6 Ocak 2015 Salı

Nasıl bir siyaset, Nasıl bir Türkçülük? Hangi Atatürk, Hangi Tasavvuf?




Nasıl bir siyaset, Nasıl bir Türkçülük?
Hangi Atatürk, Hangi Tasavvuf?




Türkçülüğüm Atatürk’ün Türk tanımına ve Türk Tarih Tezine uygun bir Türkçülüktür
TÜRKSOLU: Sayın Bakanım, “Siyaset Yolu” isimli yeni kitabınız üzerine konuşmak isteriz. İlk başından beri ülkücü hareketin içinde yer aldınız ve ülkücülerin eğitimcisi oldunuz. Türkçülük vurgunuz her zaman var. Bunun yanında her zaman bir Atatürkçülük vurgunuz da oldu. Fikir dünyanızda Atatürkçülüğü ve Türkçülüğü nereye koyuyorsunuz?

Namık Kemal ZEYBEK: Benim Türkçülüğüm Atatürk’ün Türk tanımına ve Türk Tarih Tezine uygun bir Türkçülüktür. Bu en azından yirmi seneden beri böyle… Babamın öğretmen olması benim üzerimde önemli bir etkiydi. Ülkücü harekette, hatta Türkçü harekette Atatürk vurgusu çok fazla olmadığı halde bende Atatürk’e çok ilgi vardı. Kendimi içinde bulunduğum topluluktan Atatürk konusunda farklı görüyordum. Bizim milliyetçi hareket içine iki yerden Atatürk karşıtlığı girmiştir.

TÜRKSOLU: Nedir Atatürk karşıtlığının bu iki kaynağı?


Namık Kemal ZEYBEK: Birisi Nihal Atsız çevresinden girmiş olan, Atatürk’ü yeteri kadar Türkçü bulmama eğilimiydi. Bu karşıtlık değilse de soğukluktu. Diğeri de dincilik yapan Necip Fazıl Kısakürek gibi isimlerin etkisiydi. Ama Nihal Atsız hayatının son döneminde “Atatürk haklıymış, biz onu yeterince anlayamadık” demişti…





























Namık Kemal Zeybek'in yeni kitabı: Siyaset Yolu  

(  Tasavvufî İslam hem toplumu geliştirir hem de insanlara erdemli bir hayat verir. Bu nedenle Ahmet Yesevî’nin, Hacı Bektaş Velî’nin getirdiği bu İslam’ın yeniden canlanması lazım. Tasavvufu savunma nedenim de budur.
“Hangi” sorusunu sormak gerçekten önemlidir. Dolayısıyla “tasavvuf kayıtsız şartsız iyidir” denilemez. “Hangi tasavvuf” diye de sormak gerekir. “Hangi” sorusu mübarek bir sorudur.
Namık Kemal Zeybek'in yeni kitabı:
Siyaset Yolu   )


TÜRKSOLU: Yani Nihal Atsız, Atatürk konusundaki fikrini değiştirmiş miydi?


Namık Kemal ZEYBEK: Evet değiştirmişti ve bunu yazan da oğlu Yağmur Atsız’dır. Nihal Atsız Turancıydı. Atatürk ise Turancılık ideolojisinin uluorta kullanılması ve dile getirilmesi yerine yapılması gerekenlerin yapılmasını savunuyordu.



TÜRKSOLU: Atatürk de Türk birliğini savunuyor muydu?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet istiyordu ama gerçekçi olarak savunuyordu. Atatürk’ün Türk birliği görüşü bağımsız olan Türk devletlerinin birleşmesi şeklindeydi. Bu çok gerçekçi bir yaklaşımdı. Aksi halde Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da mümkündür. Bugün de ben aynen Atatürk’ün çizgisinde, yedi bağımsız Türk devletinin birlik haline gelmesini istiyorum. Bu yedi devletin dışında başka bağımsız Türk devletleri olursa onların da alınmasını istiyorum. Ama diğer devletlerde yaşayan Türkleri de kapsayan bir Türk birlikçiliğinin Tük milletine ve Türk devletine çok büyük tehlikeler getirebileceğini düşünüyorum. O tarzla dünya bize düşman olur.

Dava ile gerçekler arasında bir yol bulunmalıdır. Bunu kitabımın başında da belirttim. Ayrıca Atatürk’ün Türk milletini yeniden akıl ve bilim çizgisine getirme yolundaki çabaları bana hep heyecan vermiştir ve vermeye bugün de devam etmektedir.
MHP’yi yeknesak bir yapı gibi algılarlar fakat gerçekte o da bir koalisyondu
TÜRKSOLU: Sizin bu Atatürkçü çizginiz, MHP’ye özellikle 1970’lerin ikinci yarısında giren Necip Fazıl ve Arvasi kökenli İslamcı etkiyle nasıl bir arada bulunabildi?

Namık Kemal ZEYBEK: Ben tabii ki onların etkisinde değildim ve kendi bakış açım vardı. Hareketin içinde onların da etkileri vardı, benim de etkim vardı. Onların etkisinden bugünlere gelenler de oldu, bizim etkimiz de farklı sonuçlar verdi. İnsanlar MHP’yi yeknesak, hep aynı şekilde düşünen insanlardan oluşan bir yapı gibi algılarlar. Fakat gerçekte o da bir koalisyondu. Hemen hemen tüm partiler de böyledir. MHP içinde de Türkçü olanlar, olmayanlar gibi birçok farklı fikirlerden insanlar da vardı.


TÜRKSOLU: Milliyetçi-toplumcu bir çizgiden yola çıktığınızı ve antikomünist bir yönelim taşımadığınızı söylüyorsunuz. Milliyetçi-toplumculuk nasıl bir çizgidir? Bazı çevrelerin iddia ettiği gibi bu “nasyonal sosyalizm” midir? Siz bu çizgiyi nereye koyuyorsunuz?

Namık Kemal ZEYBEK: Benim üzerimde Gökalp’in etkisi büyüktür. Benim fikirsel kalıplarımı döken, sınırlarımı çizen Atatürk’ten önce Ziya Gökalp olmuştu. Kitaplarını defalarca okumuşumdur. Benim toplumculuğumda iki etken vardır: Gökalp’e göre Türkler ferdiyetçi oldukları için kolektivist olamazlar ancak dayanışmacı oldukları için de kapitalist olamazlar…


TÜRKSOLU: Solidarizm gibi mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet, toplumculuk bizde solidarizmdi. Dayanışmacı bir toplum oluşması gerektiğini düşünüyorduk. Gökalp’in bulduğu kaynaklarda buluyorduk bunun temellerini. Dede Korkut’ta beylerin yılda bir kez tüm mallarını yağmalattırmaları gibi hadiseler bizi etkiliyordu. Bunun dışında benim hayatımdan gelen etkiler de vardı. Neticede ben gecekonduda yaşayan bir insandım. Öğretmen çocuğuydum. Babamın 200 liralık maaşının 75 lirası kiraya giderdi. 6 nüfus vardı. Ayakkabılarım, pantolonlarım yamalıydı. Apartmanlarda oturanları da zengin zannediyorduk. Hayat standardı farkı da beni rahatsız ediyordu.


Daha CKMP döneminde kendimize milliyetçi toplumcular diyorduk
TÜRKSOLU: Eşitlik ve adalet arayışı mı tetikleniyordu böylece?

Namık Kemal ZEYBEK: Elbette… Bir tepki vardı ve bu tepki solidarizm ya da toplumculuk şeklinde ortaya çıkıyordu. Daha CKMP döneminde kendimize milliyetçi toplumcular diyorduk. Bu asla “nasyonal sosyalizm” değildi. Hatta “nasyonal sosyalim” olarak çevirenlere onun Türkçesinin “millî sosyalizm” olduğunu bizimse milliyetçi solidarizmi savunduğumuzu söylüyorduk. Asla Hitler’in dünya görüşünü benimsememiz de mümkün değildi.


TÜRKSOLU: Acaba sizin bir anlamda sola daha açık diyebileceğimiz çizginiz harekete hâkim olsaydı Türkiye’de 1965-1980 arasındaki süreç daha farklı gelişebilir miydi?

Namık Kemal ZEYBEK: Biz 1965’te rahmetli Türkeş’le beraber partiye girdik. Ben gençlik kolları genel başkanı oldum. 1966’nın sonuna kadar da bu görevime devam ettim. Daha sonra kaymakam oldum ve ayrıldım. Her şeye rağmen milliyetçi toplumculuk etkiliydi. Bu söylem gençlere çok çekici geldiğinden Mürşit Altaylı diye birisi “Dinamik Ana Stratejiler” adında bir kitap yazarak milliyetçi toplumcu çizgiyi savunmuştu. Fakat bu kitap bana yavan gelmişti. Daha sonra 1970’lerde benim de hocam olan Fikret Eren, “Kurt Karaca” adıyla “Milliyetçi Toplumcu Düzen” adıyla bir kitap yazdı. Ben Ilgaz’da kaymakamken bu kitaptan 100 tane alarak 50’sini dağıttım. 50’sini de kitapçıya geliri kendisine kalmak üzere satması için teslim ettim. Bu kadar heyecanlıydık. Kitabı İhsan Göksel Paşa’ya ve onun kurmay başkanına da hediye ettim. Çankırı Valisine bile hediye ettim.

Bu hareketin gençler arasında yayılmasında da etkendi. Fikir planında gelişiyorduk, kavga planında değil.

TİP’e gider konferanslarını dinlerdik, onlar da gelip Türkeş’i dinlerlerdi
TÜRKSOLU: Henüz çatışmaların başlamadığı dönemde mi böyleydi?

Namık Kemal ZEYBEK: Başlangıçta hiç çatışma yoktu. Biz TİP’e gider onların konferanslarını dinlerdik, onlar da bize gelip Türkeş’in seminerlerini dinlerlerdi. Yerlerimiz de birbirine 100 metrelik mesafedeydi sadece… Hatta bir keresinde yanlışlıkla Mehmet Ali Aybar’ın gizli bir toplantısına bile girmiştik… Teşkilatına taktik veriyordu, biz iki arkadaş “yanlış gelmişiz” diyerek ayrılmıştık oradan…


Kışkırtıcıları “Siyaset Yolu”nda da yazdım
TÜRKSOLU: Peki bu barış ortamı nasıl oldu da bozuldu?

Namık Kemal ZEYBEK: O ortam sonradan bozuldu… Ben CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanı olarak birkaç arkadaşımla beraber Sosyalist Kültür Derneği’nde Doğan Avcıoğlu’nu, Şevket Süreyya Aydemir’i dinlerdik. Bu onları benimsediğimiz anlamına gelmiyordu ama dinlerdik. Uğur Mumcu benim sınıf arkadaşımdı, sohbet eder ve tartışırdık… Sonra bu ortam bozuldu, araya başka etkiler girdi. Bu kışkırtıcıları “Siyaset Yolu”nda da yazdım. Birileri iki tarafın içine de ajanlar sokarak bunu yaptılar. Yazık oldu. 5 bin gencimiz öldü. Bunların çoğunun geleceğe taşınsalardı, Türkiye’ye çok faydaları olurdu. Bu 5 bin gencin yarısı soldandır, yarısı da ülkücüdür. Bunlar birbirlerini tanımıyorlardı. Solcular ülkücüleri Amerikan ajanı sanıyordu, ülkücüler de solcuları Rus ajanı olarak biliyordu. Böyle bir algı vardı…


TÜRKSOLU: Bir de siyasî hayatınızın en başından bugünlere kadar gelen bir tasavvuf yönünüz var… Bu sizin için MHP döneminde de ANAP döneminde de bugün de değişmeyen bir vurgu. Bunun anlamı nedir?

Namık Kemal ZEYBEK: Türklerin Müslüman oluşu Hallac-ı Mansur yoluyla oldu. Biz Emevî İslam’ını sevmedik çünkü bu bozulmuş ve çarpıtılmış bir İslam’dı. İslam’ın geliş amacının tam tersi bir yorumdu onlarınki. İslam Peygamberi adil bir hayat kurmak ve dine dayalı sömürü düzenini yıkmak için mücadele etmişti. Onun geldiği dönemde Mekke’de dine dayalı bir sömürü düzeni vardı.


TÜRKSOLU: İslam’la toplumculuk buluşabilir mi sizce?

Namık Kemal ZEYBEK: Elbette… Kur’an’da bir ayet var ki bunu bırakın yapmayı, söylemeye bile hiçbir sosyalist ya da kolektivist cesaret edemez: “İnfak edin. Ve infak nedir diye soranlara de ki ihtiyaçtan fazlasını dağıtmaktır”. Herhangi bir sosyalist gitsin evindeki fazla elbiseleri dağıtsın bakalım…



Tasavvufî İslam toplumu geliştirir, insanlara erdemli bir hayat verir


























Namık Kemal Zeybek


TÜRKSOLU: Peki tasavvuf bunların neresinde?


Namık Kemal ZEYBEK: Tasavvufî İslam, Türklerin eski dini olan Göktanrı inancına benziyordu. Türkler bunda kendilerinden bir şeyler buluyordu. Emevî İslam’ı ise zulüm ve kan getiriyordu. Bunlar din adına malları yağmalıyor, çocukları esir ediyor, kızları cariye yapıyordu… Türkler böyle bir Müslümanlıktan nefret ettiler. Ama Hallac-ı Mansur’un getirdiği vahdet-i vücud - varlık birliği anlayışıydı ki o da Göktanrı inancının ta kendisiydi, Türkler burada kendilerini buldular ve o yolla Müslüman oldular. Bu doğru, bilime ve erdeme açık bir İslam’dı. Bu anlamdaki tasavvufî İslam hem toplumu geliştirir hem de insanlara erdemli bir hayat verir. Bu nedenle Ahmet Yesevî’nin, Hacı Bektaş Velî’nin getirdiği bu İslam’ın yeniden canlanması lazım. Tasavvufu savunma nedenim de budur.

Bu Emevî İslam’ı kaldığı müddetçe, başka milletlerin sorumluluğunu taşımıyorum ama bütün Müslümanlar için söyleyeyim, Müslüman milletlerin adam olması mümkün değil.

TÜRKSOLU: Emevî İslam’ı Sünnîlikle aynı şey midir, ya da tersinden sorarsak Ehl-i Beyt’i seven Sünnî olabilir mi?

















Namık Kemal Zeybak ve yazarımız Kaya Ataberk


Namık Kemal ZEYBEK: Aynı şey değildir ve elbette Ehl-i Beyt’i seven Sünnî olur. Fakat burada Sünnîlik ne onu da sormak gerekir. Aslında Sünnîlik uydurma bir kavramdır. Mesela Muaviye Sünnî değildir. İşin aslında Müslüman da değildir ama Sünnî değildir.

TÜRKSOLU: Kendisini nasıl tanımlar?
Namık Kemal ZEYBEK: Kendisini tabi ki herkesten daha çok Müslüman olarak tanımlar. Ama o dönemde Sünnî diye bir terim de yoktu. Ama “Şia” terimi vardı “Şia-ı Ali olarak”… Bugün Sünnîlik denilen şey dört mezhebin bağdaşmasından meydana gelen bir mezhepler topluluğudur. Bu mezhepler Muaviye ya da Yezid dönemlerinde henüz doğmamıştır. Kalıplaştırılan, dört mezhep haktır, gerisi batıldır anlayışına dayanan, Kur’an’ı anlamadan okumak lazımdır, böyle okuyan cennete gider diyen, zamanında bir takım âlim geçinenlerin kitaplarıyla desteklenen uydurma bir din haline getirilmiştir Sünnîlik. Eğer Sünnîlik, İslam’ı Peygamber’in yaşadığı gibi yaşamaksa o başka bir kavramdır.

Maturudîlikte akılcılık esastır
TÜRKSOLU: Kitabınıza da aldığınız bir konuşmanızda Osmanlı’yı Mısır’dan Eşarîliği getirip, Maturudîliği zayıflattığı için eleştiriyorsunuz. Bu anlayışların arasındaki farkı bize açıklayabilir misiniz?

Namık Kemal ZEYBEK: Farkı kısaca açıklayalım: Maturudîlikte akılcılık esastır. İmam-ı Maturudî dini akılla anlamanın mümkün olduğunu, nas ile akıl çatışırsa da aklın tercih edilmesi gerektiğini söyler. Eğer bir “hadis” insan aklına aykırı ise o hadisin uydurma olduğuna kanaat getirilir. Kur’an’daki bir ayet akla aykırıysa… O zaman da denilmesi gereken şudur: “Ben yanlış anlıyorum, Allah böyle bir şey söylemez”. Esas olan aklıdır. Maturudî yolundan gidenler akıl bilimlerine önem verirler. Akıl bilimleri gelişir. Eşarî yolundan gidenlerse aklı küçümserler. Onlar için nas esastır. Temel fark budur.

Yavuz Sultan Selim’e kadar, hatta onun döneminde de babası II. Beyazıt döneminde de akılcılık çok baskındı. II. Beyazıt’a çok haksızlık yapılır. O akılcı idi ve teknolojiye çok önem verirdi. Osmanlı ordusunu dünyanın en güçlü ordusu yapan odur. Dünyada her piyadenin eline bir tüfek veren ilk hükümdar odur.

TÜRKSOLU: Yani bize anlatılan II. Beyazıt portresi doğru değil mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Hakkı yenir. Yavuz’u övmek için onu kötülerler. Oysa Yavuz Selim maalesef Osmanlı’nın batışına sebep olan adamdır. Bunun nedeni de Mısır’dan Eşarîliği getirmesiydi. Gerçekte Eşarîlik Mısır’î da güçsüzleştirmişti. O zaman Osmanlı’da Sünnîlik diye bir şey yoktu.



TÜRKSOLU: Sünnî-Alevî diye bir ayrım yok muydu?

Namık Kemal ZEYBEK: Yoktu… Osmanlı zaten kendisi Alevî’ydi ama “Alevîlik” sözü de kullanılmazdı. Alevî anlayışı geçerliydi ve akıl çizgisi önemliydi. Aklın en üst düzey ürünü felsefî bilgidir. Bilgi teorisinde bilgiler üçe ayrılır. Birincisi duyularımızın verdiği basit bilgidir. “Güneş doğar ve batar” bilgisi basit, amiyane bilgidir. “Güneş doğup batmıyor, dünya dönüyor” dediğiniz zaman bu bilimlik bilgidir ve bu ikinci adımdır. Ama bunun ötesinde de filozofik – felsefî bilgi vardır. O da bilimlik bilgileri akıl yürüterek ilerleterek daha ileriye ulaşmaktır. Felsefenin ve felsefî bilginin olmadığı bir toplumun gelişmesi mümkün değildir. İşin temeli felsefedir çünkü bilimlere yol gösteren odur. Felsefe, klasik anlamda Allah’ı, yaratılışı ve maddeyi anlamak üzere yapılan akıl yürütme olarak tarif edilir. Ama felsefe bunları yaparken ortaya öyle şeyler koyar ki bilim adamları bunları doğrulamak için araştırma, deneyleme, gözlemleme yaparlar. Böylece bilimler gelişir. Felsefe bilimleri sürükler. Felsefî ortamın olmadığı bir toplumda bilimler gelişmez.


Kadızadeliler’in etkisiyle akıl bilimleri dediğimiz müspet bilimler kaldırıldı
Osmanlı’da Kanunî Sultan Süleyman döneminde, babası Yavuz’un ektiği zehirli tohumlar ortaya çıktı. Ebusuud gibi bir yobaz şeyhülislam oldu. Bu mutasavvıfları kâfir ilan eden bir adamdı. Kâtip Çelebi yaşananları açık açık yazar. Ebusuud’un da etkisiyle felsefe yasaklandı. Bence tarihimizin en çok üzerinde durmamız gereken noktası budur. Osmanlı neden battı diye sorulur. Neden batmasın ki? Kâtip Çelebi, Mizan-ül Hakk adlı kitabında anlatıyor: Osmanlı’da başından Sultan Süleyman Han zamanına kadar kanuna göre eğitim yapılırdı. Felsefe, akıl bilimleri ve Şeriat bilimler birlikte anlatılırdı. Fakat Kanunî döneminde felsefe kaldırıldı. Ardından akıl bilimleri yararlı-yararsız diye tasnif edildi. Kâtip Çelebi’nin döneminde ise Kadızadeliler’in etkisiyle bizim akıl bilimleri dediğimiz müspet bilimler tamamen kaldırıldı. Artık medreselerde 1910 yılına kadar müspet bilimler yerine nas, dogmalar anlatılmıştır. 1910’da Ziya Gökalp’in etkisiyle matematik medreselere konuldu. Yüzlerce yıl Osmanlı bilimden ve felsefeden uzak kaldı ve onun için de battı.

TÜRKSOLU: Bunların dışında kitabınızda Kenan Rıfaî’den ve Samihâ Ayverdi’den bahsediyorsunuz. Bu milliyetçi yönleri de kuvvetli olan akım için neler söyleyebilirsiniz?

Namık Kemal ZEYBEK: Kenan Rıfaî çizgisini aslında en iyi Agâh Oktay Güner bilir. Oradan yetişmedir, oraya dâhildir ama aynı zamanda Türk milliyetçisidir. Zaten o çevrenin tümü de Türk milliyetçisidir. Onlar akılcıdır ve İslam’ın estetik tarafını da temsil ederler.


TÜRKSOLU: Biraz Mevlevîlik gibi mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet… Dolayısıyla Kenan Rıfaî çizgisi bence doğru bir çizgidir. Benim o çizginin etrafında oluşan kadroyla birebir yakınlığım olmadı. Sadece dostlarım vardı ama çizgilerini doğru bulurum.


Menzil meselesi…
TÜRKSOLU: En çok merak edilen konulardan biri olan Menzil meselesini soralım… Kürt bir şeyh, oraya gidenler Türk milliyetçisi… Bu ilginç durumu bize biraz anlatabilir misiniz?

Namık Kemal ZEYBEK: Ben Kâhta’da kaymakamlık yaptım. Kâhta’ya gittiğim zaman 30 yaşımdaydım. Tasavvufa ilgim zaten vardı. Muhiyiddin Arabî’yi, Mevlana’yı okumuştum. Hatta Mevlana’nın hemen hemen bütün eserlerini okumuştum. Muhiyiddin Arabî’den ise baş eseri olan Füsus-ül Hikem’i okumuştum. Fakat o dönemde Ahmet Yesevî Hazretlerini tanımıyordum. Sadece Fuat Köprülü’nün kitabını okumuştum ki sonradan kendisi de o kitaptaki fikirlerinin yanlış olduğunu söylemişti. Tasavvufun tarihte büyük yerinin olduğunu ama bugün için bittiğini düşünüyordum. Atatürk de tarikatları kapattığına göre bu işin devri geçmişti…


Orada çok ilginç bir şey oldu. Daha ilk günlerde Kazım Yardımcı adlı birisiyle tanıştım. Benim tapu sicil muhafızımdı kaymakamlıkta. Onunla bir sene tasavvuf tartıştık. Kazım Yardımcı sosyalist, Ehl-i Beytçi, siyaseten Ecevit’i destekleyen, Ebuzerci, İbn-i Arabîci bir kişiydi. Gençliğinde cebine Füsus’u koyup, içerek okuduğunu anlatırdı. Böyle bir bunalım devrinden sonra bu çizgiyi bulmuştu. O bendeki tasavvuf merakını arttırdı. Bu arada da Menzil Köyünde şeyhlerin olduğunu duyuyorduk. Dosyalarına baktım. Türkiye’nin birliğinden, beraberliğinden yana idiler. Kaymakamların raporlarına göre bölücülüğe karşılardı. Ama şeyh oldukları için duyduğum bir soğukluktan dolayı yanlarına gitmemiştim. Benim yanıma gelen bazı kimseler de onların aleyhinde konuşuyorlardı. Şeyh’in her gün bir kuzu yediği, halkı sömürdüğü söyleniyordu. Bu da benim toplumcu tarafıma ters geliyordu.

TÜRKSOLU: Sonra nasıl tanıştınız?

Namık Kemal ZEYBEK: Bir gün, onun müritlerinden biri hoşuma giden bir olay anlattı. Ben de gittim, tanıştık ve dost olduk. Çizgileri Ehlibeyt Müslümanlığı değildi. Sünnî-Şafiîlerdi. Fakat seyyid olduklarına, Hz. Hüseyin’in soyundan geldiklerine inanılıyordu. Oradaki iki Alevî köyüyle de benim yakınlığım vardı. Onlar da “Şeyhler bizim amcaoğullarımız” diyorlardı. Olumlu konuşuyorlardı. Diğer Müslümanlardansa, mutasavvıf Müslümanlar onlara daha tercih edilir geliyordu.


Tasavvufta beraberdik ama ben farklı olarak “Alici”ydim
TÜRKSOLU: O dönemde şeyh, Muhammed Raşit Erol’muydu?

Namık Kemal ZEYBEK: Evet, o vardı. Babası vefat etmişti… Daha sonra ben Kâhta’dan ayrıldım ama Kazım Yardımcı ile ve Şeyh’in oğlu Fevzettin ile ilişkim devam etti. Şimdi o da şeyh oldu. Ama aramızda bunun ötesinde bir bağ yoktu. Onlar onlardı, ben de bendim. Tasavvufta beraberdik ama ben farklı olarak “Alici”ydim.


TÜRKSOLU: Bu Alevîlikten farklı mı?

Namık Kemal ZEYBEK: “Alevîyim” dersem atamı, anamı sormaya başlıyorlar fakat “Aliciyim”, Ehlibetçiyim ve Ebuzerciyim. Ki Ebuzer de Aliciydi. Niye öyle olduğum da ayrı bir mesele. Ali’de “a” adalettir, “l” liyakattir, “i” de iman, ihlas ve ihsandır… Bu benim tanımım.


TÜRKSOLU: Bu farklara rağmen yine de buluştunuz ama…

Namık Kemal ZEYBEK: Sonradan ben Keles kaymakamlığının ardından Ankara’ya geldim ve ülkücülerin eğitimcisi oldum. Biz eğitimlerde Ahmet Yesevî çizgisini anlatarak devam ettik. Onun İslam anlayışı eğitimin de esasıydı. Fakat bir gün, 1979’da olsa gerek, Türkeş beni çağırdı ve bana bir mektup verdi. Mektup Adıyaman MHP il başkanından geliyordu. Mektupta; “Sizin yanınızda bulunan Namık Kemal Zeybek’i buradaki şeyhler seviyorlar. Bunların Türkiye’de 1 milyon müridi var. Gelip konuşursa partimize destek olurlar. Adıyaman’dan da bir tane olmak üzere çok milletvekili çıkarırız” deniliyordu.


Türkeş bana “Bu ne?” dedi. Ben de orada kaymakamlık yaptığımı, aramızın iyi olduğunu ve Şeyh’in oğluyla da dost olduğumuzu söyledim. “Gider misin?” deyince de kabul ettim.

TÜRKSOLU: Yani siyasî bir çalışma için gittiniz…

Namık Kemal ZEYBEK: Evet… Gittiğimde sabah kahvaltısında Şeyh yanıma geldi. Kendisi yemedi. Benim yanımda eğitimcilerden ismini hatırlayamadığım bir arkadaş vardı. Geliş amacımı söyledim. Ben kaymakamken o bana gelir, ben de onu ziyaret ederdim. İlişkilerimiz köydeki bir şeyhle, ilçenin mülkî idare amirinin ilişkisiydi. Bu sefer ben bir siyasî parti adına bir şeyler istemek için oraya gitmiştim. İlk sorusu Türkeş’in namaz kılıp kılmadığı oldu. Ben de “Cumaları kılar ama diğer namazları bilmem” dedim. “Ama biz tasavvuf anlatıyoruz, Türkiye’yi savunuyoruz. Biz olmazsak komünizm gelecek. Ne cami, ne tasavvuf, ne de tekke kalır” dedim. O günün mantığıyla bunları söylemiştim. Şeyh, “siz ne diyorsunuz?” dedi. Ben de destek istediğimi söyledim. Şeyh başını eğdi ve biraz düşündükten sonra kaldırdı. “Biz siyaset yapamayız. İnsanları Allah’ın yoluna çağırıyoruz. Bir partiyi destekleyin ya da desteklemeyin diyemeyiz. Ama siz siyasetçisiniz. Girin sofilerin arasına, partinizin propagandasını yapın. Serbest. Zaten MSP’liler de burada dolaşıyorlar” dedi.

Şeyh, son sözünü söylemişti. Bunun üzerine bir şey söylenmezdi. Ankara’ya döndüm ve Türkeş’e olanları anlattım

Ben, Türkeş’e; “Ne yapayım” diye sorunca “Gir ve al” dedi… “Sonra diğer şeyhleri de dolaş ve hepsinin partimize desteğini sağla”
TÜRKSOLU: Türkeş, ne dedi?

Namık Kemal ZEYBEK: Ben “Ne yapayım” diye sorunca “Gir ve al” dedi… “Sonra diğer şeyhleri de dolaş ve hepsinin partimize desteğini sağla” diye de ekledi. Bunun üzerine onlarla sık görüşmeye başladık. Bu tabii onların müridi olduğum gibi bir durum doğurdu. Zaten ülkücüler de bir arayış içindeydiler. Mistik bir ortam vardı. Bir kısım ülkücüler oraya, başkaları diğer yerlere bağlanmaya başladı. Bu 1980’e kadar böyle devam etti. Bu parti içinde çalkalanmalara ve dedikodulara da sebep oldu. Bu arada beni sevmeyenler “Namık Kemal Zeybek hem eğitimcilerin başı, hem de Adıyaman’ı kullanarak partiyi ele geçiriyor” demeye başladılar. En sonunda ben de Türkeş’in bu işlerden rahatsız olduğunu düşünmeye başladım. “Görevi bana siz verdiniz, istiyorsanız hemen bırakayım” dedim. O da bana “Hayır, devam et” dedi… Biz de böylece devam ettik. Adıyaman meselesi budur…


TÜRKSOLU: Bu ilişkinin toplamda milliyetçi harekete faydası mı oldu, zararı mı oldu sizce?

Namık Kemal ZEYBEK: Seçime girmediğimiz için bunu ölçemiyoruz ama ülkücüler açısından bir kısmının hareketten kopması gibi bir zararı oldu. Oraya kaydılar. 1980 sonrasında ülkücü hareket ortadan kaldırılınca bir takım arkadaşlarımız orada kaldılar.

Doğrusu o dönem için ben ikircikliydim. Menzil’deki zat “Biz partiyi desteklemeyiz, particilik yapamayız” dediği zaman hem sevinmiş hem de üzülmüştüm. Sevinmemin nedeni doğrusunun tasavvufun siyasete karışmaması gerektiğini düşünmemdi. Bir partiyi destekleyen şeyh, şeyh değildir bence. Ama diğer taraftan vazifemi yapamamaktan dolayı da üzülmüştüm. Ankara’ya bu karışık duygu ve düşüncelerle dönmüştü.
O zamanlar biz yaptığımızı siyaset olarak da görmüyorduk. Vatan savunması yaptığımızı düşünüyorduk. Vatan elden gidiyordu, Türkiye komünist olacaktı, Türklük gidecek ve biz de esir milletlerden olacaktık. Sosyalizm ve komünizm tek başına bizim korkacağımız bir şey değildi fakat Sovyetlere bağlanmak korkusu vardı.

Hangi tasavvuf?
TÜRKSOLU: Yıllar sonra özellikle orta Anadolu’da eski MHP oylarının AKP’ye akmasında bu tip bir ilişkinin yarattığı İslamcılaşmanın etkisi olmuş mudur sizce?

Namık Kemal ZEYBEK: Bir kısmı için bu doğrudur. Ama Ülkücü hareketteki İslamî söylemin ağırlaşması da sadece Menzil meselesinden ibaret değildi. Böyle bir yönelim olmasaydı Menzil de zaten itibar görmezdi. Dinî bir hava zaten vardı. İnsanlar bana gelip; “Tasavvuf anlatıyorsun, bana şeyh söyle” diyorlardı. Ben de “Ben söylemem bulursanız bana da haber verin” diyordum. Biz Ahmet Yesevî’yi anlatmak için tasavvuf anlatıyorduk. Bir de hangi tasavvuf diye sormak gerekir. İmam Rabbanî’ninki mi yoksa İbn-i Arabî’ninki mi? Mevlana’nınki ve Yunus’unki mi?

İbn-i Arabî, Yunus Emre, Hacı Bektaş Velî aslında birbirine yakın vahdetçi görüşlerdir. Özü de Vahdet-i Vücud’dur ve bu sanıldığından daha önemli bir meseledir. Çünkü bu inanç erdem, hoşgörü verir. Bağnazlığı önler. Düşünün ki İbn-i Arabî der ki; “Arif için herhangi bağlayıcı bir itikad kalmaz…” Bunu arif için din yoktur diye yorumlayanlar da var. Mevlana’da da benzer mantık vardır. Bu inançtan yola çıkanlar bilime yönelirler. Çünkü aradığı her şeyde Allah’ı arar. Göklerin yaratılışındaki sırrı ararken de Allah’ın ayetlerini arar. Yeri araştırmak da Allah’ı araştırmaktır. Ksenefon’un, Sokrat’ın, Aristo’nun felsefesi de budur. En önemlisi de Farabî budur. O da tüm bunları İslam dünyasına taşımıştır. Onun için Araplar ona muallim-i sani (ikinci öğretmen) demişlerdir. Farabî’nin Medinetü’l Fazıla (Erdemli Şehir) adlı kitabını okuyan bir insan bilime, akla, araştırmaya, düşünmeye yönelir. Vahdet-i Vücud’u reddeden tasavvuf nasıl bir tasavvuftur, o da ayrı bir meseledir. O bir süre sonra Eş’arî anlayışına, nasçılığa doğru kayar ki kaymıştır da…

TÜRKSOLU: Vahhabîlik, Selefîlik gibi mi?

Namık Kemal ZEYBEK: Onlar açıktan reddeder ama bunun vardığı nokta da aynıdır. İnsanlara keskin bakan, Müslüman olmayan herkesi cehenneme atan bir anlayışa gider. Ama Muhiyiddin Arabî’de, Yunus’ta, Ahmet Yesevî’de böyle bir anlayış göremezsiniz çünkü onlar vahdetçidir. Attila İlhan’ın çok sevdiğim “Hangi Batı”, “Hangi Sol” gibi kitaplardan oluşan bir serisi vardı. “Hangi” sorusunu sormak gerçekten önemlidir. Dolayısıyla “tasavvuf kayıtsız şartsız iyidir” denilemez. “Hangi tasavvuf” diye de sormak gerekir. “Hangi” sorusu mübarek bir sorudur.



http://www.turksolu.com.tr/474/zeybek474.html

..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder