirmeye başladık. Ancak 7 yıl önce olması, bir de bizim kendimize göre yönetmeliklerimiz var. 5 yıl sonra normal olarak daha önceki faaliyetlere ilişkin elimizdeki doküman belgeleri imha ediyoruz. Biraz sabırlı olmak lazım. Bizim söylediğimizi değiştirmek gibi lüksümüz yok. Kara Kuvvetleri Komutanlığı konuya ilişkin detaylı incelemesini başlattı. Bu hafta içinde sonuçlanmasını istiyoruz. Sizinle de paylaşacağız. Belgeleri inceliyoruz, ama bu inceleme iddiaların kabulü anlamına gelmez.

1 Subay Hükümlü 10 kişi tutuklu

Yapısal eksikliklerimiz var, tamamlamak lazım. Bugüne kadar TSK içinde bilgi sızdırma kapsamında açılan soruşturma sayısı 61’dir.
Bunlardan 9 tanesi yargı safhasına dönüştü, 3 yıl hapis cezası alan 1 subay da TSK’dan uzaklaştırıldı. Şu anda 10 kişi de bu suçlamalardan tutuklu bulunuyor. Hata yapanı bulup yargılamak, sonuçlandırmak gerek.

Zamanı gelince kullanıyorlar

Bu sızdırmaların çoğunluğu da geçmiş zamanda gerçekleşmiş. Var birilerinin elinde, zamanı geldiği zaman kullanılıyor. Ama bu bilgi sızdırılması olmadığını göstermez. Zamanlaması da ayrı bir konu. Maalesef bu sızan bilgiler de değiştirilerek, eklemeler, vesaireler yapılarak işte zamanı geldiğinde kullanılıyor.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a İlettim,

Bizim kadar devletin de sorumlulukları var. Görüş, düşünce ve tekliflerimi Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a arz ettim. Elbette bu görüş, düşünce ve tekliflerimizin sonuçlandırılmasını da takip edeceğiz. Bazı konularda, bizim dışımızda da gerekli tedbirlerin alınması zorunluluğu var.

Kürsüyü Yumrukladı, 


ORGENERAL Başbuğ, Genel-kurmay’da Kazım Karabekir için düzenlenen törenden sonra gazetecilerin ısrarları üzerine NATO toplantısına gitmeyi erteleyerek salona döndü.Darbe iddialarıyla ilgili açıklaması sırasında sık sık kürsüyü yumruklayan Başbuğ, “Öyle bir durumdayız ki, hiçbir şey söylemesek o da yanlış yorumlara gidecek. Bu konulara ilişkin düşüncelerimi sizlerle paylaşmanın yararlı olduğunu düşündüm” dedi. Başbuğ, törende de Kazım Karabekir’in kızları Hayat Karabekir Feyzioğlu ve Timsal Karabekir Yıldıran’a plaket verdi.

Darbe Sözlerinden Hicap Duyuyorum


HİCAP duyuyorum, severek söylemiyorum. Türkiye’de darbe,  iddiaları ana gündem maddesidir. Darbe, darbe iddiaları, Bu kapsamdaki iddialardan TSK olarak rahatsızız. TSK’nın duruşu nettir, tekrar etme ihtiyacı duyuyorum. Türkiye 1960’lardan bu yana gelişti pek çok olay yaşandı. Biz TSK olarak bu olaylar geride kaldı, yaşanan olaylardan kendi payımıza alınması gereken dersi çıkardığımızı düşünüyorum.
Bugün 2010 Yılındayız, 2000’li yıllardayız. Artık Silahlı Kuvvetler olarak biz, ülkemizin ve toplumumuzun huzura ve barışa ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Bugün herkesin, 72 milyonun bizce artık yürekten inanması gereken husus şu olmalı, biz bu düşüncedeyiz.

Darbeden Kim Menfaat Sağlıyor


Biz diyoruz ki, demokrasilerde en ideal husus iktidarların seçimlerle, demokratik yöntemlerle yer değiştirmesidir. Darbe iddialarının gündemde kalmasından kim menfaat sağlıyor?

Başka ordulara benzetmeyin


Kimse TSK’yı, dünyanın başka ordularıyla mukayese etmek gibi hataya düşmesin. Biz ne Güney Amerika’nın bilmem ne ülkesinin ordusuyuz, ne Kafkaslar’daki bilmem ne ülkesinin ordusuyuz. Böyle bir hataya kimsenin düşmemesini özellikle rica ediyorum.,

http://www.hurriyet.com.tr/vicdansizlari-lanetliyorum-13587201

****


19 Ağustos 2016 Cuma

Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi Bölüm 2




Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi,
 Bölüm 2


Mustafa Kemal, Enver Paşa’nın tam Zıddıdır



kologlu


Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi aslında 1911’den öncedir. 1909 yılındadır. Trablusgarp’taki Belediye Başkanı Karamanlı, İtalyanlardan bol para almış, İtalya yanlısı olmuş. Türkler gitsin diye kampanya yapıyor.
Daha önce Şam’da görev yaptığı ve Arapları iyi taınıdığı için Mustafa Kemal’i gönderiyorlar, resmi görevli olarak. Yumuşak bir çözüm arama yöntemi olduğu çok açık. Savaşçı değil. Şaşırtıcı bir şey.




Mustafa Kemal çok özel bir vak’a
TÜRKSOLU: Mustafa Kemal’in de İttihatçı olduğu kısa bir dönem var. Tabii daha sonra kopuyor İttihatçılardan. Halbuki İslamcı tarihçiler O’na hep İttihatçı yakıştırması yaparlar. Bu ne kadar doğru?
ORHAN KOLOĞLU: Mustafa Kemal çok özel bir vaka. Enver’i aldığımız zaman, aynı sene doğmuşlar zaten. Enver, tesadüf olarak, çabuk eğitim gördüğü için, çünkü Atatürk’ün aile meseleleri olmuş, Atatürk, Enver’den iki sene sonra mezun olmuş.
Enver mezun olur olmaz Balkanlar’a tayin edilir, Manastır’a. Komitacılarla mücadele eder. Kendini gösterme fırsatı bulur. Atatürk ise iki sene sonra subay olur, Şam’a gönderilir. Şam’da ayaklanma yok ki. Ama Atatürk’ün de Arap ne yapıyor, tetkik etme şansı oluyor.
Enver, mücadelenin içine girer ve İstanbul’u da, yani iktidarı da paylaşmak için kavga edenlerin içine girer. Dolayısıyla Enver’in psikolojisinin çok farklılaşması normaldir. İçinde yaşadığı şey topyekün bir ayaklanma ve Osmanlı’yı parçalama hareketidir. Hâlbuki Şam’a gittiğin zaman ne var? Hiçbir şey yok.
Atatürk’ün çok ilginç bir örneği var. Araplara karşı davranışındaki farklılık. 1918’de Atatürk o cephenin kumandanı Halep’te. Tam yenilmişiz, Araplar yüzünden hem de. Mesela emrinde çalışan bir Arap subay var, 1918 artık, Halep’ten tamamen çekiliyor yukarıya. Atatürk başkumandan. Gelmiş hemen “Paşam” demiş “Ben Trablusşamlıyım. Orada ailem var. İngilizler, Fransızlar geliyorlar. Onlar memleketimi işgal edecekler. Ben ailemi de kurtarmak istiyorum. Bana izin verir misiniz?”
Bozguna uğramış bir ordu kaçarken başkumandana gelip de bunu söyleyen adamı idam ederler. Atatürk şöyle yanıt verir:
“Tabii, haklısın. Git orada aileni ve milletini kurtar. Ama sonra bizimle işbirliği yaparsın bağımsızlık için.”
Demek ki, ilk Şam’a gittiğinden beri bazı şeylere hazırlanmış.
kologlu1İttihatçılık demek olayların sürüklenmesine kapılmaktır
TÜRKSOLU: Mustafa Kemal’in 1904-1905 yıllarında yaptığı bir değerlendirme var. ‘Yapmamız gereken, Türk nüfusunun ekseriyette olduğu bölgelerin güvenliğini sağlamak. Çünkü Osmanlı er ya da geç yıkılacak.’ diyor. Bunu söylediği zamana baktığımızda Türk nüfusun ekseriyette olduğu alan bugünkü Makedonya, Kosova, Batı Trakya’dan Selanik’e kadar olan bölge, Bulgaristan’ın güneyi, bugünkü Halep’le Kerkük arasına bir çizgi çizin, kuzeyi Türk nüfusunun çoğunluk olduğu yerler. Bu alanı aslında Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nda savunuyor. Kudüs’ü savunmayalım, Halep’i savunalım diyor. Mustafa Kemal’in böyle bir stratejisi var. Bu strateji niye savunulmadı, savunulsaydı ne olurdu?
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçılık maalesef olayların peşinde sürüklenmektir. Enver dağa çıkmış, bütün komitacılarla silahlı mücadele veriyor ve birçoğunu da yok ettiği için Osmanlıcı filan görülüyor. Bunu yaparken Meşrutiyet’in ilanını kendisi söylüyor. Bunun üzerine uluslararası bir olay olarak bütün Avrupa basını ve Türk basınında Enver’in resimleri çıkar hürriyet kahramanı diye. Tamamen palavra. Bir imparatorlukta Meşrutiyet’i getiren adam olarak bütün dünyaya ilan edilir. O Enver işte biraz sapıtır. Ondan sonra da zaten Hareket Ordusu da yok, herkes Enver’e bakar olur. Enver İttihatçılığın merkezi haline getirilir. Talat’ın bile önüne geçer.
Atatürk konusunda benim dikkatimi şu çekti. 1909’da Atatürk İttihat ve Terakki’ye giriyor. Mason olmadığı halde o locaya girip yemin ediyor. Eğitim-i Umumi üyesi falan. Önemli bir İttihatçı.
1909 İttihat ve Terakki kongresinde siyasetten orduyu çıkaralım, asker siyaset yapmasın konuşması var. Bu beyin, kafa meselesi. Enver asker olarak meşrutiyeti ilan etmiş, her şeyi yapmış, en öne fırlamış. Libya savaşı başlar. 1911’de İtalyanlar gelmiş. Subaylar gizlice katılıyorlar. Hem Atatürk hem de Enver var, hepsi geliyor. Birdenbire Enver Trablusgarp cephesinin başkomutanı ilan edilir. O dönem binbaşı olan bir adama başkumandanlık verilmesi de bir acayip.
Enver’i maalesef kabul edelim ki bütün dünya sürüklüyor. Balkanlar, Meşrutiyet’in ilanı, Trablusgarp’ta başkumandan, en sonunda da Osmanlı ordusunun başına getiriliyor.
Atatürk’ün yapısının çok acayip olduğunu kabul etmek lazım. Bütün çalışmaları, bilhassa okuduğu kitaplar incelenirse çıldırırsınız. Binlerce kitabı okuyunca ne anlar diyeceksiniz? Dünyadaki bütün tartışmaları takip ediyor ve dünyanın nereye gittiğinin farkında. Demin bahsettiğim Arap subaya söylediği lafa dikkat edin.
TÜRKSOLU: Atatürk, sizin daha önce söylediğiniz Osmanlı aydınından farklı sonuçta.
ORHAN KOLOĞLU: Müthiş. Kabul etmek gerekir ki, Allah vergisi bir şey bu.
TÜRKSOLU: Bir emperyalist ülkenin güdümüne girip ya da ondan maaş alıp, ona bağlanıp, onun sunduğu çerçeveden bakan biri değil de kendi çerçevesinden bakan biri.
ORHAN KOLOĞLU: Kesinlikle. Hatta başka bir şey diyeceğim, ben Trablusgarp’taki savaş üzerine çok çalıştım. Zaten, biliyorsunuz, babam Sadullah Koloğlu Libya’nın ilk başbakanıdır. Biz Türk’üz, ama Libya’da yaşayan Türklerden. Libya bağımsızlığını kazanınca, Türkiye’den rica ediyorlar, devletin de izni ve onayıyla babam Libya’ya gidip bir süre başbakanlık yapıyor. O yüzden Libya benim özel ilgil alanımdır. Trablusgarp Savaşı’nı da doğal olarak iyi bilirim.
Şimdi, orada sadece bahsi geçen adam Enver Paşa’dır. Öbürlerini adam yerine koymazlar. Atatürk, ama mesela, Trablusgarp’taki Alman subaylarına karşıdır.
Trablusgarp’ta Osmanlı ordusundaki Alman subaylar
Bingazi cephesinde Enver’in yanında Türk ismi taşıyan en az 5 Alman subayı bulunduğunu biliyoruz. İsim isim saptadım. Ömer Bey (V. Cumppenberg), Şükrü Efendi (Sch. Aus M. Teğmen), Kasım Efendi (Insterburg’lu Üsteğmen K.), Faik Bey (Coburg’luTeğmen B.). Ordunun ıslahı için 1883’te Osmanlı’ya gelen Von der Goltz döneminden subaylar. Atatürk ise bu Alman subaylara her daim karşıdır.
TÜRKSOLU: Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusundaki Alman subaylar bilinir ama Trablusgarp’taki direnişte de Osmanlı subayı gibi giyinmiş, kuşanmış, savaşan Alman subaylar var mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Tabii ki var. Hatta Teşkilat-ı Mahsusa oradan çıkar. Almanlarla bağlantılı, dikkat edin.
Bingazi cephesinde Enver’in yanında Türk ismi taşıyan en az 5 Alman subayı bulunduğunu biliyoruz. Bunları isim isim saptadım. Ömer Bey (V. Cumppenberg), Şükrü Efendi (Sch. Aus M. Teğmen), Kasım Efendi (Insterburg’lu Üsteğmen K.), Faik Bey (Coburg’luTeğmen B.).
TÜRKSOLU: Yıl 1911. Daha Birinci Dünya Savaşı yok, Osmanlı-Alman ittifakı kurulmamış. Ne işleri var Alman subayların Trablusgarp’ta?
ORHAN KOLOĞLU: Ordunun ıslahı için 1883’te Osmanlı’ya gelen Colman von der Goltz döneminden subaylar.
Atatürk bunları hiçbir şekilde sokmadı içine.
TÜRKSOLU: Yani, diyorsunuz ki, Mustafa Kemal Trablusgarp’ta bile Alman mevcudiyetine karşı çıkıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Her şeyine karşı çıkıyor. Yabancıyla fazla ilişki içerisine girilmesini istemiyor. Bu bir Allah vergisidir. Bir kafa, düşünce meselesidir ama acaba Atatürk’ü Enver Paşa gibi Manastır’da veyahut da dağlarda vuruşmaya çıkarsalardı ne olurdu? Onu bilemiyoruz. Demek ki şartlar gereği önce gidip de Şam’da etrafı görür, gelip de İttihat ve Terakki’ye katılır ama İttihat ve Terakki’nin bütün kadroları belirlenmiştir. Yedek olarak katılıyor. Öne geçemiyor.
kologlu2TÜRKSOLU: Acaba Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki kongresinde ortaya koyduğu strateji izlenseydi ve ordu siyasetten ayrılsaydı, dolayısıyla ordu bölünmeseydi belki Balkan Savaşları’ndaki o büyük hezimeti de yaşamayacaktık.
ORHAN KOLOĞLU: Bu şekilde de yorumlanabilir ama İttihat ve Terakki 1909 yılında iktidara geldi. Aslında Osmanlı ordusunun hepsi İttihat ve Terakki’ye bağlı değil. Padişahın atadığı bütün paşalar İttihat ve Terakki gelince tasfiye edildi. Onların adamları da atıldı. O atılanların hepsi de muhalefet yaptı. Ordunun içinde bölünme var. Atatürk olsaydı o bölünme olmayacak mıydı? Belki olurdu, belki olmazdı tahmin etmek güç. Ama sonuçta ordunun içinde öyle bir tasfiye oluyor ki, padişaha bağlı olanlardan hiç paşa bırakmıyorlar. İşte o zaman ister istemez bir kavga çıkıyor.
Buradaki en akıllı adam Abdülhamid’dir. Hiçbirine onay vermemiştir. Çok şaşılacak bir durum. Hepsini paralarıyla besledi besledi ama sonra hiçbirini kabul etmedi. Başka çaresi yok çünkü. Herkesi oynatıyor, ondan sonra da bütün adamlar kaçarlar. Abdülhamid’den para alanların hepsi yurtdışına kaçtı.
Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi 1911 değil 1909’dur
TÜRKSOLU: Kitaplarınızda da bahsediyorsunuz, Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi aslında 1911’den öncedir.
ORHAN KOLOĞLU: Evet, 1909 yılında. Arapların daha Osmanlı’dan ayrılışının başında Trablusgarp’taki Belediye Başkanı Karamanlı, düşünün ismi de Karamanlı, İtalya yanlısı. İtalyanlardan bol para almış, İtalya yanlısı olmuş. Türkler gitsin diye kampanya yapıyor. Böyle bir şey görülmemiştir. Atatürk gidiyor, pazarlık yapıyor, yumuşatıyor, 1909 yılında. Oradan hatta yukarıya da çıkıyor. Yukarıdaki şehirlere de çıkıyor. Ama dikkat edin, müthiş bir şey var. Resmi görevli olarak gidiyor.
TÜRKSOLU: Kim gönderiyor? Hangi iktidar zamanında?
ORHAN KOLOĞLU: 31 Mart’tan sonra gelen iktidar. Dolayısıyla gayet enteresan. Burada bir şey var. Atatürk’ün yumuşak bir çözüm arama yöntemi olduğu çok açık. Savaşçı değil. Şaşırtıcı bir şey. İstiklal Savaşı yaptı diye eleştiriliyor ama aslında Atatürk savaşçı değildir. Enver Paşa ise tam savaşçıdır. Ama belki kader bu. Adamı tutup da illa ki, Balkan dağlarında savaşa gönderirsen savaşçı olur. Sürüklenmiş yani. Bütün dünya birden dünyanın en büyük özgürlükçü adamı diye ilan ederse böyle olur. Atatürk hep düşünür. Ordunun içindeki ayrılışın çözümlenmesi, nasıl çözülecek? Ne demiştir bilmiyoruz ama İttihatçıdır kendisi de. İttihatçılığa dayalı bir çözüm üretmeye çalışmıştır.
Buna şöyle de bakabilirsiniz, İstiklal Savaşı’nı başlattığı dönemdeki taktiği düşününce, adamda taktik var. Karşıtlarını nasıl bertaraf ediyor. Hakikaten adım adım öyle bir götürüyor ki, benim en çok şaşırdığım odur, tam Fransa’yla anlaşma yapar, İnönü, Sakarya, ilk zaferler sonrası, Meclis”te “Köylü efendimizdir” lafını eder. O işte insanı aptala çeviriyor. Köylüden efendi olur mu? Osmanlı’nın tamamen reddettiği bir kesim. Demek ki toplumun tabanıyla bir harekete girişeceği fikri hâkim. Nitekim bütün devrimiyle getirdiği şeyler hep orayla ilgili. Toplumun tabanı gelişsin. Enver’in yaptığının tam zıddı. Meclis falan kuruyor.
Enver’i de şartlar itmiştir. Şartlar dâhilinde değerlendirmek gerekir. Libya’ya gidiyorsun, İtalyanları tamamen durduruyorsun. Başkumandan olmuşsun.
Mustafa Kemal daha başlangıcından itibaren arka planda tutulan bir adam. Ama kendi de giriyor. Şam’dan kendisi gidip İttihat ve Terakki’ye giriyor. Demek ki, kafasında İttihatçılığa bir bağlılık var. Onun bir çözüm olacağını düşünüyor.
Atatürk’ün en büyük farkı yabancılarla hiçbir zaman işbirliğine girmemesidir
TÜRKSOLU: Günümüzde artık İttihatçılık dendiği zaman akla gelen şey, aslında 1913 sonrası İttihatçılık. Ama o dönemde zaten Atatürk çoktan kopmuş onlardan.
ORHAN KOLOĞLU: Doğru. 1913 öncesinde Türkçülük de yok. Ondan sonra da mecburen Türkçülüğe gidiyorlar. Bir de Almanlar kısa bir süre içerisinde Orta Asya’da Ruslara karşı bunları kullanıyorlar. Dikkat edin, Atatürk hiçbir yabancıyla işbirliğine girmiyor. Ne İngiliz, ne Fransız hiçbiriyle. Fransızı yendiği halde ihtiyatlı, uzak duruyor.
Çok yanlış olarak komünist filan derler, ben bunu hem de Azerbaycan’da ve Gürcistan’da katıldığım konferanslarda öğrendim. Orada aldığım bilgilere göre İstiklal Savaşı sırasında bizim ordunun hiçbir silahı yok. Bolşeviklerden silah almak istiyorlar. Bolşevikler şart koşuyorlar bizim gibi olun diye, kabul etmiyor.
Hatta komünist partisi lideri Mustafa Suphi biliyorsunuz Trabzon’da öldürüldü filan. Hiç karıştırma filan yok ama İstiklal Savaşı’mıza gelen para yardımının %82’si Bolşeviklerdendir.
Aslında Bolşeviklerin parası değil, Orta Asya’daki Türkler gönderiyor ama Lenin izin vermezse gelmezdi. Atatürk onun karşılığında kendi komünist partisini kurduruyor. Fevzi Çakmak gibi bir iki güvendiği adamını da başkan yapıyor. Böylelikle kontrol altında tutuyor. Demek ki, çok güzel politik oluşum yeteneği var.
Enver hızla sürüklenmiş. Arkasından o kadar bağrışma var ki. Almanlara fazla bel bağlamış. Atatürk hiçbirine güvenmiyor. Ne Bolşevik’e ne Almana ne İngilize.
TÜRKSOLU: Çünkü hepsinin Osmanlı’yı parçalamak istediğini görüyor. Bir ünlü sözü var ya Birinci Dünya Savaşı’nda “Ya İngiltere bizi parçalayacaktı ya da Almanya bizi sömürecekti” diye.
ORHAN KOLOĞLU: Çok güzel saptıyor. Ondan sonra yaptığı şey, ben ona hayran kaldım, çünkü Arap kaynaklarında çok çalıştım, Şerif Hüseyin’in yaptığı şeyler, Lawrence üzerine. Arap subaya söylediğini düşünün. Bütün Şerif Hüseyin’in ve oğullarının ayaklanmalarını bilen, Faysal tarafından Suriye’den kovulan Atatürk. Ama ne diyor Arap subaya “git aileni kurtar sonra beraber olalım” diyor. Faysal’ın yaptığını da pekala biliyor. Kendisi Cumhurbaşkanı olduktan sonra hem Faysal’ı hem de Ürdün Kralı Abdullah’ı, ikisini birden Ankara’ya çağırıyor. Bu ne muazzam bir politika. Akıl hayal almıyor. Venizelos’a da aynısını yapıyor. Venizelos Nobel’e aday ilan ediyor. Demek ki, bir Allah vergisi zeka.
TÜRKSOLU: Bakıyor ki batıdan İtalyan tehdidi var, Venizelos muzdarip. Güneyden İngiliz tehdidi var. İki kral da bundan muzdarip. Esas büyük tehlikelere karşı onlarla birleşiyor.
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçıların içinden çıkan o Ahrar Fırkası’na geçen albaydan bahsedeyim. İttihatçı adam, biliyorsunuz tam karşı düşünceye geçer, sonra da yurtdışına kaçar. Kürt Şerif Paşa, Aziz Ali var mesela. Libya’da savaşıyor mesela, sonrasına bakarsan aklın şaşar.
Önce İttihatçı sonra Arap milliyetçisi olan Aziz Ali
TÜRKSOLU: Aziz Ali’nin öyküsü Osmanlı aydınının yaşadığı bunalımın çarpıcı bir örneği. Biraz anlatır mısınız?
ORHAN KOLOĞLU: Aziz Ali, Memluk denilen, yıllarca Mısır’ı idare eden Orta Asya, Türk, Çerkez kökenlilerden. Çünkü Mısır’ın halkının büyük kısmı biliyorsunuz Hıristiyan. Bunlar hep üstte kalma mücadelesi veriyorlar. Bunun sebebi okuryazar kesimin çok az olması.
Libya Savaşına katılıyor. Verilen paraları İngiliz’e teslim ediyor, askerlerle beraber. Bu bir İttihatçı subay. Enver’ler falan Balkan Savaşı nedeniyle Libya’dan ayrılınca her şeyi buna teslim ediyorlar. O da tutup İngilizlerin safına geçiyor. Aziz Ali İstanbul’a çağırılıyor ve idama mahkum ediliyor. İngiliz Büyükelçiliğinin araya girmesiyle affediliyor. Gemiye bindirilip Mısır’a gönderiliyor.
Mısır’da büyük törenle Arap milliyetçisi olarak karşılanıyor. İngilizler gene de şüphe ediyorlar, İttihatçılıktan geldiği için milliyetçi bir tarafı var. Arap milliyetçiliği yapar diye. Bunu İspanya’ya sürüyorlar. Oradayken, çok da önemli adam, İran’dan çağırıyorlar bunu, ordumuzu kur diye.
Ondan sonra geri dönüyor ve Arap milliyetçiliğine destek oluyor. İttihatçı diye bahsedilenlerin ne olduklarına şaşırmamak mümkün değil.
Kürt Şerif Paşa bile bir zamanlar İttihatçıydı
TÜRKSOLU: Ünlü Kürtçülerden Kürt Şerif Paşa’nın da İttihatçı bir dönemi var. Kitaplarınızda bahsediyorsunuz.
ORHAN KOLOĞLU: Şerif Paşa İttihatçı subay diye bilinir ama subay değil. Babası Abdülhamidçi bir paşadır. İstanbul’da doğmuş. Ermeni Bogos Nubar Paşa ile birlikte Paris Barış Anlaşması’na Kürtler adına tezkere veren kişidir.
Kürtçü hareketten bahsedilir. Ben kitabımda bir şey belirtmeye çalıştım. Türk dediğiniz zaman Osmanlı’da ne anlaşılır? Aşiretler. Dağlarda çöllerde yaşayan insanlar. Kürtler de budur. Zaten Kürtler tarih boyunca ne devlet olmuşlardır ne de bir şey. Samimi olmak lazım. Çünkü coğrafyaları müsait değildir.
Sadece Abdülhamid değil, bütün ondan evvelki padişahlar da eski bölgenin ileri gelenlerini satın alıp “devletlü” yaparlardı. Ama artık şehirli olmuş. Kürdün hepsi dağlık aşiretidir.
Kürt Şerif Paşa dediğimiz adam ise İstanbul’da doğmuş. Babası Sadrazam olmuş, padişahın en önemli adamıdır. Fransa’ya gidip tahsil yapmış. Ailesinin doğduğu şehri, kasabayı bilmiyor. Zaten oralarda doğmamış, memleketini bilmiyor. Kürtlüğü nedir bunun? Kürtlüğün o zaman yazısı da yok.
Derken Abdülhamid’in tavladığı aile. Bunu alıp Paris’e askeri ataşe yapıyor. Abdülhamid’in bir adamı ataşe yapması ajanlaştırması demektir. Oradan da İsveç’e elçi olarak gönderiliyor. Demek ki ne kadar padişah gözdesi. Orada elçi olarak 12 yıl kalıyor.
Elçilik yaparken İttihatçı Ahmet Rıza’yla temas kuruyor, ona para yardımı yapıyor. Sonradan jurnalleri çıkıyor ki, onları padişaha haber veriyormuş. İttihatçılar iktidara gelince bu sefer de onlardan mebus olmak istiyor. Bu sefer İttihatçılar karşı çıkıyorlar.
O zamanlar İstanbul’da kurulan Kürt Teali Cemiyeti’ne katılmıyor. Paris’e gidiyor, İttihatçı karşıtlığı yapıyor. Paris’te çıkardığı derginin tamamını taradım. Oradan İttihatçılara saldırınca bu sefer Kürtler onu lider gibi göstermeye başlıyorlar. İttihat Terakki ve Enver adam yolluyor dursun diye. Suikast düzenliyorlar. Paris’te evinde öldürmeye kalkıyorlar. Yaverini vuruyorlar. Ondan sonra tamamen İttihat ve Terakki aleyhtarı oluyor ve Kürtçülüğe asıl o zaman başlıyor.
Bütün o yayımladığı dergide, İttihatçı düşmanı olmasına karşın, 1915 Ermeni Tehcirinden hiç bahis yok. Çünkü o tehcirden önce Ermeniler Van’ı basıp bütün Kürtleri de öldürmüş.
Ermeniler ve Ruslar geliyor, Doğu Anadolu’ya girerlerse kimi öldürürler? Kürtleri öldürürler. Hem bir Kürtçü olarak orada sadece Kürt var diyorsun hem de öldürülenlerden bahsetmiyorsun.
Demek istemiyorum ki, Kürdün de çok iyisi var. Onlarla işbirliği yapanı da olabilir ama adamlar önce Kürt dahil temizlemek istiyorlar. Şerif Paşa’nın dergilerinde Ermeni olayından tek satır yok. Onları söylesene. 1918-19’da bu sefer onlarla beraber bağımsızlık harekâtına başlıyor ama Ermeni’nin aşağıya indiğinin farkında değil.
İttihatçılar Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırdı
TÜRKSOLU: İttihatçıların bir duruşları yok mu?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır yok. İttihatçı dediğin ismi çok güzel, kuruluşu çok güzel. Ben Talat Paşa’ya çok da saygı duyarım ama kurdukları yapı her tarafından çözülen Osmanlı’yı yaratmıştır. Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmışlardır. Atatürk’ün bütün karşıtlığı orada. Dikkat ederseniz Kurtuluş Savaşı’na  İttihatçıların hiçbirini sokmuyor. Haklı. Çünkü hâlâ kafalar eskide. Nereye yanaşacakları belli değil.
TÜRKSOLU: Enver Paşa yıllarca Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşıyor, sonra Bolşevik yanlısı oluyor. Bakü’de kurultaya katılıyor. Daha sonra da Bolşeviklere karşı Basmacı isyanına katılıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Kafa karışıklığı onlarda çok fazla. Bunda aslında İttihatçı kesimi veya İttihatçı grubu, Osmanlı’nın kafa karışıklığının belirme örneğidir. Namık Kemal’ler de İttihatçılıktan padişahçılığa geçiyorlar. İttihatçılıktan çıkıp Kürt milliyetçisi olan, Arap milliyetçisi olanlar var. Demek ki, bir çözüm olarak çok milliyetçi 1830 bildirgesiyle milliyet-i hakime, milliyet-i Rum bir kere bu başlayınca bölünme durdurulamıyor. Bunu toplarım diye Osmanlı mantığı içinde İttihatçı birleştirici yöne bakmak lazım. Çok güzel fikir. İtiraz etmiyorum. Milletleri toplayalım. Osmanlı zaten 30-40 milleti toplamış. Toplamak için bir İttihat lafı çok güzel. Ama Osmanlı’nın artık sonunu getirecek gücü yok. Tam tersine işler daha da kötü oluyor.
Enver Paşa iyi bir kumandan değildi
TÜRKSOLU: Atatürk-Enver karşılaştırmasında ilginç bir durum da Sarıkamış ve Çanakkale farklılığı. Aşağı yukarı aynı dönemde. Birinde Enver komutan, hezimet var. Diğerinde Mustafa Kemal’in büyük bir zaferi.
ORHAN KOLOĞLU: Enver’in bir savaş ustası, cephe kumandanı olmadığı ortada. Enver siyasetin içine bunalıp girmiş. Bütün hayatına dikkat ediniz, nerede savaştı dedik, bir savaşı Libya. Hareket Ordusu’nda yok mesela. Bütün işi siyaset.
Arkasından Libya’da savaşıyor. Libya’daki de kesin bir savaş değil. Çöldesin, İtalyanlara karşı Sunusiler yardım etmiş ve İtalyan sahilde tıkanmış kalmış. Savaşmamış bir adam Trablusgarp direnişinin başkumandanı yapılıyor. Halbuki Enver sadece Derne bölgesinde. Asıl savaş ise Bingazi’de, Tobruk’ta. Savaşla alakası yok. Savaşan adam değil.
Arkasından ne var? Balkan Savaşı için Libya’dan gidiyor. Edirne’yi kurtardı diyorlar. Edirne’yi o kurtarmış değil. Yunanlılarla Bulgarlar birbirine giriyor, Bulgarlar Edirne’den çekiliyor, o gidip alıyor, Edirne’yi kurtardı diyorlar. O kurtarmayla başkumandan oluyor. Kaldı ki kurtarma harekâtını yürüten de o değil. Enver cephelerde hiç yok ama başkumandan ilan edilmiş.
Buna mukabil Mustafa Kemal, cephede askerle beraber yürüyen adam. Çanakkale’de askerin önüne geçiyor. En önde giden adam, vuruluyor. Atatürk’ü Allah kurtardı diyorum.
TÜRKSOLU: Bu ilginç söyleşi ve verdiğiniz değerli bilgiler için teşekkür ediyoruz.
ORHAN KOLOĞLU: Ben teşekkür ederim. Başyazarınız Gökçe Fırat’a da hakkındaki davalar için geçmiş olsun diliyorum. Çıldırdılar resmen, eli kalem tutan herkesi Silivri’ye tıkmak istiyorlar.



Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi BÖLÜM 1



Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu ile söyleşi,

  BÖLÜM 1


kologlu

Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu ile İttihatçılar ve İttihatçılık üzerine konuştuk. Röportajı gazetemizin sahibi ve sorumlu yazıişleri müdürü Özgür Erdemgerçekleştirdi.




Mustafa Kemal’den önceki Osmanlı aydınları ya devlet memuru ya da ajandı

Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı karşıtı ittifak
TÜRKSOLU: Yeni bir dünya savaşına doğru gidiliyor ve İttihatçılar Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı’nın kaderini yönetmişlerdi. Verdikleri kararlar neticesinde Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Başka çareleri var mıydı, bunları konuşmak gerekiyor.
İttihatçılar üzerinden konuşursak, 1908-1914 arası 6 yıllık dönemde Osmanlı İmparatorluğu üzerinde bir İngiliz-Alman mücadelesi var. Tabii Rusya’nın da ayrı bir ajandası mevcut. Fransa ise tetikte bekliyor. Emperyalistler arası çatışma açısından bakarsak, o günleri nasıl değerlendirebiliriz?
ORHAN KOLOĞLU: 19. yüzyılın ortalarına gittiğimizde, malum Kırım Savaşı, 1854’ler… İngilizler, o dönem Rus’un aşağıya inmesine karşı. Ama 1800’lerin sonlarına doğru yavaş yavaş birleşiyorlar.
1878’de Almanların Osmanlı ile Ruslar arasında yapılan Ayastefanos Antlaşması’na müdahale etmesi ve işgal edilen İstanbul’dan sonra Balkanlar’ın da iade edilmesini sağlamasından sonra Ruslar o zaman politika değiştirerek İngiltere karşıtlığını bırakıp Almanya’ya karşı İngiliz-Fransız ittifakına katılıyor.
kologluroportaj1TÜRKSOLU: O dönem II. Abdülhamid’de de bir Alman hayranlığı var.
ORHAN KOLOĞLU: II. Abdülhamid’in de Almanlardan destek alması, bilhassa ordu için Alman eğitimi başlatması, apayrı bir dönemi başlatıyor.
İlk defa zaten 1878’den itibaren Almanya’da dünya liderliği çalışmaları başlıyor. Almanlar, İngiliz-Fransız-Rus ittifakına karşı müttefik arıyor. II. Abdülhamid’i zaten yanına almış. İtalya, yavaş yavaş Almanya’ya yanaşıyor. Bir de Avusturya, tam Avrupa’nın ortası… Kısacası Rus’a karşı olanlar, Almanlar, İtalyanlar ve Avusturya-Macaristan, birleşiyor. Bu Üçlü İttifak. İngiltere-Fransa-Rusya işbirliği ise, biliyorsunuz Üçlü İtilaf. Yavaş yavaş birbirlerine karşı yarışa giriyorlar.
TÜRKSOLU: Asıl paylaşılmak istenen Osmanlı değil mi?
ORHAN KOLOĞLU: Bilhassa 1908 yılında İngiltere ve Rusya arasında Reval toplantısı var. Bu toplantı hakkında bizim İttihatçılara bilgi ulaştıranlar da İtalyan ve Almanlar. Oradan Osmanlı’nın paylaşılacağı mesajını ulaştırıyorlar. Zaten, Meşrutiyet ilanının üzerine geliyor. Aslında tamamen dünyanın paylaşılması hususunda iki grup arasında da denge farkı var. Avrupa’daki grup, Almanya-Avusturya-İtalya ufak bir grup. İlk defa ortaya çıkıyorlar. Öbürleri de dünyayı zaten paylaşmış olanlar. Rusya bütün Orta Asya’yı almış, İngiltere bütün Afrika’ya ve Amerika’ya hâkim, Fransa da öyle. Dolayısıyla biz tam paylaşma içindeyiz. Bunun içinde İttihatçıları yönlendirecek başka güç yok. Mesela şunu da söyleyeyim, Osmanlı’nın paylaşılma şekline Üçlü İtilaf karar vermiş.
Özellikle de hakikaten II. Abdülhamid politikayı çok iyi öğrenmiştir. Araplar da dâhil ne kadar alıp götürüyorlar, her şeyin çok iyi farkında. Burada ister istemez bir tercih yapmak durumu beliriyor. Bir de ordunun bütün eğitimi 1882’den itibaren hep Almanlara verilmiş. Onlar da yeni beliren kendi Alman İmparatorluklarının çıkarlarına bakıyorlar. Bakarken de kullanacağı adamları, kendi gönüllü gelmiş olanlar içerisinden seçiyor. İçinde gerçekten nereye bakacağını bilen yok.
Osmanlı’da düşünür kesimi diye bir şey yok. Biraz düşünür olanı II. Abdülhamid satın alıp devlet memuru yapıyor.
Düşünün hatta Namık Kemal gibi bir adam, özgürlükçü diyorsunuz, sonradan kaymakam olup gidiyor. Mizancı Murat, İttihatçıların lideri, sonra geliyor Padişah’a memur olup susuyor.
kologluroportaj2II. Abdülhamid aydınları satın alarak sustururdu
TÜRKSOLU: O dönemin Osmanlı aydını da bu emperyalist seçeneklerden birini seçmek durumunda kalıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Osmanlı yapısının içindeki düşünür kesimini ele alırsak, şunu belirtmek lazım, çok önemli bilgidir, Osmanlı’nın içinde düşünür kesim dediğin zaten devletin memurlarıdır. Düşünür kesimi diye bir şey yok. Biraz düşünür olanı II. Abdülhamid satın alıp devlet memuru yapıyor.
Düşünün hatta Namık Kemal gibi bir adam, özgürlükçü diyorsunuz, sonradan kaymakam olup gidiyor. Mizancı Murat, İttihatçıların lideri, sonra geliyor Padişah’a memur olup susuyor. Dolayısıyla toplumun değişmesi, 15. yüzyıldaki Avrupa’nın Rönesans yapması gibi değil. Daha başlangıçta değişim gelmiş, doğru ama nesiller istiyor. Hiçbiri yok. Dolayısıyla bunlar çok hızlı düşünen kesimler.
Bu kesim içinde hakikaten kabul etmek lazım, çok farklı düşünen bir tek Atatürk var. O apayrı. Tamamen dışında, ama ön plandaki bütün düşünürler hep memurdur. Örneğin Afgani… Arap aydınıdır. Haçlılara karşı Panislam yapalım diye çıkar, ondan sonra gelir II. Abdülhamid’in misafiri olarak İstanbul’da ölür.
Mısır ayaklanmak ister, ayaklanmak istediği zaman da Osmanlı’ya karşı olarak hemen İngiliz’e yanaşır. Demek ki bütün İslam dünyası kendi olumsuzluğunun içinden çıkamıyor. Bunun için de 1908’e geldiğiniz zaman dikkati çeken husus, bütün olayların, yani 1908’deki II. Meşrutiyet ilanını getiren olayların hepsi Balkanlar’da cereyan ediyor. Arabistan’da hazırlıklar var. İngiliz ve Fransızlar hazırlık yapıyor, o ayrı ama tam öne çıkmış gibi değil. Balkanlar’da ise özellikle Rusya’nın da hazırlıkları var.
TÜRKSOLU: Tam Meşrutiyet öncesi, Balkanlar’da da büyük bir emperyalist paylaşım mücadelesi var.
ORHAN KOLOĞLU: Müthiş bir mücadele var. Artık Türk’ü tam olarak dışarıya, Avrupa’dan çıkarma planı var. Bunun içinde tabii İstanbul var. O da hesapta.
Bir de burada kabul etmek lazım ki, hakikaten İstanbul dünyanın en önemli şehirlerinden biri. Tarihe yerleşmiş ve oraya yerleşen de dünyanın üstüne oturmuş sayılmış. Düşünün Osmanlı, Fatih gelip aldığı zaman, Roma şehri dini gücünü kaybeder. Papalık vardır ama Hıristiyanlığın merkezi değildir. İmparatorluğun merkezi ise Konstantinopolis’tir. Bütün hırsları, Haçlı Seferleri bile İstanbul’u almak içindir. Hz. Peygamber bile İstanbul’u almayı hedef gösterir. İstanbul hakikaten dünyanın en önemli şehirlerinden birisidir.
Dini şehir olarak hep Kudüs’ü biliriz. Halbuki, Kudüs için kimsenin mücadele ettiği falan yok. Gerçek mücadele İstanbul üzerinedir. İstanbul varken hepsi ama içerden cemaatleri de oluşturma mekanizması acayip bir şekilde işlemiştir.
kologlukitap1Osmanlı’da ilk Türkçe gazete bile Mısır’da çıktı
TÜRKSOLU: Bunların azınlıklar üzerindeki etkileri nasıl? Meşrutiyetin ilanı için sonuçta Rum, Ermeni, Yahudi, bütün azınlıkların da o Meşrutiyet mücadelesi içinde yeri var. Bu yüzden günümüz Abdülhamidçileri bütün Meşrutiyet’i bir emperyalist tezgah olarak gösterir. İngilizlerin, Almanların, Rusların bir parmağı var mıydı Meşrutiyet’te?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Şöyle almak lazım, şimdi Meşrutiyet’e varmamızın temelinde ne var? Daha 1830’larda Milliyet-i Hakime, Ermeni, Rum diye ayrım yapılması var. Milleti dikkat ediniz, Osmanlı yapısını resmi olarak milletlere bölüyor. Bu çok önemli. 1830’larda bu başlıyorsa, bu 70 senede ne gelişir?
Ne enteresan… Benim ayrı bir çalışmam olduğu için rahat söyleyeceğim, özellikle mesela Araplarda bir şey yoktur. 2007’de İslam Kültür Merkezi’nin yayımladığı Türk-Arap ilişkileri kitabında bir kayıt vardır. Osmanlı’daki Arap nüfusu 20 milyondu ama 200 kişide bir kişi okuryazardı. Arap kendisinin okuryazar olmadığını kabul ediyor. Bunu yazan Kasım adındaki Mısırlı Arap tarihçi. Eski tarihçi değil, günümüzün tarihçisi. 200’de bir.
kologlukitap2Osmanlı’da okuryazar oranı sadece %8-10. Peki, bunlar kim? Devlet memuru. Devlet memuru olduğu için devletlû oluyor. Hatta ne örneğini verdik, çok büyük özgürlükçü sayılan Namık Kemal dahi memur. Demek ki, bir toplumun gerçekten toplu şekilde bütünüyle hazırlanamadığı için tabanın, düşünür olması lazım ama yok. %8’i okuyorsa, köylüm ne biliyor? İmamının, hocasının söylediklerini biliyorlar ki, onlar da köyde hiçbir şey bilmiyorlar.
Böyle bir yapı içinde İttihat ve Terakki Meşrutiyet’i getirmek için harekete geçti. Haklılar, dünyaya uymak gerekiyor. Zaten zorlanıyor da. Burada çok enterasan Abdülhamid döneminde Türkçe basın son derece geç başlar. İstanbul’da Fransızca, Ermenice, Rumca, her türlü basın çıkmaya başlar. Türkçe çok sonradır. Her vilayette Türkçe ve o vilayetin halkının diliyle gazete çıkmaya başlıyor. Demek ki, her bölgenin insanına kendi kimliği, Türkçe-Rumca, Türkçe-Ermenice, Türkçe-Arapça vilayet gazetesi çıkıyor. Ama Türkçe gazete bile İstanbul’da başlamaz, ilk defa Mısır’da başlar. Vekayi-i Mısriyyediye Mehmet Ali Paşa başlatır. Türkçe-Arapça olarak ve Mısır halkına Türkçeyi öğreteceğim diye başlar. Osmanlı dönemi basının tamamını taradığım için rahat söylüyorum, Mısır’da 1828 yılında başlar.
kologlukitap3TÜRKSOLU: İstanbul’da ise 3 sene sonra değil mi, 1831…
ORHAN KOLOĞLU: 1831’deki resmi gazetedir. DevletTakvim-i Vekayi’yi çıkarıyor. Şimdi dikkat edin, Vekayi Mısriyye’ye karşı. Çünkü bir Türk gazete çıkarmış ve gazetenin içinde Araplara Türkçe öğretecek bir gazete var. Bunu Arap kendisi okuyamıyor. Hiçbir kesimiyle oluşmamış bir topluma yenilikler getiriyorsunuz. Ne getirirsiniz? Nitekim o tartışma da başlar.
Derken Mehmet Ali Paşa Fransızlarla işbirliği yapar, 1840’a kadar savaşlar olur. Suriye’yi almaya gider. Kütahya’ya kadar gelir. Avrupa engeller. Bu arada Millet-i Hâkime, Millet-i Yahudi, Millet-i Rum, Millet-i Ermeni kalıpları yerleşir. Şimdi siz 1908’e gelirseniz bu ortamda II. Abdülhamid bunu engeller, sansür getirir, mecburdur. Çünkü çaresi yok.
İngiltere’den Almanya’ya Siyonizm
II. Abdülhamid tabii ki diktatör ama eğer 30 sene diktatörlük yapmasaydı, Osmanlı çok daha önceden yıkılır, dağılırdı. Güçlü bir grup Almanlarla işbirliği içerisinde bulunuyor. Alman imparatoru iki defa ziyaret eder. Ama Almanların da hayali bu sefer dünya liderliğidir.
TÜRKSOLU: Almanlar da sonuçta Osmanlı’yı sömürgeye dönüştürmek istemiyor mu?
ORHAN KOLOĞLU: Tabii ki. Kontrolüne almak istiyor. Hilafeti de kullanayım diye düşünüyor. Nitekim dikkat edin 1898’de Alman İmparatoru İstanbul’dan sonra Kudüs’e gider. Nerelere sulandığı belli.
TÜRKSOLU: Siyonizmi o dönem en çok destekleyen Almanlar…
ORHAN KOLOĞLU: Herzl Almanlarla başlar ama asıl Yahudiliği savunan İngiltere’dir. Mesela o dönemin ünlü İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli Yahudidir. İngiltere kabul etmek gerekir ki, Yahudileri tam kontrolünde tutuyor.
Bunun için Alman geliyor Ortadoğu’ya, ama tam giremiyor. Bir türlü yerleşemiyor. Bu yüzden Osmanlı devletine giriyor, Alman subaylar Osmanlı ordusunu yeniden yaratıyor.
Öncesinde esas olarak Fransa’dan gelenler vardır. Galatasaray Lisesi’ni kurdular. Fransız kültürü… II. Abdülhamid ile birlikte bunun yerine Alman kültürü girmeye başlar. Ordu ve devlet içinde Alman eğitimi başlar, Almanların dünyaya hâkimiyet düşüncesine bağlı olarak yönlendirme yapılır.
II. Abdülhamid bağımsızlık isteyen etnik yapıların liderlerini de satın alırdı
TÜRKSOLU: Şöyle bir çelişki de var aslında. Türkiye’de bir fikir hareketi olmadığı için dönemin siyasetçileri büyük devletlere bağlı olma durumunda kalıyor. Mesela II. Abdülhamid döneminin büyük sansürü yerine daha özgürlükçü bir  fikir hayatı olsaydı Türkçülük hareketi 1870’lerde ortaya çıkmaz mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Olabilir. Türk lafı o dönem kesinlikle yasak.
TÜRKSOLU: Osmanlı’nın o dönem şöyle bir sorunu var. Her türlü akım var, Rumculuk, Ermenicilik gibi. Bir Türkçülük yok. Sebebi nedir? II. Abdülhamid bunun önünü açsaydı daha iyi olmaz mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Açamazdı. Açmadı. Bilakis uyutma politikası uygulamıştır. Afgani’yi alıyor, içerde uyutuyor. Çünkü hepsinin ayrılıkçı akımda olduğunu ve hepsinin de dışarıdan yönlendirildiğini düşünüyor.
TÜRKSOLU: Uyutmak için aşiret mektebini kullanıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Aşiret mektebinin yapılmasında özellikle Ermenilerin de etkisi var. Çünkü Ermeniler ve Gürcüler Ruslardan destek alıyorlar. Bunu durdurmanın yolu nereden geçer? Ancak kendi içinde tutarlı bir hareket kurabilirse durdurabilir. II. Abdülhamid her bir cemaatin liderini parayla satın alma yoluna gidiyor. Belki o dönemde zaten yapacak başka bir şey yok. Dikkati çeken, ne dedik, Arapları okuryazar değil. Ama şu da var, Arapça okuryazarı az dedik ama bütün sahildeki Hıristiyan Araplar da Arapça konuşuyor. Avrupa’yla ilişkiden memnun. Ticaret orada, para orada. Dikkat ediniz, İngiltere daha 1700’lerin başında Hindistan’a yerleşir ve Basra Körfezi’ndeki bütün sahil şeridini kontrolüne alır. Buradaki Şeyhlikle anlaşma yapıyor, ben sana para veririm sen bana ticaret yaptırırsın. Ama oradaki malı da alıp Avrupa’ya götürüyor. Bütün Afrika boyunca muazzam bir sistem kurmuş. Bu sayede şıkır şıkır işliyor. Hatta Fransa falan çıldırıyorlar. Arap dünyasını İngiliz’in tam ele geçirmesi böyle bir tezgahtan geçiyor.
Okuryazarlık hikâyesine dönersek, benimkiler gelecekler, nereye? II. Abdülhamid bunları durdurmak için içlerinden parayla adam satın alıyor. Nereye kadar gidebilir? Ama ordunun lüzumunun farkındadır. Almanlar da onu oluşturunca bu sefer ordudan başka mekanizma gelişir. Almanların bu tahrikinin bizim askeri kesimi etkilemesinin rolünü kabul etmek lazım. Bulgaristan, Sırbistan hepsi Rus etkisinde kalmışlar.
Ayaklanmalar, şöyle düşünelim, Enver niye büyük kahraman oldu? Edirne’den çok evvel, Balkanlar’da dağa çıktı, onlarla mücadeleye girdi ve onlarla mücadele ederken Meşrutiyet’i ilan etti. Burada bir kararname var. Biz kendi içimizdeki bir sorunla uğraşıyoruz. Hedefinde kim var? Bulgar, Sırp, Arnavut çeteler var. Bunlarla uğraşıyoruz diyorsun ama arkasında hepsinin Ruslar vs. var. Bunlara karşı kim mücadele etti? Arnavutları filan İtalyanlar ve Avusturyalılar destekliyorlar. Aslında Osmanlı’yı parçalamanın kavgasını veriyorlar.
TÜRKSOLU: O dönem Almanya’nın Osmanlı’yla dostluğu biliniyor ama 1897’de Türk-Yunan savaşında Almanya, Osmanlı’nın tarafını tutmuyor.
ORHAN KOLOĞLU: Görünüşte onlar da İngilizlerle tam hırlaşmak istemiyorlar. O restleşme Reval toplantısına kadar 1908’e kadar dengeli gider.
TÜRKSOLU: Alman dostluğu politikası II. Abdülhamid için bayağı bir hayal kırıklığı oluşturuyor öyleyse
ORHAN KOLOĞLU: Ne Almanı ne İngiliz, Fransız, Rus’u için Osmanlı’nın yaşaması gibi bir şey bahis konusu değil. Dünyada Osmanlı nasıl Asya’ya atılacak, bu tartışılıyor.
TÜRKSOLU: Aslında 1908’de durum Osmanlı için son derece çözümsüz görünüyor. Gücünüz yok, herkes paylaşmak istiyor. Bir Mustafa Kemal çözümü o dönemden mümkün değil miydi?
ORHAN KOLOĞLU: Şunu söyleyeyim. Dikkat edin II. Abdülhamid bütün basını sansüre alır, II. Abdülhamid döneminde çıkan gazete sayısı bütün ülkede diyelim ki, 100 tanedir ama devlet kontrolünde. Fransızca, İngilizce de var ama kontrol altında. Meşrutiyet’in ilanı ile beraber sayısı 700 olur. Her dilde her toplum kendi özgürlüğü için bağırmaya başlar. Bu bir şeyi anlatıyor. Nasıl hazırlanmışlar… Bir bağrışmadır gider. Zaten o yüzden 31 Mart denilen olay yaşanır. Hareket Ordusu gelir, bu sefer diktatörlük İttihatçılara geçer. Toplumun içi öyle bir hazırlanmış ki, bütün manastırlar ve kiliselerle bütün Amerikan okulları, İzmir’deki, Sivas’taki Protestanlar…
Amerikalıların Sivas gibi bir yerde ne işi var? Ermeni’yi kim götürüyor? Hatta şu var, 1909 sonu Ermeniler Adana’yı bile almaya kalkıp ayaklanıyor. Sadece Ermeni karşıtlığı gibi alınmamalı ama hepsi bunu yapıyor. Arap da yapıyor, Ermeni de, Rum da yapıyor.
31 Mart’ın lideri Derviş Vahdeti İngiliz ajanıdır
TÜRKSOLU: Doğan Avcıoğlunun “31 Mart’ta Yabancı Parmağı” diye bir kitabı vardır. 31 Mart ayaklanmasını bizzat İngilizlerin desteklediğini söyler. Sizin kitaplarınızda da buna benzer ifadeler var. Biraz bunun üzerinde durabilir misiniz?
ORHAN KOLOĞLU: 31 Mart’ta olaylara karıştırılan ajanların sayısı çok farklı. Neydi 31 Mart’ta ismi geçen adam? Derviş Vahdeti. Ben gittim Kıbrıs’ta Vahdeti’nin üzerinde çalıştım. Çok acıklı ve karmakarışık bir şey çıktı. O zamanki düşünür takımının ne kadar karmaşık kafalı olduğu ortaya çıktı. Çok saygı duyulan Namık Kemal gidip memur oluyor. Hani devrimciydin? Bu Namık Kemal’i dışlamak anlamında değil. Yapacağı bir şey yok. Ülkenin toplum şartları başka. Tek başına bağırıyor, bağırıyor sonrası açlık.
TÜRKSOLU: O dönemde İngiltere’den, Fransa’dan para alanlar da var yani…
ORHAN KOLOĞLU: Tabii. Dolayısıyla benim toplumum her şeyiyle çürümüş. Vahdeti’yi ele alacak olursak, Vahdeti çok açık bir şekilde İngiliz ajanlığı yapmıştır. Kendi makalelerini buldum. Derken II. Abdülhamid bunu tavlıyor, II. Abdülhamid’in ajanı oluyor. Adamda bir ajan olma hastalığı var. Abdülhamid adına İstanbul’da çalışırken bu sefer emrine girdiği Abdülhamid’in paşasını, istihbaratı yöneten paşayı, Abdülhamid’e jurnalliyor. Abdülhamit’in güvendiği adam falan.
En sonunda Derviş Vahdeti de İttihatçı oldu diye jurnalleniyor ve Diyarbakır’a sürülüyor! Derken Meşrutiyet ilan edilince İttihatçı olarak ortaya çıkıyor. Ben onun yayımladığı derginin, gazetenin tamamını taradım, Volkan gazetesiydi, orada tamamen Panislamizm yapalım diye yazıyor. Yine Abdülhamidçi yani… Bütün Orta Asya’ya Rusya hakim. Bütün İslam dünyasına İngiliz hâkim. Neyin Panislamizmini yapıyorsun? Sarayın kapısına kadar geliyor, Abdülhamid reddediyor.
Onun üzerine Hareket Ordusu geliyor. 100 gazete çıkan bir ülkede 700 gazete ve hepsi de özgürlükçü. Kafalar deliler gibi karışık. Birbirinin aleyhine yazmadıklarını bırakmıyorlar. Üsluplar çok sert gerçekten. Dedikodu düzeyinde yazılar falan.
TÜRKSOLU: O dönem İttihatçıların da kafası karışık. Osmanlıcılıktan Türkçülüğe savrulup duruyorlar. 
ORHAN KOLOĞLU: İttihat ve Terakki sanıldığı gibi Türkçülükle başlamaz. Osmanlı bütünlüğü esastır. İsimdeki ittihat zaten birlik demektir. İttihat ve Terakki birlikte gelişme anlamındadır. Ama bu Hareket Ordusu’yla beraber, başka çaresi yok, ayaklanma çıkmış, Abdülhamid bile reddediyor, düşünün. Yalnız bununla beraber İngiliz yanlısı kesim çok yakın bir şekilde Ahrar Partisi, daha sonraki Hürriyet ve İtilaf Fırkası filan bunlar, İttihat ve Terakki’yi Alman yanlısı ilan ederler. Hâlbuki görünüşte tam olarak öyle değil. Ama ordudan geldikleri için, elbette bir Alman yakınlığı var. Ordudaki öğretmenleri hep Alman subayları çünkü. Tabii, sonra Ordu içindeki 31 Mart yanlılarını ayıklamaya başlayınca Ordu içinde de bir ikilik çıkıyor.
TÜRKSOLU: Sonuç olarak Meşrutiyet’i devrimci bir hareket olarak nitelendiriyor musunuz?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Devrim, bizde ilk adımını 1730’dan önce Lale Devri’nde yapmayı düşünür, Avrupa’dan örnek alarak. Yeniçeriler, o dönem en geriler. 100 sene gecikirler. 1826’da ordu ortadan kaldırılır ama bütün tarihi ordu üzerine kurulu olan devlet için bu büyük bir travma… 1826’dan sonra bir de Mısır çıkıp da bağımsızlık hareketi yapınca ve Arap kesimini de harekete geçirince, Osmanlı’nın sömürgeleşme, çözülme dönemin başlar.
Tarihimizin ilk toplumsal devrimcisi Atatürk’tür
Tarihe baktığınız zaman büyük devletlerin en büyük devlet olması ve batmasının birkaç yüzyıl aldığını görürsünüz. Roma İmparatorluğu, 395’te filan kuruluyor. 400 sene daha ben iddialıyım diyor. Ama 400 sene sonra da yıkılıyor. İstanbul’daki Roma İmparatorluğu, 1206’daki egemenliğe kadar Katolikler gelip işgal eder. Yani yaşamak uzun sürüyor ama çözüm getirme çok daha uzun sürüyor.
Bizim devrim 1730’da yapamamışsın, 1826’da yapmışsın, açıyorsun tamam ama bir düğmeye basınca kapanıyor. Ta kaç sene sürüyor. Dolayısıyla toplumsal devrimci dediğiniz zaman, ilk Atatürk’ü anlamalıyız.
Ben Atatürk’ü sanıldığı gibi 1919’da başlar kabul etmem. 1826’da başlar. 1826’dan itibaren Osmanlı içinde eğitim başlar değil mi? Adım adım gelir Atatürk’ün aldığı eğitimde bütün o geçmişteki çağdaşlaşma hareketi var. Bunun yanında Avrupa muazzam bir hızla gider. Luther’le başlayan değişme 300 sene devam eder, 1789’da Fransız devrimiyle demokrasiye geçer, arkasından demokrasiyi kendi kendilerine bitirirler. Demek ki, değişimi nesiller istiyor. 1908’de Meşrutiyet der demez bütün toplumlar ayrılıyorsa, seninki devrim olmuyor ki.
Şimdi İttihat ve Terakki birlik mesajı veriyor ama birlik olmuyor. Hepsini susturup engelleme yoluna gidiyor. Dikkat ederseniz Türkçülük akımı ne Anadolu’da ne de İstanbul’dan başlar. Orta Asya’dan başlar. Yusuf Akçura’lardan başlar, Ruslara karşı Kırım’dan gelir. Hatta ilk konferanslarını 1906’da Mısır’da yapmışlardır. Çünkü, Abdülhamid buna izin vermemiştir.
TÜRKSOLU: Kim bu ilk Türkçü kongreyi yapanlar?
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçılar içindeki Türkçü kesim. Hatta öyle ki, daha 1898-99’daMeşveret Cumhuriyet mesajı Kahire’deki Türk gazetesinde yayımlanıyor. Mısır gibi Arapçanın etkin olduğu bir yerde Türk gazetesi çıkıyor. İttihatçı Mizancı Murat, Mısır’dadır. Türkçülük akımı Osmanlı’da yeşeremiyor. O da dışarıdan geliyor.
TÜRKSOLU: Ermenici, Rumcu akımlar var. Her etnik yapı kendi milliyetçi gruplanmasını yapmışlar ama Türkçü yapı Osmanlı’da kurulamıyor mu?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Türk dediğimiz köylü demek aslında. Ama dili Türkçe. Devlet Türk ama Türk değil. O dönemde dahi ben rastladım, “ Devleti Ebed Müddet ” kavramı kullanılıyor. Hatta 1920’lerde bile. Hâlâ daha devleti ebed müddet yaşayacak anlayışı vardır. Roma İmparatorluğu’na ne kadar hayran iseler buna da o kadar hayranlar. Dolayısıyla bu adım adım böyle gider. İttihatçılar durdurmaya çalışırlar. Ama kendi içlerindeki bölünme Osmanlı içindeki bölünme sonucu iktidardan uzaklaştırılırlar 1912’de. 1913’te darbeyle gelirler. İşte Türkleşmeleri, Türkçülüğü savunmaya başlamaları o zamandır. 


http://www.turksolu.com.tr/arastirmaci-yazar-orhan-kologlu-ile-soylesi/

***