8 Şubat 2020 Cumartesi

Amerika Birleşik Devletleri Dış Politikası Amerikan İstisnacılığı

Amerika Birleşik Devletleri Dış Politikası  Amerikan İstisnacılığı .,



EMRE GÜNDOĞDU


 Amerikan İstisnacılığı 



Özet 

Amerikan İstisnacılığı düşüncesi, Amerikan değerlerinin, tarihinin ve politik 
sisteminin emsalsiz ve diğer devletlerden farklı olduğunu varsaymaktadır. Bu teori, Birleşik Devletler’in özgürlük konusunda diğer uluslara ilham kaynağı olduğunu ve Birleşik Devletler’in uluslararası politikada liderlik rolü oynamasının kaçınılmaz olduğunu öne sürmektedir. Bu bağlamda istisnacılık, Birleşik Devletler’in diğer ulusları özgürleştirmek konusunda bir misyona sahip olduğunu varsayan bir niteliğe sahiptir. Amerikan istisnacılığı düşüncesi tek taraflı hareket etme özgürlüğü ve devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar ve normlar gibi sınırlamalardan muaf olma yönleriyle eleştirilmektedir. 


 Giriş 

Amerikan İstisnacılığı, diğer devletlerin tarihsel gelişimiyle kıyaslama yapıldığın da Birleşik Devletler’in benzersiz veya istisnai bir karaktere sahip olduğuna dayanan bir inanç/teori’dir. Genel olarak istisnacılık fikri, kaynağını Amerikanizmin dayandığı özgürlük, siyasal ve sosyal eşitlik, bireycilik, cumhuriyetçilik gibi demokratik ideallerden almaktadır. İstisnacılık fikri, tarihsel temelini Birleşik Devletler’in Eski Dünya imparatorluklarından her 
açıdan farklı olduğuna, farklı bir kadere sahip olduğuna (Manifest Destiny)97 ve bu çerçevede dünyanın geri kalanına bazen örnek olma, bazen de biçim verme konusunda bir misyona sahip olduğuna dair bir algıdan/yaklaşımdan almakta dır.98 

Bu ‘’istisnai olma’’ fikrinin oluşumunda, Amerikan kültür ve medeniyetinin 
temellerini oluşturan Püritenizm geleneğinin99 ve Amerikan Devrimi’nin ortaya koyduğu kurucu anayasa çerçevesinde elde edilen yönetimsel düzenlemelerin (kuvvetler ayrılığı, federalizm, İnsan Hakları Beyannamesi gibi) etkisi büyüktür. İstisnacılık fikrine göre, diğer hiçbir devlet, Birleşik Devletler’in sahip olduğu özelliklerin birleşimine ve liderlik vasıflarına sahip değildir. Bu yaklaşıma göre, günümüzde Amerikan değerleri ve politik uygulamaları diğer uluslara barış ve özgürlük konusunda umut aşılamakta ve hatta Birleşik Devletler’in büyüklüğü / değerleri, kendisine dünyayı değiştirmek konusunda misyon yüklemektedir.100 

Birleşik Devletler’in gerçekten istisnai/benzersiz bir devlet mi olduğu yoksa 
istisnacılığın bir dış politika modeli olarak mı ele alınması gerektiği, sıkça tartışılan bir konudur. Birleşik Devletler’in sorumlulukları, değerleri ve yetenekleri ‘’istisnai’’ olduğundan, eylemlerinin de zaman zaman ‘’istisnai’’ olabileceği düşüncesi, kendisinin uluslararası hukukun hakim normlarından muaf olabileceği algısını yaratmaktadır. Diğer yandan istisnai olmak sürekli bir dış düşman ihtiyacı yaratmakta, yerel tehditlerin evrensel tehditler olarak 
yansıtılması ihtiyacını da kaçınılmaz kılmaktadır. 

Dış politika eylemlerinin toplumsal desteği alma açısından meşru gerekçeye ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde, istisnacı söylemin sorunların nasıl tanımlanacağını, dostların ve düşmanların nasıl kategorize edileceğini ve politika tercihlerinin nasıl telaffuz edileceğini belirleyen bir retorik araç olup olmadığı  sorunsalı ortaya çıkmaktadır.101 

Amerikan İstisnacılığının Tarihsel Temelleri 

Püriten Gelenek 

Günümüz Amerikan toplumunun temelini oluşturan Püritenler, dinlerini özgürce 
yaşamak istemişler, geleneksel kilise merkezli siyasi baskıların hüküm sürdüğü Avrupa’dan Yeni Dünya’ya göç etmişlerdir.102 17. yüzyılda, İngiltere ve Hollanda’dan Amerika’ya getirilen Protestan milenyumculuğu 103 bu yeni kıta da kökleşmiştir.104 

Amerikan toplumunun, güçlükler karşısında sorunlara Protestan milenyum culuğunda da yaygın olduğu biçimde inanç mentalitesiyle yaklaşmaları sonucunda dünyevi çatışmalar; Cennet ve Cehennem, Tanrı ve Şeytan, İyi ve Kötü arasındaki çatışmalar gibi yüceltilmiştir. 18. yüzyılın sonlarında, Amerika’nın kurucuları İncil’e ilişkin milenyum culuğu, tarihçi Nathan Hatch’in belirttiği gibi, Amerika’nın sivil milenyum culuğuna dönüştürmüşler, Protestan milenyum culuğunu Amerikan ulusalcılığı ve istisnacılığı olarak tanımlamışlar dır.105 

Sözü edilen bu Amerikan sivil dininin en temel kaynağı, Püriten gelenekten gelen Amerika’nın Yeni İsrail olduğu görüşüdür ki bu doğrultuda Amerikalılar, apostolik kilisenin saflığını yeniden canlandırmak için ilahi göreve soyunmuşlar ve dünyanın restorasyonu için tanrısal bir örnek olmuşlardır. Bu güçlü ‘’kurtarıcı ulus inancı’’, Amerikan devrimi retoriğinde, ‘’Manifest Destiny’’ doktrininde, Amerikan İç savaşı öncesi köleliğin kaldırılmasını isteyenlerin kutsal seferberlik yaklaşımında ve Başkan Woodrow Wilson’un Birinci Dünya Savaşı sırasındaki coşkun idealizmin de de görülmektedir.106 

Amerikalılar, Bağımsızlık Savaşları boyunca ve sonrasında, özgürlüğün kendilerine Tanrı’nın bir hediyesi olduğu inancını paylaşmışlar ve Tanrı’yı kendilerini koruyan kralları olarak görmüşlerdir. Bununla bağlantılı olarak Birleşik Devletler’i kuran koloni isyancıları, ülkelerinin dünya üzerindeki ülkelerden farklı ve daha iyi olduğunun Tanrı’nın bir yazgısı olduğuna inanmaktaydılar.107 Nitekim bu yaklaşımın ilk izleri Püriten yerleşimcilerin liderlerinden John Winthrop'un 1630 yılında, Boston şehrine ilişkin duygularını anlattığı 
‘’Tepedeki Şehir’’ (City upon the Hill) adlı meşhur konuşmasında yer almıştı. Bu yaklaşım, Beyaz Anglosakson Protestanların (WASP), diğer bütün milletlerden üstün olduklarına ve onlara Tanrı tarafından diğer milletleri medenileştirme görevi verildiğine inanmak şeklinde özetlenebilecek olan ‘’Manifest Destiny’’ doktrini ile genişletilmiştir.108 

Manifest Destiny kavramı, 1839 yılında New York gazetesinde John O'Sullivan 
tarafından kullanılmıştır. O'Sullivan, Amerika’nın özgürlük konusundaki deneyimlerinden dolayı, Tanrı’nın kendileri için belirlediği rolün tüm Amerika kıtasına yayılmak olduğunu söylemekteydi. Bu makalede, diğer ülkelerdeki milyonlarca insan, aristokrasi ve monarşiye sahip oldukları için cehennemin kapısında bekleyen insanlar olarak tanımlandıktan sonra, onların kurtuluşunun Amerika’nın elinde olduğu belirtiliyordu. Bu doktrine göre Amerika, krallara, tiranlara, oligarklara barışı ve özgürlüğü müjdeleyecek seçilmiş ve örnek bir 
milletti.109 

Amerikan Devrimi ve Cumhuriyetçilik 

Louis Hartz’ın belirttiği üzere, Amerikan politik geleneği diğer ülkelerde egemen olan aristokratik elementlerden yoksundu çünkü koloni dönemi Amerikası’nda resmi kiliseler, aristokrat toprak sahipliği, kalıtsal soyluluk gibi feodal gelenekler sözkonusu olmamıştır.110 

Diğer yandan Amerikan politikaları başlangıcından beri herhangi bir grup, din veya hükümet organının aşırı derecede güçlenmesini engellemek için dizayn edilen federalizm sistemi (devletler ve federal hükümet arasında) ve kontrol ve denge sistemi (yasama, yürütme ve yargı arasında) tarafından karakterize edilmiştir. Amerikan istisnacılığı teorisi savunucuları, bu sistemin cumhuriyetçi demokrasinin koruyucusu olarak Amerika’nın çoğunluğun tiranlığına maruz kalmasını engellediğini ve aynı zamanda yerellik içinde yaşayan vatandaşlara kendi kanunları aracılığıyla değerlerini yansıtma imkanı verdiğini belirtmekte dir.111 

Amerikan devrimini karakterize eden unsurlardan birisi de din özgürlüğü olmuştur. Fransız ve Amerikan devrimlerinin her ikisi de Aydınlanma’nın birer ürünüydü. Fakat, Fransız devrimiyle birlikte din, Avrupa’da eski rejimlerin bir kalıntısı olarak küçümsenirken, bunun aksine, Amerikan ‘’Kurucu Babaları’’ dini iyimser bir yaklaşımla ele almışlardır. 

Avrupa’da kurulan kiliseler, Yeni Dünya’nın demokrasi ve özgürlüğüne karşı eski rejimin yanında yer almışlardır. Amerika’da ise, ulusal bir kilise kurulmamıştır; Amerika’daki inançlar, demokratik değerleri benimsemişlerdir. Edmund Burke’nin belirttiği gibi, Avrupa’da din, savaş veya baskıyı ifade ederken; Amerika’da ise, özgürlüğün kaynaklarından biri haline gelmiştir.112 

Amerikan İdealizmi 

Raison d’etat kavramı, yani devletin çıkarlarının, bu çıkarları elde etmek için 
kullanılan araçları meşru kıldığı görüşü Amerikalılar’a daima çirkin gelmiştir. Bu elbette ki Amerika’nın hiçbir zaman raison d’etat prensiplerini kullanmadığı anlamına gelmemektedir. 

Kurucu Babaların cumhuriyetin ilk on yıllarında Avrupa kuvvetleri ile başa çıkmasından, ‘’Manifest Destiny’’ başlığı altında toplanan ve Batı’ya doğru yayılmayı sağlayan uğraşa kadar bunun birçok örneği vardır. Fakat Amerikalılar kendi bencil çıkarlarını açıkça ortaya koymaktan daima rahatsızlık duymuşlardır. Dünya savaşı yaparken veya bölgesel anlaşmazlıklara karışırken, Amerikan liderleri daima, çıkar için değil, ilkeler adına mücadele ettiklerini ileri sürmüşlerdir.113 

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte uluslararası düzen için Amerika’nın kriteri, 
demokrasi, ortak güvenlik ve self-determinasyon idi ki, bunların hiçbirisi bir Avrupa anlaşmasında yer almış şeyler değildi. Amerikalılar için kendi felsefeleri ile Avrupa düşünce tarzı arasındaki uyumsuzluk kendi inançlarının değerini gösteriyordu. Wilson’un dünya düzeni düşüncesi, Eski Dünya’nın kural ve deneyimlerinden radikal bir kopuşla, Amerika’nın insanlığın esas olarak barışsever bir doğası olduğu ve dünyanın temelinde uyum olduğu inancından kaynaklanmaktaydı: Demokratik devletlerin, tanım olarak barışsever oldukları ve self-determinasyon hakkı olan insanların artık savaşmaya veya diğerlerine baskı yapmaya gerek duymayacakları da bunu takip ediyordu. Dünyanın bütün halklarının, bir kez barış ve demokrasinin nimetlerini tattıktan sonra, kazançları nı savunmak için tek bir vücut halinde ayağa kalkacakları açıktı. Avrupa liderlerinin böyle fikirleri içine alan kategorileri yoktu. Ne iç kurumları, ne de uluslararası düzenleri, insanın özünde iyi olduğunu kabul eden politik teoriler üzerine oturtulmuştu. Gerçekte bu kurumlar, insanın açık bencilliğini, daha yüksek bir iyiliğin hizmetine koymak üzere düşünülmüştü. Avrupa diplomasisi, devletlerin barışsever doğasına değil, kırılması veya dengelenmesi gereken savaş eğilimine dayandırılmıştı.114 Fakat nihayetinde 20. yüzyıl diplomasisinin birçok eylemi Wilson’ın idealizmine dayanmaktadır: 

Marshall Planı, komünizmi sınırlandırma yönündeki kararlılık, Batı Avrupa’nın özgürlüğünün savunulması, hatta Milletler Cemiyeti ve onun yeniden dünyaya gelişi olan Birleşmiş Milletler gibi.115 

Eleştirel Yaklaşım 

Emperyalizm ve İstisnacılık 

1823 tarihli Monroe doktrini çerçevesinde Avrupa ülkeleri ile karşılıklı olarak 
müdahale etmeme ilkesi üzerinde anlaşmaya varılmasının ardından, ABD izolasyonizm neticesinde kendi egemenliğine Avrupa’dan gelebilecek olası bir müdahaleyi bertaraf ederek, çevresine müdahale edebilecek potansiyele kavuşmuştur.116 

İspanya-Amerika savaşının ardından İspanya’dan savaş ganimeti olarak kazanılan Porto Riko, Guam ve Filipinler’in Amerikan kolonisi olarak ilan edilmesiyle, ABD Eski Dünya imparatorluklarını cezbeden genişleme olgusunun cazibesine açıkça kapılmıştır. Bu çerçevede ABD’nin, kuruluş felsefesinde yer alan imparatorluk karşıtlığıyla çelişir bir biçimde, herhangi bir imparatorluktan farkı kalmamıştır.117 

Bu noktada Amerikalı tarihçi Frederick Jackson Turner’ın 1893 tarihinde ortaya 
koyduğu Sınır Tezi’i, bu çelişkiyi bir nevi ortadan kaldırmıştır. Çünkü Turner’a göre, ABD’nin sınırları medeniyet ve barışın hakim olduğu soyut sınırlardan oluşmaktaydı ve Amerikan sınırları, medeniyetle yabaniliğin buluşma noktasıydı.118 

Bu yaklaşıma paralel bir biçimde Theodore Roosevelt de, Avrupa tarzı medeniyetçi söylemi, Amerikan dış politikasının unsurlarından biri haline getirmiş, barbarlık içindeki insanların özgürleşmesinin, ABD’nin görevi olduğunu belirterek, dış politikada genişlemeci ve müdahaleci bir tutum benimsemiştir.119 Woodrow Wilson da, her ne kadar Avrupa ülkelerinin içişlerine karışmasa da, Meksika, Nikaragua ve Haiti’ye askeri müdahalede bulunmaktan çekinmemiştir. Çünkü Wilson da, siyasal felsefe olarak, ABD’nin iki okyanusla korunmuş coğrafi konumunun ve cumhuriyetçi yönetim biçiminin, dünyaya barışı getirmek 
için bu ülkeye bir misyon yüklediğini düşünmekteydi.120 

İkinci Dünya Savaşı sırasında da Nazi Almanyası’na karşı oluşturulan koalisyona 
önderlik etmenin neticesinde zafere ulaşılması, ABD’nin dünya kamuoyu nezdinde belli bir misyonu olduğu düşüncesini pekiştirmiştir. Diğer yandan savaş sonrası Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğu, ABD’nin dünya siyasetine aktif katılımını zorunlu kılmıştır.121 Soğuk Savaş döneminde Kore ve Vietnam’da gerçekleşen savaşlardaki misyon, komünizmin yayılmasıyla mücadele etmek ve demokratik hükümetlerin güvenliğe ilişkin çıkarlarını korumak olmuştur. 11 Eylül sonrasında ise, terörizm aniden ‘’yeni komünizm’’ haline gelmiştir. Bush’un ‘’şer eksenini’’ oluşturan devletler üçlüsünün bir parçası olan Irak, terörizm üreten devlet olarak resmedilmiş ve müdahale edilmiştir.122 

Konstrüktivizm ve İstisnacılık 

Birçok yazar dış politikada retoriğin önemine dikkat çekmekte ve bütün dış politika eylemlerinin kamu desteğini alma açısından meşru gerekçeye ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir. Retorik araçlar, algısal süreçte derin etkiye sahip olan ideolojik görüşler, zihinsel çerçeveler ve sosyal yapıları düzenleyerek, sorunların nasıl tanımlanacağını, dostların ve düşmanların nasıl kategorize edileceğini ve politika tercihlerinin nasıl telaffuz edileceğini belirlemektedir. 

Bu noktada istisnacı söylem kullanmanın, bir dış politika biçimi olup 
olmadığı sorunsalı ortaya çıkmaktadır.123 

Konstrüktivist analizler, Birleşik Devletler’in bilhassa terörle savaş konusundaki dış politikasının anahtar boyutlarını ve dinamiklerini aydınlatmada önemli rol oynamaktadır. 
Burada odaklanılması gereken nokta, inşa edilen normlar, kimlik ve hikayelerdir. Birleşik Devletler’in Irak’ı işgali sırasında eylemlerini uluslararası normatif bir çerçeveye oturtma girişimi, diğer yandan kullandığı istisnacı retorik ve terörle savaşta kendi davranışlarını meşrulaştırmak için, mevcut normları yeniden tanımlama girişimleri buna bir örnektir. 
Afganistan’ın işgal edilmesinin uluslararası çerçevede büyük oranda meşru müdafaa olarak kabul görmesinin aksine, Irak işgalinin meşruluğu oldukça tartışmalıydı. Birleşik Devletler Irak özelinde, Saddam rejimiyle bağlantılı olarak kendilerine yönelik kayda değer bir saldırının yokluğunu ve önleyici meşru müdafaayı haklı çıkaracak derecede ikna edici kanıtların olmayışının eksikliğini hissetti. Fakat konstrüktivisit çerçeveden bakıldığında, 11 Eylül saldırıları sonrasında, terörle savaş kapsamında Amerikan temel değerlerine yapılan 
vurgu ( özgürlük ilkeleri ve demokrasi gibi), Amerikan kimliğinin oluşumunda önemli rol oynayan temel kavramlar (choosen nation vb.) ya da tarihsel hikayelerin öne çıkarılması, savaşı meşrulaştıran bir algı inşasına gidildiğini açıkça göstermektedir.124 

Liberalizm ve İstisnacılık 

20. yüzyılda Birleşik Devletler çoktaraflı kurumların oluşmasında ve uluslararası 
kuralların şekillenmesinde liderlik rolünü oynamış fakat diğer yandan paradoksal bir biçimde kendisini bu kurallarla sınırlamak konusunda isteksiz olmuştur. Örneğin Woodrow Wilson 1919’da Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına önayak olduğu sırada, kendi ulusunu bu örgüte katılmaya ikna edememiştir. Benzer şekilde 2003 Irak Savaşı’nda, ABD müdahalesi Birleşmiş Milletler nezdinde ‘’uluslararası toplum’’un rızası olmadan gerçekleştiği için, birçok liberal 
teorisyen açısından illegal olarak görülmüştür.125 

Uluslararası sistemi dizayn eden düzenlemelerin yaratılmasında (Milletler Cemiyeti, Bretton Woods, GATT, Birleşmiş Milletler vb.) Birleşik Devletler’in geniş bir sorumluluğa sahip olması Birleşik Devletler’in barış ve güvenliği sağlamak ve Amerikan değerlerini (özgürlüğün düşmanları, haydut devletler, şer ekseni gibi söylemlerle desteklenen değerler) yüceltmek için fırsat buldukça hakim normları çiğneme hakkını kendinde bulmasına yol açmıştır. Bu doğrultuda Birleşik Devletler’in sorumlulukları, değerleri ve yetenekleri ‘’’istisnai’’ olduğundan, eylemleri de zaman zaman ‘’istisnai’’ olmaktadır.126 

Birleşik Devletler’in kendisini uluslararası zorunluluk ve sınırlamalardan muaf tuttuğu durumlara şu şekilde somut örnekler verilebilir: 

-ABM (Anti Balistik Füze) Antlaşması’nın tektaraflı olarak yürürlükten kaldırılması 

-Kyoto Protokolü’nden çekilme 

-Kapsamlı Nükleer Test Yasağı Antlaşması’nın kabul edilmemesi 

-Başkan Bill Clinton’un imzasının Uluslararası Ceza Mahkemesi kurucu antlaşmasından geri çekilmesi 

-Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onayı alınmaksızın Irak’ın işgal edilmesi 

-Biyolojik Silahlar Konvansiyonu’na ilişkin protokolün onaylanmaması127 

 Sonuç 

Her ne kadar George Washington, John Adams, Thomas Jefferson ve James Madison gibi kurucu önderler, Amerikan devriminin yüksek ilkelerinin yol göstericiliğinde, kendi uluslarını dünyadaki baskı altındaki bütün insanlar için bir umut feneri olarak görmüşlerse de,128 Birleşik Devletler zamanla dış dünyadan yalıtılmış bir ülke olmaktan çıkıp, müdahaleci ve aktif bir dış politika izlemeye başlamıştır.129 

Böylece Amerika’nın, tarihi boyunca sahip olduğunu düşündüğü kendine özgü 
özellikler, dış politikada birbirine zıt iki tavır yaratmıştır: Birincisi, Amerika’nın kendi değerlerine göre en iyi şekilde kendi ülkesinde demokrasiyi kusursuz hale getirip, böylece insanlığın geri kalanı için bir ışıldak olarak hizmet edebileceği görüşüdür. İkincisi ise, Amerika’nın değerlerinin, ülkeye, bunları bütün dünyaya yayma yükümlülüğü getirdiği görüşüdür. Her iki düşünce ekolü – yani Amerika’nın aydınlatıcı bir ışıldak olması veya kendi değerlerini bütün dünyaya yayma görevi yapması – demokrasi, serbest ticaret ve uluslararası hukuka dayanan bir küresel uluslararası düzeni, normal düzen olarak öngörmektedir. 
Yalnızlık veya misyonerlik şeklindeki iki görüş, birbirinin zıttı gibi görünüyorsa da, temelde yatan ortak bir inanışı yansıtmaktadır: Birleşik Devletler, dünyadaki en iyi yönetim sistemine sahiptir ve insanlığın geri kalan bölümü, ancak geleneksel diplomasiyi terkedip, onun uluslararası hukuk ve demokrasiye olan saygısını kabul ederse, barış ve refaha kavuşabilir.130 

20. yüzyılda Amerikan liderlerinin, Amerika’nın davranış biçiminin ahlaki dayanakları ve özgürlük sembolü olarak önemi üzerinde ısrarla durması, güç dengesine dayanan ve bencil çıkarları ön plana koyan Avrupa diplomasisinin klişelerinin reddedilmesine yol açmıştır. 

Benzeri görülmemiş bu fikirler 19. yüzyıl boyunca kalkınmasını gerçekleştiren ve iyi çalışan kurumları ve değer yargıları doğrulanan bir ülke tarafından ileri sürülmekteydi. Amerika, yüksek prensipler ile hayatta kalmanın gerekleri arasında bir çatışma olduğunun henüz farkında değildi. 

Uluslararası anlaşmazlıkları gidermek için ahlakçılıktan yardım umulması,  zamanla benzeri görülmemiş bir belirsizlik doğurmuştur. Amerikalılar dış politikalarını kişisel hayatlarındaki aynı manevi kararlılıkla yürütmek zorundaysalar, güvenlik konusu nasıl analiz edilecekti? Gerçekten de bu, ayakta kalmanın ahlaklı olmaya feda edilebileceği anlamına mı geliyordu? Yoksa Amerika’nın özgür kurumlara bağlılığı, en bencil amaçlı eylemlere bile 
otomatik olarak bir ahlaklılık havası mı veriyordu? Bu doğru ise, Amerikalılar’ın görüşleri ile Avrupalılar’ın raison d’etat, yani devletin işlediği fiillerin, yalnızca başarılarına göre değerlendirileceği görüşü arasında ne fark vardı? Amerika’nın en büyük çıkmazı, devletlerin güvenliklerini sağlamak ve arzularını gerçekleştir mek için başvurdukları araçları reddetmesi ve aynı anda bu araçların kullanılmasını gerektiren arzuları reddetmekte isteksiz olmasıdır. 
Günümüze kadar, bu iki yaklaşım arasındaki gidip gelmeler, Amerikan dış politikasının başlıca temalarından biri olmuştur.131 

Michael Ignatieff, istisnacılığı üç kategoride incelemektedir. Amerikan istisnacılığının ilk değişkeni muafiyetçiliktir (exemptionalism). Amerika çok taraflı anlaşmaları ve düzenlemeleri, ancak kendi uygulamaları için muafiyete izin verdikleri ölçüde desteklemektedir. Örneğin Birleşik Devletler 1998 yılında Uluslararası Ceza Mahkemesi ile ilgili müzakerelerde yer almış, fakat Amerikalı askerler, diplomatlar ve politikacıları yargı yetkisi dışında tutacak garantiler elde etmeye çalışmıştır. Amerikan istisnacılığının ikinci özelliği çifte standartlardır (double standards). Örneğin Birleşik Devletler, diğer ülkeleri BM organlarının insan hakları raporlarını önemsememekle suçlamakta, fakat aynı kuruluşların 
Birleşik Devletler hakkındaki eleştirilerini reddetmektedir. Birleşik Devletler düşman rejimlerin (örneğin İran ve Kuzey Kore) insan hakları konusundaki suistimallerini suçlarken, İsrail, Mısır, Fas, Ürdün ve Özbekistan gibi müttefiklerini mazur görmektedir. İstisnacılığın üçüncü formu yasal yalnızcılık (legal isolationism) ise, diğer liberal demokratik ülkelerin hukuk doktrinine karşı Birleşik Devletler mahkemelerinin tutumunu tanımlamaktadır. 

Buradaki iddia da, Amerikan yargısının, uluslararası insan hakları yargılamaların dan ve bu doğrultuda ortaya çıkan içtihatlardan etkilenmeyeceği, Amerika’nın yargısal kendine yeterliliğinin istisnalığıdır. Her ne kadar hukuk, tıpkı ticaret ve iletişim gibi globalleşse de, Amerikan yargısı kendi kabuğuna çekilmektedir.132 

Henry Kissinger, Amerika’nın değerler ile zorunluluklar arasında bir denge kurmak zorunda olduğunu belirtmektedir. O’na göre Monroe doktrini çok kısıtlayıcıdır, Wilsonculuk ise hem belirsiz, hem de çok hukukidir. Bu çerçevede, Soğuk Savaş sonrası dönemde, dış politika alanında Amerika’nın çizgiyi nerede çekmesi gerektiği konusundaki tartışmaların geniş bir konsensusa gereksinimi vardır. Diğer bir deyişle Amerikan dış politikasının moral ve stratejik unsurları arasında denge kurulması gerekmektedir. Amerika ne kadar güçlü olursa 
olsun, hiçbir ülke bütün tercihlerini dünyanın geri kalan insanlarına kabul ettirme kapasitesine sahip değildir.133 

Bu çerçevede Amerika’nın dünyada, primus inter pares (eşitler arasında birinci) fakat nihayetinde diğerleri gibi bir devlet olacağı, Wilsoncu dış politikanın vazgeçilmez temelini oluşturan Amerika’nın farklılığı inancının, 21. yüzyılda daha az önem taşıyacağı söylenebilir.134 

Kaynakça 

Kitap ve Makaleler 

Ataç, C. Akça, Bağımsızlık Savaşçılığından Dünya Hükümdarlığına: Amerikan 
İmparatorluk Anlayışının Tarihsel Gelişimi, Doğu-Batı, Sayı:42, 2007. 

Dahl, Robert Alan, Toward Democracy: A Journey, Reflections: 1940-1997, Institute of Governmental Studies Press, University of California, Berkeley,1997. 

Fowler ,Robert Booth, Hertzke Allen D., Olson, Laura R. and Dulk, Kevin R. Den, 
Religion and Politics in America: Faith, Culture and Strategic Choices, Fourth Edition, Westview Press, 2010. 

Holland, Catherine A., ‘’Hartz and Minds: The Liberal Tradition after the Cold War’’, Studies in American Political Development, Vol:19, No:2, 2005. 

Holsti, K. J., Exceptionalism in American Foreign Policy: Is it exceptional?, European Journal of International Relations, Vol:17, No:3, 2011. 

Ignatieff, Michael, American Exceptionalism and Human Rights, Princeton University Press, 2005. 

Judis, John B., The Chosen Nation: The Influence of Religion on U.S. Foreign Policy, , Carnegie Endowment for International Peace, March 2005. 

Kissinger, Henry, Diplomasi, Çev. İbrahim H. Kurt, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası 
Kültür Yayınları, Ankara, 2000. 

Kougentakis, Alexandra, How the Influence of Religion Makes the Foreign Policy of the Bush Administration Revolutionary, and How This Has Affected Our Relations with European Allies, University of Pennsylvania, 2007. 

Mcclay, Wilfred M., The Soul of a Nation, Public Interest, Spring 2004. 

McDougall, Walter A., Promised Land, Crusader State: The American Encounter With the World Since 1776, Mariner Books,1997. 

Micklethwait, John and Wooldridge Adrian, God is Back: How The Global Revival Of Faith Is Changing The World, The Penguin Press, 2009. 

Parmar, Inderjeet, Miller, Linda B. and Ledwidge, Mark, New Directions in U.S. 
Foreign Policy, Routledge, 2009. 

Sümer, Gültekin, Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik 
Kültürü, Uluslarararası İlişkiler Dergisi, Cilt:5, Sayı:19, Güz 2008. 

Turner, Frederick Jackson, The Significance of the Frontier in American History, 
1893, National Humanities Center, Research Triangle Park, 2005. 

Wagner, Heather Lehr, Great American Presidents: George Washington, Chelsea House Publishers, 2004. 

İnternet Bağlantıları 

https://www.mtholyoke.edu/acad/intrel/osulliva.htm 
http://www.usakgundem.com/haber/957/amerika-ve-kader-inanci.html 
http://web.deu.edu.tr/kibris/articles/hur.html 



BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


97 https://www.mtholyoke.edu/acad/intrel/osulliva.htm 
98 http://www.usakgundem.com/haber/957/amerika-ve-kader-inanci.html 
99 Bkz. John B. Judis, ‘’The Chosen Nation: The Influence of Religion on U.S. Foreign Policy’’, Carnegie Endowment for International Peace, March 2005. 
100 K. J. Holsti, ‘’Exceptionalism in American Foreign Policy: Is it exceptional?’’, European Journal of International Relations, Vol: 17, No: 3, 2011, s.382. 
101 A.g.e., s.382-384. 
102 Robert Booth Fowler, Allen D. Hertzke, Laura R. Olson, Kevin R. Den Dulk, Religion and Politics in America: Faith, Culture and Strategic Choices, Fourth Edition, Westview Press, 2010, s.2. 
103 Kavram İsa Mesih’in ikinci defa dünyaya gelmesi ve ardından kıyametin kopmasını ifade etmektedir. 
104 John B. Judis, a.g.m., s.2. 
105 John B. Judis, a.g.m., s.2-3. 
106 Wilfred M. Mcclay, ‘’The Soul of a Nation’’, Public Interest, Spring 2004, s.11-12. 
107 Walter A. McDougall, Promised Land, Crusader State: The American Encounter With the World Since 1776, Mariner Books,1997, s.15-16. 
108 http://www.usakgundem.com/haber/957/amerika-ve-kader-inanci.html 
109 https://www.mtholyoke.edu/acad/intrel/osulliva.htm 
110 Catherine A. Holland, ‘’Hartz and Minds: The Liberal Tradition after the Cold War’’, Studies in American Political Development, Vol:19, No:2, 2005, s.227-233. 
111 Robert Alan Dahl, Toward Democracy: A Journey, Reflections: 1940-1997, Institute of Governmental Studies Press, University of California, Berkeley, 1997, s.710. 
112 John Micklethwait and Adrian Wooldridge, God is Back: How The Global Revival Of Faith Is Changing The World, The Penguin Press, 2009, s.9. 
113 Henry Kissinger, Diplomasi, Çev. İbrahim H. Kurt, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 2000, s.771. 
114 A.g.e., s.207. 
115 A.g.e., s.769. 
116 C. Akça Ataç, ‘’Bağımsızlık Savaşçılığından Dünya Hükümdarlığına: Amerikan İmparatorluk Anlayışının Tarihsel Gelişimi’’, Doğu-Batı, Sayı:42, 2007, s.119. 
117 C. Akça Ataç, a.g.m., s.119-120. 
118 Frederick Jackson Turner, ‘’The Significance of the Frontier in American History, 1893’’, National Humanities Center, Research Triangle 
      Park, 2005, s.2. 
119 C. Akça Ataç, a.g.m, s.120. 
120 Gültekin Sümer, ‘’Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü’’, Uluslarararası İlişkiler Dergisi, Cilt:5, Sayı:19, Güz 2008, s.126-127. 
121 C. Akça Ataç, a.g.e., s.121-123. 
122 Alexandra Kougentakis, ‘’How the Influence of Religion Makes the Foreign Policy of the Bush Administration Revolutionary, and How This Has Affected Our Relations with European Allies’’, University of Pennsylvania, 2007, s.4-9. 
123 K. J. Holsti, a.g.m., s.382-383. 
124 Inderjeet Parmar, Linda B. Miller and Mark Ledwidge, New Directions in U.S. Foreign Policy, Routledge, 2009, s.22-24. 
125 Inderjeet Parmar, a.g.e, s.48-53. 
126 K. J. Holsti, a.g.m., s.382. 
127 K. J. Holsti, a.g.m., s.389-390. 
128 Heather Lehr Wagner, Great American Presidents: George Washington, Chelsea House Publishers, 2004, s.7 
129 http://web.deu.edu.tr/kibris/articles/hur.html 
130 Henry Kissinger, a.g.e., s.10. 
131 A.g.e., s.18. 
132 Michael Ignatieff, American Exceptionalism and Human Rights, Princeton University Press, 2005, s.4-8. 
133 Henry Kissinger, a.g.e., s.772-773. 
134 A.g.e., s.770. 


***

İnsan Güvenliği Bağlamında Suriye’den Türkiye’ye 2010 Sonrası Göçler

İnsan Güvenliği Bağlamında Suriye’den Türkiye’ye 2010 Sonrası Göçler 


CANSU AKBAŞ DEMİREL


İnsan Güvenliği Bağlamında Suriye’den Türkiye’ye 2010 Sonrası Göçler 

 Arap Baharı, Suriye, göç, mülteci, insan güvenliği, Cansu AKBAŞ DEMİREL, 11 Eylül 2001 terör Saldırısı,

Cansu AKBAŞ DEMİREL* 
* Doktora Öğrencisi, Ege Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. 


Özet 

   2010 yılının son çeyreğinden itibaren Ortadoğu’da meydana gelen protestolar, hükümetlerinin sert müdahaleleriyle birlikte silahlı çatışmalar halini almıştır. Suriye’deki çatışmalar pek çok insan hakları ihlalini beraberinde getirmiş; Filistinli mültecilerden sonra yakın dönemdeki en büyük mülteci krizlerinden birinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 

   Bu çalışmada, Suriye’deki bu çatışmaların bir sonucu olarak göç ve etkileri, insan güvenliği kavramının sağladığı zeminde tartışılacak ve bu bağlamda Suriye’den Türkiye’ye gerçekleşen göç konusuna yer verilecektir. 

‘İnsan güvenliği’, uluslararası ilişkilerde devlet merkezli güvenlik yaklaşımlarına eleştirel bakış açısı sağlayan bir kavram olarak çalışmada kendine yer bulmakta dır. Bu haliyle kavram; İnsanı, güvenliğin merkezine almakta ve uluslararası örgütleri, sivil toplum örgütlerini ve silahlı grupları değerlendirmeye katarak; Güvenliği, Ekonomi, Sağlık, Gıda ve bireysel bakımdan farklı yönleri ile tartışarak, bütünlüklü bir bakış açısı sağlanması için gerekli zemini oluşturmaktadır. 

İnsan Güvenliği 

Güvenlik kavramı farklı şekillerde tanımlanabilmekte; realist teoride güvenlik için askeri öğelerin önemi vurgulanmakta ve devlet güvenliği ön planda tutulmakta dır. Bu çerçevede güvenliğin en temel haliyle, savaşın olmadığı durum şeklinde ifade edildiğini söylemek mümkündür.54 

Realizme eleştiri getiren yaklaşımların çoğunda ise insanın, güvenliğin ana referans noktası olması gerektiği ifade edilmektedir. Böylece geleneksel güvenlik anlayışında yer alan sınırlar ve ulusal kimliklerin yeniden sorgulanmasının da önü açılmaktadır. Güvenlik alanında çalışan önemli isimlerden Barry Buzan güvenliği sağlayan en önemli ve etkili aktörün egemen devlet olduğunu ifade etmektedir.55 1980’lerden itibaren ortak güvenlik anlayışının öğelerinden biri olarak insan güvenliği öne çıkmış ve bu durum beraberinde bir güvenlik  sağlayıcısı olarak devletin eleştirilmesi ve sorgulanmasını beraberinde getirmiştir.56 

R.B.J. Walker, devletlerin; elitler lehine, biz-öteki, dost-düşman, vatandaş-yabancı zıtlıklarını oluşturarak ve oluşturulan bu kavramlar arasına kesin çizgiler çekerek dünya güvenliğinin sağlanmasının önünde engeller oluşturduklarını ifade etmektedir. Tüm bu ‘karşıtlıklar’ ulusal güvenlik kavramının meşrulaştırılması için gereklidir57 ancak bireylerin güvenliğinin gerçekleştirilmesi bakımından aynı gereklilik ve uygunlukta değildir. 

‘İnsan güvenliği’ kavramını, eleştirel teori çerçevesinde açıklamak; eleştirel teorinin güvenlik anlayışının yalnız devlet güvenliğini değil ve fakat birey ve toplumsal grupların güvenliğini de kapsadığını ifade etmek gerekmektedir. 

Kronolojik olarak bakıldığında barış araştırmaları, üçüncü dünyacı güvenlik yaklaşımı, Kopenhag Okulu, eleştirel güvenlik çalışmaları insan güvenliği anlayışının temellerini oluşturmaktadır. Sınıriçi çatışma ve gerilimler; yeni tehditlerin uluslarüstü ve sınıraşan nitelikleri nedeniyle devletin vatandaşlarının güvenliğini tek başına sağlayamaz hale gelmesi; terör, salgın hastalıklar, iç savaş gibi tehditlerin dünya kamuoyunun etkisine açılmış olması güvenlikte odağın devletten insana kaymasında etkili olmuştur.58 

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (United Nations Development Programme- UNDP) 1994 İnsani Kalkınma Raporu’nda insan güvenliği yedi başlık altında değerlendirilmiştir: Bu başlıklar iş güvenliği ve gelir eşitliğini içeren ekonomik güvenlik; asgari yiyeceğe erişimi konu alan gıda güvenliği; sağlık hizmetlerine erişimi konu alan sağlık güvenliği; temiz ve içilebilir suya erişim, küresel ısınmaya maruz kalan yerleşim yerlerinden güvenli alanlara ulaşabilme konularını içeren çevre güvenliği; hane içi şiddet dahil her türlü fiziksel şiddetten korunabilmeyi kapsayan bireysel/kişisel güvenlik; etnik kökene dayalı şiddetten korunabilmeyi ifade eden toplumsal güvenlik; evrensel insan haklarına uygun yaşam kalitesine ulaşabilmeyi konu alan siyasi güvenlik olarak ele alınmaktadır.59 

UNDP’nin yaklaşımı, insan güvenliğini göçmenlerin değil, sadece vatandaşların hakkı olarak gördüğü ve ayrımcı söylemler içerdiği yönünde eleştirilmektedir.60 Bu eleştiriye göre, insan güvenliğinden söz ederken, göçmen güvenliği gözardı edilmemelidir. Zira bireylerin güvenliğini devlet güvenliğinin arkasında atmak sorunlu bir yaklaşımdır. Yine bu görüşe göre, devlet ve insan güvenliğinin sağlanabilmesi için her ikisi de diğerine ihtiyaç duymaktadır; Aksi halde insan güvenliğini sağlayamayan devletlerin kendi meşruiyetlerinin de sorgulanması 
sorunu ortaya çıkacaktır.61 

İnsan Güvenliği Komisyonu’nca 2003’te hazırlanan raporda ise insan güvenliği, 
‘özgürlükleri ve insan olmanın gereklerini sağlayacak ve geliştirecek şekilde, insan hayatının öz değerlerinin korunması’62 olarak tanımlanmıştır. Tanım kendinden on yıl öncekine oranla daha kapsamlıdır. İnsan güvenliğinin sağlanabilmesinin önündeki engeller; doğrudan tehditler ve dolaylı tehditler olarak ayrılabilmektedir. Doğrudan tehditler vahşi biçimde ölümler ve 
sakatlanmalara yol açan şiddet, insanlık dışı muameleler, uyuşturucular, ayrımcılık ve baskı, uluslararası çatışmalar, yüksek derecede yok etme özelliğine sahip silahlar olarak ifade edilirken; dolaylı tehditler temel gereksinimlerden mahrum olmak, hastalıklar, doğa ve insanların neden olduğu afetler, nüfus değişimleri ve yerel, ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde çevresel bozulma olarak ifade edilmiştir.63 

‘İnsan güvenliği’ BM 1994 İnsani Kalkınma Raporu başlıklarından yola çıkarak ve fakat en geniş kapsamlı haliyle çalışmada ele alınacaktır. Tehditler ve insan güvenliğini oluşturan öğeler üzerinden bakıldığında; göçmenlerin, doğrudan ve dolaylı tehditler nedeniyle anılan güvenlik öğelerinin yokluğu veya yetersizliği sonucu bulundukları yerlerden ayrılarak başka ülkelere gitmek üzere yola çıktıkları ortadadır. 

Ek olarak devletlerin göçmenlere ilişkin tutarlı politikalar izlemediklerini de belirtmek gerekmektedir; aksine çeşitli faktörlerin etkisiyle, devletler her duruma özel çözümler üretmekte ve değişen şartlara göre değişken uygulamalar ortaya koyabilmektedirler. Yakın tarihe bakıldığında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ekonomiyi canlandırmak için gerekli iş gücünü sağlayan göçmenler bir tehlike olarak görülmemiş; aksine pek çok Avrupa ülkesinde memnuniyetle karşılanmışlardır. 1973 petrol krizi ile birlikte, kısıtlayıcı önlemler alınmaya 
başlanmıştır. 11 Eylül 2001 sonrasında ise güvenlik ve tehdit algısının daha üst düzeye çıkmış; devamında göçmenlere yönelik kısıtlayıcı politikalar da daha kararlı bir biçimde izlenmeye başlamıştır.64 

Son aşamada, göç edenler göç edecekleri ülkeye ulaşabilmekte veya yolculuk 
sırasında deniz kazaları, kara mayınları ya da hava koşulları ve pek çok zorlu yolculuk koşulları nedeniyle hayatlarını kaybetmektedirler. Ayrıca göçmenlerin ulaştıkları ülkelerden ayrıldıkları ülkelere sınır dışı edilmeleri veya insan ticareti mağduru olma ihtimalleri de bulunmaktadır.65 Bu şekilde, göç, insan güvenliğinin sağlanmasındaki yetersizliklerin bir sonucu olarak gerçekleşmekte ve aşırı kısıtlayıcı önlemler yüzünden, yine insan güvenliği ne yönelik bir tehdit haline gelmektedir.66 Dolayısıyla bu durum kendini tekrar eden, döngüsel bir ilişkiye işaret etmektedir. 

Göçe İlişkin Temel Kavramlar 

Göçe ilişkin temel kavramları açıklamak göçün neden gerçekleştiği ve çalışmaya konu olan Suriye’den göçü açıklamak bakımından yararlı olacaktır. 

Göçleri; coğrafi olarak iç göç ve dış/uluslararası göç şeklinde iki kategoriye ayırmak mümkündür. Bununla birlikte zorunlu veya gönüllü olması; geçiş sırasında bir resmi belgenin kullanılıp kullanılmaması veya göçün ekonomik temelli olup olmamasına bağlı olarak da göç hareketleri sınıflandırılabilir. 

Ülke içinde gerçekleşen göç hareketleri iç göç olarak adlandırılırken, bir ülkeden 
başka bir ülkeye gerçekleşen göçler dış göç olarak adlandırılmaktadır. Uluslararası göçler; devletlerin ekonomilerini, iç ve dış politikalarını, toplumsal yapılarını ve sosyal politikalarını etkilemeleri bakımından önem taşımaktadır.67 

Göç edenlerin geçiş sırasında pasaport, vize gibi resmi belgeler kullanmaları göçün düzenli göç olarak adlandırılmasına; kullanmamaları ise göçün düzensiz göç olarak adlandırılmasına neden olmaktadır. Göç eden kişiler en geniş hali ile göçmen olarak tanımlanabilmektedir ler. Kişilerin kendi iradeleri dışında devlet otoritesi ile veya farklı nedenlerle gönüllü olmadan yaşadıkları yerleri terk etmeleri durumu, zorunlu göç olarak ifade edilmektedir. Zorunlu göç bir ülkeden diğer ülkeye gerçekleşebileceği gibi, ülke içerisinde de gerçekleşebilir. Zorunlu göçün ülke içinde gerçekleştiği hallerde, göç eden kişiler ülke içinde yerinden edilmiş kişi (Internally Displaced Person- IDP) olarak adlandırılırken; zorunlu göç bir ülkeden diğerine gerçekleşmiş ise göç eden kişiler uluslararası hukuk gereği sığınmacı veya mülteci olarak adlandırılmaktadır lar 

Sığınmacı, ülkesinden başka bir ülkeye giden ve ulaştığı ülkede sığınma arayan kişiyi ifade etmek için kullanılmaktadır. Mülteci kavramı ise, sığınma başvurusu incelenmiş ve ulaştığı ülkede; ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle ülkesinde zulme uğramış veya uğrayacağına dair haklı korkusu olduğu kanaatini oluşturan ve böylece kendisine sığınma sağlanacak kişiyi ifade etmektedir. Kısaca, sığınma arayan kişinin, kendisine ilişkin değerlendirme devam ederken sığınmacı; değerlendirmenin olumlu olması halinde ise mülteci olarak adlandırıldığını belirtmek yanlış 
olmayacaktır. 

Bu süreçte en genel ifade ile göçmenlerin, ayrıldıkları ülke kaynak ülke, ulaşmak istedikleri nihai ülke hedef ülke ve hedef ülkeye ulaşma aşamasında geçtikleri ülkeler ise transit ülke olarak adlandırılmaktadır. 

Ortadoğu-2010 

‘Arap Baharı’ olarak da adlandırılan süreç 2010 yılında Tunus’taki gösterilerle 
başlamıştır. Bu gösterilerde tezgahına el konduğu için kendini yakan işportacı Tunuslu, simge haline gelmiş, bu olaydan sonra başlayan gösterileri Ocak 2011’de Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin istifası izlemiştir. Olaylar devamında Mısır’ı etkilemiştir. Şubat 2011’de Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek istifa etmiş, yerine gelen Müslüman Kardeşler Örgütü’nden Muhammed Mursi’ye karşı da tepkiler devam etmiş ve Temmuz 2013’te Mısır ordusu yönetime el koymuştur. Libya da bu gösterilerin yaşandığı ülkelerden biridir. Muhalifler ve Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin güçleri arasındaki mücadele NATO’nun askeri müdahalesi ve Kaddafi’nin yönetimden uzaklaştırılması ile sonuçlanmıştır.68 

Mart 2011’de Yemen, Ürdün, Sudan, Suudi Arabistan ve Suriye’de de gösteriler 
başlamıştır. Suriye’deki gösteriler Beşar Esad yönetiminin sert müdahaleleri ve muhaliflerin güçlü askeri direnişi nedeniyle iç savaş halini almıştır ve yaklaşık dört yıldır devam etmektedir.69 

Gösterilerin ilk aylarında, bölgedeki otoriter rejimlerin yıkılarak Arap coğrafyasın da radikal bir dönüşüm yaşanacağı beklentisi70 dile getirilirken; ilerleyen dönemlerde, bu beklentilerin seyri değişmiş ve çatışmalar özellikle Suriye bakımından ilk akla gelen görüntü halini almıştır. Çatışmalar; sağlık hizmetlerine, gıdaya, eğitime erişimi engellemesi ve çalışma koşullarının kötüleşmesine ve hatta ortadan kalkmasına neden olması sebebiyle yaşamı 
olumsuz yönde etkilemektedir. Çatışmalarla eş zamanlı olarak bireysel silahlanma da artmakta, böylece insan hakları ihlalleri sürekli hale gelmektedir. 

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) verilerine71 göre, bu 
durum 2011’in ilk aylarından itibaren Suriye’den resmi kayıtlara göre 3 milyondan fazla kişinin ayrılmasına neden olmuş; 6,5 milyon kişi ise ülke içinde yerinden edilmiştir. Göç hareketlerindeki genel eğilime uygun olarak göç edenlerin büyük çoğunluğunun Lübnan, Ürdün, Türkiye başta olmak üzere bölge ülkelere gittikleri bilinmektedir. 

Lübnan'da, Suriye'den toplu göç eden mülteciler ülke nüfusunu yüzde 26 artırmış; Lübnan'ın ev sahipliği yaptığı mültecilerin sayısı, son üç yılda AB'ye sığınmak isteyen ve AB'nin yeniden yerleşim yeri sağladığı toplam Suriyelinin 715 katına ulaşmıştır.72 Yoğun göçe rağmen Lübnan, açık kapı politikasını istisnasız olarak uygulamıştır. Türkiye ve Ürdün ise sınırlarını kapatmamakla birlikte; güvenlik kaygıları nedeniyle göç edenlerin geçişlerini daha sınırlı tutmuştur. Ürdün, sınırlarını açık tuttuğunu ilan etse de girişleri kısıtlamış, bazı 
hallerde ülkeye girişe izin vermemiştir. Irak Merkezi Hükümeti de, acil vakalar ve aile birleşimi dışında girişleri kabul etmemektedir. Mart 2013’ten bu yana ülkeye girişleri fiilen sona erdirmiştir. Türkiye’nin de, Suriye sınırından girişleri azaltmaya çalıştığı, gelenlerin sınıra yakın kamplarda kalmalarına çaba gösterdiği bilinmektedir.73 

Göç etmek zorunda kalan kişilerin önemli bir kısmı Suriyeli olmakla birlikte, önceki yıllarda Suriye’ye yerleşen ve Suriye’de mülteci olarak bulunan Filistinliler de göç etmek zorunda kalmışlardır.74 Bu insanlar da çatışmalarla birlikte Lübnan, Ürdün ve Mısır’a göç etmek zorunda kalmıştır. Suriye’deki çatışmalar nedeniyle bölgede toplam 12 mülteci kampı ve 560.000 mülteci önemli şekilde etkilenmiştir. BM Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu UNRWA’nın tahminlerine göre hala Suriye’de bulunan 480.000 Filistinli mültecinin %95’i insani yardıma ihtiyaç duymaktadır. Diğer yandan UNWRA’nın imkanlarının 1/3’ü Suriye’deki çatışmalar nedeniyle kullanılamaz hale gelmiştir. 

Suriye’den Türkiye’ye Göç Edenler 

Ortadoğu’da günümüzdeki çatışmaların en önemli sonuçlarından biri Suriye’den 
zorunlu göçtür. BM verilerine 75 göre Mart 2015 itibarıyla 3,9 milyondan fazla kişi Suriye’den göç etmek zorunda kalmıştır. Bu kişilerden 1,1 milyon kadarı Lübnan’da, 1,7 milyon kadarı Türkiye’de, 600 bin kadarı Ürdün’de 200 bin kadarı Irak’ta yaşamaktadır. 

Genel olarak zorla yerinden edilen kişilerin göç etmeden önceki dönemde fiziksel ve psikolojik travmalar yaşadıkları; kadın ve çocukların canlı kalkan olarak kullanılmasına 76 kadar her türlü şiddete maruz kaldıkları bilinmekte; Suriye örneğinde kişilerin hayatlarını idame ettirmeleri için gereken çalışma koşullarının ortadan kalktığı, gelirlerinin olduğu hallerde dahi temel gıda ürünlerinin 77 ve ilaçların 78 temin edilemediği insan hakları örgütlerinin raporlarında yer almaktadır. 

Göç edenler, sığınma aramak üzere, çoğu kez hayati risk taşıyan koşullarda bir 
ülkeden diğerine geçmek zorunda kalmaktadırlar. Bu sırada yaşanan kazalar sırasında ölüm, kaybolma olaylarının da gerçekleşmesi nedeniyle ailelerin parçalanması söz konusu olmaktadır. Bu noktada devletlerin insani kriz hallerinde dahi pasaport ve vize gibi resmi geçiş belgeleri istemesi mültecilerin riskli yollara yönelmelerinin sebebidir. Ayrıca kimi zaman bu belgeler de yeterli olmamakta, sığınma arayan kişilerin ülkelere girişlerine izin verilmemekte veya bir şekilde giriş yapsalar dahi geldikleri ülkeye sınır dışı edilebilmektedirler.79 

Ayrıca, Suriye’den gelen ve Türkiye’den sığınma talep eden Filistinlilerin, Suriye 
vatandaşlarına sağlanan geçici korumadan yararlanabilecekleri ve vizeye gerek olmadığı ifade edilse de; UAÖ raporuna göre, bu durumun uygulamada karşılığı bulunmamakta, bu nedenle Suriye’den gelen Filistinliler, Türkiye’ye düzensiz yollardan giriş yapmak zorunda kalmaktadır.80 

Bir başka sorun da kaçakçılar, başka aracılar veya hane halkından kişilerin 
yönlendirmesiyle küçük ve genç kadınların para ve maddi çıkarlar karşılığı satılması; resmi olmayan ve hukuki korumadan yoksun yöntemlerle geçici olarak evlendirilebilmesi dir. Böylece kadın ve çocuklar insan ticaretinin bir parçası haline getirilmekte; şiddet ve cinsel sömürüye maruz kalmaktadırlar. 

Göç edenlerin pek çoğu bir sonraki ülkeye (transit veya hedef ülkeye) ulaştıklarında da yeni sorunlarla karşılaşmaktadırlar. 

Öncelikle kişilerin sahip oldukları statülerin ve dahil edildikleri sınıflandırmanın 
onların bireysel/kişisel güvenliklerini etkilediği söylenebilir. Zira göçmen, mülteci, kaçak, kaçak göçmen, misafir gibi farklı kavramların aynı grubu tanımlamak için kullanılması bu kişilerin toplum tarafından farklı algılanması ve bu nedenle kendilerine tepki duyulmasına neden olabilmektedir. Göç eden kişilerin gerekli inceleme yapılmaksızın suçlu olarak algılanmaları, iltica ve göç konusunda yeterli bilgi sahibi olmayan toplumlarda tepki oluşması ihtimalini artırmaktadır. Asıl olarak, Ekim 2014 tarihli Geçici Koruma Yönetmeliği 81 
uyarınca Türkiye’deki Suriyeliler geçici korumaya tabidirler, yani Türkiye’de bulunmalarının, eleştirilmekle birlikte 82, hukuki bir karşılığı bulunmaktadır. 

Bu konuda ORSAM’ın 2015 yılının başında yayımladığı raporda belirttiği noktalar 
dikkat çekicidir. Raporda; ‘yerel halk arasında Suriyelilerin asayişi bozduğu yönünde bir söylem oluş[tuğu]…ancak bunun karşılığının olmadığının görül[düğü]; buna rağmen ‘en ciddi güvenlik riski[nin] yerel halk arasında var olan tepkinin bir provokasyon neticesinde şiddet içeren kitlesel tepkiye dönüşmesi ihtimali olduğu’83 ifade edilmiştir. 

Göç edenlerin gittikleri ülkede yaşadıkları bir başka sorunsa geçiş yaparak geldikleri sınıra yakın bölgelerde yerleşmek zorunda kalmalarıdır. Türkiye’nin çatışmaların devam ettiği Suriye ile sınır komşusu olması bu durumu daha da sorunlu hale getirmektedir. 

Gelen Suriyelilerin 248 bin84 kadarı kamplarda barınmaktadır. Türkiye’deki 
kampların konumu, ‘bazı mülteci kampları ya tam sınırda, ya da sivilleri bölgenin kontrolü için sürekli rekabet eden gruplar arasındaki çatışmalara maruz bırakacak kadar sınıra yakın’85 oldukları nedeniyle eleştirilmektedir. Bu durum; göç edenlerin, çatışma ve savaş ortamından uzaklaşmak üzere geldikleri yeni yerlerde güvenlik tehdidini hissetmeye devam etmelerine neden olmaktadır. 

Bir başka açıdan, benzer saldırı tehdidini sınıra yakın yerleşim alanlarında yaşayan yerel nüfus da hissetmektedir.86 Bu bölgelerde yaşanan saldırılarda birçok Türkiye vatandaşı roket saldırıları ve serseri kurşunlar nedeniyle hayatını kaybetmiştir. Özellikle 11 Mayıs 2013 tarihinde Hatay Reyhanlı’da gerçekleşen terör olayının87 ardından bu tehdit hissi yaygınlaşmış, sonrasında Suriyelilerin Türkiye’deki varlığı bu saldırının nedenlerinden biri olarak değerlendirilebilmiştir. 

Ekonomik güvenlik bakımından değerlendirdiğimizde; Türkiye’de özellikle 
Suriye’den yoğun göç alan sınır illerinde işgücü arzının talebe oranla çok daha fazla olmasının işgücü piyasasındaki ücretleri düşürdüğü görülmektedir. Ücretlerin düşüşündeki bir diğer etmen, bölgeye göç edenlerin çok büyük bir kesiminin çalışma izninin olmayışıdır. 

Böylece yasal olarak haklarını arayamayan 88 mülteciler, vatandaşlarla aynı işleri daha düşük ücretlere ve sosyal güvencelerden yoksun olarak yapmaktadır lar. Çocuk işçilerin ise, yetişkinlerden de daha düşük ücret aldıklarını; bu nedenle daha fazla tercih edildiklerini ve daha fazla sömürüye maruz kaldıklarını ifade etmek gerekmektedir. Güvencesiz çalışmayı daha düşük ücret; kimi zaman ücretlerin bir kısmının/tamamının ödenmemesi ve gerekçesiz işten çıkarma takip etmektedir. 

Bu durum iş güvenliği ve gelir eşitliği bakımından hem bölgede yaşayan vatandaşlar hem de göç edenler için ciddi bir sorun oluşturmaktadır.89 Uluslararası AF Örgütü raporlarında; ücretlerdeki ayrımcılığın gerek Suriyeliler gerek Türkiyeli işçiler bakımından en sık şikayet edilen konulardan biri olduğu ve bu durumun ‘mültecilerle yerel nüfus arasında gerilimlere neden ol[duğu]’ belirtilmektedir. Rapora göre; ‘Suriyeli mültecilerin aldığı ücret 

Akçakale’de Türkiyeli bir kişinin aldığı ücretin yüzde 80’i, Şanlıurfa’da yarısı ile yüzde 80’i arası, Hatay ve Kilis’te yarısı ve İstanbul’da ise neredeyse üçte biri kadar.’90 

Ek olarak, Suriye’den bazı yatırımcı ve küçük işletme sahiplerinin, sermaye ve işlerini Türkiye’ye taşıması olumlu bir durum olarak karşımıza çıkarken; konut ve işyerlerine olan talep nedeniyle kiralarda artış yaşandığı ve kiralık ev bulmanın giderek zorlaştığı da raporlarda yer verilen durumlardan biridir.91 

Asgari yiyeceğe erişim bakımından gıda güvenliğini değerlendirirken, göç edenlerin farklı ekonomik koşullarda yaşadıklarını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu noktada kendi birikimlerini yanında getirebilen kişilerin, bu birikimleri tükenmediği sürece yiyeceğe erişimde sorun yaşamadıkları söylenebilir. Diğer yandan göç edenler kamplarda veya kamp dışında yaşayabilmektedirler. Türkiye’deki kamplarda kalanlar bakımından BM  yardımları, AFAD’ın gıda kartı gibi destekleriyle asgari yiyeceğe erişimin mümkün olduğu raporlarda yer alsa da kampların dışında kalan ve ekonomik kaynakları yetersiz olanlar bakımından gıda güvenliğinin olduğu söylenemez.92 

Sağlık hizmetlerine erişim, sağlık güvenliği bakımından ele alındığında göç edenlerin durumunun gittikleri ülkelere göre farklılık gösterdiği ifade edilmelidir. Türkiye’de Suriye’den göç edenlere ilişkin sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri için özel bir genelge 93 olduğu ve temel sağlık hizmetlerinden belli ölçüde yararlanabildikleri görülürken, bu ölçüye dair uygulamanın ilden ile farklılaşabildiğini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Ayrıca ‘kronik hastalıklar ya da sürekli tedaviyi gerektiren hastalıklar bu kapsamda değil[dir].94 

Yerel halk açısından ise; yoğun göç alan illerdeki yerel halkın, yerel hastanelerin 
kapasitesi nedeniyle sağlık hizmetlerinden göç öncesine oranla daha az yararlanabildiği görülmektedir. Bu durum hem yerel halkın hem de göç edenlerin sağlık güvenliğini doğrudan etkilemektedir. 

Ekonomik bakımdan yeterli imkanlara sahip olmayan Suriyelilerin gıda gibi temiz suya ve insan onuruna uygun yaşamalarını sağlayacak güvenli çevreye erişimlerinin de sorunlu olduğu bilinmektedir. Kötü yaşam koşulları haber ve belgesellere konu olduğu gibi, pek çok şehirde kolaylıkla gözlemlenebilecek şekilde park ve bahçelerde kendine yer bulmaya çalışan Suriyelilerin olduğu bilinmektedir. Bu aşamada, kamplarda yaşayanların çoğunun, güvenliğin inceleyeceğimiz boyutları bakımından kamp dışındakilere oranla daha iyi durumda olduğu; ancak gelenlerin %85’inin kamp dışında yaşadığı, dolayısıyla Türkiye’deki Suriyelilerin yaşadığı sorunların asıl önemli kısmıyla kamp dışındakilerin karşılaştığı ifade edilmektedir.95 Kampların kapasitelerinin dolması ise daha fazla sayıda kişinin kamplarda barındırılmasına engeldir. 

Toplumsal güvenlik bakımından yapılacak değerlendirme de olumlu olmamaktadır. 

Göç ettikleri pek çok yerde Suriyelilere karşı nefret söylemine varan haberler yapılmakta ve gelenlerin gitmesi yönünde gösteriler düzenlenmektedir. Suriyeli gençlerin üniversite öğrencisi olabilmesinden ev kiralamalarına, Suriyelilere yapılan yardımlardan verilen sağlık hizmetlerine ve çalışmalarına kadar her şey, medyada kendine büyük ölçüde olumsuz haberler ve köşe yazıları olarak yer bulmakta; böylece konu hakkında etraflıca bilgi sahibi olmayan büyük bir kesimin bu konuda olumsuz yargılar edinmesine neden olmaktadır. Benzer olumsuz tutum kendini siyasi güvenlik bağlamında da göstermektedir; Suriyelilerin Türkiye’deki varlıkları yerel gazetelerde ve sosyal medyada bölücülük, terör yandaşlığı gibi kavramlarla değerlendirilebilmektedir. 

BM kurumlarının uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarını dikkate alarak, Suriye’den göç etmek zorunda kalan kişilerin insan güvenliği için temel olan bireysel/kişisel, ekonomik güvenliklerinin; gıda, sağlık, çevre, toplumsal ve siyasi güvenliklerinin bulunduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. 

Sonuç 

Dolaylı ve doğrudan tehditler insan güvenliğini tehlikeye düşürdüğü ölçüde 
kendilerini güvende hissetmeyen bireyler göç etmekte; hem göç esnasında hem de sonrasında öncelikle kendileri ve devamında göç ettikleri yerlerde yaşayan halklar, yeni insan güvenliği sorunları ile karşılaşmaktadırlar. Böylece insan güvenliği ve göç olgusu döngüsel bir seyir izlemektedir. 

2010 sonrası Suriye’deki çatışmalar; Filistinli mülteciler meselesinden sonra, 
dünyadaki en büyük mülteci krizinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Suriye’nin durumu göz önünde bulundurulduğunda, Suriye’den göç edenlerin uzun süre ülkelerine dönemeyeceklerini öngörmek yanlış olmayacaktır. TC Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın raporuna göre, ‘Suriyeli sığınmacıların sadece yarıdan azı Suriye’ye döndükleri zaman barınacakları bir yerleri ve bir işlerinin olacağını düşünmektedir’96. Bu nedenle, Suriye’den göçün geçici bir durum olmadığını tespit etmek gerekmektedir. 

Göçmenlerin ulaştıkları ülkelerdeki kalış süreleri arttıkça karşılayan ülke halkından aldıkları tepki de artmaktadır. Tepki sadece süre ile değil, aynı zamanda göçmenlerin sayısının fazlalığı; göçmenler ve karşılayan ülke halkının etnik kökenlerinin, dinlerinin veya toplumsal yapılarının benzerliğinin olmaması veya az olması; varış ülkesindeki ekonomik koşulların kötülüğü; toplumsal ve/veya ekonomik bir krizin varlığı veya ihtimali; göçmenlerin ayrıldıkları ülke ile varış ülkesinin ilişkilerinin kötü olması gibi nedenlerle artabilmektedir. 

Ayrımcılık, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık gelişmiş ülkeler için ayrı bir endişe kaynağı olmaya başlamıştır. 

Başlangıçta, ‘hoşgörülü olmak’ üzerinden söylem geliştiren birey / halk / devletlerin; süreç içerisinde ötekileştirme, ayrımcılık, ırkçılık, nefret söylemi ve hatta fiili saldırıda bulunabildikleri görülmektedir. Türkiye’ye Suriye’den gelenlerin kendi il ve ilçelerinden atılması için sosyal medyada kampanyalar yürüten Türkiye’deki bazı gruplar, bu değişimin hem coğrafi hem de tarihi olarak en yakın örneklerini oluşturmaktadırlar. 

Tam da bu nedenle gerek Suriye’den gelenler, gerek diğer göç etmek zorunda kalan gruplar, gerek de vatandaşlar bakımından, bu durumun insan güvenliğini oluşturan tüm alt başlıklar çerçevesinde değerlendirilmesi ve devamında uzun dönemli politikalar izlenmesi hayati önem taşımaktadır. Politikaların ve sosyal desteklerin sürdürülebilirliği kadar; zorunlu göç eden bu kişilerin devamlı olarak mağdur ve zayıf gösterilmelerinden vazgeçilmesi ve tüm bu insanlara, insan onuruna yaraşır yaşam koşullarını sağlayacakları imkanların oluşturulması 
da büyük önemdedir. 

Eğitim, sağlık, barınma, çalışma gibi önemli konularda Suriyelilere özel 
uygulamaların ötesinde Türkiye’de çok sayıda bulunan Afganlar, Iraklılar ve diğer göç etmek zorunda kalan gruplar için de düzenlemeler yapılmalı; tüm bu düzenlemeler yapılırken ise Türkiye kamuoyunun zorunlu göç konusundaki farkındalığı nın artırılması yönünde çalışmalar da gerçekleştirilmelidir. 

Asıl olarak meselenin bir kaynak paylaşımı sorunu olduğu düşünülürse, tüm insanları kapsayacak eşitlikçi bir zemin oluşturulmasının; düzensiz göçü önleme çabalarından çok daha etkili olacağının ve insan güvenliğini gerçek anlamda sağlamayı hedefleyen politikaların bu eşitlikçi anlayış üzerine oluşturulması gerekliliğinin altını çizmek gerekmektedir. 


Kaynaklar 

Amnesty International Briefing, ‘Turkey: National Authorities and The International Community Must Act in Partnership to Meet the Needs of Syrian Refugees’, Londra, 2013. 

Avrupa-Akdeniz İnsan Hakları Ağı (Euro-Mediterranean Human Rights Network), ‘Belirsizlik: Türkiye’deki Suriyeli Mültecilerin Durumunu En İyi Anlatan Kelime’, Ekim 2011. 

Barış ve Demokrasi Partisi, ‘Suriyeli Sığınmacılar Raporu’, 4 Temmuz 2011. 

BMMYK, ‘Suriyeliler artan güvensizlik ve kötüleşen şartlardan kaçarken, Suriyeli 
mültecilerin toplam sayısı 3 milyona erişti’, Basın Bildirisi, 29 Ağustos 2014, 
http://www.unhcr.org.tr/?content=581 (Erişim Tarihi 3 Ekim 2014). 

Çatır, Gül ‘Zorunlu Göç Tecrübesinin Devlet Politikalarındaki Yansıması: 
Bulgaristan’dan Türkiye’ye Kitlesel Göçün Analizi’, S.Gülfer Ihlamur-Öner ve N.Aslı Şirin Öner (der.), Küreselleşme Çağında Göç, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 217-232. 

Duran, Burhanettin ve Nurullah Ardıç, ‘Arap Baharı’, Şaban Kardaş ve Ali Balcı 
(der.), Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul, Küre Yayınları, 2014, s. 456-465. 

Erşen, Emre ‘Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Dünya Siyaseti’, Şaban Kardaş ve Ali Balcı (der.), Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul, Küre Yayınları, 2014, s. 41-56. 

Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, ‘Göz Ardı Edilenler: İstanbul’da Yaşayan Suriyeli Sığınmacılar’, İstanbul, 13 Mart 2013. 

Grisgraber, Daryl, ‘Syrian Refugees: Reliance on Cams Creates Few Good Options’, Refugees International: Field Report, 5 Aralık 2012. 

Grisgraber, Daryl and Marc Hanson, ‘Aid Inside Syria: Too Little, But Not Too Late’, Refugees International: Field Report, 25 Nisan 2013. 

Kale, Başak ‘Nüfus Hareketleri ve Göç’, Şaban Kardaş ve Ali Balcı (der.), 
Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul, Küre Yayınları, 2014. 

Kardaş, Tuncay ‘Güvenlik’, Şaban Kardaş ve Ali Balcı (der.), Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul, Küre Yayınları, 2014, s. 226-234. 

Korucu, Serdar, ‘Suriye Yerle Bir Olduktan Sonra’, Hayata Destek Derneği, İstanbul, 2013. 

Köşer Akçapar, Şebnem ‘Uluslararası Göç Alanında Güvenlik Algılamaları ve Göçün İnsani Boyutu’, S.Gülfer Ihlamur-Öner ve N.Aslı Şirin Öner (der.), Küreselleşme Çağında Göç, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 563-576. 

MAZLUMDER, ‘Türkiye’de Suriyeli Mülteciler-İstanbul Örneği Raporu’, İstanbul, Eylül 2013. 

MAZLUMDER, ‘Kamp Dışında Yaşayan Suriyeli Kadın Sığınmacılar Raporu’, Ankara, Mayıs 2014. 

Orhan, Oytun ‘Reyhanlı Saldırısı ve Türkiye’nin Suriye İkilemi’, Ortadoğu Analiz, Cilt 5, Sayı 54, Haziran 2013, s. 10-16. 

Orhan, Oytun ve Sabiha Senyücel Gündoğar, Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri, TESEV & ORSAM, Ankara, Ocak 2015. 

Ovalı, A.Şevket ‘Ütopya ile Pratik Arasında: Uluslararası İlişkilerde İnsan Güvenliği Kavramsallaştırması’, Uluslararası İlişkiler, Cilt 3, Sayı 10, 2006, s. 3-50. 

Resmi Gazete, ‘Geçici Koruma Yönetmeliği’, 22 Ekim 2014, Sayı 29153, Karar Sayısı: 2014/6883, 
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/10/20141022-15-1.pdf. 

Sert, Deniz ‘Küresel Hareketlilik ve Göç’, Evren Balta (der.), Küresel Siyasete Giriş, İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2014, s. 505-524. 

Suriye’den İstanbul’a Gelen Sığınmacılar İzleme Platformu, ‘Yok Sayılanlar; Kamp Dışında Yaşayan Suriye’den Gelen Sığınmacılar İstanbul Örneği’, Eylül 2013. 

TC Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, 59259163-
010.06.02/12816 Sayılı Suriyeli Misafirlerin Sağlık ve Diğer Hizmetler Hk. Genelge’, 2013/8, 9 Eylül 2013. 

TC Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, ‘Türkiye’deki Suriyeli 
Sığınmacılar:2013 Saha Araştırması Sonuçları’, https://www.afad.gov.tr/Dokuman/TR/60-
2013123015491-syrian-refugees-in-turkey-2013_baski_30.12.2013_tr.pdf (10 Şubat 2015). 

TC Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, ‘Suriye İnsani Yardım Raporu’, 10 Ekim 2014, 
https://www.afad.gov.tr/UserFiles/File/Suriye%20%C4%B0nsani%20Yard%C4%B1m%20Raporu/Suriye%20%C4%B0nsani%20Yard%C4%B1m%20Raporu_%2010%20ekim%20(yeni).pdf (Erişim Tarihi 11 
Ekim 2014). 

TC Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, ‘Barınma Merkezlerinde Son Durum’, 13 Mart 2015, 
https://www.afad.gov.tr/tr/IcerikDetay1.aspx?ID=16&IcerikID=848 (Erişim Tarihi 18.03.2015). 

Tickner, J.Ann. ‘Re-visioning Security’, Ken Booth ve Steve Smith (der.), 
International Relations Theory Today, Oxford, Blacwell Publishers, 1995, s.175-197. 

Uluslararası Af Örgütü, ‘Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler’, Kasım 2014, 
http://amnesty.org.tr/uploads/Docs/hayatta-kalma-mucadelesi-turkiye'deki-suriye'den-gelen-multeciler720.pdf (Erişim Tarihi 10 Mart 2015). 

Uluslararası Af Örgütü, ‘Dünya Suriye’nin Mülteci Krizi Karşısında Aciz Kalıyor’, Basın Açıklaması, 5 Aralık 2014, 
http://amnesty.org.tr/icerik/2/1460/dunya-suriye    (Erişim Tarihi 8 Aralık 2014). 

Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK)&Brookings Enstitüsü, ‘Suriyeli Mülteciler Krizi ve Türkiye: Sonu Gelmeyen Misafirlik Raporu’, 
Kasım 2013. 

United Nations, ‘2014 Syria Regional Response Plan, http://www.unhcr.org/syriarrp6/ (Erişim Tarihi 11 Ekim 2014). 

UNHCR, ‘Syria Regional Refugee Response’, 18 Mart 2015, 
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php (Erişim Tarihi 10 Mart 2015). 


UNRWA, ‘Syria Regional Crisis, Emergency Appeal - Regional Response 2015’, 
http://www.unrwa.org/sites/default/files/syria_regional_crisis_emergency_appeal_2015_english.pdf (Erişim Tarihi 10 Mart 2015). 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


54 Tuncay Kardaş, ‘Güvenlik’, Şaban Kardaş ve Ali Balcı (der.), Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul, Küre Yayınları, 2014, s. 228. 
55 J.Ann.Tickner, ‘Re-visioning Security’, Ken Booth ve Steve Smith (der.), International Relations Theory Today, Oxford, Blacwell Publishers, 1995, s. 185. 
56 Tickner, A.g.y., s.182. 
57 Tickner, A.g.y., s.188-189. 
58 A.Şevket Ovalı, ‘Ütopya ile Pratik Arasında: Uluslararası İlişkilerde İnsan Güvenliği Kavramsallaştırması’, Uluslararası İlişkiler, Cilt 3, 
    Sayı 10, 2006, s. 7-14. 
59 Şebnem Köşer Akçapar, ‘Uluslararası Göç Alanında Güvenlik Algılamaları ve Göçün İnsani Boyutu’, S.Gülfer Ihlamur-Öner ve 
N.Aslı Şirin Öner (der.), Küreselleşme Çağında Göç, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 570-571. 
60 Şebnem Köşer Akçapar, ‘Uluslararası Göç Alanında Güvenlik Algılamaları ve Göçün İnsani Boyutu’, S.Gülfer Ihlamur-Öner ve N.Aslı Şirin Öner (der.), Küreselleşme Çağında Göç, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 571 içinde İbrahim, M. (2005), ‘The Securitization of Migration: A Racial Discourse’, International Migration, 43(5): s. 169. 
61 Köşer Akçapar, A.g.y., s. 571-573. 
62 Ovalı, A.g.y., s. 19 içinde Human Security Now, Human Security commission Report, New York, 2003, s. 4. 
63 Ovalı, A.g.y., s. 21 içinde Kanti Bajpai, Human Security: Concept and Measurement, s. 40. 
64 Gül Çatır, ‘Zorunlu Göç Tecrübesinin Devlet Politikalarındaki Yansıması: Bulgaristan’dan Türkiye’ye Kitlesel Göçün Analizi’, 
    S.Gülfer Ihlamur-Öner ve N.Aslı Şirin Öner (der.), Küreselleşme Çağında Göç, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 231. 
65 Bu aşamada insan ticareti ve insan kaçakçılığının birbirinden farklı durumları ifade ettiğini vurgulamak önem taşımaktadır.  İnsan kaçakçılığında göçmenler kendi iradeleri ile kaçakçılarla birlikte hareket etmekte iken; insan ticaretinde, ticarete konu  olan kişiler iradeleri dışında borç, tehdit vb. nedenlerle insan tacirlerinin iradeleri doğrultusunda hareket etmektedirler. 
66 Köşer Akçapar, A.g.y., s. 571. 
67 Başak Kale, ‘Nüfus Hareketleri ve Göç’, Şaban Kardaş ve Ali Balcı (der.), Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul, Küre Yayınları, 2014, s. 402’de 
Bill Jordan ve Franck Düvell, Irregular Migration: The Dilemmas of Transnational Mobility, Cheltenham: Edward Elgar, 2003. 
68 Emre Erşen, ‘Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Dünya Siyaseti’, Şaban Kardaş ve Ali Balcı (der.), Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul, Küre Yayınları, 2014, s. 55. 
69 Erşen, A.g.y., s. 55. 
70 Burhanettin Duran ve Nurullah Ardıç, ‘Arap Baharı’, Şaban Kardaş ve Ali Balcı (der.), Uluslararası İlişkilere Giriş, İstanbul, Küre Yayınları, 2014, s. 456. 
71 BMMYK, ‘Suriyeliler artan güvensizlik ve kötüleşen şartlardan kaçarken, Suriyeli mültecilerin toplam sayısı 3 milyona erişti’, Basın Bildirisi, 29 Ağustos 2014, http://www.unhcr.org.tr/?content=581 (Erişim Tarihi 3 Ekim 2014). 
72 Uluslararası Af Örgütü, ‘Dünya Suriye’nin Mülteci Krizi Karşısında Aciz Kalıyor’, Basın Açıklaması, 5 Aralık 2014, 
 http://amnesty.org.tr/icerik/2/1460/dunya-suriye (Erişim Tarihi 8 Aralık 2014). 
73 Türkiye’de Suriyeli Mülteciler-İstanbul Örneği Raporu, İstanbul, MAZLUMDER, Eylül 2013, s. 4-6. 
74 Suriye’den Türkiye’ye gelenlerin hem Suriyeliler hem Filistinliler olması; gelenlere ilişkin misafir, mülteci, sığınmacı gibi farklı kavramların kullanılması nedeniyle bu çalışmada ilgili kavramsal farklılığa sadece değinilmiş; ‘Türkiye’ye göç edenler’ gibi geniş bir ifade kullanılması tercih edilmiştir. 
75 UNHCR, Syria Regional Refugee Response, 18 Mart 2015, 
 http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php (Erişim Tarihi 10 Mart 2015). 
76 Kamp Dışında Yaşayan Suriyeli Kadın Sığınmacılar Raporu, Ankara, MAZLUMDER, Mayıs 2014, s. 16-17. 
77 Serdar Korucu, Suriye Yerle Bir Olduktan Sonra, İstanbul, Hayata Destek Derneği, 2013, s. 21. 
78 UNRWA, Syria Regional Crisis, Emergency Appeal - Regional Response 2015 
 http://www.unrwa.org/sites/default/files/syria_regional_crisis_emergency_appeal_2015_english.pdf’te   hem artan ilaç ihtiyacı hem de iç üretimin durmasının ilaç teminini zorlaştırdığı ifade edilmektedir. 
79 Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler, Uluslararası Af Örgütü, Kasım 2014, 
 http://amnesty.org.tr/uploads/Docs/hayatta-kalma-mucadelesi-turkiye'deki-suriye'den-gelen-multeciler720.pdf 
(Erişim Tarihi 10 Mart 2015) raporunda Türkiye’ye giriş izni verilmeyen kişilerden bahsedilerek geçiş sırasında güvenlik güçleri tarafından vurularak iki gözünü de kaybeden 14 yaşındaki Ali Özdemir’in durumuna geniş yer verilmiştir. 
80 Uluslararası Af Örgütü, A.g.y., s. 12-13. 
81 Geçici Koruma Yönetmeliği, Resmi Gazete, 22 Ekim 2014, Sayı 29153, Karar Sayısı: 2014/6883, 
     http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/10/20141022-15-1.pdf. 
82 Eleştiriler, geçici koruma statüsünün kişiler bakımından sorun çözücü nitelikte olmayışı, ancak bir geçiş statüsü olarak kullanılması gerektiği anlayışından kaynaklanmakla birlikte, bununla ilgili tartışmaya bu çalışma çerçevesinde yer verilmeyecektir. 
83 Oytun Orhan ve Sabiha Senyücel Gündoğar, Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri, Ankara, TESEV & ORSAM, Ocak 2015, s. 8-9. 
84 TC Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, ‘Barınma Merkezlerinde Son Durum’, 13 Mart 2015, 
     https://www.afad.gov.tr/tr/IcerikDetay1.aspx?ID=16&IcerikID=848 (Erişim Tarihi 18 Mart 2015). 
85 Suriyeli Mülteciler Krizi ve Türkiye: Sonu Gelmeyen Misafirlik Raporu, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) & Brookings  Enstitüsü, Kasım 2013, s. 43. 
86 Orhan ve Senyücel Gündoğar, A.g.y., s. 9. 
87 Reyhanlı saldırısı hakkında detaylı bilgi için bkz. Oytun Orhan, ‘Reyhanlı Saldırısı ve Türkiye’nin Suriye İkilemi’, Ortadoğu Analiz, Cilt 5, Sayı 54, Haziran 2013, s. 10-16. 
88 MAZLUMDER, A.g.y., s. 40. 
89 MAZLUMDER, A.g.y., s. 41- 42. 
90 Uluslararası Af Örgütü, A.g.y., s. 25. 
91 Orhan ve Senyücel Gündoğar, A.g.y., s. 8. 
92 Uluslararası Af Örgütü, A.g.y., s. 25’te kişilerin belirli marketlerden kendi yiyeceklerini satın alabilmelerine olanak veren ve BM Dünya Gıda Programı tarafından uygulanan kupon programından yalnızca kamplarda kalan bireylerin yararlanabildiği ifade edilmektedir. 
93 09.09.2013 tarihli 59259163-010.06.02/12816 Sayılı Suriyeli Misafirlerin Sağlık ve Diğer Hizmetler Hk. Genelge, 2013/8, TC Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı. 
94 Uluslararası Af Örgütü, A.g.y., s. 33. 
95 Orhan ve Senyücel Gündoğar, A.g.y., s. 10. 
96 TC Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, ‘Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacılar:2013 Saha Araştırması Sonuçları’, 
https://www.afad.gov.tr/Dokuman/TR/60-2013123015491-syrian-refugees-in-turkey-2013_baski_30.12.2013_tr.pdf   (10 Şubat 2015), s. 54. 


***

Terör Kavramı Kapsamında Ortadoğu’da Kimyasal Terör

Terör Kavramı Kapsamında Ortadoğu’da Kimyasal Terör 


HULUSİ EKBER KAYA


Özet 

11 Eylül terör saldırılarının sonucunda terör kavramı yeniden tartışılmaya 
başlanmıştır. Soğuk Savaş’dan, saldırıların gerçekleştiği tarihe kadar ABD, ideolojilerle mücadele ederken, 11 Eylül saldırılarından sonra bu mücadele yerini “İslami Terör”e karşı mücadeleye bırakmıştır. “İslami Terör” kavramı her ne kadar Müslüman toplumlar tarafından kabul edilmeyen ve tartışılan bir kavram olsa da uluslararası arenada genel kabul gördüğü bir gerçektir. Söz konusu kavramın uluslararası ilişkiler literatürüne girmesiyle birlikte gözler ABD’nin şer ekseni içine dahil ettiği İran ve Irak’a çevrilmiştir. 

Özellikle kitle imha silahlarına sahip olduğu ve terörü desteklediği iddia edilen bu ülkeler ellerinde bulundurdukları saldırı kapasiteleriyle, ABD’nin kendisine herhangi bir saldırı yapılabileceğini düşünmeye itmiştir. ABD, Irak müdahalesinin gerekçesini Saddam rejiminin elinde bulundurduğunu düşündüğü kimyasal silahlara dayandırmaktaydı. Söz konusu silahların bölgedeki terör gruplarının eline geçmesinin mümkün olacağı ve bunun sonucunda da bölgede kimyasal terörün türeyeceği düşünülüyordu. 

2010 yılında Tunus’ta başlayan ve Kuzey Afrika ülkelerini etkileyen, daha sonraki yıllarda Ortadoğu’ya da sıçrayan Arap Baharı olarak adlandırılan halk hareketlerinin son ayağı olan Suriye’de de günümüzde devam eden çatışmalarda birçok insan hayatını kaybetmiştir. Suriye’de kullanılan kimyasal silahlar büyük tepki çekmiş ve bu silahların ne kadar tehlikeli olduğu gerçeğini dünya bir kez daha görmüştür. Fakat kimyasal silahların kim tarafından kullanıldığı tartışma konusu olmaya devam etmiş ve tekrar kimyasal terör kavramı gündeme gelmiştir. Kimyasal silahlar maliyetleri düşük, transferleri kolay ve ufak bir 
labaratuar ortamında bile üretilebilen silahlardır. Bu bağlamda terör grupları tarafından tercih edilen ve terör kavramının temelleri olan “korku yayma” ,“tedirgin etme” ve “şiddet” unsurlarını fazlasıyla taşıyan bu silahlar geçmişten günümüze çatışmalarla anılan bölgenin güvenliğini tehdit etmektedir. 

Bu çalışmada terör kavramına çeşitli perspektiflerden bakılarak kimyasal terör 
açıklanmaya çalışılacak ve Ortadoğu’da kimyasal terör sorunu irdelenerek özellikle bu sorunla anılan başlıca ülkeler incelenecektir. 

Terör Kavramı Kapsamında Ortadoğu’da Kimyasal Terör 

 Terörizmin akademik, sivil ve yasal alanlarda halen açık ve evrensel bir açıklaması yoktur.27 

11 Eylül 2001'den beri terörizmin tanımı için yeni bir aciliyet belirlenmiştir. 

Bu aciliyetin ardındaki temel neden terörizmin artık gözardı edilemeyecek hukuki sonuçları olan bir olgu olduğu gerçeğidir.28 Terörizm sınıfına giren hareketler devlet politikaları yönetmeliklerinde net bir şekilde karşılık bulamaz. Birini terörist olarak isimlendirmek Claudia Card’a göre sadece bir keşif yapmak değil, üzerlerine bir yargılama kondurmaktır.29 

 Bilindiği gibi en şiddetli ve en tehlikeli terörizm hükümet terörü olarak da kullanılan ülke terörizmidir. Ülke terörizmi; ülke veya ülkeyle bağlantılı grupların ülkenin kendi halkına karşı veya işgal altında olan başka bir halka karşı uyguladığı, hükümetin amaçlarını yerine getirmek için karşı çıkanları sindirme hedefinde olan bir terör şeklidir.30 

 Enders ve Sandler’e göre terörizm, normal dışı şiddetin alt kimliklerce vahşet veya normal dışı şiddet tehdidini kullanarak politik, dini, ideolojik amaçlarını gerçekleştirmek için büyük kitleler üzerinde korku yaratmasıdır.31 Chomsky, terörizmi; zorlayıcı niyetlerin, bir toplum üzerinde politik, dini veya diğer amaçları yerine getirmek için kullanılmasıdır şeklinde tanımlamıştır. Stern, terörizmi bir kitle ya da kitleleri etkilemek veya korkutmak amacıyla 
silahsız kişilere yönelik şiddet tehdidi veya hareketi olarak tanımlar.32 

Bir Siyaset bilimci olan Robert English’e göre terörizm politik bir amaç için heterojen bir şiddet kullanılması veya şiddet tehdidinde bulunulmasıdır. Birçok hareketi, hedefleri ve aktörleri içerebilir.33 

 Ted Honderich terörizmi politik şiddet olarak tanımlamaktadır. Honderich terörizmi veya politik şiddeti, politik ve sosyal niyetlerle, insanları korku içine sokmayı hedefleyen, ahlaki gerekçeleri konusunda soru işaretleri yaratan, ülkeler ve toplumlar arasında küçük çaplı şiddet yaratan ve uluslararası savaşlara uygun olmayan politik bir hareket olarak tanımlamaktadır.34 

 English’e göre teröristler ortak bir karakterde birleşir: psikolojilerinin normal durumu. Bu durum terörizm hareketlerine nasıl karşılık verileceğini belirler. Özellikle Amerikan savunma topluluğu kurallarında, terörizmin sadece İslamcı militan bir hareket olduğuyla ilgili yanlış bir bakış açısı vardır. Bütün terör hareketlerini İslam dini geleneklerine bağlamak doğru değildir. Din, teröristin terör yaratma konusunda itici gücü olabilir ancak politik ve sosyal bazı faktörler olmadan ortaya çıkamaz.35 

 Terörizm genellikle zayıf sivillerin güçlüye, ülkeye karşı yaptığı asimetrik strateji olarak görülür. Birçok durumda ülkelerin yaptığı hareketler terörizm olarak algılanmaktan çok, düşük düzeyli savaş, meşru müdafaa ve eğer başarılı olursa bölgesel ve pragmatik olarak görülür.36 

 Son zamanlarda uluslararası terör örgütlerinin ulaşım ağı belirgin bir hal almıştır. 

Birçok ülkede birçok temsilcileri vardır ve bir ülkeden fazlasına karşı aktif 
olabilmektedirler.37 Taktik olarak uygulanan terörizmi ülke temsilcileri ve askeri olmayan organizasyonlar arasındaki terörizmden ayırmak gerekir. Görüldüğü gibi, terörizmin tanımı henüz tam olarak yapılmamıştır. 38 

Tablo 1: Terörün belirleyicileri 39 


 Terörizm, toplumda genel bir korku ortamı oluşturmak ve belirli bir siyasi amacı elde etmek için sistematik bir şekilde şiddetin kullanılması olarak tanımlanmakta dır. Bir başka ifadeyle terörizm bir siyaset yapma biçimi, hatta siyasetin en radikal biçimi olarak da tanımlanabilir.40 

 Terörizm, uluslararası bir fenomen olduğu için, terörizme verilecek karşılık da uluslararası alanda olmalıdır. Eğer terörizmin tehdidine karşı etkili bir karşı tedbir düzenlenecekse, ilk olarak kabul edilebilir bir düzeyde sorunun tanımlanmasına ihtiyaç vardır.41 

 Terör, teknolojinin gelişmesi ile hem nitelik hem de nicelik olarak değişimlere uğramıştır. Günümüz anlayışında da terör türlerinden biri de nükleer, kimyasal, radyolojik ve bakteriyolojik terördür.42 Konvansiyonel silahlara göre çok daha fazla tahribat yapabilen ve çok daha fazla sayıda insan ve diğer türden canlının ölümüne neden olan silahlara kitle imha silahları denir.43 

 Sovyetler Birliği’nin dağılması, senelerce çok yüksek miktarlarda üretilen her türlü KİS kategorisindeki nükleer, biyolojik ve kimyasal silahın ve bunların yapımında kullanılan malzeme ve teknolojinin üzerindeki kesin Sovyet otoritesini de zaafa uğratmıştır. Aralarında İran, Irak, Libya ve Kuzey Kore’nin bulunduğu bir grup ülkenin bu silahlara ve/veya onları geliştirme kapasitesine sahip olmak maksadıyla doğrudan ya da terör gruplarını kullanarak girişimlerde bulundukları tespit edilmiştir. Bu süreç terörist grupların da KİS sahibi olmaları sonucunu doğurmuştur.44 Kimyasal silahlar için birçok tanım vardır. Klasik askeri tanımlara göre kimyasal silahlar zarar verdikleri organlara göre sınıflandırılır. Genellikle, kimyasal silahlar ciğer etkenleri, kan etkenleri, deri veya deri yakan etkenler ve sinir etkenleridir.45 

Ülkelerin büyük çoğunluğu tarafından imzalanan 1993 Kimyasal Silah Anlaşması, var olan bütün kimyasal silah stoklarını yok etmeyi ve ileride bunların geliştirilmesini, üretilmesini, stoklanmasını, transferini ve kullanımını engellemeyi amaçlamaktadır. Kimyasal silahlar öldürmek üzere yapılan, insan yapımı toksin maddelerdir.46 

 Kimyasal terör konusunda en büyük tehlike El Kaide gibi devlet dışı aktörlerden gelmektedir. Askeri ve dini duygularla motive edilmiş terörist organizasyonlar ülkelerden daha az ahlaki ve yasal kısıtlamalara uyarlar ve konvansiyonel silahları kullanmaya daha meyillidirler.47 El Kaide açık bir şekilde nükleer, biyolojik ve kimyasal silah olarak tanımlanan kitle imha silahlarını kullanma eğiliminde olduklarını belirtmiştir. 

Örneğin 21 Mayıs 2003’te El Kaide mensuplarından olan Nasir Bin Hamd al-Fahd, İslam kanununa göre KİS’in Batı ülkelerine karşı kullanılmasının uygun olduğunu söylemiştir.48 

 Bazı terörist gruplar büyük hedefler ortaya koyarlar ve bunları hayata geçirmek için KİS’i de içeren şiddet dolu ve konvansiyonel olmayan bir çok yola başvurmakta tereddüt etmezler. Dahası gizli terörist gruplar ve organizasyonlar konvansiyonel olmayan silahları elde etme ve kullanma becerisine sahiptir. Bu nedenle 1990’ların ortalarından itibaren KİS terörü uluslararası düzeydeki en önemli konulardan biri haline gelmiştir.49 

 Kimyasal Silah Antlaşması sadece devleti aktör olarak almaktadır. Anlaşma devlet dışı aktörlerce meydana getirilecek bir kimyasal terörizme değinmemiştir. Ancak Suriye’deki rejimin düşmesi ve kimyasalların Hizbullah gibi devlet dışı aktörlerin eline geçmesi ihtimali devletleri konu üzerinde düşünmeye itmiştir.50 Son yıllarda biyolojik ve kimyasal silahlar terörist örgütlerce korku salarak ve tehdit yaratarak amaçlarını yerine getirmek için bir araç haline gelmiştir. Gerçekten de El-Kaide örgütü gerektiği taktirde kimyasal ve biyolojik 
silahlar kullanmakta tereddüt etmeyeceklerini açık bir şekilde belirtmiştir.51 

 Suriye’nin kimyasal silahları hakkındaki endişeler sürmektedir. Beşar Esad’ın 
yönetimi kaybetmesi durumunda kimyasal silahları üzerindeki denetimini kaybetmesinden ve silahların muhalif grupların veya teröristlerin eline geçmesinden endişe edilmektedir. Bu durumda kimyasal maddelerin denetimi daha da zorlaşacaktır. Suriye Kimyasal Silah anlaşmasına taraf olmadığı için Suriye’nin sahip olduğu silahların gerçek miktarı hakkında net bir bilgi bulunmamaktadır.52 Teröristler toksik endüstriyel kimyasalları gitgide daha çok 
kullanmaktadır. Birçok ülkede bu maddelerin satışı denetlenememektedir. Bunların üretimi de büyük miktarda olduğu için denetlenmesi daha da zorlaşmaktadır. Teröristlerin gelişigüzel yapılan kimyasal silah denemeleri son yıllarda birçok kazaya sebebiyet vermektedir.53 

     Sonuç olarak, eğer ülkeler kimyasal silahlar konusunda ortak adımlar atarlarsa, özellikle Ortadoğu’da yaşanması muhtemel bir kimyasal terör saldırısının önüne geçebilirler. 

Burada ülkelerin birbirleriyle istihbarat paylaşımları önemli rol oynamaktadır. Aksi takdirde Ortadoğu’da halen devam etmekte olan çatışmalar ve karmaşa haline bir de kimyasal terör saldırısı eklenmesi olasılıklar dahilinde gözükmekte dir. Unutulmamalıdır ki terörizm istikrarsızlıklardan beslenir. 

Kaynakça 

 Adaskova ,Dasa – Chuguryan, Simona Chuguryan- Kucharcik, Rudolf, “The International Cooperation in the Fight Againist the WMD Terrorism”, 
European Researcher, Vol 65, No 12-2, 2013 

Aydın, Fatih Mustafa, "Etnik Ayrılıkçı Terörle Mücadele Politikaları Kapsamında Türkiye ve İspanya Analizi", Terörle Mücadelede Makro ve Mikro Perspektifler, 2011 

Caşın, Mesut Hakkı, Uluslararası Terörizm, Ankara 2008 

Cebeci, Münevver, "Defining the "New Terrorism": Reconstruction of the Enemy in the Global Risk Society", Uluslararası İlişkiler, Cilt. 8, Sayı. 32, 2012 

Chainoglou , Kalliopi, "Book Reviews", European Law Journal, Cilt.14, Sayı.4, 2008 

Chalela, Julio A. – Burnett,W. Thomas, “Chemical Terrorism for the Intensivist”, Military Medicine, Vol 177, No 495, 2012 

Friedman, David, “Biological and Chemical Weapons Arms Control in the Middle East”, The Nonproliferation Review, Vol 19, No 3, 2012, 

Kastanidou, Elisabeth Symeonidou-, "Defining Terrorism", European Journal of Crime, Criminal Law and Criminal Justice, Cilt. 12, Sayı.1, 2004 

Kibaroğlu, Mustafa, “Kitle İmha Silahları ile Terör: Kıyametin Yeni Eşiği mi?”, Avrasya Dosyası, Cilt 12, No 3, 2006 

Kibaroğlu, Mustafa, “Ortadoğu'da Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bölge (NSAB) Oluşturulması Çabaları ve Türkiye”, Ortadoğu Analiz, Vol 4, No 48, 2012 

Krieger, Tim - Meierries, Daniel, "What Causes Terrorism?", Public Choice, Cilt.147, Sayı.1-2, 2011 

Lizardo, Omar, "Defınıng and Theorizing Terrorism: A Global Actor-Centered Approach", Journal of World-Systems Research, Cilt.14, Sayı.2, 2008 

Meisels, Tamar, "Defining terrorism – a typology", Critical Review of International Social and Political Philosophy, Cilt. 12, Sayı. 3, 2009 

Panter , Heather, "Defining Terrorism and Counterterrorism Methods", Crime Law Soc Change 2012 

Reitan, Eric, “Defining Terrorism for Public Policy Purposes: The Group Target Definition", Journal of Moral Philosophy, 7, 2010 

Tucker, Jonathan B., “The Role of the Chemical Weapons Convention in Countering Chemical Terrorism”, Terrorism and the Political Violence, 
Vol 24-1, 2012 “Syria Crisis Highlights importance of Chemical Weapons Convention”, Strategic Comments, Vol 19, No 12, 2013 

Tucker, Jonathan B., “The role of the Chemical weapons Convention in Countering Chemical Terrorism”,Terrorism and The Political Violance, 
Vol 24, No 1, 2011 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


27 Heather Panter, "Defining Terrorism and Counterterrorism Methods", Crime Law Soc Change, 2012 58:, s. 579. 
28 Kalliopi Chainoglou, "Book Reviews", European Law Journal, Vol 14, No 4, 2008, s.509. 
29 Eric Reitan, “Defining Terrorism for Public Policy Purposes: The Group Target Definition", Journal of Moral Philosophy, 7, 2010, s.254. 
30 Elisabeth Symeonidou-Kastanidou, "Defining Terrorism", European Journal of Crime, Criminal Law and Criminal Justice, Vol 12, No 1, 2004, s.18-19. 
31 Omar Lizardo, "Defınıng and Theorizing Terrorism: A Global Actor-Centered Approach", Journal of World-Systems Research, Vol 14, No 2, 2008, s. 93. 
32 Omar Lizardo, a.g.m., s. 93. 
33 Heather Panter, a.g.m., s. 579. 
34 Tamar Meisels, "Defining terrorism – a typology", Critical Review of International Social and Political Philosophy, Vol 12, No 3, 2009, s. 335. 
35 Heather Panter, a.g.m., s. 580 
36 Münevver Cebeci, "Defining the "New Terrorism": Reconstruction of the Enemy in the Global Risk Society", Uluslararası İlişkiler, Vol 8, No 32, 2012, s. 39 
37 Elisabeth Symeonidou-Kastanidou, a.g.m., s. 20 
38 Omar Lizardo, a.g.m., s. 108 
39 Tim Krieger-Daniel Meierries, "What Causes Terrorism?", Public Choice, Vol 147, No 1-2, 2011, s.5. 
40 Fatih Mustafa Aydın, "Etnik Ayrılıkçı Terörle Mücadele Politikaları Kapsamında Türkiye ve İspanya Analizi", Terörle Mücadelede Makro ve Mikro Perspektifler, 2011, s.3. 
41 Mesut Hakkı Caşın, Uluslararası Terörizm, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2008, s.142. 
42 Haydar Çakmak, Terörizm, Ankara, Platin Yayınevi, 2008, s.33-40 
43 Mesut Hakkı Caşın, a.g.e., s.662 
44 Mustafa Kibaroğlu, “Kitle İmha Silahları ile Terör: Kıyametin Yeni Eşiği mi?”, Avrasya Dosyası, Cilt 12, No 3, 2006, s124-132. 
45 Julio A. Chalela-W. Thomas Burnett, “Chemical Terrorism for the Intensivist”, Military Medicine, Vol 177, No 495, 2012, s.497. 
46 Jonathan B. Tucker, “The Role of the Chemical Weapons Convention in Countering Chemical Terrorism”, Terrorism and the Political Violence, Vol 24-1, 2012, s.105-106. 
47 Jonathan B. Tucker, a.g.m., s.105. 
48 Jonathan B. Tucker, a.g.m., s.106. 
49 Dasa Adaskova-Simona Chuguryan-Rudolf Kucharcik, “The International Cooperation in the Fight Againist the WMD Terrorism”, 
European Researcher, Vol 65, No 12-2, 2013, s.2937-2938. 
50 “Syria Crisis Highlights importance of Chemical Weapons Convention”, Strategic Comments, 19/12, 2013,s.3. 
51 David Friedman, “Biological and Chemical Weapons Arms Control in the Middle East”, The Nonproliferation Review, Vol 19, No 3, 2012, s.401. 
52 Mustafa Kibaroğlu, “Ortadoğu'da Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bölge (NSAB) Oluşturulması Çabaları ve Türkiye”, Ortadoğu Analiz, Vol 4, No 48, 
2012, s.70. 
53 Jonathan B. Tucker, “The role of the Chemical weapons Convention in Countering Chemical Terrorism”,Terrorism and The Political Violance, 
Vol 24, No 1, 2011, s.106. 



***

Soğuk Savaştan Günümüze Ortadoğu 1956 Süveyş Krizi ve Krizi

Soğuk Savaştan Günümüze Ortadoğu  1956 Süveyş Krizi 


 Krizin NATO Ülkeleri Üzerindeki Ekonomik Etkileri 



 Soğuk Savaştan Günümüze Ortadoğu 1956 Süveyş Krizi ve Krizin NATO Ülkeleri Üzerindeki Ekonomik Etkileri 

İLKSEN KATI


SUNUŞ 

Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü olarak ikincini düzenlediğimiz Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Sempozyumu, öncelikle Türkiye'nin farklı üniversitelerinde bu alanla ilgilenen ve araştırmalar yapan lisansüstü öğrencilere çalışmalarını sunma ve değerlendirme imkanı getirmekte ve katılımcılarla bölümümüzün değerli akademisyenlerini bir araya getirerek birikimlerini ve çalışmalarını paylaşabilecekleri ve tartışabilecekleri ortak bir akademik zemin yaratmayı amaçlamaktadır. 

Bu sene farklı üniversitelerden daha çok katılımcının teveccüh gösterdiği 
sempozyumumuzda Türk Dış Politikası’ndan, medya çalışmalarına, kimlik sorunlarından Ortadoğu'nun siyasi tarihine, bölgesel çalışmalardan enerji bağımlılığına kadar uzanan uluslararası ilişkiler ve sosyal bilimlerin ilgili alanlarındaki özgün çalışmalar sunulmaktadır. 

Bu anlamda Sempozyum sunum ve tartışmalar ile geleceğin akademisyenleri olan lisansüstü öğrencilerin alana güncel katkılar vermesini sağlamaktadır. 

Gelecek yıllarda da gelişerek sürmesi için çaba göstereceğimiz Uluslararası İlişkiler Sempozyumu, bölümümüz akademisyenlerinin ve öğrencilerimizin de desteği ile gelenekselleşerek sosyal bilimler alanında ülkemizin belli başlı lisansüstü sempozyumlarından biri haline gelecektir. 

Etkinliğin düzenlenmesinde emeği geçen herkese, özellikle Düzenleme Kurulu’nda ve Yayın Kurulu’nda yer alan araştırma görevlilerimiz Yusuf Kenan Polat, Tolga Öztürk ve Taylan Seyirci’ye çok teşekkür ederim. Onların yoğun çabası bu etkinliğin gerçekleşmesini ve bildirilerin yayına hazırlanmasını mümkün kılmıştır. 

2014 Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Sempozyumu’nun tüm katılımcılar ve öğrencilerimiz için yararlı olduğunu umarım. 

Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı 
Yrd. Doç. Dr. Ceren Uysal Oğuz 



1956 Süveyş Krizi ve Krizin NATO Ülkeleri Üzerindeki Ekonomik Etkileri., 

İlksen KATI 

 Süveyş Krizi, Nasır Dönemi, NATO, 1956 Savaşı, Arap-İsrail çatışması, Süveyş Kanalı, Mısır, Birleşik Krallık, Fransa, İlksen KATI,


Özet 

19.yüzyılın sonlarından itibaren bugünkü İsrail topraklarına yerleşmeye başlayan Yahudiler ile bölgede yaşayan Arapların, I. Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen çatışmalarının sonucu 1948 Savaşı’nı oluşturur. Bu savaş sonrası Ortadoğu’da Batı karşıtlığı ve Arap milliyetçiliği akımları güçlenmiş, Mısır’da milliyetçi kesim darbe yaparak, cumhuriyet ilan edilmiştir. Batı ve Mısır arasında iplerin gerilmesine sebep olan durum ise dünya ticaretinin önemli geçiş noktalarından birisi olan Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesidir. Millileştirme sonrası Kanal’dan büyük oranda yararlanan Birleşik Krallık ve Fransa, Mısır ile düşman olan İsrail ile işbirliği yapmışlar ve 1956’da İsrail’in saldırmasına vesile olmuşlardır. “Süveyş Krizi” olarak da bilinen bu savaş sırasında Süveyş 
Kanalı ticarete kapatılmış, haliyle ticaret güzergâhlarında Süveyş Kanalı rota olarak kullanan devletler ekonomik açıdan ciddi sıkıntılar yaşamışlardır. Bu çalışmada da Süveyş Kanalı’nın tarihçesi, 1956 Süveyş Savaşı, savaşın nedenleri ve bu savaşın Avrupa’da NATO’ya üye devletler üzerindeki ekonomik etkileri incelenecektir. 

Giriş 

Devletler ekonomilerini geliştirmek amaçlı sömürgecilik faaliyetlerine başlamışlar ve 15. yüzyıldan beri sistematik olarak bu faaliyetlerine devam etmişlerdir. Bunu gerçekleştirirken boğaz, kanal gibi stratejik yerleri de ellerinde bulundurmaya dikkat ettiler. 
Çünkü bu stratejik yerler sayesinde devletler sömürgecilik alanında hem başat güç olmayı hem de ulaşımın daha kısa, güvenli ve az masraflı olmasını hedeflemişlerdir. 

Mısır, sömürgecilik tarihi boyunca önem arz etmiş yerlerden bir tanesidir. Gerek Nil Nehri sayesinde elverişli arazilere sahip olması ve gerek Doğu ve Batı arasında ticaret yolunun üzerinden geçmesi dolayısıyla önemli bir jeopolitik konumasahiptir. 1 Bunların yanında Mısır ve Süveyş’in birleştirmesi fikri de Mısır’ın konumunu önemli kılmıştır. M.Ö. 3000’lerden itibaren Mısır’da egemenlik kurmuş birçok devlet Süveyş’e bir kanal yapma çalışmalarında bulunsalar da tamamen kurulması Osmanlı Devleti dönemine rastlar. Özellikle Fransa konsolosu F. De Lesseps’in çalışmalarıyla 1769’da kanal kullanıma açılmıştır. I. Dünya Savaşı sonrası her ne kadar kanal savaş sonrası kurulmuş olan Mısır Krallığı altında gibi gözükse de Batı’nın özellikle de İngiltere’nin kendi çıkarlarını 
korumak için kanal üzerinde hâkimiyet kurduğunu söyleyebiliriz. 

II. Dünya Savaşı sonrası ABD ve SSCB’nin yaratmış olduğu bloklaşma ile “Soğuk Savaş” dönemine giriş yapılmış, bu dönemde sömürge devletleri artık bağımsızlıklarını elde etme girişimlerine başlamışlardır. Bunun yanında Ortadoğu’da İsrail Devleti’nin kurulması Arap dünyası tarafından hiç hoş karşılanmamış ve ileride önemli bir sorun haline sebep olacak Filistin-İsrail savaşlarının ilki 1948’de meydana gelmiştir. Bu durumla birlikte Pan Arabizm 
akımından Ortadoğu’daki devletler etkilenince, Batı’ya karşı sempati giderek azalmaya başladı. Mısır’da da bu durum kendini göstermiş, Batı yanlısı Kral Faruk tahtından düşürülerek yerine Cemal Abdül Nasır başa geçmiştir. Nasır başta Batı yanlısı politika izlemiş gibi görünse de daha sonra Batı karşıtı politika sergilemiştir. Bu politikanın en önemli faaliyeti de Süveyş Kanalı’nı millileştirmesidir. 

Kanal’ın millileştirilmesi sonucunda 1956’da İsrail, Mısır, Fransa ve İngiltere’nin de içinde bulunduğu bir kriz meydana gelmiştir. Bu kriz ABD ve SSCB’nin arabuluculuğu ile sona erse de Batı özellikle hem bölgedeki konumu hem de ekonomik açıdan olumsuz olarak etkilenmiştir. Bu makalede kriz ve krizin NATO ülkeleri üzerindeki ekonomik etkileri incelenecektir. 

1.Süveyş Kanalı’nın Tarihi 

Mısır birçok uygarlığa sahiplik etmiş olduğundan Süveyş Kanalı’nın yapılma fikri çok eskilere dayanmaktadır. En eski kanalın firavunlar döneminde kazıldığı bilinmektedir. Bu kanallar başta sulama amaçlı kullanılsa da zamanla taşımacılık için de kullanılmıştır.2 Firavunlar döneminde yapılan bu kanalları Persler, Yunanlar ve Romalılar da kullanmıştır. Hz. Ömer döneminde kanal kullanılsa da diğer halifeler döneminde kanala olan ilgi azalmaya başlamıştır.3 

Süveyş Kanalı’nın açılması için yapılan ilk girişim 1500’lü yıllarda Venediklilerden gelmiştir. Venediklilerin buradaki amacı Akdeniz ticaretinde Portekizlilere kaptırdıkları güçlerini geri kazanmaktı. Daha sonra kanal açılması girişimleri Osmanlı Devleti Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’dan gelmiş olsa da Kıbrıs’ın fethi dolayısıyla bu girişim kağıt üstünde kalmıştır.4 

Kanal açılması fikrini destekleyen devletlerden birisi de Fransa idi. Özellikle XIV. 
Louis döneminden itibaren Mısır’ın Fransız kontrolü altında olması gerektiğine inanan Fransa, burada bir kanalın açılmasının gerekli olduğunu iddia ediyordu.
Bu yüzden zaman içerisinde birçok Fransız mühendis, hem Avrupa’yı hem de Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’yi ikna etmek için çalışmalar yürütmüşler ve en sonunda F. De Lesseps 1854’te Mısır valisi Sait Paşa’dan kanalı kazması için bir şirket kurması konusunda imtiyaz almış olsa da Osmanlı’nın o dönem Rusya ile savaş halinde olması ve İngilizlerin Fransızların bu girişimine engel olmak 
istemesi dolayısıyla bu iki devletten izin alamamıştır. 5 Ancak 1866’da Osmanlı Devleti, kanalın hafriyatının başlamasına izin vermiş ve 1869’da da Süveyş Kanalı kullanıma açılmıştır. 6 

Kanal açıldıktan sonra işletimini Fransızlar devralmıştır. Ancak 1875’de Mısır 
hükümeti mali sıkıntılara düşünce, Kanal üzerindeki hisselerini İngilizler almışlar ve 1882’de Mısır’ı İngiltere işgal edince, Süveyş Kanalı üzerindeki hakimiyetini güçlendirdi.7 Bu durum sonrası “serbest geçiş” ilkesinin ihlal edilmesinden endişe eden diğer devletlerle 1888’de İstanbul Anlaşması imzalanarak bu kanalın hukuki rejimi de belirlenmiş oldu. Ve bu durum 1956’ya kadar devam etmiştir.8 

2. 1956 Süveyş Krizi 

1956’da gerçekleşen Süveyş Krizi aslında II. Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen olayların birbirini tetiklemesi sonucu gerçekleşmiştir. 
Bu kriz Mısır, İngiltere, Fransa ve İsrail’i doğrudan, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni ise dolaylı olarak ilgilendirmiştir. 

A. Savaşın Temel Sebepleri 

Bu krizin temel sebeplerini kronolojik olarak ele alacak olursak, o dönem içerisinde gerçekleşen Arap-İsrail Sorunu bu krizin birincil sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır. 1948 yılında Suriye, Ürdün, Mısır, Irak, Lübnan ile İsrail’in arasında Birinci Arap-İsrail Savaşı gerçekleşmiş, bu savaş sonunda ateşkes görüşmeleri başlamıştır. Her ne kadar ateşkes anlaşmaları bu görüşmeler sonucunda neticelenmiş olsa da, kalıcı bir barış durumu 
gerçekleşememişti. Bu yüzden bu durum geçici idi ve Araplar’ın “İsrail’in ortadan kalkması” amaçlı intikamlarını gerçekleştirmesi için imkân halen geçerli idi. Bu duygular ile Arap milliyetçiliğinin birleşmesi bundan sonra meydana gelecek olan İsrail- Arap savaşlarının devamını getirecekti. Her ne kadar Batılı devletler bu durumu fark etmiş ve bu durumu engellemek amacıyla 1950’de yayınladıkları bir deklarasyon9 ile Ortadoğu’ya bir silah ambargosu koymayı hedefleseler de, Sovyetler Birliği’nin bu deklarasyona katılmaması dolayısıyla Sovyet Rusya’nın Ortadoğu’daki nüfuzunu arttırmasına ve buradaki ülkelerin Sovyetler Birliği’nden silah temin etmesi ile Batılı devletler başarısız olmuşlardır.10 

Kalıcı bir barış anlaşmasının yapılmaması sorunun yanında bir de Arap mültecileri sorunu da krizin birincil sebebini besleyen yan sebep olarak nitelendirebiliriz. 1948 Savaşı sonrası radikal Siyonistlerin ve İsrail askerlerinin yapmış oldukları faaliyetler dolayısıyla, bölgede yaşayan Araplar ülkelerini terk etmişlerdir. Kısa bir süre sonra Mısır ve Ürdün’deki kamplardaki Arap mültecilerin sayısı 750.000’i bulunca haliyle Arap milliyetçileri için potansiyel askeri ve diplomatik silah ortaya çıkmıştır. 11 

Soğuk Savaş dünyada mevcut olan tüm ülkeleri etkilemiş, haliyle bu dönem 
Ortadoğu’da da kendini hissettirmiştir. Bu yüzden bu devletler özellikle 1948 Savaşı sonrası Arap milliyetçiliğinin de vermiş olduğu etkiyle birlikte, kendi içlerindeki dinamikleri sorgulamaya ve değiştirmeye başlamıştır. İşte bu durum da krizin ikincil sebebini oluşturmaktadır. Mısır ve Sudan’ın yönetiminde 1882’den beri söz sahibi olan İngiltere’ye ve 1922’den beri onunla işbirliği yapan Mısır Krallığı’na karşı tepkiler gelişmeye başlamıştır. Bu bağlamda, Mısır’da 23 Temmuz 1952’de Cemal Abdül Nasır liderliğinde başlayan Hür Subaylar Hareketi Kral Faruk’a karşı darbe gerçekleştirmiş, ülke yönetimine el koymuştur. 12 
Ve daha sonra Mısır Krallığı yıkılarak, cumhuriyet ilan edilmiş, Cemal Abdül Nasır 1954’te başbakan ve iki sene sonra Mısır’ın cumhurbaşkanı olmuştur.13 

Nasır başa geçtikten sonra başta batı yanlısı bir dış politika izlemiştir. Bu bağlamda 19 Ekim 1954’de İngiltere ile Süveyş Kanalı ile ilgili bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre, İngiltere yedi ay içerisinde Süveyş’teki üsleri boşaltacaktı. Fakat, yedi yıl içerisinde eğer yabancı bir kuvvet Arap Birliği üyelerinden birine veya Türkiye’ye herhangi bir saldırıda bulunursa üslere yeniden geri dönebilme hakkına sahip olacak ve tehlike son erene kadar bu 
üslerde kalabilecekti. Ayrıca Süveyş Kanalı Mısır’ın bir parçası olarak kabul edilerek, 1888 İstanbul Anlaşması’nda öngörülen kanaldan geçiş serbestliği ilkesine taraflar uymaya devam edecekti. 14 

Bu anlaşma ile Nasır diğer Batı devletleriyle de işbirliği yapacağı düşünülse de öyle olmamış, bu politikanın tam tersi bir politika izlemeyi tercih etmiştir. Çünkü o dönemde Ortadoğu’da İsrail yüzünden ciddi bir Batı karşıtlığı mevcuttu. Eğer devletler Batı ile herhangi bir ittifaka girerlerse, dolaylı olarak İsrail’i de tanımış sayılacaklardı ki bu da mümkün değildi. 15 Sonuç olarak, Sovyetler Birliği’ne karşı Ortadoğu’da bir ittifak kurmayı hedefleyen Batı, Türkiye’yi temsilci seçerek, Mısır’ı “Bağdat Paktı” adı altında yeni kurulacak bu ittifaka davet etmiştir. Ancak Mısır bu teklifi reddetmiş ve özellikle Pakta karşı Arap muhalefetini güçlendirmek için çalışmalarını yürütmüştür. Özellikle İngiltere’nin Irak’ı destekleyerek pakta dahil olmasını istemiştir. Bunun üzerine Irak 1955’te Pakta katılacağını 
belirtmiş, bu bağlamda Mısır 22 Arap Devleti’ni toplantıya çağırarak Irak’ı suçlamış ve Arap Kolektif Güvenlik Paktı’nı ihlal ettiğini ifade etmiştir. Ancak Irak Bağdat Paktı’na katılmayı tercih etmiştir. İngiltere bu pakt ile kendi güvenlik ağını kurunca, Mısır politikasını değiştirmiştir. 16 Bunun sonucunda 1955’de Endonezya’da gerçekleşen Bandung Konferansı’na katılarak Bağlantısızlar Hareketi’nin liderlerinden biri olmuş17 ve Batı’dan tamamen ayrı bir politika izlediğini kanıtlamıştır. Ayrıca bu hareketin diğer önemli temsilcilerinden Çekoslovakya ile yakınlaşarak 30 Eylül 1955’te silah anlaşması imzalayarak 
Batı’nın Ortadoğu’daki silah tekelini de bu şekilde kırmış oldu. 18 

Yukarıda bahsedilen olaylar bu krizin diğer sebeplerini oluştururken, Asvan Barajı ve Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi krizin patlak vermesine neden olmuştur. İsrail karşısında askeri anlamda güçlü olmak için Çekoslovakya’dan silah temin eden Mısır, bunun yanında ayrıca ekonomik anlamda da kalkınmanın gerekli olduğunu biliyordu. Bu bağlamda Nil Nehri üzerine yapılması planlanan önemli sulama projesi Asvan Barajı’nın gerçekleştirilmesine karar verdi. Ancak Nasır’ın bu projesi gerçekleştirmesi için dış kredi ve sermayeye ihtiyacı vardı. Bunu fark eden ABD, İngiltere ve Dünya Bankası Mısır’ın kendilerine karşı tavrına rağmen, bu projenin hayat bulması için gerekli yardımı yapacağını söylediler. Fakat, Mısır hem Çekoslovakya’dan silah almaya devam ettiği hem de Mısır’ın bu projenin gerçekleşmesiyle İsrail’e karşı ciddi bir tehdit oluşturacağını fark edince Batı, yaptığı teklifi geri çekti. 19 Bunun üzerine Mısır Hükümeti Süveyş Kanalı Şirketi’nin ulusallaştırdığını bildirerek Kanal yönetimine el koydu. 

B. 1956 Süveyş Savaşı 

Savaş öncesi meydana gelen olaylar 

Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi sonrası İngiltere ve Fransa hükümetleri, hem kanalı inşa eden, hem onun sahibi olan şirkette hisseleri bulunduğu ve hem de bu eylemin Nazır’ın Arap ülkeleri gözünde öneminin artması dolayısıyla bunu düşmanlık göstergesi olarak algılamışlardır. İsrail ise, uzun süredir komşusu olduğu güçlü Mısır’ı zayıflatmak için bir fırsat olarak nitelendirmiştir. Sonuç olarak, bu üç devlet Mısır’a karşı bir ittifak hazırlamaya karar verirler. Bu üç devletin temsilcileri Sevr’de toplanarak “Silahşör Operasyonu” adı altında Mısır’ı işgal planı hazırladılar. 20

Savaşın Gerçekleşmesi 

İşgal planının hazırlanması üzerine İsrail kuvvetleri 29 Ekim 1956’da Mısır’ı işgal etmiştir. Ertesi gün ise, Fransa ve İngiltere hükümetleri, savaşın durdurulmasını istediler, eğer iki taraf da buna uymaz ise, güç kullanacaklarını da belirttiler. İsrail bunu kabul etse de Mısır, Süveyş Kanalı’nın kendi toprakları içerisinde olduğunu ifade ederek çekilmeyi reddettiler. Bunun üzerine de İngiltere ve Fransa müdahalede bulundular. 21 

Bu durum gerçekleşirken özellikle ABD ve SSCB bu durumdan hoşnut olmamışlar ve ABD Fransa, İngiltere ve İsrail’i ciddi şekilde uyarması sonucunda bu savaş sona ermiş,22 1957 yılında da kanal deniz trafiğine tekrar açılmıştır.23 

3. Krizin NATO Ülkeleri Üzerindeki Ekonomik Etkileri 

Süveyş Kanalı’nın kapatılması politik açıdan bir krize yol açmış olsa da, aynı zamanda da ekonomik açıdan NATO’ya üye bazı ülkeleri ciddi derecede etkilemiştir. Birleşik Krallık, Fransa ve Hollanda gibi Avrupa’daki NATO ülkeleri genellikle kauçuk, hint keneviri, petrol gibi malların ithalatını büyük ölçüde Süveyş Kanalı yolu rotasına bağlı kalarak yapıyorlardı. 

Bunu şöyle ifade edecek olursak, Batı Avrupa’nın tümüne yılda 25 milyondan daha fazla ulaştırılan Irak Petrol Şirketi’nin boru hatlarını ayıracak olursak, Kanal rotası ile yaklaşık olarak 70 milyon ton petrol ihraç edilmekteydi. Kanalın kapatılmasıyla birlikte özellikle Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten ithal edilen petrolde büyük oranda düşüş yaşanmıştır.24 

Örneğin, İngiltere elinde bulunan petrol, kauçuk, bakır gibi malları kullanma yoluna giderek bu durumu en az hasarla atlatabilmeye çalışsa da sadece iki ay yetebilecek kadar stoğa sahip olmalarından dolayı krizden etkilemişlerdir. Bununla birlikte yeterli miktarda yakıt ihtiyacı karşılanmamasından ötürü Avrupa’da hava, kara, deniz taşımacılığı da ciddi derecede etkilenmiştir.25 

 Kanal kapandıktan sonra eski rotanın yerine Cape etrafından dolanılan bir rota 
belirlenmek zorunda kalındı ve bu yüzden belli bir dönem içerisinde önceden taşınılan sadece yaklaşık %60’ını taşıyabildiler. Ayrıca, nakliye ücretinin artması ve malların kıtlığından ötürü ürünlerin fiyatlarında da artış meydana geldi. Haliyle de bu durum bu malları hammadde olarak kullanan sektörleri de olumsuz olarak etkilemiştir. 

Bu durum her ne kadar ekonomik krizmiş gibi algılanmasa da özellikle İngiltere’de kanalın kapatılmasından itibaren Sterlin döviz kuru güvenirliğini ABD’nin işgale müdahale etmesine kadar yitirdi. Bu durumla birlikte rezervlerin de ciddi oranda düşmesi, Sterlin krizine neden olmuştur. 26 

4. Sonuç 

1948 Savaşı, Arap milliyetçiliğinin Ortadoğu’da yükselişe geçmesi, Soğuk Savaşın getirmiş olduğu değerler dolayısıyla devletlerin iç dinamiklerini sorgulamaya başlaması gibi birçok temel siyasi sebepler sonrasında meydana gelen Süveyş Krizi, Nasır’ın dünya ticareti açısından önemli bir yere sahip olan Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi ile meydana gelmiştir. 

Bu kriz sadece siyasi açıdan önem arz ediyormuş gibi görünse de aslında bu krizin ekonomik boyutları da mevcuttur. 

İlk NATO genel sekreteri H. Ismay düşüncesi doğrultusunda hazırlanmış, NATO arşiv belgeleri arasında yer alan belge göre, Avrupa’daki NATO ülkeleri kriz meydana geldiği zaman başta elindeki stokları kullanarak geçici çözüm bulmayı hedeflemişlerdir. Ancak bu geçici çözüm ekonomik açıdan olumsuz olarak etkilenmelerine engel olamamıştır. Nakliyat olanaklarının eksikliği yüzünden hem ithalat hem de ihracat oranları ciddi ölçüde engellenmiş, bu yüzden Avrupa’da hem var olan mal stokları tükenmeye başladı hem de taşımacılık ciddi anlamda yara aldı. Bunun yanında eskiye oranla daha uzun yol kullanarak ithalatın yapılması da nakliyat masraflarını arttırdı. Bu artış ithal edilen malların fiyatlarının artmasına neden oldu. Bu ham maddeleri kullanan sektörler de buna bağlı olarak zarar etmiş oldular. 

Tüm bu sebeplerin yanında özellikle İngiltere’de Sterlin döviz kuruna karşı güvenirliğin ve rezervlerin azalması Sterlin krizine yol açmış, 
bu durum İngiltere Bankası’nın müdahaleci taktikleriyle çözülmüştür. 

Kaynakça 

Adam Klug ve Gregor W. Smith, “Suez and Sterling, 1956”, Queens Economics Department Working Paper No.1256, Canada, 1999 

Adi Hakim ve Sherwood Marika, Pan-African History, New York, Taylor&Francis Group, 2003 

Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008 

Ali Oğuz Diriöz, “Mübarek Öncesi Mısır: Jeopolitik Konum, İç ve Dış Politika”, Ortadoğu Analiz Dergisi, Cilt 4, sayı 37, Ocak 2012 

Berna Süer ve Ayşe Ömür Atmaca, Arap İsrail Uyuşmazlığı, Ankara, Odtü Yayıncılık 

Durmuş Akalın, Süveyş Kanalı ( Açılışı ve Osmanlı Devleti’ne Etkisi 1854-1882), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Denizli, Pamukkale Üniversitesi, 
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011 

Economic Impact of Suez Crisis on Middle East, Economic Weekly from UN Headquarters, July 6 1957 

Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: Cilt VI: Islahat Fermanı Devri (1856-1861), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976 

Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: Cilt VII: Islahat Fermanı Devri (1861-1876), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977 

Fahir Armaoğlu, 20.yy Siyasi Tarihi, İstanbul, Alkım yayınevi, Ocak 2010 

Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Ankara, Turhan Kitabevi, 2011 

J.M. Roberts, 18. YY ve sonrası Dünya Tarihi II, çev. İdem Erman ve Tansu Akgün, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 2011 

Michael Scott-Baumann, Access to History: Crisis in the Middle East: Israel and the Arap States 1945-2007, UK, A Hodder Education 
Publication, 2009 

NATO Archives, The North Atlantic Council, NAC-RDC-RDC(56)524, December 7, 1956 

Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, Ankara, İmge Kitabevi, Kasım 2008 

Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih [1789-2012], İstanbul, Der Yayınları, 2013 

Sabit Duman, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, İstanbul, Doğan Kütüphanesi, 2010 

Tuba Çınar, Süveyş Kanalı’nın Açılması ve Osmanlı Dış Politikası’ndaki Yeri 81869-1882), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008 


DİPNOTLAR;

1 Tuba Çınar, Süveyş Kanalı’nın Açılması ve Osmanlı Dış Politikası’ndaki Yeri 81869-1882), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008, s.1’den 2 no’lu dipnot: Mehmet Mustafa Safvet, İngiltere ve Süveyş Kanalı (1851-1854), İskenderiye, 1903, s.3 
2 Durmuş Akalın, Süveyş Kanalı ( Açılışı ve Osmanlı Devleti’ne Etkisi 1854-1882), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Denizli, Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, s.3 
3 Akalın, s.5 
4 Akalın, s. 6 
5 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: Cilt VI: Islahat Fermanı Devri (1856-1861), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, s.91 
6 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: Cilt VII: Islahat Fermanı Devri (1861-1876), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977, s.44 
7 Fahir Armaoğlu, 20.yy Siyasi Tarihi, İstanbul, Alkım yayınevi, Ocak 2010, s.597-598 
8 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Ankara, Turhan Kitabevi, 2011, s.244 
9 25 Mayıs 1950’de İngiltere, ABD ve Fransa’nın yayınladığı bu deklarasyona göre, “ Bu üç devlet Arap ülkeleri ve İsrail’e ancak bunların iç güvenliklerinin gerektireceği kadar silah satacaklarını ve bunu da, bu silahların başka bir devlete karşı kullanılmaması şartı ile yapacaklardır.” Armaoğlu, s.593’den 119 dipnot: Keesing’s Contemporary Archives, 1948-1950, p.10745; Moore, The Arap- Israeli Conflict, pp. 988-989; The Dynamics of World Power, 1945-1972, Vol.V, pp. 390-91; Documentation Française, N. Et E.D., No. 1340, 1950,pp.6-7 
10 Armaoğlu, s.593 
11 J.M. Roberts, 18. YY ve sonrası Dünya Tarihi II, çev. İdem Erman ve Tansu Akgün, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 2011, s. 965 
12 Ali Oğuz Diriöz, “Mübarek Öncesi Mısır: Jeopolitik Konum, İç ve Dış Politika”, Ortadoğu Analiz Dergisi, Cilt 4, sayı 37, Ocak 2012, s. 84 
13 Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih [1789-2012], İstanbul, Der Yayınları, 2013, s.963 
14 Uçarol, s.394 
15 Sabit Duman, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, İstanbul, Doğan Kütüphanesi, 2010, s.424 
16 Duman, s.440 
17 Adi Hakim ve Sherwood Marika, Pan-African History, New York, Taylor&Francis Group, 2003, s. 141 
18 Berna Süer ve Ayşe Ömür Atmaca, Arap İsrail Uyuşmazlığı, Ankara, Odtü Yayıncılık, s.39 
19 Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, Ankara, İmge Kitabevi, Kasım 2008, s.301 
20 Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, çev. Yavuz Alogan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s.427 
21 Michael Scott-Baumann, Access to History: Crisis in the Middle East: Israel and the Arap States 1945-2007, UK, A Hodder Education Publication, 2009, s. 43 
22 Diriöz, s.85 
23 Armaoğlu, s.608 
24 Economic Impact of Suez Crisis on Middle East, Economic Weekly from UN Headquarters, July 6 1957, s.809 
25 Nato Archives, The North Atlantic Council, NAC-RDC-RDC(56)524, December 7 1956, s.5 
26 Adam Klug ve Gregor W. Smith, “Suez and Sterling, 1956”, Queen’s Economics Department Working Paper No.1256, Canada, 1999, s.17 



***