2 Nisan 2015 Perşembe

Ulusal Sol, Altı Ok ve CHP





Ulusal Sol, Altı Ok ve CHP


Kaya Ataberk


Türkiye’nin Çözülüşü ve Ulusal Sol’a Yöneliş


Son yıllar Türkiye’nin siyasal ve toplumsal durumunun AKP iktidarıyla şekillendiği bir zaman dilimi olarak belirmektedir. Bu zaman dilimine kısaca bir göz attığımızda, Türk ulusal devletinin tüm kurumlarının Batıya teslim edildiği, uydulaşma ve sömürgeleşmeye direnemez duruma getirildiği, toplumun tüm kesimlerinde gericiliğin yükseldiği ve Sevr’in uzun yıllar sonra ilk kez Batı tarafından Türkiye’ye bu kadar net olarak dayatıldığı bir atmosferle karşı karşıya kalırız.
Emperyalizm ve işbirlikçisi gerici siyasal kuvvetler, gerçekten de Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar ülkenin kaderini etkileyecek duruma gelmiş ve inisiyatifi bu kadar açık bir şekilde ele geçirmiş bulunuyorlar.
Bir önceki iktidar döneminin ana partisi olan DSP’nin çökertildiği 3 Ağustos darbesi ve ertesinde başlayan Üçüncü Meşrutiyet olarak süreci daha önceki Meşrutiyet örneklerine benzer bir şekilde Batıya tamamen bağlı bir ekonomik ve siyasal yapıya, buna bağlı olarak da toplumsal çözülmeye ve özellikle de devletin uğradığı toprak kayıplarına işaret eder.
AKP iktidarıyla beraber daha da hız kazanan bu sürece karşı direniş Batıcı darbenin ilk başladığı andan itibaren Türk toplumunun ihtiyacı olarak belirmekteydi. Darbenin ancak bir darbeyle engelleneceği, özellikle Ordu’nun ve CHP’nin alacağı tavrın Batının hücumunun önüne set çekilmesinde kritik önemde olduğu açıkça ortaya çıkıyordu.
Ancak bunlar yapılamadı ve Türkiye, 2005 yılının Kıbrıs’tan, Kerkük’e kadar tüm milli davalarda kaybeden ve AKP’nin Ilımlı İslam politikasının kökleşerek toplumsal yapıyı gericileştirdiği Türkiye’ye dönüştü. Milli kuvvetler tüm inisiyatifi kaybetti ve gidişata dur diyen çıkamadı.
Yaşanan sürecin diğer bir boyutu da bu dönemin 1960’lardan sonra ilk kez bu kadar yoğun bir şekilde Kuvayı Milliye fikrinin tartışıldığı bir ortam oluşuydu. Kuvayı Milliye direnişinin toplumda bir alternatif olarak yeniden ortaya çıkması aslında yaşanan sürecin doğal olarak zıddıyla beraber doğuşunun ürünüydü. Bu ürünün gerçek önderi de ancak 1919’ların Kuvayı Milliyesi’ne benzer bir şekilde, Ulusal Sol bir programla ortaya çıkacak bir örgütlenme olabilirdi.
Örgütlenmeye çalışılan Fuller “Kuvayı Milliyeleri”ne, sahte ulusacı koalisyonlara rağmen Ulusal Sol akım, özellikle de TÜRKSOLU bünyesinde kendini yeniden tanımlama ve ayrı bir siyasi-ideolojik akım olarak ortaya koyma imkanı buldu. Ulusal Sol akım geçmişte olduğu gibi bugün de kökenlerini Mustafa Kemal Atatürk’e dayandırdı ve onun Altı Ok’unu kendi programının temelini oturttuğu sağlam zemin olarak seçti.
CHP: Nereden Nereye?
Türkiye ve Ulusal Sol hareket böyle bir süreci yaşarken, ciddi bir dezavantaj olarak CHP’nin içine girdiği yönelimi ortaya koymak gerekir. Atatürk’ün kurduğu parti olması ve O’nun Altı Ok’unu hâlâ ambleminde taşıması, Atatürkçü ve solcu bir çok kesimin CHP’den beklenti içinde olmasını da beraberinde getirmekteydi. Gerçekten de Ulusal Sol bir çıkış yapma beklentisi içindeyken CHP bu çıkışın önemli bir bileşeni olarak belirebilirdi.
Ancak, Üçüncü Meşrutiyet döneminin CHP üzerinde yaptığı etki yeniden Atatürk’e ve Altı Ok programına dönerek Ulusal Sol akımla paralelleşmek olmadı. Tam tersine Atatürk’ün ölümünden beri CHP yıllardır aşama aşama geldiği sağcı, liberal noktayı mantıksal sonuçlarına ulaştırdı. Kemalizme ihanet olarak ortaya çıkan bu Atatürk’ten ve Altı Ok’tan kopma çizgisi sonunda, Atatürk ve Kemalizm düşmanlığı haline getirildi.
Özellikle CHP’nin halkçı, devrimci, milliyetçi bir parti olmak yerine Kemal Derviş gibi 3 Ağustos darbesinin önemli isimlerinden birinin Genel Başkan Yardımcısı yapıldığı bir parti olmayı seçmesiyle başlayan son perde bugün CHP tarihinin de yeniden sorgulanmasını ve bu tarihin Ulusal Sol ile kesiştiği ve çoğu zaman da karşıt uçlarda karşılaştığı noktaları yeniden ele almayı, analiz etmeyi bir zorunluluk olarak Ulusal Solcuların önüne koymaktadır.
CHP’nin Sivas Kongresi’nde (CHP’nin ilk parti kongresi olarak da kabul edilir) Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında kurulduğu Türk Bağımsızlık Savaşı günlerinden, günümüz CHP’sinin antiemperyalizmin çok çok uzağında, liberal tezleri savunan, Batı güdümlü siyasetin bir parçası olan bir siyasal yapıya dönüşmesini anlamak politik ve teorik bir ihtiyaç durumundadır. Sonuçta Türkiye’nin bugün yaşadığı sürecin sorumlularıyla, CHP’de Kemalizme ihaneti başlatan ve bunu Kemalizm düşmanlığına vardıranlar aynı kesimlerdir.
CHP sorunu sadece bir siyasal partinin sorunu olarak algılanmamalıdır. CHP, Atatürk’ün kurduğu parti olmasıyla ve Türk ulus devletinin kuruluşunda oynadığı öncü rolle tarihsel-toplumsal tüm boyutlarda Türkiye için kritik önemdedir. Türkiye’de bağımsızlık ve devrim mücadelesine girişmek ve bir yol çizebilmek için Ulusal Sol bu tarihi doğru değerlendirmek durumundadır.
Atatürk ve Altı Ok
Türkiye’de Ulusal Sol akım Atatürk’le beraber doğmuştur ve akımın önderi Bağımsızlık Savaşı günlerinden beri Atatürk olmuştur. 1919’larda Türkiye’nin emperyalizmin fiili işgali altında olduğu günlerde Mustafa Kemal Atatürk, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatarak, hem bir milletin dirilişini başlatmıştı, hem de ezilen dünyada sömürgecilik karşıtı milliyetçi, solcu devrimlerin, Birinci Dünya Savaşı ertesinde gelen büyük dalgasının ilk örneğini vermişti.
Gerçekten de Türk milletinin Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verdiği mücadelenin benzerleri Üçüncü Dünya’nın tüm köşelerinde tekrarlanacak ve sömürgeciliğin tarih boyunca en çok hırpalandığı bir dönemin perdesi Atatürk tarafından açılmış olacaktı. “Şarktan doğacak olan güneş” kısa sürede kendini gösterecekti.
Atatürk’ün Ulusal Solu sadece Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan ibaret olan tek boyutlu bir yaklaşım değildi. Toplumu tüm boyutlarıyla dönüştürmeyi hedef alan, uydu yapının kırılması için bir program oluşturan bir çizgi vardı. Atatürk, Altı Ok programını ortaya koymasıyla bir bağımsızlık ve Türk çağdaşlaşması programını da gündeme almış oluyordu. Bu aynı zamanda bir ulus devlet projesiydi. Türk Ulusal Solunun ve anti emperyalizminin kurucusu olan Atatürk, Türk devletinin de kurucusu ve ulusun babası olmuştur.
Ulusal Sol’un bugün takip etmesi gereken program masaya yatırıldığı zaman aslında Altı Ok’la tanımlanan temel ilkelerin günümüzde de geçerliliğini koruduğunu görürüz. Altı Ok esas olarak Osmanlı toplumsal düzeninin tamamen uydulaşmış ve Türk Milleti açısından esaret zincirine dönüşmüş olan yapısına yapılan halkçı, devrimci, milliyetçi müdahale anlamına geliyordu.
Siyasal ve toplumsal yapı bu müdahale ilkelerine göre yeniden kurulmuştu ve ekonomik olarak taşıdığı devletçi yaklaşımla da dışa bağımlılığa, ülke içindeki sömürücülere karşı da bir mücadele başlatmıştı. Özü itibariyle tüm tutarlılığıyla milliyetçi ve sol olan Atatürkçü hareket bugün de Türk Ulusal Sol akımı için son derece ışık tutucu ve aydınlatıcıdır.
Ancak sol, özellikle de CHP yıllardır bu çizgiden uzaklaşmış, bu çizgiye karşı ihanet içerisinde olmuştur. Sonuç olarak da Atatürk’ün halkla birleşen CHP’sinden günümüzün ABD ile birleşen Batıcı, sağcı CHP’sine gelinmiştir. Türk çağdaşlaşması ve bağımsızlığının mücadelesini verirken Atatürk tafından kurulan CHP artık bağımsızlık kavramını tamamen gündeminin dışına almış durumdadır. Sağcılaşmış ve uydulaşmış siyasal yapı CHP’yi Atatürk’ün ölümünden sonra yaşanan süreçte tamamen içine almıştır.
Bugün solun yaşadığı krizin tek çıkış noktası Atatürk’le ve onun programı olan Altı Ok’la birleşebilmektir. Bunu başardığı sürece ulusla da bir araya gelebilecektir. Bunun dışındaki tüm seçenekler Batı yoludur. Ulusal Sol bu Batı yolunun yerine Altı Ok’u seçenlerin yolu olacaktır. CHP’nin yapacağı tercih ise Ulusal Sol’la tarihi boyunca ilerleyen ilişkisine göre olacaktır. Ya içine girdiği yolda savrulup bitecek ya da silkinerek kendine gelecektir.
CHP’nin Ulusal Sol’la Tarihsel İlişkisi
CHP için yapılacak herhangi bir tarihsel değerlendirmede göz önüne alınması gereken ilk şey CHP’nin Atatürk tarafından kurulmuş parti olduğudur. Gerçekten de CHP Atatürk tarafından bir siyasal mücadele aracı olarak tarih sahnesine çıkartılmış ve Altı Ok programı çerçevesinde örgütlenmiştir.
CHP’nin kuruluş aşamasında Atatürk bu süreci şöyle anlatmıştı: “Her yerde siyasi fırka teşkili hakkında da halk ile uzun hasbıhallerde de bulundum. 7 Kanunuevvel 1922 tarihinde Ankara matbuatı vasıtasıyla halkçılık esasına müstenit ve ‘Halk Fırkası’ namiyle siyasi bir fırka teşkil etmek niyetinde olduğumu beyan ederek bu fırkanın nasıl bir program takib etmesi lazım geleceği hakkında bilcümle vatanperveranın, erbabı ilmü fennin müzaheret ve müşareketine müracaat etmiştim.”
Atatürk, Türk toplumunu dönüştürmek için bir araç olarak siyasal bir parti kurmak ve bu partiyi özellikle de halkçlık ilkesine ve halka dayandırmak istemişti. Dolayısıyla partinin adını da “Halk Fırkası” olarak belirtmişti. Bu anlamıyla halkçılığın Altı Ok’un bir unsuru olarak daha parti kurulmadan nasıl belirdiğini ve Atatürk’ün programının unsurlarının nasıl ilk baştan beri belirlenmiş olduğunu görmüş olyoruz.
Tabi ki CHP’nin bu örgütlenişi de düz bir gelişim çizgisi izlemiş değildir. İlk baştan itibaren Atatürk CHP içinde de önemli bir mücadele vermiş, CHP’yi muhafazakâr-Batıcı bir çizgiye çekmeye çalışan geniş muhalefet kesimiyle Altı Ok’u savunmak için kavga vermek zorunda kalmıştır.
Atatürk’ün kurduğu ve Atatürk tarafından ambleminde ve programında Altı Ok’u taşıyan parti olarak örgütlenen CHP, Atatürk’ün ölümünden sonra aşama aşama Altı Ok’u terk edecektir. Bu terk ediş sırasında da her adımda Ulusal Sol’un fikirleriyle ve pratiğiyle karşı karşıya gelmiştir. Daha Atatürk sağken Ulusal Sol’un teorik kaynaklarını ortaya koyan Kadro’ya tavır alan Recep Peker’den, 60’larda devrimci subaylara, gençlere, Doğan Avcıoğlu-YÖN çizgisine ve Ulusal Sol’un tüm kesimlerine düşmanlık güden ve bunu açıkça ifade etmekten çekinmeyen Ecevit’e kadar bu gerçek değişmemiştir.
Aslında Recep Peker de, Ecevit de siyasal yaşamlarının belirli dönemleride kendilerini liberalizm karşıtı, halkçı ve devletçi olarak tanımlamışlardır ancak iş Altı Ok’u tüm boyutlarıyla savunan Ulusal Sol anlayışla yüzleşmeye geldiği zaman sağcı bir siyasetçinin tavrını almışlardır.
Peker Kadro’yu yabancı ideolojilerden etklenmekle suçlarken, Ecevit YÖN çizgisini darbecilikle, devrimci gençleri anarşizmle, Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki devrimci subayları da damokrasi düşmanlığıyla suçlamaktan çekinmemişlerdir.
Oysa CHP’nin karşı karşıya geldiği tüm bu akımlar özünde Ulusal Sol anlayışın temeli olan Altı Ok programını savunmak dışında bir şey yapmamışlardır. CHP’nin Ulusal Sol’dan uzaklaşarak sağcılaşması devrimcileri Atatürk’e geri dönüş anlayışında birleştirmiştir.
Bu noktadan bakıldığında CHP-Ulusal Sol ilişkilerini bir program meselesi olarak anlamak ve CHP - Altı Ok ilişkilerine göre bir yargıya varmak bizim açımızdan daha açıklayıcıdır. Ulusal Sol’un programı Altı Ok’tur ve öz olarak Kadro’dan, YÖN’e ve günümüzün TÜRKSOLU hareketine kadar değişmemiştir. Tümü de Atatürkçülüğün ve Altı Ok’un kendi dönemlerinde savunucusu olmuşlar ve bu program çerçevesinde mücadele etmişlerdir.
CHP de Atatürk tarafından Altı Ok programına göre örgütlemek istenmiştir ama CHP Atatürk döneminde bile Altı Ok’u örgüt olarak savunan bir yapı olamamıştır. CHP’li siyasetçiler zaman zaman söylem düzeyinde Altı Ok’u savunsalar da kritik anların tümünde programın özne aykırı davranmışlardır. Altı Ok CHP’ye program olarak girmiştir ama uygulamada kendini bu programa yüzde yüz bağlı bir partililer kadrosu oluşamamıştır.
CHP’yi Değerlendirmenin Kıstası Altı Ok Olmalıdır
Altı Ok bir program olarak CHP’ye bir kerede kabul ettirilmiş de değildir. Atatürk’ün Nutuk’ta ve diğer konuşmalarında kendisinin de ifade ettiği gibi bir çok kereler bazı gerçekleri daha uygun anlarda açıklamak amacıyla saklamak zorunda kalmış, CHP’nin içinde de yer alan devrim karşıtlarıyla zaman zaman geri çekildiği, zaman zaman saldırdığı bir mücadele yürütmek zorunda kalmıştır. Altı Ok’un tümünün CHP’nin ilkeleri olması böyle bir mücadelenin sonucu olmuştur. Atatürk yapacakların aşama aşama programa geçirmek durumunda kalmıştır.
Altı Ok programı ve devrimler mücadelenin başından beri Atatürk tarafından tasarlanmış olmasına rağmen açıklamak ve gerçekleştirmek aşamalarla olmuştur.
Atatürk bu gerçeği Nutuk’ta belirtir, CHP’nin ilk programı açıklanırken bazı şeyler ertelenmek zorunda kalınmıştır: “Bu program, bugüne kadar icra ve intacettiğimiz esaslı bilcümle hususatı ihtiva ediyordu. Maahaza, programa ithal edilmemiş, mühim ve esaslı bazı meseleler de vardı. Mesela cumhuriyetin ilanı, hilafetin ilgası, Şeriye Vekaletinin lağvı, medreseler ve tekkelerin kaldırılması şapka iksası gibi... Bu meseleleri programa ithal ederek vaktinden evvel, cahil ve mürtecilerin, bütün milleti tesmime fırsat bulmalarını muvafık bulmadım. Çünkü bu mesailin, zamanı münaibinde hallolnabileceğinden ve milletin binnetice memnun olacağından emin idim.”
Cumhuriyet Halk Fırkası kurulurken “Cumhuriyet” kavramı partinin adına girmiş ama programa girememişti. CHP’nin 1923 Nizamnamesi okunduğu zaman aslında Cumhuriyetin tanımlandığı ama isim olarak anılmadığı görülür. Altı Ok’un tamamının ortaya konuluşu da benzer mücadelelerin sonucu olmuştur. Her ilkenin kabul ettirilişi bir muhalif kesimin tasfiyesini getirmiştir.
Atatürk’ün ardından gelen Kemalizme ihanet aşamalarında ise Altı Ok yavaş yavaş törpülenmiş ve sonunda da tasfiye edilmiştir. Altı Ok’a alınan tavır, CHP’nin hangi dönemde hangi konumda olduğunu da tanımlamaktadır. Bu açıdan Altı Ok CHP’yi değerlendirirken kullanacağımız temel kıstas olarak da anlam kazanmaktadır. Her dönem teker teker bu kıstasa vurulduğu zaman dönemin niteliği de ortaya çıkacaktır.
Emperyalızme Karşi Savaş Dönemı: Müdafaa-ı Hukuk Cemıyetı
CHP tarihini dönemlerine ayırdığımız zaman Sivas Kongresi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kuruluşundan, CHP’nin kuruluşuna kadar olan zamanı ilk dönem olarak almamız gerekir. Bu aslında ilk bakışta da hemen anlaşılabileceği gibi CHP’nin siyasi bir parti olarak ortaya çıkmasından, kendini net bir programla tanımlamasından önceki dönemdir.
Şartlar Türk vatanının emperyalist İtilaf Devletleri ve onların yandaşı Yunan Orduları tarafından işgal edildiği, Misak-ı Milli sınırları içerisinde Kürt ve Ermeni devletlerinin oluşturulmasına emperyalistler tarafından karar verildiği şartlardır. Osmanlı Devleti dağılmış, vatan parçalanmış ve Türk milleti henüz kendisini ve vatanı kurtaracak bir mücadeleye başlayamamıştır. Bu mücadelenin önderi Mustafa Kemal Atatürk olacaktır.
Atatürk temel ihtiyaç olarak vatan savunmasının verilmesine hizmet edecek olan bir örgütün kurulması için çalışmaktaydı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti bu ihtiyacı karşılayacak örgüt olarak kurulmuştur. Erzurum ve Sivas’ta toplanan kongrelerin ardından Cemiyet kurularak yurt çapında bir mücadelenin tetikleyicisi olmuştu. Cemiyet’in kurulması ve aracılığıyla Ankara’da TBMM toplanmış, direniş oluşturulmuştur.
Bu nedenlerle Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti siyasal bir parti gibi değil, silahlı mücadele veren bir hareket gibi örgütlenmek ve kendini bu anlamda sınırlamak durumunda kalmıştır. Ancak daha bu dönemde bile Atatürk’e karşı muhalefet kendini hissettirmeye başlamıştı. Atatürk’ün kafasındaki ulus devlet projesi ve siyasal program ilk baştan itibaren nettir. Kurtuluş Savaşı’na katılan, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne giren muhafazakâr kesimler de durumu sezmektedirler ve bir muhalefeti ilk baştan itibaren yürütmüşlerdir.
Cemiyet’in amaçları konusunda Atatürk daha sonradan şunları söyleyecektir: “... Nizamnamenin teşkilata ait sahifesinde görülüyor ki maksat Osmanlı vatanının tamamiyetini muallayı hilafet ve saltanatın ve istiklali millinin masuniyetini temin zımnında Kuvayı Milliye’yi hakim kılmaktır.”
Bunları söyledikten sonra devamında “(...) Bugün cihan milletleri yalnız bir hakimiyet tanırlar: Hakimiyeti milliye” demektedir.
Cumhuriyet fikri her zaman vardır ve aslında Atatürk’ün kafasında nettir. Bu netlik taktik olarak o dönem çok ön plana çıkarılmasa da Atatürk’ün niyetinin cumhuriyet kurmak olduğunu hisseden sağcı muhalifler onun önder olmasının ve zaman içinde planladığı programı uygulamasının önüne geçmeye çalışmışlardır.
Bu engelleme çabaları her dönemde Atatürk’ün karşısına çıkmıştır. Önce Kongre ve cemiyet başkanı, ardından milletvekili ve Başkomutan olması engellenmeye çalışılmıştır. Bu muhalefete karşı bir yapı oluşumak istemesinin de etkisiyle Atatürk Meclis içinde bir siyasal grup oluşturarak, onun başında mücadele etmenin önemini daha ilk başlarda anlamıştı ve Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu oluşturarak bir siyasi parti gibi davranma yoluna gitmişti: “Herşeyden evvel, memlekette, milletin mevcudiyet ve iradesini tebarüz ettirmek ve bunu sarsılmaz bir tarzda Meclis-i Milli’de temsil etmek lazımdır. Bu da, memlekette milli bir mefkure etrafında, kuvvetli bir teşkilat yapmak ve bu teşkilata müstenit, Mecliste bir grup bulundurmakla mümkündür.”
Atatürk siyasal bir örgütle verilecek mücadelenin gerekliliğini bu şekilde açıklamaktaydı. Ancak muhafazakâr-sağcı güçler hem TBMM’deki muhalif grup içinde hem de Müdafaa-i Hukuk Grubu içerisinde çalışarak engellemelerde bulunmaya devam etmişlerdir.
Atatürk ise kendisinin emirlerini uygulayacak ve Türk Devrimi’ni ilerletecek bir örgüt oluşturmak istemektedir. Bu örgüt de ancak Atatürk’ün önderliğini tamamen onaylayan bir siyasal parti olabilirdi. CHP kurulduktan sonra bir dereceye kadar Atatürk’ün devrimci önderliğinde ulus devlet kurucusu bir siyasal örgüt olacaktır ama ilk baştan beri içinde yer alan muhalif gericilerin frenleme çabaları da devam edecektir.
Atatürk Dönemi CHP ve Altı Ok’un Ortaya Çıkışı
1923 yılında artık Türkiye emperyalistlere karşı verdiği askeri mücadeleyi büyük oranda kazanmış bir durumdadır. Bu noktaya gelinmesi Atatürk’ün de başında bulunduğu örgütü bir savaş aracından, siyasal bir örgüte dönüştürme fikrini hayata geçirmesini sağlamıştır. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti isim değiştirerek Cumhuriyet Halk Fırkası’na dönüşmüştür. Atatürk başında bulunacağı bir siyasal parti oluştururken 1923-1938 arasında bu örgütün programlarını da kendisi inşa edecektir.
1923 yılı CHP Nizamnamesi temel bazı ilkeleri ortaya koyarak partiyi tanımlamıştı. Nizamname’ye göre: “Halk Fırkası, Cemiyetler Kanunu mucibince, teşekkül etmiş bir siyasi cemiyettir. Gayesi milli hakimiyetin halk tarafından ve halk için icrasına rehberlik etmek ve Türkiye’yi asri bir devlet haline yükseltmek ve Türkiye’de bütün kuvvetlerin fevkinde kanunun velayetini hakim kılmaktır.”
Bu ilk Nizamname’de bile halkçlık, milli egemenlik, çağdaşlık gibi bir çok temel kavramın çok net olmasa da yer aldığını görebiliriz. İlkeler ve program net olarak sadece Atatürk’ün bilincinde mevcuttur. Atatürk, en yakınında yer alan Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak gibi Kurtuluş Savaşı önderlerinin bile aslında bu programın neredeyse tamamının karşısında yer alacaklarını bilmektedir. Bu nedenle erken bir çıkış yaparak henüz belirli güçleri ve stratejik mevkileri ellerinde tutan bu muhafazakarlar karşısında zor durumda kalmak istememiştir.
Partinin ilkelerinin açıklıkla rotaya konulması zaman içinde gerçekleşecek mücadelelerin ve muhafazakarların tasfiyesi sonucunda gerçekleşebiecekti.
1925 yılında gericilik esas kalkışmasını Şeyh Sait isyanıyla gerçekleştirecek, Atatürk de isyanın bastırılmasının ardından Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkmasını sağlayarak gericiliğin tasfiyesi için en önemli adımları atacaktır. Terakiperver Cumhuriyet Fırkası gericiliğin örgütlenme aracına dönüşmesi dolayısıyla kapatılacak ve önemli bir tasfiye süreci yaşaacaktı.
Sonuç olarak özellikle Cumhuriyet’in ilanına ve hilafetin kaldırılmasına muhalif olan Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir ve Rauf Orbay gibi isimler etkisiz hale geldiler. Sağcılığın tasfiyesi Atatürk’ün 1927’de Nutuk’u okumasıyla da açıklanmış oluyordu. Nutuk, Bağımsızlık Savaşı’nı anlatan bir metin olmasının yanısıra Atatürk’ün sağcı, Batıcı muhalefetle olan mücadelesini de ayrıntılarıyla anlattığı ve bu kesimleri siyasal ve tarihsel olarak mahkum ettiği bir belgedir. Yine buna koşut olarak 1927 yılında Altı Ok’un bir kısmı da formüle edilmeye başlanmıştır.
1927 CHP Nizamnamesi’nde “umumi esaslar” başlığı aytıda program şöyle tanımlanır: “Cumhuriyet Halk Fıkası, Cemiyetler Kanununa tevfikan teşekkül etmiş cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi, siyasi bir cemiyettir ve merkezi Ankara’dadır. Fırka, Türk milleti mevkii itibar ve refaha mütemadiyen yükseltmekte olan ve her türlü istibdat ve tagallüp idaresi imkanını kapıyan yegane şekl-i devletin, hakmiyet-i milliyenin aksayı tekamülü olan (Cumhuriyet) olduğunu ve cumhuriyetin halen ve atiyen her türlü tehlike ve taaruzlardan masun bulundurulmasının en ali bir vazife-i milliye ve vataniye bulunduğunu en esaslı bir kanaat ve gaye-i siyasiye olarak kabul ve ilan eder.”
Artık Cumhuriyetçlik, Milliyetçilik ve Halkçılık üç ilke olarak belirginleşirken, Cumhuriyet rejimi, baskının ve sömürünün engelleyicisi olarak da tanımlanmıştır. Devletçilik okunun parti programına girişi de ancak 1930 yıında bu konu üzerinden ortaya çıkan Serbest Cumhuriyet Fırkası ayrışmasından ve bu partinin liberal- gerici programıyla beraber tasfiye edilmesinden sonra olmuştur.
Altı Ok’un tümünün parti programına girmesi ise ancak 1931’de gerçekleşmiştir: “Cumhuriyet Halk Fırkası A- Cumhuriyetçi, B- Milliyetçi, C- Halkçı, Ç- Devletçi, D- Layik, E- İnkılapçıdır” tanımlaması yapılarak Altı Ok bilinen sırasıyla sayılmıştır. Kısacası Altı Ok’un bir bütün olarak Parti programına alınması bile başlı başına bir mücadelenin sonucu olmuştur ve 1923-1931 yılları arasında aşamalarla gerçekleşmiştir.
CHP’nin kuruluşu itibariyle Atatürk hem parti hem de TBMM açısından kendi etrafında merkezileşen bir yapı kurmaya gayret etmiştir. 1. TBMM’de her türlü gericiliğin Meclis ve hatta Müdafaa-i Hukuk Grubu içinde engellemelere kalkışması bu çabada etkili olmuştur. Parti içindeki devrim karşıtlarıyla mücadele etmek zorunluluğu, Atatürk ölene kadar da hızı kesilmeden süren bir süreç olmuştur. Ancak Atatürk’ün ölümünün ardından bu güçler karşılarında kendileriyle uzlaşmaya çalışacak bir İsmet İnönü bulacaklardır. Atatürk yaşadıkça karşı devrimle uzlaşmak isteyenlerin önündeki engel olarak da var olmuştur.
Atatürk CHP’ye isim verirken bile aslında ideolojik bir mesaj vermekten geri kalmamıştı. Kurulan siyasal örgüt gelecekteki Altı Ok programının iki okunu isminde barındırıyordu. Parti halk egemenliğine dayanarak, halkla birleşerek, cumhuriyeti savunacak olan bir parti olacaktı. Burada muhafazakâr sağcılığa karşı verilecek olan mücadelenin tek yolunun solcu devrimcilik olduğu da bilinmektedir. Bu güçleri engellemek için parti yapısı da merkezi ve Atatürk’ün kendisine bağlı bir şekilde kurulmaya çalışılmıştır.
Atatürk’ün bu yapıyla uyguladığı program da uydu toplumsal yapıya yapılan halkçı devrimci müdahale olarak tanımlanmalıdır. CHP’nin Altı Ok programı da tam olarak bu müdahaleyi gerçekleştirmek ve toplumda devrimci dönüşümleri gerçekleştirmek anlamına gelecekti.
Uydu Yapıya Halkçı-Devrimci Müdahale
Osmanlı Devleti son iki yüzyılı boyunca çok yoğun bir şekilde sömürgeciliğin baskısı altında kalmıştı. Yaşanılan tüm toprak kayıplarının ve geri çekilmelerin yanısıra ve belki de daha da önemli olarak toplum yapısal olarak sakatlanmış durumdaydı. Gerçi Türk toplumu hiç bir zaman tam anlamıyla sömürge durumuna düşürülememişti ama bir yarı-sömürge yapılmış ve tamamen Batıya bağımlı bir ekonomik, siyasal, kültürel yapının esiri durumuna getirilmişti.
Ekonomi komprador kesimler tarafından yönlendiriliyordu ve bu kesimlerin çoğunu Türkiye’de yaşayan azınlıklar ve yabancılar oluşturuyordu. Siyasette de Batı tipi kurumların hakimiyetine ve bunlarla beraber ortaya çıkan gericiliğin yükselişine tanıklık ediliyordu. Dışa bağımlılık, halkın sömürülmesi ve gericilik içiçe geçmiş süreçler olarak Türk milletinin boğazına yapışmış durumdaydı.
Türk milletinin verdiği Bağımsızlık Savaşı bu bağımlılık yapısı dolayısıyla sadece kazanılan askeri bir zaferle ve bağımsızlığın ilan edilmesiyle sınırlı kalamazdı. Bağımsızlığın her alanda gerçekleşmesi ve tam bağımsızlığa dönüşmesi gerekiyordu.
Bu noktada Atatürk temel hedefini bu uydu yapının kırılması olarak ortaya koymuştu. Uydu yapının kırılması yerine bağımsız, çağdaş bir ulus devletin kurulması en temel sorun olarak ortaya çıkıyordu. Atatürk, Türk Devrimi’ni toplumu yeniden şekillendirme projesi olarak özetlemiştir. CHP’nin programları da bu dönüşümün sağlanması üzerinedir. Altı Ok programı bu ihtiyacın karşılanması amacıyla oluşturulmuş bir program olarak ortaya çıkmıştır.
Altı Ok programı yıllardır Türk halkını esir eden komprador ekonomi ve siyasete karşı devrimci bir mücadele anlamına gelmektedir. Ulusu sömürgecilik karşısında zayıf bırakan şeriat kurumlarına karşı laik, çağdaş bir müdahale demektir.
Bu program Atatürk tarafından tüm muhalefete ve engellemelere karşın başarıyla uygulanmıştır. Cumhuriyetçilik oku ile siyasal sistem kurulmuş, Laiklikle gericilik tasfiye edilmiştir. Çağdaş ulus devlet şekillendirilirken programın Halkçılık ve Devletçilik oklarının da aslında sömürüye ve dışa bağımlı ekonomiye müdahale ettiğini görüyoruz.
Halkçı-Devletçi Müdahale ve Sınıfsızlık Söylemi
Atatürk Halk Fırkası’nı kurduğu 1923 yılında kurulan partinin halkçılık ilkesini şöyle tanımlıyordu: “Bilhassa iktisat ve irfan mesaisinde çok büyük azim ve gayret lazımdır. Bu mesaiyi esaslı umdelere istinat ettirmek ve doğru istikametlerde mütevali kılabilmek için bütün milletin say ve gayretini ahenkdar ve müsmir kılmak maksadiyle Halk Fırkası namı altında bir teşekküli siyasiye lüzum olduğu kanaatindeyim. Bence bizim milletimiz yekdiğerinden çok farklı menafi takip edecek ve bu itibarla yekdiğeriyle mücadele halinde bulunagelen muhtelif sunufa malik değildir.”
Halkçılık ilkesi burada açık bir şekilde tanımlanmaktadır. Bizde sınıflar tam olarak oluşmadı, sınıf farklılıkları çok artmadı, biz de milletin emeğini savunmak amacıyla Halk Fırkası’nı oluşturuyoruz denmektedir.
Ancak sınıfların varlığı da bilimsel bir olgu olarak Atatürk’ün karşısındadır. 1929’da Eskişehir’de yaptığı bir konuşmada Türk milletine esas sahip çıkacak olanları belirtirken halk sınıflarına da özellikle işaret edecektir: “... Onu yolundan saptırmak isteyenler ezilmeye kahrolmaya mahkumdur. Bunda köylü, amele ve bilhassa kahraman Ordumuz candan beraberdir.”
Halkçılığın Atatürk’te özel mülkiyeti tamamen tasfiye edecek bir sosyalizm anlamına gelmediği açıktır. CHP’nin ortaya koyduğu ekonomik programı bir an önce kalkınma yaratmak ve Batıdan bağımsız milli ekonomi kurmak kaygısı ön plandaydı.
Ancak görüldüğü gibi bunları yaparken Atatürk’ün politikası “milli burjuva” yaratmak, halka karşı sermaye çevrelerini geliştirmek de olmamıştır. Devletçi-halkçı yapıda devlet yapabildiği herşeyi yapacaktır, özel sektörü denetleyecektir ancak özel sektörün yaptıklarını da ekonomik gelişme açısından kötü görmeyecektir. Bu durum burjuvazinin yeniden güçlenmesini bir süre sonra beraberinde getirecektir. Bu duruma özellikle Kadrocular dikkat çekecek ve özel mülkiyeti tamamen inisiyatifsiz bırakacak daha radikal bir program önereceklerdir ancak bu uygulanamayacaktır.
Bu duruma karşın halkçılık politikası halk sınıflarına dönük bir program olma özelliğini sürdürmüştür. CHP belgelerinde yapılanlandan söz edilirken kooperatifler, kurulan kamu teşekkülleri, yabancı sermayeden alınarak millileştirilenler en önemli bölümleri oluşturur. Sınıflaşmanın engellenmesi de bir hedef olarak konulmuştur.
CHP’nin Kadrocların devletçilik fikirlerini aşırı bulan ve yabancı ideolojilerden etkilenmekle suçlayan Genel Sekreteri Recep Peker bile Altı Ok’u tanımlarken halkçılığı “sınıflaşmanın insafsızlığına” karşı bir program olarak ortaya koymaktaydı. Bu insafsızlık doğal olarak halk sınıflarına karşı bir insafsızlıktır. Sınıflaşma her zaman ezen sınıfların çıkarına olmuştur.
Halkçı-devletçi program özel mülkiyeti engelleyememiştir ama kamusal bir ekonomik yapı kurulmasını da başarmıştır. Özellikle kendisini liberal ekonomiye karşı konumlandırarak ekonominin yeniden kompradorlaşmasını, Batıya bağlanmasını engellemiştir.
1935 programı açıklanırken liberalizmin ciddi bir eleştirisini yapılmıştır. Bu açıklamaya göre yaşananan sömürünün ve sınıf kavgalarının sorumlusu liberalizmdir. Bu durumun engellenmesinin yolu liberalizme izin verilmemesidir. Türkiye gelişirken buna engel olmak gerekecektir.
Atatürk dönemi CHP’sinin bu liberalizm karşıtı tavrı sermaye çevrelerini son derece rahatsız edecekti. CHP’ye karşı kurulacak ilk muhalefet partilerinin de esas özellikleri halkçı-devletçi yapıya karşı liberal sağcı olmaları da bu rahatsızlığın belirtsidir.
CHP’nin Solcu Halkçılığına Karşı Batıcı-Liberal Partiler: TCF ve SCF
Batıcı uydu yapıya müdahale eden ve bağımsız bir toplumsal-ekonomik düzen kurulmasını hedefleyen Altı Ok programına karşı muhalefet aslında yine CHP’nin içerisinden çıkacaktı. CHP içerisindeki Atatürk’e muhalif karşı devrimci ekip ilk olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurarak bir deneme gerçekleştirmişlerdi.
Rauf Bey (Orbay) tarafından oluşturulan TCF, liberal Batıcı bir program savunarak yola çıkmıştı. Ekonomik planda da iç ve dış ticaretten kayıtların kalkması, gümrük duvarlarının kaldrılması önerilirken, siyasal düzlemde de Prens Sabahattin’in ademi merkeziyetçiliği savunuluyordu. Atatürk bu girişimi Nutuk’ta karşı devrimin bir komplosu olarak tanımlar. Gerçekten de TCF’yi kuranlar liberal, Batıcı programıyla toplumsal bir taban yakalayamayacaklarının bilincinde oldukları için zemin bulma kaygısıyla gerici bir çıkış yapmışlardı ve “din elden gidiyor” propogandası başlatmışlardı.
Komplo sadece bundan da ibaret değildi. Doğu’da başlayan Kürtçü-şeriatçı Şeyh Sait İsyanı ve İzmir Suikasti de bu komplonun parçaları olarak ortaya çıkmıştır. Sonunda Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılmıştır ve gerici-Batıcı-bölücü ittifak engellenmiştir.
Altı Ok programı da bu komplonun ardından daha da ayrıntılanmıştır. Devrimi koruma ve geliştirme refleksiyle bu gericilikle polemik içinde geliştirilmiştir.
Daha sonra 1930’da benzer bir deneme de Serbest Cumhuriyet Fırkası olarak ortaya çıkacaktır. Ancak bu girişim de başarısız olacak ve muhalifler geri adım atarak kendi partilerini kapatacaklardır. Atatürk’ün devrimci tavrı ve Altı Ok programına sonuna kadar sahip çıkması karşı devrimci ekibi engellemiştir. TCF’nin tasfiyesi daha çok saltanatçılığın, hilafetçiliğin tasfiyesi noktasında başarılı olurken, SCF’nin tasfiyesi liberalizme karşı halkçılığın ve devletçiğin yerinin sağlamlaştırılması anlamına gelmesyle de önemlidir ve devrimin önemli bir adımı olarak değerlendirilmelidir.
Atatürk’ün CHP’nin başında bulunduğu 1923-1938 ylıları arasında hem Türkiye ciddi devrimci atılımlar geçirmiş hem de CHP Atatürk’ün devrimci Altı Ok programını kabul etmiştir. Ancak, İnönü’nün uzlaşma döneminin sonunda CHP bu ilkelerden uzaklaşmya ve taviz vermeye başlayacak, sürecin sonunda ise Atatürk tarafından tasfiye edilen liberal, Batıcı, gerici ekip Demokrat Parti’yi kuracak ve iktidarı almayı başaracaktı.
Chp’nin “Tek Adam”ı Atatürk
Görüldüğü gibi Atatürk emperyalizmle, Batıyla, şeriatçılarla mücadele ederken aynı zamanda kendi partisi içinde yer alan muhafazakâr, devrimi durdurmak isteyen, hatta karşı devrimciliğe kadar giden kişilerle ve gruplarla da mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu kişilerin büyük çoğunluğu da aslında Atatürk’ün yakınında yer alan ya Bağımsızlık Savaşı’nda ya da sonrasında önemli görevlerde yer almış kişilerdir.
Atatürk CHP’yi devrimin örgütü yapmak istemiştir. Altı Ok’u gerçekten program olarak uygulayacak bir parti yapmaya çalışmıştır ama CHP Atatürk’e tamamen bağlı devrimci kadrolardan yoksun kalmıştır.
Şevket Süreyya’nın tanımlamasıyla Atatürk her zaman “tek adam” olarak kalmıştır. Atatürk de bu durumun farkındadır. Nutuk’ta “Milli mücadeleye beraber başlayan yolculardan bazıları, milli hayatın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekamülatında, kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası hududu bittikçe bana mukavemete ve muhalefete geçmişlerdir...” diyerek aslında tek adam oluşunu başka bir şekilde açıklamaktadır.
Bu durumu doğru bir şekilde ortaya koyabilmenin açıkladığı diğer bir nokta da Atatürk döneminde programatik olarak savunulan toprak devrimi gibi bazı uygulamaların neden gerçekleştirilemediğidir.
CHP’nin Atatürk döneminde bile tam anlamıyla ve tüm kadrolarıyla devrimin partisi olamaması yapılan devrimci atılımları kısıtlamıştır. Atatürk döneminin esas özelliği Atatürk’ün yalnız başına mücadele vermesinden kaynaklanan sınırlılığıyla CHP içindeki devrim karşıtı unsunların denge savaşı olmasıdır.
Gericilerin esas direnişi de halkçılık ve devletçilik gibi kritik kritik noktalarda gerçekleşmiştir. İlk başlarda saltanatı ve hilafeti bile savunan bu kesim Atatürk tarafından aşama aşama geriletilmiştir ve tasfiye edilmiştir. Bazı şeyler uygun zamanın gelmesi beklenerek ertelenmiş ama Atatürk’ün ölümü ve ardından İnönü’nün “normalleşme” ve uzlaşma politikaları sonucunda uygulanmaları mümkün olmamıştır.
İnönü Dönemi Ve “Normalleşme”
Atatürk’ün ulusal kurtuluşçuluğunun, katıksız devrimciliğinin karşısında İnönü’nün Batıcı uzlaşma çizgisi en baştan beri bilinen bir gerçektir. İsmet İnönü daha Kurtuluş Savaşı başlarken bile son derece tereddütlü davranmış ve Amerikan mandasını savunan ekibin içinde yer almıştı. Atatürk yaşarken İnönü’nün çok fazla açıktan bir muhalefeti olmamıştır ama bir çok konuda Atatürk’le anlaşmazlığa düştüğü ve bu yüzden de Başbakanlık görevinden ayrılarak bir süre kenara çekildiği bilinmektedir.
Atatürk’ün ölümünün hemen ardından başlayan İnönü döneminin perdesi ise “normalleşme” söylemiyle açılacaktı. İnönü’ye göre Atatürk döneminin devrimciliği anormal, karşı devrimcilerle uzlaşmak, Batıyla masaya oturmak normaldi. İnönü ilk iş olarak Atatürk’e en yakın isimleri önemli görevlerden tasfiye ederek işe başlamıştır. Toplumsal uzlaşma ve kırgınlıkları giderme adı altında da Atatürk’e muhalefet eden karşı devrimcileri göreve getirmiştir.
Gericiliğe verilen bu taviz dış ilişkilerde de başka bir geri dönüşün yolunun açılmasıyla tamamlanmıştır. 1939 yılında Türkiye, daha sadece 15 yıl önce savaştığımız İngiltere ve Fransa’yla savunma anlaşması yapmıştır. Atatürk döneminin Balkan Paktı ve Sadabad Paktı’yla şekillenen Üçüncü Dünyacı dış politikası da terk edilmiş, Batı ittifakına dahil olunmuştur.
Bu gelişmelerin sonucu bölgede etkin ve lider bir ülke durumuna gelen Türkiye’nin, Almanya ve İngiltere arasında bocalayan, en sonunda da ABD’nin Truman Doktrini’ni kabul eden bir ülke haline gelmesidir. Batı ittifakına giren bir Türkiye tam bağımsızlıktan da ödün vermiş oluyordu.
Çok Partili Düzen, Batılılaşma, Gericileşme
Atatürk’ün kişiliğinde merkezini bulan Türk Devrimi Atatürk’ün ardından İnönü’nün kendini “Milli Şef” ilan ettirmesiyle çok farklı bir siyasal rejime de evrilmişti. Şevket Süreyya’nın anlatımına göre Atatürk’ün bile sahip olmadığı yetkiler İnönü tarafından kullanılmaktaydı. Kısacası İnönü, düzeni bir süre için istediği gibi şekillendirme şansına sahip olmuştu. 1938’den 1945’e kadar bu durum bu şekilde devam etmişti, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle beraber İnönü’nün durumu da ciddi şekilde sallanmaya başlamıştı. İnönü’nün kendini CHP içindeki sağcı-liberaller karşısında güçsüz hissetmeye başlaması onlara daha fazla taviz vermesine de neden olacaktı. Ancak gericiler artık İnönü’nün düşme yoluna girdiğini görüyorlardı.
Batı emperyalizmi de Türkiye’de bir rejim değişikliğini hedeflemekteydi. Batı bunu İnönü diktatörlüğüne karşı demokrasi söylemiyle yapıyordu. Ancak bunun anlamı biraz farklıydı. İnönü’nün Batıyla ve gericilikle uzlaşan çizgisi artık yeterli olmamaktaydı. Batının yetinmemesi CHP’nin bundan sonraki tüm dönemlerini belirleyen bir gerçeklik olmuştur. Batı bastırdıkça CHP sağcılaşacak ve gerileyecek, CHP’de tasfiye olan her ekibin ardından daha sağcı bir ekip ve çizgi gelecektir.
1940’lı yılların ortalarına yaklaşıldığında komprador kesimler ve toprak ağaları ise artık iktidarı kendi ellerinde görmek istedikleri bir düzeni hedeflemeye başlamışlardı. Bunun olması ise ancak İnönü’nün “Milli Şef” olmaktan vazgeçmesiyle mümkündü. Böylece Batı ve gerici-liberaller tarafından kastedilen demokrasinin, komprador siyasi düzen olduğu da ortaya çıkmış oluyordu.
İnönü’nün devrimi durduran ve Batıyla uzlaşan ama kendisinin ve ekibinin iktidarını da koruyan “Milli Şef” rejimi artık misyonunu tamamlamıştı. İnönü’nün çok partili düzenin önünü açması her şeyin Batı ve burjuvazi için belirleneceği yeni düzenini kuruluşunun da önünün açılması anlamına gelecekti.
CHP içerisinde yer alan ve İnönü tarafından uzlaşma adına önemli yerlere getirilen isimlerin kısa süre içinde Celal Bayar ve Adnan Menderes’in liderliğinde 7 Haziran 1945 tarihli “Dörtlü Takrir” adı verilen çıkışta bulundukları ve ardından da Demokrat Parti’yi kurdukları görülecekti.
DP, CHP içinde yer alan en liberal, gerici, Batıcı unsurların bir araya gelmesiyle kurulmuştu. Bu unsurlar toprak devrimi ve devletçi halkçı uygulamalar başta olmak üzere Atatürk döneminde gerçekleştirilen tüm devrimci dönüşümlere karşıydılar.
Atatürk’ün tasfiye ettiği TCF ve SCF gericilikleri DP ile siyaset sahnesine geri dönmüştü, hem de bu partilerden arta kalan kadroları da yeniden bünyesine katarak. Bu kesim CHP’yi ele geçirerek karşı devrimin partisi haline dönüştürmeye çalışmak yerine, CHP’nin Atatürk’ün izlerini taşıyan geçmişiyle tamamen farklı bir yapı kurarak mücadele etmeyi seçerek kendileri açısından daha kolay olanı seçmişlerdi.
DP’nin kurulduğu günlerde artık CHP de eski anlamını, Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirmiş, milleti ve vatanı kurtarmış örgüt olma inancını çoktan kaybetmişti. Halk ezilmektedir ve tepkilidir. Bu tepkiyi en iyi kullananlar da DP’de yerleşmiş olan gerçek sömürücü ekip olmuştur.
Chp Normalleşmedi, Sağcılaştı ve İktidarı Kaybetti
Kısacası İnönü’nün normalleşmesi hem CHP, hem de Türkiye açısından Batıya teslim olma ve sağcılaşma sürecinin tetikleyicisi olmuştur. DP’ye karşı CHP solcu-halkçı bir politika yürütmek yerine DP’yi komünistlikle suçlayarak “biz aslında DP’den daha sağcıyız” demeyi tercih etmişti. DP’nin de aynı şekilde karşılık vermesi üzerine karşılıklı komünistlik suçlamaları iki partiyi sağcılaşma yarışına sokacaktı. CHP bu durumla beraber Laiklik okunu bir kenara bırakır ve tavizler verir. Reşat Şemsettin Sirer gibi bir gerici Milli Eğitim Bakanı yapılır, Başbakanlık önce Recep Peker’e ardından da Şemsettin Günaltay’a teslim edilir.
Recep Peker’in başbakanlığı döneminde laiklik konusunda belli hassasiyetlerin korunmasına rağmen Devletçilik ve Halkçılık ciddi zarar görür. Peker, Atatürk döneminde Halkçılığı savunan bir parti genel sekreteri olarak karşımıza çıkarken İnönü’nün uzlaşma ve DP karşısında sağcılaşma döneminde farklı bir çizgiyle karşımıza çıkar. Liberalizm rüzgarı CHP tarafından estirilir ve Tekel’de ilk tasfiye yaşanır. Özel sektör genişler, Türk parasına ilk devalüasyon uygulanır. Bu durumu Peker “sistemi değiştirmeseydik dünya ticaret nizamı içinde ister istemez tecrit edilmiş olarak kalacaktık” diye açıklamıştır.
Gericiliğe ve liberalizme uygulanan “demokrasi” ise sola karşı kesinlikle uygulanmamıştır. Kurulan solcu partiler hemen kapatılmış, Niyazi Berkes, Behice Boran gibi aydınlar solcu oldukları gerekçesiyle üniversiteden uzaklaştırılmışlardır. Bu sağcılaşma yarışını en iyi şekilde Niyazi Berkes tanımlamıştır: Sağcı DP, CHP’yi daha da sağa kaydırmıştır.
1947 yılında yapılan CHP Kurultayı sağcılaşmanın programa yansıyan yönünü ortaya koymaktadır. Bu kurultayda yapılan konuşmalarda milliyetçilik komünizmle mücadele olarak tanımlanmış, devletçilik burjuvaziyi karar mekanizmalarına dahil edecek şekilde yozlaştırılmış ve laiklik ağır bir şekilde tahrif edilmişti.
Devletçilik konusunda 1947 Kurultayı’nda kabul edilen 10. madde CHP’nin aslında Batının ve sermayenin istekleri doğrultsunda şekillendiğini ortaya koyuyordu: “Milli ekonomiyi bünyesi içinde ve milletlerarası ekonomi şartları karşısında devamlı surette göz önünde tutup inceleyerek milli ekonomi teşebbüs ve faaliyetlerini plana bağlamak ve uygun göreceği tedbirlerle ve programlarla belli süreler için hükümümete teklifler yapmak uzmanlardan ve ilgililerden terekküp eden yetkili bir ekonomi genel meclisi kurulmasını gerekli buluruz.”
Meclisteki uzmanlarsa “...yetkili ve ameli iş adamlarından müteşekkl olacaktır.” Bu Ekonomi Meclisi’nin içine sermayedar kesimin temsilcilerinin de alınması ekonomiye bu kesimlerin müdahalesini mümkün kılmış ve devletçiliği zayıflatmıştır. Batıya ve sermayeye işbirliği mesajı verilmiştir.
Kurultay sırasında CHP milletvekilleri ve delegeleri okullara din dersleri konulması, imam-hatip okulları ve ilahiyat fakültesi açılması yönünde isteklerde bulunmuşlardır. Reşat Şemsettin Sirer’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde tüm bu istekler de yerine getirilmiştir. İnönü ve ekibi bir taraftan çağdaşlaşma anlayışını bir kenara bırakıp Batıcı-tanzimatçı bir çizgi izleyerek halktan koparken diğer taraftan da gericiliğin zeminini genişletecek adımları atmıştır. İnönü Batıcılığı, gericiliği geliştirmiştir.
Böylece başlayan sağcılık yarışı tüm siyaset sisteminin sağda konumlanmasına neden olmuştur. Yarıştan karlı çıkansa, gerici-liberal çizginin gerçek sahibi olan DP olmuştur ve sonunda CHP’den iktidarı almıştır. CHP ise Atatürkçü ve Altı Okçu çizginin çok uzağına savrularak büyük bir dağınıklık yaşamıştır.
27 Mayıs Düzene Müdahale Ediyor
Ordu içerisindeki Atatürkçü güçlerin, emir-komuta zincirini de bozarak yaptıkları müdahale DP’yi iktidardan indirdi. Ancak 27 Mayıs’ı yapan esas örgütlenmenin başında olan genç Atatürkçü subayların bir süre sonra inisiyatifi kaybetmesi generallerin iktidarı yeniden CHP ve İnönü’ye teslim etmesine neden olmuştur.
Böylece 27 Mayıs’la esas hedeflenen şey olan Atatürkçülüğe geri dönüş yerine yeniden İnönü uzlaşmasına dönüş gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak bunun artık olanağı da kalmamıştır. DP’den arta kalanlar kısa süre içinde AP’yi örgütleyerek iktidarı geri alacaklardır. CHP artık düzenin payandası yapılmıştır. Gerçek sahipleri liberal-gerici-Batıcı çizgi olacaktır.
Gidişatı farkeden Ordu’nun Atatürkçü kesimleri bu sefer İnönücülüğe karşı girişimde bulundular. Temel tezleri 27 Mayıs’ın yarı yolda bırakıldığı ve gerçek Atatürkçülüğe dönüşün sağlanamadığıdır. 27 Mayıs’ı yapan genç ihtilalciler, DP gericiliğine karşı oldukları kadar İsmet İnönü tarafından Atatürkülükten uzaklaştırılan CHP’ye de karşıydılar.
22 Şubat ve 21 Mayıs’ta Talat Aydemir önderliğinde askeri müdahale denemelerine girişen bu hareket başarılı olamayacak ve Aydemir ve Fethi Gürcan’ın idam edilmesiyle sonuçlanacaktı. İhtilalci subayların idam edilmesinde İnönü idamı destekleyen bir çizgi izlemişti. Bu gelişmeler Atatürkçü devrimci güçlerle CHP’nin tamamen karşıt kamplarda yer almasına neden olacaktır. CHP’de ise ihtilalcilere düşmanlık artarak yer edinecektir.
Ancak 27 Mayıs ve ardından gelen 1961 Anayasası’nın yarattığı ortam Türkiye’de solun gelişmesinin önünü açmıştı. Toplumsal mücadelelerin yükselmesi TİP, Dev-Genç gibi örgütlerin kurularak solda bir mücadeleye girişmeleri CHP’de de yankısını bulacaktı. Ancak bu sola açılma isteği Bülent Ecevit’le beraber “redd-i miras” ve “ortanın solu” söylemleriyle yozlaştırılacaktı.
Ecevit Kemalizmin Mirasını Reddediyor
Dünyada ve Türkiye’de sol hareketin yükselmesi CHP açısından da yeni bir döneme girilmesinin başlangıcını oluşturacaktı. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar kendisini ve partisini “Kuvayı Milliyeci sosyalist” olarak tanımlıyordu. Dev-Gençliler “İkinci Kurtuluş Savaşı”nı başlattıklarını açıklıyorlardı. Toplumda Ulusal Sol’un, Atatürkçülüğün en çok yükseleceği bir dönem açılmış oluyordu.
Özellikle seçimlerde TİP’in 15 milletvekiliyle Meclis’e girmesi ve devrimci gençlik hareketinin Atatürkçü, Ulusal Solcu bir çıkış yapması İsmet İnönü’yü CHP’nin “ortanın solu”nda olduğunu açıklamak zorunda bırakmıştı.
CHP eski konumunda kalırsa toplumsal hareketin karşısında tutunamayacağını anlamıştı. İnönü, artık kendisini siyasi yelpazenin sol kanadına yerleştirmek istiyordu. Ancak “ortanın solu” kavramının esas mimarı ve bu dönemin gerçek temsilcisi Bülent Ecevit olacaktı.
Ecevit, tezini ortaya koyarken CHP’nin önceki tüm dönemlerde başarısız olduğunu iddia edecekti ve bunu CHP’nin tek parti olmasına ve içinde tüm unsurları barındırmasına bağlayacaktı. Artık CHP bu unsurlardan temizlendiği için geçmişte yapmadığı solculuğu yapacak “ortanın solu”nda politikalar izleyerek başarılı olacaktı.
Ancak Ecevit’in temel tezi Kemalizm üzerineydi. Atatürk’ün toplumsal yapıyı değiştirecek adımları atamadığı, ülkenin içinde bulunduğu durumdan DP kadar, tek parti döneminin CHP’sinin de suçu olduğu ısrarla vurgulanıyordu. Bu noktada Ecevit CHP’nin “redd-i miras”ta bulunması gerektiğini savunuyordu.
Bu noktada Ecevit, kendi solculuğunun Altı Ok’u aştığını iddia ediyordu. Ancak ortaya koyabildiği şey sınırları pek de belli olmayan, Atatürk’e ve Altı Ok’a dayanmayan, hatta onları reddeden ucube bir sol anlayış oluyordu.
CHP’nin İnönü devrinde yaşadığı uzlaşma ve sağcılaşma, toplumsal konjonktürün değişmesiyle bu sefer solculaşarak aşılmak isteniyordu. Ancak bu solculaşma da Atatürk’ten, Ulusal Sol’dan ve Altı Ok’tan uzaklaşmak anlamına geliyordu.
Oysa tarihin gerçek zeminine baktığımız zaman bu topraklarda solun başarılı olduğu ve toplum içerisinde kök saldığı dönemin Atatürk dönemi olduğunu görürüz. CHP, Atatürk’e dönerek sola ve halka açılma şansına sahip olabilirdi ancak yapılan tam tersi oldu ve Altı Ok’tan, Atatürk’ten uzaklaşarak solculaşmak denendi. Bu çizginin en sonunda geleceği yer, Altı Ok’a karşı çıkan düşman ama kardeş ideolojiler olan Marksizm ve liberalizmin kesişim noktası olan sosyal demokrasi olacaktı. Ancak Ecevit şimdilik çizgisini “ortanın solu” olarak tanımlamaktaydı.
“Ortanın Solu”yla Sola Açılma Çabası
“Ortanın Solu”nun bu sola açılma çabası ne kadar ucube bir şekilde de gerçekleşse yine de aslında Türk toplumunun sola ihtiyacının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. İnönü döneminde, DP’yle yapılan sağcılık yarışı ilk olarak komünizm karşıtlığı olarak ortaya çıkmasına rağmen yarışın kızışmasıyla toplumun kendini solda tanımlayan tüm kesimleri ağır bir baskı altında kalmıştı.
1960 Anayasası’nın yarattığı ortamın da etkisiyle solun yeniden hayat bulmaya başladığı böyle bir dönemde sol kavramını bu şekilde de olsa rahatça savunulabilmesi yine de faydalı olmuştur. Böylece sol az da olsa genişleyebileceği, toplumsal zeminini yaygınlaştırabileceği bir ortama kavuşmuş da oluyordu. Ancak “ortanın solu” tezinin bu sonucunun tam zıddı bir sonucu vardı. Gerçekte de bu tezin sahiplerinin gerçek amacı buydu.
“Ortanın Solu” Düzenin Sigortası Oldu
“Ortanın solu”nu ortaya atan Bülent Ecevit, Türkiye’deki sömürü mekanizmalarını, bozuk düzeni ayrıntılarıyla anlattığı “Bu düzen değişmeli” kitabında özellikle bir vurguyu sıklıkla yapar. CHP ve “ortanın solu” bu düzene karşıdır, sömürüye karşıdır ve bu düzenin değiştirilmesi için çalışmaktadır. Ancak CHP herşeyi demokrasi çerçevesinde gerçekleştirecektir.
Bu söylem o kadar sık tekrarlanır ki Ecevit’in bozuk düzene mi yoksa onu devrimle yıkmak isteyen devrimci gençlere ve ihtilalci subaylara mı daha çok düşman olduğu sorusu okuyucunun aklına gelmekte gecikmez. Ecevit’e göre “CHP, sol darbe de olsa karşıdır. CHP demokrasiyi temel ilke alır.”.
Bu söylemin de yardımıyla Ulusal Sol’un Cumhuriyetçiliğinin yerine “demokrasi”, devrimciliğinin yerine de devrimcilere düşmanlık geçirilmiş oluyordu.
Ecevit’in önerdiği sol program da belli sınırlara sahiptir. Toprak reformunu savunur ama amacın mülkiyetin kaldırılması değil sınırlanması olduğunu belirtir. Ekonominin diğer alanlarında da özel mülkiyete dokunmadan bir halk sektörü oluşturmanın ve özel mülkiyeti bu yolla geliştirmenin yollarını arar.
Bu sınırların nasıl çizildiği de gene Ecevit tarafından açıklıkla belirtilir. Ortanın solu politikası daha soldaki akımları engellemenin tek yoludur. Ecevit’in ifadesiyle “CHP’nin daha solundakiler kazanırsa demokrasi kalmaz, sadece devlet kalır”.
Bu ifadelerin açıklıkla ortaya koyduğu tek gerçeklik “ortanın solu”nun üzerindeki sözde devrimci yaldızların dökülmesidir. Aksine “Ortanın solu”nun amaçladığı tek şey toplumsal muhalefetin ve ezilen güçlerin devrimci, sosyalist bir yönelime girmemesidir. Bu güçlerin frenlenmesi için CHP’ye bu misyon Ecevit tarafından kazandırılmıştır. Bu frenlemeden kazanç sağlayacak kesimlerin de komprador düzenin sahipleri olduğu ortadadır.
Sola kayıyor gibi görünen Ecevit CHP’si gerçekte solun önündeki en ciddi seddi oluşturmakta ve komprador düzeni halka ve devrimcilere karşı koruyacak bir rolü üstlenmektedir.
“Ortanın Solu”ndan Sosyal Demokrasiye
12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından diğer partilerle beraber CHP de kapatılacak ve Ecevit’in “ortanın solu” çizgisi de siyaset sahnesinden çekilmek durumunda kalacaktı. Daha sonra kurulan SODEP, SHP gibi partiler ise yine farklı bir dönemin ortaya çıkışını göstermiştir.

Ecevit’in Atatürksüz ve Altı Ok’suz solculuğu bu dönemde tamamen Batının liberal programlı sosyal demokratlığına dönüştü. Sosyal demokrasinin Atatürk’le, CHP’yle ve Altı Ok programıyla hiçbir ilgisi kalmamıştı. Sosyalist Enternasyonal üyesi bu sol anlayış yüzde yüz Batıcı ve Türkiye ile hiçbir ilgisi olmayan bir noktaya savrulmuştur. Ulusal Sol zemininden o kadar uzaklaşılmıştır ki PKK’nın siyasi kanadı olarak tanınan ve bu yüzden kapatılan Halkın Emek Partisi, SHP listelerinden TBMM’ye sokulmuştur. Halkçılık ve devletçilik açısından da artık tamamen liberal bir program uygulamaya geçirilmiştir. Daha sonra tekrar CHP isminin alınmasının ardından Deniz Baykal dönemi açılmıştır.
CHP, 1970’li yıllar boyunca oynadığı toplumsal uyanışı engelleme ve solu frenleme misyonundan artık solla hiç bir ilgisi kalmayan bir sol liberalizm türüne evrilmiştir. Ecevit ise kurduğu DSP ile siyaset sahnesine yeniden çıkmıştır. Ulusal Solculuğunu ilan etmesi ise, Türk siyasi hayatında sık sık görüldüğü şekilde partisinin ABD müdahalesi ile bölündüğü 3 Ağustos darbesi sürecinde Amerikan karşıtı olmaya başlamasıyla aynı döneme denk gelecektir. Kaybeden siyasetçilerin Amerikan karşıtlığı ise ne inandırıcı olabilmektedir ne de kaybetmelerini engelleyebilmektedir.
Kemalizme İhanet’ten AntiKemalizme Geçiş
Atatürk sonrası CHP tarihinin kısaca Atatürkçülükten ve Altı Ok’tan uzaklaşma tarihi olarak özetlenebeceğini belirtmiştik. Bu süreç içinde yaşanan aşamalar CHP’yi sağcılaştırmış ve liberalleştirmiştir. Ulusal Sol anlayışın Türkiye ‘deki çıkış noktası olan Altı Ok’un zaman içinde terk edildiği bu süreç, CHP’nin ulusal zeminin tamamen dşına çıkarak kendisini enternasyonal sosyal demokrasinin bir parçası olarak tanımlamasına neden olmuş, Avrupa solunun Türkiye’deki komprador bir uzantısı olma konumuna kadar sürüklenmeye neden olmuştur.
Bu konum CHP’nin savunduğu tüm politikalar açısından da Batıcı-liberal güdüme açılmasıyla sonuçlanmıştır. Ekonomi politikaları açısından CHP’nin sağcı bir partiden herhangi bir farkı yoktur. Özelleştirmeler, IMF politikaları son dönem CHP’si tarafından açk bir şekilde desteklenmiştir. Bu destek, Kemal Derviş’in CHP’ye katılmasyla son noktasına ulaşmıştır.
Kemal Derviş, CHP’ye girişi sonrasında CHP’nin liberalleşmesini açıkça savunan tezler üreterek sesini duyurmuştur. Sosyal demokrasi kavramı esas olarak sağcılaşmış ve tümden aristokratlaşmş Batı işçi sınıfının ideolojisidir.
CHP’nin kendini sosyal demokrat olarak tanımlamısı Batı sömürgeciliğinin sol kanadıyla kurduğu ideolojik bağı tanımlar. Ancak gelinen son noktada bu konum da yeterli olmamıştır ve “CHP’nin piyasaya sahip çıkması gerekir” söylemiyle Batı solunun yeni sağcılaşma evresi de CHP’ye yansıtılmıştır.
Bu yeni sağcılaşma aşaması Kemal Derviş tarafından sosyal-liberal sentez olarak tanımlanmıştır. Derviş bu kavramı bir yedinci ok olarak CHP’ye almak gerektiğini bile ifade etmiştir. CHP’nin kendisini Atatürk’e değil Batı soluna, Marks’a dayandırması gerektiği üzerine söylemler de bu dönemle beraber gündeme getirilmeye başlanmıştır.

Girilen bu son dönemi tanımlamak gerekirse artık bu Atatürk’ten uzaklaşma ya da Kemalizme ihanet olarak değil tamamen Atatürk karşıtlığı ve Kemalizm düşmanlığı olarak tanımlanabilir. CHP, Baykal dönemiyle beraber liberalizme kapılarını sonuna kadar açmış, Atatürkçülüğe, Altı Ok’a, Ulusal Sol’a ters istikamette hız kazanmıştır. Bu CHP’yi sadece daha da sağ bir noktaya sürüklemekle kalmayacaktır. Artık CHP şekil değiştirmiştir ve girdiği yolun sonu ancak AKP’nin “sol” bir vesiyonu ve alternatifi olmaktan ötesi değildir.
Ulaşılan noktada CHP’nin içerden bir dönüşüm geçirerek düzene alternatif oluşturacak Atatürkçü, Altı Ok’u savunan bir çizgiye ulaşması da mümkün görünmemektedir. CHP’nin Ulusal Sol akımla yüzleşmesi gerekecektir. Ulusal Sol, Atatürk karşıtı bir CHP’yle uzlaşmayacaktır. Komprador düzene alternatif olmayan bir CHP düzenin içinde bir unsur olmuştur, çöken bir yapının hiç bir unsurunun da çöküşün dışında kalmayacağı kesindir. CHP silkinerek Altı Ok’a, Atatürk’e dayanan özüne dönmezse uydu yapıyla beraber yıkıma gidecektir.
* Marmara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencisi




..

Kuş Gribi, Kış Garibi




  Kuş Gribi, Kış Garibi





Yekta Güngör Özden
24.10.2005/Sayı:93

Zamanın ne getirip ne götüreceği önceden kestirilemez, bilinemez. Kimi aylar gönendirici, kıvanç verici olaylarla, kimi aylar da anımsanmak istenmeyen, üzücü olaylarla geçer. Kimi de hem iyi, hem kötü olayları içinde barındırır. Ekim ayı Bahriye Üçok’un (6 Ekim 1990), Ahmet Taner Kışlalı’nın (21 Ekim 1999) öldürülmeleri, Ankara’nın Başkent olması (13 Ekim 1924), Cumhuriyetin ilânı (29 Ekim 1923), Mustafa Kemal’in CHP II.Büyük Kurultayı’nda Büyük Söylevi’ni okuması (15/20 Ekim 1927) ile unutulamaz. Aramızdan ayrılanların ışıklar içinde yatmasını dileyerek geçen Ekim’leri belleğimizin nakışları içinde bırakıyoruz. 2005 Ekim ayında yaşadığımız mutlulukları yaraşır oldukları coşkuyla andığımızı, kutladığımızı söyleyebilir miyiz? Bizi acılar içinde bırakıp gidenleri onların seçkin kişiliklerini vurgulayarak andığımızı savunabilir miyiz? Nelerin öne çıkarıldığı, nelerin unutturulmak istendiği, nelerin allanıp pullanarak dayatıldığı ya da vurgulandığı ortada. Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlama olanağını Türk Ulusu acaba bulabilecek mi? Kanımca, niteliklerini giderek yitiren lâik Atatürk Cumhuriyeti, kutsal Türkiye Cumhuriyeti içimizdeki ve dışımızdaki karşıtlarının saldırılarıyla sarsılmaktadır. Savunma ve koruma andı içenler, kendilerine bu görev verilerek emanet edilenler beklenen duyarlığı, gereken özeni göstermemektedirler. Yanlış bir demokrasi anlayışıyla kötüye kullanılan insan hak ve özgürlükleri, ödünler içinde çöküntüye ve yıkıma götürmektedir. Cumhuriyetçiler, ilericiler, gerçek Atatürkçüler ve demokratlar karalanıp dışlanmakta, cumhuriyet karşıtları olanaklarla donatılarak daha etkin ve daha güçlü duruma getirilmektedir. Yabancılar bu durumdan yararlanarak baskılarını ve dayatmalarını artırmaktadır. Atatürk’ün resimlerinin duvarlardan indirilmesini öneren İngiliz “Türkiye’nin AB’ne girebilmek için yapacağı daha çok şey var” diyebilmektedir. Başka ülkelerde kıyamet koparacak olaylar Türkiye’de geçiyor. Başbakan, pazarcı-pazarlamacı tutumuyla “Türkiye’yi pazarlamakla yükümlüyüm” kabadayılığını yeğleyip, daha uygun, bir Başbakana yaraşır sözcükleri bırakıyor. İktidara yaranmayı amaç edinen kimileri “Pazarlama”yı yerinde bulup destekliyor. Toplumda beğeni kazanan kimileri de Fethullah Gülen’in maskesi durumundaki okullar nedeniyle onu “Devrimci” sayıyor. Belki “karşı” sözcüğünü unuttu ya da duyuramadı. Şimdi merkezde görevli bir Büyükelçimiz zamanın Cumhurbaşkanı Demirel’in Fethullah okuluna ısrarla çağrıldığında gruba katılmadığını nedenleriyle birlikte anlatmıştı. Yıllardır ABD’nde tutulan, beslenen, hakkında yazılan kitaplarla kimliği ve amacı açıklanan kişinin yurtdışındaki okullarıyla övülmesi ilginçtir. Başbakanın Rektörlere çıkışması da aykırılık örneğidir.

Saddam’ın yargılanması (19.10.2005) ibretle izlenmelidir.

Yekta Güngör Özden Tüyap'ta, İleri Yayınları standında okurlarının kitaplarını imzalarken...Çelişkiler

İçerde Rektörün tutuklanmasıyla üzücü olaylar dizisine bir yenisi eklenirken, dışarda olanlara ilgisizlik yenilerini önümüze çıkarmaktadır. İçerde herkese kükreyen Başbakan, AB Görüşme Çerçeve Belgesi’nde olduğu gibi önüne ne konursa kabûl etmektedir. Türkiye’yi ziyaret eden Avrupa Parlamentosu üyesi Richard Howitt “Türk askerlerince kürtlerin kulaklarının kesilip gözlerinin oyulduğuna ilişkin kayıtları dinledik” dedi, yanıtını veren çıkmadı. Dışişleri sözcüsünün açıklamasıyla yetinildi. Genelkurmay yine susmayı yeğledi.

Fransa’nın Sarcelles kentinde “1915’de Asuri-Keldanilere karşı Osmanlı İmparatorluğunca gerçekleştirilen soykırımı mağdurları anıtı” dikiliyor, hiçbir tepki yok.

Nato’nun üyesi olmayan Ermenistan’da Nato soykırım semineri düzenliyor, üstelik bu konuda yandaşlığı belli bir Türk öğretim üyesi katılıyor, kimsenin sesi-soluğu çıkmıyor. Ramazan rehaveti diyemeyiz. Öyle ya askerlerini kötüleyen yazarlar, ulusunu suçlayan sözde bilim adamları, ülkesini düşünmeyen siyasetçiler olursa yabancılar boş durur mu? Uyduruk anlatımlarla doldurulan kitaplar, ödül almak için ülkesini-ulusunu yalanla suçlayan konuşmalar, düzmece toplantılar, konferanslar birbirine eklenmektedir. Hepsi de bize karşı kullanılmaktadır. Siyaset bu konuda âcizdir. Aydın sanılanlarla, kendini aydın sanan kimileri de yazılarla, konuşmalarla, ziyaretlerle Türkiye karşıtlarına destek vermekte, bu aymazlığı ilericilik, demokratlık ve aydın olma gereği saymaktadır. Göstericilerin, yabancı yandaşlarının asıl ilgilendikleri olaylar, durumlar, aykırılık, çelişki ve olumsuzluklar birkaç yurtseverin çabasına kalmaktadır.

Anma etkinlikleri

Yitirdiğimiz değerlerin sağlığında kendisiyle ilişki kurmak, desteklemek bir yana ona karşı çıkan, çabalarını engelleyen, onu kötüleyip üzen ve kıran kimseler anma etkinliklerinde öne çıkıp görünmeye, ilgi çekip yer kazanmaya kalkışmaktadır. Birlikte uğraş verdiği, çalıştığı, iyi ilişkiler kurduğu, ortak anıları ve kimi yakınlıkları bulunduğu kimseler dışlanarak biçimsel toplantılarla öz unutturulmaktadır. Yapaylık ve yavanlık sırıtmaktadır. Kimi kuruluşlar aynı konuda, aynı günde, aynı yerlerde toplantılar düzenleyerek bölünmeleri kemikleştirmektedir. Biraraya gelmesini, dayanışmayı, güçlenmeyi beceremeyenlerin söz ve ileti gösterisi kimseyi kandıramaz. Aynı salonlarda, aynı konuşmacılar, aynı dinleyicilerle durumu kurtardığını sananlar yitirdiklerimizi değil, kendilerini öne çıkarmaktadır. Onların örnek alınacak, unutulmayacak yanlarını belirterek topluma güç katmak yerine, sönük toplantılar, cılız konuşmalar, gereksiz anlatım ve katkılarla zaman doldurulmakta, olay geçiştirilmektedir.

Ülkemizde insanlar yaşarken değeri bilinmemekte, yitirildikten sonra duygusal açıklamalar ağırlık taşımaktadır. Her zaman söylüyorum “Değer bilseydik, Atatürk’ün değerini bilirdik.” Böyle değerbilmezlik bir yana mezarlıktan çıktıktan sonra yine eleştirmeye, olumsuz sözler etmeye başlıyoruz. Bir kez ölçü kaçırılmaya görsün, abartılı övgüler ve yergiler sıralanıyor. Gazete duyurularında hiç yaraşır olunmayan nitelikler yakıştırmada yarışa giriliyor. Oysa, saygı ile sonsuza uğurlanır. İyi yanları belirtilir, gerçeklerden ayrılınmaz. Gidene yakınlık girişimiyle abartılı sözler edilirse olumsuz yanlarını belirtenler de çıkar.

Her sıfatı-niteliği kolay yakıştırıyoruz. İyi ya da kötü. Gerçeği araştırmadan, sormadan, öğrenmeden. Üstelik yazılara dökerek haksızlığı yoğunlaştırıyoruz. Örneğin, Fethullah Gülen’e “devrimci” denilmesi gibi. Devrimcilik, cumhuriyetçilik, Kemalistlik bir bütündür. Yıkıcı olup yapıcı olmayan, Türk Devrimi’ne karşı çıkan kimse devrimci olamaz. Çağdaş yönetim olarak devlet biçimi cumhuriyetin niteliklerine karşı olan, bu konuda özenli davranmayan kimse cumhuriyetçi olamaz. Kemalizm-Atatürkçülük konusunda ödünler veren, ilkeleri gözardı edip yadsıyan, birbirinden ayırarak devrimlere karşı çıkan, özellikle lâikliği eleştirip 1921’den başlayarak ulusal yaşamımıza girdiğini bilmezlikten gelip tersini ileri sürenler Atatürkçü olamazlar. Yarım yamalak Atatürkçü olunmaz. “Şu konuda Atatürkçü, bu konuda Atatürkçü değil” denilemez. Bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı ya Atatürkçüdür, ya değildir. Atatürkçü olunacaksa tam Atatürkçü olunur. Atatürkçülük bölünemez ve sulandırılamaz. Yineliyorum, Atatürkçülük duygu ve düşünce birlikteliğinin Türkiye doruğudur, ufkudur. Bu onuru her baş, her omuz taşıyamaz. Rozet takmakla, nutuk atmakla, resim asmakla Atatürkçü olunamaz.

Kimi medya tetikçileri gibi düşünmüyorum. Benim görüşlerime katılmayanlar olabilir. Medya militanları kendileri gibi düşünüp duymak zorunda olduğumuzu istiyorlar. Efendice eleştirmeyi bırakıp saldırıyı seçenler toplum zararlılarıdır.

Bozukluklar

Yargı bağımsızlığı bir devletin geçerliğinin ve saygınlığının ilk koşuludur. Bu konuda nice söz ve yazıyla katkıda bulunmaya çalıştığımızdan ayrıntıya girmek istemiyorum. Başbakanın Ermeni Konferansı’yla ilgili yargı kararı için “Provokatif” demesinin sakıncaları, Orhan Pamuk ve Hrant Dink konusunda başta entelektüel geçinen kimileriyle yabancıların yargıya etki, hattâ baskı sayılacak konuşma ve yazılarıyla belirmeye başladı.

Başbakan 7.10.2005’de “Milletin çoğunluğu AB’ni istiyor” demiş. Kendileri çoğunluk olmadığına göre dayanağı nedir? Sormaca mı düzenlemiş? Ulusun istencini saptamak için Anayasa’nın 175. maddesini değiştirip “TBMM kararıyla kimi yasaların halkoyuna sunulması”na olanak sağlayıp sorunu böylece çözebilirler. Bütçe konusunda Anayasa’nın beş maddesini değiştirmekten daha kolayı 175. maddeyi değiştirmektir.

Dışişleri Bakanı’nın fahrî kardeşi, AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn “Ek protokolü Meclis onaylasın ve uygulansın” buyurmuş. Bir kez talimat almaya başlanırsa sonu gelmez.

Hrant Dink’in “kan” konusundaki sözlerini içlerine sindirenler için neler söylenebilir.

AKP’nin kimi il başkanları valiliklere başvurarak vilayet konağında kendilerine birer oda istemişler. Yönetimi izlemek için. Pes doğrusu!

Kimi milletvekilleri spor müsabakalarındaki tutumlarıyla tepki aldılar. Ne olur, aykırı davranmasalar da alkış alsalar.

Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın tutuklanmasıyla ilgili çok söz edildi. Yargıya etki kuşkusuna değinildi. Adalet Bakanı, Yargıtay üyesi seçen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda kaldıkça bu söylentilerin sonu gelmez.

Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı depremleri “İlâhî uyarı” olarak niteledi. Bilimsellik, akılcılık, çağdaşlık nerde kaldı?

Türkiye karşıtlarının son olarak Silahlı Kuvvetler’e saldırısına bakalım kimler aldırış edecek?

Diyanet İşleri Başkanlığı oruç bozan ilâçlar listesi yayımlamış. Fetva dönemini anımsatan açıklamalardan sonra ılımlı bir yaklaşım.

Yasama organındaki milletvekili dağılımı partilere göre sık sık değişiyor. Değişmeyen, milletvekili kalmak ve yeniden olmak düşüncesi. İlke yok, tutarlılık yok. Nerden nereye geçiyorlar. Seçmenin oyu hiçe sayılıyor.

Emir-komuta düzeni toplum yaşamımızın çoğu kesiminde geçerli. Buyrukları yerine getirme alışkanlığından kurtulmak, doğru bildiğini söyleyip savunmak güç geliyor olmalı ki donukluğunu sürdürmeyi yeğleyip içinde bulunacakları etkinliklerden kaçınıyorlar.

Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde yayımladığı yazıyla yurtdışına çıkarken sağlık çantası taşınması, aşı yaptırılması önerisinde bulunup canlı hayvan pazarları ve kümes hayvanları çiftliklerinden uzak durulmasını istemiş. Terör hızı, AB Görüşme Çerçeve Belgesi ve öbür olumsuzluklar konusunda umut veren bir gelişme olarak karşılıyoruz. Soygunlar, sabotajlar, ölümler sürüyor.

PKK 20 Ağustos’ta başlattığı sözde eylemsizlik kararını kaldırdığını Ekim başında açıkladı. 3 Ekim amaçlı eylemsizlik günlerinde 43 teröristin öldürüldüğünü açıklarken kendilerinin neden olduğu ölümlerden sözedilmedi. Şehit sayısı arttıkça PKK’ya nefretle birlikte ilgililere tepki de artmaktadır. Başbakan bunun için olacak ABD’ne gönderme yaparak sabrın taşmakta olduğunu duyurdu.

Kadrolaşmaya, yargı kararlarını geçersiz kılacak atamalara ağırlık verdiği izlenen Millî Eğitim Bakanlığı ilköğretim 8. sınıf İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük dersi kitaplarındaki değişiklikler nedeniyle haklı olarak kınanmaktadır. Atatürk’ün Cumhuriyetin 10. Yılı Söylevi, Türk Bayrağı, Antep Savunması ve Şahinbey adlı okuma parçaları çıkarılıp Şeyh Sait İsyanının Doğu İsyanı olarak verildiği yakınmaları yasama organına getirilmiştir. Belki yakında içindeki “Memleketin içinde iktidara sahip olanlar gaflet, delâlet, hattâ hıyanet içinde bulunabilirler…”le başlayan bölümü nedeniyle Gençliğe Seslenişi’ni, tüm Büyük Söylevi’ni kitaplardan çıkartabilirler.

İmam hatip okullarını bitirenleri üniversitelere yerleştirmek oyunları da sürüyor. Harp Okullarına bu yolla geçişler bakalım nasıl olacak? ÖSYM’nin YÖK’ten ve bağımsızlıktan koparılması da gerçekleştirilmek üzere. Van Rektörü için iyi bir dayanışma örneği veren üniversiteler suskunluğu bırakıp yararlı olanı söylemelidir. Van olayı ürkütücü oluşumların bileşkesidir. İlerici-gerici savaşımının bilimsel alanlarından biridir. Su yüzüne çıkanıdır.

Kütahya’da Ilıca Kaplıcaları’na bağlı açık havuzda haremlik-selâmlık yöntemi, yalnız erkeklerin yararlanmasına ayrılarak gerici bir uygulamayla çözümlenmiş(!). Hayırlı olsun, demeli.

Göztepe Parkı’na cami yapımı girişimini Ankara Yenimahalle Onkoloji Hastahanesi bahçesine 250 kişilik cami yapımı girişimi izledi. Dünyadaki Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerdeki cami toplamından da çok cami bulunan (78 bine yaklaştı) Türkiye’de Belediyelerin yapacağı başka şey yokmuş gibi seçmene gülücükleri camiyle dağıtmak hoşgörüyle karşılanamaz.

Başbakanın bir danışmanı (galiba Ömer Çelik) “Lâiklik Türkiye’nin nükleer gücüdür” demiş. Günaydın!

Yapay ulusalcıları bahane ederek ulusalcılığa saldıran kendini bilmezlerin kendilerine gelmesi beklenmesin. Huylu huyundan vazgeçmez. Van Rektörü olayında gericilerin konuşmaları ve yazılar da bu görüşü doğruluyor. Atatürk karşıtları nasıl da birleşiyor.

Acı döküm

İzmir depremi korkusu doğal. Acı yaşatmamasını diliyoruz.

Karşılamak ve gidermekte başarılı olunduğu savunulmayacak terörün saptayabildiğimiz dökümü son günlerde şöyledir:

Nusaybin’de iki uzman çavuş şehit oldu (6.10.2005),

Kâğıthane, Esenler ve Bağcılar’da patlayıcı, el bombası vs. ele geçirildi. Seyhan Emniyet Müdürlüğü binasına konulan bomba imha edildi (8.10.2005),

Van-Muradiye’de yedi kişi mayınla yaralandı (9.10.2005),

Şırnak’ın İdil İlçesi yakınlarında teröristlerin yol keserek kaçırdıkları polis memuru Hakan Açıl (10.10.2005)’ın durumu açıklık kazanmadı.

Tunceli’de beş er şehit oldu (12.10.2005),

Irak, İran ne yapıyor, ABD ne yapıyor, Türkiye Cumhuriyeti iktidarı ne yapıyor? Ölümlerden kim sorumlu, hesabını kimler verecek?

Üzüntüler, acılar.. Yaşamın kötü çizgileri. Her şeyin iyi olması olanaksız. Ama her şeye karşın lâik Atatürk Cumhuriyeti’nin 82. yıldönümüne kavuşmak, onu kutlamak da büyük bir mutluluk. Sonsuza değin bağımsız yaşaması, niteliklerinin korunup güçlendirilmesi, adına yaraşır kazanımlarla esenlik duyulması için üzerimize düşenleri yapmanın-yapacak olmanın onuruyla andımızı yineliyoruz.

Tatlı döküm

Tüyap’ın Beylikdüzü’ndeki kitap fuarı görkemli oldu. Son günlerde Mehmet Kıyat’ın şiir kitapları yanında Hıfzı Topuz’un zenginleştirdiğim saatlerime fuarda edindiğim kitaplarla dokuyacağım. Talât Turhan’ın Derin Devlet’i de bunlardan biri. Bilâl Şimşir’in ermenilerle ilgili gerçekleri haykıran kitapları da. Ankara konser ve sergilerle çirkinlikleri aşmaya çalışıyor.


http://www.turksolu.com.tr/93/ozgun93.htm

..

Finansal Ölüm ve Doların Ölümü!




Finansal Ölüm ve Doların Ölümü!


Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com
Tarih: 13-10-2014 


Başlığı çok iddialı bulabilirsiniz. Hatta şu sıralar ABD dolarının değerinin yükselmesine bakarak,” sen öyle diyorsun ama dolar hala dünyanın en gözde parası” diyebilirsiniz.

Sorunu iyi anlayabilmek için dünyadaki merkez bankalarının işlevlerine bakmak gerekir.

Bizdeki ve diğer ülkelerdeki merkez bankaları, kendi ülkeleri için para basarlar. Ve rezerv döviz bulundururlar.

Bir ülkede parayı yönetmek, o ülkeyi yönetmektir.

Bu cümleyi biraz açarsak; ülkedeki mal ve hizmetler karşılığı kadar piyasada para bulundurmayı merkez bankaları sağlar.

Piyasada mal ve hizmetler karşılığı kadar para bulundurulmasına, birçok ad verilir. Kimisi mali istikrar, parasal istikrar, kimisi de enflasyon denetimi der.

Amerika Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından, Amerikan zenginlerinin mal ve egemenliğini korumak adına, bir küresel finans saldırısına geçti.

Finans saldırısı ne demek derseniz; zenginlerin sermayesinin hiçbir kanun, kaide, engel tanımaksızın serbestçe dolaşımıdır.

Amerika istediği kadar dolar basar, o dolarlarla seni borçlandırır. Sonrada faizini alır ve geri çıkar.

Bir başka deyişle, girdiği ülkelerin ekonomisini, siyasi düzenini ve istikrarını kendine göre düzenleyip, karını aldıktan sonra istediği zaman çıkması demektir.

Merkez bankaları işlevine geri dönelim.

Merkez bankalarındaki rezerv paralar, eğer o ülke borçlarını ödeyemezse, yani temerrütte düşerse, uluslararası zenginlerin, o ülke veya o ülkedeki şirketlere verdiği parayı faizi ile birlikte geri alım garantisini sağlar.

Rezerv paranın anlamı budur.

Rezerv para çoğunluğu dolardan oluşmak üzere diğer ülke paralarından oluşur. Ama asıl olan dolardır. Dünyadaki rezerv paraların %65 dolardır.

Rezerv paraların %10 altındır.

Yeri gelmişken, emperyalist ülkelerin paraları dövizdir. ABD, İngiltere, Avrupa(aslında Almanya) ve Japonya’dır.

Merkez bankaları garanti verdikleri teminatları dolar üzerinden yapar.

Dolayısıyla, ABD dışındaki ülkeler, borçlarını karşılayacak kadar dövizi kasalarında bulundurmak zorundadır.

Şu bilgiyi de vermiş olalım; Merkez Bankası İsviçre’deki,  Dengeleme Merkezine bağlıdır. Dengeleme Merkezide dünya sermayesini elinde tutanların denetimindedir. Yani sizin Merkez Bankanız bağımsız değildir.

Siz ülkenizde mali istikrarı sağlamaya çalıştığınız bir sırada, birileri ülkenizden dolarları çekerse, böyle bir durumda, Merkez Bankasının yapabileceği fazla bir şey yoktur.

Böyle bir durumda, Döviz(dolar) fiyatları yükselir.

Aniden birileri helikopterden bankaların kasalarına dolar atarsa, yani ABD kendini kurtarmak için fazladan dolar basarsa(QE), ülkenizde dolar ucuzlar.

İthalat malları ucuzlar. Borçlanarak, bolca ithal otomobil alırsınız. Sanayiniz çöker. Ya da dışa bağımlı sanayi haline gelir. Bir gün aniden dolar çıkınca, hiçbir şey üretemez hale gelirsiniz.

Bir ülke içinde, hem yerli para hem de yabancı para varsa, Merkez Bankası sadece yerli parayı denetleyebilir. Dışarıdan istediği zaman girip, istediği zaman çıkan yabancı parayı denetleyemez.

Küçük miktarları evet ama büyük miktarları asla…

Yani ulusal devlet fakirlik yüzünde, ya da kendi tasarrufları kadar büyümeye razı olmayan milli devlet, parasını denetleyemediği için devlet olma özelliğini kaybeder. Uluslararası tekellerin, sıcak para sağlayıcılarının denetimine girer.

Piyasadaki yerli para ve yabancı para miktarını denetleyemezseniz, enflasyonu da denetleyemezsiniz.

Dolayısıyla, üretim tüketim dengesini de kuramamış olursunuz.

Aslında yaşadığımız enflasyon bizim enflasyonumuz değil. Amerika’dan ithal ettiğimiz dolar enflasyonudur.

ABD dört senedir ayda 85 milyar karşılıksız dolar bastı. Toplam 4 trilyon dolar bastı. Ve sattı.

Karşılıksız basılan bu dolarların maliyetini biz; %10 enflasyon ile ödüyoruz.

Bir anlamda enflasyon ithal ettik.

Yaşadığımız enflasyon, gıda enflasyonu değildir. Sermayenin maliyetinden kaynaklanan dolar enflasyonudur.

Sermayenin bu amansız saldırılarından bitap düşmüş çalışanlar, artık borçlanamaz hale geldiler. Biz borçlanamaz hale gelince ABD ve diğer emperyalist ülkeler para basamaz hale geldi.

Böylece doların kanser olduğunu yakında öleceğini söylemek abartı olmaz. Karşılığında hizmet ve üretim olmayan bir paranın dünya parası olması, sadece silahla sağlamaz.

Batılılar bu duruma, küresel mali(finansal) ölüm diyorlar.

Caddedekiler, yöneticilerinin para babalarının soytarısı olduğunu bildiklerinden, benim partim “ekmek” tir diyorlar.

Borca dayalı para(dolar) yaratma sistemi çökmek üzeredir.

Altın dolar savaşının nedeni; merkez bankalarında, dolar yerine altın bulundurma savaşıdır.

ABD Merkez Bankasında altın var mıdır yok mudur kimse bilmiyor.

ABD, II. Dünya Savaşından sonra, Almanya’nın 7500 ton altınını Amerika’ya götürmüştü. Almanlar altınlarını isteyince; altınımız yok. 2016 kadar ödeyelim dediler.

ABD artık savaş sanayisini harekete geçirip savaş da yapamıyor. İnsanı çürümüş, savaşmıyor. Savaşsa da çok para istiyor.

Onun için IŞİD yerine yeni vekâleten savaşacaklar arıyor. Tek amacı kaldı İsrail’in güvenliği…

Sonuç; el parasıyla, borçla gittiğimiz yol bitti.

İktidar sahipleri, üretim ekonomisi ve Tasarruf demeye başladı.

Nerede kaldı sizin her şeye kadir piyasa ekonominiz.

Tasarruf ve üretim plan işidir. Piyasanın kararlarını ise, yabancı tekeller verir.

Sözlerinde ne kadar samimilerdir bilmiyoruz ama tasarruf ve üretim demeleri, geç de kalsa iyi bir söylemdir.

13.10.2014, 
bulentesinoglu@gmail.com


http://www.kemalistler.org/yazarlar/bulent-esinoglu/finansal-olum-ve-dolarin-olumu/315/

.

Herkese Rol var., Ama Patron





Herkese Rol var.,  Ama Patron


Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com
Tarih: 10-09-2014 

Kerry ise mümkün olan en geniş küresel koalisyonu oluşturmak istediklerini belirtip şunları söyledi: "Her ülkenin oynayabileceği bir rol var. Bu bazıları için doğrudan askeri destek, eğitim, danışmanlık, bazıları için insani yardım, bazıları için yabancı savaşçı katılımı ve para akışıyla mücadele, bazıları için IŞİD propaganda- sının etkisinin yok etmek ve İslam’ın çarpıtılmasının önüne geçmek’’ dedi.

Üniversite giriş imtihanlarında, sömürgecilik nedir, nasıl işler diye bir soru sorulsa, Kerry’nin ifadesine bakmak yeter.

Diyeceksiniz ki, yarı sömürge ülkelerin üniversitelerin de emperyalizm anlatılır mı?

Çünkü emperyalizm sözcüğünü kullanmaya başladığınızdan itibaren, ülkenizi savunmaya başlamışınız demektir.

Sömürgeciler atom bombasından korkmazlar ama emperyalizm sözcüğünden korkarlar.

Çünkü bu sözcük halklara mal olduğunda, atom bombasından daha etkilidir.

Amerika ve müttefiklerini savunan beyinler yetiştirmek, yani eğitim bu işin tanktan, tüfekten daha önemli kısmıdır.

Kerry’nin cümlesinde, şu ifade hayati önemdedir. “İslam’ın çarpıtılmasının önüne geçmek”

Belki de, Türk insanının, en çok kullandığı ifadelerdendir. Herkimse, kendi inandığı İslam’ın gerçek İslam olduğunu iddia eder.

Bir inanış, buna İslam da dâhil. Hem emperyalizme karşı kullanılabilir. Hem de emperyalizmin hizmetinde kullanılabilir.

Patronumuz Amerika diyor ki, en iyi İslam Amerika’ya hizmet eden İslam’dır. Bunun dışındakiler çarpıtılmış İslam’dır.

Ülkemizde İslam’ın hasını savunanlar, nedense hep Amerikancıdır.

Demek ki; çarpıtılmış İslam Amerika’ya karşı İslam oluyor. Ben söylemiyorum Kerry söylüyor.

Yani Amerika’nın “İslam’ın ehlileştirilmesi” diye bir sorunu var. Bu işi de, sadece eğitim ile yapabilir. İstihbarat oyunlarıyla yapabilir. Propaganda ile yapabilir. Ki propaganda da bir eğitim aracıdır.

Neden Milli Eğitim Programlarını Amerikalı uzmanların yaptığını, Kerry’nin endişesine bakarak anlamak kolaylaşır.

Burada akla şu soru gelebilir. ABD, neden Ehlileştirilmiş İslam’ı laikliğe tercih etmektedir.

Laikliğin özünde eşitsizliğe karşı duruş vardır. Amerikancı İslam’da ise, itaat vardır. Sömürgeciliğin ana ilkesi eşitsizliktir. Komisyonculuktur. Komisyoncuların halktan ayrışması gerekir.

İtaatkar İslamcılıkta, işbirlikçi ve komisyoncu üretme işlemi daha kolaydır.

Onun için Amerikancı İslam ilerledikçe laik eğitim geriletilmektedir.

Amerika dünya hegemonyasını sürdürmekte artık çok zorlanıyor. İslam’ı kullanayım diyor belli bir süreden sonra İslam da kendine karşı olmaya başlıyor. Karşı olan İslam’a çarpıtılmış İslam diyor.

Velhasıl işin içinden çıkamıyor. Çıkamayacaktır da…

Bir şeyi gözden kaçırmayalım.

Kerry’nin kast ettiği ve eğitilmesini istediği IŞİD elemanları değildir. Diğer İslam ülkelerinde, Amerikancı İslam-ı benimsemeyenlerdir. 
Eğitelim ve Amerikancı İslam’ı çoğaltalım anlamındadır.

10.9.2014, 
bulentesinoglu@gmail.com

http://www.kemalistler.org/yazarlar/bulent-esinoglu/herkese-rol-var-ama-patron/147/

.