16 Nisan 2015 Perşembe

KENDİ ÜLKESİNE YABANCI MİLLET Bir 27 Yıl Daha Boşa Gitti... Gider...


KENDİ  ÜLKESİNE YABANCI MİLLET  Bir 27 Yıl Daha Boşa Gitti... Gider...

Mehmet Tanju Akad

06.04.2015 0:00   

Türkiye'de kendi ülkesine küs, umutsuz ve mutsuz milyonlarca insan yaşıyor... okumuşların ve emekçilerin bir kısmı kaderlerini zengin ülkelerde sığıntı olmaya bağlamış durumda ve fırsat bulunca ülkesini kötülüyor

 
Elime eski dergiler geçti. Size bundan tam 27 yıl önce, 1988 yılında kaleme aldığım bazı yazılardan pasajları aynen aktaracağım. Bakın köşeye yazıyorum. Yaşayanlar görecek. Bu kafayla gidilirse 2032 yılında da hiç bir şey iyi yönde değişmemiş olacak... (Yazıda sadece parantez içindeki ekler yenidir.)


(...) KENDİ ÜLKESİNE YABANCI

Türkiye'de kendi ülkesine küs, umutsuz ve mutsuz milyonlarca insan yaşıyor... okumuşların ve emekçilerin bir kısmı kaderlerini zengin ülkelerde sığıntı olmaya bağlamış durumda ve fırsat bulunca ülkesini kötülüyor (şimdi de Sorosçulara ve etnik milliyetçilere yaranmak için kıvranıp duruyorlar.)

(...) Düzene karşı duyulan tepki ve düzenin ezici unsurları, yurdumuza ve insanlarımıza karşı sevgiyi erozyona uğratıyor. İnsanlar kendi ülkelerinde ve kendi ülkelerine yabancı durumuna geliyorlar. Kişilik erozyonuyla birleşince bu durum tam da hakim sınıfların istediği bireyciliği yaratıyor. (Ve bu arada yurttaşlar ve yurttaş olamayanlar arasında her çeşit düşmanlık kombinasyonları gelişiyor. Bu belki de iç savaşı açıkça yaşamamış olan her ülke için genel bir haldir.)

(...) insanlar... Ülkemizin hür ve demokrat bir ülke olması için fedakarlığa razı değil (işin püf noktası burada olabilir ve belki bunu istemiyorlar bile).

(...) yanılgı bir noktadan sonra kolektif hale gelmiş, siyasi klanlar oluşmuş, bunlar birbirlerinden destek alır hale gelmiştir. Bu klanların dağıtılması, en olumsuz unsurlarının tecrit edilmesi ve insanların büyük hedefleri düşünür hale getirilmesi, başka şeylerin yanı sıra sabır işidir de. (Klanları yok edemediğimiz gibi daha da kemikleştiler, kronik bir iltihap olarak başımıza kaldılar).

(...) ALTERNATİF OLMANIN BEDELİ...

Alternatif olmanın bedeli yüksek olabilir. Ancak olmamanın bedeli muhtemelen daha yüksektir.... üstelik gelecek nesiller de paylaşacaktır. (Nitekim paylaşıyorlar işte. O gün doğanlar bugün daha fena durumda.)

(...) Bugün büyük problem solun moral kazana ihtiyacıdır. Haklı bir davayı savunuyor olmak ancak en bilinçli ve inançlı bir azınlık için moral olabilir. Taraftarlar ve kitleler ise doğal olarak küçük de olsa kısa vadeli somut başarılar görmek ister. Büyük başarılar bir dizi küçük başarının üzerine inşa edilir. Sürekli olarak hataların üzerine gidilmesi yeterli birikime sahip olmayan kesimleri demoralize etmekte, bu durum üretkensizliklerini eski başarıları tek yanlı olarak sahiplenerek örtmeye çalışan bazı gruplar tarafından suistimal edilmektedir.... Zaten geçmişin sahiplenilmesi yalnız ve yalnız tek yolla yapılabilir: Bugünkü sorunları çözmekle. (Şimdi bir süre daha hataların üzerine dikkatli gittik. Kırıcı olmamaya, moral bozmamaya çalıştık. Genel değinmeler yaptık ama kimse tınmadı. Oralı olmaya yanaşmadı. Demek işe yaramamış. Artık daha sert söylüyoruz ama gene işe yaramayacak. Biz gene de üzerimize düşeni yapalım.)

(...) Dördüncü husus, pratik çalışmalarda yaklaşımların zenginleştirilmesidir. Bu konuda büyük bir kısırlık hakimdir. Dergi, konferans, dernek .... bu üç türlü çalışma biçiminin dışına çıkılamamakta, hatta önerilen çalışmalara kulak tıkanmaktadır. Bu hastalığı nedenini teşhis edebilmiş değilim. Daha doğrusu bazı varsayımlarım var ama pek kondurmak istemiyorum.... Belli kısıtlı konulara takılıp kalmak sosyalistlerin halk arasında değil, birbirleri arasında çalışma yapmalarından kaynaklanıyor. Bir şeylerin eksik geldiği hissediliyor ve birçok kez bu daha çok dernek çalışmasıyla telafi edilmeye çalışılıyor. Ama sonuç alınamıyor. Çünkü esas mesele metot değil siyasettir. Siyaset olmadıktan sonra hepsi boştur. Bir vakitler Güney Avrupa'da solcular taban yitirmeye başlayınca çok yaygın bir kitle faaliyetine giriştiler. Festivaller, konferanslar, kampanyalar ve daha neler yaptılar. Ama taban yitirmeye devam ettiler, çünkü siyasetleri halka hiçbir şey vaat etmiyordu. Eğer halkı ilgilendiren bir siyaset varsa o zaman çalışmalar verimli olur, hele zenginleştirilirse. (Şimdi burada "metot da önemlidir ama siyasetten sonra" demek gerekirmiş. Zaten arif olan anlar ama önce olmayanları düşünmek gerekir.)

(...) Günümüz koşullarına tekabül eden bir çizgi oluşturulamamaktadır.(Oluşturulamıyor çünkü başka şeylerin yanı sıra hem sürekli içten sabote ediliyor, hem de zihinler buna "müsait" değil.)


(...) YEREL SEÇİMLERDE İKİYÜZLÜLÜĞE DİKKAT

Demokrasi gene küçük çıkarlara feda ediliyor. Bu ilk bakışta şaşırtıcı sayılmamalıdır. Ama bunların bir kısmı toplumun en demokrat geçinen kesimi olunca işler değişiyor... Emekçiler açısından sorun etkinliklerini artırmanın yolunu bulmaktır (hala bulamadılar, bu kafalarla da zor bulular). Sermaye grupları açısından ise gelirlerin ve ihale imkanları artmış, giderek kıymetlenen kent arsaları üzerinde tasarrufta bulunan belediye kapısı önündeki kapışmadır.... Ne var ki ne emekçilerin partisi vardır, ne de düzen partileri belli kesimlerin birebir temsilcisidir. (İzaha gerek yok, durum devam ediyor.)

(...) İşin içinde halk olmayınca, halkı temsil ettiğini ileri süren yerel (ve genel)siyaset madrabazları öne çıkıyor.Delege dengeleri seçim çalışmasının ağırlıklı yönünü teşkil ediyor. Delege oyunlarının fazla öne çıkması ise seçim platformunu çıkar çevrelerinin etkilerine daha açık hale getiriyor.

(...) Politika tek başına sorunları çözmez. Ancak çözüm platformlarını olgunlaştırır.

(...) (Bizde) Toplumun yeniden örgütlenesi hep tedrici olmuştur... Buna karşı Türkiye hızlı sosyal değişim yaşamış, insanların yeni durumlara intibak etmede olağanüstü yetenekli oldukları da sayısız kez görülmüştür. ... küçük mülkiyetin yaygınlığı reformist yaklaşımların ve ...... kapitalistleşme dalgasının maddi zeminini oluşturuyor. Buna karşı hızlı mülksüzleşme ve emperyalist sömürünün yarattığı sürekli bunalım köklü değişimleri zorluyor. Ama ekonomik temel yalnız son tahlilde belirleyicidir. Nihai belirleyici olması herhangi bir durumu tayin edeceği anlamına gelmez.... (Ve işte, bunalıma karşı emekçilerden yana siyasette en ufak bir ilerleme görülmüyor.)

İşte 27 sene önce bunları yazmışız. Bir müsait zamanda 37 sene önce yazdıklarımdan derlerim. Bakalım o zaman sorunlara nasıl bakıyor, neler görüyormuşuz.  

Mehmet Tanju Akad



Demirtaş'ın Grup Konuşmasının Şifreleri




Demirtaş'ın Grup Konuşmasının Şifreleri 



Güner Yiğitbaşı, 
İzmir Barosu Üyesi Avukat
17/03/2015


Demirtaş'ın Grup Konuşmasının Şifreleri - Güner Yiğitbaşı
HDP Genel Başkanı Selahattin DEMİRTAŞ, bugün (17/03/2015) parti grubunda yaptığı çok kısa konuşması ile güne damgasını vurdu diyebiliriz. 

Şimdi, Selahattin DEMİRTAŞ'ın  ne dediğini bir daha hatırlayalım,

Selahattin DEMİRTAŞ, grupta yaptığı çok kısa konuşmasında; “Tarihimizde en kısa grup toplantısını yapacağız, biz pazarlık partisi değiliz, AKP ile aramızda kirli bir pazarlık olmadı, olmayacak, Recep Tayyip ERDOĞAN; HDP var oldukça, HDP'liler bu toplumda nefes aldıkça, sen başkan olamayacaksın,seni başkan yapmayacağız, seni başkan yapmayacağız,seni başkan yapmayacğız.” diye konuşmuş ve konuşmasına son vererek partililerden coşkulu bir alkış ve tezahürat almıştır. 

Demirtaş, bu kısa ve etkili konuşmasıyla,seçim öncesinde yine yapacağını yapmış,  HDP'nin en etkili politikacılarından birisi olduğunu ve seçmen ile gönül bağı kurma konusundaki becerisini göstermiştir.

Bize göre, bu konuşmanın iki hedefi vardır.

Bu hedeflerden ilki, bu ülkeye başkan olabilmek için yanıp tutuşan, başkanlık krizleri geçiren Recep Tayyip ERDOĞAN, diğeri ise en başta Kürt seçmen tabanı olmak üzere, tüm seçmen kitlesidir.

Bu konuşma Tayyip Bey'i hedef alan bir konuşmadır,zira, geçtiğimiz günlerde Tayyip Bey seçim öncesinde milliyetçi oylara göz kırpmış ve bu ülkede Kürt sorunu yoktur diyerek, sürpriz bir çıkış yapmış olup, Tayyip Bey'in bu sürpriz çıkışı nedeniyle hayal kırıklığı yaşayan HDP, ne yaparsan yap, ne kadar çabalarsan çabala, ne kadar yalpalarsan yalpala, kendinle ne kadar  çelişirsen çeliş, senin başkan olmana yardımcı olmayacağız, sana koltuk deyneği olmayacağız, seçim sonrasında AKP ile bir işbirliği içine girmeyeceğiz, senin çözüm süreci şantajına boyun eğmeyeceğiz, senin Kürt sorununu çözeceğine ve bu konudaki samimiyetine inanmıyoruz, sen yoluna biz yolumuza, bunu kafana iyice sok diyerek, Tayyip Bey'e çok kararlı ve üzücü bir mesaj vermiştir.

Demirtaş'ın ikinci hedefi de, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminde HDP'ye oy vermiş olan Kürt olmayan seçmen kitlesidir.

Demirtaş, kesin ve net bir dille, Tayyip Bey'e hitaben; “HDP var oldukça, HDP'liler bu toplumda nefes aldıkça, sen başkan olamayacaksın,seni başkan yapmayacağız” diyerek, seçim sonrası için, AKP ile gizli  bir ittifak yaptıklarına ve kirli bir pazarlığın içine girdiklerine ilişkin olarak seçmende oluşan  inancı yıkmayı ve HDP'nin seçim barajına takılma riskini ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. 

Öyle anlaşılıyor ki, bizi çok renkli ve sürprizlerle dolu bir seçim bekliyor. CHP'nin işi hiç de kolay olmayacak.

Demirtaşın, Tayyip Bey'e ve dolayısıyla AKP'ye yönelik bu kararlı ve inandırıcı çıkışıyla, baraja takılıp çöpe gideceği tahmin edilen HDP oylarının, %10 barajını kolaylıkla aşarak AKP'ye yar olmayacağı ihtimali çok kuvvetlenmiştir. CHP, aklını başına toplamalı, bir an önce meydanlara inerek seçmene sunacağı somut projelerle,  AKP ile HDP arasında çıkan bu kapışmadan kendisine yarar sağlamasını bilmelidir.



http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/03/demirtasin-grup-konusmasinin-sifreleri-guner-yigitbasi.html

..

14 Nisan 2015 Salı

"Hal ve Gidiş"





"Hal ve Gidiş"



Yekta Güngör Özden
19.12.2005

Siyasal iktidarın gerçekte azınlıkta bulunmasına karşın seçimlerle ilgili kurallar nedeniyle yasamada sağladığı çoğunlukla yönetime egemen olması, giderek yargıyı da etkileyen tartışmalı ve tehlikeli bir süreci getirdi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü’nü cezalandırmak böylece başarmaya çalıştığı gerici ve sakıncalı kadrolaşmayı engellemek çalışmalarını durdurmak amacıyla gündeme getirildiği söylenen yakınmalardan kaynaklanan dava için hukukçu özeniyle konuşup yazmayı, ayrıntıya girmeyi uygun bulmuyorum. Uygulamanın hukuka uygunluğunun tartışılmasına, uzman hukukçuların işlemleri aykırı bulmasına, siyasallaşma belirtilerinin kamuoyunda yarattığı endişelere duyarlı olunmasını öneriyor, adaletin onuruna ve saygınlığına gölge düşürülmemesini, yargının herkesi doyuracak bir gerekçeyle ve tam yansızlıkla belirmesini diliyorum. AB’cilerin ve yandaşlarının Türkiye karşıtlarını koruyucu ilgi ve yayınlarının Rektör konusunda ne ölçüde olduğu gözetilir ve düşünülürse Atatürk Türkiye’sinin karşılaştığı güçlükler, kötü olasılıklar duyarlığını yitirmemiş herkesi ürpertir.

Gereksiz ve sakıncalı kimlik tartışmaları sürerken imam hatiplilerin üniversiteye girmelerini kolaylaştıracak ayrıcalıklı yönetmelik değişikliği, havuzlarda, salonlarda, kimi topluluklardan kadın-erkek ayrımı uygulamaları, gereksiz cami yapımı, mescit açımı yandaşların kadrolara doldurulması, partizanlık, tesettür hastaneleri, yeni yargıçların yandaşlardan atanması işlemleri de basında eleştirilmektedir. Değinecek, dokunacak, tartışılacak o kadar çok konu, o kadar sorun var ki. İçki yasaklarının aldığı boyut da ürkütücüdür. Çocuklar-gençler için etkin önlemler almayı aşan çağdışı uygulamaların kimseye yararı yoktur, zararı çoktur. Gizlilik, kaçakçılıkla başlayıp yayılmayı ve artışı getirir. Tutucu yandaşları okşamak için toplumsal çizgilerle uğraşmak doğru değildir.

Dışardan içeriye

Oysa üzerinde durulması gereken önemli duruklar var. ABD’nin Ankara Büyükelçisi göreve başladı. Aynı günler içinde ABD Merkezî Haber Alma Örgütü (CIA) ile Federal Araştırma Bürosu (FBI) başkanları kendi adamlarının koruması altında ülkemize geldiler. Dünyanın her yerinde bir şey ya da birşeyler verilmeye gidilmez, alınmaya gelinir. Türkiye-ABD gerginliğini azaltmak için kimi okşayıcı ve oyalayıcı sözler dışında Türkiye’ye ne verdikleri, Türkiye’nin ne aldığı kuşkuludur. Zaman her şeyi gösterecektir. Ülkemizde ulusal yapının sona erdirilmesini isteyen, milliyetçi akımların Avrupa’da bile bitmediğine değinip bitmesinden yana olunmasını öneren emperyalizme teslimiyeti savunan yazarlar oldukça ödünler birbirini izleyecektir. Türkiye’den önemli bir istekde bulunmak, kimi yeni açılımlar için destekten öte açık katkı, belki yer, güç, olanak sağlanmak için geldikleri söylenmektedir. Kara Kuvvetleri Komutanımız bu arada ABD’ni ziyaret etmekte, kendisine liyakat madalyası takılmaktadır. Türkiye-ABD işbirliği, yakınlığı sözleri kimi eleştirilere karşı gerekçe olarak verilmektedir. Keşke askerlerimizin başına çuval geçirme, Kerkük uygulamaları için ABD özür dilemiş olsaydı. Daha Yunanistan’ın Harp Okulu öğrencilerimizin bulunduğu sırada Bayrağımıza yönelik çirkinliğe ilişkin özürleri yeterli olmadı.

Kim ne derse desin AB ve ABD Türkiye’ye karşı önyargılı tutumlarını değiştirmiyor. Türkiye yetkilileri Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp işgalci, yayılmacı Yunanlıları yenerek topraklarımızdan atmaya pişman olunmuş gibi hep aşağıdan alma, özür dileme, ödün verme tutumu izliyorlar. Irak’lı kürt liderlere karşı da böyle. Apo’ya ilişkin iktidar ve ayrılıkçı yanlısı basındaki öngörüler de. Barzani’nin Türkiye’nin güneydoğusuna gözdiktiği, o yörede yaşayanlardan kimilerinin de kürt devleti için yanıp tutuştuğu görülmelidir.

Sözde dostlar, Türkiye’nin karışması, yıpranması ve giderek yıkılması için ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Bunları anlamayan ya da anlamak istemeyen lâik Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk karşıtları kendi paranoyalarını başkalarına yüklemeyerek lâikliğe ve tekil devlete bir şey olmayacağını yinelemektedir. Biçimsel bir demokrasi, ılımlı islâm cumhuriyeti adı altında şeriatçı düzen. Ayak seslerini bırakınız, yasama ve yönetimdeki gürültülerini duymayacak kadar sağırlaşan, olanları görmeyecek kadar körleşen şakşakçılar, medyadaki tahtlarında caka satıyorlar. Yalanlarıyla tanınmış kimi madrabazlar da sorulara yanıtlarımı müstear isimlerine sığınarak çarpıtıyor.

Kimlik

Başbakanın izlenen inadı siyasetin hastalığıdır. Yurttaşlık-ulus bağının yerine din bağının önemli olduğunu söylemek Türkiye’nin kuruluş felsefesine aykıdır. Yurttaşları kimlikler belirleyerek ayırmak ulus yapısına aykırıdır. İnancı-dini üst kimlik göstermek Anayasa’ya-hukuka aykırıdır. Türkleri alt kimlik içinde bırakmak tarihsel gerçeklere, Türkiye Cumhuriyeti adına ve yapısına aykırıdır. Atatürk’ün “Din çimentodur” dediğini söylemek her şeye aykırıdır. Sondan başlayarak özetle değinip geçelim. Çünkü kezlerce söyledik ve yazdık.

1. Atatürk’ün ne dediği Büyük Söylev’inde, Söylev ve Demeçlerini içeten kitaplarla kendisinin elyazılı görüşlerini kapsayan Medeni Bilgiler kitabında vardır. Başbakanın ileri sürdüğü gibi bir söz Atatürk’ün değildir. Başbakan notlarını karıştırmış ya da kendisine iletileni yanlış yansıtmış olabilir. Belki bir mezhep, tarikat adamının ya da Said-i Kürdi ile Fethullah Gülen’in sözleri olabilir.

2. Atatürk’ün inancın kötüye kullanılması, dinin kimi girişimlere araç olması ve ulusal yapı yönünden yeri hakkında kınayan sözleri, devletin dini olduğuna ilişkin 1923 Anayasa kuralının kalkmasını öneren anlatımı vardır.

3. Atatürk’ün “TBMM üyeleri içindekilerin hepsi islâmiyetin unsurlarıdır” sözü asla müslüman milletini ve müslümanlığın milleti oluşturduğunu göstermez. Bu unsurların dinlerinin islâmiyet olduğunu, bunların müslüman dininden olduğunu gösterir. Başka dinden olabilirler. Unutmamalı ki Osmanlı döneminde “Millet” tanımı yalnız Müslüman olmayan tebaa için kullanılırdı. “Osmanlı milleti” konuşmalarda kalan bir tanım idi. Bu da “Milletler üstü millet” anlamında değil, Türkleri dışlamak, Türklüğü unutturmak için müslüman kesimi ayırdetmek için azınlıklarca dillendirilmekteydi. Dinle anlatılmak istenen “millet-ulus” ayrı dinden olanlarla dini olmayanları dışarda bırakarak bilimsel millet-ulus tanımına aykırı düştüğü gibi ülke gerçeklerine de aykırıdır.

Başbakanın, temsil ettiği Türk Ulusundan olduğunu, Türk olduğunu, “Türk Ulusu” varlığını ve olgusunu söylemekte duraksaması ne kadar acı. Atatürk’ten alıntıları da bilinçli olarak, yeterli biçimde yorumlayarak vermiyor. Kendi kafa yapısına göre aktarıyor. Yanılıyor, yanlış yapıyor. Yalancılar da kendisini destekliyor. İktidara yaranmak için tarihi, gerçekleri, her şeyi alt-üst eden kalemlerin çoğu dinden bile anlamıyor, dindar değil. Din bağının ulus bağından önemli olduğunu bilmeden yazıyorlar. Bu ülkede ayrı dinden olanları birleştiren nedir? Yalakalıkla dine, inanca zarar verdiklerinin ayırdında değiller.

Birleştirici olması gereken Başbakanın ayrımcı görünmesi, ayrılıklara özendirmesi, kışkırtıcılıkla suçlanmasına neden olur. Kimi milletvekillerinin aykırı çıkışları da aynı zamana rastlamıştır. Bu durum, birlikte davranış olasılığını düşündürmektedir. TBMM’ndeki taburun çıkarılması, askerî kuruluşların kent dışına alınması önerileriyle, bu önerilere yanıtın daha ağır biçimde yanıtlanması bir karışıklığın kanıtıdır. Genelkurmay Başkanlığının “Münferit hezeyan” açıklamasına TBMM Başkanı, Başbakan ve kimi milletvekilleri karşı çıktı. Bu tablo, hezeyanın münferit değil müttehid-müttefik biçimde olduğunu, önceden anlaşmalı, danışıklı dövüş biçiminde yapıldığını gösterir mi? Bunu da zaman belirleyecektir.

Sıkmabaş-bohçabaş için Başbakan Avustralya’da da tarikatçıların da içinde bulunduğu Türklere (Türkiyelilere değil, Sivas’lıyım demek gibi Türkiyeliyim demek bir kimliği değil, nereli olduğunu gösterir, o kadar) olmayan “mutabakat”tan söz etti. Hukuk devletinin yöneticisi, Anayasa’ya bağlılık, Türk Devrimi ve Atatürk ilkeleriyle bunun en yaşamsalı lâikliğe uyma andını içen bir Başbakanın aldatılmış kızlara, tutucu ailelerine dönüp “Hukuk devletinde din kuralları değil, hukuk kuralları egemendir. Başı açıklar başka dinden ya da günahkâr ve kötü insan değildir, dinsiz değildir. Eğitim ve öğreniminizi aksatmamak için yargı kararına uyunuz. Bunun islâmiyete ters düşen yönü yoktur. Evinizde, sokakta sizi kimse karışmıyor” dese en uygun davranışı sergilemiş olur, kavga da biter. Bu çağda onlarla uğraşmak kime yaraşır? Üstelik “Başörtüsü için söz vermedik” dedikten sonra.

İftira

Kendilerinin önceleri neler yaptığı, neler konuşup neler yazdığı bilinen, tutuklu ve cezalı günler geçiren kimileri benim küfürlü konuşup yazdığımı ileri sürüyor. Sakıncalı ve çirkin davranışların tanımı, nitelemesi sınırını aşmayan sözcükler ile başkalarının kullandığı kötü sözleri belirtmek (onların dil terbiyesine örnek olarak verilmektedir) yanlış yansıtılıyor. Bir toplantıda verilen belgede Atatürk ve annesi için bir insanın ağzına alamayacağı tanımlar ve sövgüler içeren “Atina Asliye Hukuk Mahkemesi” başlıklı saldırıyı okuyunca, istek üzerine verdiğim yanıtta kısaca Atatürk’ün kim olduğunu belirttikten sonra saldırganlar için “Bu terbiyesizliği ve alçaklığı yapanların ya sütü, ya kanı, ya mayası bozuktur” sözlerimi halkımıza hakaret ve küfür diye gündeme getiriyorlar. Bu sözlerimi 1999 Mayıs sonunda Kıbrıs’ta Aydın Doğan da doğrulamıştı. Ben halkıma değil, halkımın kurtarıcısı, önderi, devletimizin kurucusu büyük insana ve annesine ahlâksız saldırıda bulunanları kınamıştım. Niye saptırıyorlar? Kendileri o düşünceye katlanamayıp “Ahlâksız, dinsiz, bilgisiz, meczup” diyebiliyor. Onların saldırı hakları var, bizim savunma hakkımız yok. Ne günlere kaldık!

Bir de demokrasi sömürücüleri var. Arada sırada gerçek demokrasi isteyenleri, Atatürkçüleri suçlamak için kendilerini, geçmişlerini unutup sataşırlar. Faşist, marksist-maocu şimdilerin yeni ırkçısı, şeriatçısı, neoliberali kesilmiş görünümüyle, yarın ne olacağının kuşkulu tutumuyla sahneye çıkar. Yarası olan gocunur sözümü anımsatarak hiçbirini üstüme almadan olası yanlış değerlendirmelere karşı yineliyorum. Hiç kimseyle, hiçbir kuruluşla siyasal bir ilgim ve ilişkim, beklentim ve amacım yok. Kızılelma, yeşil elma yakıştırmalarını da mor armutlar yapıyor. Şu sözümü bir kez daha yazayım: İnsanım, onurlu ve özgürüm. Türk’üm, Türkçü değilim. Milliyetçiyim, ırkçı değilim. Müslümanım, islâmcı değilim. Dindarım, dinci değilim. Atatürkçüyüm, rozetçi değilim. Hukukçuyum, gugukçu değilim. Daha başka şeyler de söylenebilir. Ahlâksız, çıkarcı, sapkın, dönek, yalancı, uydu, uşak değilim gibi...

Silâhlı Kuvvetlere, Mustafa Kemal Atatürk ocağı olarak, Türkiye’mizin kurtarıcısı ve lâik cumhuriyetimizin kurucusu olarak büyük bir saygım, güvenim var. Bunu kişilerle, temsilcileriyle özdeşleştirmiyorum. Silâhlı Kuvvetlerimizin siyasal olaylara karışmasını hiçbir zaman savunmadım, istemedim ve beklemedim. Hukuk dışına çıkılmasına her zaman karşıyım. Ama istem ve özlemlerine uygun gelmiyor diye Silâhlı Kuvvetlere sataşılmasına, görevi kapsamındaki duyarlıklarını gerektirdiği uyarı ve öneriler yapmaktan alıkonulmasına da karşıyım. Patron kanatları altında şımarıklık yaparak Silâhlı Kuvvetleri, komutanlarını gelişigüzel suçlamak, eleştirmek, önyargılı ve amaçlı konuşma ve yazılar da direnmek kimseye yarar sağlamaz. Siyasal iktidarın suskunluğu etkisizliğe, iktidar buyruğunu beklemeye, kendilerine bağımlı kılmaya yönelik çabalarıyla bunlara neden olanlar, varsa bu tür tutum ve davranışlar ele alınmalıdır. Yanlışı olanlara yönelinmelidir, kuruma değil.

Bu klâsik karşıtlar korosu “Ermeni olaylarının tabu olduğu, tartışılmadığı Türkiye’de yaşamak küçük düşürücüdür” düşkünlüğünü eleştirmiyor, küçük düşmeyi kabûl ediyor. Kimileri de “Güneydoğudakiler ayrılmak istemiyor” diye gözlerini gerçeklere kapayıp daha fazla hak-özgürlük ve açılım savıyla kimlik tartışmalarının tırmanmasına maşalık yapıyor.

Anayasa’nın değiştirilmesi önerilemez kurallarıyla uğraşanların amacı nedir? 1961 Anayasası’nın kötü bir kopyası biçiminde, değiştirilmesi zorunlu kuralları bırakıp değişmez kurallarla oynamak niçin ve nasıl olur, ne düşünmektedirler? Gereksiz çıkışların, konuşmaların yolu nereye varacaktır? Silâhlı Kuvvetler siyasetin içindeymiş gibi Avrupalı ağzıyla “Siyasetten çekilmesi gerekir” (çekinmesi değil) diyen örtülü sağcılar yağcılıkta yarışmaktadır. Yüksek Askerî Şûra’nın ordudan çıkarma kararlarına yine anlamsız karşıoy koyan Başbakanın Anıt-Kabir Özel Defteri’ne yazdıklarına, Avustralya Savaş Anıtı alanındaki Atatürk bölümü önünde saygı duruşunun içtenliğine inanmak güçleşmektedir. Bu bağlamda Apo’nun “Başbakanın kavramları bana ait” demesi daha da düşündürücü olmaktadır. Başbakanın “PKK kürt kökenli vatandaşları temsil edemez, onlar adına konuşamaz” (10.12.2005) sözü de boşlukta kalmaktadır. Bunu kört kökenli yurttaşlarımız söylemelidir. “Türkiye’de üst kimlik T.C. vatandaşlığıdır, ortak paydadır” deyip özü yadsırsanız sonuç alamazsınız. Özbenlik, Türklüktür. Feodal düzene karşı çıkmayıp ağaya, beye, reise, şeyhe tapıp devletle kavga edenler uyanmalı, uyarılmalı, eğitilmelidir. Bu eritme (asimilasyon) değil, insanlık, yurttaşlık ve kazanımdır. “Lâiklik din oldu” suçlaması da böyle. Bu çağdaş ve en sağlıklı güvenceyi böyle suçlamak, dayatma göstermek dini kötüye kullananların safsatasıdır. İnanç bağı dinsel kimlikle anlatılabilse de din ne üst kimliktir ne de uluslaşma dayanağıdır. Medyanın kimi sarsak kalemleri her şeyi bozmaktadır. İlkelerle, kavramlara uğraşmanın sakıncaları sayılmayacak kadar çoktur. Mutluluğun tek aracı olarak dini salık vermek ulusal oluşumları ve değerleri dine indirgemek de böyledir.

Gündem öyle hızlı değişiyor ki bir konu üzerinde yoğunlaşıp kendinizi doyuracak içerikte bir yazı yazamıyorsunuz. Değinmeseniz içiniz rahat etmiyor. Bu nedenle yazılar on beş günün filmi oluyor. Doğal olarak birçok şeyi de dışarda bırakarak.

İşte kimi olumsuzluklar

Özelleştirmeyle ülkemize giren yabancı (Başbakanın diliyle küresel) sermaye temelden işe başlayıp yatırımlarla ekonomimize yarar getirmiyor. Kazancı götürüyor. Ayrıca son beş yılda yurtdışına 4.3 milyar dolarlık sermaye çıkmış. İktidarın para çevrelerine desteği sürüyor. Vergi indiriminin faturasının 7.4 milyar YTL olduğu savlanıyor. IMF de iktidara desteğini esirgemiyor. “Türkiye’nin pazarlanma ve satılma serencamına yeni proğramlarla 2007 seçimleri için katkı...” sözleri edilmektedir.

AİHM’ne 1977’den bu güne değin 491 hak aykırılığı başvurusu yapılmış. Millî Eğitim Bakanlığı “T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” adlı kitaplardan Atatürk’ün 10. Yıl Söylevi’nin çıkartılması ve Şeyh Sait isyanının Doğu İsyanı adıyla verilmesi olayına yaklaşımı tartışılıyor. Yanıtsız kalan soru önergeleri konuşuluyor. Yanlı kurullarla Hakkâri, Şemdinli, Yüksekova, Van olaylarının irdelenmesinin ne sonuç getireceği üzerinde duruluyor. Sanatı, adaleti, yargıyı gölgelemeseler ya.

http://www.turksolu.com.tr/97/ozgun97.htm

..

Gazze Soykırımı ve '' Uluslararası Toplum'' Boş lafı!




Gazze Soykırımı ve '' Uluslararası Toplum'' Boş lafı!


Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com
Tarih: 25-07-2014 23:04

Amerika bir ülkeyi haydut ilan etmesi için ya da kendi çıkarına göre dünya kamuoyu oluşturmak için, uluslararası tolum ifadesini dolaşıma sokar.

Önce, kendine en yakın İngiltere ve Kanada ile geliştirilecek operasyon için meşverette bulunurlar.

Daha sonra, pupet devletleri kendi kurdukları tuzağa davet ederek, yürütecekleri ve gerçekleştirecekleri cinayetleri meşrulaştırma işine girişirler.

Saldıracakları devlet alehinde yoğun bir propaganda ve psikolojik savaş yaparlar.

Haydut devlet, terör devleti, terörle savaş gibi bildik sözcükler havada uçuşur.

Artık, açıklamalar ardı ardına gelmeye başlar.

Önce, Kanada ABD’nin söylediklerini tekrarlamaya başlar. Arkasından İngiltere koroya iştirak eder.

Arkasından Amerika’nın en büyük birinci yalakası Polonya devreye girer. Letonya Estonya gibi ıvır zıvır devletler Amerikan ağzı ile bağırmaya başlar.

İslam devletleri adına İslam Kalkınma Teşkilatı, İslam İşbirliği Örgütü gibi Amerika’nın kurduğu teşkilatların başkanlarından, Amerika’yı destekleyen acıkmalar gelir.

Bu koroda, Suudi Arabistan ve Katar da görevini yerine getirir.

En sonunda, İsrail üzerine düşeni yapar.

Yukarda anlatmaya çalıştığım uluslararası toplum imajını yaratmak için Amerikan, İsrail ve İngiltere gizli servisleri en yoğun çalışmalarını yaparlar.

Artık bir ülkeye müdahale etmek için sahte uluslararası toplum oluşturulmuştur. Eyleme geçilir.

Haydut devlet ya da terör devleti olarak tanımlanmış ülkeye müdahalenin psikolojik şartları oluşmuştur.

Gazze Soykırımında, yakarıda anlattığım operasyon, Gazze’de üç Yahudi gencin öldürülmesi ile başlatılmıştır.

Uluslararası toplum dediğimiz şey Amerika’dan başka bir şey değildir.

Gazze’deki soykırıma karşı çıkanların sesi dünyaya aktarılmaz. Kendi içinde kalır. Zaten biraz daha ileri gidilirse, hesaba kaydedilir ve gereği ilerde yerine getirilir.

Gazze’deki soykırımın arkasındaki hikâye budur.

Uluslararası diye bir şey yoktur. Güce tapınma ve güçten korku vardır.

Uluslararası toplum denilen şey, emperyalizmin çıkarlarını yürütmesi için kullandığı bir araçtır.

Emperyalizmle işbirliği yapanlar, emperyalizm harekete geçip de, öldürmeye başlayınca, emperyalizm, görmek yerine, uygulamadaki tek noktayı görmek yeğlenir.

Sömürgeciler amacına ulaştıklarında, sanki hiçbir şey olmamış gibi gene Amerika ile işbirliğine devam edilir.

Bu yazdıklarımın yok edilmesi için ilk yapılacak iş; emperyalizme karşı savaşmaktır.

Emperyalizm ile savaş; onun işbirlikçileri ile savaştır.

http://www.kemalistler.org/yazarlar/bulent-esinoglu/gazze-soykirimi-ve-uluslararasi-toplum-bos-lafi/184/


.

Hem Entegre hem Bağımsız !





Hem Entegre hem Bağımsız !


Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com
Tarih: 24-07-2014 23:03


Erdoğan 21.7.2014 tarihinde verdiği bir beyanatta " Artık Türkiye’ye kimse emir veremez, ne Washington ne Bürüksel bize parmağını sallayamaz. Biz tam bağımsız bir ülkeyiz. Bunu herkes böyle bile..."

Şimdi size bir şey söyleyeceğim, yanlış anlaşılmasın. Atatürk öldüğünden buyana bu cümleleri hiçbir hükümet başkanı kurmadı.

Bu cümleler harika ve duymak istediğimiz bir ifade...

Bu cümlelerin hemen ardından da şunu söyledi.

"NATO’ya Üyeyiz, Avrupa Birliğine tam üye çalışmalarını yürüten bir ülkeyiz. Dünyaya entegre olmuş bir ülkeyiz" dedi.

Anlayacağınız, önce söylediği cümleyi, bir sonraki cümlede imha etti.

Hem NATO / Amerika’ya bağlı olacaksın hem de, bağımsız olacaksın, böyle bir şeyin olmayacağını, ilk bakışta halkımızın fark etmeyeceğini bilerek, seçim için sahte milliyetçilik oyununun bir devamını yaşıyoruz.

İncirlik Amerikan Üssü Adana’da dururken, Kürecik’te ki Amerikan gözetleme radarları, Türkiye’nin komşuları için tehdit olarak dururken biz bağımsız olacağız.

Amerika ile yapılmış istihbarat anlaşmaları kendilerinin iktidarında imzalanmışken, Amerika’dan bağımsız olacağız. Keşke...

Amerikan finans sisteminin bir parçası olarak Merkez Bankasının kanununu ayarlayan, sıcak para gelirse yürüyebilen gelmezse yaşayamayan bir Türkiye...

Cumhuriyetin tüm varlıkları yabancı sermaye ye devredeceksin sonra bağımsızlık diyeceksin.

Bağımsızlık sözcüğünün sihirli etkisinden yararlanma kurnazlığı göstereceksin.

Ülkenin varını yoğunu yabacıya vereceksin, sonra bağımsızlık diyeceksin.

Ama ne talihsiz bir Türkiye yaşıyoruz ki, muhalefet partileri de bağımsızlığı terk etmiş olmasından, ağızlarına İncirlik Amerikan Üssünü dahi alamıyorlar.


Doların başı dertte demiştik!

Ne Amerikalı, ne Avrupalı ekonomi uzmanları, şu soruya cevap vermediler.

Veya vermek istemiyorlar.

Siteme entegre olmuş, sistemden beslenen ekonomi uzmanları bu soruyu sormasalar da, soru kendisini dayatıyor.

Bağımsız ekonomistler soruyu cevaplamaya çalışıyorlar.

Soru şu; Amerika bu kadar çok dolar basmasına karşın, ABD’de enflasyon neden yükselmiyor? Tamam ABD dolarının değeri düşüyor ama neden enflasyon olmuyor.

Kapitalist ekonomilerde, hatta tüm ekonomilerde, karşılıksız para basılırsa enflasyon olur. Bu ekonominin abce’sidir.

Bu soruya neden dürüstçe cevap vermiyorlar bizce çok açık.

Basılan dolarlar ve Euro’ları gelişmekte olan ülkelere satıyorlar. Dolayısıyla ABD ve Avrupa’da olması gereken enflasyonu gelişmekte olan ülkelere ihraç ediyorlar.

Yetmiş yaşındayım. Enflasyonun %10’un altına düştüğünü görmedim.

ABD bastığı karşılıksız paradan iki kere kazanır. Birincisi karşılığı olmayan parasına karşılık bulur. İkincisi de kendinde gerçekleşecek enflasyonu ihraç ederek, kendi ülkesinde enflasyondan büyük ölçüde kurtuluyor.

Dikkat etmişseniz dolar/Euro paritesi 35-36 arasında sabit durur.

Amerika para basmayı azalttığı zaman, Avrupa para basmaya başlar. Avrupa azaltınca, ABD çoğaltır.

Bu söylediklerimizin ötesinde, ABD o kadar çok para basıyor ki, dolarların br kısmı borsalara gidiyor.

Hisse senetleri gerçekçi olmayacak bir biçimde balon yapıyor.

İlk patlayacak olan balonun hisse senetleri ve şirketlerin kolay ve ucuza aldıkları paralar başlarına iflas olarak dönecektir.

Şirket hisseleri gerçek değerlerinin çok üzerine oturdu. Hatta şirket sahipleri, ucuz dolarlarla borsadan kendi hisse senetlerini alarak, daha sanal bir finans dünyası oluştu.

Ucuz para, bizim gibi ülkelerdeki şirketleri borçlanmaya teşvik etti.

Ülkemizde kişilerden öte, şirketlerin borçları tavan yaptı.

Peki, bu işin sonu ne olacak?

1929 yılında, büyük ekonomik felaket gelmeden önce de, Amerikan borsaları, aynı bugünlerde olduğu gibi, tavan yapmıştı.

Sonrası biliniyor. Büyük çöküntü oldu.

Böyle bir durumda ABD dolarının çok büyük değer kaybedeceği kesindir.

Zaten Çin devletinin elindeki dolarları altınla değiştirmesi bundandır.

Çin ne kadar çok altın alırsa, doların hükümranlığı o kadar zarar görecektir.

Çin ve Rusya’nın ellerindeki altınlarla doları bir kerede düşürebilecek güçleri var.

Ancak doların çökmesi halinde, Çin’in elindeki 2,1 trilyon dolarda bir işe yaramaz kağıt olacağından, Çin’de kaybetme durumunda olacaktır.

Çin bunu uzun vadeye yayarak, doları yavaş yavaş ölüme götürüyor.

Amerika’da bu durumu görüyor. QE’yi azaltmaya çalışıyor. Dolar basmayı azaltmaya çalışıyor.

Not, Fransa BNP Paribas bankasına ABD’nin kestiği 9 milyar dolar ceza Fransa’yı çok endişelendirdi. Dolarla alışverişi kesme arayışına girdi.

Anlayacağımız, ABD ve AB işleri de iyi yolda değil.

http://www.kemalistler.org/yazarlar/bulent-esinoglu/hem-entegre-hem-bagimsiz/183/

.

Yalnızca Kemalist Paşalara değil, Ordunun Mehmetçiğine de düşman,




Yalnızca Kemalist Paşalara değil, Ordunun Mehmetçiğine de düşman,



 Bülent Esinoğlu
 14 Ağustos 2012, 11:54

"Birkaç Mehmet öldü diye Meclisi toplayacak değiliz" hem bu sözleri
söyleyeceksin, hem de inkâr edeceksin. Kişilik diye buna derim. Karakter
diye buna derim. Devlet adamlığı diye buna derim.

Sözlerin kayıtlarda, aç Ulusal Kanalı kendi görüntün eşliğinde kendini
seyret. İnkar edebiliyorsan inkar et.

Aslında tam bir sosyolojik vakıa.

Hem söyleyeceksin, hem de sonradan, çok korkacak ve ben böyle söylemedim
diyeceksin.

İşte sizin Türk ulusunu yönetme biçiminiz budur.

Nasıl da, içindeki Türk düşmanlığını dışa vuruyor. Nasıl da, gizli PKK
hayranlığını dışa vuruyor.

Nasıl da, PKK'nın arkasındaki asıl zihniyeti açığa vuruyor.

Savaş halinde olduğumuz, PKK'yı bundan daha iyi savunan bir ifade
bulunamazdı.

Uluslaşmanın, millet olmanın mitleşmiş değeri Mehmetçiğe saldırma, yanı
Türk ulusuna saldırma. Aslında bu Türk ordusuna kurşun sıkmaktan da beter
bir durum.

Hem Türk'e düşman olacaksın, hem de Türkleri yöneteceksin. Aman Allahım,
Türk ulusunun içine düştüğü belanın boyutlarını anlayabiliyor muyuz?

Ey Halkım şimdi anlayabildiniz mi, neden Ergenekon, Balyoz Tertipleri var.

Bunlar sadece Kemalist subaylara düşman değil, Mehmetçiğe de düşman.

Bunlar Türk ordusu ile savaşıyorlar.

Bülent Esinoğlu
bulentesinoglu@gmail.com

http://www.ulusalkanal.com.tr/yalnizca-kemalist-pasalara-degil-ordunun-mehmetcigine-de-dusman-makale,382.html

Savaşın gerçek karargahı medyadır,



Savaşın gerçek karargahı medyadır,



 Bülent Esinoğlu
 17 Ağustos 2012, 11:24


Yaşadığımız örtülü savaşların ve rejim değiştirme savaşlarının nasıl yapıldığını öğrendik.
Bu savaşlar önce medyada başlıyor.
CNN International ve BBC bir propaganda kampanyası başlatıyor. Arkasından, Avrupa ülkeleri medyaları katılıyor.
İran hariç, tüm Müslüman ülkeler, Amerikan denetiminde olduğu için, onların medyaları da propagandanın bir parçası oluyorlar.
Müslüman ülkelerde kurulu Amerikan televizyonları, alt edilecek ülkenin halklarına yoğun bir baskı uyguluyorlar.
Zaten var olan etnik ve mezhepsel ayırımlar kışkırtılıyor. Üstüne bir de, kitle imha silahları ve kimyasal silahlar yalanı ilave ediliyor.
Amerikan denetimindeki Müslüman ülkeler ve Avrupa ülkeleri ile beraber olan Amerika, bunlara “uluslar arasılaşmış” olma sıfatını veriyor. Dünyanın büyük bir kısmı Amerikan planının dışında olmasına karşı, hareket uluslar arası sıfat kazanmış oluyor.
Dünya kamuoyu belli bir seviyeye taşınınca, belli odaklar anketler düzenliyor.
Kamuoyu imalatını tamamlanması savaşın %70’inin kotarılması anlamına geliyor.
Gerçek savaş karargâhının medya olduğunu söyleyebiliriz.
Bu süreçte, CIA ve diğer gizli servis odakları medyayı yönlendirecek yalanlar ile besliyor.
Dün gece, CNN International Televizyonunda ibret verecek bir tartışmaya tanık oldum.
Sözde gazeteci olan, Cristian Amanpour, karşısında oturan, Amerikan Devletinin Dışişleri Bakan yardımcısı bir kadın vardı.(Üzgünüm ismini unutmuşum)
Konu; Suriye’ye müdahale edilmesiydi.
Cristiyan Amanpour, dışişleri yetkilisini, Suriye’ye müdahale konusunda Amerikanın yeterli etkinliği göstermediğinden şikâyet kar oluyordu.
Yetkili, “müdahalenin Libya’daki kadar kolay olmayacağını, şartların farklı olduğunu” söylüyor.
Yetkili ilave ediyor. “Muhalif guruplar arasında birlik yok, farlı guruplar Esad’a karşı savaşıyor” diyor.
Amanpour, “olsun Yugoslavya’da da farlı guruplar vardı”. Diyor.
Yetkili, “NATO ülkeleri arasında birlik vardı” ,”Burada(Suriye) farlı guruplar var” diyor.
Amanpour, “Amerika kendi başına müdahale etsin” diyor.
Yetkili ise, “bu durumda Rusya ve Çin devreye girecek” diyor.
Amanpour, telefon bağlantısı ile Jon Mc. Cain’i televizyona alıyor.
McCain ise, “Türkiye de hazır, müdahale etmenin tam zamanıdır” diyor.
Bu tartışma devam ederken, Suriye’den muhaliflerin verdiği vahşet görüntüleri veriliyor.

Bu tartışmayı şunun için naklettim.

Amerikan derin devletinin, bir sözcüsü olan Amanpour, Dışişleri Bakan Yardımcısının üzerinde bir konumda olduğunu görmek, seçilmişlerin, ne kadar da zavallı durumda olduğunu anlamak için yeterlidir.
Amerika’da gerçek iktidarın, yani para sahiplerinin gerçek temsilcilerinin medya kuruluşlarında, savaşın karargahında olmalarını anlamak gerekiyor.
Şimdilerde, Amerika’da müdahale edelim mi, etmeyelim mi anketleri yapılıyor.

Bülent Esinoğlu
bulentesinoglu@gmail.com


http://www.ulusalkanal.com.tr/savasin-gercek-karargahi-medyadir-makale,389.html

.

Birleştirseydi, Arapları birleştirirdi,



Birleştirseydi, Arapları birleştirirdi,




Bülent Esinoğlu
 17 Ağustos 2012, 23:13

Mevcut Siyasi iktidar, Milli Kimliğimizi bir yana bırakmamamızı, dini kimliğimizin asıl kimlik olmasını zorluyor.
Bu zorlama milli kimliğimiz sayesinde, elde ettiğimiz, birliğimizi de ortadan kaldırıyor.
Halkımızı cemaatlere, ayrıştırıyor. Mezheplere ayrıştırıyor. Etnik guruplara ayrıştırıyor.
Neden ülkemizde, emperyalizm etkinleştikçe, toplumsal ayrışma artıyor?
Bu soruya, piyasa ekonomisini savunan bilim insanlarının verdiği bir cevap var. Bir de sınıfsal analizden giderek, verilen bir cevap var.
Piyasacılardan başlayalım.
Diyorlar ki; bireyin özgürleşmesi için, içindeki tüm duygularını ve kimliklerini yaşaması gerekir.
Kimliğini yaşaması özgürlüğüdür. Diyorlar.
Etnik, dini, cinsel kimliklerinin özgürleşmesi ise, halkın ayrışmasının nedeni oluyor.
Karslı bir esnaf, yanı başındaki Ispartalı esnaftan alış veriş edilmemesini istiyor. Onların jargonları ile söylesek, bireysel hırslar artıkça, ister istemez ötekileştir me hızlanıyor.
Bir kez ayrışma başlayınca, dindar, dindar değil sınırında kalmıyor. Dinin kendi içinde, farklı inanışlara göre de, ayrışma oluyor.
Alevi/Sünni ve Sünni inanışın içinde var olan farklılıklar, v.s.
Toplum, bir kez, içinde yaşadığı ekonomik ve siyasi ortam nedeniyle, ayrışmaya başlayınca, atomlarına ayrışana dek, ayrışıyor.
Milli kimlik birleştirmeye çalışırken, dini ve bireyselleştirici kimlik ayrıştırıyor.
Kökten piyasacılık, sınıfsal kimliği, yani milli kimliği bastırmak ve etkinliğini azaltmak için, diğer kimlikleri alabildiğine öne çıkarıyor.
Milli kimlik sınıfsal kimlik olduğundan ve birleştirdiğinden, Karslı esnaf, Ispartalı esnafı kendinden ayrı kişi olarak görmüyor.
Dini kimliğin, özelde, Müslüman kimliğinin birleştirici olmadığı, tarihsel veriler ile ortadadır.
İslamiyet, Arapların dini olarak ortaya çıktığı günden bu yana, ayrışarak gelmiştir.
Her Arap ülkesinin ve diğer Müslüman ülkelerinin kendilerine göre bir Müslümanlık anlayışı var. Ayrışarak bu güne gelmişler.
Bu gün de, hala ayrışmaya devam ediyorlar.
Gülen Tarikatı, Kadiri Tarikatından ayrışıyor.
Cemaatleşme, ayrışma, sahte uygarlaşma, bir özgürlük projesi gibi önümüze konuyor.
Suriye’de Amerika ile birleşen dinciliğin, Suriye halkını nasıl ayrıştırdığını görüyoruz.

Irak’ta görüyoruz.

Libya’da Hıristiyan ile birleşmeyi, Müslüman ile birleşmekten daha evla gören durumları görüyoruz.
Dincilik ve mezhepçilik birleştirmiyor, ayrıştırıyor.
Mutafa Kemal döneminde, halkı birleştiren temel iki öğe, laiklik ve halkçılıktı.
Halkçılık ve laiklikten (bir anlamda akılcılık) uzaklaştıkça, ayrışma sürecektir.
Bu ayrışmayı durdurmak ve birliğe, beraberliğe giden yolda ilerlemek için, emperyalizm yerine halkçılık, dincilik yerine, laikliği öne çıkarmalıyız.

Din birleştirseydi, Arapları birleştirirdi. Onları Amerikan köleliğinden çıkartırdı.
İran hariç, tüm İslam ülkeleri Amerika sömürgesi olmazdı.

Bülent Esinoğlu
bulentesinoglu@gmail.com


http://www.ulusalkanal.com.tr/birlestirseydi-araplari-birlestirirdi-makale,392.html