1 Şubat 2017 Çarşamba

YEREL SEÇİMLERDE KENT BÜYÜKLÜĞÜ İLE OY VERMENİN YÖNÜ ARASINDAKİ İLİŞKİ, BÖLÜM 2



YEREL SEÇİMLERDE KENT BÜYÜKLÜĞÜ İLE OY VERMENİN  YÖNÜ ARASINDAKİ İLİŞKİ,
BÖLÜM 2


4.TÜRKİYE’DE YEREL SEÇİM ÇALIŞMALARI VE MEKANSAL ANALİZ 

Türkiye’de genel seçimlerin aksine yerel seçimlerin sonuçlarını mekansal boyutlarıyla ele alan bilimsel çalışmaların yok denecek kadar az olduğu dikkat 
çekmektedir. Sosyal bilimcilerin genel seçimlere gösterdikleri ilgi doğrultusunda gerçekleştirdikleri bilimsel çalışmaların benzerleri yerel seçimlere dönük olarak yapılmamıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında yerel seçimlerin her dönemde ulusal seçimlerin gölgesinde kaldığı savının, hatta daha da ileriye gidilirse genel seçimlerden bağımsız olarak yerel yönetim seçimlerinin kendi başına değerlendirilmesinin olanaklı olmadığı varsayımının da önemli rolü olduğu düşünülebilir. Ülkemizde yerel seçimler son iki-üç seçime dek neredeyse tamamen dönemin gazete köşelerinin ilgi konusu olmaktan öteye gidememiş; yerel seçim ve temsil konusunda yapılan çalışmalar ise sayıca kısıtlı olduğu gibi çoğu zaman belli bir anın saptanmasıyla sınırlı kalmıştır. Bu nedenle yapılmış bulunan çalışmalar zaman içinde karşılaştırma yapmaya da olanak tanımamış lardır. Bu kapsamda, doğrudan yerel seçimlere ilişkin varolan sınırlı sayıdaki araştırma yalnızca siyasal parti adları ile oy sayıları ve yüzdelerini içermiştir. 

Türkiye’de yerel seçimleri çeşitli boyutlarıyla ele alan az sayıdaki önemli bilimsel çalışmadan biri, yerel seçim sonuçlarının kitap bölümü içerisinde incelendiği Türkcan editörlüğünde yapılan yerel yönetimlere yönelik çalışmadır. Bu çalışmada yerel seçim sonuçları kent ölçeğinin yanı sıra belediye bütçelerinin büyüklüğü gibi farklı karşılaştırma ölçütleriyle ele alınıp irdelenmiştir. Bu kitap kapsamında yerel seçimlerin kendi başına ayrı bir inceleme konusu olarak kabul edilmesi ve kent büyüklüklerine göre bir değerlendirmeye tutulması oldukça önemlidir (Türkcan, 1981). Türkiye’de doğrudan yerel seçimler üzerine bütünsel olarak odaklanmış ilk bilimsel çalışma olarak nitelendirilebilecek Çitçi editörlüğünde gerçekleştirilen yerel seçim çalışmasında 1963-1999 arası sekiz yerel seçim çeşitli boyutlarıyla kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Çalışmada yalnızca oy dağılımı ve oranlarına ilişkin bilgi ve yorumlar ile sınırlı kalınmayıp, bunun yanı sıra yerel ve genel seçimlerin ilişkisi bağlamında değerlendirme arayışı da söz konusu olmuştur. Böylelikle yerel seçim öncesi siyasal ortam, seçimlerin yasal çerçevesi, siyasal partiler, seçim kampanyaları, seçimin kendisi ve seçim sonrası gelişmeleriyle genel bir yerel seçim panoramasına ulaşmak hedeflenmiştir (Çitçi, 2001: 2). 

Ayrıca bu kitapta, kitabın hazırlanmasına temel olan araştırma raporlarında1 ve daha önce yapılmış bazı çalışmalarda yerel seçimlerle genel seçimler arasındaki ilişkinin niteliğinin de inceleme konusu yapıldığı görülmektedir. 

Buna göre, yerel yönetim kuramlarında “yerel yönetimlerin demokrasinin okulu olduğu” tezi çerçevesinde yerel seçimlerde kişilerin önemli olduğu şeklinde genel kabul sorgulanmakta, ulusal siyaset ile yerel siyasetin ayrı dinamikleri olduğu varsayımı eleştirilmektedir. Söz konusu çalışmalarda yerel seçimlerin ne kadar “yerel” olduğu, yerel seçimlerin kendi başına genel seçimlerden bağımsız olarak ele alınıp alınmayacağına ilişkin sorgulamalar yapılmıştır. Bu kapsamda “ulusal siyaset-yerel siyaset ayrımının büyük ölçüde anlamını yitirdiği” ve “yerel siyasetin özerkliğinin çok sınırlı olduğu” görüşü doğrultusunda “yerel seçimlerde oy verme davranışını büyük ölçüde ulusal siyasal sorunların belirlediği” sonucuna varılmaktadır. Dolayısıyla yerel seçimlerin genel seçimlerden bağımsız kendi özgül dinamikleri olan seçimler olmadığı ortaya konmaktadır. Ayrıca “siyasal parti gerçeğinin ulusal siyaset ile yerel siyaset arasındaki bütünlüğü sağlayan en önemli unsur olduğu” ileri sürülmektedir (Çitçi, 1989: 13-14; Akbulut, 2001: 37-40; Akbulut, 2004: 43-44). 

Söz konusu incelemeler doğrultusunda Batı’da tartışılmakta olan ikincil düzey (second-order) kuramının Türkiye örneğinde sınanmasına yönelik önemli 
verilerin ortaya konduğu söylenebilir. İkincil düzey (second-order) kuramı çerçevesinde ortaya atılan hipotezlerden birine göre, ulusal düzeyde sorunlara yönelik tavırların sonucunu belirlediği genel seçimler birincil öneme sahipken, genel seçimler dışında ulus-altı düzeyde yerel seçimler ve ulus-üstü düzeyde Avrupa Parlamentosu seçimleri ikincil düzeydedir. Bu nedenle yerel ya da ulus-üstü etmenlerden çok, ulusal sorunlar söz konusu ulus-altı ve ulus-üstü 
seçimleri etkilemektedir. Bu kuram doğrultusunda ele alınan çalışmalarda yerel seçimlerin ne dereceye kadar “yerel” olduğu, ne dereceye kadar genel 
seçimlerin gölgesinde kaldığı sorgulanmaktadır. Bu doğrultuda yerel seçimleri genel seçimler için bir prova, kamuoyu yoklaması ya da yerel seçmenlerin 
genel yönetimden memnun olup olmadığını sınamaya dönük bir araç olarak değerlendiren yaklaşımlara karşı, yerel seçimleri genel seçimlerden bağımsız 
kendi özgül dinamikleri olan seçimler olarak değerlendiren yaklaşımlar yer almaktadır (Freire, 2004: 56; Jerome / Lewis-Beck, 1999). 

Yerel seçimlerin doğasını incelemek kuşkusuz yerel seçim üzerine çalışmak isteyenler için önemli bir konudur. Konunun daha geniş boyutta incelenmesi yerel seçimlere ilişkin yapılacak çalışmalardan elde edilecek sonuçların ne dereceye kadar geçerli olduğuna yönelik bakış açısını da şekillendirecektir. Ancak konunun akademik dünyada halen tartışılmakta olduğu ve henüz tam bir sonuca ulaşılamadığı da söylenmelidir. Yerel seçimleri kendi başına bir araştırma nesnesi olarak kabul edenler olduğu gibi, yerel seçimlerin kendi başına özgül dinamikleri olan bir seçim türü olduğunu kabul etmeyenler de bulunmaktadır. Bu tartışmanın kısa bir zamanda sonuçlanacağına yönelik henüz bir işaret de yoktur. Ancak, Batı’da yerel yönetimlere yönelik çalışmaların daha fazla ilgi çekmeye başladığı göz önünde tutulduğunda, yerel yönetim çalışmalarına yönelik kuramsal tartışmalar da canlanabilir görünmektedir. Elinizdeki çalışmada ise, yerel seçimlerin kendi başına bir araştırma nesnesi sunduğu varsayımı ışığında yerel seçimlere yönelik toplu sonuçlardan yararlanarak, yerel seçimlerde sağ/sol eğilimin ya da bağımsızların seçimi kazanmalarında mekansal ölçeğin büyümesi ya da küçülmesine dayalı olarak düzenliliklerin bulunup bulunmadığı nın analizinin yapılması amaçlanmaktadır. Bunun yanı sıra, mekansal ölçeğe göre partizanlık etkisinin değişip değişmediği de görülmeye çalışılmaktadır. 

Ayrıca yazında tartışma konusu olan ulusal siyaset-yerel siyaset ilişkisi kapsamında da, siyasal partilerin yerel siyasete etkisi de zaman süreci içinde sınanacaktır. 
Böylece yerel yönetimlerin demokrasinin okulu olduğu tezi doğrultusunda ortaya konulan yerel seçimlerde kişi etkisinin zaman süreci içinde azalıp azalmadığı görülmeye çalışılacaktır. Çalışma kapsamında genel seçim-yerel seçim ilişkisini doğrudan görme olanağı bulunmasa da, ulusal siyasetle yerel siyasetin bütünlüğü varsayımı etrafında dolaylı olarak yerel yönetimlere yönelik ortaya konan kişi etkisi ve yerel yönetimlerin halka en yakın yönetim birimleri olduğu tezinin sınanması yapılabilecektir. 

Makalede ortaya konulacak analiz yöntemiyle seçim çalışmalarında genellikle ortaya konduğu üzere “sağ siyasal partiler 1999 yerel seçimlerinde 
başarılı oldu” şeklinde bir saptama ya da sonuca varmak yerine, inceleme sonucunda eğer düzenlilikler saptanabilirse “sol partiler büyük kentlerde, sağ 
partilere karşı küçük kentlerde olduğundan daha başarılı olmaktadır” benzeri genellemelere varılmaya çalışılacaktır. Böylece, sağ ya da sol siyasal 
eğilimlerin ve bağımsızların yerel seçimlerde kentsel ölçeğe dayalı ilişkisini karşılaştırmalı olarak ortaya koymak olanaklı hale gelebilecektir. Söz konusu 
genelleme arayışı doğrultusunda 1963 ile 1999 yılları arasında ülke düzeyinde gerçekleştirilen sekiz yerel seçimin toplu sonuçları kullanılarak siyasal 
partilerin sağ ya da sol eğilim olarak sınıflandırılması gerektiğinden, çalışmanın bundan sonraki bölümünde 1960 sonrası yerel seçimlerinde siyasal partilerin 
konumları incelenecektir. 

5. TÜRKİYE’DE 1963 YILINDAN GÜNÜMÜZE YEREL SEÇİMLER VE SİYASAL EĞİLİMLER 

Türkiye’de 1960 sonrası yapılan yerel seçimler kabaca iki ana dönemde ele alınabilir. Buna göre, ilk dönem 1963/1968/1973/1977 yıllarında gerçekleştirilen dört yerel seçimi kapsamaktadır. Bu dönemin belirgin özelliği yerel seçimlere çok sayıda siyasal parti katılmasına rağmen2, yerel seçim mücadelesinin temelde Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi arasında geçmiş olmasıdır. Yerel seçimlere ilişkin ikinci dönem, 1980 sonrasından günümüze değin gerçekleştirilen 1984/1989/1994/1999/2004 seçimlerini kapsamaktadır.3 

1980 sonrası gerçekleştirilen yerel seçimler önceki dönemden bazı yönlerden farklılaşmıştır. Bu dönemde farklılaşmanın hem yasal çerçevede hem de siyasal partiler yelpazesinde olduğu görülmektedir. 1982 yılında kabul edilen yeni anayasaya koşut olarak yeni seçim yasası, siyasal parti ve kadrolar 
ortaya çıkmıştır (Çitçi, 2001: 123). 

Türkiye’de yerel seçimlere ilişkin önemli dönüm noktalarından birini1963 yerel seçimleri oluşturmuştur. Bu dönemde 1961 Anayasasının ve yeni bir 
seçim yasasının çizdiği temel çerçevede yerel seçimler yapılmıştır. Yeni seçim mevzuatı kapsamında belediye meclisi ve il genel meclisi seçimlerinde 
çoğunluk usulünden nispi temsil usulüne geçilmiş, belediye başkanları tek dereceli olarak seçilmeye başlanmıştır. Buna göre, Anayasanın 116. maddesi 
yerel yönetimlerin “genel karar” organlarının halk tarafından seçilmesini kurala bağlamışsa da, ilgili yasalarda yapılan düzenlemelerle yürütme organının, bir 
başka deyişle belediye başkanlarının doğrudan seçmenler tarafından seçilmesi sağlanmıştır. Böylece Türk siyasal hayatında belediye başkanlığı seçimi ilk kez 
tek dereceli olarak gerçekleştirilmiş; belediye meclisinin kendi içinden belediye başkanını seçmesi usulü terk edilerek, belediye yönetimlerinde güçlü başkanlık 
dönemine geçilmiştir. 

1960 askeri darbesi sonrası gerçekleştirilen 1963 yerel seçimlerine genel olarak bakıldığında, kapatılan Demokrat Parti yerine, bu partinin oylarının mirasçısı olarak Adalet Partisi’nin kurulduğu, siyasal yapının parçalı bir görünüme dönüştüğü ve merkezi yönetim düzeyinde koalisyon hükümetlerinin kurulmuş olduğu görülmektedir. 1963 yılı yerel seçimlerinde toplam belediye sayısı 1.045’tir. Hükümet sorununun yaşandığı böyle bir siyasal ortamda, yerel 
seçimlere altı siyasal parti katılmıştır. 

Bu partiler Adalet Partisi (AP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP), Yeni Türkiye Partisi (YTP), Millet Partisi (MP) 
ve Türkiye İşçi Partisi (TİP)’dir. 

Yerel seçimlere katılan altı partiden sadece CHP ve CKMP 1960 öncesi kurulan partiler olmakla birlikte diğer dört siyasal parti 1960 sonrasında kurulmuştur. Seçime katılan siyasal partilerden CHP merkez, AP merkez sağ, YTP merkez sağ, CKMP ve MP aşırı sağ, TİP sol düşünceyi temsil eden partilerdir. CHP'yi merkez sol olarak değerlendirdiğimizde sol düşünceyi TİP de dahil olmak üzere iki, sağ düşünceyi ise AP, YTP, CKMP ve MP olmak üzere dört parti temsil etmektedir (akbulut, 2000a). 


1968 yerel seçimlerinde toplam belediye sayısı 1252 olmuş, yerel seçimlere sekiz siyasal parti katılmıştır. 1963 yılında yerel seçimlere katılan siyasal partilere ek olarak Birlik Partisi (BP) ve Güven Partisi (GP) ilk kez 1968 seçimlerine katılmışlardır. Bu iki yeni partiden BP merkez sol, GP aşırı sağ eğilimli merkez sağ parti olarak siyasal parti yelpazesinde konumlandırılabilir. 

1963 yerel seçimlerine göre 1968 yerel seçimlerinde solda yer alan ya da kendini sol olarak ifade eden partilerin sayısı artmıştır. 1963 yerel seçimlerinde 
tek sol parti TİP olmasına karşın, 1968 seçimlerinde CHP “ortanın solu”nda yer aldığını doğrudan açıklamış, BP yöneticileri de sol bir parti olduklarını ileri 
sürmüşlerdir. 

Dolayısıyla seçime katılan sekiz partiden üçü sol görüşü, beşi ise sağ görüşü temsil etmiştir (Çitçi, 2001). CHP ile TİP ve BP ile GP benzer 
tabanlara sahip partilerdir. BP’nin CHP’ye giden kimi Alevi oyları, GP’nin ise CHP’nin sağa yakın oylarını almış olduğu, CHP’den umudunu kesen kimi 
aydınların da TİP’e yöneldiği belirtilebilir. AP, YTP, CKMP ve MP’nin de sağ siyasal eğilim için benzer tabanları olmuştur. AP ve YTP merkeze yakın sağ 
seçmene dönük partilerdir. CKMP ve MP’nin ise, daha çok aşırı sağa yönelimli seçmene dönük partiler oldukları söylenebilir (Akbulut, 2000b). 

1973 yılına gelindiğinde toplam belediye sayısı 1640’a ulaşmıştır. 1973 yerel yönetim seçimleri, 12 Mart müdahalesi sonrası yapılan ilk yerel seçimlerdir. 14 Ekim’de yapılan milletvekili genel seçimlerinden 55 gün sonra 9 Aralık günü yapılmış, seçime sekiz siyasal parti katılmıştır. 

Bunlar 

Adalet Partisi (AP), 
Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP), 
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 
Demokratik Parti (DP), 
Millet Partisi (MP), 
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), 
Milli Selamet Partisi (MSP) ve 
Türkiye Birlik Partisi (TBP)’dir. 

1973 yerel yönetim seçimleri dönemin koşullarının etkisi altında gerçekleşmiş; 1960 sonrası iyice hızlanan kentleşme hareketleri, ülkenin aynı dönem içindeki 
kapitalistleşme ve sanayileşme süreciyle kesişmesi sonucu toplumsal ve siyasal talepler farklılaşmaya ve değişmeye başlamıştır. 1963 ve 1968 seçimleri sağ 
partilerin yerel yönetimler düzeyinde başarılı olduğu seçimler olarak dikkat çekmiştir. Ancak bu tablo, 1973 yılından itibaren değişmiş; merkez sol, başta 
büyük kentler olmak üzere, ülke genelinde başarılı olmuştur. CHP seçimlerde büyük bir üstünlük kazanırken, 1968 yerel seçimlerine göre AP’nin oyları 
gerilemiştir. 1973 yerel seçimleri ile başlayan dönem ise Türk belediyecilik tarihine damgasını vuran “yeni bir belediyecilik anlayışının doğduğu” yıllar 
olmuştur. Bu yapısal değişiklikler siyasal iktidarın niteliğini ve kaynaklarını da değiştirmeye zorlamıştır. 1977 yılında, 1973’te 1623 olan belediye sayısı 1710 
rakamına ulaşmıştır. 1977 yerel yönetim seçimlerine on siyasal parti katılmıştır. 

Bunlar 
AP, 
CHP, 
CGP, 
DP, 
MSP, 
MHP, 
SDP, 
TBP, 
TİP, 
TSİP’dir. 

1977 yerel seçimlerinde de yine iki büyük partinin AP ve CHP’nin egemenliği sürmüştür (Yayman, 2000a; 2000b). 


1984 yerel seçimlerinde toplam belediye sayısı 1700 iken yerel seçimlere altı Siyasal parti katılmıştır. 

Bu partiler 

Anavatan Partisi (ANAP), 
Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP), 
Doğru Yol Partisi (DYP), 
Halkçı Parti (HP), 
Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) ve 
Refah Partisi (RP)’dir. Seçim sonuçları 

ANAP’ın üstünlüğü ile sonuçlanmıştır. 1989 yerel seçimlerinde toplam belediye sayısı 1984’e ulaşmış; yerel seçimlere katılan siyasal parti sayısı yedi olurken, siyasal yelpazede değişmeler yaşanmıştır. ANAP, DYP ve RP varlığını sürdürmesine rağmen MDP tarihe karışmış, SODEP ve HP, Sosyal Demokrat 
Halkçı Parti adı altında birleşmiştir. Bunun dışında üç yeni parti Demokratik Sol Parti, Islahatçı Demokrasi Partisi ve Milliyetçi Çalışma Partisi siyasal 
yelpazeye katılmışlardır (Şener, 2000a; 2000b). 

1994 yerel seçimlerinde toplam belediye sayısı 2710 iken, siyasal yelpazede yer alan siyasal partilerin sayısı on üçe yükselmiştir. Bu on üç 
partinin altısı Büyük Birlik Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti, İşçi Partisi, Sosyalist Birlik Partisi, Yeniden Doğuş Partisi yeni örgütlenmeler 
olarak ortaya çıkmışlardır. MÇP, Milliyetçi Hareket Partisi, IDP de Millet Partisi adını almıştır. 

Diğer yedi parti 1989 seçimlerine katılan partiler olmuşlardır. 1999 yerel seçimlerinde toplam belediye sayısı 3215’e ulaşırken, parti sayısı da yirmi bire çıkmıştır. 

Barış Partisi, Değişen Türkiye Partisi, Demokrasi ve Barış Partisi, Demokrat Türkiye Partisi, Demokratik Halk Partisi, Emeğin Partisi, Fazilet Partisi, 
Halkın Demokrasi Partisi, Liberal Demokrat Parti, Özgürlük ve Dayanışma Partisi ve Sosyalist İktidar Partisi siyasal sahneye çıkan partiler olmuşlardır. 

1999 yerel seçimlerine, kapatılan Refah Partisi, CHP ile birleşen SHP ve SBP katılmamışlardır (Bayramoğlu, 2000a; 2000b). 


6.TÜRKİYE’DE YEREL SEÇİMLERİN SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİNDE YÖNTEM SORUNU 


Türk siyasal yaşamının önemli bir boyutunu oluşturan yerel seçimlerin siyaset bilimine katkıda bulunabilecek pek çok veriyi barındırdığı söylenebilir. 
Bu durum göz önünde tutularak elinizdeki çalışmada, Türkiye’de 1963-1999 yılları arasında yapılmış 8 yerel seçimin toplu sonuçları kapsamında mekansal 
ölçek farklılaşmasının siyasal davranış üzerinde etkisi olup olmadığına ilişkin bir analiz ortaya konmaya çalışılmıştır. Ancak daha önceki çalışmalarda 
yapıldığı üzere genel seçim sonuçlarının değerlendirilmesinden farklı olarak, yerel seçim sonuçlarını kendi içinde ve bir önceki seçimle karşılaştırma ya da 
bir genel değerlendirme yapma bakımından eldeki sayısal verilerin hangilerinin ele alınması gerektiği konusu önem taşımaktadır. Birden fazla yerel seçim 
sonucunu birbiriyle karşılaştırmak için akla gelen ilk yol, tüm seçmenlerin oy kullanma hakkına sahip olması nedeniyle, il genel meclisi seçimleri sonuçlarına 
başvurmaktır. Seçim yazını incelendiğinde yerel seçim sonuçları değerlendirilirken genelde bu yöntemin benimsendiği görülmektedir. Ne var ki bu yöntem ölçek farklılaşması açısından karşılaştırma yapmaya olanak vermemektedir. 

Ayrıca, il genel meclislerinin yerel iktidar ilişkileri bakımından çok önemli olmadığı, yerel kaynakların kullanımı ve rant paylaşımı bakımından asıl önemli 
olanın belediye başkanlıkları olduğu da genel kabul gören bir yaklaşımdır. 

Belediye başkanlıkları bakımından iki seçim arasında karşılaştırma yaparken, sayılardan çok oranlara bakmak gerektiği de göz önünde tutulmalıdır. 
Çok sayıda belediyeyi kazanan bir siyasal partinin oransal olarak daha başarılı olduğunu kesin olarak söylemek olanaklı değildir. Bir siyasal parti nicel olarak 
daha az belediye başkanlığı kazanmış olsa bile, nüfusu yüksek belediye başkanlıklarını kazanmış olması durumunda siyasal açıdan daha başarılı 
sayılabilir. Örneğin, 1999 yerel seçimlerinde Doğru Yol Partisi %12.8 oyla belediyelerin %23.3’ünü kazanmıştır. Buna karşılık Demokratik Sol Parti 
oyların yüzde 15’i ile belediyelerin yalnızca %5.8’inde başarılı olmuştur. DSP’nin İzmir gibi büyük kentlerde, çok nüfusa sahip ilçe belediyelerini 
kazandığı bilinmektedir. Bu nedenle, yerel yönetim sonuçları açısından en anlamlı karşılaştırma her partinin kazandığı belediye sınırları içinde yaşayan 
nüfus toplamları arasında yapılacak bir karşılaştırma olacaktır. Her ne kadar belediye başkanlığı seçimlerinde kişisel faktörlerin önemli rol oynadığı doğru 
ise de, bu sonuçların seçime giren partilerin sosyolojik tabanı/seçmen profili konusunda bazı ipuçları elde etmeye imkan vereceği de söylenebilir. Nüfusa, 
seçmen sayısına, seçmen/nüfus oranına bakılarak yapılabilecek küçük, orta ve büyük kent ayrımı, siyasal partilerin bu ayrım içinde farklı başarı düzlemlerinde 
ele alınmasına olanak verebilecektir (Bayramoğlu, 2000b). 

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****



YEREL SEÇİMLERDE KENT BÜYÜKLÜĞÜ İLE OY VERMENİN YÖNÜ ARASINDAKİ İLİŞKİ BÖLÜM 1




YEREL SEÇİMLERDE KENT BÜYÜKLÜĞÜ İLE OY VERMENİN  YÖNÜ ARASINDAKİ İLİŞKİ,
BÖLÜM 1



TÜRKİYE ÖRNEĞİ 1963-1999 



Dr. Tayfun Çınar 
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi 
Yerel Seçimlerde Kent Büyüklüğü İle Oy Vermenin Yönü Arasındaki İlişki: Türkiye Örneği 1963-1999 

Özet 

Bu çalışmanın amacı seçmen davranışı üzerinde kent büyüklüğünün etkisini analiz edebilmek, oy vermenin yönü ve partizanlık etkisi ile kent büyüklüğü arasında anlamlı bir ilişki olup olmadığını 1963 ile 1999 yılları arasında ülke düzeyinde gerçekleştirilen sekiz yerel seçimin toplu sonuçları ışığında Türkiye örneği üzerinden karşılaştırmalı düzeyde ortaya koymaktır. Oy vermenin yönünün saptanabilmesi için, yerel seçimlere katılan çok sayıda siyasal partinin varlığını da göz önünde bulundurarak, siyasal partiler politik yelpazede konumlanmalarına göre sağ ya da sol eğilimler olarak sınıflandırılmış, bağımsızların durumu ayrı bir başlık altında incelenmiştir. Mekansal ölçek farklılaşmasına dayalı oy verme davranışındaki değişikliği test etmek içinse genellikle kentleşme yazınında eşik olarak kabul edilen 10 bin ve 50 bin ölçekleri kullanılmıştır. Çalışmanın ilk önemli bulgusu siyasal, toplumsal ve ekonomik koşullarda değişiklik olmasına rağmen, aynı eğilime oy vermeye devam etmek olarak tanımlanabilecek partizanlık etkisinin kent ölçeğinin 
değişmesiyle ilişkisinin bulunmasıdır. Çalışmanın ikinci bulgusu sağ ya da sol siyasal eğilimlerin seçim başarısının kent ölçeğine dayalı düzenlilikler göstermesine rağmen, hangi eğilimin kent ölçeği büyüdükçe başarı kazandığı konusunda bir genelleme yapılamamasıdır. 

Anahtar Kelimeler: Kentsel oy verme davranışı, yerel seçim, partizanlık etkisi, kent büyüklüğü etkisi, Türkiye. 

The Relationship between Urban Size and Voting Patterns in Local Elections: Turkish Case 1963-1999 
• Ankara Üniversitesi SBF Dergisi • 62-3 


1. GİRİŞ 

Siyaset bilimi yazınında “oy verme davranışı” ve genel düzeyde seçim çalışmalarına ilişkin çok sayıda bilimsel araştırma bulunmasına rağmen yerel 
seçim politikası ve kentsel oy verme davranışı üzerine çalışmaların, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerde yakın zamanlara kadar yeterli ilgiyi gördüğü 
söylenemez. Bu nedenle yerel seçimlerde oy verme davranışının belirleyicileri üzerine yapılmış çalışma sayısı yok denecek kadar azdır (Lieske, 1989: 151). 
Az sayıdaki yerel seçim çalışmalarının büyük çoğunluğu da ülke geneline yönelik toplu sonuçları göz önünde bulundurarak hazırlanmayıp, bunun yerine bir ya da birkaç örnek belediye temelinde yapılmış alan araştırması ya da anket sonuçları değerlendirilerek hazırlanmışlardır. Bu tercihin temel nedenlerinden biri ABD gibi ülkelerde toplu sonuçlara bakılarak birbirinden oldukça farklı büyüklük ve çeşitliliğe sahip standart bir örgütlenmeye sahip olmayan yerel yönetim birimleri arasında karşılaştırma yapma olanağının bulunmamasıdır. 


Aynı seçimde toplu sonuçlar açısından yönetimler arası karşılaştırma yapma olanağı bulunmadığından, bu durumun doğal sonucu olarak seçimler arası 
karşılaştırma yapma olasılığı da ortadan kalkmaktadır. ABD benzeri federal devletlerde benzer yöntemsel sorunlar ortaya çıkmaktadır. Elinizdeki çalışmada 
ise federal devletlerin aksine üniter bir devlet olan ve tekdüze yerel yönetim sistemine sahip Türkiye’de yerel seçimler karşılaştırmalı olarak ele alınarak 
kent büyüklüğü ile oy verme davranışı arasındaki ilişki araştırılacaktır. Bunun için öncelikle Batılı ülkelerdeki kent büyüklüğü ile oy verme davranışı 
arasındaki ilişkiye yönelik yazın kısaca gözden geçirilecektir. Bunu izleyen iki bölümde Türkiye’de siyasal davranışla mekan arasındaki ilişki üzerinde 
durularak, az sayıda incelemeye konu olmuş olan Türkiye’de yerel seçim çalışmaları incelenecektir. Beşinci bölümde 1963 ile 1999 yılları arasında 
yapılan sekiz yerel seçim kapsamında siyasal partiler ve siyasal eğilimler ortaya konulacaktır. Daha sonraki iki bölümde yerel seçim sonuçlarını karşılaştırmalı 
bir düzeyde ele almak için yöntem sorunu tartışılarak verilerin nasıl kullanıldığına ilişkin açıklamalar yapılacaktır. Son iki bölümde ise çalışma 
kapsamında erişilen bulgular sunulduktan sonra ulaşılan sonuçlar kısaca değerlendirilecektir. 

2. MEKANSAL ÖLÇEKLE OY VERMENİN YÖNÜ ARASINDAKİİLİŞKİ 

Sosyal ve ekonomik değişkenlerle siyasal davranış arasında nasıl bir ilişki bulunduğu başta siyaset bilimciler olmak üzere sosyal bilimcilerin 
üzerinde durdukları konulardandır. Son yıllarda Batılı ülkelerde yapılan seçim analizleri kapsamında mekansal değişkenlerin oy verme davranışı üzerinde 
etkisi de güncel tartışma konuları arasına girmiştir (OLIVER, 2000: 362). Mekansal değişkenlerin oy verme davranışı üzerindeki etkisini inceleyen 
araştırmacılarca seçim araştırmalarında mahalle etkisi, yerel etki ve bölge etkisi gibi mekansal ya da coğrafi değişkenler değerlendirilmeye başlanmış, bu 
kapsamda modeller ortaya konmuştur. Bu modellerde, farklı kent büyüklüklerinin oy verme davranışı üzerindeki etkisi de irdelenen konular 
arasındadır (Johnson vd., 2002; Allister / Studlar, 1992; Cox, 1971). 

Oy verme davranışı ile mekansal değişkenler arasında bağ kurarak, bu bağı farklı modellerle sınayan çalışmaların son dönemlerde artış göstermiş 
olmasına rağmen, oy verme davranışıyla kent büyüklüğü ya da kentsel ölçek arasında anlamlı bir ilişki kurulup kurulamayacağı çok daha önceden siyaset 
biliminin tartışma konuları arasına girmiştir. Bu açıdan, Amerika Birleşik Devletlerinde geniş yankı uyandıran modernleşme kuramı çerçevesinde 
kentleşme ile siyasal davranış arasında ilişki kuran çalışmaların mekansal değişkenlerle siyasal davranış arasındaki ilişkiye yönelik tartışmayı 20. yüzyılın 
ortalarından itibaren başlattığı söylenebilir. Modernleşme kuramı doğrultusunda ortaya konan tez artan refah, eğitim, kentleşme ve endüstrileşmeyle birlikte 
siyasal sisteme katılımın da artacağı yönündedir. Bu teze dayalı olarak kentleşmenin kendisi siyasal katılımı artırıcı bir değişken olarak ele alınmıştır. 
Bazı kuramcılar bununla da sınırlı kalmamışlar; kentleşmenin sol partilere dönük oy verme davranışına yol açacağını varsaymışlar, başta Lipset ve 
Lazarsfeld olmak üzere bazı ünlü siyaset bilimciler sola oy verme davranışının kent büyüklüğü ile ilişkili olduğu düşüncesini ileri sürmüşlerdir. Bu kapsamda 
sola oy vermeyi etkileyen iki önemli faktörden biri kent büyüklüğüyken, diğerinin de kentte yer alan fabrikaların ölçeği olduğu belirtilmiştir 
(Aktaranlar Bealey / Dyer, 1971: 84; Epstein, 1956: 145). 

Daha sonraki çalışmalarda yöntemsel olarak kullanılan “yer büyüklüğü analizi”yle (the size of place analysis) kent büyüklüğünün belli bir oy verme 
davranışına yol açıp açmadığı varsayımı sınanmıştır. Bu çalışmalardan bazıları seçimlerde oy verme davranışını açıklamada yer büyüklüğünün yetersiz bir 
değişken olduğu sonucuna varırken (Masters / Wright, 1958: 1086), bazı çalışmalarda ise yer büyüklüğünün anlamlı sonuçlar verdiği belirtilmiştir. Yer 
büyüklüğü analizinin ortaya konduğu kabul edilen Epstein’ın çalışmasında ABD’de bulunan Wisconsin’de seçim sonuçlarına göre kent büyüklüğü 
küçüldükçe, Demokrat oyların gücünün düştüğü bulgusuna erişilmiştir. Farklı kent büyüklüklerine göre oy verme davranışının değişip değişmediğini sınamak 
üzere ortaya attığı yer büyüklüğü analizinde Epstein, küçük yerleşim yerlerinin daha büyük yerleşim yerlerine göre oy verme davranışında daha tutucu olduğu 
varsayımına dayanmış; küçük yerlerdeki görece homojen toplumsal yapının böyle bir sonuç doğurduğunu ortaya koymuştur. Böylece daha muhafazakar ve 
geleneksel bir politikayı tercih eden Cumhuriyetçilerin görece küçük yerleşim yerlerinde daha başarılı olacağını ileri sürmüştür (Epstein, 1956: 143-144, 146). 

Benzer analizler daha sonraları başka araştırmacılar tarafından yeniden gözden geçirilerek güncellenmiş; bu çalışmalarda Epstein’ın ulaştığına benzer 
sonuçlara varılmıştır (Adamany, 1964; Bonjean / Lineberry, 1971). Bu doğrultuda Fenton da, Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı eyaletlerinde kent 
büyüklüğü ile Demokrat oylar arasında korelasyon bulmuştur (fenton, 1966: 33, 54, 132). Böylece sanayileşmiş Batı ülkelerinde kent büyüklüğü değiştikçe 
seçmenlerin oy verme davranışının farklılaşıp farklılaşmadığı, eğer farklılaşıyorsa oy verme davranışının sol ya da sağ hangi eğilime doğru 
yöneldiği kuramsal düzeyde ortaya konmaya çalışılmıştır. 


3.TÜRKİYE’DE SİYASAL DAVRANIŞIN MEKANLA BAĞLANTISI 


Türkiye’de, Batılı ülkelerdeki kadar çok sayıda olmasa da, genel seçimlere ilişkin ampirik çalışmalar yapılmıştır. Özellikle çok partili rejime 
geçilmesinden günümüze dek ulusal düzeyde seçimler akademik dünyanın ilgisini çekmiştir. Bu doğrultuda Batıda modernleşme kuramı çerçevesinde 
ortaya atılan tezler, Türkiye örneği üzerinden sınanmış; çoğu zaman söz konusu tezlerin neden Türkiye’de geçerlilik taşımadığına ilişkin açıklamalar 
yapılmıştır. Seçim çalışmaları içinde genel seçimlerin mekansal boyutunu ele alan ampirik çalışmalar da yer almıştır. Bunlar içinde, Özbudun, 1965 ve 1969 
genel seçimlerini de göz önünde bulundurarak 1973 ulusal seçimlerinde oy verme davranışı ve siyasal katılımı analiz etmiştir. Analizde siyasal katılım ve 
siyasal kurumlaşma bağımlı değişken, sosyo-ekonomik modernleşme ise bağımsız değişken olarak ele alınmıştır. Bu kapsamda kentsel ve kırsal 
farklılaşma ve bu farklılaşmanın siyasal davranış üzerine etkisi istatistiksel açıdan değerlendirilmiş; Türkiye’de kırsal alanlarda siyasal katılımın kentsel 
alanlardan daha yüksek olduğu bulgusuna erişilmiştir. Bu bulgu, modernleşme kuramı ve Batılı ülkelerdeki çalışmalarda erişilen sonuçlardan farklılık 
göstermiştir. Türkiye’de kırsal alanda kentsel yerlere göre daha yüksek katılım oranlarının saptanmasının en önemli nedeni olarak kırsal alanda güçlü aşiret ve 
feodal ilişkilerin varlığı gösterilmiştir (Özbudun, 1976: 123, 161-62; Özbudun / Tachau, 1975: 470-71). 

Genel seçim sonuçlarına dayalı olarak seçmenin büyük kentlerde oy verme eğilimleri başka çalışmalarda da ele alınmıştır. Bu çalışmaların 
sonuçlarına göre, merkez sağın 1960’lı yıllarda büyük kentlerde egemen olduğu, ancak bu egemenliğin özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir’de 1970’li 
yıllarla birlikte Cumhuriyet Halk Partisi’nin yükselişi ile merkez solun eline geçtiği belirtilmiştir. Bu siyasal olgu karşısında üç büyük kentte oy verme 
davranışının kent merkezi ile gecekondu alanları arasında farklılaştırılmasına gidilerek, mekansal bir analiz ortaya konmuştur. Buna göre, gecekondu 
alanlarında düşük gelirli seçmenler arasında siyasal eğilim olarak solun hızla yükselişe geçtiği bulgusuna erişilmiştir (Danielson / Keleş, 1985: 106-108; 
Özbudun, 1980: 123-24). 

1960 ve 1970’li yılların siyasal seçim coğrafyasının aksine 1990’lı yıllar ise merkez sağın erimesine paralel biçimde merkez dışı sağ partilerin yükselişe 
geçtiği dönem olarak resmedilmiştir. Bu dönemde Türk sağının içine düştüğü kimlik krizinin, ideolojik olarak daha önceki dönemlerde merkez dışı görülen 
radikal partilerin önünü açtığı belirtilmiştir (Açıkel, 2003: 186). Böylece milliyetçi ve İslamcı vurguları öne çıkan partilerin merkeze doğru yönelmeleri 
söz konusu olmuştur. 1990’lardaki siyasal seçim coğrafyasındaki köklü değişim mekansal değişkenlere dayalı yeni çalışmaların da yapılmasına neden olmuştur. 
Bu çalışmalar arasında Çarkoğlu genel seçimlerin coğrafyası üzerine odaklanırken; West, Türk siyasetinde bölgesel etmenler üzerinde durmuştur 
(West, 2005; Çarkoğlu, 2000). Hazama ise, genel seçim yazınında ortaya konan sosyal yarılmaların oy verme davranışını daha istikrarlı hale getirerek siyasal 
eğilimler arasında geçişlilikleri ve hareketliliği azaltacağı varsayımını Türkiye örneği üzerinden sınamıştır. Böylece il düzeyinde sosyal yarılmaların oy verme 
davranışı üzerindeki etkisini ortaya koyarak Türk seçmeninde partizanlık etkisinin azalıp azalmadığını zaman süreci içinde analiz etmiştir (Hazama, 2003). 

Bu bölümde ele alınan çalışmalar genel seçim sonuçlarını göz önünde tutarak Batılı ülkelerde tartışılan bazı hipotezleri Türkiye örneği üzerinden 
sınamışlardır. Bu açıdan il düzeyi veya büyük kentlerde oy verme davranışını da analiz etmişlerdir. Ancak bu çalışmalar yerel seçimler üzerinde ya hiç 
durmamışlar, ya da yerel seçim sonuçlarını ikincil düzeyde ele almışlardır. Bu nedenle Türkiye’de yerel seçim çalışmalarını ayrı bir başlık altında inceleme 
gereksinimi bulunmaktadır. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***



Yerel Seçim Sistemi Değişmeli


Yerel Seçim Sistemi Değişmeli 


Örsan Ö. AKBULUT 
Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (TODAİE) Asistanı



19.11.2003- Cumhuriyet Gazetesi, 2. Sayfa, olaylar ve görüşler kuşağında yayımlanmıştır:

Yerel Seçim Sistemi Değişmeli 

Yerel seçim sisteminin siyasal olarak tartışmalı bu boyutunun yanında, hukuksal olarak da tartışmalı bir yönü bulunmaktadır. Nitekim, onda birlik sistemin yasalaştığı dönemde, anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesi'nde iptal davası açılmışsa da mahkeme, anayasada seçim sistemine ilişkin açık hüküm olmadığı gerekçesiyle davayı reddetmiştir. 

Türkiye'de yerel seçimler gündeme geldiğinde her zaman belediye başkanlığı öne çıkarılmakta ve tüm yerel seçimler buna indirgenmektedir. 

Ancak bu indirgeme doğal karşılanmalıdır. Çünkü, hem yasalarla verilen kimi yetkiler hem de mevcut yerel seçim sistemi, belediye başkanının, belediye yönetimlerinde tek adam yönetimi kurmasına olanak tanıdığından, yerel seçimlerin odak noktası da belediye başkanlığı seçimleri olmaktadır. Belediye yönetimlerindeki bu monolitik yapının, temel olarak seçim sistemlerinden kaynaklanan iki nedeni vardır. Bunlardan ilki, belediye başkanlığı seçimlerinde başkanlık sisteminin uygulanması.. 

Yani belediye başkanının doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesidir. İkincisi ise kamuoyunda fazla tartışılmayan, yerel meclislerin (belediye ve il genel meclisi) oluşum biçimdir. Bu oluşum biçimi, yerel meclislerin seçim sistemini düzenleyen, 1984 yılında Özal iktidarı döneminde çıkarılan 2972 sayılı yasanın kısaca Yerel Seçim Yasası'nın öngördüğü seçim sistemine dayanmaktadır. Bu seçim sistemi, büyük partilerin lehine işleyen bir mantığa sahiptir. 
Bilindiği gibi 12 Eylül öncesi döneme tepki olarak, çok sayıda partinin seçime girmesinin engellenmek istenmesi, 1980'den sonraki dönemde, seçim sistemlerinde ana ilkenin ''yönetimde istikrar'' olmasına neden olmuştur. Zaten, 12 Eylül askeri darbesinin temel amaçlarından biri de, yönetimde istikrarı sağlamaktı. 
Yönetimde istikrar ilkesi, yerel meclislerde, özellikle de belediye meclislerinde, büyük partilerin egemenliğini sağlayarak yaşama geçirilmek istenmiştir. 
Oysa ki, ülke genel yönetimi açısından geçerliliği daha anlamlı olan bu ilkenin yerel yönetimlerde uygulanabilirliği tartışmalıdır. Üstelik, belediye başkanının 
doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesi başlı başına bir yönetimde istikrar uygulaması iken, belediye meclislerinin yapısının başkana koşut olarak şekillendirilmeye çalışılması, ''yerel demokrasi'' paradigmasının kendi içsel mantığı bakımından da bir tutarsızlık oluşturmaktadır. 

Belediye meclisi ve il genel meclisi seçimlerinde, 1984 yılına gelinceye kadar, d'Hondt usulü nispi temsil sistemi uygulanmaktaydı. 1984 yılında çıkarılan yasa, 
bu sisteme bir de, onda birlik baraj uygulaması getirmiştir. Böylelikle, klasik d'Hondt usulünün bile küçük partiler aleyhine olan yapısı daha da güçlendirilmiştir. 

Çünkü, onda birlik sisteme göre bir seçim çevresindeki geçerli oyların onda biri, tüm partilerin ve bağımsızların aldıkları oylardan ayrı ayrı çıkarılmaktadır. 
Böylece, partilerin ve bağımsız adayların temsil güçlerinde bir azalmaya gidilerek oy dağılımı gerçekleştirilmektedir. 

Bu durumu bir örnek ile açıklamaya çalışalım. 1. 800.000 nüfusu olan ve 18 il genel meclisi üyesi çıkaracak bir ilçede, il genel meclisi üye seçimine 6 siyasi partinin katıldığını varsayalım. 700.000 geçerli oyun partiler arasındaki dağılımı ve kazandıkları üye sayısının şöyle olduğunu düşünelim: 
Onda Bir İndirimi Uygulanmadan; 

A Partisi 250.000 %35.71 7 üye (%38.88) 
B Partisi 150.000 %21.42 4 üye (%22.22) 
C Partisi 82.000 %11.21 2 üye (%11.11) 
Ç Partisi 75.000 %10.71 2 üye (%11.11) 
D Partisi 72.000 %10.28 2 üye (%11.11) 
E Partisi 71.000 %10.14 1 üye (5.55) 

Görüldüğü gibi oy oranları ile üye oranları arasında genelde adalet ve tutarlılık vardır. Ancak, 700.000 geçerli oyun onda biri olan 70.000 indirim oranını uyguladığımızda ise şu sonuç ortaya çıkmaktadır: 

A Partisi 180.000 13 üye 
B Partisi 80.000 5 üye 
C Partisi 12.000 
Ç Partisi 5.000 
D Partisi 2.000 
E Partisi 1.000 

Onda bir indirimi uygulanmadan, il genel meclisi seçimine katılan 6 parti de üye gönderebilmesine rağmen, onda bir indirimi uygulandığında sadece 2 parti üyelik kazanabilmektedir. Yukarıdaki örneğin de açıkça ortaya koyduğu gibi bu sistem, temsilde adalet ilkesinin gerçekleşmesine engel olduğundan, nispi temsil sisteminin yerel seçimlerde uygulanabilirliğini zorlaştırmaktadır. 

Tüm bunların yanında, özellikle son yıllarda yapılan yerel seçimlerde belediye başkanları, belde halkının yarısından azının desteğine dayanarak seçilmektedir. 

Bu durum, siyasal parti yapısının ve tabanın parçalı olmasının bir sonucu olmakla beraber, belediye başkanının tek turlu seçilmesinin de söz konusu sonucun ortaya çıkmasına aracılık ettiği açıktır. 

Böyle bir durumda, belediye başkanı karşısında dengeleyici bir güç olması
gereken belediye meclisleri, yukarıda eksikliklerini ortaya koyduğumuz seçim sisteminden dolayı, tamamlayıcı bir rol üstlenmek zorunda bırakılmışlardır. Yani, belediye başkanının bu zayıf temsil durumunu güçlendirici bir konuma itilmişlerdir. 

Yerel seçim sisteminin siyasal olarak tartışmalı bu boyutunun yanında, hukuksal olarak da tartışmalı bir yönü bulunmaktadır. Nitekim, onda birlik sistemin yasalaştığı dönemde, anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesi'nde iptal davası açılmışsa da mahkeme, anayasada seçim sistemine ilişkin açık hüküm olmadığı gerekçesiyle davayı reddetmiştir. 

Bununla birlikte, anayasada 1995 yılında yapılan bir değişiklik ile seçim sistemlerinin temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenmesi yönünde açık bir hükme yer verilmiştir. 

Bu hüküm çerçevesinde, Yerel Seçim Yasası'ndaki onda birlik dizgenin (sistemin) yönetimde, oturmuşluğu (İstikrarı) kayırdığı ortadır. 

Bundan dolayı, anayasaya aykırı bir özellik taşımaktadır. 

KAYNAK;


..

Üç Tarafından Kürdistan ile Kuşatılmış Türkiye!


Üç Tarafından Kürdistan ile Kuşatılmış Türkiye! 





Yazar: Ümit Özdağ 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 


PKK ve BDP’li temsilcilerin saldırganlıklarının arttığı bir dönemden geçiyoruz. AKP Hükümeti, PKK ve BDP’lilerin politikaları ve eylemleri için özürler ürettikçe PKK/BDP’nin saldırganlıkları azalmayacak artamaya devam edecektir. Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, “Katılımların yüksek olduğu kanaatinde değiliz. Bu katılımların amacının ölecek veya öldürecek nitelikte değil başka amaçlarla 
olduğunu biliyoruz. Gelecek kaygısı. Yani dağa çıkışlar eskiye oranla daha nitelikli bir hal aldı” diyerek PKK/BDP adına özür dilemektedir.[1] 

PKK’ya katılımların gelecek endişesi ile yapıldığı ifadesi, gelecekte PKK’nın Güneydoğu Anadolu’da insanlara iş ve aş verebileceğinin de dolaylı ifadesidir. 

Bir BDP milletvekili, Türkiye’nin üç tarafı “Kürdistan ile çevrili” diyerek, adeta, sadece Suriye, Irak ve İran’ın değil, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ı da yok saymaktadır. Bu saldırgan yaklaşım, aslında Türkiye’de yaşanan meselenin de bir insan hakları ve demokrasi meselesi değil, toprak ve egemenlik meselesi olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Esasen, PKK/BDP’liler, sadece 
Türkiye’nin güney ve doğu sınırları dışında bir Kürdistan’dan bahsetmemekte yetinmemekte, Iğdır-Sivas-Mersin arasında kalan coğrafyayı da Kürdistan olarak, büyük Kürdistan’ın parçası olarak görmektedirler. PKK’nın Türkiye’den koparmayı hedeflediği coğrafya budur. Bazı PKK’lı/Kürtçü stratejistler, Iğdır’a kadar uzanan PKK yayılmasının Rize üzerinden Karadeniz’e açılabileceğini böylece Büyük Kürdistan’ın hep Karadeniz hem Akdeniz’den denizlere açılmasının mümkün olduğunu düşünmektedir. 

PKK’lılar ve Kürtçü teorisyenler, Iğdır, Sivas, Mersin alanının Kürdistan laştırılmasının demografik bir savaş olarak görmektedirler. Öcalan 1989’da şöyle demektedir: “Kürt nüfusu ikiye katlanırken Türkler yerinde sayıyor. Ve önümüzdeki 2000’li yıllara doğru Kürt nüfusunun Türk nüfusunu aşması işten bile değil. Bu çok önemli. Nasıl bir dönem Türkler doğudan Rum asıllı Anadolu’ya doğru akıp halkı Rum olan devlet içinde yer aldılarsa da, hem de saldırı ruhuyla bu topraklarda kendilerine yer açtılarsa, biraz daha değişik de olsa benzer bir tarzda Kürtlerin akışı var. Gene doğudan batıya. Şimdiden İstanbulları 
biliyorsunuz. İzmirler, Adanalar milyonlarca Kürt’e sahip. Hem de en aktif en dinamik kesimler… Türkler ise biraz rehavette!”[2] 

Bu yaklaşım ile hareket eden PKK/BDP geleneği şimdi şöyle demektedir: Iğdır’da
ister Azeri ol ister zenci Kürdistan’da yaşadığını bileceksin. BDP’nin Iğdır’da belediye seçimlerini kazanmasından hemen sonra BDP’nin önde gelen temsilcilerinden birisi Pelvin Buldan, 29 Mart seçimlerinde Kürdistan' sınırlarını belirledik. Yani, Van'ı aldık, Siirt'i aldık, 86 yıllık geleneği bozarak Iğdır'ı aldık” amaçlarının ne olduğunu açık bir şekilde ortaya koymuştur.[3] 

AKP Hükümeti, PKK açılımı sürecinde almış olduğu kararlar ile Başbakan Erdoğan adını vermediği bir “ Tek Millet ”ten bahsetse de ayrı bir “ Kürt Milletleşmesi ” sürecini güçlendirmektedir. AKP tarafından demokratikleşme adı altında atılan her adım “etnik kimliğin kurumsallaştırılması” sürecinin bir parçasıdır. 

Kısa vadede AKP’nin attığı etnik hakların kurumsallaştırılması televizyon, Kürtçe eğitim, Dersim söylemi, “devlet haksızlık yaptı özür dileyelim” politikaları sahte bir rahatlama sağlayacak, ancak etnik kimliğin kurumsallaştırılması ülkemizi bir arada tutan Türk milli kimliğini eritecek ve nihayet Türkiye’de iki milletli bir yapıya dönüşülecektir. 

Ayrı milletleşme sürecine giren ve demografik savaş duygusu ile hareket ettirilen bir yapının varacağı nokta son kertede kişi başına milli gelirin Avrupa’da birinci olduğu Belçika’da Valonlar ile Flamanların vardığı noktadan çok farklı olmayacaktır. 

Üstelik, Irak parçalanmış kuzeyine bir Kürdistan yerleştirilmiştir. Şimdi Suriye parçalanmakta ve Kuzeyine bir Kürdistan yerleştirilmektedir. Bunu İran’ın parçalanmasının izlemesi hedeflenmektedir. AKP Hükümetinin izlediği ayrı milletleşme sürecini ile Türkiye’nin milli birliği ve toprak bütünlüğünü muhafaza etmesi mümkün görünmemektedir. 

Bugün PKK’nın ulaşmış olduğu nokta PKK’nın gücünden değil, Türkiye’yi yöneten kadronun PKK ile mücadele etmemesinden kaynaklanmaktadır.Bundan dolayı mevcut kötü gidiş bir süre daha devam edecektir. Türkiye dibe vuracaktır. Bu arada PKK’nın şımarıklığı artarak devam edecektir. Ancak sonunda Türk Milletinin büyük bir bölümü (Hepsi değil. İstiklal Harbi’nde de hepsi katılmadı. Daha kötüsü düşman yanında yer alanlarda vardı. Bugün ihanet içinde olanlar kimin çocukları zannediyorsunuz.) ülkenin ve milletin bölünme noktasına geldiğini gördüğü an arkalarında en çok % 6 destek olan PKK’lılar ile nihai bir hesaplaşma içine gireceklerdir. Bu hesaplaşma sonucunda Türkiye’nin üç tarafı 

Kürdistan mı yoksa ne ortaya çıkacaktır. 

[1] http://siyaset.milliyet.com.tr/-herkes-tef-gibi-gergin-/siyaset/ydetay/1741273/default.htm 
[2] İki Bine Doğru, 22.10.1989 
[3] Habertürk, 28 Nisan 2009, “Kürdistan’ın sınırlarını çizdik” 

http://www.21yyte.org/ adresinden 31.07.2013 10:57 tarihinde indirilmiştir


***

31 Ocak 2017 Salı

TEPKİSİZ DEMOKRASİ ?




TEPKİSİZ DEMOKRASİ ?




 
Yekta Güngör Özden
 
 
Lâiklik ve irtica konularında tanım istemleri ve tartışmalarıyla günler dolarken asıl sorunlara ilişkin çözüm çabaları yine geride kaldı. Gereksiz ve anlamsız tanım istekleri gerçekte bir oyalama ve saptırmadan başka bir şey değildi. Lâikliğin ne olduğunu bilmeyenden çok bile bile çarpıtanlar vardı. Dinsel ağırlık kişisel yönetim düzeni olan teokratik monarşiden demokrasi amaçlı cumhuriyete geçtiğimiz, Osmanlı’nın kötü yönetimiyle işbirlikçi tutumu karşısında toprak, insan, zaman, değer, kaynak ve onur yitirdiğimiz gerçeği 1923’den beri anlatılıp öğretiliyordu. Cumhuriyetle yıkılanların özlemini çekenler, çıkarların yoksun kalmanın hırsıyla kin besleyenler, cumhuriyete yaraşır olmayanlar boş durmadılar. Gerçek dindarları mutlu kılan lâikliği din düşmanlığı olarak tanıtmaya çalışanlar inanç sömürüsü yoluyla iktidara gelerek rejimin karakterini değiştirmeye soyundular. Yalanlar, yakıştırmalar, bir dindardan asla beklenmeyen çirkinliklerle toplumsal barışı yıktılar. Müslümanlık taslayarak başka dinden olanlara yer açtılar. Müslümanlığa zarar verdiler. Hukuku, ekonomiyi, eğitimi, her şeyi araç kılarak kendi ilkelliklerini, katılıklarını, yozluklarını dayatmaya çalıştılar. İç düzen ve dış ilişkiler yara aldı, bozuldu. Yenilikten cumhuriyete, bağımsızlıktan bilimselliğe, hukuksallıktan devrimlere her iyi duruma ve tutuma karşı olan irtica, lâikliğin tam tersidir. Lâiklik düşmanıdır, insanlık düşmanıdır, din düşmanıdır. “İnanıyorum o halde varım” demekten “Düşünüyorum o halde varım” düzeyine, ümmetten ulus düzeyine taşıyan lâiklik, cumhuriyet ve demokrasinin kaynağıdır. 80 yılı aşan bir zaman yaptıkları öğretime, aldıkları eğitime, bulundukları katlara ve konumlarına karşın bu kavramların ne olduğunu öğrenememişlerse bundan sonra da öğrenemezler. Hele bugüne değin lâiklik ve irtica konularındaki yargı kararlarını geçersiz saydıracak, kuşkulu kılacak konuşmalar, sahiplerinin bağlantılarını, eğilimlerini yansıtan açıklamalar gerçekten üzücü olmuştur. Lâiklik sayesinde şimdiki yerlerini edinenlerin çok iyi düşünmeleri gerekir. Asıl amacını ABD-İsrail karşıtlığıyla gizlemeye çalışan radikal İslâm, yalnız Ortadoğu’nun değil, dünyanın başına belâdır. Dinci terörün islâmiyete dayanması kötülüğünün en ağır yanıdır.

Uluslararası alanda ilginç durumlar yaşanıyor. Nükleer silâh gücüne sahip 9. ülke durumuna gelen Kim-Jong Il liderliğindeki Kuzey Kore’nin atomuna karşı Güney Kore Dışişleri Bakanı Ban Ki-Moon BM Güvenlik Konseyi’nce Kofi Annan’ın yerine Genel Sekreterliğe aday gösterildi. Genel Kurul oylaması ile kesinleşecek. Fransa İçişleri Bakanı, Sarkozy Recep Tayyip Erdoğan’a sürdüğü üç koşul içinde Ceza Yasası’nın 301. maddesini soykırım tartışmaları yasağı olarak gösterdi. Böyle bir şey yok. Amaçları Türkiye karşıtlarına destek vermek, böylece Türkiye’yi uğraştırıp yıpratmak. 


Batıya bahane 

Dinci terör, hiçbir dinde bulunmaması gereken yoketme vahşetidir. Batıda da tarikat ya da kimi aşırılıklarla kötülüklerine tanık olunan terörü gözardı edenler Afganistan, Mısır, Türkiye, Irak başta olmak üzere kimi müslüman çoğunluklu ülkelerdeki aykırılıklara dayanarak ilişkilerini düzenlemektedir. Savaşarak alamadıklarını şimdilerde ekonomik-siyasal kimi ilişkilerle, daha da çok ABD dayatması ve AB baskılarıyla almaktadırlar. ABD’nin PKK için hâlâ bir şey yapmaması, Fransa Cumhurbaşkanı’nın sözde ermeni soykırımını AB üyeliği koşulu göstermemsi, Ermenistan ziyaretindeki anıt ziyaretleri, sözde soykırımı kabul etmeyenlere ceza tehdidi, AB Parlamentosu’nun Kopenhang’ta sözü edilmeyen konuları yeni kriterler olarak öne sürmesi, Almanya Başbakanı’nın “ancak imtiyazlı ortaklık” yinelemesi açık bir oyalama, aldatma, yıpratma ve yutma siyasetidir. Silâhlı Kuvvetlerimizi “Demokrasi, AB üyeliği, ekonomi” duyarlığıyla arkalara itmeye, dışlamaya çalışanlar her şeyi bozarak yıkma oyununun kirli taşlarıdır. Ali Babacan “Ermeni soykırımını tanımaya kapalı değiliz” demiş (NRC Handelsblad, 9.9.2006). Kimsiniz ve ne hakla? Kürt konulu raporunun AB Parlamenter Meclisi’nde kabulünde Türk Delegasyonu neye, nasıl oy verdi, incelemeye değer. 

Bilinçsizlik 

Hukuktan uzaklaşmak, yargıyı etki ve baskı altına almak, Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerine, savunucu ve koruyucularına saldırılarak yapılan sapkınlıklar yetmiyormuş gibi açıkça terör örgütünden yana çıkıp ateşkes isteyenler türedi. Ateşkes kavramının anlamını bilmeyenlerin imza gösterisine katılmaları bir yana terör örgütünün aldatılmış militanlarına “Dağılın, silâhlarınızla birlikte teslim olun!” diyecek yerde devleti devlet olmaktan çıkaracak girişimlere zorlayanlar çıkıyor. DTP “Toplumsal tabanımız aynı” diyerek yapılacak sözde siyaseti açıkladı. Terör örgütü, adamları neyi yasal yollardan istediler de yanıt alamadılar, bir yurttaş olarak birbirimizden neyimiz eksik ya da fazla? Yalanla her şey ileri sürülebilir. İstedikleri ayrı bir devlet kurmak, devleti ele geçirmek, devletin yapısını ve niteliklerini bozarak kendi egemenliklerini kurmaktır. Bunun siyaseti kabûl edilir mi ki kimileri de dağdan inip ovada siyaset yapmalarını öneriyor. Böyle oy amaçlı, ödün ağırlıklı sözlerin seçilmek için dış destek aramaktan farkı yoktur. Başbakanın devletin anayasal niteliklerine vurgu yaptığı gibi sözlerinin nereye gideceğini bilmeyen muhalefet sözcüleri de yarın başka türkülere başlayabilirler. Toplum olmayacak işlerle uğraşırken sorunlar unutuluyor, unutturuluyor. Yalnız Fransa Başbakanı Sarkozy, Ermenistan değil, tüm küstahlar, tüm sapkınlar, dönekler ve terbiyesizler, bağnazlar, aymazlar ve yobazlar uygar tepkilerle uyarılmalı, yanıtlarını almalıdır. Demokrasiyi demokratlar kazandırır ve yaşatır. Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun son açıklaması umut vericidir. YARSAV’ın Danıştay’a sınavlar için başvurusu da. 


Yeni Türk Ceza Yasası’nın 301 maddesiyle ilgili medyanın tutumu bir yana yargı kararları ilginç içeriklerle açıklanmaktadır. Hukukun siyasallaşması en büyük tehlikedir. Yasaları iyi düzenlenmemesi haklı yakınmalara neden olurken iyileştirme yerine kötülüklere tümden olanak tanıyacak açılımları demokrasi adına dayatmanın sakıncaları da gözetilmelidir. İktidar ve yandaşları 285 milyon m2 yüzölçümlü 62500 taşınmazın yabancılara satıldığını, bankalarda dörtte biri bulan yabancı ortaklığını, artan Kur’an kurslarını, yolsuzlukları, saygısızlıkları, suçlardaki tırmanmayı, her alanda ve her kattaki bozulmaları ele almıyorlar. Ülkemiz için birçok yönden dönemeç sayılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi iktidarın amacına kavuşması hazırlıklarıyla ve kendi kurnazlıklarıyla sonuçlandırılmaya çalışılıyor. 2007’deki genel seçimler Türkiye’nin yazgısını belirleyecek. Medyanın iktidar aşkı kimi üniversite ve kuruluşun Başbakana teşekkür ilânlarıyla geçilmek isteniyor. Lâiklikle ve gerçekle hiçbir ilgisi olmayan yapay “Medeniyetler İttifakı” dincilerin dayanışması olabilir. Medeniyet, tüm insanlığın malıdır. Gerçek olsaydı Türkiye iktidarı sıkmabaş, din dersi zorunluluğu imam hatip okulu ayrıcalığı, dinci kadrolaşma ve lâik cumhuriyet-Atatürk karşıtlığı inadını bırakırdı. Siyasetçinin dinlerarası ilişkide başrole çıkması da yanlıştır. 

Kötü alışkanlıklar 

“ Seçilmiş-Atanmış ” ayrımı, eğitim-öğretimi, bilgiyi, yeteneği, deneyimi, süreçleri ve koşulları dışlayan bir ilkellik ve ilkesizlik belirtisidir. Yıllarca çalışmış bir hukukçunun, bir askerin, bir hekimin, bir bilim adamının, meslek katları içinde birkaç seçimden gelerek edindiği yer mi tartışmalıdır, bir seçimle alınmış milletvekilliği sıfatı mı? Demokrasiyi ayağa düşüren, kötüye kullanarak sömüren kimileri ikide bir bu ayrılığı körükler. Kendine bir şey çıkarmaya çalışır. Oy demokrasi için kutsal bir araçtır, namus bilinerek kullanılırsa. Satın alınırsa hiçbir şey değildir. Bu yolla bir yerlere gelenler yüzsüzlük yapıp Cumhurbaşkanına, yargı organları başkanlarına, Genelkurmay Başkanı’na ve Kuvvet Komutanlarına nezaketle asla bağdaşmayan sözcüklerle saldırmaktadır. Terbiye ve düzey sorunu olan tutum medyadaki sapkın kalemler için nerdeyse alışkanlık durumuna getirilmiştir. Başkalarına ders vermeye kalkışan kimi kendini bilmez dilin kişilik simgesi olduğunun ayırdında da değildir. Her konuda her kötülüğü yapabilecek köktendinci kadın-erkekler gibi medyadaki yandaşları da “insanaltı” yapılarını yazdıklarıyla yansıtmaktadır. Bunlar için her şey, her yol, her yöntem geçerlidir. Bugün böyle, yarın başka olabilir, hiçbir şey değişmese de kendileri değişir değiştirilebilir. Çalıştıkları yayın organın her şeye değindiği için patronları da her konuda eleştirilebilir.Hiç patronlarını, para musluklarını eleştirdikleri görülmüş müdür? Yargı kararlarını anlamadığı, anlaması olanaksız düzeyine karşın kendi ideolojisine ve siyasal-patronsal ilişkisine göre yorumlayıp okuyucuları kandıran, yanıltan mı ararsınız, Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında lâiklik sözcüğünü kaç kez kullandığına takılan mı, devlet büyükleriyle ilgili yazılarında onlar için “topal ördek” benzetmesini ardarda kullanan mı, saygıyı başkalarına çok görüp kendilerini fildişi kulelerde tanrı gölgesi yerine koyanlar mı, ne tipler, ne cinsler? “Kürt sorununa demokratik çözüm” diyenleri, hukuksal ve anayasal incelikleri bilmeden, Anayasa’nın 14. maddesinde geçen “lâik cumhuriyet”le 24. maddenin ikinci fıkrasında 14. maddeye yapılan yollamanın anlamlarını ve amacını kavramadan “lâiklik için özgürlüklerin durdurulup sınırlamayacağını” savunan genç siyasetçileri de bunlara ekleyebiliriz. Kimi röportajlarla terör örgütlerinin kınanması yerine Türkiye Cumhuriyeti kınanıyor. Aykırı partilerin kapatılmasını önlemek için ustaca sözcükler kullanılmaya, anlatımlar sıralanmaya çalışılıyor. PKK-APO sloganlarının atılması, kürtçülük renklerinin sallanması, posterlerin taşınması, gece-gündüz alçakça öldürmeler, mayınlar yurtdışı çabalar unutuluyor. İktidarın doyurucu bir açıklama yapmaması da endişe veriyor. Hâlâ “Güneydoğu sorunu” yerine “Kürt sorunu” kullananlar var. Tutarlılık yok. Kendisi ya da partisi için beklentilerle ödün vermek ilkesizliktir. 

Tuhaflıklar 

Atatürk’ü küçültme çabaları değişik biçimde sürüyor. Biri de kalkmış Vahdettin’in kızı Sabiha’nın dünürü Suat Hayri Ürgüplü’ye yazdırdığı anılara dayanarak Mustafa Kemal’in evlenme teklifini geri çevirdiğini yazıyor. Atatürk kendisine böyle bir şey önerilmişse de kendisinin düşünmediğini ve uygun bulmadığını söylemiştir. 

Bir kuruluşun AB desteğiyle hazırladığı Almanak’a katkı verenler içindeki devlet görevlileri kimlerin nerelere yerleştirildiğinin kanıtıdır. İktidar yandaşları önemli görevlere niteliklerine bakılmaksızın taşınmaktadır. Suskun üniversiteler de bu durumların dolaylı destekçisi olmaktadır. Hurafelerle dolu kitaplar, “millî” kavram ve sıfatına ters tutumlar, bilime ters bağnazlıklar, kadayıflı, kanlı-kansız, tramvaylı demokrasiden sonra abdest sulu demokrasiyi çağrıştırıyor. Dış borç 200 milyara yaklaşmış, ABD Ankara Büyükelçisi Wilson devlet niteliğini savunan önemli uyarılara “kakafonu, kuru gürültü” diyormuş, Kerkük ve Kıbrıs’tan yavaş yavaş umut kesiliyormuş, sorumluların umurunda mı? Fetva ve ferman dönemi hortlatılıyormuş aydınlar ne ölçüde ilgili? Herkes “En önde ben olayım, en üste ben oturayım, ben egemen ve başkan kalayım” derse, ilke birlikteliği, geleceğe yönelik ortak tasarımlar ve özveri olmasa solda birlik gerçekleşir mi? Böyle giderse pişmanlık yarar getirmez. İyi düşünmeli, çalışılmalıdır. 

 http://www.turksolu.com.tr/118/ozden118.htm


**

Sakıncalı Olasılıklar



Sakıncalı Olasılıklar



YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN
Sözcü Gazetesi
14 TEMMUZ 2016
yektagozden@sozcum.com


Bilimsel ve yaşamsal bağlamda kimi eksiklik ve olumsuzlukları olsa da siyasal düzenler içinde günümüzün en iyisi, demokrasidir. Yurttaşların bildiklerini, 
istediklerini, eleştirilerini, önerilerini özgürce söyleyip durum tartışmasını serbestçe yaptıkları demokrasinin erdemi, değerini bilenler için asla 
yadsınamaz.

Siyasal iktidarın Anayasa'yı yenilemek yerine kendi amaçlarını gerçekleştirmek için bilimsel yöntemlere aykırı olarak “Yeni Anayasa” savları, yandaşlarının 
yılışıklığı ve her şeyi göze aldıklarını belli eden tutum ve davranışlarıyla yeni darboğazları göstermektedir. Toplumsal barışı öteleyerek, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş'un 1980'lerin Danışma Meclisi Çanakkale üyesi Mehmet Pamak'ın yalanını anımsatan “Osmanlı'dan sonra Türkiye'de zulüm tarihi oldu. 
Öyle ki camiler ahır oldu, yıkıldı, tahrip oldu” çirkin sözlerinin yansıttığı cumhuriyet ve Atatürk- İnönü dönemleri karşıtlığı, öngörülen sözde “Yeni 
Türkiye”nin ne olduğunu, neler olacağını düşündürmektedir.

Geçenlerde muhtarlara nutuk atmakla başlayıp iftar sofralarına taşıdığı, törenlerde yinelediği konuşmalarıyla tepkileri artıran Bay RTE'ın “Teröristler 
kadar bizler gururlu, onurlu olmazsak..” sözü de iktidarcıların ağız dağınıklığını yansıtmaktadır. Böyle dil sürçmesi de olmaz. Gerçekten, 
cumhurbaşkanlığı ve cumhurbaşkanları, bugünlerde olduğu gibi hiç eleştirilmemiş tartışılmamıştı. Anda aykırı tutum ve davranışları bir yana, gereksiz, çok ve suçlayıcı konuşmaları böyle özürle de bağışlanmayacak sözlere neden oluyor. 

Neyseki “bizler”in içinde değiliz. Gelişigüzel sözlere önem vermemek gerekir.

YARGI YARASI

Yargıyı öncelikle ilgilileri, sorumluları tartışmaya açıyor. Kararları, duruşları ve tutumlarıyla. Yargıyı iktidar kanadı yapmak için düzenlenen yasa yayımlanınca hazırlandığı yazılan kararname uygulanacaktır. Siyasal rüşvet niteliğinde, Yargıtay ve Danıştay Başkan ve Daire Başkanlarına dokunmama düzenlemesi ne karşı tutuk ve tepkisiz duruş, hak dağıtımıyla görevli kesimin boynu bükük bekleyişi eleştirildi. Yargıtay ve Danıştay'dan 21 üyenin, en geç tasarı Meclis'teyken, yapmaları gereken çıkışı 11 Temmuz'da yapmaları bir yarar sağlayamaz. Yarınlarda iktidarın buyruğunda bir yargıyla devletin temeli 
dinamitlenmiş olacaktır. Hele Saygı ÖZTÜRK'ün dünkü yazısında değindiği gibi yeni Yargıtay ve Danıştay üyeleri cübbeleriyle siyasal bir ortamda toplantıya 
katılırlarsa bu durum kuvvetler ayrılığı ile yargı bağımsızlığının cenaze töreni olur. Sakıncalı olasılıklara yelken açılmaktadır. Ayrıca iktidarcıların yargıya 
yaklaşımındaki sakatlıkların yol açtığı durumlar yaralayıcıdır. İstanbul-Çağlayan Adliyesi'nde “Kur'an-ı Kerim Telâveti” için koridorların kaplanması, ezan sesleri, inanç sömürüsünün nerelere kadar tırmandığını ortaya koymaktadır.

BAŞKA NELER

İnsan, gazetelerin üçüncü sayfasını okurken sıkılıyor. Cinayetlerin en çirkinleri, en insanlıkdışı olanları, hırsızlık, kaçakçılık, yolsuzluk, trafik kazaları başta tüm utandırıcı ve yürek yakıcı olaylar terörle birlikte giderek artıyor. Yoksulluk, işsizlik, iflâslar, iş yeri kapanmaları, taşınmaz satışları da cabası. Kanada'da çalışan bir tanıdık geçende Ankara'ya gelmişti. Televizyon yayınlarını izleyince “Kanada'da on yılda duymadığım olayları burda bir gün için duydum, irkildim, Türkiye'ye neler olmuş” dedi. Böyle bir ortamda sağlıklı, mutlu, erinçli (huzurlu) olunur mu?

Bir de iktidar egemenleri “Üç çocuk, daha çok çocuk..” diye tutturuyor. Üniversiteyi bitirenlerin işsizliği, yurt dışı edinmeler akımı ortada. Geleceği 
güvenceli olmayınca nasıl çocuk edinsinler? Birçok sorunu çok kimse görmüyor, görenlerin çoğu da ne yazık ki anlamıyor. Her gün verilen şehitler, yürek yakıcı 
olaylar karşısında iktidarcıların aldırışsızlığı ve her şey iyiye gidiyormuş gibi nutuk atarak Başkanlık sistemi tartışmalarını sürdürerek yerlerinde oturmaları.

KIVANÇ DUYURAN DUYARLIK

Yüksek Mühendis Muammer ÖCAL'ın başkanlığını yaptığı Almanya'da Yükseköğrenim Görmüşler Dayanışma Derneği Alman Federal Meclisi'nin geçersiz soykırım kararını eleştiren ağır anlamlı üç sayfalık bir yazıyı Cem Özdemir dışındaki Türk kökenli 10 Alman parlamentere ve Türk-Alman Parlamentolararası Dostluk Grubu'nun 16 üyesine e-posta olarak gönderdi. Ulusal onurumuzu okşayan bu duyarlığı kutluyoruz.

VE BİR DÖRTLÜK

Değerli kardiyolog Prof. Dr. Abidin KUMBASAR'ın ilgiyle karşılanan dörtlüklerinden birini okurlarımıza sunuyoruz:

“İZLENİM”

İlkellikler kaplamış ülkenin her yanını,
Hiçbir yerde kalmamış güzelliklerden izler,
İnsanlarda coşku yok hüzün sarmış her yeri 
Dalgalar bile siyah, yas tutuyor denizler.” 

Esenlik dileklerimizle.


http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/yekta-gungor-ozden/sakincali-olasiliklar-1313140/


**

PARTİLİ YARGIDAN ADALET BEKLEMEK.




PARTİLİ YARGIDAN ADALET BEKLEMEK.



Mehmet Y. Yılmaz
myy@hurriyet.com.tr
26 Ocak 2017

BAŞBAKAN Binali Yıldırım, Anayasa değişikliği ile ilgili olarak “Meclis’in gücü azalıyor” itirazlarını yöneltenlere “ Hadi oradan, aslında Meclis’in gücü artıyor ” diye yanıt verdi.
“ Yargının başındaki idari yapının bir kısmını da Meclis belirliyor. Cumhurbaşkanı ve Meclis belirliyor. Yargıda da milletin bir şekilde iradesi de yansımış oluyor ” dedi.

İtirazlar da esasen bu “ bir şekilde yansıyan irade ” ile ilgili.

Milletin iradesi Meclis’e, “nispi” olarak yansıyor. Seçime katılan partiler, aldıkları oy oranına göre Meclis’te yer buluyor.

Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun 13 üyesinden 6’sını Cumhurbaşkanı doğrudan seçecek.

Geri kalan 7 üye, Meclis’ten seçilecek. Ancak iktidar partisinin komisyondaki ağırlığı ve genel kurul çoğunluğunu dikkate alırsanız, bu 7 üyenin de iktidar partisinin genel başkanı tarafından seçileceğini görürsünüz.

Meclis’teki nispi temsilin, bu seçimde etkili olabilmesinin yolu, seçilecek adaylarda nitelikli çoğunluk aranmasıyla sağlanabilirdi.

Böyle olsaydı, partiler uzlaşmak zorunda kalırlar ve nispeten daha tarafsız adaylar üzerinde anlaşabilirlerdi.

Ancak iki turdan sonra, en çok oyu alan iki aday arasında kura çekilecek. Adalet ve Anayasa komisyonlarındaki iktidar çoğunluğu, kendi tercihlerine göre adayları belirleme olanağına sahip olduğu için, HSK, iktidar partisinin eğilimlerine göre oluşacak.
Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinden 12’sini Cumhurbaşkanı atayacak.
Kalan üç üye, yine Meclis’teki iktidar çoğunluğu tarafından seçilecek. Böylece, kanunları denetleyecek, Cumhurbaşkanı’nı, yardımcılarını ve bakanları yargılayacak Yüce Divan üyelerinin tümü iktidar tarafından seçilmiş olacak.

Niye halkın yüzde 100’ünü temsil eden Meclis, nitelikli çoğunlukla üyelerin yarısını belirlemiyor da halkın yüzde 50.01’i ile seçilebilecek Cumhurbaşkanı, üyelerin yüzde 80’ini seçebiliyor?

Yürütmenin eylem ve işlerini denetleyecek Danıştay’ın 90’a düşecek üyelerinin dörtte birini, 23’ünü yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı seçecek. Geri kalan üyeleri de Cumhurbaşkanı’nın kontrolündeki HSK seçecek. Bu Danıştay, nasıl bağımsız olarak yürütmeyi denetleyebilecek? Meclis nerede?

Yargıtay Başsavcısı’nı ve Başsavcıvekili’ni, Cumhurbaşkanı seçecek. Yargıtay üyelerini de Cumhurbaşkanı’nın kontrolündeki HSK belirleyecek. Bu yargının bağımsız olacağının teminatı nedir?

“ Partili yargı ” dönemine girecek ve bu yargıdan adalet bekleyeceğiz.

Olacak iş mi?


İFTİHAR EDİLECEK TABLO DEĞİL ULUSLARARASI 

Şeffaflık Örgütü’nün 2016 yılı “ Yolsuzluk Algı Endeksi ”nde, Türkiye 9 basamak geriledi ve 176 ülke arasında 75. sıraya indi.

Araştırma metodolojisine göre “0 puan” en yüksek yolsuzluk algısına, “100 puan” ise en düşük yolsuzluk algısına işaret ediyor, Türkiye 41 puan aldı.

Türkiye bu endekste üç yıldır düzenli olarak geriliyor.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü, dünyanın 176 ülkesinden elde ettiği verilerle hazırladığı Yolsuzluk Algı Endeksi’ni 1995 yılından bu yana açıklıyor.

Endeks hazırlanırken 12 uluslararası kurumun yaptığı 13 araştırmanın sonuçlarına bakılıyor.

Toplumsal eşitsizlik, yolsuzlukların cezasız kalması, otoriter yönetimler, kurumların zayıflıkları, hak ve özgürlük ihlalleri, savaş ve ekonomik istikrarsızlık bu araştırmaların ortaya koyduğu sonuçları belirliyor.

Yolsuzluk algısının en düşük olduğu ülkeler Danimarka, Yeni Zelanda ve Finlandiya.

Son üç sırasında ise Kuzey Kore, Güney Sudan ve Somali yer alıyor.

Açıkça görülüyor ki kamu yönetiminin şeffaf olduğu, demokrasisi gelişmiş ülkelerde yolsuzluklar daha az, kapalı rejimlerde daha çok.

Bizimkisi ne doğru dürüst bir demokrasi ne de tam kapalı bir rejim olduğu için ortalarda yer alıyoruz ama sürekli geriliyoruz.

Bu iftihar edilecek bir tablo değil.


KADININ HAK ARAMA REHBERİ AVUKAT 

Altın Mimir’in yeni yayınlanan kitabı Hz. Ali’nin şu sözüyle başlıyor: “Ya düşündüğün gibi yaşarsın ya da yaşadığın gibi düşünürsün.” (Kadının Hak Arama Rehberi, Doğan Kitap)

Altın Mimir’in kitabı, kadınları düşündükleri gibi yaşamaya davet ediyor.

Türkiye’de kadınlara yönelik şiddetin önlenemediğini biliyoruz ama kadınlara yönelik hak ihlalleri sadece yaşam haklarına ve vücut bütünlüklerine yönelik değil.

Günlük hayatımızda, çalışma yaşamında, ilişkilerde sürekli bir hak ihlali yaşanıyor ve kadınların büyük çoğunluğu da bu ihlalleri normalmiş gibi algılıyor.

Mimir’in kitabı, yasalarımızdaki hükümleri, hak arama yollarını bir uzman gözüyle ama herkesin de kolayca anlayabileceği bir dille anlatıyor.

Bir hukuk kılavuzu bu, kadınların kendi hukuklarına sahip çıkmalarını sağlamaya yönelik bir kılavuz.

Bir yandan kadın-erkek eşitliğini ve bu eşitliğin bozulmasına yol açan süreçleri tarihsel bağlamı içinde ele alıyor, diğer yandan yasalarımızdaki çoğumuzun bilmediği kadın haklarını koruyan hükümleri açıklıyor.

Kadınlar için bir başucu kitabı diye de nitelenebilir.

Her zaman el altında tutulması gereken, gerektiğinde başvurulabilecek bir 


***