27 Mart 2015 Cuma

Türk oğlu, Türk kızı Türklüğünü koru!




Türk oğlu, Türk kızı Türklüğünü koru!



Başyazı
Gökçe Fırat
29.08.2005/Sayı:89

Kürt istilasının hareketli haritasını indirmek için:

http://www.turksolu.org/kurt_istilasi_www_turksolu_org.zip

Başbakan, Apo’yu kurtarmaya çalışıyor,

Başbakan Erdoğan’ın “Terör sorunundan bağımsız bir Kürt sorunu vardır” sözü, aslında tam da PKK’nın ne demek istediğinin iyi bir ifadesi. Eğer Kürt sorunu ile PKK sorununu, yani terör sorununu birbirinden ayırırsanız, meselenin nasıl ortaya çıktığı da ortadan kayboluverir.

O halde hemen soralım; PKK’dan önce nasıl bir Kürt sorunu vardı?

Bugün Türkiye’nin Kürt sorunu vardır diye tonlarca laf dökenlerin bu soruya verecekleri bir cevap yoktur, çünkü PKK’dan önce, en azından bir 50 yıl Kürt sorunu diye birşey yoktu bu ülkede. Kürt sorunu, PKK ile, yani terörle birlikte ortaya çıktı. Çünkü PKK terörü, varolduğunu iddia ettiği Kürt sorununu çözmek için başladı.

O halde Başbakan ne demek istediğinin farkında mı?

PKK teröründen bağımsız bir Kürt sorunu varsa ve siz bu sorunu PKK sorunundan ayırarak, demokratikleşme yolu ile çözeceğiz diyorsanız bunun ne anlama geldiğini de açık seçik ortaya koymalısınız.

Bu şu anlama gelir:

1- Türkiye’de Kürtlere demokrasi tanınmamıştır. Bu nedenle Kürt sorunu bir demokratikleşme sorunudur.

2- Kürtler demokrasi istemektedir.

3- PKK, Kürtler demokrasi istediği için ortaya çıkmıştır.

4- PKK terör uygulamıştır ama bunu da demokratik hakların elde edilmesi için yapmıştır.

5- O halde PKK terörünü ortadan kaldırmanın yolu açıktır: Devlet teröre engel olmak için demokratikleşecek, PKK ise demokratikleşmenin önünü açmak için terörü bırakacaktır.

6- Böylelikle Demokratik Cumhuriyet’e gidilecektir.

7- Terörden vazgeçmiş bir terör örgütüne siyaset yolu açmak, onun bir daha teröre başvurmasına engel olacak bir yöntemdir. Bu nedenle PKK’ya siyasi af çıkarılacaktır.

8- PKK terörden vazgeçip siyaset yapacağına göre, PKK’ya bağlı militan güçleri yatıştırmak için bu örgütün elebaşısı da hapisten çıkarılabilir, yani Apo affedilebilir.

9- Böylelikle Türkiye gücünü kanıtlamış olur. Terör örgütünü terörden vazgeçirmiş olur!

Başbakan’ın Türkiye’yi getireceği yer tam da burasıdır.

Başbakan, çok açık bir şekilde PKK’yı siyasallaştırmaya ve Apo’yu hapisten çıkarmaya çalışmaktadır.


  <  Emperyalistler Sevr’i Kürtlere uygulattırıyor

Sevr Haritası
Sevr Haritası

Kürt İstilası haritası
Kürt İstilası haritası


  < Cumhuriyet’ten bugüne Kürtler’in bir istila hareketi şeklinde gelişen nüfus hareketi yukarıda sağdaki haritada görülüyor. 
Kırmızı renkli bölgeler, Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerle göçtüğü ve nüfus yapısını kendi lehlerine değiştirdiği bölgeler. 
Bu haritayı emperyalistlerin Sevr haritası ile karşılaştırdığımızda aynı bölgelerin 80 yıl öncesinde de emperyalistler tarafından paylaşılan ve 
Türkiye’den kopartılan bölgeler olduğunu görürüz. Kısacası emperyalistler Sevr hayallerini Kürtlere gerçekleştirtmektedirler. 
Fakat görülen o ki Sevr’i yırtan Ankara merkezli Milli Mücadele’den ders alan emperyalistler bu defa Ankara’yı da es geçmemişler ve Kürtleri yoğun 
bir şekilde Ankara’ya göç ettiriyorlar. Kürt göçünün masum bir ekonomik ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünen gözlerin iki haritayı bir kez daha 
incelemelerini tavsiye ederiz.  >


Devlet Silah bırak demez, Teslim ol der!

Terörü engellemenin yolu eğer teröristin istediklerini yapmaksa, doğrusu Başbakan’ın yöntemi en iyi sonuç verecek yöntemdir. Tüm istediklerini yaptıran bir terör örgütü, bu noktadan sonra niye silahlı mücadele versin ki!

Dünyanın her yerinde terörle mücadele, teröristle silahlı mücadeledir. Devlet, kendisine silah çeken teröristlerle savaşırsa devlet olarak kalabilir. Yok eğer kendine silah çeken örgütle silahlı mücadele etmiyor, onu ikna etmeye çalışıyor, onunla pazarlığa oturuyorsa, orada bir devletten değil ancak bir örgütten sözedilebilir. Şu an Başbakan Türkiye’yi tam da böyle bir durumun içine sokmuştur.

Terör, elbette kendisine dayanak olacak belli toplumsal, ekonomik sorunları kullanır. Bunları kullanarak kendi terörünü meşrulaştırmaya çalışır.

Bu durum elbette PKK açısından da geçerlidir. PKK da, kendi terörü için belli bazı gerekçeler ortaya sürmektedir. Başbakan ise, bu gerekçelerin doğru olduğunu kabul etmekte, devlet geçmişte hata yaptı demektedir. O halde, PKK sizin gözünüzde bir meşruiyet, haklılık kazanmış demektir. PKK ile anlaşamadığınız tek nokta, bu haklılığın ifadesi için seçilen yoldur. Şiddetten vazgeçen PKK, her şeyin çözümüdür.

Kamuoyunda kendine aydın diyen PKK yardımcısı ve yatakçısı bir grubun PKK’ya ısrarlı ateşkes çağrılarının altında böylesi bir psikoloji oluşturma güdüsü vardır. PKK, silah bırakılmaya davet edilebilecek, yüce bir örgüt konumuna getirilmektedir.

Oysa PKK silahlı bir örgüt değil terör örgütüdür. Ona en fazla, teslim ol çağrısı yapılabilir. Silah bırak, acziyetin göstergesidir. Nitekim teröristler bu çağrılardan sonra iyice şımarmaktadır.

Tüm Türkiye’ye ve o PKK yatakçılarına da soralım a zaman: PKK silah bırakmazsa ne olur? Bundan kendileri mi zarar görür, Türk devleti mi!

Elbette PKK. PKK zaten yirmi yıldır silah kullanıyor. Silah kullanmak PKK’nın kaybedeceği savaşa devam etmesi demektir. PKK’nın kaybetmesini ve bitmesini istemeyenler, sözde silah bırakma çağrısı ile PKK’yı kurtarmaya çalışmaktadırlar.

Kimse Türkleri ve Türk devletini saf yerine koymaya kalkmasın. O halde biz de PKK’ya şöyle bir çağrı yapalım: Madem Kürtlerin demokratik haklara kavuşmasını istiyorsun, devlet demokrasinin önünde engel olarak seni görüyor, sen devlete teslim ol, devlet de demokratik hakları tanısın!

Ama PKK’nın terörist elebaşıları, silahın kendi güvenceleri olduğunu söylemektedirler. O halde siz demek ki demokrasi için değil, kendi örgütsel varlığınızı korumak için çalışıyorsunuz. Bir de devletin, Türk ordusunun operasyonları durdurmasını istiyorsunuz.

Ama bu komedi çok fazla bu haliyle devam edemez. Bunu Başbakan da anlayacaktır. PKK terörü, silahla bastırılacak, eşkıya gebertilecek ve sorun morun kalmayacaktır. Türk ordusunun da, Türk milletinin de buna misliyle gücü vardır. Görecekler...


Kurtuluş Savaşı’nda Savaşmayan Kürtler
Türklerle Nasıl savaştı...

Sevr Haritası



İsyan              Tarih                  Bölge              İsyancı

Nasturi isyanı 28 Eylül 1924    Beytüşşebab 1.000

Raçkoyan-Reman 2 Ağustos/ 11 Ağustos1925Siirt-Sason-Silvan 1.000

Şeyh Sait 15 Şubat/ 31 Mayıs 1925 Diyarbakır-Kulp- Bingöl 3.000

Koçuşağı 7 Ekim/30 Kasım 1926 Ovacık-Hozat- Çemişkezek   500

Bicar 7 Ekim/Kasım Hani-Lice-Kulp                            2.500

Zeylan 4 Temmuz 1930 Tendürek-Erciş                            1.000

1. Ağrı 16 Mayıs 1926 Ağrı                                            200

2. Ağrı 13/18 Eylül 1927 Ağrı                                            800

3. Ağrı 7/14 Eylül 1930 Ağrı                                        1.500

1. Tunceli 21 Mart/22 Ekim 1937 Tunceli                          1.500

2. Tunceli 1 Haziran/ 7 Ağustos 1938 Tunceli                          4.000

Toplam:                                                                               17.000


Gerçek sorun: 

Sevr Haritası
Türklerin Kürtleşmesi

Fakat buraya nasıl geldiğimizi sorgulamamız gerekmektedir. Türkiye bugün bir Kürt sorununu, hem de Başbakanın ağzından ortaya koyuyorsa, bir yerlerde yanlış yapıldı demektir.

Bizce de bir Kürt sorunu vardır, o da Türklerin Kürtleşmesi sorunudur. Cumhuriyet’in ilanından bugüne, bir dönem ivme kaybetse de, Türkler Kürtleştirilmektedir.

Tarihi olgular ve rakamlarla bu durumu ortaya koyalım. Cumhuriyet ilan edildikten dört yıl sonra 1927 yılında nüfus sayımı yapılır. O nüfus sayımında 11 milyonluk Türkiye’nin 1 milyonu Kürtçe konuşmaktadır. Kabaca Türkiye’nin %10’u Kürttür. Bu Kürt nüfusun, yani 1 milyonun yarısı Güneydoğu’da oturmaktadır, kalan yarısı ise tüm Türkiye’ye dağılmış durumdadır. Kürtlerin büyük çoğunluğu Güneydoğu’da yaşamaktadır ama Güneydoğu’nun bile %25’i Türktür.

1924 ile 1938 arasında 16 tne Kürt isyanı çıkar. 1930 Ağrı isyanı devleti çok uğraştırır. İsyan bastırılır ama bölgede yeni bir isyan beklenmektedir. 1932 yılından başlanarak Türk devleti bu mesele üzerine eğilir. Başbakan İsmet İnönü, 1935 yılında Doğu gezisine çıkar. Gezide tespit ettiklerini raporlaştırarak Atatürk’e sunar.

Rapor’da bölgede Kürtlerin hızla çoğaldığı, Türk bölgelerin içine girip Türkleri zorla Kürtleştirdiği, Kürt hareketinin bir istila hareketi halini aldığı, bölgede Türk dayanak noktaları yaratılarak, bölgede hızla bir Türkleştirme seçeneğinin uygulanması önerilir.

Gerçekten de 1927 yılından 1935’e gelindiğinde Güneydoğu’da 206 bin olan Türk nüfus, 228 bine çıkmış, buna karşın 543 bin olan Kürt nüfus 765 bine çıkmıştır. Bu doğum oranları arasındaki farkla açıklanamayacak bir olgudur. Kürtler Türklerin 10 katı artmıştır. Bununsa tek bir sebebi vardır, Türkçe konuşanlar dillerini yitirmekte, Kürtçe konuşmaya başlamakta ve yavaş yavaş Kürtleşmektedir. İşte devlet, Atatürk’ün başında olduğu devlet sorunu böyle ortaya koymuştur.

Bu sorunun çözüm yolu olaraksa nüfus politikası önerilmiştir. Nüfus politikasının bir yanı, Güneydoğu’daki ağa ve şeyhlerin, Batıya iskanı ile bölgede yoğunluğun dağıtılmasıdır, diğer yanı ise özellikle mübadele ile gelen Türklerin bölgeye yerleştirilmesidir.

Bu amaçla iskan kanunu çıkar. Belli ölçülerde sonuç alınır. Nitekim 1965 yılına gelindiğinde toplam nüfus içinde Kürtçe konuşanların oranı %6’ya kadar gerilemiştir.

Fakat 1960’lı yıllarda hızlı sanayileşme ve kentleşme ile birlikte işler yeniden tersine dönmeye başlar. Kürtçülük bir akım olarak ortaya çıkar. Büyük şehirlere ve Batı’ya akan Kürtler hemen hemen tüm bölgelerde Türklerin içinde erimek ve kaynaşmak yerine, Türklerin içinde ayrı adacıklar oluşturmaya, zamanla Türkleri tehdit etmeye ve etkisiz hale getirmeye başlarlar. Vanlılar, Diyarbakırlılır, Muşlular vs. hemşehri dayanışması gibi başlayan örgütlenme, Kürt istilacılığının başlangıcını oluşturur. Bugün tüm Batı kentlerinde, Türk’ün kafasında bir kılıç gibi sallanan Kürt tehdidi işte budur.

Tehdidin çok daha önemli bir boyutu ise kültüreldir. Kürtler, özellikle Doğu ve Güneydoğu’da Türk köylerini kuşatır ve Kürtleştirir. Zayıf Türk köyü dirençsizdir. Bunu bilen Kürtler, zor yoluyla Türk köylerini istila ederler. Devlet ise buna ancak seyirci kalır.

Şehre gelen Kürt önce şehir hayatının çok dışındadır. O varoştaki zavallıdır. Türkler, memur ve işçi iken onlar ancak seyyar satıcıdır. Fakat şehirde kalma hakkı bulan Kürt derhal dayanışma grubunu oluşturur. Aynı şehirliler birbirine sırt çıkar. Böylece kentler, Kürt kabadayıların eline geçer.

İş kabadayılıkla bitmez. Bu kaba güce dayanarak, ticaret sektörüne el atarlar. Türk, işçi ve memur olarak ancak sabit gelire talim ederken Kürt, inşaattan giyime, yemekten finansa tüm ekonomik alanlarda hızla sermaye birikimi yaratır. Böylece şehir Kürtleşmeye başlar.

Kürt istilasında bir üçüncü yol ise Aleviler üzerinden etkileşimdir. Güneydoğu’nun Batıya açılan, Malatya, Erzincan, Sivas, Tokat, Maraş gibi Alevi yoğunluklu şehirlerde Kürtler Aleviler üzerinde hızla tesir ederler. Böylece geçiş bölgesinde de Kürtleşme yaşanır.

Bugün Türkiye’nin hem köyleri, hem şehirleri, hem de geçiş bölgeleri Kürtleştirilmiştir. Böyle bir noktada ortada bir Kürt sorunu, hele hele demokratikleşme sorunu olmadığı açıktır. Sorun, Türk nüfusun baskı altına alınması ve eritilmesidir. O halde çözüm, Türk’ün Türklüğünü koruması olmalıdır.

Türkoğlu Türklüğünü koru

Bugün PKK terrü ile mücadelede en önemli nokta budur. PKK, Kürtleşmeden güç almaktadır. Türkler Türklüğünü korursa PKK zayıf düşecektir. Bu ise askeri değil toplumsal bir çözümü gerektirir. Türk, kendi sorununu kendisi çözecektir.

Bunun için ilk başta yapılması gerekenlerse şunlardır.

1- Her Türk, alışverişini mutlaka Türkten yapmalıdır. Kürde aktarılan para PKK’ya maddi destek demektir. Türk, bu maddi desteği kesmezse, hem Türklerin mali gücü olmayacaktır, hem de Kürdün altında ezilecektir

2- Her Türk, Türkçe konuşmalıdır. Bunu da İstanbul şivesi ile konuşmalıdır. Dil varsa millet vardır. Ancak şehri istila eden Kürtler kendi dillerini hakim kılmaktadır. Bunlarla temas içinde Türkler de şivelerini bozmakta, Türkçe konuşsa bile adeta Kürt şivesiyle Türkçe konuşmaktadır.

TV’lerdeki Kürt dizilerinin, Kürt müziğinin, her adım başı Kürtçe müzik çalan barların, kasetçilerin, minibüslerin ortasına düşen Türk ister istemez lisanını yitirmektedir.

Buna direnmek için:

Türk,   Kürt dizisi izlemez.
           Kürtçe müzik dinlemez.
           Kürtçe müzik çalan barlara gitmez.
           Kürtçe konuşulan minibüse binmez.
           Kürtçe kaset satan dükkandan alışveriş yapmaz.

3- Türk, ancak modern şehir hayatında kendini ifade edebilir. Türk medeniyeti, köyden gelen etkilere kapatılmalıdır. Köy, her halükarda Kürtçülüğün yaşam alanıdır.

Yıllarca İstanbul’da Sivaslı, Erzincanlı, Malatyalı, Tokatlı Alevi kitlenin yarattığı köy ortamı, Kürtçülüğü güçlendirmiştir. Türk’ü saza mahkum eden köylü kafası, bugün şehirleri Kürt kültürüne teslim etmiştir.

4- Türkler, yemeklerine sahip çıkmalıdır. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir. Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkum eden anlayışla mücadele edilmelidir. Yemek, kültür savaşının bir parçasıdır. Mc Donaldslar ne kadar tehlikeli ise Kürt mutfağı da o kadar tehlikelidir.

Başka kültürlerin yemeklerini yiyen kültürler asimile olur. O nedenle Türk, Türk mutfağına sahip çıkmalı, başka şeyler yememelidir.

5- Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenokan’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.

Not: 30 Ağustos Zafer Bayaramı dolayısıyla asılan afişlerde şu ifade vardı: Türk ordusunun kışlası milletinin yüreğidir!

Çok doğru, Türk ordusu o zaman kışlana dön!

Kürt nüfus üç merkezli bir istila hareketi gerçekleştirmektedir. 1- Bugünkü Mardin, Hakkari, Diyarbakır üçgeninden yayılan Kürtleştirme hareketi. Bu hareket özellikle Diyarbakır, Urfa ve Bitlis’i hedef almaktadır.  2- Ağrı merkezli Kars, Iğdır, Ağrı ve Muş’ta Kürtler Ermenilerden boşalan verimli toprakları istila etmiştir. 3- Tunceli merkezinden Erzincan, Elazığ ve Bingöl’e doğru istila hareketi.

1927 nüfus sayımı: 
Toplam nüfus: 11 milyon 778 bin. 
Kürtçe konuşan 1 milyon 134 bin. 
Yani Türkiye’nin % 10’u. 
Bu Kürt nüfusun 543 bini Güneydoğu’da oturur. 
Güneydoğu Kürtler’in %50’sini barındırmaktadır. 
Güneydoğu’nun %23’ü ise Türktür.
1965 nüfus sayımı:
Toplam nüfus:31 milyon 391 bin. 
Kürtçe konuşan 2 milyon 291 bin. 
Yani Türkiye’nin %6’sı. 
Güneydoğu’da ise Kürtler’in oranı %40’tır. 
Yani Cumhuriyet döneminde alınan tedbirlerle Kürt istilası durdurulabilmiştir. 
2005:
Toplam nüfus: 70 milyon. 
Güneydoğu’da yaşayan nüfus 6 milyon. 
20 milyon olduğu iddia edilen Kürt nüfus. 
Yani toplam nüfusun neredeyse %30’u. 
Bu rakam abartılı olsa bile 1965’te %6’ya düşen Kürt nüfusun nasıl birden artış gösterdiğinin açıklanması gerek: 
Atatürk dönemi politikaları terkedildiği için.

Kürt istilasının çok uzun dönemli bilinçli bir politika olduğunu Cmhuriyet’ten bugüne izlemekteyiz.
Solda birinci harita 1927 ve 1935 nüfus sayımı baz alınarak hazırlanmıştır. Kırmızı işaretli bölgeler Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerdir. Bu bölgelerde 1927 yılında toplam 877 bin kişi yaşamaktadır. Bunların 206 bini Türkçe, 543 bini Kürtçe konuşmaktadır. Yani Türkçe konuşanlar nüfusun %23’ünü, Kürtçe konuşanlar %77’sini oluşturmaktadır.
1935 yılı nüfus sayımında ise bölge nüfusu 993 bine çıkmıştır. Bunun 228 bini Türkçe konuşanlar, 765 bini Kürtçe konuşanlardır.
Yani 8 yılda Türkler 22 bin kişi çoğalırken Kürtler 222 bin kişi artmıştır. Kürtler Türklerin on katı çoğalmıştır. Bunun doğum oranının yüksekliği ile açıklanamayacağı açıktır.
Nitekim Atatürk iktidarı bu durumu Kürtlerin Türk bölgelerini istila etmesi ve Kürtleştirmesi olarak değerlendirir. Bu durum üzerine Başbakan İsmet İnönü Doğu gezisine çıkar ve bir rapor hazırlayarak Atatürk’e sunar.
İsmet İnönü’ye göre bölgede en sağlam Türk kalesi Bitlis’tir. Aynı şekilde Van da Türk hakimiyetindedir. Bu bölgenin sağlam tutulması gerekmektedir. Diyarbakır ve Urfa da Türklerin dayanağı olacak bölgedir.
Kürt nüfus üç merkezli bir istila hareketi gerçekleştirmektedir. 1- Bugünkü Mardin, Hakkari, Diyarbakır üçgeninden yayılan Kürtleştirme hareketi. Bu hareket özellikle Diyarbakır, Urfa ve Bitlis’i hedef almaktadır. 2- Ağrı merkezli Kars, Iğdır, Ağrı ve Muş’ta Kürtler Ermenilerden boşalan verimli toprakları istila etmiştir. 3- Tunceli merkezinden Erzincan, Elazığ ve Bingöl’e doğru istila hareketi.
Tüm bunların önlenmesi için Atatürk iktidarı,
1- Kürtlerin başka bölgelere iskanını 2- Bölgede ağalığın tasfiyesini 3- Bölgenin Türk yerleşimcilerle doldurulmasını politika olarak belirler.
Yanda bu politikanın sonuçlarını oransal olarak
görüyorsunuz.



Harita 1927 ve 1935 nüfus sayımı baz alınarak hazırlanmıştır. Kırmızı işaretli bölgeler Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerdir. 
Kürt istilasının çok uzun dönemli bilinçli bir politika olduğunu Cmhuriyet’ten bugüne izlemekteyiz.
Solda birinci harita 1927 ve 1935 nüfus sayımı baz alınarak hazırlanmıştır. Kırmızı işaretli bölgeler Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerdir. Bu bölgelerde 1927 yılında toplam 877 bin kişi yaşamaktadır. Bunların 206 bini Türkçe, 543 bini Kürtçe konuşmaktadır. Yani Türkçe konuşanlar nüfusun %23’ünü, Kürtçe konuşanlar %77’sini oluşturmaktadır. 
1935 yılı nüfus sayımında ise bölge nüfusu 993 bine çıkmıştır. Bunun 228 bini Türkçe konuşanlar, 765 bini Kürtçe konuşanlardır. 
Yani 8 yılda Türkler 22 bin kişi çoğalırken Kürtler 222 bin kişi artmıştır. Kürtler Türklerin on katı çoğalmıştır. Bunun doğum oranının yüksekliği ile açıklanamayacağı açıktır.
Nitekim Atatürk iktidarı bu durumu Kürtlerin Türk bölgelerini istila etmesi ve Kürtleştirmesi olarak değerlendirir. Bu durum üzerine Başbakan İsmet İnönü Doğu gezisine çıkar ve bir rapor hazırlayarak Atatürk’e sunar. 
İsmet İnönü’ye göre bölgede en sağlam Türk kalesi Bitlis’tir. Aynı şekilde Van da Türk hakimiyetindedir. Bu bölgenin sağlam tutulması gerekmektedir. Diyarbakır ve Urfa da Türklerin dayanağı olacak bölgedir. 
Kürt nüfus üç merkezli bir istila hareketi gerçekleştirmektedir. 1- Bugünkü Mardin, Hakkari, Diyarbakır üçgeninden yayılan Kürtleştirme hareketi. Bu hareket özellikle Diyarbakır, Urfa ve Bitlis’i hedef almaktadır. 2- Ağrı merkezli Kars, Iğdır, Ağrı ve Muş’ta Kürtler Ermenilerden boşalan verimli toprakları istila etmiştir. 3- Tunceli merkezinden Erzincan, Elazığ ve Bingöl’e doğru istila hareketi. 
Tüm bunların önlenmesi için Atatürk iktidarı, 
1- Kürtlerin başka bölgelere iskanını 2- Bölgede ağalığın tasfiyesini 3- Bölgenin Türk yerleşimcilerle doldurulmasını politika olarak belirler. 
Yanda bu politikanın sonuçlarını oransal olarak 
görüyorsunuz.

http://www.turksolu.com.tr/89/basyazi89.htm

..

12 EYLÜL ÜN AYDINLARI BUGÜN ATATÜRK E VE TÜRK ORDUSUNA KARŞI.,





12  EYLÜL ÜN  AYDINLARI  BUGÜN  ATATÜRK E  VE  TÜRK ORDUSUNA KARŞI.,



Kenan Evren’in 25 Yıllık sır Tablosu: 12 Eylül Aydınları

04.07.2005/Sayı:85
Kuzey Fırat


Emperyalistlerin Türk’e olan kini!


Ahmet Altan
Ahmet Altan

Murat Belge
Halil Berktay

Orhan Pamuk

Orhan Pamuk

Halil Berktay

Murat Belge

Baskın Oran
Baskın Oran

Cumhuriyet’in ilanından günümüze, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı saldırılar aynı şiddette devam ediyor. Emperyalist Batı, bağımsız bir Türk devletinin varlığını hiçbir zaman içine sindirememiştir. Hele bu devlet Anadolu’da olunca, Türklere olan kini bin kat artmıştır. Anadolu onlar için çok önemlidir. Kutsal topraklardır onlar için, Türklerin buradan atılmaları şarttır.

1920’lerde istemeye istemeye de olsa Türk devletinin varlığını kabul etmişler, Türkleri Anadolu’dan atma planlarını bir süreliğine ertelemek zorunda kalmışlardır. Kurulmasını engelleyemedikleri Türk devletini, şimdi çeşitli oyunlarla, yeni yeni taktiklerle parçalamaya çalışmaktadırlar.

Bazı unsurların, milletleşememiş, hâlâ kabile düzeyinde yaşayan toplulukların silahlandırılıp, Türk devletine saldırtılması, en çok başvurulan yöntemdir. Kimdir bu unsurlar? Türk devletine karşı nasıl savaşırlar?

Bunların en başında Ermeniler ve Kürtler gelir. Bu iki topluluk, Türk Bağımsızlık Savaşı’ndan önce birbirine düşmanken, bağımsızlığın ilanından sonra kardeş yapılmıştır. Kime karşı? Türk devletine karşı! Ne için? Türk devletini parçalamak için!

Geçen sayımızda ele aldığımız Ermeni -Kürt ittifakının nasıl ve ne için kurulduğu, kimler tarafından kurulduğu, Batının, Türk devletine karşı saldırılarının hiç bir zaman durmadığının iyi bir göstergesidir. Son dönemde Türkiye’nin tartıştığı meseleler de bu saldırıların durmayacağının kanıtıdır.

Tesadüfe bakın ki, Batı, Atatürk Türkiye’sine nasıl saldırıyorsa, yine aynı güçlerle, aynı argümanlarla saldırmaktadır. “Ermeni Soykırımı” iddiaları, “Türk devletinin Kürtlere uyguladığı şiddet” ve bunlara karşı Ermenilerin ve Kürtlerin Türk devletine karşı giriştiği “hak arama” mücadelesi gündemi meşgul eden konuların başında geliyor.

İşin ilginç tarafı, bu “hak arama” mücadelesinde, sadece Ermeni ve Kürt kökenlilerin yer almaması. Onların dışında, kimi insanlar, bu “hak arama” mücadelesinde onlardan daha çok emek harcamaktalar. Ancak onlara sorarsanız, hem Ermeni hem Kürt’ür. Kozmopolit bir güruhla karşı karşıyayızdır.

12 Eylü’ün aydın ordusu!

Son günlerin en çok tartışılan meselesi, işte bu kozmopolit aydınların, başlattığı imza kampanyasıyla, görünüşte PKK’ya ama gerçekte Türk devletine yaptığı silahı bırakma çağrısı.

Bu çağrıdan önce, bu imzacı aydınlar arasında yer alan kimileri, Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlemek istedikleri, Ermeni konferansıyla gündeme gelmişlerdi. Ki o günler, Avrupa parlamentolarında, Türkiye’nin Ermenilere soykırım yaptığı, Türkiye’nin Ermenilerden özür dilemesi gerektiği yönünde kararlar alınıyor, Türkiye köşeye sıkıştırılmaya çalışılıyordu.

Düzenlenecek konferansın, içeriği de o yöndeydi. “Resmi tezi” savunan aydınlar değil, resmi teze muhalif, daha doğrusu Türk devletine muhalif aydınlar, Ermeni meselesini tartışacaklardı! Böylece, önyargıdan uzak, “Ermeni Soykırımı” konusunda “gerçekler” “tarafsız aydınlar” tarafından ortaya konacaktı.

Batının saldırısı bugün, 1920’lerde olduğundan biraz farklı doğal olarak. Ancak askeri anlamda bir değişiklik olduğunu söyleyemeyiz. O dönem silahlı askerleri vardı, şimdi ise silaha karşı, savaşa karşı, oluşturduğu ordusuyla, silahlı müdahalenin yolunu açmaya çalışıyor. Hatta bu aydın ordusu militarizme de karşı. Askeri olan her şeye karşılar, ancak askerden askere de fark var elbette. Kişinin asker olması ikinci planda onlar için. Atatürk’e, devrimlere, halka karşı olsun da asker olsun isterse. Belirleyici olan bu.

Batı, oluşturduğu aydın ordusuyla, Cumhuriyet’in, devrimlerin temellerine saldırıyor, Türk Milleti’nin değerlerini, maneviyatını bu şekilde çökertmeye çalışıyor.

Her ordunun olduğu gibi bu ordunun da bir adı var. “12 Eylül’ün Aydın Ordusu”. Bu adamlar, 12 Eylül sonrasında piyasaya çıktılar. 12 Eylül’le birlikte, tüm Atatürkçü, devrimci, halkçı değerler yerle bir edilirken, doğan boşluğu 12 Eylül aydınları doldurdu. Türk düşmanlığı, Atatürk düşmanlığı, sol düşmanlığı, halk düşmanlığı, 12 Eylül denince aklınıza ne geliyorsa, 12 Eylül’ün “Aydın Ordusu” da aynı özelliklere sahiptir.

Komutansız ordu olmaz elbet de! Bu ordununda komuta kademesi var. Hem de çok yakından tanıdığımız isimler; Ahmet Altan, Orhan Pamuk, Murat Belge, Baskın Oran, Halil Berktay.

Bu isimlerle, nerede Türk düşmanlığı var, nerede Atatürk’e saldırı var, nerede Kürtçülük, bölücülük var, orda karşılaşırız. Son günlerde tartışılan, Ermeni meselesi, Kürt meselesinde de durum aynısıdır. Bu isimler baş roldedir. Ordusuna hakim, “ülkesinin” (Batının) çıkarlarını sonuna kadar savunan, bu uğurda her şeyi göze olan bir yapıya sahiptirler.

Bu ordunun kurucusu Kenan Evren’dir aslında. 12 Eylül’ün cunta başı, aynı zamanda “12 Eylül Ordusu”nu da kurmuştur. Yukarıda saydığımız isimlere “Evren’in aydınları” da denebilir.

12 Eylül aydınlarının en çok sevdikleri dönem Özal dönemidir. Özal döneminde parlamışlardır. Özal döneminde kendilerini Batıya kabul ettirmişlerdir. O dönemin ünlü deyimiyle piyasaya çıkmışlardır. Piyasa şartlarına göre yazarlar, piyasa şartlarına göre düşünürler, piyasa şartlarına göre araştırırlar. Kısacası piyasanın adamıdırlar.

“12 Eylül Aydın Ordusu”nun savaş taktikleri; bubi tuzakları

Kurnazca hazırlanan, şüphe uyandırmayan, tehlikesiz zannedilen, kurbanı daha rahat çekebilmek için çekici bir cisim kullanılan tuzaklara bubi tuzağı denir. Bubi tuzakları ile savaşmak “12 Eylül Aydın Ordusu”nun, Türk Devleti’ne, Türk Milleti’ne karşı savaşırken en çok başvurduğu yöntemdi. Yöntemdi diyoruz çünkü artık açıktan bir savaş yürütmektedir.

Nasıldı eskiden? Bölücülüğe herkes karşıydı, şimdi demokrasi, insan hakları söylemleriyle, bölücülük meşrulaştı, terör örgütü PKK meşrulaştı. “Kürtler bizim kardeşimiz, onların da hakları var, onları verelim” söylemlerini herkes kullanmaya başladı. Kürt dili öğretim merkezleri, Kürt kültürü konferansları, Kürt televizyonu herkes tarafından kabul görmeye başladı.

Kürtlerin hakkı zaten çiğnenmiyordu, Kürt-Türk ayırımı zaten yoktu. Bu topraklar üzerinde yaşayan herkes zaten Türk’tü. Kürdü tarih sahnesine çıkaran Batı, Kürtçülüğü de, Türk insanına kabul ettirdi. Nasıl kabul ettirdi, 12 Eylül askeri darbesi ve “12 Eylül Aydın Ordusu”yla. Ancak savaş bitti mi, hayır? Şimdi daha fazla, daha fazla şey isteniyor, istenecek de.

Türk diplomatlar, Ermeni teröristlerce öldürülürken, onlar 1915’lerde ölen Ermenilerin haklarını savunmak için kolları sıvadılar.

Ya katledilen Türkler? Onlara kimse sahip çıkmadı. Ordusu yoktu çünkü! Millet ordusuz kalınca, Batının aydın ordusu daha rahat saldırdı. Türk Devleti, bubi tuzaklarına yakalandığı için, açıktan savaşa başlamışlardır. Elleri, kolları bağlanmıştır devletin. Milletin tüm dayanakları elinden alınmıştır, baskıyla sindirilmiştir.

Tanı bunları, tanı da büyü!

Peki bu aydın ordusunun komutanları kimler? Neler yaparlar, nasıl komutan olmuşlardır?

Ahmet Atlan: Batının, Türk devletine saldırırken en çok güvendiği isimdir. Vatan sevgisi namına bir şey bulamazsınız kendisinde. “Vatanı, kadın memesine satarım” sözüyle ünlüdür. Görevi, roman adı altında yazdıklarıyla, Atatürk’e, Cumhuriye’te, Türk Milleti’ne, değerlerine saldırmaktır. 12 Eylül sonrasında parlamıştır. Romanlarında pornografik öğeler yoğunluktadır.

Sorsanız ondan daha demokratını bulamazsınız. Türk devletinin PKK’ya karşı mücadelesinin en yoğun olduğu günlerde, elinde PKK’nın gazetesi “Gündem” ile protestoda görürsünüz. PKK’nın Türk devletine kurşun sıkmasını savunur, ancak, kendisini protesto edenlere karşı tahammülsüzdür. İki yıl önce kendisini protesto eden Atatürkçü gençlerin 312. maddeden yargılanmaları için dava açmış, kardeşi Mehmet Altan da, bu gençlerin İstanbul Üniversitesi’nden atılmaları için, yönetime baskı yapmıştır.

Orhan Pamuk: 1990’larda parlatılmıştır. Önce Atatürkçülere kabul ettirilmiş, daha sonra “12 Eylül Aydın Ordusu”’nun komutanlarından biri yapılmıştır. Bu ordunun önemli paşalarındandır.

Daha önce, hiçbir yazara, hiçbir kitaba yapılmayan büyük reklam kampanyalarıyla yazar yapılmıştır. Kendisini kabul ettirdikten sonra, Türklüğe karşı o da açıktan saldırıya geçmiştir. “Ermenilere soykırım yaptık, 30 bin Kürdü öldürdük” sözleri ona aittir. Türk olmaktan utanmasına rağmen, yurt dışında, bu sözleri Türkler adına söylemektedir. Kendinde Türkleri temsil hakkı görmektedir.

Ulusal kültüre saldırıda, Batının Ahmet Altan’dan sonra güvendiği isimdir Orhan Pamuk. Atatürkçü aydınlar öldü diye sevinen sayılı aydınlardır! Ancak 11 Eylül saldırısına, tüm mazlumlar sevinirken bir tek o üzülür. Bu özellik de 12 Eylül aydınına hastır.

Murat Belge: Marksist olmakla övünür. Ancak Leninist değildir. Neden değildir? Çünkü şöyle ya da böyle Leninizme ulusalcılık bulaşmıştır. O ulusal olan her şeye karşıdır. En önemli özelliğinin enternasyonalist olduğunu söyler. Avrupa solunun Türkiye temsilcisidir. Halktan, halkçılıktan, devletçilikten, en önemlisi vatandan kopuk, milli olan her şeye düşman, neo-liberal sol anlayışın Türkiye’deki kurucuları arasındadır. Özal’lı yılları en çok arayan aydınlardandır. Onda da, milletten, milliyetçilikten eser bulamazsınız. Cumhuriyet, Atatürk gibi kavramlar ona çok yabancı, hatta ortadan kalkması gereken kavramlardır. Görünürde 12 Eylül darbesine en çok karşı çıkandır. Ancak 12 Eylül darbesinden sonra adını duyurmuştur.

Millet kavramına karşıyken, “Kürt’ten millet olmaz” diyenleri kıyasıya eleştirir. Demokrasiden ödün vermez, ancak, milli değerlere sahip çıktığı, Batının Ermeni meselesindeki dayatmalarına karşı çıktığı, eleştirdiği için, Nihat Genç’in kitaplarının, kurucusu olduğu İletiştim Yayınları tarafından basılmasını engeller. Demokrasi konusunda da anlayışı, diğerleriyle aynıdır. “Demokrasi o kadar güzel bir şeydir ki, başkalarıyla paylaşılmaz”. Şu anda Aydın Doğan’ın “sol” gazetesi Radikal’de köşe yazarlığı yapmaktadır.

Baskın Oran: 12 Eylül sonrasında yıldızı parlayan hocalardandır. 1990’ların başında çıkmaya başlayan Doğu Perinçek yönetimindeki 2000’e Doğru dergisinin önemli yazarlarındandır. O dönem 2000’e Doğru Dergisi Kürtçülüğü ile ünlüdür. PKK’nın sesini, Türkiye’ye duyuran dergidir aynı zamanda 2000’e Doğru Ordu düşmanlığı, Türk düşmanlığı, azınlıkların Türk Devleti’ne karşı kışkırtılması buna benzer bir çok şeyi 2000’e Doğru dergisinde bulabilirsiniz.

Baskın Oran, son dönemde azınlıkların sözcülüğünü yaparak ön plana çıkmıştır. 2000’e Doğru’nun kapatılmasından sonra, Aydınlık dergisinde yazmaya devam etmiştir. Aydınlık gurubunun yetiştirdiği önemli aydınlarındandır kendisi.

Türkiye’nin bölünmesine karşı çıkanları paranoyak olmakla suçlar, Sevr paranoyaklığı ile.

Onun da diğerleri gibi eleştiriye tahammülü yoktur. Bir konferansında kendisini eleştiren bir öğrenciye demediğini bırakmamıştır.

Özellikle Lozan düşmanlığı, türban savunuculuğu ve Ermeni lobisinin Türkiye’deki sözcülüğünü yapmakla görevlidir.

Halil Berktay: 12 Eylül sonrasında okullardan atılan Atatürkçü, solcu, devrimci hocalarımızın yerine hoca yapılmıştır. Şu anda Sabancı’nın üniversitesinde tarih “profesörlüğü” yapmaktadır. 12 Eylül öncesinde Doğu Perinçek’in en güvendiği adamlarındandır.

12 Eylül sonrasında Perinçek gibi devlete karşı silahlı mücadele yürütmekten vazgeçip, “ideolojik” mücadele yürütmeye kendini adamıştır.

Türkler Ermenilere soykırım yaptı diye bağıranların en başındadır. Kendi deyimiyle ideolojik muhaliftir. Muhalif olduğu ideoloji nedir? Atatürkçülük. Cumhuriyetin her kazancı, milletin sahip çıktığı her değer onun için nefret edilmesi gereken şeydir. Muhalif tarihçidir aynı zamanda. Atatürk’e muhaliftir, Cumhuriyet’e muhaliftir, Kurtuluş Savaşı’na muhaliftir.

O da en az Ahmet Altan kadar demokrattır. Kendisine giden TÜRKSOLU’nun çıkışını haber veren bilgilendirme amaçlı mailler dahi onu çılgına çevirir. “Çağdışı fikirleri duymak istemiyorum” diye feryat figan bağırır. Muhalif Berktay, kendine muhalif olanları kabullenemez nedense!

Nedir bu aydınların ortak özelliği? Yazdıkları her şey propagandadır. “Bilimsel” makaleleriyle yazdıkları romanlar arasında hiçbir fark yoktur. Hepsi propaganda için yazılır. Türk devletine, Türk Milleti’ne, sola karşı, amansız bir propaganda faaliyeti yürütürler.

Milletin aydınına karşı 12 Eylül’ün sahte aydını

12 Eylül darbesi, Türk devletine, Türk Milleti’ne karşı bir darbedir. Öncelikle bunu tespit etmek gerekmektedir. Bugün karşı karşıya olduğumuz tablodan büyük oranda 12 Eylül darbecileri sorumludur. 12 Eylül’e birlikte millet ordusuz bırakılmıştır. Atatürk’ün Ordusu yok edilmiştir. “12 Eylül Aydın Ordusu”nun bu kadar pervasızca saldırmasının sebebi budur. Milletin Ordusu, milletin aydını ortadan kaldırılınca 12 Eylül aydınlarına gün doğmuştur.

12 Eylül’le sol bitirilmiş, doğan boşluğu neo-liberal solcular doldurmuştur. Halkçılık, devletçilik bitirilmiş, yerini liberalizm almıştır. Vatan düşmanlığı, Atatürk düşmanlığı, devrim düşmanlığı almış başını yürümüştür.

Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi Atatürkçü, halkçı aydınlar öldürülmüş, 12 Eylül aydınlarının önü açılmıştır. Artık halkı, Cumhuriyet’i, milleti, solu savunanlar ortadan kaldırıldığına göre önlerinde hiçbir engel kalmamıştır. Sahte tarihçilikle, sahte muhalefetle, sahte edebiyatla saldırıya geçmişlerdir. Evet, ortaya koydukları her şey sahtedir, Batıda üretilir, onlar sahiplenir, sonra da bunun propagandasını yaparlar. Aslında kendileri de sahtedir. Dinleri yoktur, dilleri yoktur ve milletleri de yoktur.

Kimse sahiplenmez onları. Halkla hiçbir bağları yoktur. Tek bağları Batıyladır. Şunu da görmek gerekir. Küçük küçük aydıncıklar bu orduya katılmaktadır. Murat Belge, Halil Berktay olmak için, Ahmet Altan olmak için, Türklük’ten, Atatürkçü değerlerden, Türk Solu’ndan kaçarlar. Sözde milliyetçi kimileri onlara kucak açarlar ancak varacakları yer aynısıdır; 12 Eylül’cülerin kucağı, 12 Eylül bataklığıdır!

12 Eylül darbesinin varettiği bu aydınlar faşisttir aynı zamanda. Türk Milleti üzerinde baskı rejimi kurmak istemektedirler. Kürtlerle, Ermenilerle, Rumlarla baskı kurarak, Türk Milleti’ni Batıya teslim olmaya zorlamaktadırlar.

12 Eylül aydınından kurtulma zamanı

Bu saldırılar karşısında Atatürkçü, solcu, milliyetçiler ne yapacaktır? Ordu’ya karşı orduyla savaşılır. Atatürkçülerin Ordu’su yoktur şimdi. Atatürkçüler ordu kuracaklardır. “Atatürk’ün Aydın Ordusunu”. Uğur Mumcular, Aziz Nesinler, Ahmet Taner Kışlalılar meydana çıkacaktır. 12 Eylül aydınlarına karşı mücadeleyi militan aydınlar verecektir.

Batının kültürüne karşı Türk kültürüyle, Batının liberalizmine karşı devletçilikle, Batının soluna karşı TÜRKSOLU’yla savaşa başlayacaklardır.

12 Eylül aydınlarından kurtulma zamanı gelmiştir. 12 Eylül aydınlarından, 12 Eylül değerlerinden kurtulamazsak, onlar bizden kurtulacaktır.

Şimdi Evren Paşa, Marmaris’teki villasından sevinçle izliyordur olanları. Amacına ulaşmak üzeredir ne de olsa. “Bizim çocuklar başardı” (Our boys have done) diyeceği günü iple çekiyordur eminiz.


http://www.turksolu.com.tr/85/kapak85.htm

..

Kim İnanır? Kim Güvenir?


 Kim İnanır? Kim Güvenir?






Yekta Güngör Özden,
04.07.2005/Sayı:85

Lâik Atatürk Cumhuriyeti içerden çökertilme sapkınlıklarının değişik biçimlerini yaşarken dışardan kuşatılma oyunlarıyla tümden yıkılmak istenmektedir. Yıllarca sakıncalara, tehlikelere, aykırılıklara değinirken adımız “Çok konuşan”a çıkmıştı. Görevimizle ilgili düzenlemelere büyük özen gösterip bir yurttaş olarak doğru bildiklerimizi açıklıyorduk. Ne var ki olaylar bizi doğruladı. Türkiye’de irtica tehlikesi olmadığını savunanlar kanlı olayları, 2005’in ilk altı ayında radikal dinci örgütlerden onlarca kişinin tutuklandığını, irtica temsilcilerinin iktidara tırmandıklarını unutmuşlar, görmezlikten gelmişlerdir. Şimdi İran İslam Cumhuriyeti’ndeki Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan Ahmedinecad’ın açıklamaları ortaya koymaktadır ki, doğu sınırımızda Humeyni rejimi hortlamıştır. Devlet olanaklarının desteklediği adayın kazanması demokratikleşme umutlarını söndürmüştür. Zaten islâmla cumhuriyet yönetimde gerçek ad olmaz. Libya düzeni de başka bir örnektir. Hukuk temelindeki cumhuriyetin dogmalara dayanan dinle yönetim birlikteliği tümüyle aldatıcıdır. Dini kullanarak kendi egemenliklerini kurma düzeni yapay adları gündeme getirmektedir. Siyasetteki yetkiyi ele geçirmek için en elverişli araç gericiler için dindir. Başka türlü yönetimde yer alamazlar. İran seçimlerini sonbaharda Almanya seçimleri izleyecek. İyi bakılırsa Fransa, Hollanda halkoylamalarından, İngiltere’nin tutumundan sonra Federal Almanya seçimleriyle (daha önce Parlamentosunda sözde ermeni soykırımı tartışmasız kâbul edilmişti) hep Türkiye karşıtları kazanmaktadır. Tüm bu olumsuz gelişmelere karşın Türkiye dış politikasını ulusal çizgiye oturtmamakta, AB için ödün vermeyi sürdürmektedir. Dini lider Hamaney ile Şûra onayına bağlı İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerine iktidarın sıcak yaklaşımı da dinci tutumlarına bağlanmalıdır. Yunanistan’ın yapay gülücükleri, kimi Avrupalıların oyalayıcı, avutucu, ikilemli sözleri gerçekleri engellememelidir.

AB yeni koşullar getirecek. Gerçekleştirilen yasal düzenlemeleri “uygulamaya yansımadı” bahanesiyle yetersiz buluyor. Bulgaristan ve Lübnan seçimleri de birer belirtidir. Türk cumhuriyetlerindeki karışıklıklar da uyarıcı olmalıdır. İran’ın yeni Cumhurbaşkanı “Demokrat dinî devlet” söylemiyle inandırıcı olamaz. Demokrasiyle din bir arada işlev yapamaz. Dine saygı ve güvence ayrı, din devleti ayrıdır. Din devleti demokrat olamaz, demokrat devlet de din devleti olamaz. Kimse kimseyi kandırmasın. Demokrat devlet, dinler yönünden saygın bir yansızlığı benimseyen tam bir hukuk devletidir. İran bölgesel değil, uluslararası bir sorun olmaya adaydır.

Apo’nun uluslararası bir mahkemede yargılanma istemi Türkiye’nin bırakmasıyla başlayacak süreci içermektedir. Avrupa ve ABD Türkiye’yi her istediklerini yapacak duruma düşürmek için her yola başvurmaktadır.

KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı MAT’ın Maraş önerisini rumların reddetmesi çözüm için ödünleri gerekli görenlerin nelere başvurduğunu açıklamaktadır. Denktaş’ın ne kadar haklı olduğu her gün daha iyi anlaşılmaktadır. Türkiye’nin AB üyeliği yoluna yeni çukurlar kazınmaktadır. 2025-2030 yılları söylenmeye başlanmıştır. İçerde kolaylık ve rahatlık için dışarda her şeyi vermeye hazır olanların ulusa ve ülkeye artan borçlardan başka bir şey veremedikleri açıktır. Kıbrıs sorunu için TBMM’ne genel görüşme istemi reddedilmişti.

Nerden Nereye

Denetlemeyedikleri, yönetemedikleri konularda kendileri de yakınan iktidar sorumluları petrol zammına tepki gösterdiler. Sonuç kendilerine bağlıdır. Başbakanın ısrarla imam hatip sistemini savunması, YÖK’e çatması, milletvekili ödenek ve yolluklarını az bulması, sıkmabaş için direnmesi, seçim barajını korumaya çalışması, yeniden Türkiye Milletvekilliğinden söz etmesi, konuşma dili, biçemi, içeriği gözardı edimemelidir. Sıkmabaş konusunda sözünü ettiği “mutabakat” kendi seçmenlerinin sıkmabaş yanlılarıdır. Ama Başbakanın partililerini, yandaşlarını, seçmenlerini, giderek kendini millet yerine koyarak konuşması bir kez daha gösteriyor ki ulusal egemenlikle ulusal istenci ayıramamaktadır. Anayasa ile yasayı ayıramadığı, işlerine gelmeyen kurallarla sayısal çoğunluklarına dayanıp oynadıkları gibi.

Demokratik eylemler terbiye, us, hukuk çizgisinde olur. Başbakana Trabzon’da yumurta atılmasını yadırgıyoruz. Anarşi, kargaşa, terör demokrasinin mikrobudur. Uygar çıkışlar, anlamlı direnişler toplumsal demokratik tepkilerle uyarı yapılır, yakınma açıklanır, öneri duyurulur, istek iletilir. Giderek daha düzeyli, daha anlamlı çabalar izlenecek yerde kabalık ve ilkelliği sergileyen davranışlar izlenmektedir. İktidar da efelik, kabadayılık, agalık taslamaktadır. TBMM Başkanı’nın Hukukî Araştırmalar Derneği Genel Kurulu’na katılarak kendi iktidarlarını kışkırtan konuşması bunun bir örneğidir. Sıkmabaşı her şeyden çok düşünmektedirler. Çünki iktidarı onun sayesinde bulmuşlardır. Sıkmabaş sömürüsüyle yatıp kalkmaktadırlar. Sıkmabaş Türk ve müslüman kadınların başörtülerinden biri değildir. Asla özgürlük belirtisi ve gereği değildir. Dinsel zorunluluk uygulaması hiç değildir. Biraz kapalı biçimde kullanılan örtünün türban ve bone biçimine dönüşerek modernleşmesine karşı boyundan başlayarak tümüyle kapanma ağırlıklı bir yabanıl örtünmedir. Türban denilmesi gerçekdışıdır, yumuşatmadır. Hepsine “başörtüsü” denilir. Ancak yöneticilerin eşlerinin kullandıkları biçim, en tutucu, en gerici, peçeli çarşafa yakın örtünmedir. Bedenin öbür yanlarıyla tam bir çelişki oluşturan türban ötesi başörtüsüdür. Gerçek bir sıkmabaştır, bohçabaştır. Özgürlüğü, usu, düşünceyi, yaşamı, bağımsızlığı, dini bildiğini sanan kimileri de bu biçimi bireyselleşme, özgürleşme, modernleşme diye desteklemektedir. Aslında yapmak istedikleri lâiklik karşıtlığında birleşmektir. Dogmalara bağlılıkla özgürleşme savunulamaz. Başbakan yüreğindeki acılar, hıçkırıklardan sonra “Milletin vicdanını rahatlatacağını” söylemiştir. Sıkmabaştan daha önemli, daha öncelikli sorunlar duruyor. Kadınlarımızı sıkmabaşa, peçeye, çarşafa mahkûm etmeyi hangi vicdan, nasıl kabûl eder? Devlet, eğitim-öğretim, aile, toplum düzenini sıkmabaş için bozmak doğru mu? Anadolu’ya, müslüman ülkelerin yurdumuza gelen yöneticilerinin eşlerine bakmak yetmiyor mu? Başbakan Rize’de bir kuyumcunun yaptırdığı hastaneyi herhalde annesinin adı verildiği için açmaya gitti. Konuşmasında “gerçek” sözcüğünü kullandıktan sonra “Hakikat er-geç galip gelecektir” derken sanırım “şeriat”ı amaçladı. Lübnan’dan dönerken de “Tezgâhımdan geçenlerin ülkeme ne zararı var?” sorusuyla imam hatiplileri savundu. Çok küçük yaşta ezberciliğe alıştırılan, lâiklik ve Türkiye karşıtlığı aşılanan, kimi sakıncalı eylemlerle karşılaşan çocukların ne kusuru var? Kurslar ne diye denetim ve gö-zetim altında olmuyor da kaçak oluyor? Mümin yönetici, mümin hekim, mümin yargıç ve savcı ne demektir? Vicdan tahtında kalması gereken inancı işportaya düşürürcesine her eğilime araç kılmak inançsızlıktan ötede inanca saygısızlıktır. Ne var ki, çok kimse bu yolu geçerli sayıyor. Kimi muhalefet partilerinin sıkmabaş söylemi, bu doğrultuda olmayacak Anayasa değişikliği destek sözü.

Ölü Toprağı

1983’de Cumhuriyet gazetesindeki bir yazımın başlığı “En tehlikeli toplumsal hastalık: umursamazlık” idi. Kimi özelleştirme-lerin gereksiz hattâ sakıncalı olduğunu ilgili sendikalarla demokratik kitle örgütleri ellerinden gelen çabayla anlatmalarına karşın toplumda topluiğne başı kadar tepki olmaması düşündürücü. AB desteğiyle çalışan kimi kuruluşların duyuru, etkinlik ve yayınlarla yaptığı aldatmalar, çıkarcıların gerçekdışı anlatımları sürüyor.

Amasya Genelgesi’nin 86. yıldönümü özlenen çoşkuyla değerlendirilmedi. Bakalım Lozan Barış Antlaşması’nın 82. yıldönümü yaraşır olduğu biçimde kutlanacak mı? Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nin Avrupalıları ve İranlıları darıltmamak için düzeltmelere uğraması ve Millî Güvenlik Kurulu’nda görüşülmesinin ertelenmesi de anlamlıdır. ABD’nin ayrılan Ankara Büyükelçisi Edelman’ın “...ikna ettiğimiz üç ve dört yıldızlı generaller” dediği kimseler varsa niye susuyorlar?

Yargı kararı beklemeden dinleme olanağı ilgili kuruluşlara tanınmakla kulaklar büyümekte ve uzamaktadır. Hâkimler ve Savcılar Yasası görüşmelerinde yandaşları yerleştirme yöntemi olan “mülâkat” adlı görüşmeyi Anayasa Mahkemesi’nin yıllar önce iptal ettiği unutularak yeniden yaşama geçirmek bağlı yargının oluşma sürecini hızlandıracaktır. Emeklilik yaşının büyütülmesi, emekli aylıklarının düşürülmesi, IMF’nin performans kriterlerini yerine getirme zorunluluğuyla buyruklarına eğilme, meslek liselerine uygulanan katsayının değiştirilmesiyle imam hatiplilere ayrıcalık, YÖK’e gözdağı, her yurttaşı derinden ilgilendirmesi gerekirken kimseden ses çıkmıyor. Anayasa’nın 2. maddesinden lâiklik çıkarılmadıkça hiçbir madde eklenmesi ya da değişikliğiyle yükseköğretimde sıkmabaş geçerli olamaz. Anayasa’ya aykırı kuralları Anayasa yargısından kaçırarak yürürlükte tutmak da geçersizliği perçinler. Kimi komutanların üstlerine güvenerek sıkmabaşlıları toplantı ve törenlere alması, Sayıştay Başkanıyla başka yargı ilgililerinin eşlerinin sıkmabaşlı olması kimseyi yüreklendirmemelidir. Halkımız sıkmabaş değil, yargıda, eğitim-öğretimde, sağlıkta, savunmada, kalkınmada her alanda adalet istiyor.

Bu arada sıkmabaşçılar boş durmuyor. Hani RTE ile Erkan Mumcu arasında doku uyuşmazlığı vardı? Mumcu Antalya’da Musa Abdal Türbesi’nde dua ederek siyasetteki yerini iyice belirlemiş oldu. AKP’li M. Uzunkaya fetva ve ferman döneminin tarihe gömülduğunu unutarak sıkmabaşı yasaklamanın fetva vermek olduğunu söylerken yargıçları atanmakla eleştirmiş. Kimlerin atandığını kendilerine bakarak belirlemeliler. Milletvekilleri gerçekten seçimle mi işbaşına geliyor, yoksa Genel Başkanları, yönetimleri mi atıyor? Ben Anayasa Mahkemesi’ne Cumhuriyet Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonu’nun seçimi ile aday oldum. Senato Genel Kurulu seçti. Mahkeme Kurulu önce Başkanvekil, sonra iki kez Başkan seçti. Böyle nitelikli ve düzeyli seçim kaç yerde var? Bunu bir örnek olarak veriyorum.

Kimi Durumlar

Deneyimli bir siyasetçi ve gazeteci “Meclis, IMF’nin emirlerini yerine getirmek için çalışıyor” diye yazdı. Mangalda kül bırakmayan siyasetçiler suskun. TBMM, hiç kimseden emir almaz. Bu iktidar çoğunluğunu ilgilendiren bir sözdür. 1995’te zamanın Başbakanının gereksiz konuşmasına “Anayasa Mahkemesi, Başbakanlığın birimi değildir. Türkiye Patagonya değildir. Demokrasi bir terbiyedir. Başbakanın ağzından çıkanı kulağı duymalıdır. Böyle konuşmak haddi de değildir, hakkı da değildir. Anayasa Mahkemesi’ne değil Türkiye’de, dünyada hiç kimse ve hiç bir kuruluş etki yapamaz” dediğimi anımsıyorum.

15. Akdeniz Olimpiyatlarında bir yabancı gazetecinin gereksiz sorularına sporcu giysilerinin doğallığına verilen yanıtı “Lâiklik dersi” olarak nitelemek abartılı bir değerlendirmedir.

ABD’nde toprağa verilen Edward Taşçı’nın anısı önünde saygıyla eğilirken PKK’ya siyasal açılım ve teröristbaşına afla birlikte genel af isteyen kürtçülerle destekçilerinin aymazlığını büyük bir erdemmiş gibi yansıtan medyaya Kara Kuvvetleri Komutanı gereken yanıtı verdi.

Teröristlerin cenazelerinde çıkan olaylar direnme ve karşılığı yaygınlaştırma denemeleridir. Kadınları ve çocukları kalkan yaparak kalkan eller yargılama sonrası mültecilerin parmaklarıyla zafer işareti yapması gibi PKK flamaları ve Apo posterleriyle dolmaktadır.

Bölücü-yıkıcılar desteği sözde aydınlardan almaktadır. Eski bir gazeteci, “Ulus, silkeledikçe boyuna içerden kötü tozlar çıkan bir halıya benzemektedir” derse, başkaları, oğulları ne demez? Türkiye’yi kötüleyenlere madalya ve ödül veren Avrupa güdümlülerinin kuyruğuna daha çok aymaz ve sapkın eklenir.

Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı, TBMM Yeşil Sermaye Şirketlerini Araştırma Komisyonu’nda bilgi verirken “Yeşil sermaye kara para akladı” demiş. Peki sonuç?

Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Rusya’nın uyguladığı meyve-sebze yasağının nedeneni kadrolaşmaya bağladı. Gereken ilgi gösterildi mi?

Çukurca’da, Ağrı’da, başka yerde şehit düşen askerlerimiz için kim başsağlığı diledi, evlerini ziyarette bulundu, kimler duyuru yayımladı? Bilen var mı? Pusular, saldırılar sürüyor. İktidar nasıl ve ne kadar ilgileniyor?

18.7.2003’den 13.6.2005’e kadar 48 ülkeden 7138 kişi Türkiye’de ev almış. İstanbul’da 180 yer. Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da İsrailliler taşınmaz almamışlar. İlgili Devlet Bakanı’nın bu açıklaması yeterli mi? Toprak satımına sınır getirmememek, gerçekçi düzenleme yapmamamk, toprak satımını olağan karşılamak, yurtsuz kalmaya kadar götürür.

Neşter dâvasına ilişkin kararın temyiz dilekçesindeki Cumhuriyet Savcısı eleştirisinin “Bir kısım hâkimler sindirilmiştir” tümcesi gerçek ise, çok çok düşünülmesi gerekir.

ÖSS sınavları için türbelerden medet umanlar, promosyonlu Kur’an kursu (İstanbul ve Ankara başta 7341 Kur’an kursundan 4300’ü çalışmazken), tekbir getirerek arkadaşlarına satırla saldıran üniversite öğrencileri anarşistleri övmek, kürtçe türkü ve şarkılarla toplantıları süslemek, törenle şöleni karıştırmak üzerinde durulacak konular ve sorunlardan kimileri.

Siyasetçilerin yapay ilgilerine, yapmacık gülüşlerine, yalan övgülerine, içtenliksiz iltifatlarına kapılıp iyi niyetli, gerçekçi, “iyi ilâç acıdır” türü dostça eleştirilere katlanamayan kimi bürokratlar, dolaylı ve üstü kapalı sözlerle kendilerini haklı çıkarmaya, pişmanlıklarını saklamaya çalışıyor. Görevdeyken ayırdında olmadıkları, iktidara bel bağlamalarının getirdiği sonuçları emekli olunca gördüklerinde iş işten geçecektir.

Müslümanların hepsi tarikatçı değil, hattâ çoğu değil sanıyorum. Ama islam tarikatının 200’den fazla olduğu savları düşündürücüdür. Aklı bırakıp inanca, gerçeği bırakıp varsayıma kaymanın getirdiği karanlıktan kurtulmak çok güçtür.

Toplumsal, ulusal yaşam sınavlardan geçmektedir. Öncülük yapması gereken aydınların anlamsız, sakıncalı tutumları, ülkemizi sorunlara gömmektedir. Yıkıcıların, çıkarcıların, sapkınların dayanışması aydınları uyarmalı ve utandırmalıdır. Belçika yargısının Sabancı cinayeti sanıklarından Fehriye’yle ilgili yanlı kararı, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Genel Kurulu’nda “Ermenistan’ın uluslararası antlaşmalara uygun olarak komşularıyla uluslararası sınırı tanıması...” önerisinin oyçokluğuyla reddi, bizim için tasarlananları açıklamaktadır. Lozan’ı imzalamayan ABD’nin tutumuyla birleşen olumsuzluklar nerelere sürüklenmek istediğimizin belirtileridir.

Çok kimse sık sık vicdandan söz eder. Benim yinelemeyi uygun bulduğum “Vicdamı yastım yapıp yatarım” sözünü amaçlı biçimde kötü yorumlayıp sataşanlar olmuştu. Elbette gericiler. Vicdan deniz kabarması değildir. Davranış soyluluğunu, düzgünlüğünü, uygunluğunu anlatan sözcüklerde bulunç ve duyunç denilen özgüdüdür. Onurun, erdemin, düzeyin, anlayışın, kişiliğin saygın, yalnız katıdır. İnancın gerçek tahtıdır. Değerleri ölçen en özgün terazidir. Dinle, imanla, düşünceyle sınırlamak yanlıştır. Yaklaşımların, eğilimlerin, duygu ve düşünce yönelişlerinin tartıldığı kişisel ölçümevidir. Toplumsal vicdan, sağduyuyu yansıtan ve yaşatan kapsamlı bir simgedir. Toplumun bir kesiminin değil, tümünün değer yargısının oluştuğu kaynaktır. Vicdanları siyasallaştırmak, siyaset tâcirlerinin işidir.

İlginç

Gerici ve koşullanmış, neoliberal geçinen kimi iktidar yalakasının nedenli ve amacını anlamak istemediği Sivas kıyımının 12. yılında, çiçeği alnında İran Cumhurbaşkanının “Devrim dalgası tüm dünyaya ulaşacaktır” sözü ile RTE’in müftüler toplantısında “Batı, İslam’ı bize bakarak anlasın” sözü birbirine bağlanacak bir anlam içermektedir.

İranlının “devrim”den neyi amaçladığı açık. Terörle şeriat dayatması ve desteği. RTE’ninki ise “vay geldi başımıza” dedirtecek kadar aldatıcı. Bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, aydınlanmayı, insanlığı, demokrasiyi, akılcılığı, eşitliği, bilimselliği, dostluğu, çağdaş milliyetçiliği, din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi lâiklikle onurluluğu ve saygınlığı simgeleyen Atatürk’e ve Atatürkçülere karşı olacak, onları kötüleyeceksin, sana kucak açacaklar, sana bakıp İslamiyeti anlayacaklar. Sıkmabaşa, kadrolaşmaya, dinci eğitim oyunlarına bakarak mı İslam anlaşılacak? İslamiyet bunlar ise, sizin olsun” diyecekler. Müftülerden medet uman hukuk devleti olamaz.

İlerici bilinen gazetelerde “ılımlı Atatürkçü”ler köşe alıyor ve her tür tepkiye karşın yerini içine sindirebiliyorsa, sakıncalılar böyle organlara sığınabiliyorsa, demokrasi de ulusallık da ılımlı olur. Elin adamları da ılımlı İslamiyeti dayatırlar.

Milletvekili transferleri ile “erken seçim yok” sözleri geçen sayıda yazdığımız diğer belirtilerle erken seçimin olacağını göstermektedir.

Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nden kimi bölümlerin çıkarılması bu konuların Anayasada öngörülmüş olmasına bağlanamaz. Lâiklik de anayasanın temel ilkesi iken korunuyor. Var olan önlemlerin çıkarılması bir amaca bağlanmalıdır.

Şeyh Sait, Said-i Kürdi anmaları demokratik hoşgörü altında destek görürse, Türkiye düşmanları her şeyi ister. Yakında Damat Ferit, Ali Kemal ve tüm karşıtlar için toplantı düzenleyebilirler. Kaçak kursları yasayla koruyanlara kim inanır? Devletle ve rejimle çatışan iktidara kim inanır, kim güvenir?

http://www.turksolu.com.tr/85/ozgun85.htm


..

Cumhuriyet’e Karşı Ermeni-Kürt İşbirliğinin İçyüzü


Cumhuriyet’e Karşı Ermeni-Kürt  İşbirliğinin İçyüzü






Yavuz Selim
Taşnak-Hoybun

Cumhuriyet’e karşı Ermeni-Kürt  işbirliğinin içyüzü



Biz aynı dava için çalışan iki toplumuz. 
Ermenistan ve Kürdistan'ın, yani ülkemizin kurtuluşu için savaşıyoruz. 
Planlarımız gerek Türk, gerekse Kürt kardeşlerimizle el ele mücadelemize devam etmektir.

Terör Örgütü ASALA’nın lideri Agop Agopyan


“Zayıf ve saf milletleri siyasi bir silah gibi kullanmak, asırlardan beri kuvvetli hükümetlerin takip ettiği bir usuldür. Bunun en çok ve en parlak misalleri Türkiye’de görülür. Bir vakitler Arnavutlar; Avusturya ve İtalya elinde kör bir balta gibi işledi, fakat o kadar çok işledi, o kadar sert şeylere çarpıldı ki nihayet kırıldı. Sonra Araplar, bunlar da yine iki devletin elinde aynı hizmeti gördüler ve aynı akıbete uğradılar. Şimdi düştükleri uçurumdan ancak iniltilerini duyuyoruz.”

Taşnak-Hoybun: İleri Yayınları’ndan çıkan bu son kitap, emperyalizmin, kirli çıkarlarını gerçekleştirmek için oynadığı oyunları, kurbanlarını nasıl ağına düşürdüğünü, Batı’nın gerçek yüzünü anlatan bir başyapıt.
Bir solukta okunacak bu kitap ile emperyalizmin, tarihte hiçbir zaman var olmayan bir ulusu, emperyalizme hizmet için nasıl yarattığına tanık olacaksınız.

Taşnak-Hoybun’un doğuşu

Siyaset bir fert için bir milleti mahvedecek kadar merhametsizdir. Maksat Türkiye’yi zayıf düşürmek ve Türkiye’den ayırdıkları milletlerin lokmasına ortak olmaktı. Ortak olmak değil, lokmalarını başkalarına da peşkeş çektiler. Fakat Türkiye’yi zayıf düşüremediler, bilakis akideleri bozulmuş unsurlardan sıyrılarak daha kuvvetli bir vaziyet aldı. O halde Türkleri uğraştıracak yeni bir unsur, yeni bir kurban lazımdı. Bu mahiyette üç kuvvet bulabildiler. Ermeniler, Kürtler ve Türk hainleri. Bu üç unsuru birleştirerek kuvvetli bir taciz aleti yapmak için senelerce uğraştılar.
Türkiye’de Türk ile Kürt arasında yalnız bir kelime farkı olup tarih, din, adet ve kardeşlik itibarıyla birini diğerinden ayırmak güç olduğu için muvaffak olamadılar. Türk hainleri ise her yerde ve her vaziyette yine hain kalmış, bazen Ermenileri, bazen ecnebileri ve ekseriye de yekdiğerlerini kandırıp dolandırarak bir işe yaramayacaklarını göstermiş olduklarından, bunlardan sarfınazar edilmiştir. Elde yalnız Ermeniler kalıyordu. Bunlar filhakika Osmanlılığın son devrelerinde keskin bir siyaset baltası olmuşlardı. Makedonyalıları Büyük Bulgaristan, Rumları Büyük Yunanistan oltasıyla avlayanlar, bunları da Büyük Ermenistan ağına düşürmüşlerdi. Büyük harbin darbeleriyle sersemlemiş olan bu unsurun karşısında tekrar aynı lokmayı tutmak, onların iştahını harekete getirebilecekti. Fakat Ermeniler zeki ve tecrübeli adamlardı, zaman ve şeklin değişmiş olduğunu ve eski tasavvurun tahakkukuna imkan kalmadığını görüyorlardı. Esasen “Büyük Ermenistan” gayesini ilk defa ortaya atanlar Taşnak-Sutyunlar olduğu için onlar bu yeni tahriklere derhal bir uyanışla cevap verdiler. Ancak Ramgavar ve Hınçak gibi ağırbaşlı ve doğru düşünen diğer Ermeni fırkaları sergüzeşt siyasetinden ayrıldılar. Onlar Ermenileri ezdirmek değil, çalıştırarak yükseltmek programını kabul ettiler. Bunlar Ermenilerin ekseriyetini teşkil ediyorlardı. Taşnaklar yalnız başına Türkiye üzerinde bir tesir yapacak kuvvette değildir. Ecnebi servisleri için yapacak bir tek çare vardı: Taşnaklarla Türkiye haricindeki Kürtleri birleştirmek ve bunun için de büyük harpte “Wilson Prensipleri” diye ortaya atılmış olan yıkıcı propagandadan istifade etmek. Ve öyle yaptılar: Türkiye’den kaçan ve hangi milletten oldukları belli olmayan birkaç serseriyi Kürt mümessili diye satın alarak “Müstakil Kürdistan” sakızını ağızlarına verdiler.
İngilizler Kürtlerin bir iş göremeyeceğini anlayınca, bunları Ermeni Taşnak komitasıyla birleştirmeyi düşündüler. Ermeniler teşkilat, fen ve propaganda hususlarını temin edecek Kürtler de bunların elinde bir alet kullanılacaktı.
Türklere karşı yapılacak mücadelede Ermeni kanı ve Ermeni parası dökülmedikçe Hınçak ve Ramgavar gibi muhalif fırkalardan da yardım görmek ve Ermeni davasını Kürtlerle kazanmak Taşnak siyasetine pek uygun geliyordu. Alelhusus teşekkül edecek büyük Ermenistan’ın içinde kalacak olan Kürtler şimdiden ne kadar kırılır ve ne kadar zayıflarsa Ermeniler için o kadar faydalı idi. Bir taşla birkaç kuş vuracaklarını anlayan Taşnaklar İngiliz davetini büyük bir heyecanla kabul ettiler.
Teşkil edilecek cemiyetin isminin Kürtçe olması hem Kürtleri okşamak ve hem de asıl maksadı saklamak noktai nazarından muvafık görülmüştü. Halbuki Ermenileri de okşamak ve Ermeni gayesini kaybetmemek lazımdı. Taşnakların ilk teşekkülü zamanından beri aralarında milli bir tabir gibi Hoybun yani “Ermeni yurdu” tabirini aldılar. Kürtçe “istiklal” manasında bir kelime mevcut olmadığından “benlik” manasına gelen “Hoybun”u tevil ederek ve “Hoybon”un imlasını hafifçe değiştirerek kabul ettiler.
Bu suretle temeli ve iskeleti Taşnaklardan, ruhu İngilizlerden ve eti Kürtlerden ibaret olan bu cemiyete “Hoybun” dediler.


Ağrı Dağı'nı şakilere nasıl mezar yaptık

Kürtler kimdir?

Tarihin ilk devrelerinde Suriye’nin yüksek dağlarında “Gutus” adını taşıyan bir halk otururdu.
Ninva’nın sükutundan sonra bu kabile Midyalılarla karıştı. Bu sıralarda nereden geldikleri belli olmayan bir çok ari kabileler Gutusların mıntıkasına gelip yerleşiyorlardı. Son keşfiyatta bunların İskandinavya’dan geldikleri anlaşılmaktadır.
Kitabın yegane doğru olan kısmı Kürtlerin cesur, misafirperver temiz yürekli oldukları sözlerdir. Kürtlerin Arilerle birleştiğini söyleyen kitap, Kürtleri Türklerden ayırmak isterken bilmeyerek Kürtlerin halis Türk olduğunu ispat etmiştir.
Kürtlerin Türklerden farkı şudur ki; onlar daima dağları sevmiş, dağlarda yaşamış olduklarından cemiyet hayatından uzak kalmışlardır. Dağlar bunlarda iptidai evsafın hala yaşamasına sebep olmuştur. Her söze inanır, silah, itikat, muharebe telkinlerini derhal kabul ederler.
Şimdi biraz da hakiki tarihi ve bitaraf tarihçileri dinleyelim. Ansiklopedi Britanicca’dan:
“Kürtlerin asılları henüz doğru bir surette tayin edilmemiştir. Fakat milattan evvel on binler rücat ederken Van havalisinde Karduçilere tesadüf etmişlerdir. Bu havalide daha evvel Turani Gotolar mevcuttu. Asuriler bunlara Kadro derlerdi.”

Lord Kurzon’un kitabından:

“Nasturi ve Ermenilerden sonra İranlıların ırsi düşmanı olan Kürtlerden bahsetmek tabii ve münasip olur. Seciye, ırk ve din itibariyle tamamen yabancı olan bu üç kavmin yekdiğerine bu kadar yakın olarak yerleşmiş olmaları garip bir tecellidir.
Seyyahların kitap unvanı olarak kullandıkları “Kürdistan” ismi Kürtlerin sakin bulundukları yerler için coğrafi bir tabir olmaktan fazla bir şey değildir. Bu isimde tabii ve siyasi bir hudut yoktur. Kürtlerin büyük bir kısmı İran dahilindedir.
Kürtlerin aslı, geniş ve meşkuk bir meseledir. Kürtlerin İran veya Turan neslinden olup olmadıkları, Midyalıların veya Parsiyanların ahfadından olup olmadıkları, Hititlerle Akadiyanlar o mıntıkalarda hakim oldukları zaman Asuriyye şimalindeki dağlarda bulunan “Minva”lıların sükutundan sonra arilerin muhacereti dolayısıyla bunlarla birleşip arileşerek “Gordo” veya “Goto”ları vücuda getirip getirmedikleri şimdiye kadar halledilememiş bir meseledir.
Moris Wagner’den:
“Erivan’da Ermeni mektebi müdürü olan Ebuvyan, Kürtlerin Helaguhan’e mensup ve Moğol Tatarlarından olduğunu iddia ediyor.
Yarı çoban, yarı haydut olan Kürtler yüksek tepelerde yaşarlar. Kurtlar gibi yolculara ve kervanlara saldırırlar. Sıkıştıkları zaman Ağrı Dağı’ndan diğer hudutlara kaçarlar.
Kürtlerde her şey muhtelif milletlerin kanlarıyla kuvvetli bir surette ihtilal ettiklerini gösterir. Kürtlerin kısmı azami Şafidir. Bunlar Hıristiyanlardan ziyade Şiilere düşmandırlar. Kürtler para mukabilinde de harp ederler.”
Tarihçi “Camciyan” da aynı iddiadadır:
Kürt ismi esasen Türkçe “Kurt” kelimesinden ibaret olup kudretli ve becerikli manasına bu kabileye verilmiş ve o zamanlar ‘Gurt’ şeklinde kabul edilmişti.
Yalnız şimali şarki Kürtleri kendilerine “Gurmançe” unvanını vermişlerdi.
Kürtlerin Atlas Dağları kabileleri gibi karışık bir kütle olduğunu, lisanlarının Arap, Acem ve Türk lisanlarından mürekkep olması da ispat eder.
Kürt lisanı
Kürtlerden yegane kitap yazan Şeref Şemsettin Han, Şerefnamesi’ni Kürtçe yazmak istediği halde kelime bulamadığından ve kendisi İran’da tahsil etmiş olduğundan Farisi lisanıyla kaleme almıştır.
Filhakika Kürt lisanı tetkik edilince şu hakikate varılır.

Kürtçenin;

3.000 halis Türk kelimesi
2.000 Türkçeleşmiş Arapça kelimeler
1.240 Zint
1.030 Türkçeleşmiş Farisi
370 eski Pehlevi
300 Kürtçe
220 Ermenice
108 Gildani
200 Gürci
60 Çerkes
Toplam 8528

İngiliz ansiklopedisi diyor ki: “Kurmança denilen Kürt lisanı şimalde Gildani ve cenupta Turani lisanlarla karışıktır. Dağlılarda hususi lehçelere de tesadüf edilir. Mesela “Zeza” ve “Kurat”ların dilini Kurmançolar anlamaz.”
Lisan bir milletin aslını gösteren en büyük vesikadır. Mesela Kürtçe “gel” manasına olan “vara” Anadolu’nun hemen bütün köylerinde “var” yahut “varıver” diye kullanılan “varmak” mastarından alınmış bir kelimedir. “Here” Kürtçe “git” demektir. Bu da bizim “yürümek” mastarından “yürü”nün dağlıların ağzından çıkan sestir.
Bizim lisan mütehassısları Kürtçe’yi tetkik ederlerse her halde Türklüğe doğru ecnebilerden daha çok hakikatler bulacaklardır.”
Emperyalizmin Türkiye üzerindeki oyunları
11 Teşrinievvel 1930 tarihli Alman gazetesi Glarus Zeitung yazdığı uzun bir makalede şu maddeleri zikrediyor:

1- Kürtler İngiliz memurları tarafından teşvik ve para ile, silah ile, ümitlerle techiz edildiler.

2- İngiliz hariciyesinin direktifleri mucibince hemen bütün İngiliz matbuatı Akvam Cemiyeti’nin müdahalesini istediler.

3- İranlılar harekatın mukaddimesinde çok yardımlar ve kolaylıklar gösterdiler.

4- İngilizlerin Kürt harekatından bekledikleri şu idi:

a) Türkiye ile Rusya arasına bir “Eta tampon” sokarak Bolşevikleri tecrid etmek,

b) Küçük ve devamlı muharebelerle Türkiye’yi iktisaden zayıf tutmak,

c) Türkiye’yi her hususta mukavemetsiz bırakarak harpten evvelki borçların tasviyesi hususunda uysal bir hale getirmek, İngiltere ile uyuşmanın daha ucuza çıkacağına Türk hükümetini inandırmak.

5- İngiltere’nin harici siyasetinde Asya petrolleri birinci derecede bir mevki tutarlar. Bütün şark havalisindeki petrollerin kendi ellerinde bulunması için hiçbir teşebbüs ve faaliyetten geri durmazlar. Nitekim Musul meselesinde de yine Kürtlerin milli ve dini taassuplarını kabartarak istifade ettiler. Firari Türk zabitleri de İngilizlerin bu faaliyetlerinde kolaylık amili oldular.

6- Kürtlere Hoçkiz mitralyozları ve yeni İngiliz tüfekleri verdiler. Zavallı Kürtleri ateşe sürerek kendi hesaplarına Kürt kanı döktürdüler.
21 Teşrinievvel 1930 tarihli Fetelarap’ta “Kürtler ezildiler, onları ateşe sürenler için ister Türkler ezilsin, ister Kürtler netice birdir. Onlar aynı din ve aynı millet efradının birbirini öldürmesini isterler.” Nitekim Kürtlerin Ağrı’da perişan olduğunu en evvel dünyaya müjdeleyen İngiliz ajansı Reuter oldu. Türkler bu muvaffakiyetleri ile iftihar etmezler. Çünkü ezilen yine kendi kardeşleridir. Kürtler iyi bir ders aldılar, gördüler ki ecnebi vaatleri bir yere kadar gelir ve felaket baş gösterince ortada kurbanlardan başka kimse kalmaz.

Bu harekatta Ermenilerin mühim roller oynadıkları meydandadır. Kürtlerin bunları nasıl olup da aralarına aldıkları şaşılacak bir şeydir. Onlar geride durarak saf dağlıları ezdirir ve sonra mezarları üstünde dans ederler. Bize bir kuvvet lazımsa bunu ecnebilerde değil kendi aramızda bulmalıyız. Mesela bir “Şarklılar İtilafı - Şark Akvamı Cemiyeti” yapmalıyız. Ermeniler daima garbın elinde oyuncak olmuştur. Bunları aramıza almamalıyız. Kürtler unutmamalıdır ki şerefli ve mefahirle dolu Türk tarihinden ayrılarak ecnebi boyunduruğuna girmek çok feci bir gaflet olur.

13 Kanunievvel tarihli Ermenice Yeridasart-Hayastan:
“Haricin parmağıyla hareket eden Kürtlere asla yardım edemeyiz. Muhtelif menbaalardan teyit edildiğine göre son Kürt hareketi İngilizlerin parmağı ile hazırlanmıştır.

İngilizler Musul’dan Ararat Dağı’na kadar geniş bir araziyi Kürtlere vaat ederken, Taşnaklar da Akdeniz’den Karadeniz’e kadar büyük bir Ermenistan teşkiline çalışıyorlar. Kürtler bizden yardım görebilmek için evvela ecnebi aleti olmaktan çıkmalıdırlar. Bu günkü şekilde Kürtlerle teşriki mesai edenleri şiddetle tenkit ve itham edeceğiz.”

Bize göre Kürtler

Bizce Kürtler tamamen aridir. Yani ırken bizden oldukları gibi din, yurt, lisan ve adet itibariyle de Türk’türler. Bulundukları mıntıka onların yaşayış tarzını bizden ayırmıştır. Yukarıdaki misaller de gösteriyor ki bu yaşayış tarzından dolayı yine kendilerine Gurd ve bizim şivemizce Kürt denmiştir. Laz gibi, Zeybek gibi, Azeri, Türkmen gibi isimler nasıl halis Türklerin mıntıka ve yaşayış tarzına göre teammüm etmiş unvanlar ise Kürt tabiri de bundan başka bir şey değildir. 2000 seneden beri Türk yurdunda Türk kanıyla büyümüş bir kütlede artık başka bir kan aranır mı!
Kürtlerin bazen diğer Türk vilayetleri gibi yarı müstakil idare olundukları vakidir. Osmanlı sultanlarının bunlardan ayrıca alaylar teşkil ettikleri henüz hatırlardadır. Kürt vakaları onların dağ hayatına alışmış olmalarından ve idare altına girmek istememelerinden ileri gelmektedir. Bu hal başka memleketlerde de ve mesela Yunanistan’da asırlarca devam etmiştir. Klefteler, Palikaryalar, Roma’da Garibaldiler şehirler üzerine mütemadiyen tecavüz etmiş, hükümet kuvvetlerine karşı gelmişlerdir. Bunda milliyet ve idare tesiri aranmaz, buna eşkıyalık derler ve her yerde hâlâ mevcuttur. İzmir mıntıkasında senelerce yaşamış ve mühim vak’alar ihdas etmiş olan Çakırcalı Çetesi de buna bir misaldir.
Ağrı başkaldırmasından sonra emperyalist propagandalar
Ağrı harekatı kat’i bir tediple bitmiştir. Kürtler kendilerini teşvik edenlerin kaçtığını görerek uyanmış, bir kısmı hükümetimize iltica etmiş, diğerleri de eski dostları aleyhine silaha sarılmıştır. İran’da, Irak’ta ve hatta Suriye’de yerli kuvvetlerle her gün çarpışıyorlar. İran’da Simko ve Celaliler meselesi, Irak’ta Kürtlerin kıyamı ve Suriye’de güya bizim taraftan geçen çetelerin tecavüzleri hep Ağrı Dağı dersinin neticeleridir.
Taşnaklar artık ne Ermeniler arasında ve ne de Kürtlere karşı tutunacak vaziyette bulunmadıklarından muhtelif gruplara ayrılmış, intizamsız bir şekil almışlardır.
Akıbetlerinden korkmaya başlamış olan Taşnak ve Kürt bozuntuları bütün kuvvetlerini propagandaya vermişler ve eski teşvikçilerin yardımı ile bugünkü vaziyeti örtmek için yine ötede beride teşkilat yapmaya başlamışlardır.

Espirini isminde Yunan gazetesinden:

“Kürtler Ararat’ı tahkim ediyorlar. Mayısta tekrar harekata başlayacaklar. Şimdiki sükunet oralarda 4-5 metre boyundaki kardan ileri gelmektedir. Buna rağmen Miralay Bret kumandasındaki Kürt müfrezesi Urfa’yı basarak Fırka Kumandanı Suphi Paşa ile maiyetinden 5 zabiti kesmişlerdir. Baskın on gün sonra tekrar edilmiş ve Türkler Urfa’yı terk etmişlerdir. Türklerin zayiatı şimdiye kadar 50.000 kişidir. Buna mukabil Türkler de 500 Kürt köyü yakmışlardır. Yeni harekat için Bedirhan’ın torunları Amerika’da iane topluyorlar.
Son zamanlarda hududa külliyetli silah ve mühimmat gönderilmiştir.
Kürt komitası Taşnak komitasıyla ve civardaki ‘Ari’ ırklarla uzlaşmış olup ‘Ari Milletler Federasyonu’ namı altında toplanacaklardır.”
Şu birkaç satırdan pekala anlaşılıyor ki malum bir ecnebi servisi bu mevzuu birkaç kısma ayırarak propaganda yapmak üzere Yunanistan’daki ajanına vermiş. O da hepsini birden küçük bir fıkraya sıkıştırarak Espirini gazetesine bastırmıştır. Propagandanın esası hakikaten tefrik edilmemesidir. Halbuki burada bir tek kelime bile hakikate yaklaşmaz. Mesela:

1- Ağrı’daki zayiatımız bu rakamların binde biri kadar da değildir.

2- Ağrı tedip hareketi o kadar şedit olmuş ve o kadar kat’i tedbirler alınmıştır ki artık tekerrürüne imkan yoktur.

3- 300 şakinin tekrar taarruz ettiği hakkında bütün Avrupa ve Amerika matbuatına dağıtılan haberin aslı şudur: 50 ve bir rivayete göre 80 kadar İranlı bir çete Ağrı’ya çok uzak bir hudut köyüne gelerek koyun sürüsünü almışlar ve götürürken hudut süvarileri tarafından çevrilmişlerdir. Kürtler bir dere içinde sıkıştırılmış olduğundan hemen hiç biri kurtulmamıştır. Ellerinde bulunan bir ağır makineli tüfek süvarilerimiz tarafından alınmıştır. Yalnız koyunları süren çobanlar daha evvel hududu geçmiş oldukları için bizim tarafta ele geçmiş iseler de öbür tarafta İran hudut kıtası tarafından yakalanmış ve koyunlar istirdat olunmuştur.

4- 500 Kürt köyünün yakılması ve bir çok Kürt’ün Van Gölü’ne atılması masalı da büyük harpten sonra Taşnakların yaptığı propagandanın aynıdır. Onlar da bir buçuk milyon Ermeninin kesildiği ve Fırat Nehri’ne atıldığı hikayesini çıkarmışlardı. Harekatın vuku bulduğu yerlerde ancak Kürt çadırları ve Kürt kulübeleri vardır. Bunlar da Ağrı haydutları tarafından kendilerine iltihak etmedikleri için tahrip edilmiştir.

5- Bret isimde bir miralay, ne Kürtlerde ne de Ermenilerde yoktur.
Suphi Paşa şimdi Ankara’dadır. Bir sene evvel Urfa’da bulunmuşsa da Ağrı harekatından evvel infikak etmiştir.

Sonsöz

Kitap görüleceği üzere çok büyük bir boşluğu dolduruyor. Bu kitabın özellikle son zamanlarda Kürtçe’ye merak sarmış olan milliyetçi politikacılarımız, parti başkanlarımız için birer kaynak kitap olacağına kuşku yoktur. Yalnız onlara değil, emperyalizmle mücadele ettiklerini söyleyerek, emperyalizmin maşası durumundaki Kürtlere yardım eden sol çizgideki insanlara da yararlı bilgiler vereceğine inanıyoruz. Emperyalizmin kucağına nasıl oturduklarını anlamaları için...

http://www.turksolu.com.tr/84/kapak84.htm

.

Çarpıklık


Çarpıklık






20.06.2005/Sayı:84
Yekta Güngör Özden

Nazlanarak yaklaşan yaz, Haziran sıcaklarıyla bastırmaya ve bunaltmaya başladı. Ayın son haftası, izlence (tatil) hazırlıklarını yoğunlaştıran yurttaşların doldurduğu sokaklar ve kaldırımlarda eriyor. İç ve dış gezi düzenlemeleri, alış-verişler, öğrencilerin koşuşturmalarıyla zaman tükeniyor. Ülke sorunları duyarlı kimselere rahat uyku vermiyor. Yeni oluşumlardan söz ediliyor. Erken başlayan erken seçim tartışmaları iktidarı kızdırıyor. 2006 baharında iktidar kendini yenilemek, daha güçlü, daha büyük çoğunlukla gelmek için kimi girişimlerde bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı ile başkanlık sistemleri tartışmaları boş yere açılıyor. Özenme, öykünme, büyüklenme hastalıkları demokrasiyle bağdaşmayan siyasal bozukluklardan kimileridir. Doyumsuz siyasetçiler iyi kullanamadıkları, çoğunlukla kötü ve yanlış kullandıkları yetkilerini yetersiz bulup tümüyle sorumsuz kalmak için sayısal çoğunluğa ağırlık verir. Bir gün hesap sorulacağını düşünemezler. Halk dilinde “basireti bağlanmak” denilen duruma düşerler. Önümüzdeki aylar, gelecek yıl neler getirecek izleyeceğiz.

Dışarda Fırtına

Fransa, Hollanda, Almanya, İngiltere derken Çek Cumhuriyeti’nde de AB Anayasasına hayır oyu verileceği söylentileri giderek güçleniyor. Türkiye’yi etkilememesi olanaksız sonuçların olumsuzluğu yadsımakla (inkârla) kalkmıyor. İstediklerini almak için uyguladıkları aldatmaca sürüyor. Ankara Anlaşması’na ek protokol genişletmesiyle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanındı. Hani tanınmayacaktı? Üstelik, KKTC’ne yönelik ambargoda hiçbir yumuşama ve gevşeme olmadan AB’nin yardım sözü yerine getirilmeden. Bunlar yetmiyormuş gibi Annan Plânı’nın rumlar yararına değiştirilmesi gündemdeyken. Ayrıca Başbakan Erdoğan “Geniş kapsamlı çöüme hazırız” diye yeni ödünlere eğilme sözü veriyor. AB de giderek çatırdıyor. Genişleme, bütçe sorunu vs. denilerek belki de çözülme süreci başlıyor. Askere çorap, devlete çuval giydirmek isteyen sözde dostlarla kadrolaşmaya ağırlık ve hız veren iktidar bir yerde buluşuyor. Muhalefette de türbandan oy bekleyen mâlûmlar var.

Başbakanın ABD gezisi “Dağ fare bile doğurmadı” denilecek durumu andırıyor. İsrail gezisi sonrası 385 milyon dolarlık helikopter alımıyla uzatılan yanak sıkılmadı, siyasal gülücük karşılıksız kaldı. ABD her zaman kullanacağı PKK için güvenilecek bir söz bile etmedi. Ne isterse alacağını bilen ABD Türkiye’yi umursamıyor. Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) için elverişli bulduğu oranda Türkiye’yi okşuyor, oyalıyor. Avusturya ve Yunanistan Cumhurbaşkanlarının AB için sıcak demeçleri Almanya Cumhurbaşkanı’nın demeciyle çelişiyor, hattâ çatışıyor. Türkiye, kırmızı çizgileri çiğneyip karartılırken uslu çocuk davranışları izlerse hiçbir şey elde edemez. Kıbrıs, Ege, güneydoğu, ermenistan hangisinde olumlu sonuç aldı, hangisinde başarılı oldu? Ticaret ilişkileri, turizme bağlı açılım iktidarın ekonomik becerilerine bağlanamaz. Fener Rum Patrikhanesi, Haybeliada Ruhban Okulu, ekümenlik, sözde ermeni soykırım sorunları ortada. İlk ABD gezisiyle Afrika gezisinin nedenleri karanlıkta.

RTE sanki devlet memurları ve öğrenciler dışında tüm kadınlar için yasak varmış gibi ülkesinde özgürlük olmadığını yurtdışında söyleyebiliyor. Bir kez başörtüsü yasağı yok. İşte köyler, ilçeler, iller, tarlalar, sokaklar, bahçeler, evler. Devlet görevlileri ve öğrenciler için yasaklanan sıkmabaş-bohçabaş dini siyasallaştıran simge. Devlet dinsel çabalara, gösterilere, eğilimlere, baskılara ortam ve araç olamaz. Mutabakat gerçek dışı. Kışkırtan ve kaşıyan AKP’liler.

Hükûmet sözcüsü “Eğitim konusu denilince önce din eğitimi konusu gelmektedir. Bu aynı zamanda Türkiye’nin güvenliği meselesidir. Birliği, dirliği, huzuru din eğitiminden geçiyor.” demekle anlayışlarını açıkladı. Toplumsal barışı, ulusal dayanışmayı sağlayacak başka öğe, başka değer, başka bağ yokmuş gibi din eğitimine ağırlık verenler, inanç sömürüsüne bağlananlardır. Çağdaş eğitim, akılcı eğitim, bilimsel ve uygar yaşamın koşuludur. Hukuka uyacak kimseler hukuk tanımıyor. Kızlarını hukuktan kaçıranlar, ABD’nin Türkiye’den çok değişik koşullarından yararlanıp ülkesinde köktendinciliğe destek verenler karanlığı ve bağımlılığı savunurken demokrasiden söz edemez. Sıkmabaş ABD için tehlike değildir, umurunda değildir. Kızlarını sıkmabaş için dışarıya gönderenler, oğullarına Türkiye’de iş mi bulamıyor?

Toplumsal barışın öncüsü olacak iktidar gerginliği tırmandırıyor. Üniversitelerdeki çatışmalara değindiği yok. Tersine ele geçiremediği üniversitelerin yönetimlerine çatıyor. İktidarın Bay Gül’ü “Türbanı mutlaka serbest bırakacağız” sözünü Avrupalılara söylese, katıldığı toplantılarda bunu vurgulasa ya. Dışarıda sus pus, içeride kâbus. İşte örtü iktidarı, işte örtülü iktidar. Memura, öğrenciye sopa, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne yürüyen ve Sezer’i istifaya çağıran sıkmabaşlılara gülücük. ABD ve Federal Almanya yasama organlarında sözde ermeni soykırımı tasarıları var.

İçerde Değişik Rüzgârlar

Esnaf “yaprak kıpırdamıyor” yakınmasında. Çalışma-iş yaşamı sorunlarına yargı ve sağlık alanındaki sorunlar ekleniyor. “İstikrar ve güven ortamı” savunmasını yapan iktidar kanadı, askerlerimizin şehit olmalarını, sanığı belirsiz öldürme eylemlerinde gidenleri görmüyorlar mı? Cumhuriyetin kurulmasından 80 yıl sonra irtica ve bölücülük birinci tehlike olma ağırlığını sürdürüyorsa çok şey yitirilmiştir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne yansıyan bu sonuç herkesi düşündürmelidir. Atatürk’ün vasiyeti üzerine oturan kurumlar daha siyasallaşıyor.

Belediyelerin trafik cezası yazması, özelleştirme inadı, Cumhurbaşkanlığıyla zıtlaşma, dinci eğitim girişimleri, üst kurulları siyasallaştırma, işçilerle çevrecilerin çatışmaları, kaba ve sert konuşmalar, medyayı kullanma hırsı fırtına başlangıcı sayılacak kimi esintilerdir. İktidar, yurt içinde bulamadığı desteği dışarda ararken toplumda kaynamalar basına yansımaktadır.

Yunan casusların askerî yargıya verilmeden nasıl salıverildiği konuşuluyor. Ayrıcalıklı ortatlak önerilerine tepkisizlik tartışılıyor. Anayasa’yı korumaktan kaynaklanan Cumhurbaşkanlığı-iktidar gerginliği üzüntüyle izleniyor. Rejimi koruma çabasına bağlı Cumhurbaşkanlığı duyarlığını her yurttaş paylaşmalı, desteklemelidir. Öbür koruma yükümlülerinin sesi-soluğu çıkmıyor. Rejime tehdit iktidardan gelirse, koruma görevi daha büyük önem kazanır. Rejimi, devleti iktidara karşı korumak güç ama zorunlu ve onurlu bir yükümlülük. Lâik olmayanların lâik cumhuriyeti korumaları sözden ileriye gidemez. Lâik Atatürk Cumhuriyeti karşıtlarının yönetimimne geçince sorun yaşamsal olur. Yeniden toparlanmaya çalışan şeriatçı terör, giderek etkisizleşen yaptırımlarla ve iktidar güveniyle yeni olaylara gebedir. Kimileri de PKK’yı siyasal yaşama almaya çalışıp af istiyor.

Atina Harp Okulu’ndaki Türk Bayrağı’nı kirletme ve yırtma olayına tepki cılız kalmıştır. Gecikmiştir. Adaların silâhlandırılması ve Batı Trakya Türklerine karşı uygulamalar da gereken yanıtı almamamktadır. Kerkük’te kürtlerin Türkmenlere yaptıkları görülmüyor.

Ülkemizde kimi kuruluşlar Atatürkçülük, lâiklik ve AB için safsatalarını sıralayan ABD’li spekülâtör ve yatırımcı George Soros’un parasından yararlanmayı içlerine sindirebiliyor. Kimileri de AB’nin sözde projeleri için verdiği paralarla propoganda yapıyorlar. Sözde AB’ne tanıtma çalışmaları uydulukta yarışma niteliğindedir. Soros’un AKP’ni övmesi yeterli referans sayılmaktadır.

Her şey genel koşulları öngören yazılı kurallarla sınırlı tutulamaz. Özelliği olan durum ve konumlarda daha özenli davranılır. Ayrıntılarla değerlenderme yapılıp karar verilir. Cumhurbaşkanlığı için bir kişinin her şeyi gözetilir.

Haziranın ilk haftası biterken Dehap’lıların Adana’da Apo posterleriyle yürüyüp slogan atmaları kayıtsızlıkla izlendi. Toplumsal duyarlık, yasal görev özeni kalmamış gibi.

1433 kitaplığın %90’a yakınında görevli kalmadığı, emekliye ayrılanların yerine atama yapılmadığı söylenirken imam atamaları için hazırlanan teklif ve tasarılar, nutuk atan Bakanlar anımsanıyor.

Atatürkçülükte Birleşme

İlgili kuruluşla çevrelerde aykırılıklar ve ayrılıklar sürerken arada “Atatürkçülerin birleşmesi” önerisi, istemi, özlemi gündeme geliyor. İyi niyetli tertemiz yurtlaşlar aydın geçinenlerle aydın sanılan kimilerinin ne düşündüğünü, nasıl davrandığını bilmiyor. Anlatılınca da şaşırıyor. Ne kadar çaba gösterdik. Hiçbir şey istemeden, beklemeden, sıra yer gözetmeden. Küçümsemeye, dışlanmaya, yadsınmaya katlanarak, özverilerle örnek olarak. Birleşme olunca en arkada kalıp, hiçbir görev yeri istemeden hizmette bulunmayı sürdürmeye imza koyarak. Sağlığımızı, mutluluğumuzu, varlığımızı hiçe sayarak. Ama sözlerinden dönenler, karışık ve değişik düşüncelerini saklayıp olumlu ve iyi görünmeye çalışarak aldatanlar, gösterişçiler, çıkarcılar, art niyetliler, ajan gibi çalışıp bölücülük, yıkıcılık yapanlar, kendilerini ilerici ve demokrat sanıp başkalarını gerici ve tutucu görüp gösterenler, sahte Atatürkçüler, dalkavukluktan hoşlanan yıllanmış ve yıpranmışlar türlü oyunlarla birleşmeyi engellediler. Kendi önerdikleri, imzalarıyla öncülük ettikleri kuruluşları baltalayıp övdükleri kişilere sövdüler. “Benim dediğim olacak. Tek doğru benim görüşümdür. Her şey benim olsun. Her yerde ben olayım. En önde ve en üstte yalnız ben olurum. Benden üstün, akıllı, büyük ve becerikli yoktur” diyen etiket düşkünü, tembel, bencil, aymaz ve bağnaz ortada dolaştıkça, dinlenip ilgi gördükçe sonuç alınamaz. Zamanında ve sırasında gereken ilgi ve desteği vermeyenler pişmanlıklarını yeni çağrılarla gidermeye çalışmaktadır. Ad, sıfat ve unvan peşinde koşan karışık ve karanlık kişileri, kural tanımaz düzanbazları destekleyerek bir yere varılamaz. Çıkar dayanışması gerçeği soldurur ve öldürür. Gerçek Atatürkçüler kendilerine güvenerek, güçlerini birleştirerek, özde ve ilkelerde anlaşıp özverilerle tümleşerek niteliklerinin gereğini yapmak zorundadır. Atatürkçüye yaraşan tutum, ödünsüz ve onurlu yürüyüştür. Kimsenin uydusu ve uşağı olmadan Atatürkçe çalışmak ve başarmaktır. Tam bağımsızlık, tam eşitlik, tam dayanışma ile bayrak yükseltilmelidir. Tek tutku Atatürkçülük, insanlık ve Türkiye için yaşamak ve ölmek olmalıdır. Yalanlar, karalamalar, kötülükler, çirkinlikler insanlık dışı düşüşün belirtisidir. Öyle bahaneciler, aşağılık duygularıyla kıvranırlar, kendini beğenmişler, kavgacılar var ki şaşırılır. Ayrıntıda ayrılıp Atatürkçülüğü, ulusalcılığı suçlayan yeni yetmelerle 1930’ları övmekle 1930’larda kalmayı ayıramayan bilmişler var. Bir yaşam gerçeği: herkesle her yol yürünmüyor. Keşke birleşilse, birleşilemezse birlikte davranılsa. Hiç sanmıyorum, umudum yok.


http://www.turksolu.com.tr/84/ozgun84.htm

..