6 Ocak 2015 Salı

1960’larda Merkez Sağdaki Kürt - İslamcılar







1960’larda Merkez Sağdaki  Kürt-İslamcılar


YAZAN; Kaya Ataberk



Mustafa Remzi Bucak ve mektubunun kitap olarak basılmış hali



Lyndon Johnson, Yusuf Azizoğlu

     Barzani’ye kırmızı pasaport verip, “federasyon” çıkışı yapan Özal’dan, Barzani müttefiki olup ilk terk ettiği devlet politikası Kıbrıs olan AKP’ye kadar geleceğin birçok gelişmesinin anahtarı bu mektuptur aslında.
Ve yine yıllarca PKK’yı destekleyen güçlerin bu mektubu yazdıranlarla aynı olduğu da açıktır.

DP’nin devamcısı iki parti: AP ve YTP
27 Mayıs 1960 askerî müdahalesinin üzerinden çok zaman geçmeden merkez sağ ve Kürt-İslamcılık kendini toparlamıştı. Müdahalenin ardından askerlerin oluşturduğu hükümetlerin ardından 1961 sonbaharında seçimler yapılmıştır. Seçimlerden biraz önce, 1961 Şubatında kurulan iki parti DP’nin devamı olarak sahneye çıkmışlardı. Bunlardan ilki ve daha uzun soluklu olarak Türk siyasetinde etkili olacak olanı Adalet Partisi’ydi. AP’nin 11 Şubat 1961’deki kuruluşundan iki gün sonra (13 Şubat) ise Yeni Türkiye Partisi, Ekrem Alican’ın genel başkanlığında kurulmuştu. AP’nin ilk genel başkanı emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala’ydı. Onun ölümü üzerine bir süre Saadettin Bilgiç başkanlığı yürütecekti. Fakat 1964’te yapılacak kongrede yerini Süleyman Demirel’e bırakarak asıl şekline ulaşacaktı.

1961 yılında yapılan ilk seçimlerde CHP birinci parti oldu ama tek başına hükümet kuramadığı için AP ile ilk koalisyon gerçekleşti. Artık 1980’lere kadar sürecek bir koalisyon hükümetleri dönemi açılmıştı. İsmet İnönü’nün Başbakan olduğu bu 26. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti fazla uzun ömürlü olmadı ve 1962 yılının Haziran ayında yerini CHP, YTP ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin katılımıyla oluşan yeni bir koalisyona bıraktı. Bu kabinede YTP’den Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olarak görev yapan Dr. Yusuf Azizoğlu bizim için özelikle dikkat çekicidir.

Dr. Yusuf Azizoğlu ile yeniden açılan Kürt-İslamcılık sayfası
Yusuf Azizoğlu 1917’de Diyarbakır Silvan’da doğmuştu. Yörenin “ağa” ailelerinden birindendi. Büyük toprakları vardı. Daha İstanbul’da Tıp Fakültesi öğrencisiyken ilk Kürtçülük faaliyetlerine girişmişti. Başkanlığını yaptığı Doğu Talebe Yurdu bu etkinliğin odağıydı. Birlikte bu kuruluşu yaptıkları kişiler ise Faik Bucak, Mustafa Remzi Bucak ve Musa Anter’di.
Yusuf Azizoğlu, ilk olarak 1950’de DP’den Diyarbakır milletvekili olmuştu. Esat Cemiloğlu ve Mustafa Remzi Bucak ile birlikte DP’nin esas Kürtçü ekibini oluşturan kişilerden birisiydi. Daha sonra YTP’nin kuruluşunda yer aldı. Bakan olduktan sonra da tabii ki Kürtçü eğilimi asla değişmemişti. Özellikle İsmet İnönü’nün ciddi tepkisini çekmişti. Bu ve benzeri sebeplerden CHP-YTP hükümeti de çok uzun ömürlü olmayıp, iki sene bile ayakta kalmadan dağılacaktı.

Fakat Yusuf Azizoğlu’nun bakan olmasının özel bir önemi vardı. Ağaların, aşiret reislerinin, Nakşî şeyhlerinin kısacası Kürt-İslamcılığın sayfası yeniden açılmış oluyordu. Bir süre sonra AP’nin yıldızının Demirel’le parlamaya başladığı yıllarda YTP oylarının büyük çoğunluğunu buraya kaptırdı. Bu arada Ekrem Alican genel başkanlıktan çekilmiş, yerinde Yusuf Azizoğlu geçmişti. Onun elinde YTP doğrudan doğruya bir etnik partiye dönüştürülmek istendi. Fakat bunun için henüz erkendi. Bir süre sonra YTP sahneden çekilecek, Yusuf Azizoğlu ise 1970’te ölecekti.
Bu yıllarda Yusuf Azizoğlu’nun eski arkadaşı olan ve yurtdışına çıkmış bulunan Mustafa Remzi Bucak ise Türkiye’ye yazdığı mektuplarla Kürtçülüğe devam edecekti.

Mustafa Remzi Bucak ve Barzani etkili Özerklik söylemi
Daha önceden de belirttiğimiz gibi 1960’lı yıllarda Irak’ta Barzani hareketinin yükselişi Türkiye’deki Kürt-İslamcılar üzerinde de etkili oluyordu. Bir taraftan Barzanilerin Nakşî şeyhi olması Kürtlerin İslamcı kanadını etkilerken, bir taraftan da dönem dönem Sovyet desteği almaları da sözde bir “Ulusal Kurtuluşçuluk” görünümü altında sola da sızmalarına neden oluyordu. Yani Barzani uzantıları bir taraftan Kürt-İslamcılar üzerinde etkili olurken Doğuda kurulan “sol” görünümlü Kürt dernek ve hareketlerinin de bir şekilde içinde yer alıyorlardı. Barzani’nin toplamdaki etkisi ise Kürtçülerin tümünün “özerklik” ve “federasyon” söylemlerini dile getirmeleri olacaktı. Bunun ilk sinyallerini veren Mustafa Remzi Bucak oldu. Onun eski arkadaşlarından ve akrabası olan Faik Bucak’ın ilk TKDP kurma denemesini yapan isim olduğunu da dikkatimizden uzak tutmamalıyız.

Mustafa Remzi Bucak, Arkadaşı Yusuf Azizoğlu’na 1961’de şunları yazıyordu:
“Bugün uyanmış ve uyandırılmış –ister harici tesir ve ister dâhil kötü idarelerin tabii neticesi olsun- bir Kürtçülük cereyanı Hakkâri’den Erzurum’a, Diyarbakır’dan, Urfa’dan Van ve Bitlis’e sirayet etmekle kalmamış; Ankara’nın Altındağ mahallesinden Konya’nın Cihanbeyli’sine, İstanbul’un Zeyrek semtinden Haymana’ya kadar, bütün Kürt, Hamalıyla, Ağasıyla, Çobanı ile Şeyhi ve Talebesi ile tamamen kendi milliyetini idrak etmiş bulunmaktadır.”

Bu tespitler görüldüğü gibi çok nettir. Artık Kürt-İslamcı söylemin dışında gözüken ama onun farklı bir versiyonu olan bir Kürt ırkçılığı da ortaya çıkmıştır. Mustafa Remzi Bucak’ın “ister harici tesir” diyerek belirttiği gibi önemli bir Barzani etkisi de bu işin içindedir. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki isyanların ardından “Bağımsızlık”, “Özerklik”, “Federasyon” söylemlerini pek kullanmayan ağa-şeyh-reis çevresi artık tekrar bunları seslendirmeye de başlayacaktır. Kürt-İslamcılar iki kanat hainde yollarına Sağlı, “Sollu” devam edeceklerdir.

İnönü’ye gelen iki mektup: 
1- Johnson’dan Kıbrıs, 
2-Bucak’tan Özerklik Mektubu
Mustafa Remzi Bucak, 27 Mayıs’tan hemen önce (yirmi gün kadar) Türkiye’den ayrılıp ABD’ye gitmişti. Bir haber mi almıştı? Neden ABD’ye gitmişti? Bu zamanlamada bir keramet mi vardı? Bunlar ayrı mesele…
İşin daha da ilginç bir yanı vardı: 5 Haziran 1964’te ABD Başkanı Johnson, İsmet İnönü’ye Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin müdahalesini engellemek için meşhur “Johnson Mektubu”nu göndermişti. Mektup diplomatik bir kriz yaratıyor, Türkiye’ye karşı açıkça Rum-Yunan tarafını tutuyordu. Bu mektubun üzerinden sadece yedi ay geçtikten sonra (3 Ocak 1965) ise Mustafa Remzi Bucak yine İnönü’ye “federasyon mektubunu” New York’tan gönderiyordu. Üstelik mektubunun en can alıcı kısmı olan son bölümünü Kıbrıs’a bağlayarak… Türkiye, Kıbrıs’ta Türkler için federasyon istiyorsa, Kürtler adına da o Türkiye’den federasyon isteyecekti:
“Kısaca, zat-ı devletinizin, alt tarafı seksen bin Kıbrıslı Türkçe konuşan zümre için düşünüp uygun gördüğünüz şekl-i idarenin, yani FEDERATİF bir tarzı idarenin, bizzat Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde yaşamakta bulunan SEKİZ milyonluk Kürt camiası için de kabul ve tatbiki elzemdir… Cumhuriyet’in onuncu yılı münasebetiyle sokaklara asılan afişler arasında bilhassa bir tanesi çok manidardır: DURMAYALIM DÜŞERİZ! Evet Sayın İnönü, eski, sakat ve sakim, merkeziyetçi, ana dili Türkçe olan unsurdan başkasına hayat hakkı tanımayan, köhnemiş, müptezel milliyetçilik tarz-ı idarede ısrar etmeyiniz. Zira geçen her gün devletin düşüp parçalanmasını biraz daha tacil edecektir. Federatif Kürt-Türk Cumhuriyet Devleti’ni görmek ümit ve temennisi ile ruhum benim üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler. Verba voluente, scriptum manente… En derin saygılarımızla…”

Aslı “Verba volant, scripta manent” olan ve “Söz uçar yazı kalır” anlamına gelen Latince deyimle biten bu mektup gerçekte radikal bir Kürtçünün bireysel çıkışı değildi tabii. Kıbrıs Türklerini “alt tarafı seksen bin Kıbrıslı Türkçe konuşan zümre”, Türkiye Türklerini ise “ana dili Türkçe olan unsur” olarak tanımlayan Bucak’ı konuşturan gücün başta ABD olmak üzere Barzani, SSCB, Yunanistan vs. uluslararası odaklar olduğu açıktır. Özellikle ABD tarafından himaye edilen Bucak’ın mektubu bu çerçevede çok anlam kazanır.
Barzani’ye kırmızı pasaport verip, “federasyon” çıkışı yapan Özal’dan, Barzani müttefiki olup ilk terk ettiği devlet politikası Kıbrıs olan AKP’ye kadar geleceğin birçok gelişmesinin anahtarı bu mektuptur aslında. Ve yine yıllarca PKK’yı destekleyen güçlerin bu mektubu yazdıranlarla aynı olduğu da açıktır.

1961-1969 dönemi: Kürt-İslamcıların AP’li Yılları
27 Mayıs 1960’ın ardından gelen ilk üç seçim Kürt-İslamcılar açısından AP’li yıllar anlamına geldi. 1961, 1965 ve 1969 seçimlerinde Kürt-İslamcılar, aşiretlerin ve Nakşî şeyhlerinin yönlendirdiği doğu ve güneydoğu oyları genellikle AP’de toplandı. Değindiğimiz gibi YTP’nin etkisi zayıf kalmıştır ve zaman içinde AP tarafından yutulmuştur. Doğunun dışında, Anadolu’nun diğer bölgelerinde ve büyük şehirlerde de Nakşî çevreleri ve artık etkisi artmaya başlayan Nurcu gruplar da AP’ye oy verdi bu dönemde. AP de bu çevrelerin tümünün temsilcilerini Meclise taşıdı.
Fakat 1969 itibariyle AP’nin sağdaki bu hegemonyası iki açıdan kırılacaktı. 1969 Genel Seçimlerinde Necmettin Erbakan Konya’dan bağımsız milletvekili olarak seçilmeyi başaracak, 1970’te ise MNP ( MİLLİ NİZAM PARTİSİ ) ile yoluna devam edecekti. 

Bu cemaatlerin bir kısmını bu daha radikal çizgiye transfer edecekti. Diğer taraftansa 1969 yılında CKMP ( CUMHURİYETÇİ KÖYLÜ MİLLET PARTİSİ ) adını MHP ( MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ ) olarak değiştirecek, ( ADALET PARTİSİ ) AP’ye oy veren sağ kesime ortak olacaktı. Fakat Kürt-İslamcılar için 1970’lere kadar asıl adres yine de AP olarak kalmaya devam edecekti.

..


PKK ile Müzakere Suçtur, Bunu yapanlar kafalarını giyotine uzatıyor!

PKK ile müzakere suçtur, bunu yapanlar kafalarını giyotine uzatıyor!



Osman Pamukoğlu, Gökçe Fırat’a Anlattı:























Osman Paşa ile HEPAR Genel Merkezi’nde görüştük.
Özellikle seçimlerle ilgili konuştuk ama söyleşimizi Açılım’la sınırlı tuttuk. Gördüğüm kadarıyla Paşa gelişmelerden üzüntülü, kaygılı. Niyeti siyaset yapmak değil ama mecbur kalmış. Bu sessizlik ve muhalefetsizlik ortamında, kendi vicdanına ileride hesap verebilmek kaygısıyla atılmış siyasete.

Analizleri gerçekçi, gelişmeleri iyi tahlil ediyor ve bu gelişmelerin sonucunda çıkacak Türkiye tablosunu da görüyor. Kendisinden tek bir şey duymak istiyorum aslında, her şey bitti denilen anda, bu milleti sahipsiz mi bırakacak yoksa mücadele alanında saf tutacak mı?
Anlıyorum ki, Paşa kendisini o zor güne şimdiden hazırlıyor. Demek ki o gün geldiğinde mücadele cephesinde birlikte olacağız. Paşa’nın yanından umutlu ve daha kararlı ayrılıyorum.
Hedefleri özerklik ve Apo’yu serbest bırakmak
Gökçe FIRAT: Paşam, Oslo Görüşmeleri’nde başlayan bir süreç var. Hükümet Abdullah Öcalan’ın da açıkladığı bir müzakere planı dâhilinde seçim öncesine kadar PKK ile anlaşmayı hedefliyor. HDP milletvekillerinin açıklamalarına göre bu sürecin sonunda özerkliğin ilanı var. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osman PAMUKOĞLU: Son iki üç gündür bu planın içerisinde özerkliğinde olduğunu ifade etmeye başladılar. Bu durum beklenmedik bir şeymiş gibi ele alınıyor fakat gerçekte bu bilinen bir hedefti. Özellikle Oslo’dan beri daha da belirgindi. Oslo Görüşmeleri ve İmralı ile müzakerelerle kurulan sistemin içinde bu zaten vardı. Bunu defalarca yazılarda, makalelerde, televizyon programlarında belirttim. “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” diye bir halk tabiri vardır. Bu ise cumartesi, pazardan belliydi.
Bunu anlamak ve nereye doğru sürüklendiğimizi görmek için 1984’lere kadar geri gitmek gerekir. PKK nedir, ne maksatla kurulmuştur, siyasî amaçları nelerdir, bugüne kadar ne kadar yol alabilmiştir soruları böyle yanıtlanabilir. 30 yıllık sürece bakıldığı zaman zaten sürecin bu noktalara varacağı anlaşılmaktadır.
İmralı’daki adam yediden yetmişe 30 bin insanımızı katletmiş bir halk düşmanıdır. Özerkliğin dışındaki amaç da bu adamın dışarıya çıkarılmasıdır. “Koşulların iyileştirilmesi” adı altından ısıtılan da budur.
Gökçe FIRAT: Yani Apo’nun serbest bırakılacağını düşünüyorsunuz…
Osman PAMUKOĞLU: Adım adım bu noktaya getiriyorlar. Kurbağalama yüzme gibi, saman altından su yürüterek ilerliyorlar. Halkı enayi yerine koyarak yol alıyorlar. Özerklik ve Apo’nun serbest kalmasından sonra Kandil’dekilere genel af çıkarılması gelecektir. Bu üç aşama onlar açısından kaçınılmazdır. Bunlar yapılmazsa tabii ki silah bırakmayacaklardır.
Süreç kontrol edilemezse iç savaşa kadar gider
Gökçe FIRAT: Peki Apo’nun serbest bırakıldığı, özerkliğin ilan edildiği bir ortamda Türklerin tepkisi ne olur?

Osman PAMUKOĞLU: Bu tepkinin geleceğini bildikleri için halkı uyandırmadan yol almaya çalışıyorlar. Bu bahsettiğimiz aşamalara gelinirse ülke içinde kesinlikle anarşi ve kaos çıkacaktır.

Gökçe FIRAT: Bu bir iç savaşa dönüşebilir mi?

Osman PAMUKOĞLU Kontrol edilemezse iç savaşa kadar gider. Tarihte görüyoruz ki toprak kayıpları bir devletin içinde oluyorsa sonunda kesinlikle parçalanma da gelmektedir. Bu, bütün toplumlarda böyle olmuştur.

Gökçe FIRAT: Hükümet “Türkiye’yi büyüteceğiz Osmanlı yapacağız” derken siz tam aksine bu politikalarla ülkenin bölüneceğini söylüyorsunuz…

Osman PAMUKOĞLU: Öyle bir halleri, güçleri, kudretleri mi var? Ortadoğu’da yanlarında kimse kalmadı. Suriye ve Irak’la olan 1300 km’lik sınır delik deşik durumda. Suriye sınırının hemen altında PKK’nın Suriye kolu çalışıyor. Irak’ın kuzeyinde Barzani yönetiminde başka bir özerk Kürt bölgesi var. Güneydoğu Anadolu’da, Fırat’ın doğusunda da örgüt askerlik şubesi kurarak asker topluyor, kendi kolluk kuvvetlerini oluşturuyor. Vergi adı altında haraç topluyorlar. Kırsalda ve şehirlerde hâkimler.
Bir süredir “kamu düzeni” üzerine konuşuluyor. Gerçekte buna “kamu düzeni” yerine “devletin egemenliği” denilmesi gerekir ki o da bu topraklarda kaybolmuş durumda. Böyle giderse daha da kaybolacaktır.



PKK’nın silahlı gücü ortadan kaldırılmalı
Gökçe FIRAT: Peki Osman Pamukoğlu bu gidişe karşı topraklarımızı savunmak için ne yapacak?

Osman PAMUKOĞLU Biz bunun için parti kurduk ve siyasî mücadeleye girdik. PKK meselesinin üstesinden nasıl gelineceği bizim partimizin programında bellidir. PKK’nın silahlı gücünü ya teslim alınması ya da ortadan kaldırılması birinci koşuldur. Başka bir yolu yoktur.

Gökçe FIRAT: Yani Kandil’dekilerle anlaşmanın tam tersine yok etmemiz gerekiyor sizce.

Osman PAMUKOĞLU Bir ay müsaade ederiz. Silahlarınızı da vererek teslim olacaksınız deriz. Yurt içindeki kamplarının yeri bellidir. Kampların yeri değişmez. Kamp yerlerini coğrafî koşullar dikte eder ve oraların dışında hiçbir yer kamp olarak seçilemez. PKK da 30 yıldır aynı yerleri kullanmaktadır. Yurtdışındaki yerler de bellidir…

Gökçe FIRAT: Şimdi hükümet, “Ordu 30 sene savaştı ama yenemedi dolayısıyla anlaşma yoluna gitmemiz lazım” diyor. Gerçekten yenemedi mi ordumuz? Siz oralarda yıllarca görev yaptınız. İstese ordumuz bunları 2-3 gün içerisinde bitiremez mi?

Osman PAMUKOĞLU Ordunun yasal yetkisi olmalı.


Ho Chi Minh ya da General Giap gibi uzmanlar gerekli…
Gökçe FIRAT: Siz başbakan olsanız ve ordu komutanına PKK’yı bitirmesi için yeki verseniz, bitirebilir mi bitiremez mi?

Osman PAMUKOĞLU: Eğer dağlarda gayrinizamî harp ya da son dönemde daha sık kullanıldığı gibi gerilla harekâtı yapacaksanız, ordunun tüm kesimlerinin bunun hemen yapabilecek kabiliyette ve eğitim seviyesinde olmadığını bilmeniz gerekir. Önce eğitimden geçmeleri gerekir. Bu eğitim de bu işin uzmanlarına yaptırılmalıdır. Bu işin uzmanları kimlerdir? Bir Alberto Bayo var mı?

Gökçe FIRAT: Ya da Che Guevara…

Osman PAMUKOĞLU O işin esas uzmanı Fidel Castro idi… Ho Chi Minh ya da General Giap gibi uzmanlar gerekli…
Doğru, ordu 700 bin kişilik büyük bir kuvvettir. Fakat mesele bundan ibaret değildir. Bu harbin bir karakteri vardır.


Gökçe FIRAT: Peki, mesela IŞİD ve lideri Bağdadî bu harbin karakterine uygun mu davranıyor sizce?


Osman PAMUKOĞLU Bu veya buna benzer bir eğitim aldıkları kesin. Sadece insanları kesen vs. yönleri görülüyor ama IŞİD sıradan bir örgüt değil. Çok iyi sevk ve idare ediliyor. Savaşın taktik ve stratejisini, teknik boyutunu bildikleri açık.
Belki insanlar pek fark etmiyor ama IŞİD ciddi bir ABD hava bombardımanına maruz kaldı. Ama sonuçta Kobane’nin yarısı bugün hâlâ IŞİD’de. IŞİD, belli taktik ve yöntemleri iyi uyguladığı için buradan sökülememektedir.
ABD’nin bu hava bombardımanını ne kadar isteyerek yaptığı da ayrıca tartışılması gereken bir konudur. IŞİD’i yok etmeye çalışan ABD, bunu gerçekten yapıyor mu yoksa yapıyor mu görünüyor o da ayrıca değerlendirilmelidir.



























Kürt devleti Avrupa ve Amerika desteği olmadan asla yaşayamaz
Gökçe FIRAT: Kürtler, Kuzey Irak’ta devlet kurduklarını söylüyorlar. Fakat IŞİD, Erbil kapısına dayandığı anda Türkiye’den, ABD’den ve Avrupa’dan yardım istediler. Kobane’de de yine Türkiye’ye sığındılar. Bağımsız bir Kürt devletinin sizce bu bölgede yaşama şansı var mı?

Osman PAMUKOĞLU Çok zor… Çok sıkıntılarla karşılaşır. Devletin sevk ve idaresi ile diplomasi alanlarında da zorluk çekerler.

Devlet, güvenlik ve adalet için tesis edilmiş bir örgüttür. Aslında soyuttur. Devlet; toprak, halk, mahkemeler, ordu ve hazinedir. “Devlet” aslında yanlış kullanılan bir kavramdır. “Hükümet” daha doğru bir kullanımdır. Eskiler “devlet” yerine hep “hükümet”i kullanırlardı. Devlet altı, yedi kurumun toplamı için kullanılan soyut bir kavramdır, bir şemadır. Devleti var eden insandır. Aşiret, kabile dönemlerinden bugüne kadar insanlar devletten iki şey istediler: Güvenlik ve adalet. Devlet bunlar için vardır. Halk güvenliğin sağlanması ve adaletin tesisi için vergi verir, askere gider, yasalara uyar.
Bugün Türkiye’de güvenlik ve adalet var mı? Durum zaten günlük yaşamdan izlenebilir. Bu bölgede bir Kürt devleti Avrupa ve Amerika desteği olmadan asla yaşayamaz. Avrupa acaba bu desteği yapar mı? Ortadoğu’da enerji kaynaklarının bir 50-60 yıl daha kullanılabileceği görülüyor. Bu kaynaklar olduğu sürece Kürt devletine destek gelir. Bittiği anda Kürt devleti de biter. Böyle bir devlet inşa edilse bile ömrü 50-60 yıl kadar olabilir.

Gökçe FIRAT: Yani Kürtler, bugün ABD ve Avrupa’ya kanarak bir devlet ilan etseler bile 50-60 yıl içinde yapayalnız kalırlar diyebilir miyiz?

Osman PAMUKOĞLU Amerika bir emperyalist ülke olarak her yere kendi eski müstemlekelerine baktığı gibi bakar. Aynı şey Avrupa için de geçerlidir. 19. yüzyılda dünyada insanların yaşadığı coğrafyanın % 80’ı bunların denetimi altındaydı. Bu bölgeler ya dominyon ya da müstemleke durumundaydı. Emperyalistler karşısındakinin Türk, Kürt, Arap, Fars olmasına göre davranmazlar. Onlar için kendi ulusal çıkarları esastır. Bu çıkar devam ettiği sürece düzen sürer. Bu menfaat ortadan kalkınca da biter.

Gökçe FIRAT: Peki ABD, Kürt Devleti kurma kararı verdiyse, Türkiye’nin buna engel olma ihtimali var mı?

Osman PAMUKOĞLU: Türkiye’nin bu gücü vardır ve bu güç AKP’den ya da başka bir yerden gelmez. Türkiye’nin gücü jeostratejiktir. Bunu anlamak için yerküreyi karşınıza alarak bakmanız gerekir. Türkiye dirsekteki ayna kemiği gibidir dünya için. Bu coğrafya Türkiye için her şey demektir. Bu coğrafyada herkesle anlaşmak zorundasınız. Türkiye, kanatlarını; Akdeniz’e ve İran’daki Zagros Dağları’na açmış bir kartal gibi durmaktadır. Kartalın ön kısmı ise Arapların yaşadığı ve Kürtlerin koloni halinde bulunduğu bölgelere bakar.


ABD’ye söylenecek şey Kürtlerden ve PKK’dan elini çekmesidir
Gökçe FIRAT: ABD ve Batılı güçlerin Türkleri Anadolu’dan atma planları var mı? Wilson dönemlerinin hayalleri hâlâ ayakta mı?

Osman PAMUKOĞLU Bu Sevr’e kadar giden bir plandır. Bugün öyle bir plan düşünemezler. Amerika’da kalıp olmaz. Ulusal çıkar olur. Bu coğrafyada Türkiye’de dâhil hükümetlerin, partilerin ABD çıkarlarına aykırı davranmaması ABD’nin tek hedefidir. Anadolu çok hâkim bir coğrafyadır. Karadeniz, Ege, Kafkasya, İran ve Orta Asya’nın yolu buradadır. Bu coğrafyadaki bir ulusal hükümet tüm dünyayı kendine mecbur eder ve parmağında oynatır. Ama onu yapacak hükümet lazım…
Amerika buna uyacaktır. Çok zorluk çıkaracağını da zannetmiyorum. ABD’ye söylenecek şey Kürtlerden ve PKK’dan elini çekmesidir. Bizim elimizde ABD’yi bu siyasî karara zorlayacak çok faktör var fakat bunu yapacak hükümet gereklidir…

Gökçe FIRAT: Yani Türkiye’nin elindeki güçlü kozları bu hükümet kullanmıyor mu?

Osman PAMUKOĞLU Bunların işi gücü sadece yolsuzluk, rüşvet gibi şeylerdir…

Gökçe FIRAT: Biliyorsunuz yarın 17 Aralık ve yurt çapında bir hafta boyunca eylemler olacak. İktidarın hırsızlıklarıyla ilgili ne diyorsunuz?

Osman PAMUKOĞLU 17-25 Aralık işin bohçadan sokağa dökülmüş kısmıdır. Gerçekte geldiklerinden beri bu tip işlerin içindeydiler. 14 Aralık’taki Zaman ve Samanyolu baskınları da gizleme senaryosunun parçalarıydı. Dikkat o tarafa çekilmeye çalışıldı ama bu işin hesabını verecekler. İşin içinde olanlar da bir gün bu hesabı vereceklerini biliyorlar.

Vatana ihanet yasası ve idam işletilecek
















Gökçe FIRAT: Peki Apo ile görüşmelerinin, PKK ile müzakerelerin hesabı sorulabilecek mi?

Osman PAMUKOĞLU Yaptıkları Anayasa’ya karşı suç işlemektir. Tutanağa dökülsün ve imzalasınlar, belgeye döksünler. Bu kafalarını giyotine sokmaları anlamına gelecektir.
23 Nisan 1920’de TBMM kurulduğunda ilk çıkan kanun İhanet-i Vataniye Kanunu’ydu çünkü birileri ülkenin bölünmesi için manevralar yapıyordu. İngilizlerin, Fransızları, İtalyanların, Yunanlıların, Rumların dışında bizim vatandaşlarımızdan da bunlar için uğraşanlar vardı. Meclis ilk yasayı bunun için böyle çıkarmıştı.


Gökçe FIRAT: Siz başbakan olsanız, vatana ihanet yasasını işletir misiniz?

Osman PAMUKOĞLU: Buna bir engel yok. Zaten işleyecektir. Ben Yüce Divan kavramından zaten bunu anlıyorum.


Gökçe FIRAT: Vatana ihanet ve terör suçları için idamın geri gelmesi için ne diyeceksiniz?

Osman PAMUKOĞLU Bu partimizin programında var. Terör örgütü kuranlar ve liderlik yapanlar için Türk mahkemelerinin elinden alınan bu yetki geri verilecektir.

Gökçe FIRAT: Apo da dâhil mi?


Osman PAMUKOĞLU Bu kavrama kim giriyorsa dâhildir, partimizin resmî programında vardır.


Gökçe FIRAT: Bunun dışında Türk milletine ne mesajınız var?


Osman PAMUKOĞLU: Tabiatta tüm canlıların olduğu gibi insanın da en temel isteği huzurdur. Bu da güvenlikle olur. Bundan sonra da beslenme ve barınma gelir. Bunu da ekonomi olarak ifade edebiliriz. Son üç dört aydır insanımızda güvenlik talebi öne geçti. Geçmeye de devam edecektir.
İnsanlar ülkenin bölünmeye doğru gittiğini, kandırıldıklarını, CHP ve MHP gibi düzen partilerinin bir şey yapamayacağını görüyorlar. Gençler de yetişkinlerden daha iyi görüyor. Bu uygulamalarla hiçbir şey düzelmeyecektir.

PKK ya teslim alınmalı ya da yok edilmelidir. Bu işin başka bir yolu yoktur. Bunu da ne AKP ne de düzen partileri yapamaz. O kararı alamayacakları gibi alsalar bile uygulayamazlar.


.

Nasıl bir siyaset, Nasıl bir Türkçülük? Hangi Atatürk, Hangi Tasavvuf?




Nasıl bir siyaset, Nasıl bir Türkçülük?
Hangi Atatürk, Hangi Tasavvuf?




Türkçülüğüm Atatürk’ün Türk tanımına ve Türk Tarih Tezine uygun bir Türkçülüktür
TÜRKSOLU: Sayın Bakanım, “Siyaset Yolu” isimli yeni kitabınız üzerine konuşmak isteriz. İlk başından beri ülkücü hareketin içinde yer aldınız ve ülkücülerin eğitimcisi oldunuz. Türkçülük vurgunuz her zaman var. Bunun yanında her zaman bir Atatürkçülük vurgunuz da oldu. Fikir dünyanızda Atatürkçülüğü ve Türkçülüğü nereye koyuyorsunuz?

Namık Kemal ZEYBEK: Benim Türkçülüğüm Atatürk’ün Türk tanımına ve Türk Tarih Tezine uygun bir Türkçülüktür. Bu en azından yirmi seneden beri böyle… Babamın öğretmen olması benim üzerimde önemli bir etkiydi. Ülkücü harekette, hatta Türkçü harekette Atatürk vurgusu çok fazla olmadığı halde bende Atatürk’e çok ilgi vardı. Kendimi içinde bulunduğum topluluktan Atatürk konusunda farklı görüyordum. Bizim milliyetçi hareket içine iki yerden Atatürk karşıtlığı girmiştir.

TÜRKSOLU: Nedir Atatürk karşıtlığının bu iki kaynağı?


Namık Kemal ZEYBEK: Birisi Nihal Atsız çevresinden girmiş olan, Atatürk’ü yeteri kadar Türkçü bulmama eğilimiydi. Bu karşıtlık değilse de soğukluktu. Diğeri de dincilik yapan Necip Fazıl Kısakürek gibi isimlerin etkisiydi. Ama Nihal Atsız hayatının son döneminde “Atatürk haklıymış, biz onu yeterince anlayamadık” demişti…





























Namık Kemal Zeybek'in yeni kitabı: Siyaset Yolu  

(  Tasavvufî İslam hem toplumu geliştirir hem de insanlara erdemli bir hayat verir. Bu nedenle Ahmet Yesevî’nin, Hacı Bektaş Velî’nin getirdiği bu İslam’ın yeniden canlanması lazım. Tasavvufu savunma nedenim de budur.
“Hangi” sorusunu sormak gerçekten önemlidir. Dolayısıyla “tasavvuf kayıtsız şartsız iyidir” denilemez. “Hangi tasavvuf” diye de sormak gerekir. “Hangi” sorusu mübarek bir sorudur.
Namık Kemal Zeybek'in yeni kitabı:
Siyaset Yolu   )


TÜRKSOLU: Yani Nihal Atsız, Atatürk konusundaki fikrini değiştirmiş miydi?


Namık Kemal ZEYBEK: Evet değiştirmişti ve bunu yazan da oğlu Yağmur Atsız’dır. Nihal Atsız Turancıydı. Atatürk ise Turancılık ideolojisinin uluorta kullanılması ve dile getirilmesi yerine yapılması gerekenlerin yapılmasını savunuyordu.



TÜRKSOLU: Atatürk de Türk birliğini savunuyor muydu?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet istiyordu ama gerçekçi olarak savunuyordu. Atatürk’ün Türk birliği görüşü bağımsız olan Türk devletlerinin birleşmesi şeklindeydi. Bu çok gerçekçi bir yaklaşımdı. Aksi halde Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da mümkündür. Bugün de ben aynen Atatürk’ün çizgisinde, yedi bağımsız Türk devletinin birlik haline gelmesini istiyorum. Bu yedi devletin dışında başka bağımsız Türk devletleri olursa onların da alınmasını istiyorum. Ama diğer devletlerde yaşayan Türkleri de kapsayan bir Türk birlikçiliğinin Tük milletine ve Türk devletine çok büyük tehlikeler getirebileceğini düşünüyorum. O tarzla dünya bize düşman olur.

Dava ile gerçekler arasında bir yol bulunmalıdır. Bunu kitabımın başında da belirttim. Ayrıca Atatürk’ün Türk milletini yeniden akıl ve bilim çizgisine getirme yolundaki çabaları bana hep heyecan vermiştir ve vermeye bugün de devam etmektedir.
MHP’yi yeknesak bir yapı gibi algılarlar fakat gerçekte o da bir koalisyondu
TÜRKSOLU: Sizin bu Atatürkçü çizginiz, MHP’ye özellikle 1970’lerin ikinci yarısında giren Necip Fazıl ve Arvasi kökenli İslamcı etkiyle nasıl bir arada bulunabildi?

Namık Kemal ZEYBEK: Ben tabii ki onların etkisinde değildim ve kendi bakış açım vardı. Hareketin içinde onların da etkileri vardı, benim de etkim vardı. Onların etkisinden bugünlere gelenler de oldu, bizim etkimiz de farklı sonuçlar verdi. İnsanlar MHP’yi yeknesak, hep aynı şekilde düşünen insanlardan oluşan bir yapı gibi algılarlar. Fakat gerçekte o da bir koalisyondu. Hemen hemen tüm partiler de böyledir. MHP içinde de Türkçü olanlar, olmayanlar gibi birçok farklı fikirlerden insanlar da vardı.


TÜRKSOLU: Milliyetçi-toplumcu bir çizgiden yola çıktığınızı ve antikomünist bir yönelim taşımadığınızı söylüyorsunuz. Milliyetçi-toplumculuk nasıl bir çizgidir? Bazı çevrelerin iddia ettiği gibi bu “nasyonal sosyalizm” midir? Siz bu çizgiyi nereye koyuyorsunuz?

Namık Kemal ZEYBEK: Benim üzerimde Gökalp’in etkisi büyüktür. Benim fikirsel kalıplarımı döken, sınırlarımı çizen Atatürk’ten önce Ziya Gökalp olmuştu. Kitaplarını defalarca okumuşumdur. Benim toplumculuğumda iki etken vardır: Gökalp’e göre Türkler ferdiyetçi oldukları için kolektivist olamazlar ancak dayanışmacı oldukları için de kapitalist olamazlar…


TÜRKSOLU: Solidarizm gibi mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet, toplumculuk bizde solidarizmdi. Dayanışmacı bir toplum oluşması gerektiğini düşünüyorduk. Gökalp’in bulduğu kaynaklarda buluyorduk bunun temellerini. Dede Korkut’ta beylerin yılda bir kez tüm mallarını yağmalattırmaları gibi hadiseler bizi etkiliyordu. Bunun dışında benim hayatımdan gelen etkiler de vardı. Neticede ben gecekonduda yaşayan bir insandım. Öğretmen çocuğuydum. Babamın 200 liralık maaşının 75 lirası kiraya giderdi. 6 nüfus vardı. Ayakkabılarım, pantolonlarım yamalıydı. Apartmanlarda oturanları da zengin zannediyorduk. Hayat standardı farkı da beni rahatsız ediyordu.


Daha CKMP döneminde kendimize milliyetçi toplumcular diyorduk
TÜRKSOLU: Eşitlik ve adalet arayışı mı tetikleniyordu böylece?

Namık Kemal ZEYBEK: Elbette… Bir tepki vardı ve bu tepki solidarizm ya da toplumculuk şeklinde ortaya çıkıyordu. Daha CKMP döneminde kendimize milliyetçi toplumcular diyorduk. Bu asla “nasyonal sosyalizm” değildi. Hatta “nasyonal sosyalim” olarak çevirenlere onun Türkçesinin “millî sosyalizm” olduğunu bizimse milliyetçi solidarizmi savunduğumuzu söylüyorduk. Asla Hitler’in dünya görüşünü benimsememiz de mümkün değildi.


TÜRKSOLU: Acaba sizin bir anlamda sola daha açık diyebileceğimiz çizginiz harekete hâkim olsaydı Türkiye’de 1965-1980 arasındaki süreç daha farklı gelişebilir miydi?

Namık Kemal ZEYBEK: Biz 1965’te rahmetli Türkeş’le beraber partiye girdik. Ben gençlik kolları genel başkanı oldum. 1966’nın sonuna kadar da bu görevime devam ettim. Daha sonra kaymakam oldum ve ayrıldım. Her şeye rağmen milliyetçi toplumculuk etkiliydi. Bu söylem gençlere çok çekici geldiğinden Mürşit Altaylı diye birisi “Dinamik Ana Stratejiler” adında bir kitap yazarak milliyetçi toplumcu çizgiyi savunmuştu. Fakat bu kitap bana yavan gelmişti. Daha sonra 1970’lerde benim de hocam olan Fikret Eren, “Kurt Karaca” adıyla “Milliyetçi Toplumcu Düzen” adıyla bir kitap yazdı. Ben Ilgaz’da kaymakamken bu kitaptan 100 tane alarak 50’sini dağıttım. 50’sini de kitapçıya geliri kendisine kalmak üzere satması için teslim ettim. Bu kadar heyecanlıydık. Kitabı İhsan Göksel Paşa’ya ve onun kurmay başkanına da hediye ettim. Çankırı Valisine bile hediye ettim.

Bu hareketin gençler arasında yayılmasında da etkendi. Fikir planında gelişiyorduk, kavga planında değil.

TİP’e gider konferanslarını dinlerdik, onlar da gelip Türkeş’i dinlerlerdi
TÜRKSOLU: Henüz çatışmaların başlamadığı dönemde mi böyleydi?

Namık Kemal ZEYBEK: Başlangıçta hiç çatışma yoktu. Biz TİP’e gider onların konferanslarını dinlerdik, onlar da bize gelip Türkeş’in seminerlerini dinlerlerdi. Yerlerimiz de birbirine 100 metrelik mesafedeydi sadece… Hatta bir keresinde yanlışlıkla Mehmet Ali Aybar’ın gizli bir toplantısına bile girmiştik… Teşkilatına taktik veriyordu, biz iki arkadaş “yanlış gelmişiz” diyerek ayrılmıştık oradan…


Kışkırtıcıları “Siyaset Yolu”nda da yazdım
TÜRKSOLU: Peki bu barış ortamı nasıl oldu da bozuldu?

Namık Kemal ZEYBEK: O ortam sonradan bozuldu… Ben CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanı olarak birkaç arkadaşımla beraber Sosyalist Kültür Derneği’nde Doğan Avcıoğlu’nu, Şevket Süreyya Aydemir’i dinlerdik. Bu onları benimsediğimiz anlamına gelmiyordu ama dinlerdik. Uğur Mumcu benim sınıf arkadaşımdı, sohbet eder ve tartışırdık… Sonra bu ortam bozuldu, araya başka etkiler girdi. Bu kışkırtıcıları “Siyaset Yolu”nda da yazdım. Birileri iki tarafın içine de ajanlar sokarak bunu yaptılar. Yazık oldu. 5 bin gencimiz öldü. Bunların çoğunun geleceğe taşınsalardı, Türkiye’ye çok faydaları olurdu. Bu 5 bin gencin yarısı soldandır, yarısı da ülkücüdür. Bunlar birbirlerini tanımıyorlardı. Solcular ülkücüleri Amerikan ajanı sanıyordu, ülkücüler de solcuları Rus ajanı olarak biliyordu. Böyle bir algı vardı…


TÜRKSOLU: Bir de siyasî hayatınızın en başından bugünlere kadar gelen bir tasavvuf yönünüz var… Bu sizin için MHP döneminde de ANAP döneminde de bugün de değişmeyen bir vurgu. Bunun anlamı nedir?

Namık Kemal ZEYBEK: Türklerin Müslüman oluşu Hallac-ı Mansur yoluyla oldu. Biz Emevî İslam’ını sevmedik çünkü bu bozulmuş ve çarpıtılmış bir İslam’dı. İslam’ın geliş amacının tam tersi bir yorumdu onlarınki. İslam Peygamberi adil bir hayat kurmak ve dine dayalı sömürü düzenini yıkmak için mücadele etmişti. Onun geldiği dönemde Mekke’de dine dayalı bir sömürü düzeni vardı.


TÜRKSOLU: İslam’la toplumculuk buluşabilir mi sizce?

Namık Kemal ZEYBEK: Elbette… Kur’an’da bir ayet var ki bunu bırakın yapmayı, söylemeye bile hiçbir sosyalist ya da kolektivist cesaret edemez: “İnfak edin. Ve infak nedir diye soranlara de ki ihtiyaçtan fazlasını dağıtmaktır”. Herhangi bir sosyalist gitsin evindeki fazla elbiseleri dağıtsın bakalım…



Tasavvufî İslam toplumu geliştirir, insanlara erdemli bir hayat verir


























Namık Kemal Zeybek


TÜRKSOLU: Peki tasavvuf bunların neresinde?


Namık Kemal ZEYBEK: Tasavvufî İslam, Türklerin eski dini olan Göktanrı inancına benziyordu. Türkler bunda kendilerinden bir şeyler buluyordu. Emevî İslam’ı ise zulüm ve kan getiriyordu. Bunlar din adına malları yağmalıyor, çocukları esir ediyor, kızları cariye yapıyordu… Türkler böyle bir Müslümanlıktan nefret ettiler. Ama Hallac-ı Mansur’un getirdiği vahdet-i vücud - varlık birliği anlayışıydı ki o da Göktanrı inancının ta kendisiydi, Türkler burada kendilerini buldular ve o yolla Müslüman oldular. Bu doğru, bilime ve erdeme açık bir İslam’dı. Bu anlamdaki tasavvufî İslam hem toplumu geliştirir hem de insanlara erdemli bir hayat verir. Bu nedenle Ahmet Yesevî’nin, Hacı Bektaş Velî’nin getirdiği bu İslam’ın yeniden canlanması lazım. Tasavvufu savunma nedenim de budur.

Bu Emevî İslam’ı kaldığı müddetçe, başka milletlerin sorumluluğunu taşımıyorum ama bütün Müslümanlar için söyleyeyim, Müslüman milletlerin adam olması mümkün değil.

TÜRKSOLU: Emevî İslam’ı Sünnîlikle aynı şey midir, ya da tersinden sorarsak Ehl-i Beyt’i seven Sünnî olabilir mi?

















Namık Kemal Zeybak ve yazarımız Kaya Ataberk


Namık Kemal ZEYBEK: Aynı şey değildir ve elbette Ehl-i Beyt’i seven Sünnî olur. Fakat burada Sünnîlik ne onu da sormak gerekir. Aslında Sünnîlik uydurma bir kavramdır. Mesela Muaviye Sünnî değildir. İşin aslında Müslüman da değildir ama Sünnî değildir.

TÜRKSOLU: Kendisini nasıl tanımlar?
Namık Kemal ZEYBEK: Kendisini tabi ki herkesten daha çok Müslüman olarak tanımlar. Ama o dönemde Sünnî diye bir terim de yoktu. Ama “Şia” terimi vardı “Şia-ı Ali olarak”… Bugün Sünnîlik denilen şey dört mezhebin bağdaşmasından meydana gelen bir mezhepler topluluğudur. Bu mezhepler Muaviye ya da Yezid dönemlerinde henüz doğmamıştır. Kalıplaştırılan, dört mezhep haktır, gerisi batıldır anlayışına dayanan, Kur’an’ı anlamadan okumak lazımdır, böyle okuyan cennete gider diyen, zamanında bir takım âlim geçinenlerin kitaplarıyla desteklenen uydurma bir din haline getirilmiştir Sünnîlik. Eğer Sünnîlik, İslam’ı Peygamber’in yaşadığı gibi yaşamaksa o başka bir kavramdır.

Maturudîlikte akılcılık esastır
TÜRKSOLU: Kitabınıza da aldığınız bir konuşmanızda Osmanlı’yı Mısır’dan Eşarîliği getirip, Maturudîliği zayıflattığı için eleştiriyorsunuz. Bu anlayışların arasındaki farkı bize açıklayabilir misiniz?

Namık Kemal ZEYBEK: Farkı kısaca açıklayalım: Maturudîlikte akılcılık esastır. İmam-ı Maturudî dini akılla anlamanın mümkün olduğunu, nas ile akıl çatışırsa da aklın tercih edilmesi gerektiğini söyler. Eğer bir “hadis” insan aklına aykırı ise o hadisin uydurma olduğuna kanaat getirilir. Kur’an’daki bir ayet akla aykırıysa… O zaman da denilmesi gereken şudur: “Ben yanlış anlıyorum, Allah böyle bir şey söylemez”. Esas olan aklıdır. Maturudî yolundan gidenler akıl bilimlerine önem verirler. Akıl bilimleri gelişir. Eşarî yolundan gidenlerse aklı küçümserler. Onlar için nas esastır. Temel fark budur.

Yavuz Sultan Selim’e kadar, hatta onun döneminde de babası II. Beyazıt döneminde de akılcılık çok baskındı. II. Beyazıt’a çok haksızlık yapılır. O akılcı idi ve teknolojiye çok önem verirdi. Osmanlı ordusunu dünyanın en güçlü ordusu yapan odur. Dünyada her piyadenin eline bir tüfek veren ilk hükümdar odur.

TÜRKSOLU: Yani bize anlatılan II. Beyazıt portresi doğru değil mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Hakkı yenir. Yavuz’u övmek için onu kötülerler. Oysa Yavuz Selim maalesef Osmanlı’nın batışına sebep olan adamdır. Bunun nedeni de Mısır’dan Eşarîliği getirmesiydi. Gerçekte Eşarîlik Mısır’î da güçsüzleştirmişti. O zaman Osmanlı’da Sünnîlik diye bir şey yoktu.



TÜRKSOLU: Sünnî-Alevî diye bir ayrım yok muydu?

Namık Kemal ZEYBEK: Yoktu… Osmanlı zaten kendisi Alevî’ydi ama “Alevîlik” sözü de kullanılmazdı. Alevî anlayışı geçerliydi ve akıl çizgisi önemliydi. Aklın en üst düzey ürünü felsefî bilgidir. Bilgi teorisinde bilgiler üçe ayrılır. Birincisi duyularımızın verdiği basit bilgidir. “Güneş doğar ve batar” bilgisi basit, amiyane bilgidir. “Güneş doğup batmıyor, dünya dönüyor” dediğiniz zaman bu bilimlik bilgidir ve bu ikinci adımdır. Ama bunun ötesinde de filozofik – felsefî bilgi vardır. O da bilimlik bilgileri akıl yürüterek ilerleterek daha ileriye ulaşmaktır. Felsefenin ve felsefî bilginin olmadığı bir toplumun gelişmesi mümkün değildir. İşin temeli felsefedir çünkü bilimlere yol gösteren odur. Felsefe, klasik anlamda Allah’ı, yaratılışı ve maddeyi anlamak üzere yapılan akıl yürütme olarak tarif edilir. Ama felsefe bunları yaparken ortaya öyle şeyler koyar ki bilim adamları bunları doğrulamak için araştırma, deneyleme, gözlemleme yaparlar. Böylece bilimler gelişir. Felsefe bilimleri sürükler. Felsefî ortamın olmadığı bir toplumda bilimler gelişmez.


Kadızadeliler’in etkisiyle akıl bilimleri dediğimiz müspet bilimler kaldırıldı
Osmanlı’da Kanunî Sultan Süleyman döneminde, babası Yavuz’un ektiği zehirli tohumlar ortaya çıktı. Ebusuud gibi bir yobaz şeyhülislam oldu. Bu mutasavvıfları kâfir ilan eden bir adamdı. Kâtip Çelebi yaşananları açık açık yazar. Ebusuud’un da etkisiyle felsefe yasaklandı. Bence tarihimizin en çok üzerinde durmamız gereken noktası budur. Osmanlı neden battı diye sorulur. Neden batmasın ki? Kâtip Çelebi, Mizan-ül Hakk adlı kitabında anlatıyor: Osmanlı’da başından Sultan Süleyman Han zamanına kadar kanuna göre eğitim yapılırdı. Felsefe, akıl bilimleri ve Şeriat bilimler birlikte anlatılırdı. Fakat Kanunî döneminde felsefe kaldırıldı. Ardından akıl bilimleri yararlı-yararsız diye tasnif edildi. Kâtip Çelebi’nin döneminde ise Kadızadeliler’in etkisiyle bizim akıl bilimleri dediğimiz müspet bilimler tamamen kaldırıldı. Artık medreselerde 1910 yılına kadar müspet bilimler yerine nas, dogmalar anlatılmıştır. 1910’da Ziya Gökalp’in etkisiyle matematik medreselere konuldu. Yüzlerce yıl Osmanlı bilimden ve felsefeden uzak kaldı ve onun için de battı.

TÜRKSOLU: Bunların dışında kitabınızda Kenan Rıfaî’den ve Samihâ Ayverdi’den bahsediyorsunuz. Bu milliyetçi yönleri de kuvvetli olan akım için neler söyleyebilirsiniz?

Namık Kemal ZEYBEK: Kenan Rıfaî çizgisini aslında en iyi Agâh Oktay Güner bilir. Oradan yetişmedir, oraya dâhildir ama aynı zamanda Türk milliyetçisidir. Zaten o çevrenin tümü de Türk milliyetçisidir. Onlar akılcıdır ve İslam’ın estetik tarafını da temsil ederler.


TÜRKSOLU: Biraz Mevlevîlik gibi mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet… Dolayısıyla Kenan Rıfaî çizgisi bence doğru bir çizgidir. Benim o çizginin etrafında oluşan kadroyla birebir yakınlığım olmadı. Sadece dostlarım vardı ama çizgilerini doğru bulurum.


Menzil meselesi…
TÜRKSOLU: En çok merak edilen konulardan biri olan Menzil meselesini soralım… Kürt bir şeyh, oraya gidenler Türk milliyetçisi… Bu ilginç durumu bize biraz anlatabilir misiniz?

Namık Kemal ZEYBEK: Ben Kâhta’da kaymakamlık yaptım. Kâhta’ya gittiğim zaman 30 yaşımdaydım. Tasavvufa ilgim zaten vardı. Muhiyiddin Arabî’yi, Mevlana’yı okumuştum. Hatta Mevlana’nın hemen hemen bütün eserlerini okumuştum. Muhiyiddin Arabî’den ise baş eseri olan Füsus-ül Hikem’i okumuştum. Fakat o dönemde Ahmet Yesevî Hazretlerini tanımıyordum. Sadece Fuat Köprülü’nün kitabını okumuştum ki sonradan kendisi de o kitaptaki fikirlerinin yanlış olduğunu söylemişti. Tasavvufun tarihte büyük yerinin olduğunu ama bugün için bittiğini düşünüyordum. Atatürk de tarikatları kapattığına göre bu işin devri geçmişti…


Orada çok ilginç bir şey oldu. Daha ilk günlerde Kazım Yardımcı adlı birisiyle tanıştım. Benim tapu sicil muhafızımdı kaymakamlıkta. Onunla bir sene tasavvuf tartıştık. Kazım Yardımcı sosyalist, Ehl-i Beytçi, siyaseten Ecevit’i destekleyen, Ebuzerci, İbn-i Arabîci bir kişiydi. Gençliğinde cebine Füsus’u koyup, içerek okuduğunu anlatırdı. Böyle bir bunalım devrinden sonra bu çizgiyi bulmuştu. O bendeki tasavvuf merakını arttırdı. Bu arada da Menzil Köyünde şeyhlerin olduğunu duyuyorduk. Dosyalarına baktım. Türkiye’nin birliğinden, beraberliğinden yana idiler. Kaymakamların raporlarına göre bölücülüğe karşılardı. Ama şeyh oldukları için duyduğum bir soğukluktan dolayı yanlarına gitmemiştim. Benim yanıma gelen bazı kimseler de onların aleyhinde konuşuyorlardı. Şeyh’in her gün bir kuzu yediği, halkı sömürdüğü söyleniyordu. Bu da benim toplumcu tarafıma ters geliyordu.

TÜRKSOLU: Sonra nasıl tanıştınız?

Namık Kemal ZEYBEK: Bir gün, onun müritlerinden biri hoşuma giden bir olay anlattı. Ben de gittim, tanıştık ve dost olduk. Çizgileri Ehlibeyt Müslümanlığı değildi. Sünnî-Şafiîlerdi. Fakat seyyid olduklarına, Hz. Hüseyin’in soyundan geldiklerine inanılıyordu. Oradaki iki Alevî köyüyle de benim yakınlığım vardı. Onlar da “Şeyhler bizim amcaoğullarımız” diyorlardı. Olumlu konuşuyorlardı. Diğer Müslümanlardansa, mutasavvıf Müslümanlar onlara daha tercih edilir geliyordu.


Tasavvufta beraberdik ama ben farklı olarak “Alici”ydim
TÜRKSOLU: O dönemde şeyh, Muhammed Raşit Erol’muydu?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet, o vardı. Babası vefat etmişti… Daha sonra ben Kâhta’dan ayrıldım ama Kazım Yardımcı ile ve Şeyh’in oğlu Fevzettin ile ilişkim devam etti. Şimdi o da şeyh oldu. Ama aramızda bunun ötesinde bir bağ yoktu. Onlar onlardı, ben de bendim. Tasavvufta beraberdik ama ben farklı olarak “Alici”ydim.


TÜRKSOLU: Bu Alevîlikten farklı mı?

Namık Kemal ZEYBEK: “Alevîyim” dersem atamı, anamı sormaya başlıyorlar fakat “Aliciyim”, Ehlibetçiyim ve Ebuzerciyim. Ki Ebuzer de Aliciydi. Niye öyle olduğum da ayrı bir mesele. Ali’de “a” adalettir, “l” liyakattir, “i” de iman, ihlas ve ihsandır… Bu benim tanımım.


TÜRKSOLU: Bu farklara rağmen yine de buluştunuz ama…

Namık Kemal ZEYBEK: Sonradan ben Keles kaymakamlığının ardından Ankara’ya geldim ve ülkücülerin eğitimcisi oldum. Biz eğitimlerde Ahmet Yesevî çizgisini anlatarak devam ettik. Onun İslam anlayışı eğitimin de esasıydı. Fakat bir gün, 1979’da olsa gerek, Türkeş beni çağırdı ve bana bir mektup verdi. Mektup Adıyaman MHP il başkanından geliyordu. Mektupta; “Sizin yanınızda bulunan Namık Kemal Zeybek’i buradaki şeyhler seviyorlar. Bunların Türkiye’de 1 milyon müridi var. Gelip konuşursa partimize destek olurlar. Adıyaman’dan da bir tane olmak üzere çok milletvekili çıkarırız” deniliyordu.


Türkeş bana “Bu ne?” dedi. Ben de orada kaymakamlık yaptığımı, aramızın iyi olduğunu ve Şeyh’in oğluyla da dost olduğumuzu söyledim. “Gider misin?” deyince de kabul ettim.

TÜRKSOLU: Yani siyasî bir çalışma için gittiniz…

Namık Kemal ZEYBEK: Evet… Gittiğimde sabah kahvaltısında Şeyh yanıma geldi. Kendisi yemedi. Benim yanımda eğitimcilerden ismini hatırlayamadığım bir arkadaş vardı. Geliş amacımı söyledim. Ben kaymakamken o bana gelir, ben de onu ziyaret ederdim. İlişkilerimiz köydeki bir şeyhle, ilçenin mülkî idare amirinin ilişkisiydi. Bu sefer ben bir siyasî parti adına bir şeyler istemek için oraya gitmiştim. İlk sorusu Türkeş’in namaz kılıp kılmadığı oldu. Ben de “Cumaları kılar ama diğer namazları bilmem” dedim. “Ama biz tasavvuf anlatıyoruz, Türkiye’yi savunuyoruz. Biz olmazsak komünizm gelecek. Ne cami, ne tasavvuf, ne de tekke kalır” dedim. O günün mantığıyla bunları söylemiştim. Şeyh, “siz ne diyorsunuz?” dedi. Ben de destek istediğimi söyledim. Şeyh başını eğdi ve biraz düşündükten sonra kaldırdı. “Biz siyaset yapamayız. İnsanları Allah’ın yoluna çağırıyoruz. Bir partiyi destekleyin ya da desteklemeyin diyemeyiz. Ama siz siyasetçisiniz. Girin sofilerin arasına, partinizin propagandasını yapın. Serbest. Zaten MSP’liler de burada dolaşıyorlar” dedi.

Şeyh, son sözünü söylemişti. Bunun üzerine bir şey söylenmezdi. Ankara’ya döndüm ve Türkeş’e olanları anlattım

Ben, Türkeş’e; “Ne yapayım” diye sorunca “Gir ve al” dedi… “Sonra diğer şeyhleri de dolaş ve hepsinin partimize desteğini sağla”
TÜRKSOLU: Türkeş, ne dedi?

Namık Kemal ZEYBEK: Ben “Ne yapayım” diye sorunca “Gir ve al” dedi… “Sonra diğer şeyhleri de dolaş ve hepsinin partimize desteğini sağla” diye de ekledi. Bunun üzerine onlarla sık görüşmeye başladık. Bu tabii onların müridi olduğum gibi bir durum doğurdu. Zaten ülkücüler de bir arayış içindeydiler. Mistik bir ortam vardı. Bir kısım ülkücüler oraya, başkaları diğer yerlere bağlanmaya başladı. Bu 1980’e kadar böyle devam etti. Bu parti içinde çalkalanmalara ve dedikodulara da sebep oldu. Bu arada beni sevmeyenler “Namık Kemal Zeybek hem eğitimcilerin başı, hem de Adıyaman’ı kullanarak partiyi ele geçiriyor” demeye başladılar. En sonunda ben de Türkeş’in bu işlerden rahatsız olduğunu düşünmeye başladım. “Görevi bana siz verdiniz, istiyorsanız hemen bırakayım” dedim. O da bana “Hayır, devam et” dedi… Biz de böylece devam ettik. Adıyaman meselesi budur…


TÜRKSOLU: Bu ilişkinin toplamda milliyetçi harekete faydası mı oldu, zararı mı oldu sizce?

Namık Kemal ZEYBEK: Seçime girmediğimiz için bunu ölçemiyoruz ama ülkücüler açısından bir kısmının hareketten kopması gibi bir zararı oldu. Oraya kaydılar. 1980 sonrasında ülkücü hareket ortadan kaldırılınca bir takım arkadaşlarımız orada kaldılar.

Doğrusu o dönem için ben ikircikliydim. Menzil’deki zat “Biz partiyi desteklemeyiz, particilik yapamayız” dediği zaman hem sevinmiş hem de üzülmüştüm. Sevinmemin nedeni doğrusunun tasavvufun siyasete karışmaması gerektiğini düşünmemdi. Bir partiyi destekleyen şeyh, şeyh değildir bence. Ama diğer taraftan vazifemi yapamamaktan dolayı da üzülmüştüm. Ankara’ya bu karışık duygu ve düşüncelerle dönmüştü.
O zamanlar biz yaptığımızı siyaset olarak da görmüyorduk. Vatan savunması yaptığımızı düşünüyorduk. Vatan elden gidiyordu, Türkiye komünist olacaktı, Türklük gidecek ve biz de esir milletlerden olacaktık. Sosyalizm ve komünizm tek başına bizim korkacağımız bir şey değildi fakat Sovyetlere bağlanmak korkusu vardı.

Hangi tasavvuf?
TÜRKSOLU: Yıllar sonra özellikle orta Anadolu’da eski MHP oylarının AKP’ye akmasında bu tip bir ilişkinin yarattığı İslamcılaşmanın etkisi olmuş mudur sizce?

Namık Kemal ZEYBEK: Bir kısmı için bu doğrudur. Ama Ülkücü hareketteki İslamî söylemin ağırlaşması da sadece Menzil meselesinden ibaret değildi. Böyle bir yönelim olmasaydı Menzil de zaten itibar görmezdi. Dinî bir hava zaten vardı. İnsanlar bana gelip; “Tasavvuf anlatıyorsun, bana şeyh söyle” diyorlardı. Ben de “Ben söylemem bulursanız bana da haber verin” diyordum. Biz Ahmet Yesevî’yi anlatmak için tasavvuf anlatıyorduk. Bir de hangi tasavvuf diye sormak gerekir. İmam Rabbanî’ninki mi yoksa İbn-i Arabî’ninki mi? Mevlana’nınki ve Yunus’unki mi?

İbn-i Arabî, Yunus Emre, Hacı Bektaş Velî aslında birbirine yakın vahdetçi görüşlerdir. Özü de Vahdet-i Vücud’dur ve bu sanıldığından daha önemli bir meseledir. Çünkü bu inanç erdem, hoşgörü verir. Bağnazlığı önler. Düşünün ki İbn-i Arabî der ki; “Arif için herhangi bağlayıcı bir itikad kalmaz…” Bunu arif için din yoktur diye yorumlayanlar da var. Mevlana’da da benzer mantık vardır. Bu inançtan yola çıkanlar bilime yönelirler. Çünkü aradığı her şeyde Allah’ı arar. Göklerin yaratılışındaki sırrı ararken de Allah’ın ayetlerini arar. Yeri araştırmak da Allah’ı araştırmaktır. Ksenefon’un, Sokrat’ın, Aristo’nun felsefesi de budur. En önemlisi de Farabî budur. O da tüm bunları İslam dünyasına taşımıştır. Onun için Araplar ona muallim-i sani (ikinci öğretmen) demişlerdir. Farabî’nin Medinetü’l Fazıla (Erdemli Şehir) adlı kitabını okuyan bir insan bilime, akla, araştırmaya, düşünmeye yönelir. Vahdet-i Vücud’u reddeden tasavvuf nasıl bir tasavvuftur, o da ayrı bir meseledir. O bir süre sonra Eş’arî anlayışına, nasçılığa doğru kayar ki kaymıştır da…

TÜRKSOLU: Vahhabîlik, Selefîlik gibi mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Onlar açıktan reddeder ama bunun vardığı nokta da aynıdır. İnsanlara keskin bakan, Müslüman olmayan herkesi cehenneme atan bir anlayışa gider. Ama Muhiyiddin Arabî’de, Yunus’ta, Ahmet Yesevî’de böyle bir anlayış göremezsiniz çünkü onlar vahdetçidir. Attila İlhan’ın çok sevdiğim “Hangi Batı”, “Hangi Sol” gibi kitaplardan oluşan bir serisi vardı. “Hangi” sorusunu sormak gerçekten önemlidir. Dolayısıyla “tasavvuf kayıtsız şartsız iyidir” denilemez. “Hangi tasavvuf” diye de sormak gerekir. “Hangi” sorusu mübarek bir sorudur.



http://www.turksolu.com.tr/474/zeybek474.html

..