"Hal ve Gidiş"
Yekta Güngör Özden
19.12.2005
Siyasal iktidarın gerçekte azınlıkta bulunmasına karşın seçimlerle ilgili kurallar nedeniyle yasamada sağladığı çoğunlukla yönetime egemen olması, giderek yargıyı da etkileyen tartışmalı ve tehlikeli bir süreci getirdi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü’nü cezalandırmak böylece başarmaya çalıştığı gerici ve sakıncalı kadrolaşmayı engellemek çalışmalarını durdurmak amacıyla gündeme getirildiği söylenen yakınmalardan kaynaklanan dava için hukukçu özeniyle konuşup yazmayı, ayrıntıya girmeyi uygun bulmuyorum. Uygulamanın hukuka uygunluğunun tartışılmasına, uzman hukukçuların işlemleri aykırı bulmasına, siyasallaşma belirtilerinin kamuoyunda yarattığı endişelere duyarlı olunmasını öneriyor, adaletin onuruna ve saygınlığına gölge düşürülmemesini, yargının herkesi doyuracak bir gerekçeyle ve tam yansızlıkla belirmesini diliyorum. AB’cilerin ve yandaşlarının Türkiye karşıtlarını koruyucu ilgi ve yayınlarının Rektör konusunda ne ölçüde olduğu gözetilir ve düşünülürse Atatürk Türkiye’sinin karşılaştığı güçlükler, kötü olasılıklar duyarlığını yitirmemiş herkesi ürpertir.
Gereksiz ve sakıncalı kimlik tartışmaları sürerken imam hatiplilerin üniversiteye girmelerini kolaylaştıracak ayrıcalıklı yönetmelik değişikliği, havuzlarda, salonlarda, kimi topluluklardan kadın-erkek ayrımı uygulamaları, gereksiz cami yapımı, mescit açımı yandaşların kadrolara doldurulması, partizanlık, tesettür hastaneleri, yeni yargıçların yandaşlardan atanması işlemleri de basında eleştirilmektedir. Değinecek, dokunacak, tartışılacak o kadar çok konu, o kadar sorun var ki. İçki yasaklarının aldığı boyut da ürkütücüdür. Çocuklar-gençler için etkin önlemler almayı aşan çağdışı uygulamaların kimseye yararı yoktur, zararı çoktur. Gizlilik, kaçakçılıkla başlayıp yayılmayı ve artışı getirir. Tutucu yandaşları okşamak için toplumsal çizgilerle uğraşmak doğru değildir.
Dışardan içeriye
Oysa üzerinde durulması gereken önemli duruklar var. ABD’nin Ankara Büyükelçisi göreve başladı. Aynı günler içinde ABD Merkezî Haber Alma Örgütü (CIA) ile Federal Araştırma Bürosu (FBI) başkanları kendi adamlarının koruması altında ülkemize geldiler. Dünyanın her yerinde bir şey ya da birşeyler verilmeye gidilmez, alınmaya gelinir. Türkiye-ABD gerginliğini azaltmak için kimi okşayıcı ve oyalayıcı sözler dışında Türkiye’ye ne verdikleri, Türkiye’nin ne aldığı kuşkuludur. Zaman her şeyi gösterecektir. Ülkemizde ulusal yapının sona erdirilmesini isteyen, milliyetçi akımların Avrupa’da bile bitmediğine değinip bitmesinden yana olunmasını öneren emperyalizme teslimiyeti savunan yazarlar oldukça ödünler birbirini izleyecektir. Türkiye’den önemli bir istekde bulunmak, kimi yeni açılımlar için destekten öte açık katkı, belki yer, güç, olanak sağlanmak için geldikleri söylenmektedir. Kara Kuvvetleri Komutanımız bu arada ABD’ni ziyaret etmekte, kendisine liyakat madalyası takılmaktadır. Türkiye-ABD işbirliği, yakınlığı sözleri kimi eleştirilere karşı gerekçe olarak verilmektedir. Keşke askerlerimizin başına çuval geçirme, Kerkük uygulamaları için ABD özür dilemiş olsaydı. Daha Yunanistan’ın Harp Okulu öğrencilerimizin bulunduğu sırada Bayrağımıza yönelik çirkinliğe ilişkin özürleri yeterli olmadı.
Kim ne derse desin AB ve ABD Türkiye’ye karşı önyargılı tutumlarını değiştirmiyor. Türkiye yetkilileri Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp işgalci, yayılmacı Yunanlıları yenerek topraklarımızdan atmaya pişman olunmuş gibi hep aşağıdan alma, özür dileme, ödün verme tutumu izliyorlar. Irak’lı kürt liderlere karşı da böyle. Apo’ya ilişkin iktidar ve ayrılıkçı yanlısı basındaki öngörüler de. Barzani’nin Türkiye’nin güneydoğusuna gözdiktiği, o yörede yaşayanlardan kimilerinin de kürt devleti için yanıp tutuştuğu görülmelidir.
Sözde dostlar, Türkiye’nin karışması, yıpranması ve giderek yıkılması için ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Bunları anlamayan ya da anlamak istemeyen lâik Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk karşıtları kendi paranoyalarını başkalarına yüklemeyerek lâikliğe ve tekil devlete bir şey olmayacağını yinelemektedir. Biçimsel bir demokrasi, ılımlı islâm cumhuriyeti adı altında şeriatçı düzen. Ayak seslerini bırakınız, yasama ve yönetimdeki gürültülerini duymayacak kadar sağırlaşan, olanları görmeyecek kadar körleşen şakşakçılar, medyadaki tahtlarında caka satıyorlar. Yalanlarıyla tanınmış kimi madrabazlar da sorulara yanıtlarımı müstear isimlerine sığınarak çarpıtıyor.
Kimlik
Başbakanın izlenen inadı siyasetin hastalığıdır. Yurttaşlık-ulus bağının yerine din bağının önemli olduğunu söylemek Türkiye’nin kuruluş felsefesine aykıdır. Yurttaşları kimlikler belirleyerek ayırmak ulus yapısına aykırıdır. İnancı-dini üst kimlik göstermek Anayasa’ya-hukuka aykırıdır. Türkleri alt kimlik içinde bırakmak tarihsel gerçeklere, Türkiye Cumhuriyeti adına ve yapısına aykırıdır. Atatürk’ün “Din çimentodur” dediğini söylemek her şeye aykırıdır. Sondan başlayarak özetle değinip geçelim. Çünkü kezlerce söyledik ve yazdık.
1. Atatürk’ün ne dediği Büyük Söylev’inde, Söylev ve Demeçlerini içeten kitaplarla kendisinin elyazılı görüşlerini kapsayan Medeni Bilgiler kitabında vardır. Başbakanın ileri sürdüğü gibi bir söz Atatürk’ün değildir. Başbakan notlarını karıştırmış ya da kendisine iletileni yanlış yansıtmış olabilir. Belki bir mezhep, tarikat adamının ya da Said-i Kürdi ile Fethullah Gülen’in sözleri olabilir.
2. Atatürk’ün inancın kötüye kullanılması, dinin kimi girişimlere araç olması ve ulusal yapı yönünden yeri hakkında kınayan sözleri, devletin dini olduğuna ilişkin 1923 Anayasa kuralının kalkmasını öneren anlatımı vardır.
3. Atatürk’ün “TBMM üyeleri içindekilerin hepsi islâmiyetin unsurlarıdır” sözü asla müslüman milletini ve müslümanlığın milleti oluşturduğunu göstermez. Bu unsurların dinlerinin islâmiyet olduğunu, bunların müslüman dininden olduğunu gösterir. Başka dinden olabilirler. Unutmamalı ki Osmanlı döneminde “Millet” tanımı yalnız Müslüman olmayan tebaa için kullanılırdı. “Osmanlı milleti” konuşmalarda kalan bir tanım idi. Bu da “Milletler üstü millet” anlamında değil, Türkleri dışlamak, Türklüğü unutturmak için müslüman kesimi ayırdetmek için azınlıklarca dillendirilmekteydi. Dinle anlatılmak istenen “millet-ulus” ayrı dinden olanlarla dini olmayanları dışarda bırakarak bilimsel millet-ulus tanımına aykırı düştüğü gibi ülke gerçeklerine de aykırıdır.
Başbakanın, temsil ettiği Türk Ulusundan olduğunu, Türk olduğunu, “Türk Ulusu” varlığını ve olgusunu söylemekte duraksaması ne kadar acı. Atatürk’ten alıntıları da bilinçli olarak, yeterli biçimde yorumlayarak vermiyor. Kendi kafa yapısına göre aktarıyor. Yanılıyor, yanlış yapıyor. Yalancılar da kendisini destekliyor. İktidara yaranmak için tarihi, gerçekleri, her şeyi alt-üst eden kalemlerin çoğu dinden bile anlamıyor, dindar değil. Din bağının ulus bağından önemli olduğunu bilmeden yazıyorlar. Bu ülkede ayrı dinden olanları birleştiren nedir? Yalakalıkla dine, inanca zarar verdiklerinin ayırdında değiller.
Birleştirici olması gereken Başbakanın ayrımcı görünmesi, ayrılıklara özendirmesi, kışkırtıcılıkla suçlanmasına neden olur. Kimi milletvekillerinin aykırı çıkışları da aynı zamana rastlamıştır. Bu durum, birlikte davranış olasılığını düşündürmektedir. TBMM’ndeki taburun çıkarılması, askerî kuruluşların kent dışına alınması önerileriyle, bu önerilere yanıtın daha ağır biçimde yanıtlanması bir karışıklığın kanıtıdır. Genelkurmay Başkanlığının “Münferit hezeyan” açıklamasına TBMM Başkanı, Başbakan ve kimi milletvekilleri karşı çıktı. Bu tablo, hezeyanın münferit değil müttehid-müttefik biçimde olduğunu, önceden anlaşmalı, danışıklı dövüş biçiminde yapıldığını gösterir mi? Bunu da zaman belirleyecektir.
Sıkmabaş-bohçabaş için Başbakan Avustralya’da da tarikatçıların da içinde bulunduğu Türklere (Türkiyelilere değil, Sivas’lıyım demek gibi Türkiyeliyim demek bir kimliği değil, nereli olduğunu gösterir, o kadar) olmayan “mutabakat”tan söz etti. Hukuk devletinin yöneticisi, Anayasa’ya bağlılık, Türk Devrimi ve Atatürk ilkeleriyle bunun en yaşamsalı lâikliğe uyma andını içen bir Başbakanın aldatılmış kızlara, tutucu ailelerine dönüp “Hukuk devletinde din kuralları değil, hukuk kuralları egemendir. Başı açıklar başka dinden ya da günahkâr ve kötü insan değildir, dinsiz değildir. Eğitim ve öğreniminizi aksatmamak için yargı kararına uyunuz. Bunun islâmiyete ters düşen yönü yoktur. Evinizde, sokakta sizi kimse karışmıyor” dese en uygun davranışı sergilemiş olur, kavga da biter. Bu çağda onlarla uğraşmak kime yaraşır? Üstelik “Başörtüsü için söz vermedik” dedikten sonra.
İftira
Kendilerinin önceleri neler yaptığı, neler konuşup neler yazdığı bilinen, tutuklu ve cezalı günler geçiren kimileri benim küfürlü konuşup yazdığımı ileri sürüyor. Sakıncalı ve çirkin davranışların tanımı, nitelemesi sınırını aşmayan sözcükler ile başkalarının kullandığı kötü sözleri belirtmek (onların dil terbiyesine örnek olarak verilmektedir) yanlış yansıtılıyor. Bir toplantıda verilen belgede Atatürk ve annesi için bir insanın ağzına alamayacağı tanımlar ve sövgüler içeren “Atina Asliye Hukuk Mahkemesi” başlıklı saldırıyı okuyunca, istek üzerine verdiğim yanıtta kısaca Atatürk’ün kim olduğunu belirttikten sonra saldırganlar için “Bu terbiyesizliği ve alçaklığı yapanların ya sütü, ya kanı, ya mayası bozuktur” sözlerimi halkımıza hakaret ve küfür diye gündeme getiriyorlar. Bu sözlerimi 1999 Mayıs sonunda Kıbrıs’ta Aydın Doğan da doğrulamıştı. Ben halkıma değil, halkımın kurtarıcısı, önderi, devletimizin kurucusu büyük insana ve annesine ahlâksız saldırıda bulunanları kınamıştım. Niye saptırıyorlar? Kendileri o düşünceye katlanamayıp “Ahlâksız, dinsiz, bilgisiz, meczup” diyebiliyor. Onların saldırı hakları var, bizim savunma hakkımız yok. Ne günlere kaldık!
Bir de demokrasi sömürücüleri var. Arada sırada gerçek demokrasi isteyenleri, Atatürkçüleri suçlamak için kendilerini, geçmişlerini unutup sataşırlar. Faşist, marksist-maocu şimdilerin yeni ırkçısı, şeriatçısı, neoliberali kesilmiş görünümüyle, yarın ne olacağının kuşkulu tutumuyla sahneye çıkar. Yarası olan gocunur sözümü anımsatarak hiçbirini üstüme almadan olası yanlış değerlendirmelere karşı yineliyorum. Hiç kimseyle, hiçbir kuruluşla siyasal bir ilgim ve ilişkim, beklentim ve amacım yok. Kızılelma, yeşil elma yakıştırmalarını da mor armutlar yapıyor. Şu sözümü bir kez daha yazayım: İnsanım, onurlu ve özgürüm. Türk’üm, Türkçü değilim. Milliyetçiyim, ırkçı değilim. Müslümanım, islâmcı değilim. Dindarım, dinci değilim. Atatürkçüyüm, rozetçi değilim. Hukukçuyum, gugukçu değilim. Daha başka şeyler de söylenebilir. Ahlâksız, çıkarcı, sapkın, dönek, yalancı, uydu, uşak değilim gibi...
Silâhlı Kuvvetlere, Mustafa Kemal Atatürk ocağı olarak, Türkiye’mizin kurtarıcısı ve lâik cumhuriyetimizin kurucusu olarak büyük bir saygım, güvenim var. Bunu kişilerle, temsilcileriyle özdeşleştirmiyorum. Silâhlı Kuvvetlerimizin siyasal olaylara karışmasını hiçbir zaman savunmadım, istemedim ve beklemedim. Hukuk dışına çıkılmasına her zaman karşıyım. Ama istem ve özlemlerine uygun gelmiyor diye Silâhlı Kuvvetlere sataşılmasına, görevi kapsamındaki duyarlıklarını gerektirdiği uyarı ve öneriler yapmaktan alıkonulmasına da karşıyım. Patron kanatları altında şımarıklık yaparak Silâhlı Kuvvetleri, komutanlarını gelişigüzel suçlamak, eleştirmek, önyargılı ve amaçlı konuşma ve yazılar da direnmek kimseye yarar sağlamaz. Siyasal iktidarın suskunluğu etkisizliğe, iktidar buyruğunu beklemeye, kendilerine bağımlı kılmaya yönelik çabalarıyla bunlara neden olanlar, varsa bu tür tutum ve davranışlar ele alınmalıdır. Yanlışı olanlara yönelinmelidir, kuruma değil.
Bu klâsik karşıtlar korosu “Ermeni olaylarının tabu olduğu, tartışılmadığı Türkiye’de yaşamak küçük düşürücüdür” düşkünlüğünü eleştirmiyor, küçük düşmeyi kabûl ediyor. Kimileri de “Güneydoğudakiler ayrılmak istemiyor” diye gözlerini gerçeklere kapayıp daha fazla hak-özgürlük ve açılım savıyla kimlik tartışmalarının tırmanmasına maşalık yapıyor.
Anayasa’nın değiştirilmesi önerilemez kurallarıyla uğraşanların amacı nedir? 1961 Anayasası’nın kötü bir kopyası biçiminde, değiştirilmesi zorunlu kuralları bırakıp değişmez kurallarla oynamak niçin ve nasıl olur, ne düşünmektedirler? Gereksiz çıkışların, konuşmaların yolu nereye varacaktır? Silâhlı Kuvvetler siyasetin içindeymiş gibi Avrupalı ağzıyla “Siyasetten çekilmesi gerekir” (çekinmesi değil) diyen örtülü sağcılar yağcılıkta yarışmaktadır. Yüksek Askerî Şûra’nın ordudan çıkarma kararlarına yine anlamsız karşıoy koyan Başbakanın Anıt-Kabir Özel Defteri’ne yazdıklarına, Avustralya Savaş Anıtı alanındaki Atatürk bölümü önünde saygı duruşunun içtenliğine inanmak güçleşmektedir. Bu bağlamda Apo’nun “Başbakanın kavramları bana ait” demesi daha da düşündürücü olmaktadır. Başbakanın “PKK kürt kökenli vatandaşları temsil edemez, onlar adına konuşamaz” (10.12.2005) sözü de boşlukta kalmaktadır. Bunu kört kökenli yurttaşlarımız söylemelidir. “Türkiye’de üst kimlik T.C. vatandaşlığıdır, ortak paydadır” deyip özü yadsırsanız sonuç alamazsınız. Özbenlik, Türklüktür. Feodal düzene karşı çıkmayıp ağaya, beye, reise, şeyhe tapıp devletle kavga edenler uyanmalı, uyarılmalı, eğitilmelidir. Bu eritme (asimilasyon) değil, insanlık, yurttaşlık ve kazanımdır. “Lâiklik din oldu” suçlaması da böyle. Bu çağdaş ve en sağlıklı güvenceyi böyle suçlamak, dayatma göstermek dini kötüye kullananların safsatasıdır. İnanç bağı dinsel kimlikle anlatılabilse de din ne üst kimliktir ne de uluslaşma dayanağıdır. Medyanın kimi sarsak kalemleri her şeyi bozmaktadır. İlkelerle, kavramlara uğraşmanın sakıncaları sayılmayacak kadar çoktur. Mutluluğun tek aracı olarak dini salık vermek ulusal oluşumları ve değerleri dine indirgemek de böyledir.
Gündem öyle hızlı değişiyor ki bir konu üzerinde yoğunlaşıp kendinizi doyuracak içerikte bir yazı yazamıyorsunuz. Değinmeseniz içiniz rahat etmiyor. Bu nedenle yazılar on beş günün filmi oluyor. Doğal olarak birçok şeyi de dışarda bırakarak.
İşte kimi olumsuzluklar
Özelleştirmeyle ülkemize giren yabancı (Başbakanın diliyle küresel) sermaye temelden işe başlayıp yatırımlarla ekonomimize yarar getirmiyor. Kazancı götürüyor. Ayrıca son beş yılda yurtdışına 4.3 milyar dolarlık sermaye çıkmış. İktidarın para çevrelerine desteği sürüyor. Vergi indiriminin faturasının 7.4 milyar YTL olduğu savlanıyor. IMF de iktidara desteğini esirgemiyor. “Türkiye’nin pazarlanma ve satılma serencamına yeni proğramlarla 2007 seçimleri için katkı...” sözleri edilmektedir.
AİHM’ne 1977’den bu güne değin 491 hak aykırılığı başvurusu yapılmış. Millî Eğitim Bakanlığı “T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” adlı kitaplardan Atatürk’ün 10. Yıl Söylevi’nin çıkartılması ve Şeyh Sait isyanının Doğu İsyanı adıyla verilmesi olayına yaklaşımı tartışılıyor. Yanıtsız kalan soru önergeleri konuşuluyor. Yanlı kurullarla Hakkâri, Şemdinli, Yüksekova, Van olaylarının irdelenmesinin ne sonuç getireceği üzerinde duruluyor. Sanatı, adaleti, yargıyı gölgelemeseler ya.
http://www.turksolu.com.tr/97/ozgun97.htm
..