3 Şubat 2021 Çarşamba

Karabağ Sorunu: Nereden Nereye?

Karabağ Sorunu: Nereden Nereye? 


Araz Aslanlı*

· Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, Hazar Üniversitesi öğretim görevlisi

25 Kasım 2010

  Yaygın ismiyle "Karabağ Sorunu" olarak bilinen Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgali sorunu, günümüzde halen, Kafkasya'nın ve bir ölçüde de dünyanın önemli sorunlarından birisi olmayı sürdürmektedir. Özellikle, çözüm adına yoğunlaşan girişimler, AGİT Minsk Grubu Eşbaşkanlarının artan ziyaretleri, Rusya'nın Kafkasya'daki çabaları ve Mayıs 2010'dan itibaren Azerbaycan-Ermenistan çatışma hattında yaşananlar, ateşkesin sıkça ihlal edilmesi ve her iki taraftan kayıpların atrması sorunun dünya gündeminde daha yoğun şekilde yer almasına neden olmaktadır. Çözüm girişimleri de çeşitli kulvarlarda devam etmektedir.

Soruna ilişkin çözüm girişimlerinin başarılı olması ve soruna kalıcı çözüm bulunabilmesi için, sorunun tarihçesinin, soruna yönelik günümüze kadarki çözüm girişimlerinin ayrıntılı bilinmesi, sorunun asıl mahiyetinin ortaya konması gerekmektedir.

Sorunun tarihçesine bakıldığında, ilk temellerinin Rusya'nın bölgeye ilişkin politikalarına ve bu çerçevede bölgeye yönlendirilmiş etnik göçlere dayandığını görmekteyiz. Bölgede eski dönemlerde mevcut olan devlet yapılanmaları içerisinde Ermeni ve Azerbaycanlı[1] nüfus bulunmuş ve etnik menşeli savaşlar söz konusu olmamıştır. Özellikle, Rusya'nın 18. yüzyıldan itibaren giderek güçlenmesi, bölgesel hakimiyetini genişletmeye ve güneye doğru inmeye çalışması, bu çerçevede Kafkasya'da üs olarak kullanabileceği devlet yapılanmasına ihtiyaç duyması, bu ülkenin bölgeye ilişkin etnik hareketlilikler gerçekleştirmesine neden olmuştur.

Rusya'nın XIX. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı'yla ve İran'la yaptığı savaşlar sonucunda imzaladığı anlaşmalar bölgenin etnik yapısının değiştirilmesi konusunda önemli aşamaları oluşturmuştur. Rusya ile İran arasında imzalanan 1828 Türkmençay Anlaşması, İran topraklarında yaşayan yüzbinlerce Ermeni'nin bu anlaşma ile Rusya'nın kontrolü altında kalacak olan Karabağ bölgesine ve günümüzdeki Ermenistan topraklarına göç ettirilmesini öngörmüştür. Osmanlı ile Rusya arasında imzalanan 1829 Edirne antlaşması ile de 84.000 civarında Ermeni Karabağ bölgesine getirilmiştir[2]. Günümüzde o dönemlere ilişkin en güvenilir kaynaklar olarak kabul edilen önemin Rus tarihçilerine göre bu süreçler sonunda 1800'lerin ortalarına kadar toplam bir milyon civarında Ermeni, günümüzdeki Ermenistan topraklarına ve Karabağ bölgesine yerleştirilmiştir[3].

Kafkasya'da Ermenilerin yoğun yaşadığı bölgeler oluşturulduktan sonra ikinci aşama olarak 1900'lerin başında bir Ermeni devleti kurulmuştur. 1990'ların başları konumuz açısından iki özelliği ile dikkat çekmiştir. Öncelikle, bu dönemde Türkiye'nin doğusunda ve genel olarak Kafkasya'da Ermeni hareketleri yabancı güçlerce desteklenmiştir. Bunun yanında dikkat çeken diğer husus, Rusya'nın özellikle Kafkasya'da merkez yönetime karşı güçlenen milli hareketleri birbirleriyle çatıştırmak suretiyle zayıflatma girişimi olmuştur. Azerbaycanlılar ile Ermeniler arasında XX. yüzyılın başlarında yaşanan çatışmalar büyük ölçüde bu çerçevede gelişmiş ve her iki toplumun aydınları olayı bu çerçevede değerlendirme bilinci göstermişlerdir. 

Nitekim, ileriki dönemlerde bölgenin Sovyetler Birliği içerisinde yer almasıyla sorun dindirilirken (dondurulurken), geçmişe yönelik değerlendirmeler de, sürekli olarak, Çarlık yönetiminin kendisini korumak için etnik çatışmaları alevlendirdiği vurgulanmıştır. Fakat ne gariptir ki, aynı Sovyetler Birliği'nin yöneticileri, Sovyetler Birliği'nin dağılma sürecinde Çarlık Rusyası'nın taktiklerine başvurmak tan geri kalmamıştır[4].

Bunların yanı sıra Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan yıkılışına kadarki dönemde Azerbaycan içerisinde Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi isimli yapının oluşturulması, bu yapı içerisinde Ermenilerin etnik yoğunluğunun sağlanması, DKÖB'nin Ermenistan'a birleştirilmesi için kapsamlı hazırlıkların Sovyetler Birliği içerisinde ve dışında sürdürülmesi, Sovyetler Birliği'nin dağılması sürecinde bölgede çatışmaların alevlenmesine neden olmuştur. Aşamalı olarak önce karşılıklı etnik nefret artmış, Azerbaycan-Ermenistan sınırında ve Azerbaycan içerisindeki eski DKÖB coğrafyasında küçük çaplı çatışmalar baş göstermiş, Haziran 1992'den itibaren ise bu çatışmalar savaşa dönüşmüştür. Bu döneme kadar Ermenistan'ın milli orduya sahip olmasına karşın Azerbaycan'da mevcut olan yönetimlerin milli ordu kurulması konusuna sıcak bakmaması nedeniyle, Ermenistan birlikleri Azerbaycan toprakları'nın yaklaşık yüzde 5'ini işgal altına almıştır. 25-26 Şubat 1992 tarihinde Ermeni kuvvetlerinin, bölgedeki 366 sayılı Rus askeri birliğinin desteğiyle, Azerbaycan'ın Hocalı rayonunda gerçekleştirdikleri katliam çok sayıda yabancı devletin ve uluslararası kuruluşun da sert tepkisine neden olmuş[5], fakat bu katliamı gerçekleştirenler hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştır.

Haziran 1992 - Kasım 1992 arasındaki çatışmalarda Azerbaycan birlikleri Ermenistan işgali altındaki toprakların büyük bir kısmını (yaklaşık yüzde 3.5'ini) işgalden kurtarabilmiştir. Fakat, 1992 sonlarından itibaren Ermenistan savaşı kendi lehine çevirmiş, Azerbaycan toprakları üzerindeki işgallerini artırmıştır. Ermenistan ordusunun 27 Mart-3 Nisan 1993 tarihleri arasında devam eden saldırıları sonucunda Azerbaycan'ın Kelbecer rayonu Ermenistan tarafından işgal edilmiştir.

BM Güvenlik Konseyi'nin soruna ilişkin ilk kararı bu işgal sonrasında alınmıştır. 822 sayılı bu karar, işgal edilmiş Kelbecer rayonunun biran önce ve şartsız olarak terk edilmesi gerektiğini vurgulamıştır[6]. Fakat, Ermenistan'ın oyalayıcı politikalarının uluslararası kuruluşlar tarafından hoş görülmesinin de etkisiyle bu karar uygulanamamıştır. Bunun sonucu olarak, 1993 yılı sonuna kadar Ermenistan Azerbaycan topraklarını işgal etmeyi, BM Güvenlik Konseyi de bu işgallere son verilmesini isteyen kararlar almayı sürdürmüştür.

Bu arada, çeşitli uluslararası kuruluşlar düzeyinde sorunun çözümüne yönelik girişimler olmuştur. Bu konuda en yetkili yapı olarak AGİT Minsk Grubu oluşturulmuştur[7]. Minsk Grubu'nun ve Rusya'nın özel girişimleri sonucunda Mayıs 1994'te Azerbaycan ile Ermenistan arasında ateşin durdurulmasını öngören bir dizi anlaşma imzalanmıştır[8]. Mayıs 1994'ten günümüze kadar, ara sıra ihlal edilmekle birlikte bu ateşkes durumu sürdürülmüştür.

Ateşkes döneminde sorunun çözümüne yönelik girişimler Minsk Grubu başta olmakla, çeşitli uluslararası kuruluşlar ve çeşitli devletler aracılığıyla sürdürülegelmiştir. Bu çabalar içerisinde en önemlileri AGİT Minsk Grubu'nun taraflara sunduğu üç barış planı önerisi olmuştur. Bu planlardan ilk ikisi Ermenistan, üçüncüsü ise Azerbaycan tarafından kabul edilmediği için uygulanma şansı bulmamıştır. Kabul edilmemesine rağmen uzun süre gizli tutulan planların 21 Şubat 2001'de Azerbaycan'ın resmi gazetesinde yayınlanması tartışmaya neden olmuştur[9]. Her üç planda da kesin bir barış anlaşmasının imzalanması, Ermenistan birliklerinin Azerbaycan dışına çıkması, Laçin hariç eski DKÖB sınırları dışındaki Azerbaycan topraklarının tamamen terk edilmesi, Azerbaycanlı mültecilerin geri dönüşlerinin sağlanması ve Azerbaycan içerisinde eski DKÖB çerçevesinde bir yapı kurulması öngörülmüştür. Planlar arasındaki farklılıklar sadece bu sürecin hangi aşamalarla gerçekleştirileceğine ve kurulacak yapının statüsünün ne şekilde düzenleneceğine ilişkin olmuştur. Sonraki süreçte soruna ilişkin "Paris İlkeleri", "Prag Süreci", "Madrid İlkeleri", "Moskova Bildirisi", "Yenilenmiş Madrid İlkeleri" önemli aşamalar olarak dikkat çekmiştir[10]. Yukarıda ifade edilen önemli noktaların tümü sorunun tarafları ve arabulucular tarafından hem içerik, hem ortaya çıkış süreci, hem de anlam olarak farklı şekilde yorumlanmıştır. Azerbaycan eski Devlet Başkanı Haydar Aliyev ve mevcut Devlet Başkanı İlham Aliyev, bu süreçte birkaç defa görüşmelerin bu şekilde sonuçsuz olarak sürmesi halinde Azerbaycan'ın topraklarını Ermenistan işgalinden kurtarmak için askeri yola başvurabileceğini de ifade etmişlerdir. Özellikle, Ermenistan'da ve Azerbaycan'da seçim olacağı dönemlerde soruna ilişkin görüşmelerin askıya alınması konusunda uzlaşıya varılmıştır.

Yapılan görüşmeler içerisinde kamuoyuna yansıdığı kadarıyla imzalanan tek belge ise Rusya Devlet Başkanı Medvedyev'in arabuluculuğuyla Rusya'da 2 Kasım 2008'de gerçekleştirilen görüşme sonrasında, "çözüm için askeri yola başvurulmayacağına" ilişkin kabul edilen Moskova Bildirisi olmuştur[11]. Büyük beklentiler oluşturulan Ekim 2009'da gerçekleştirilen Kişinev'deki görüşme dahil birçok görüşme ise ya hiç sonuç alınamadan ya da bazı küçük konularda uzlaşma sağlanarak sonuçlanmıştır.

Sorunun çözümüne ilişkin günümüze kadarki girişimlerin ciddi bir sonuç vermediği ortadadır. Sadece 1997 yılı sonlarına doğru barışa ilişkin umutlar yeşermişse de barış planına sıcak bakan Ermenistan Devlet Başkanı Ter-Petrosyan'ın[12] Ermenistan'da yaşanan iç siyasal süreç sonrasında görevinden ayrılmak zorunda kalması ve yerine savaş yanlısı Koçaryan'ın gelmesi bu umutların sona ermesine neden olmuştur. Koçaryan'dan sonra iktidara onun devamcısı olarak kabul edilen Serj Sarkisyan'ın gelmesi de durumu değiştirmemiştir. Günümüzde Azerbaycan ve Ermenistan kamuoylarının soruna bakış açılarının tamamen ters noktalarda olduğu da göz önünde bulundurulunca soruna çözüm bulunmasının zorluğu daha rahat anlaşılmaktadır.

Konuya ilişkin girişimlere bakıldığında, bakış açısının doğru olmaması, bölgenin şartlarının ve özelliklerinin yeterince dikkatli değerlendirilmemesi, sorunun tarihçesinin ve asıl mahiyetinin göz ardı edilmesi ve benzeri nedenlerden dolayı soruna ilişkin çözüm önerilerinin aslında ciddi çatışma potansiyeli taşıdığı görülmektedir. Sorunun asıl mahiyetinin Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarını işgal etmesi ve sınırlarını genişletmeye çalışması olduğu açık olmakla birlikte, Azerbaycan içerisindeki Ermeni azınlığın durumunun ne olacağı, onların haklarının ne şekilde sağlanacağı da önemli bir konudur.

Sorunun gerçek anlamda çözüme kavuşturulması için Azerbaycan toprakları üzerindeki Ermenistan işgalinin sona erdirilmesi şarttır. Zira işgalin sürmesi, sorunu içinden çıkılamaz hale getirmektedir. İşgalin sona erdirilmesi için ya uluslararası güçlerin aracılığıyla bir barış planının hazırlanması ve biran önce bu planın uygulanmasının sağlanması, ya da Azerbaycan'ın meşru müdafaa hakkını kullanarak Ermenistan ordusunu kendi sınırları dışına çıkarması gerekmektedir. Mevcut uluslararası hukuk düzenlemelerine bakıldığında Azerbaycan'ın meşru müdafaa hakkına sahip olduğu ve bu hakkın halen devam ettiği görülmektedir.

Sonuç olarak, sorunun gerçek anlamda ve uzun vadeli çözüme kavuşturulması için şu adımların atılması gerekmektedir:

1) Azerbaycan'ın toprak bütünlüğünün biran önce sağlanması;

2) Buna paralel olarak Azerbaycan'da yerel yönetimlere ve azınlık haklarına ilişkin düzenlemelerin daha da geliştirilmesi, bu alanlara ilişkin uygulamaların uluslararası denetime açık tutulması;

3) Azerbaycan içerisindeki Ermeni azınlığın, uluslararası kuruluşların da yardımıyla güvence altına alınması, sosyal, ekonomik, kültürel ve diğer alanlarda gelişimlerinin sağlanması;

4) Tüm bunlar yapılırken, Kafkasya'nın etnik yapısından kaynaklanan hassasiyetin dikkate alınması.


KAYNAKÇA:

[1] Azerbaycan Türkleri ya da Müslüman kimliğiyle de ifade edilmiştir.

[2] Colonial Policy of the Russian Tzarism in Azerbaycan in 20-60s XIX Centu ry, Part I, Moskow-Leningrad, 1936, pp. 201, 204; Reşid Göyüşov, Qarabağın Keçmişine Seyahet, Bakü, Azerbaycan Devlet Neşriyyatı, 1993, s. 75.

[3] N. N. Şavrov, Novaya Ugroza Russkomu Delu v Zakavkazie, Sankt Petersburg, 1911, ss. 59-61.

[4] Araz Aslanlı, Karabakh Problem – History, Essence, Solution Process, Baku Nurlar Press, 2009, s.14-16.

[5] http://www.amnesty.org/ailib/aipub/1994/Eur/551294.Eur.Txt ; http://www.unhchr.Ch/huridocda/huridoca.Nsf/0/7c3561e40d2d3d07c1256bae00447b7f?Opendocument ; "Nowhere To Hıde For Azerı Refugees", The Guardian, 2 Eylül 1993; "The Face Of A Massacre", Newsweek, 16 Mart 1992; "Massacre By Armenıans", The New York Times, 3 Mart 1992; Thomas Goltz, "Armenıan Soldıers Massacre Hundreds Of Fleeıng Famılıes", The Sunday Times, 1 Mart 1992; "Corpses Lıtter Hılls In Karabakh", The Times, 2 Mart 1992; Jill Smolowe, "Massacre In Khojaly", Tıme, 16 Mart, 1992, "Nagorno-Karabagh Victims Buried İn Azerbaijani Town", The Washington Post, 28 Şubat 1992;

[6] BM resmi internet sayfası, http://www.un.org/Docs/scres/1993/822e.pdf .

[7] http://www.osce.org/docs/russian/1990-1999/mcs/adhels92rhtm .

[8] http://www.cis.minsk.by/russian/cis_peace.htm .

[9] "Dağlıq Qarabağ münaqişesinin aradan qaldırılmasına dair herterefli saziş", Azerbaycan, 21 Şubat 2001 ; http://www.c-r.org/our-work/accord/nagorny-karabakh/keytexts18.php.

[10] Aslanlı, Karabakh Problem..., s. 75.

[11] "Russia's Medvedev hosts Nagorno-Karabakh talks", Nov 2, 2008, http://www.reuters.com/article/latestCrisis/idUSL2389234

[12] "Armenian, Azerbaijani presidents meet", http://www.hri.org/news/balkans/rferl/1997/97-10-13.rferl.html

***

O Caniyi Yasalara Saygılı Hale Getirin

O Caniyi Yasalara Saygılı Hale Getirin.


06 Mayıs 2008

ÖZCAN YENİÇERİ 

"Türkiye’deki kanlı terörü örgütleyen adamı tutmuş kafese tıkmışsınız. Onun için bir de şahsa özel ada tahsis etmişsiniz. Onca güvenlik görevlisi ve yetkili görevlendirilmişsiniz."

Adam buna rağmen içeriden dağdaki terörünü ve teröristini yönetiyor. Kendisini ziyarete gelen avukatları vasıtasıyla rutin olarak dağdaki canilerine ve ovadaki uzantısı olan siyasilere talimatlarını ulaştırıyor.

İmralı Kandil İle Bağlantı Halinde!

Bu yüzden bu cani, avukatları aracılığıyla dağdaki teröristlere talimatlar verdiği için yedinci kez hücre cezasının çarptırılıyor.

Şu hale bakar mısınız? Daha önce 6 kez 20'şer günlük hücre cezasına çarptırılan Öcalan, 20 gün boyunca tek kişilik odasında kalmaya devam ediyormuş. Bu arada muhterem (!) kitap, gazete ve radyodan mahrum ediliyormuş. Bu cani bu defa 7. kez hücre cezasına çarptırılmış. Yani sizin anlayacağınız, bu hücre cezaları adamı kesmiyor. Kandil ile İmralı'nın bağlantısını kopartmak bu mantık ve yaklaşımla mümkün olmuyor.

"Sabret az kaldı" mesajı!

İmarlı'daki katil, bu ceza üzerine oldukça pişkin bir biçimde bir de şu açıklamayı yapıyor: "Bu cezayla PKK'den, özgürlükten, Kürtlükten vazgeçmemi istiyorlar. Böyle şey olur mu, ben nasıl özgürlükten vazgeçebilirim". Hâlâ bu adam böyle konuşuyorsa onun dışarıdan daha çok içeride sırtını dayadığı bir yerler olduğunu gösterir. Hücre cezası adamı kesmiyor. Ödül gibi verilen cezalar hiçbir zaman caydırıcı olmaz! Leyla Zana'nın "2010 yılında aramızda" söylemini bu çerçevede düşünmek gerekir. Bu, İmralı canisine"sabret az kaldı!"mesajıdır.

Sonuçta Bay caninin, avukatları vasıtasıyla ulaştırdığı terör talimatlarıyla Mehmetçikler şehit ediliyor, masumlar katlediliyor, mayınlar döşeniyor ve gösteriler yapılıyor. Bu adam talimatlarını da sözde hukuk adamı (!) olan avukatlar aracılığıyla ulaştırıyor. Anlayacağınız caninin kuryeleri okumuş yazmış olmanın ötesinde bir de avukattır.

Terörün avukatları icrayı sanat ediyorlar!

İşte bu terör kuryesi avukatlar AİHM'de Öcalan'a verilen hücre cezasının kendilerine bildirilmemesini, daha önce AİHM'de Öcalan'ın cezaevi koşullarının "tecrit" olduğu iddiasıyla açılan davaya da delil olarak sunmuşlardı. Bütün olup bitenler, "hırsız yeğin olursa ev sahibini bastırır" sözünü hatırlatıyor.

Bu katil başını dağa talimat ulaştıramaz hale getirirsek AİHM ne der? AB nasıl karşılar?

AB'ye babalar gibi tam üyelik sürecimiz nasıl etkilenir? Korkusundan yetkililer bu caniye karşı ciddi önlemler almaktan kaçınıyor. Taksim'de bayram kutlaması yapmak isteyen işçilere karşı gösterilen yasal güç, İmralı söz konusu olunca buharlaşıyor!

AB ne der? ABD nasıl karşılar?

Terörist başı ve avukatlarının yaptıklarına karşı yasalar ancak bu zatı 20 günlük hücre cezasına çarptırabiliyor. Yani bu caniyi içeriden dışarıya talimat ulaştırmasını engelleyecek etkili yasa yok. Bir de ardında AB ve ABD olunca ek tedbir almak da iktidarın işine gelmiyor. İktidar 301. maddeyi değiştirerek "Türklüğe hakaretten" yargılananları, yargının pençesinden kurtarmakla meşgul olurken, terörist başı ve yandaşları giderek ülkeyi terörle mücadele edemez duruma getirmektedirler.

Döktüğü kandan gurur duyuyor!

Kandil ile İmralı'nın bağlantısını kesmek en az Kandil'i bombalamak kadar önemlidir. Türk milleti, Apo'nun döktüğü kandan gurur duymasını değil, o kanda boğulmasını istiyor. Bunun için ne gerekirse o yapılmalıdır. Yasaları değiştirmek gerekirse değiştirin!

O caniye dağdaki terörü idare etme hakkı vermeyiniz! Caniyi yasalara uyar hale getiriniz! AB olmasa da bu vatan için toprağa düşmüş şehitler toprağın altından sizden bunu bekliyor!


O Caniyi Yasalara Saygılı Hale Getirin (21yyte.org)


***

Edip Başer Paşa'nın Görevden Alınması

Edip Başer Paşa'nın Görevden Alınması


  

24 Mayıs 2007

     AKP hükümeti, emekli orgeneral Edip Başer’i terörle mücadele koordinasyon görevinden aldı ve yerine büyükelçi Rafet Akgünay’ı atadı.

AKP hükümeti, emekli orgeneral Edip Başer'i terörle mücadele koordinasyon görevinden aldı ve yerine büyükelçi Rafet Akgünay'ı atadı. Türk halkının hiç benimsemediği, devlet kuruluşlarının kerhen kabul ettikleri bir Amerikan teklifinin sonucu olan bu makam ağır tepkileri üzerinde topladı. Bu makamın görünürdeki görevi PKK'nın Irak'taki varlığına yönelik Amerikan-Türk politikalarını koordine etmekti. Ancak gerçekte bu mekanizma Türkiye'nin Kuzey Irak'taki PKK kamplarına yönelik askeri müdahalesini ertelemek, durdurmak amacını ifa etti.
Aradan geçen süre içinde Amerikalılar Türk tarafından gelen tepkileri azaltmak için koordinasyon mekanizmasının oluşturulması ile hiç ilgisi olmayan PKK'nın Avrupa'daki para kaynakları gibi konularda bazı yardımlar üreterek vakit geçirdiler. Edip Başer Paşa ise Türkiye'de yükselen tepkileri üzerinde topladı. Sanki bu mekanizmanın sorumlusu, PKK'nın eylemlerini durduramayan adam imiş gibi ağır bir şekilde suçlandı. Oysa, AKP hükümetinin koordinatörlük ile ilgili ABD teklifini kabul etmesinden sonra birisinin bu görevi Türkiye adına üstlenmesi gerekiyordu. Edip Başer, Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın isteğini kırmadı ve özünde inanmadığı bir görevi kabul etti. Belki de hayatı boyunca hiç yıpranmadığı kadar son bir yıl içinde yıprandı.

Edip Başer'in kendisini ve çok inanmadığı koordinatörlük kurumunu korumak için kamuoyu önüne çıkarak sık sık açıklamalar yapması, PKK'nın K. Irak'taki varlığı dışındaki konularda da açıklamalar yapması Edip Başer Paşa'nın belki de daha fazla yıpranmasına neden oldu. Ne toplumu ikna edebildi ne de yıpranma sürecini durdurabildi aksine daha fazla yıprandı.

Kafasında taşıdığı istifa eğilimini değişik vesilelerle kamuoyu önünde dile defalarca getirdi. Artık kararını vermişti. AKP adına nezaketten yoksun görev değişimi E. Başer'in koordinasyon mekanizmasının artık çalışmadığını ve kendisinin bu görevden Haziran 2007'de istifa ederek ayrılmayı düşündüğünü açıklamasından bir gün sonra gerçekleşti. AKP Hükümeti, Başer'in yaptığı açıklamaların koordinatörlük kurumuna darbe vuracağı gerekçesi ile görevden alındığını açıkladı. Peki Erdoğan, Lübnan ziyareti sırasında koordinatörlük makamının işe yaramadığı açıklamamış mıydı?
Edip Başer Paşa'nın görevden alınmasının arkasında başka hesaplaşmaların olduğu anlaşılıyor. Her şeyden önce AKP hükümeti, Edip Başer'in Haziran 2007'de koordinasyon mekanizmasının işe yaramadığını söyleyerek bu görevden istifa etmesinin seçimler öncesinde kendisine ağır darbe vuracağını düşünerek onu görevden aldı. Bir anlamda AKP, Başer'e siyaseten ön almış oldu.
Ayrıca, MGK Genel Sekreterliği konusunda AKP hükümeti ile Genelkurmay Başkanlığı arasında yeni genel sekreter konusunda ihtilaf olduğu, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanı'nın AKP'in istediği yeni isme sıcak bakmadığı için MGK'nın halen vekaleten yürütüldüğü ifade edilmektedir. İşte bu noktada Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın önerdiği Edip Başer'i görevden alarak ve muhtemelen Genelkurmay Başkanlığının görüşünü almadan büyükelçi Rafet Akgünay'ı koordinatörlüğe atayarak, AKP hükümeti "rövanş" alıyor.

Sonuç olarak, koordinatörlük mekanizması ABD'nin Türkiye'ye kurduğu bir tuzaktı. Bu tuzağı etkisizleştirmenin yolu, bu mekanizmayı şartlı ve süreli olarak kabul etmekti. Yani Ankara, Washington'a "terör koordinasyon mekanizması üç ay süreli bir mekanizma olmalı ve üç ay içinde şu adımlar atılmalı" diyerek mekanizmayı kabul etmeli idi. Böylece ABD'nin elinden "Türkiye bütün diplomatik mekanizmaları kullanmadı" gerekçesi alınmış ve PKK'ya karşı önlemler hızlandırılmış olacaktı. 

En azından Türkiye daha hızlı ve etkili önlemler alma konusunda bağımsız olacaktı.

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/edip-baser-pasanin-gorevden-alinmasi



PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler

 PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler,






 
11 Kasım 2014


Şanlı Bahadır Koç, 


   Türkiye’nin bir numaralı güvenlik meselesinin PKK olduğu açık olmalıdır. 

Bu konunun dış ilişkilerimizde, askeri stratejimizde, Orta Doğu’ya yönelik politikamızda hep en öncelikli konu olması gerekir. Hükümetin konuya 12 yıl boyunca gösterdiği yaklaşımsa bundan çok uzak olmuştur. PKK Türkiye’nin birliğini, iç ve dış güvenliğini, huzurunu, ekonomisini tehdit eden bir güç değil de sanki ikinci dereceden “sıkıntı” gibi değerlendirilmiştir. Sanki PKK “olmasa daha iyiydi, ama var işte”. Örgütün personel sayısı, ideolojik çekicilik, askeri şöhret, örgü yapısı, liderliğinin plan yapma, karar alma ve uygulama kapasitesini ve Türkiye’ye zarar verme yeteneğini azaltmak, amaçlarını ve hayallerini geriletmek, desteğini azaltmak makul, meşru ve üst düzey önemde konular gibi görülmemiş tir. Bu yönde çaba harcamanın işe yaramadığı düşünülmüştür. “Irak’a 24 harekat düzenledik ama PKK hala var, demek ki bunların bir faydası yok” nakaratı o kadar çok tekrarlanmıştır ki ne kadar saçma olduğu unutulmuştur. Kimse de çıkıp dememiştir, “dişlerimizi her gün fırçalıyoruz ama reklamlardaki kadar bembeyaz olmuyorlar, ama bu yüzden diş fırçalamak gereksizdir denebilir mi” diye. O operasyonlar yapılmasa idi PKK şimdi daha güçlü olacaktı ve eğer o operasyonlar daha titiz planlansa, daha sürpriz şekilde yapılsaydı PKK bugün bu kadar güçlü olamayacaktı. Bazı insanların kafasında askeri güce yönelik alerji ve önyargılar o kadar güçlüdür ki, bu çok basit gerçeği “beyin zarları”ndan içeri geçirmek atomu parçalamaktan daha zordur.  

AKP, PKK ve Süreç

Türkiye’nin Irak, İran, Suriye ve İsrail ile olan ilişkilerini düzenlerken atılacak adım ve söylenecek sözler hep bu PKK meselesine nasıl etki edeceği düşünülerek hesaplanmalıydı. Orta Doğu’da şöhret ve popülerlik geçici, beyhude, faydası sınırlı ve genelde maliyetlidir. Biz bölgede başka konularla meşgulken örgütün ülke içinde ve bölgede elde ettiği mevziler ise somut, tehlikeli ve belki de kalıcıdır. PKK gibi bir problemle karşı karşıya olan bir ülkede liderlerin her gece yatmadan önce “bugün PKK’ya karşı ne yaptım” diye sormaları gerekir. AKP’li liderlerin bunu yaptığını hayal etmek zordur. İki mesele arasında çok büyük farklar olduğunu unutmadan belirtmek gerekir ki, örneğin İsrailli liderler için Filistin meselesi –son zamanlarda eklenen İran tehdidiyle beraber- kesinlikle böyledir. En tepeden yeterince ilgi görmeyen konular bürokrasinin daha alt katlarında da az önemli gibi algılanabilir. AKP, PKK meselesini “eski Türkiye’den devraldığı” bir yük, nasıl olursa olsun kurtulunması gereken bir ayakbağı gibi görmüş ve örgütle yapılan mücadeleyi kazanmaktan çok “bitirmeyi” daha önemli görmüştür.

Türk güvenlik güçlerinin bugün ve gelecekte PKK’yla hangi felsefe, doktrin, personel yapısı, organizasyon, istihbarat, silah, teçhizatla savaşması gerektiğine dair AKP hükümetleri döneminde siyasilerin ve onların yönlendirdiği bürokratların çok fazla kafa yorduğuna dair dışarıya pek bir işaret yansımamıştır. Muhalefet partilerinin de göreve gelmeden çok önce bu konuda gerçekçi, rasyonel, analitik, ayrıntılı ve titiz plan ve kadrolarını hazırlamaları gerekir. Ancak siyaseti biraz yakından takip eden hiç kimse bu konuda iyimser olamaz. Türkiye’de stratejik konularla ilgili konuşma konusunda büyük bir isteklilik olmakla beraber gerekli donanım ve tecrübeye sahip insanların, stratejik meselelerin “gramerine”, teorisine, kavramlarına ve tarihine, dünyadaki örneklerine ve tartışmalarına vakıf insanların sayısı sanki çok değil gibidir. Türk medyasında, üniversitelerinde ve hatta düşünce kuruluşlarında terörle mücadele konusunu meselenin Türkiye’deki tarihini, dünyadaki akademik ve siyasi tartışmalarını tam mesai yaparak takip edenlerin sayısı tehlikeli derecede azdır. Olanların da hükümetler tarafından görüşlerine başvurulduğu, dinlendiği ve hatta anlaşıldığından emin olamıyoruz. Türkiye’de mevcut ve emekli bürokratlar ve askerler, akademisyenler, uzmanlar, gazeteciler arasında sınırlı ve kapalı devre de olsa bir terörle mücadele tartışması yoktur. YÖK ve benzer kurumların yurtdışında terörle mücadele konusunda çalışmak için burs verdiği öğrenciler olmamıştır. Bu konulara hasredilmiş süreli yayınlar, verilen burslar, düzenlenen konferanslar, uzmanlaşmış web siteleri, verilen dersler, entegre üniversite programlarından oluşan entelektüel bir terörle mücadele ekosistemimiz olsaydı bugün PKK’ya karşı durumumuz “böyle” olmayabilirdi. PKK büyüklüğünde problemi ve kendisine saygısı olan başka hiçbir ülkenin üniversitelerinde o terör örgütüyle ilgili yapılmış çalışmaların toplam sayısı mesela postmodern şu veya bu yazarın eserleriyle ilgili olandan daha az olmazdı ama maalesef Türkiye’de durum budur.  

Tüm bu genel kurumsal ve entelektüel eksiklikler yine de AKP’nin PKK konusunda gösterdiği zafiyet, ilgisizlik ve başarısızlığın mazereti olamaz. AKP, PKK’ya karşı bazı büyük karakol saldırılarından sonra kamuoyunun “gazını almak” için yapılan ve etkisinin kendi ilan ettiğinden çok daha az olmuş olma ihtimali yüksek kozmetik birkaç operasyon sayılmazsa, PKK’yı aslında büyük ölçüde kendi haline bırakmıştır. ABD’nin Irak’taki varlığı sırasında Washington’la PKK konusunda etkili pazarlıklara girilememiş, bu başkentin bizi oyalaması ve uyutmasına izin verilmiştir. Bu dönemde PKK tekrar güçlenmiş, serpilmiş, personel, silah, kaynak, askeri ve siyasi örgütlenme anlamında ilerlemeler kaydetmiştir. Örgüte yardım eden veya göz yuman Barzani gibi dış aktörler cezalandırılmak bir yana ödüllendirilmiştir. PKK’lı olmak riskli bir şey olmaktan çıkmıştır. Kandil bir bir tatil kampı kadar güvenli hale gelmiştir. Türk kamuoyu PKK ile mücadele konusunda iktidardan ve medyasından da etkilenerek ilgisiz, isteksiz, bıkkın ve yorgun hale gelmiştir. Bu dönemde Kürtçü tezlerin çoğu medyada “başköşedeki değişmez mobilyalar” haline gelmiştir. PKK’ya karşı daha sert politika ve yaklaşım önerenlere medyada oldukça sınırlı derecede ve daha çok “hadi bunlardan da biri olsun bari” edasıyla yer verilmiştir. Hükümet PKK’yla mücadeleyi zayıflatmayı adeta ülke siyasetinde daha önceki dönemde hakim olan sağlıksız ve anti-demokratik asker etkisini azaltma ve hatta onun intikamını almanın bir yolu gibi görmüştür. Bu arada askerler eskiden ne demiş ve yapmışsa onun tersini doğru kabul etme gibi bir refleks oluşmuştur.

Müzakere

Terör örgütleri ile görüşülmez diye bir şey yoktur. Müzakere de edilebilir. Ancak bu müzakerelerin alenen, stratejik konularda ve üst düzeyde yapılmasının şartları, bedelleri, mahzurları ve riskleri vardır. Esir değişimi, kısmi ve geçici ateşkes, lokal ölçekteki bazı insani meselelerde terör örgütleriyle görüşülebilir. Daha üst düzeyde görüşmelerinse kesinlikle en azından belli bir süre gizli olması gerekir. Devletlerin nihai ve stratejik ölçekte “çözüm odaklı” müzakerelere oturmadan önce, 


1) Terör örgütüne karşı verebileceği mücadelenin azamisini verdiğinden emin olması, 

2) Örgütü yeterince “döverek” onu hem yetenek hem de amaçları ve iradesi boyutunda zayıflatması, 

3) Özellikle örgüt liderlerine kendilerine yönelik sürekli, etkili, sürpriz, nokta saldırılar olacağını düşündürtmesi, 

4) ve dolayısıyla “mızıkçılık” yapmanın, oyalama, “salam” ve kandırmaca taktiklerine başvurmanın bedeli olacağını göstermiş olması gerekir. 


   Karşı tarafın kabul edilebilir bir çözüm için kıvama geldiğinden emin olmadan ve onu geri alınmaz bazı ödünler vermeye zorlamadan oturulan pazarlıkların ve verilen ödünlerin savunması olamaz. Silahlı çatışma müzakere sırasında tamamen durmak zorunda da değildir. Ateş gücü, şiddeti tırmandırma konusunda yeteneği ve “siniri” konusunda üstün olduğunu karşı tarafa kabul ettirerek oturulan ve sürdürülen müzakerelerde devletlerin başarılı olma ihtimali daha yüksektir. Türkiye PKK ile müzakereye yukarıdaki şart ve avantajların hiçbirini sağlamadan oturmuştur. Bu askeri üstünlüğü sağlamaya çalışıp başaramamış bile değildir. Bunu denememiştir. Buna karşılık belki denebilir ki, “şimdi biz askeri üstünlük kazanmaya çalışsak, onlar bombalar patlatacaktı ve bu kısır döngü sürecekti. Biz bunu gördük ve o yola hiç girmedik”. Belki de. Ama sanki cesaret ve sabır eksikliği, orduyu PKK ile daha iyi savaşacak hale getirmek için çaba harcamak istememe, bunun nasıl olabileceği hakkında bir fikri olmama, hep kolay kısa yollardan sonuca ulaşmaya çalışma, terörle mücadelenin zor ve uzun bir yol olduğunu görememe, iç siyasi beklenti ve endişeler AKP’nin müzakereye –belki farkında bile olmadan- “düşük koltuk”ta başlamasına neden olmuştur. PKK’yla anlaşma isteğinin değilse bile zamanlamasının muhtemelen seçimler gibi iç siyasi nedenleri vardır. PKK’nın bunun farkında olduğu açıktır. PKK zaten herhalde Ankara’da AKP’nin iktidar olmasını tercih eder. Bu parti ve liderlerinin müzakere etmede kendilerine aşırı güven duyduklarını, bu konuyu “çözerek” tarihe geçmek istediklerini, daha önce bu konuda başarılı olunamamış olmasının geçmişteki beceriksiz, vizyonsuz ya da kötü niyetli liderler nedeniyle olduğunu düşündüklerini de söyleyebiliriz.AKP’nin DNA’sında her sorunun biraz iyiniyet ve yaratıcılıkla çözülebileceğine dair çocukça – ve sonuçları bu kadar vahim olmasa komik- bir inanç ve iyimserlik vardır. AKP’nin müzakere masasına otururken muhatabının siyasi durumunu, gücünü, zaaflarını, liderliğini, amaçlarını, düşünme ve karar alma biçimini, bölgesel durum ve senaryoları yeterince çalışmadığını da düşünüyoruz. Ayrıca MİT kurumunun Öcalan’ı kullanma konusunda hep olagelmiş ama bizim abartılı bulduğumuz ve Türkiye’nin elinde patlayacak diye korktuğumuz takıntısının AKP’lilerce de “satın alındığı” görülmektedir.    

Halbuki AKP’nin yürüttüğü süreçte örgüte karşı silahlı, psikolojik ve diplomatik üstünlüğün hiç ele geçmemiş olduğu görülmektedir. PKK müzakereyi devletin kendisine ve kendisi üzerinden Kürtlere tek taraflı, somut, geri alınamaz ödünler vermesi olarak görmüş ve Hükümet de bu algıyı bozacak bir adım atamamıştır. PKK müzakereye daha fazla ihtiyaç ve istek duyan tarafın AKP olduğunu ne unutmuş ne de AKP’nin unutmasına fırsat vermiştir.PKK silah bırakmayı bırakın asker çekme konusundaki sözlerini bile yerine getirmemiştir. Sadece asker çekmekten kaçınmakla kalmamış kamuoyunu bu konuda yanıltmıştır. Davutoğlu’nun son açıklamasından asker çekmediklerini Hükümet’in de bildiğini öğreniyoruz. Yani aslında kamuoyunu yanıltan sadece PKK değil AKP de olmuştur. Hükümetin Türk halkına “yalan” söylemiş olmasının ne kadar ciddi olduğu açık olduğu gibi bu yalanın bazen devlet işlerinde olduğu gibi bir gerekliliği ve mantığı da yoktur. Çünkü PKK’nın asker çekmekten kaçınması sınırlı bir sayı ve dönem boyunca değil sürekli ve büyük boyutta devam etmiştir. Açık konuşalım, böyle önemli bir konuda bu kadar ciddi bir yalan söylediği için AKP Hükümeti ve liderleri utanmalıdır. Çünkü bu, ünlü Fransız devlet adamı Talleyrand’ın dediği gibi, “Suçtan da beter bir şeydir, bir (stratejik) hatadır”. Bir müzakereyi karşındakinden güçsüz olarak oturarak, bunu onun bilmesini sağlayarak ve hareketinizle bu durumu tekrar tekrar üreterek kazanamazsınız. Bu durumda ne başarı ne barış, hiç bir şey kazanmak mümkün değildir. PKK alttan alınarak, “yaramazlıklarına”, “kaçamaklarına” göz yumularak, zayıf olunarak, öbür yanak her defasında dönülerek insafa getirilebilecek bir aktör değildir. PKK’nın eksiklikleri ve taktik hataları olabilir ama Orta Doğu siyasetinde geçirilen yılların getirdiği tecrübenin de sayesinde, zayıflığı koklama ve kullanma konusunda bir eksikliği olmadığı açıktır.

Süreçle ilgili bir başka bariz sorun da, bir ateşkesin örgütün bölgesel plan, meşguliyet ve “sorumlulukları” düşünüldüğünde neredeyse onun için mükemmel bir zamanda gelmiş olmasıdır. PKK “anaların ağlamadığı” saldırmazlık dönemi içinde Irak ve Suriye’de önemli coğrafi, askeri ve siyasi kazanımlar elde etmiştir. Bu dönemde arkasında bir Türkiye tehdidi hissetmemiş olması PKK’nın elini boşaltmış ve rahatlatmıştır. PKK bu dönemi çok iyi değerlendirmiş ve Suriye’deki “kantonlarını” özyönetim gibi fikirleri uygulayabileceği bir siyasi laboratuar ve “reklam filmi” olarak görmüştür. Ayrıca Suriye’deki bu bölgeler PKK’ya ateşkesin bitmesinden sonra –ki zaten örgüt AKP’den farklı olarak bu ateşkesin geçici ve taktik bir ateşkes olduğundan hiç şüphe etmemiştir-  Türkiye’ye saldırmak için yeni imkânlar da yaratacaktır. PKK Suriye’de ABD’nin yardımıyla IŞİD’i püskürtürse “ortalık durulduktan sonra” Türkiye ile pazarlığa çok daha güçlü bir şekilde oturacaktır. Kısacası şu anda yürümediği açık olan, yanlış zamanda yanlış şekilde dizayn edilmiş, zayıf oturulmuş bu “çözüm süreci” boyunca Türkiye’nin elleri “armut toplarken” PKK gücünü, manevra alanını, haklılık algısını, prestijini, popüler desteğini, kendine güvenini, dış bağlantılarını ve meşruiyetini, beklenti, hayal ve taleplerini arttırmıştır. PKK muhtemelen AKP vasıtasıyla Türkiye’nin bir çözülme psikozuna girdiğini düşünmüş olmalıdır. Haksız da değildir.

Türkiye hükümeti, devleti ve kamuoyuyla beraber PKK’ya karşı bir çaresizlik ve felç durumuna düşmüştü. Kobani sonrasında yaşanan olayların ülkeyi bahsedilen bu zihinsel, fiziksel ve iradi komadan çıkarmasını umalım. Ama somut gerçekler aslında çok fazla umutlu olmaya izin vermiyor. Olaylarda ölenlerin “daha 7si olmadan” işareti verilen yeni ödünler, jestler ve paketler saldırganı hem de hemen ve ciddi şekilde ödüllendirerek çok tehlikeli bir zayıflık sinyali göndermektedir. Bölgesel ihtirasları ve "sorumluluğu" olan PKK’nın IŞİD’in varlığı nedeniyle görünür gelecekte silahsızlanmaya ikna olması “istese bile” mümkün değildir. Bu doğruysa süreç denen şeyin altı, içi, her tarafı boş demektir. Bu durumda süreç Türkiye’nin tek taraflı vereceği ödünler silsilesi haline gelecektir. Olur da Hükümet bu konularda biraz “yavaşlar” gibi olursa PKK ülke içinde son yaşadığımıza benzer olayları tekrar yaşatmakla tehdit edecek, seçime bu şekilde girmeyi göze alamayacak AKP de kimi açık kimi gizli yeni ödünler vererek “yola gelecektir”. Kısacası AKP tamamen ters yöne giden yanlış otobüse bindiğini fark ettiği halde "durumu çaktırmazsa" sorunun kendiliğinden hallolacağını sanan birine benzemektedir.

Ancak hükümetin bu acınası haline ek olarak Kürtçülerde Türkiye’ye yönelik gösterilen kadirbilmezlik, şımarıklık, kurbanın hep kendileri olduğundan emin olmak, beleşçilik, yavuz hırsız bastırırcılık Türklerde çok ciddi bir alt duygusal karşı akım yaratıyor olabilir. MHP ise bu durumu kullanmak ve savunmayı geçelim; anlamaktan bile acizdir. Türklerin kendilerini savunmak için söyledikleri ve yaptıkları her şeyi faşistlik olarak damgalama kolaycılığına düşen “enteller” medyada hakim durumdadır. Milliyetçi entelektüeller bu tekeli zorlayıp kırabilecek bir performans gösterememişlerdir. Halbuki Türkler kendi ülkelerinde sürekli itilip kakılıp azarlanmaktan, suçlanmaktan hiç memnun değiller ve ruh hallerini artiküle edecek sözcülere ihtiyaçları vardır. Eğer bu sözcü ve siyasetçileri bulamazlarsa esas o zaman faşist duygular altta kaynamaya başlar. Bir ülkede sadece azınlığın değil çoğunluğun da hakları vardır ve evet bazılarına bu ne kadar garip gelse de, bu ülkede Türklerin de hakları vardır.

SURİYE

ABD ile bozuşmak için seçilecek konu Suriye değil PKK olmalıdır. Ancak, muhalefet partileri de Hükümetin Suriye ile ilgili bir kısmı haklı, gerekli girişimlerine tamamen kapalı olmamalıdır. Türkiye’deki Batıcı kamuoyunun yazdıklarının aksine Suriye’de buraya yeni mülteciler gelmesini engelleyebilecek ve zamanla var olanların transferini sağlayacak güvenli bölgeler kurmak mümkün olabilir. Obama’nın bu tür girişimlere mesafeli olduğu doğruysa da ABD dış politika elitleri arasında bu yönde bir eğilim oluşmaya başlamıştır. IŞİD yenilse bile onun yerini PKK ve diğer Kürtler almayacaksa Suriye’de etkin bir muhalif güç olmalıdır. Tüm eksik ve kusurlarına rağmen bu gruplara seçici, kontrollü ve şartlı da olsa destek verilmezse IŞİD’i oluşturan faktörlerin başka aşırılıkçı tehlikeler yaratacağı açıktır. Ayrıca Beşar Esad’ın muhaliflere değil IŞİD’e saldırması gerektiği, muhaliflerle Esad’ın önce Halep olmak üzere aralarında ateşkes yapmaları ve bunun için Şam’ın muhaliflere bazı jestler yapması gerektiği söylenebilir. Suriye muhalefetini tamamen terk etmek ahlaki nedenlerin dışında stratejik açıdan da Türkiye açısından yanlış olur. Yeni ve belki daha büyük mülteci akınları, PKK’nın sınırımız boyunca etkisinin daha da artması ve düşman ve muzaffer Şam rejimini arkasına alarak Türkiye için daha büyük tehdit yaratması böyle bir gelişmenin ilk akla gelen muhtemel olumsuz sonuçları arasındadır.     

Ama konu ile ilgili henüz cevabı olmayan sorular, belirsizlikler ve riskler de vardır. Muhalefetin bu konuda daha fazla soru sorup bilgi talep etmesi, muğlak noktaları netleştirmeye çalışması ve ikna olursa önce PKK’ya karşı askeri adım atılması şartıyla Hükümete sınırlı ve geçici destek vermesi doğru olabilir. Söz konusu güçte hangi ülkelerin olacağı, bunların hukuki statüleri, angajman kuralları, görev süreleri, amaçları, silahlı muhaliflerle ilişkileri gibi konular daha fazla netleşmelidir. Hükümet bu ve benzeri konularda muhalefeti daha etkili bilgilendirmelidir. Bunların yanında güvenli bölgelerin sayı ve coğrafi olarak doğru seçilmesi, Şam yönetiminin buralara yanaşmaması için yeterince caydırılması ve İran’ın buralara yönelik provokatif ve isimsiz saldırılardan kaçınması için uyarılması gerekir. AKP de en azından görünür gelecekte amacın Şam’daki rejimin devrilmesi değil durdurulması ve gerçek bir müzakereye oturmasının sağlanması olacağını kabul etmelidir.  

Son ama en az önemli olmayan bir konu da kamu diplomasi meselesidir. Türkiye Batı’dan, Kürtçülerden ve içerideki malum çevreden gelen/gelecek kendisini Kobani konusunda suçlu hissettirmeye yönelik söyleme direnip karşı koymalı ve dünyaya Kobani ve IŞİD konularında yaptıklarını ve yapmadıklarını daha etkin anlatabileceği kamu diplomasisi atakları yapmalıdır. Türkiye bu konuda bir müsteşarlığa ve hatırı sayılır bir kaynak ve personele sahip olmasına rağmen PKK, Kobani ve Suriye-IŞİD konularında dünyaya derdini anlatmaktan çok uzaktır. Medyanın titiz ve hızlı şekilde takip edilip hedef kitlelere Türkiye’nin mesajının hızlı, nokta atışla, duru ve anlaşılır bir dille etkin olarak iletilmesi imkânsız değildir. Bunun için kaynakların, argüman ve haberlerin tahlili, argüman üretme, teknik beceri ve bunları yaratacak ve yönetecek bir liderliğe ihtiyaç vardır.  Örneğin Ankara’nın pozisyon, iddia, icraat ve şikâyetlerini Türkiye’deki yabancı gazetecilere çok daha etkin bir şekilde aktarmanın mümkün olduğundan eminiz.         

SONUÇ

PKK konusunda “zorunlu hareketler” örgüt hakkında doğru, hızlı, nokta, insan kaynaklı, “yerli”, önleyici ve stratejik istihbarata sahip olmak ve bunu askeri ve polisiye yöntemlerle en etkin şekilde kullanarak onu sürekli baskı altında tutmaktır. “Artistik hareketler”se güç kullanarak örgütü kıvama getirdikten sonra, doğru zamanda, parametreleri doğru çizilmiş, karşı tarafı daha baştan kalıcı bazı ödünler vermeye zorlayan bir müzakere ortamı yaratmaktır. Türkiye daha bunlardan ilkinde hiçbir adım atmadan pazarlık safhasına geçmeye çalışmış ve çok başarısız bir performans göstermiştir. Böyle olmak zorunda değildi. Mevcut çıkmaz yoldan dönülürse durumu toparlama imkanı hala da vardır. Ama bu kaçış penceresinin hep açık olmayacağı açıktır. Bu işin hemen çözüleceği yoktur. Çözülebilecek olsa bu gerçekten iyi olurdu ama durum öyle değildir. “Süreç” denen ve hiçbir gerçekçi ve sağlıklı stratejik mimariye sahip olmayan garabet, PKK’nın güç ve beklentilerini, tabanını seferber etme yeteneğini ciddi şekilde arttırmıştır. Bunu tekrar aşağılara çekmek kolay olmayacaktır. Ama başka bir yol da yoktur. Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakları vardır. Ama onun ötesinde otonomi ve Anayasa’da devleti Türk-Kürt devleti yapma gibi taleplerin gerçekçi ve haklı bir karşılığı yoktur. Ama silah olmadığı sürece bunlar da “efendi bir şekilde” tartışılabilir. Ama bunun için silahların susması, gömülmesi, “eve dönüş” gibi adımlar gereklidir. PKK’nın bunu kendi başına, kısa vadede ve kolayca yapacağı yoktur. Buna zorlanması gerekmektedir.   

   

Aşağıdakiler arasında bir çelişki yoktur: 

1) PKK’yla konuşulmalıdır, 

2) PKK’ya tek taraflı, büyük, geri alınamaz ödünler verilmemelidir. 

3) Örgüt silah bırakıncaya kadar PKK liderlerinin hayat güvenliği kalkmalıdır, 

4) Bu iş sadece silahla çözülmez ama silahsız da çözülmez. 

5) Tango –çözüm- için iki kişi gereklidir. PKK’nın gerçekte ne istediği belli değildir. 

    Amaçları, söylemi, davranış şekli sürekli değişmektedir. PKK’nın kafası karışıktır ve Türkiye’nin çözüldüğünü düşünmektedir. PKK liderlerinin kafasına inecek bir kaç bomba onların konsantrasyonunu arttıracak bir etki yapabilir. PKK liderlerinin bir Türk hava bombardımanı ya da komando harekâtına hedef olma ihtimallerinin boğazlarına kılçık kaçarak ölme ihtimalinden daha az olması kabul edilemez. Bayık ve Karayılan gibi önde gelen PKK liderlerinin can güvenliği Türkiye’deki ortalama bir vatandaşınkinden fazla olmaya devam ettikçe “bu iş bitmez”.Bu tek başına yeterli de değildir ama gereklidir. Yarına sağ çıkıp çıkmayacağını bilmeyen PKK liderleri müzakerelere hem süreç hem de sonuç olarak daha farklı bir gözle bakacaklardır. PKK liderleri için çözüm ve örgütü tasfiye burun kıvırdıkları bir şey değil “ölümden önceki son çıkış fırsatı” haline getirilmelidir. MİT’in en önemli görevi örgütle müzakere etmek değil, onun eylemlerini engelleyecek ve ona karşı etkili operasyonlar düzenlemek için gerekli istihbaratı sağlamak olmalıdır. PKK kıvama gelinceye kadar müzakereler askeri, taktik ve teknik konularla sınırlanmalı ve jest-ödün-paket bağımlılığından kurtulunmalıdır. Cehenneme giden yollar kötü dizayn edilmiş süreçlerin taşlarıyla örülüdür. PKK’yı aslında elde edemeyeceği şeylere ulaşabileceğini düşündürtmek çatışmayı daha da uzatır ve kanlı hale getirir. Zayıflık kadar şiddet üreten ve davet eden bir şey yoktur. Türkiye PKK ile tek elle güreşirse maçı kazanması sürpriz olur.

Türkiye Batı ile işbirliği yapan ve onun “işine yarayan” bir PKK’ya karşı da sürekli ve etkili askeri güç kullanmaktan kaçınmayacağını kanıtlamalıdır. Türkiye’nin –kendi yanlış şekilde PKK’yla direk ve dolaylı görüşse ve hatta müzakere etse bile- ABD’nin PKK’yla olan kontak, koordinasyon, işbirliği ve silah transferleri hakkında bilgi ve sınır talep etme hakkı vardır. Ankara Batı’nın bu tür adımlarını en üst düzeyde, güçlü şekilde, tekrar tekrar protesto etmekten kaçınmamalı ve bu çağrılarına karşılık alamazsa bu ülkelerle İncirlik dahil askeri işbirliğini kısıtlayacağını inandırıcı bir şekilde belirtmelidir. 

PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler (21yyte.org)


***

28 Ocak 2021 Perşembe

Perinçek'e Cevap (1991)

 

Perinçek'e Cevap (1991)



28/6/1991 - 11:00 - 
Atin
İlgili Bağlantı Yorumlar Bu Yazıyı Bir Tanıdığına Yolla Bu Yazıyı Yazdır 

      

(1991'de Mehmet Eymür'ün "Analiz" isimli kitabı piyasaya çıkmadan önce, bazı bölümleri Milliyet Gazetesi'nde yayınlanmıştı. Bunun üzerine Doğu Perinçek gazeteye uzunca bir açıklama yolladı. Aşağıdaki yazı, Perinçek'in bu açıklamalarına karşın Eymür'ün verdiği cevaptır.)


Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğüne

Gazetenizde 10-11-12 Haziran günü yayınlanan '' Doğu Perinçek'in Yanıtı'na karşı ekte hazırlamış olduğum cevabın yayınlanmasını saygı ile arz ederim. 28 .06.1991

Mehmet EYMÜR

Gazetenizde 10,11 ve 12 Haziran tarihinde '' Doğu Perinçek'in Yanıtı '' yayınlanmıştır .

Esasında daha anılarım Milliyet'te yayınlanırken maskelerinin düşmesinden ve kimlere hangi amaçla hizmet ettiklerinin ortaya çıkmasından telaşlanan Fabrikatör Perinçek ve grubu yayın organları 2000'e Doğru mecmuasında bana 14 sayfalarını tahsis ederek kendilerini savunmaya çalışmış, benimle ilgili olarak ''Yavuz hırsız ev sahibini bastırır'' misali, hiç bir mesnede dayanmayan yalan ve iftiralara devam etmişlerdir.

Beni bir hayli eğlendiren bu telaşlı yayınlarına Fabrikatör ' ün kendi mecmuasında cevap vermeyi lüzumsuz saydım. Ancak Perinçek'in Milliyet gibi ciddi bir okuyucusu olan gazetede başkalarına çamur atarak kendini temize çıkarmaya çalışması üzerine bir kereye mahsus olmak üzere gereken cevabı vermeyi zaruri addettim.

Öncelikle Perinçek'e yayında ''Güney Sadık'' takma ismini, yayın hakkını verdiğim Milliyet Gazetesi takmıştır. Bu herhalde gazetenin gösterdiği mesleki nezaket dolayısıyladır. Gerçi, ''Sadık'' ismi Perinçek'e yakışmış, yabancı güçlere sadakatla hizmet etme görevine uygun düşmüştür.

Diğer taraftan Perinçek ve 2000'e Doğru benim anılarımı ellerine geçirmekle öğünüyorlar. Ellerine geçirdikleri nüsha, benim kasıtlı olarak kendilerine ulaşacağını bilerek kendilerine yakın olan kişilere verdiğim nushadır. Telaşlarından gazetedeki tefrikayı ve kitabımı beklemeden ele geçirdikleri nüshaları yayınlayarak kitabımda yer almayan konuları kendi dergilerinde neşretmek ve kendi kendilerini teşhir etmek gafletine erişmişlerdir .

Şimdi Perinçek'in Milliyet'teki yanıtındaki iddiaları tek tek gözden geçirelim :

- '' Biz Aydınlıkçılar Hiram Abas - Mehmet Eymür 'lerle ilk kez işkencehanelerde tanıştık'' diyor. Demegoji yapmasın, nerede, hangi işkencehanede karşılaşmış? Söylesin de biz de öğrenelim.

Ben Perincek'i sadece, eskiden Bahçelievler'de oturan bazı MİT peronelinden duymuştum. şimdi kapatılmış olan bir meyhanede sohbetlerini, onlarla ahbaplık kurma, ve onlara şirin gözükme çabalarını.

-''İkinci karşılaşmamız Lübnan Nahrel Bared'deki FKÖ Kampında

Dokuz arkadaşımız . MOSSAD ile işbirliği sonucu bir İsrail askeri baskınıyla şehit edildiler'' diyor . Kendisi o kampta memleket yararına faydalı işler yaparken biz İsrail askerleri ile kampı bastık ta öylemi karşılaştık acaba? Bunlara bir açıklık getirsin.

- ''1978, 79, 80 yıllarında Aydınlık gazetesinde Kontrgerilla kampanyalarıyla faaliyetlerini sergiledik. Bu üçüncü karşılaşma'' diyor. Yukarıdaki yalanlarına benzer yalanlar dışında neyi sergilemişler? Bunlar işkenceci, CIA, MOSSAD ajanı gibi hiç bir mesnede dayanmayan yuvarlak laflar, adice iddialar dışında bir tek somut olay ortaya koyabilmişler mi?

Perinçek ve hizmetkarlarını arkalarındaki karanlık güçle birlikte bu iddialarını somut örneklerle delillendirmeye, ispata davet ediyorum. İspat edemedikleri taktirde bu iftiraları yayanlar şerefsizdirler, satılıktırlar, sahibinin sesidirler.

- ''Dördüncü karşılaşma 12 Eylüı döneminde . Özellikle Kontrgerillayı açığa çıkardığımız için hapislere atıldık . Bir takım arkadaşlarımız işkence gördüler'' diyor, safsata ve laf salatasına devam ediyor.

- ''Beşinci karşılaşma MİT raporunu açığa çıkarmamız . Abas ve Eymür 'lerin meslek hayatlarına hiç olmazsa resmi planda son verdik'' diyor. Evet, her nedense MİT'in sivilize olmasını hiç istemeyen, her vesile ile emekçilerin menfaatini ön planda tuttuklarını ve haksızlıklara karşı olduklarını ilan eden Fabrikatör Perinçek grubu, Türkiye'de yeraltı dünyasındaki karışık menfaat ilişkilerini konu alan bir raporu açığa çıkarıp, bizleri görevimizden ettiği için böbürleniyor. Ne denli ikilem, ne denli sahtekarlık.

-''Altıncı karşılaşma Körfez krizi iıe başladı ve devam ediyor. Onlar gene ABD'nin Ortadoğu harekatının istihbarat elemanı ve biz gene ABD 'ye direnen yurtsever güçlerin parçasıyız'' diyor. Bir Amerika tutturmuş gidiyor . Sanki Amerika dışındaki bütün Avrupa ülkeleri, komşularımız Türkiye'nin canı, ciğeri.

Perinçek efendi, ben Türk'üm ve Türklüğüm ile iftahar ediyorum. Senin hoparlörü olduğun güç dahil her türlü yabancı gücün Türkiye üzerindeki oyunlarına karşıyım. Hep Amerika' yı ortaya atıp kendini maskeleyemezsin. ABD'ye direnen yurtsever güç, ezilen halklar teranelerini bırak. Söyleyebiliyorsan Türk olduğunu, Türklüğün ile iftahar ettiğini, bütün yabancı güçlerin, bütün karanlık ilişkilerin karşısında olduğunu söyle.

-"Aydınlık ' ta bizim Savaşman 'ı savunduğumuzu söylüyor Aydınlık bir gerçei ortaya çıkardı. CIA, en sadık, en çok gelecek vaat eden adamları Hiram Abas' ların yolunu açabilmek için Savaşman'ı feda etmiştir. Önemli bir CIA ajanının yükselmesi için ötekinin harcandığı bir CIA operasyonu. Aydınıık bu gerçeği saptadı ve yazdı'' diyor.

Olayları ters yüz etmek, işine geldiği gibi yorumlamak, gerçekleri saptırmak, önemli bir olayı önemsiz göstermekte ne kadar da başarılı. Kendisini yetiştirenler bayağı iyi eğitmişler. Şu mantığa bakın CIA bir adamını başarılı kılmak için diğerini yakalatıyor. Hatta CIA bu operasyonda o kadar ileri gidiyorki CIA' nın Ankara'daki temsilcisi Amerikalıyı da yakalatıyor . Şu mantığın, şu yorumun güzelliğine bakın.

Şimdi Perinçek' e soruyorum. Hiram Bey'in ''Batum'a, Atina ' ya 30.9.1968 ila 1.12.70 yılları arasında Beyrut'a gönderildiği'' gibi MİT içindeki personelin bile bilemeyeceği operasyonel bilgileri nasıl elde ediyor? Bunlar gizli bilgilerdir. Gizli bilgiler ancak gizli faaliyetlerle elde edilir. Bu işleri de istihbarat teşkilatları yaparlar. Yabancı istihbarat teşkilatları bu tip bilgileri MİT içindeki Savaşman gibi bir ajanından alır, Perinçek gibilerine de vererek kullandırır. Bunun başka şekli yoktur. Bu tamamiyle bir casusuluk faaliyetidir.

- ''Turan Çağlar Kontrgerilla yayını sırasında Aydınıık'a bilgi veren yüzlerce kaynaktan biriydi. Çağlar daha sonra arkasında büyük kuşkular bırakan bir şekilde cezaevinde öldü. Olay tarihi 1983. Aydınıık generaller tarafından kapatılmış. Aydınlıkçılar ya hapiste, ya aranıyor. Aslında bu bile Eymür 'ün iftirasını çürütmeye yeter'' diyor . Perinçek bu konuda kaçamamış ve itirafta bulunmuş. İftiharla, gururla bahsettiği ''Kontrgerilla'' yayınını hazırlayan, bilgi verenlere bakın. Yıllarca İngilizlere ve Amerikalılara hizmet etmiş (dikkat ederseniz Perinçek'in sadece CIA deyip geçiştirdiği gibi değil. O da Savaşman gibi hem İngilizlere, hem Amerikalılara hizmet etmiş), ihtilal hareketleri içinde bulunmuş bir kişi. Nedense Perinçek'lerin yanında hep casuslar gözüküyor. Perinçek acaba kaynakları Turan Çağlar'dan ne gibi bilgiler alıp yayınladıklarını açıklayabilir mi? Hala bir İngiliz/Amerikan ajanından alıp yayınladıkları bilgilerin tarafsız ve doğru olduğunu, bunu yurtsever duygularla yaptıklarını iddia edebilir mi? Perinçek bu. Bunun da bir yolunu bulur elbet.

-''Aydınlık'ın sorumlu müdürü Aydoğan Büyüközden'in 12 Mart 1971 darbesinde ''Robert Kolej 'de görevli bir İngiıiz'e ait lojmanda telsizlerle ve başında perukla yakalandığını söylüyor. Yalan. Bir kez A.Büyüközden o lojmanda yakalanmadı.İkincisi o lıojman İngiliz'e ait değildi. Robert Kolejin'di'' diyor. Perinçek'in karışık ve karanlık hayatı hafızasını da karıştırmış . Aydoğan Büyüközden'in İngiliz'e ait eve geldiğinde başında perukla yakalandığı ve hatta ilk önceleri sağar ve dilsiz numarası yaptığı doğrudur. Lojmanın Robert Koleje ait olması neyi değiştirir ki. Ev öğretim görevlisi olan İngiliz'e tahsis edilmişti ve İngiliz oturuyordu. Aynı evde alıcı verici telsizlerde bulundu.

-''Bir istihbarat örgütüne sempati duymayı şerefsizıik sayan bir ideolojiye ve pratiğe sahibim'' diyor. Diyor ama yaptıkları ve faaliyetleri söylediklerine uymuyor. Herşey açıkça belli. O zaman Perinçek'i ne şekilde adlandırmak lazım?

- ''Ben ve arkadaşlarım, 1970, 1980, ve 1990' larda son üç kuşakla işkencehaneleri ve hapishaneleri paylaşan az sayıda insanlar arasındayız. 25 yılıık çizgisi ve mücadelesi belli bir hayattır bu'' diyor . Herhalde çok öğündüğü bu dönemler, cezaevinde ''Yaşasın Cezaevi'' , ''Yaşasın Türk Silahlı Kuvvetleri'' diye bağırdıktan sonra mahkemede ''Yaşasın TİİKP'' diye nasıl bağrıdıklarını iddia ettikleri, duruşmalarda ''kravat takmama eylemi'' için diğer gruplara baskı yaparken TİİKP duruşmalarında dik yakalı kazakların altına gravat takarak nasıl duruşmalara çıktıkları dönemler olmalı . Onun ve peyklerinin bu şakrabanlıklarını onlarla aynı dönemde cezaevlerinde yatan herkes biliyor ve anlatıyor.

Perinçek şu gözaltına alındığı dönemlerde işkencehanelerde, kahramanca direnerek zor altında verdiği sayfalarca ifadelerini de bir kitap haline getirse veya tefrika halinde kendi dergisinde yayınlasa ne iyi olur. Herkes onun nasıl bir devrimci, ne denli bir kahraman olduğunu bir kez daha anlar.

Perinçek'i eski kader arkadaşlarından, cezaevinde birlikte kaldığı kişilerden, yakın çevresinde bulunanlardan dinledim. Onun, 12 Mart sonrası özel minübüsü ile Söke'ye Beşparmak dağlarına taşıyan Ferit Özcan ile Hikmet ve Mehmet Süleyman Cengiz'in Perinçek'in devrimcilikle bağdaşmayan gayri ahlaki tutumu nedeniyle TIIKP'den ayrılmaları üzerine nasıl hain ilan edildiklerini, partinin ''gümüş bağışlama'' kampanyasını organize ettikten sonra evindeki gümüşleri babasının evine nasıl taşıdığını, 1974'de oy kullanmayı devrimci harekete ihanet sayarken seçim sonrası mahkemeye verilen dilekçede ''halkın serbest bırakılmayı istediğini'' nasıl beyan ettiğini, onun ne denli bir sahtekar olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Onu yakından tanıyanların birleştiği nokta Perinçek'in sol faaliyetler içine sızmış bir batı ajanı ve sahte bir devrimci olduğuydu. Çizgilerinin sık sık değişmesi, ahlaki kurallara pek bağlı kalmayışı da bu sebebe bağlanıyordu.

Perinçek'in 25 yıllık değişmeyen çizgisini Başyardakçılarından Hasan Yalçın'la 26 Temmuz 1989'da yaptığım bir görüşmenin teyp bandından pasajlarla incelemek istiyorum. O tarihlerde Hasan Yalçın'a, israrla benimle tanışmak arzusu üzerine randevu vermiş ve karşılıklı teype almak koşuluyla büromda konuşmuştum.

Kendisiyle mülakaat yapmayacağımı bildiği için hiç bir şekilde yayınlamamak şartıyla benimle görüşmek, beni tanımak istediğini belirtmişti. Ben yine de güvenmediğimden ve bunların sahtekarca taktiklerini bildiğimden karşılıklı teype alma şartını koştum. Tahminimde yanılmadım. Bir müddet sonra bu görüşmenin belli pasajlarını birbirine monte edip saptırarak, yorumlar getirerek her zamanki gazetecilik anlayışlarına uygun bir şekilde kullanmaya çalıştılar.

Hasan Yalçın daha sonraki yıllarda da bütün terslememe rağmen benimle diyalog kurma çabalarına devam etti. Bana dergilerine gelen bazı sözde ihbarları fakslayarak, zaman zaman telefonla arayarak ilişkilerini sıklaştırmaya çalıştı. Aklınca beni yönlendirmeye, bir şeyler söyletmeye çalıştı. Hiram Bey'in ölümünden sonra yaptıkları ve hiç bir ahlak kuralına uymayan yayınlarından sonra telefonda hakaret etmeme, aşağılamama rağmen dahi aldırmadan büroma gelip izahat vermeye çalıştı, Hatta daha da ötesi ''MİT'e hizmet etmeyi dünyanın en büyük şerefsizliği ve alçaklığı'' sayan bu zihniyetin Ankara Temsilcisi Hasan Yalçın, MİT'in gazetecilerle toplantılarına kendilerinin çağrılmadığından yakınarak kendilerini MİT'ten arkadaşlarımla tanıştırmamı istedi. şimdi ben bu eski görüşmeden pasajlarla Perinçek'in ''25 yıllık çizgisini ve mücadelesini'' incelemek istiyorum.

M.Eymür- 2000'e doğrunun çizgisi nedir? Amaçları nedir, ideolojik yelpaze içinde yeri nedir? Bunu Aydınlık zamanından alalım. Bundan bazı başka suallere geçmek istiyorum. Nedir yani çizginiz. Bu günki ile başlangıç çizginiz arasında farklılaşma var. Yakın tarihte bir özeleştiriniz filan da oldu. Saçak'ta çıkan. Bir oturmamışlık görüyorum ben çizgilerinizde.

H.Yalçın- Hi hi hi (gülüyor)

M.Eymür- En azından bu günki konum nedir? Bugün ideolojik yelpaze içindeki yeriniz tam nedir, gazetecilik anlayışınız nedir?

H.Yalçın- Şimdi çizgi olarak solcu. En geniş anlamda solculuk. Sırf bir Aydınlıkçılık veya sırf bir Mao düşüncesinin temsili değil genel anlamda Türkiye'nin, Türkiye'de yaşayan bütün insaların menfaatini savunmaya ve özellikle emekçilerin menfaatlerine dayanan bir solculuk.Eski çizgiyi söylüyorsunuz da. 1978'de Sovyetler Birliğinden gelmekte olan bir tehlike gördük Türkiye'de. Buna MİT'den de fazla karşı çıktık, Genel Kurmay'dan da fazla karşı çıktık. Fazla karşı çıktığımız için hata yaptık. Çok fazla. Tehlike o kadar büyük değilmiş.

M.Eymür- Şimdi ben de ona değinmek istiyorum. Hatırlıyorum ilk yıllarınızı. Sokaklarda yazılar görüyordum ''Ne Amerika, ne Rusya'' . Herhalde dedim yeni bir milliyetçi akım doğdu. Sonra bir baktım daha ziyade bir Mao'ist çizgi içinde yeni bir akım başladı. Esasında bizim yapamadığımızı, Batı Devletlerinin yapamadığı bir misyonu üstlendiniz. Yapılan işin niteliği dolayısıyla bunlar acaba bir başka yere angaje olmuş bir grupmu.

H.Yalçın- Amerikancı demek istiyorsunuz.

M.Eymür- Amerikancı da demeyelim. Batı. Çünkü bir anti Sovyet yapınız vardı . Solu bizim başarmadığımız derecede bölmeyi.

H.Yalçın- Siz bizi sola mı şikayet etmek istiyorsunuz.

M.Eymür- Hayır hayır, Gerçekleri konuşuyorum. Söylediklerimde gerçek yoksa. Kendi öz eleştirinizi yaptığınız zaman birtakım hatalar yaptığınızı kabul ediyorsunuz.

H.Yalçın- Tabii.

M.Eymür- Yarın gene bir öz eleştiri yapıp bugünki faaliyetlerimizde hata yaptık diyebilirmisiniz.

H.Yalçın- Hata yapmamak mümkün değil. Hatalar yapılıyor. Meziyet hataları görüp düzeltmek, hata yaptık onu düzeltiyoruz demektir.

İşte Perinçek'in değişmeyen 25 yıllık çizgisi ve mücadelesi. Birgün Marksist, ertesi gün anti-Sovyet, bir başka gün Maoist olacak, dün kızdığı güçlerin, şiddetle saldırdığı PKK gibi örgütlerin bu gün yanında yer alacak, ondan sonra bir ''öz eleştiri'' ile geçiştirip hala utanmadan çizgilerim bellidir diyecek. Ama ona da hak vermek lazım. Ne yapsınki adam. Vazifesi bu.

-''Hiram Abas ve ekibi CIA'nın adamıydılar. Aydınlık ve 2000'e Doğru birçok haberiyle bu gerçeği kanıtladı. Fiıistin Devletinin Ankara Büyükeıçisi Abu Firas, Hiram Abas'ın CIA ve MOSSAD ile ilişkilerini kanıtlarıyla 2000'e DOGRU'ya. Bizzat bana anlatmıştı. Biz o zaman da söyledik, şimdi de söylüyoruz: Casusluktan nefret ederiz. Ezilen halkların yanındayız. Onların mücadelesini desteklemekten şeref duyarız'' diyor. Yine aynı görüşmeden pasajlar sunmak istiyorum.

M.Eymür- Şimdi Sati olayını ele alalım. Bunun Filistin'e karşı bir CIA, Mossad ve MİT ilişkisi olduğunu söylüyorsunuz. Büyük tenakuz burada başlıyor. Sati olayının failleri kimlerdi. Filistinli ama, itham edilenler kimlerdi.

H.Yalçın- Suriye'li

M.Eymür- Faaliyetin hedefi Suriye ve Abu Nidal grubuydu. Abu Nidal ve Suriye o tarihlerde FKÖ ile düşmandı. şimdi nasıl olurda böyle bir yargıya varabilir, FKÖ'nün düşmanına karşı yapılan bir faaliyetin FKÖ' ye karşı olduğunu söyleyebilirsiniz . Ben size mantıksal olarak açıklıyorum. Bu olay bir Suriye ve Abu Nidal faaliyetidir. Bunun bizim daima desteklediğimiz FKÖ ile en ufak ilişkisi yoktur. Türkiye'nin FKÖ ile iyi münasebetleri var.

H.Yalçın- Şimdi burada bizim yaptığımız iş şu. Şunu veya bunu korumak söz konusu değil. Biz Amerikaya karşı Viyetnam halkını, Sovyete karşı Afganistan halkını, İsrail'e karşı da Filistin'i koruruz. Çünkü Filistin mazlum bir ülke, mazlum bir halk. Zaten Türkiye'de Filistin mücadelesi yok.

M.Eymür- Ama ben de zaten Türkiye'nin genel politikasında FKÖ' ye sıcak bakılır diyorum.

H.Yalçın- Tabii, biz onuda bilmiyoruz.

İşte Perinçek'in saptırdığı ve her zamanki yalancı tavrı ile sanki varmış gibi ''kanıtlarıya'' dediği olay. Hep kanıtladık diyor ama nedense bir türlü bu kanıtları açıklayamıyor.

Hasan Yalçın'la görüşmemizdeki bir konuya daha yer vererekten Perinçek ve grubunun vatanseverlik maskesi altında hangi amaca hizmet ettiğini bir kez daha sergilemek istiyorum.

H.Yalçın- Şimdi Asil Nadir olayı var. Sizin hem bilgileriniz var, hem tahlilleriniz var. Biz bu mesleyi şöyle getirdik. Diyoruz ki bu Türkiye'nin güvenlik sorunu, Anglosakson sermayesinin ve Türkiye üzerindeki bazı operasyonların, Kürtler ayrılacak mı, bölünebilecek mi meselelerinin çapraşık bir hal aldığı bu dönemde bir taraftan Abramovits geliyor, bir taraftan da Asil Nadir babasının tarlasına dalar gibi Türkiye'ye dalıyor ve Gürvit'inden bilmem nesine kadar. Şimdi bu olayda biz göğsümüzü siper ediyoruz. Burada vatanseverlik filan tartışıyoruz. Hangisi vatanseverlik. Susuyorsunuz, ben bunu yazıyorum. Yalan yalnış yazıyorum. İstediğinizi söyleyin yazacağım diyorum.

M.Eymür- Esasında eski ünitedeki bazı arkadaşlarımla fikri ayrılıklarım var. Bence istihbarat bir aksiyona yönelik olmalı. Bunda biraz yavaş kalındığı kanısındayım.

H.Yalçın- Asil Nadir olayında.

M.Eymür- Genelde söylüyorum.

H.Yalçın- Bakın onu bile söyleyemiyorsunuz. Sizi biraz tahrik etmek istiyorum.

M.Eymür- Genelde söylüyorum, çünkü Asil Nadir konusunda çok fazla bilgi sahibi değilim.

H.Yalçın- Ama ilginizi çekmemişmidir. Gürvit Cumhurbaşkanlığındaki bilgileri buraya monte edecek bu çok açık değil mi? Yani şurda şu görülüyor. 2000'e Doğru en yurt sever tutumu almış oluyor bu Asil Nadir konusunda.

M.Eymür- Yanlışlıklarınız var.

H.Yalçın- Olabilir. Biz de şunu söylüyoruz. Bu yanlışlıkları buyrun düzeltin. Hem Hiram Abas, hem Mehmet Eymür. Bir zaman savaş yapsakta burada buluşabiliriz. Bizim yayınımızının neresi yanlış size göre.

M.Eymür- Daha iyi incelenebilirdi.

H.Yalçın- Amerikanın İngiltere'nin en büyük kuvveti bu Türkiye'ye soktuğu Asil Nadir.
Vatanperver Perinçek grubunun '' İngiliz'lerin Türkiye'ye soktuğu en büyük kuvvet olarak nitelediği'' Asil Nadir'in sonradan İngiltere'de başına neler geldiği, Kıbrıs konusundaki tutumu ve sermayesini Türkiye'ye kaydırdığı için nasıl tevkif edildiği ve ne hallere düştüğü herkes tarafından bilinmektedir. Acaba vatansever Perinçek grubu yine yanlışlık yapmış, Türkiye yerine başka bir ülkeye mi çalışmışdı...

- ''Eymür ise ''Hiram Bey'in yükselme ihtimali olduğu tüm devrelerde'' diyor. Nefretlerinin kişisel sebebi budur. Eymür anılarında sadece Aydınııkçıları dinmez bir kinle karşısına alıyor'' diyor. Perinçek doğru söylüyor. Bu memleketi seven, bu memlekete hizmet vermiş benim gibilerinin, başkalarının maşası olup bu memleket aleyhine çalışan kişilere sempati ile bakması mümkün mü? Perinçek ve grubu, Hiram Abas'ın, Mahmut Dikler'in, Ilgız Aykutlu'nun, Hulusi Sayın'ın, İsmail Selen'in, askeri, polisi ve sivili ile daha nicelerinin ölümünde tetiği çekenler kadar ve hatta onlardan da daha fazla suçludur. Perinçek ve grubu kandırdıkları insanları cinayete azmettiren, sefil ve karanlık varlıklardır. Hizmet ettikleri yabancı güçlerin talimatıyla yalan haberler üretmiş, insanları teşhir etmiş, resimlerini, adreslerini yayınlamış ve onları tetiği çekenlere hazır bir hedef haline getirmişlerdir . İşte ben Perinçek ve yamaklarını son kez kamuoyu önünde cevaplıyor, yukarıda sunduğum nedenlerle vatana ihanet ve cinayete azmettirmekle suçluyorum.

Perinçek'in Hiram Bey ve benimle ilgili olarak senelerden beri ortaya attığı iddialara gelince. Yani CIA, MOSSAD ajanı, işkenceci iddiaları hukuken ağır cezaları gerektiren önemli iddialardır.

Bu güne kadar sahte devrimci Perinçek ve bilerek veya bilmeden onun izinden yürüyen yardakçıları tarafından ortaya atıldığı için hiç bir makam tarafından ciddiye alınmayan bu iddiaların her şeye rağmen adli makamlarca bir ihbar olarak dikkate alınmasını istiyor, Perinçek ve yardakçılarını da bu iddiaları ispata davet ediyorum.

Haydi bakalım ''Biz bunların ajanlığını, işkenceciliğini, provakasyonları nı ispat ettik'' gibi hiç bir mesnede dayanmayan yuvarlak laflarla geçiştirdiğiniz yalanlarınızı delilleriyle birlikte adalet önünde ispatlayın da görelim.

Mehmet Eymür

https://www.atin.org/detail.asp?cmd=articledetail&articleid=109

***



Cemal Gürsel'den Ethem Menderese Mektup

Cemal Gürsel'den Ethem Menderese Mektup 


Serhat, Takabeg 
Ankara 

Ü3 Mayıs 1960.,
Aziz Vekilim; 



Dün geceki konuşmalarımızdan cesaret ve ilham alarak zât-ı âlilerine, Memleketin huzur ve istikrarı için alınması lâzım gelen tedbir ve kararlar hakkında düşünceler imizi arz etmeyi Millî ve vatanî bir vazife bildim

   Sayın Başvekilin açıklamalarını dinledim ve okudum; bunlarda, benim düşüncelerimin kabulüne müsait bir zeminin henüz mevcut olmadığı aşikâr olarak belli ise de, gene de görüşlerimin sizlere iblâğının zarurettine inanıyorum. 
Muhterem Vekilim; şu hakikatı kabul etmek lâzımdır ki, Kayseri hâdiseleriyle başlayıp son karar ve feci olaylara kadar devam eden vak'alar vatandaş ruhunda derin tesirler ve Hükûmete karşı telâfisi güç hoşnutsuzluklar yaratmıştır. 
Hele Ordunun talebelere karşı akılsızca kullanılması, işin vehametini arttırmış, Ordu mensuplarında da huzursuzluk ve güvensizlik hisleri belirmiş, korkulan şey olmuş, Ordu politikaya karıştırılmıştır. 

Sayın Vekilim; 

Bu ahvâl küçümsenecek, cebir ve şiddetle geçiştirilecek şeylerden değildir. Memleket, Hükûmet ve Partinin düştüğü bu müşkül vaziyeti kurtarmak için sükûnetli fakat ciddi ve zecri tedbirler almak lâzımdır. 

Bu tedbirler şunlar olmalıdır: 

1 - Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan MENDERES getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen Milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim, bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir. 
2 - Kabine'de iyi kabul edilmeyen ve suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan zevat çıkartılmalı ve yeni kabine 
mutlak dürüst, makûl, zorcu değil, adalet ve şefkat hissi taşıyan zevattan kurulmalıdır. 
3 - İstanbul, Ankara valileri ve Emniyet Müdürleri süratle değiştirilmelidir. 
4 - Son çıkarılan ve Tahkikat Komisyonları ihdas eden Kanun kaldırılmalıdır. 
5 - Ankara Örfi İdare Kumandanı değiştirilmelidir. 
6 - Partilerin Ocak, Bucak teşkilâtı kaldırılmalı, sadece Vilâyet merkezlerinde mümessiller bulundurulmalıdır. 
7 - Parti faaliyetleri azami senede iki defa Vilâyet merkezlerinde ve mahdut partililerle yapılmalıdır. 
8 - Mevkuf gazeteci bir af kanunu ile kısa zamanda tahliye edilmelidir. 
9 - Son hadiseden tevkif edilen talebeler tedricen serbest bırakılmalıdır. İlim müesseseleri yeniden faaliyete geçirilmelidir. 
10 - Şimdiye kadar çıkarılan bütün antidemokratik kanunlar tedricen kaldırılmalıdır. 
11 - Vatandaş, hürriyet ve eşit muamele hakkına mutlak surette riayet edilmelidir. 
12 - Ordunun mesêleleri süratle hal edilmelidir. 
13 - Din İstismarcılığından vazgeçilmelidir. 
14 - Suistimaller oluyor mu bilmiyorum. Fakat olduğu hakkında umumi bir kanaat mevcuttur ve milletin, Hükûmete karşı itimatsızlığına sebep olmaktadır. Bu gibi kötülüklerin şiddetle bertaraf edilmesi lâzımdır. 

15 - Müstesna zamanlar ve günler haricinde hükûmet büyükleri ile memleket gezilerinde sayısı büyük vatandaş toplulukları ile karşılamalar yapmak usulü kaldırılmalıdır. 

Çok Muhterem Vekilim; 
     Bu yazdıklarım aslâ bir parti ve politika mülâhaza ve tesiriyle değildir. 
     Memleketin durumunun bu tedbirlerin alınmasının zarurî kıldığına inandığım için arz ediyorum. 

Sizlerin vatanperverlik ve vicdanlarınıza hitap ediyorum. Memlekette çok şeyler yaptığınız muhakkaktır, fakat bu da aslâ kâfi değildir. Bu yapılan işleri müstemleke idareleri de yapar, yapıyor ve yapmıştır. 

    Asıl mühim olan toplumun ruhunda yaşama şevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaş idrakinin yüksek ve necip hislerle donatılmasıdır. Olaylar bu yolda olmadığımızı göstermektedir. 

Talebelerin hürriyet duygusu ile yaptıkları mâsumane tezahürata karşı, idarecilerin hatası yüzünden kıtalar sevk edilmesi ve onların desteği ile emniyet kuvvetlerinin ilim yuvalarının içine kdar girerek talebeleri, profesörleri ile beraber coplarla ve kursuşnlarla tedip etmesi feci bir şeydir. 

O hengamede kız talebelerin yürekler parçalayan çığlıklarının analar, babalar ve halk ruhunda onulmaz yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük hata olduğuna kaniim. Bizim gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesinden ve kemâlinden memnun olmamız lâzım gelmez mi? İstikbâli hissiz, duygusuz mütstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyoruz. 

     Sayın Vekilim, maruzatım muhakkak ki çok mühim ve hatta çok cüretkâranedir. Fakat memleket için, millet için, Hükûmet ve hatta partilerin selâmeti için dikkate alınması lâzımdır ve hatta çok lâzımdır. 

Derin ve sonsuz hürmetlerimi Sunarım. 

(imza) 
Kara Kuvvetleri Kumandanı 
Orgeneral 
Cemal GÜRSEL 

Cemal Gürsel'den Ethem Menderes e mektup Kaynak: