Anlayışı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anlayışı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2017 Pazar

Ulus-Devlet Anlayışı Karşısında Toplumsal Hafızanın Direnişi: Rembetiko Örnek Olayı BÖLÜM 2

Ulus-Devlet Anlayışı Karşısında Toplumsal Hafızanın Direnişi: Rembetiko Örnek Olayı 
BÖLÜM 2



Toplumsal Hafıza 

Mübadiller yaşamlarını zorlaştıran devlet politikalarına karşı, toplumsal hafızalarını koruyarak tepki vermiş ve ayakta durmaya çalışmıştır. Bu anlamda 
toplumsal hafıza, evlerinden zorla koparılmış iki milyon insan için zorunlu bir dayanak olmuştur. 

Hafızayı çok çeşitli disiplinler, çok çeşitli konular açısından incelemişlerdir. Bireysel hafızanın varlığı konusunda herhangi bir tereddüt bulunmamakla birlikte, “kolektif hafıza” kavramı belli bir süre kabul görmemiş ancak Durkheım’ın öğrencilerinden ünlü Fransız sosyolog Maurice Halbwacs “Hafızanın Toplumsal Çerçevesi ve Kolektif Hafıza” adlı eseriyle kolektif hafızanın varlığı konusundaki tartışmaları büyük ölçüde sonlandırmış, 1920’li yıllarda “toplumsal hafıza” kavramını ortaya atmıştır. Bu kavramsallaştırmaya göre algılar ne kadar kişisel olursa olsun, anılar toplumsal değerler çerçevesinde kaydedilir. Toplumsal olan, sosyal bir olgu olarak toplumsal hafızayı etkileyen hatırlama ve unutma mekanizmaları ile toplumsal hafızayı biçimlendirmektedir. Bu noktada Halbwahcs toplumsal hafızayı, bireysel hafızadan ayrı tutmaz çünkü bireyin hafızası soysal alanda şekillenir. Sosyal çerçevenin dışında toplumda yaşayan insanların hatıralarını sabitleştirecekleri ve yeniden bulabilecekleri bir başka bellek olmaz.(Halbwachs, 1992). 

Toplum üyelerinin sosyalizasyon sürecinde belirlenmiş bellekleri toplumsal hafızayı oluşturur.(Assman, 2001). Halbwachs çeşitli sosyal gruplar 
içinde bireylerin hafıza ve hatırlama biçimlerini incelediğinde, hatırlamanın doğası itibariyle toplumsal bir nitelik taşıdığı ve ortak geçmişin bir grubun iletişimsel ve duygusal harcını oluşturduğu sonucuna ulaşmıştır. Hafıza tıpkı dil gibi iletişimsel süreçlerde örneğin hatıraların anlatılması, alımlanması ve sahiplenilmesi yoluyla ortaya çıkar. Çünkü korunmaya çalışılan bellek ancak başkalarına aktarım ile var olabilir. İnsan bir sosyal çevre içinde, bir ailede, bir okulda, bir etnik köken içinde alışveriş içinde olduğu çeşitli sosyal gruplar içinde bu gruplar için önem atfedilen konuları hatırlar ve geçmişi sürekli yeniden inşa ederken, bu çerçeve dışında kalanları unutur.(Assman, 2001). Böylece hatırlama ve unutma ile bir toplumsal hafıza belirir. Toplumsal hafıza iletişim süreçlerinde yeniden üretildiği için, aslında onu taşıyanlarla birlikte şu anda var olacaktır. Bu nedenle toplumsal hafıza somut zaman ve mekanla ilişkilidir ve her şeyden önce grup üyelerinin kimlikleriyle ilgili olacaktır. 

Toplumsal hafızanın yaşamsal önemi, her türlü başlangıcın içinde bir “hatırlama” eylemi olmasından kaynaklanır. Hatırlama ve belleğin hayatımızda yaşamsal 
kıymeti vardır çünkü şu anın dünyasını geçmişin olayları ve nesneleriyle neden-sonuç ilişkisi bağlamında yaşarız.(Connerton,1999) Geçmişin hangi anını 
ya da hangi bölümünü hatırlamak istersek onunla yaşarız bu da şimdiki zamanı, çeşitli geçmiş yaşantılarımızın hangisiyle bağlantı kuruyorsak ona göre 
yaşayacağımızı gösterir. Yaşamımızın en ince ayrıntıları ve günlük hayatımızın tekrarları aslında geçmiş deneyimlerimizle ilgilidir. Yani bugünü yaşamak, 
geçmişin bir uzantısı sonucu ya da sebebidir. Bugünün anlamıdır. Günlük yaşam deneyimlerimizin akla uygunluğundan emin olabilmek için onu daha önce 
yaptıklarımızın oluşturduğu bağlama dayandırmak zorundayızdır çünkü zihnimiz geçmiş deneyimlerin genel çerçevesine ihtiyaç duyar. Geçmişle ilişki “hatırlama” 
üzerinden bir “hatırlama kültürü” biçiminde kurulabileceği gibi “unutma” aracılığıyla bir “unutma kültürü şeklinde de kurulabilir.(Sancar, 2010) 

Antony D.Smith Ulusların Etnik Kökeni adlı kitabında geçmişe karşı olan nostaljik bağlılığın sebebini dört unsura bağlamaktadır: İlk olarak kapitalizmin güçlü 
bir yabancılaşma ve yurtsuzluk duygusu ortaya çıkardığını ve insanların nereden gelip nereye gittiklerini anlamlandırmak için geçmişe başvurduklarını söyler. 

İkinci olarak; insanı herhangi bir sosyal çevreye entegre etmenin yolunun köklü bir geçmişi paylaşmak olduğunu savunur. Yani modern toplumla toplumsal 
düzenin kolektif geleneklerle de yerel alışkınlıkların kaynaştırılmasıdır. Tarihsel bağlar toplumsal gruplara bir anlam ve bağlam yaratır. 

Diğer bir sebep; tüm faniler için ortak bir özellikten oluşur. Bütün zamanlarda ve bütün topraklarda ölüm ve beyhudelik aşılmaya çalışılır. 
Bireyler kendilerini bağlı hissettikleri topluluğun tarihi ve kaderi ile kişiliklerini koruyup unutulmamalarını sağlayacak bir ölümsüzlük vasıtası bulmaya çalışırlar. Toplumda bir kişinin hayat tarzını ve isteklerini ortak geleneklere uydurması beklenir böylece bu yapı süregelir ve kişiler kendilerini güvende hissederler. En son sebep ise; modern zamanların bir sonucu olarak dinsel ve geleneksel kuruluşların zayıflamasına bağlı bir geçmişe özlem duygusudur. 
Bu anlamda etnik milliyetçilik bir “dine” dönüşür. Böylece bireyler soy-anılar-kimlikler zinciri ile çözülmeyen bağlar oluşturur ve topluluğa dönüşürler. 
Bu noktada söylenmesi gereken şey ise bir toplum olmak adına sonradan icat edilmiş geleneklerin her zaman var olduğudur. Seçici hafıza geçmişi yeniden 
keşfeder ya da su üstüne çıkarılan motif ve mitlerle geçmiş yeniden inşa edilir. (Smith, 2002) Smith’e göre geçmiş bir var olma meselesidir. 

Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi’nde göçmenler toplumsal hafızalarını korumak için direnmişlerdir. Bir dönemin gereği olarak görülen “ulus-devlet”in 
politikaları, her ne kadar bazı insanları yurtlarından zoraki olarak ayırsa da, göçmenlerin yaşadığı deneyimler bizlere toplumsal hafızalarını korumak adına 
mübadillerin yoğun bir çabaya giriştiğini göstermektedir. Türk mübadillerin çoğu, kendilerine gösterilen boş Rum köylerini bir türlü benimseyememişlerdir. 
Yunanistan’da ise zaten yeteri kadar yerleşme alanı oluşturulamamıştır. Yerleştirildikleri bölgede sıkışıp kalan göçmenler “kendi bildikleri tarzda” yeni yaşamlar kurmak için çabalamışlardır. Yerleşilen ilk köyler terk edilip, yeni köyler kurmuşlar ve geldikleri yerde kalmış kasabalarının isimlerini yeni kasabalarına vermişlerdir. Yanlarında taşıdıkları “ata mezarları” için de yeni topraklar bulmuşlardır.( NTV Tarih Dergisi, Ocak 2012, Sayı:36 ss:28-47) Türkiye’den Yunanistan’a gidenler yerleşilen yere “Yeni İzmir” (Neo Smyrna) adını vermişlerdir Buna benzer şekilde “Yeni Kayseri” (Neo Kesseria) gibi “Yeni İyonya” gibi yerleşim alanları oluşturmuşlardır.(Holst;1993). Mübadiller yerleşim alanı olarak Atina ya da daha iç bölgeleri değil tıpkı geldikleri yerde olduğu gibi deniz kenarını tercih etmişlerdir. 

Uzak yerleri kendi ülkelerindeki mekanların “yeni” biçimleri diye adlandırmak onları “eski” kılmaktır. Bu adlandırmada “yeni” olan değişmez bir şekilde yitip 
gitmiş olanın “halefi” “varisi” anlamına gelmektedir. 

Göç toplumsal-ekonomik etkilerinin yanı sıra sanatta da kendini göstermiştir. “Savaş-esaret-kovulma-göçmenlerin sorunları” konuları edebiyatta ele alınmıştır. 

Yunanistan’da Anadolu doğumlu olan ünlü edebiyatçılara rastlayabiliriz. Örneğin Sefeis- İzmir doğumlu ve Nobel ödüllü-Didou Sotiriyu “Benden Selam 
Söyle Anadolu’ya” kitabında Anadolu’da başlayan gençlik yıllarını ve sonrasında savaş yıllarıyla birlikte gelen göç hareketini kendi dünyasından yansıtmıştır. 
Mübadeleden hemen sonra Yunanistan’da birçok roman yazılmıştır. Bu romanların ortak teması geride bırakılan vatan ve mübadillerin yeni vatanlarında yaşadıklarıdır. Türkiye’de yıllarca bu konuyla ilgili eserlere rastlanmaz. Yunan edebiyatından farklı olarak Türk edebiyatında mübadele çok sınırlı olarak yer alır.(Milas, 2007) Müzik mirasın en önemli unsurlarından biri olarak göze çarpmaktadır. Anadolulu göçmenler Anadolu’ya has ezgileri Yunanistan’a götürmüşlerdir. Bu müzik tüm alt sınıfın-dışlanmışların müziği olarak görülmüş ve orada tepkiyle karşılanmıştır. 

Mübadillerin gündelik yaşam pratiklerini yanlarında taşıyarak geçmiş yaşamlarını sürdürme çabalarına en güzel örneklerden biri de gittikleri yerlere “limon 
ağacı” dikmeleri olmuştur. Geldikleri yerin coğrafi özelliklerini gittiklere yerlere taşımışlardır. Giritli mübadiller, kimliklerini gündelik hayat pratiklerini 
koruyarak kazanmaya çalışmışlardır Girit’i hatırlamanın simgesi ise limon ağacıdır. 

Ağaç, köklerini toprağa salmasıyla “yerleşikliği” ifade eder. Limon ağacı kök saldığı yerin, kapladığı coğrafyanın, ağacı ekenle birlikte büyüyen, değişen 
mevsimlerin, geçen zamanın simgesidir.”(Böke, 2007) Bu ağacın geçmiş yaşantının parçalarını taşıyor olması mübadiller için geldikleri yerlerden taşınmalarını gerekli kılmıştır. 

Mübadiller görüldüğü gibi kendilerine ait ne varsa peşlerinden getirmişler, çocuklarına aktarmışlar ve bildikleri gibi yaşamak konusunda ısrarcı olarak 
bunun hem bir tercih hem de bir ihtiyaç olduğunu göstermişlerdir. Akılda tutma, unutmaya direnmedir. Geçmişlerine ait olanı korumak, ulus-devlet politikalarına 
bir nevi ayak diremedir Zaman zaman devlet, kimliği belirleyici olan bu pratikleri bastırma yoluna gitse de, toplumsal hafıza üyelerini hayata adapte edebilmek 
için geçmişin izlerini bırakmaz ve üzerinde kurulmaya çalışılan her türlü iktidarı ve zoru reddeder. 

Toplumsal Hafızanın Taşıyıcısı Olarak Rembetiko 

Mübadiller topraklarından koparılmanın ve yıllarca emek vererek kurdukları hayatları terk etmek zorunda olmanın acısını bir müzik türüyle ifade etmişler, 
bunu bir “hatırlama” aracı olarak görmüşlerdir. Çünkü müzik büyüleyici, coşturucu ve etkileyici niteliğiyle mübadillerin üzüntülerini dile getirdiği gibi, diğer yandan geçmişlerinin bir parçası olarak vazgeçmedikleri, kısıtlamalara rağmen dinlemeye, söylemeye, geliştirmeye devam ettikleri, dönemin uluslaştırma politikalarına karşı kendi hayatlarını ve kimliklerini korumak için gösterdikleri hayati önem taşıyan bir “direnç” olarak işlev görmüştür. 
Rembetikonun “direnç” olarak algılamamıza yol açan etmenler arasında bu müzik türünün ortaya çıkışı ve tarihsel gelişimi gözümüze çarpmaktadır zira 
rembetikonun gelişimi Türk-Yunan göçüne paraleldir. Diğer taraftan “rembetiko” kelimesi etimolojik olarak incelendiğinde “isyan” anlamın temelini oluşturmak tadır. Bu kelimenin Sırpça “rebenak (isyan)” kelimesinden türediğini iddia edenler olduğu gibi Türkçede düzensiz birlikler için kullanılan “rebet asker 
(otoriteye uymayan asker)” kullanımından kaynaklandığını iddia edenler de bulunmaktadır.(Petrepoulos). Slav dilindeki “reberoc(delikanlı)” , 
İtalyanca “rembelos(devrimci)” Yunanca’da “rembeme (başıboş gezmek)” kelimeleri gibi alternatiflerin ortak özelliği bu kelimelerin “isyan-başkaldırı” 
anlamını barındırmasıdır 

Rembetiko olarak bilinen müzik türünün Türk-Yunan göçü esnasında ya da sonucunda ortaya çıktığını söylemek yanlıştır. Bugüne kadar yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkan arşiv, belge, plak ve kayıtlardan bu müzik türünün 1850’lerde ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Tarihte ilk olarak bu tarz müziklerin ağırlıklı olarak görüldüğü bölgeler Yunan diasporasının toplu olarak şehir hayatını benimsediği bir dizi yerleşim merkezidir.(Holst, 1993) Bu bölgenin gerek Osmanlı döneminde gerekse Osmanlı sonrası dönemde coğrafi olarak hareketliliğe sahip olması bu müzik türünün köklerinin belirginleşmesine ve netleşmesine engel olmuştur. Bir diğer etmen ise, bu sanatsal faaliyeti yaratan ve tüketen toplumsal bağlamlardaki benzerliklerdir. Bu yerleşim yerleri İzmir, İstanbul, Selanik gibi liman şehirlerinin yanı sıra Pire Atina gibi Yunan şehirlerini de kapsamaktadır. 

1922 Mübadelesi’ne kadar İzmir ve İstanbul, ticari ve sosyokültürel yükseliş içerisinde olan şehirlerdir. Bu büyük şehirlerde birlikte yaşayan Türkler ve Rumlar her alanda birbirlerinden etkilenmişler, dönemin “cafe amanlarında (müzikli semai kahveler)” her dinden ve her dilden müzikler icra etmişlerdir. İşte bu müzikli kahvelerde çalınıp söylenen müzik “rembetiko”dur.(Holst,1993) Bu kahveler o dönemde “amane kahvesi” olarak adlandırılmakta olup, amane kahveleri Türk mahalle kahvelerinin düşük düzeydeki birer taklidi gibidirler. 20.yüzyılın başlarında özellikle tiyatro oyunlarında yeni yeni belirginleşen bu müzik bir dış olayla gelişerek yayılmıştır. Lozan Anlaşması ile şartları belirlenen Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi’nde yaklaşık 2 milyon insanın yer değiştirmesi, bu müzik türünün çeşitli şehirlere taşınmasını ve bilinirliğinin artmasını sağlamıştır. Mübadeleyle birlikte bütün kültürel birikim Yunanistan’ın yeni gelişen şehirlerine taşınmış ve bu bölgelere zenginlik kazandırmıştır. Mübadiller, geldikleri toplumun beceri, incelik ve yaşam pratiklerini beraberinde getirmişlerdir. Rembetikonun ünlü müzisyenleri Sotiria Bellu, Yorgos Rovertakis ise küçük yaşlarında İzmir’den Yunanistan’a göçen mübadillerdir. Rembetiko sanatçılarının yüzde kırkının mübadil olduğu söylenmektedir. (Theodorelisrigas) Mübadillerin beraberinde getirdikleri müzik tavrı amane kahvelerinde el üstünde tutulan bir tür olmuştur. Rembetikonun iki temel tarzından biri olan “İzmir Ekolu” daha çok mübadillerin Anadolulu öğeler barındıran, mübadiller tarafından söylenen bestelenen şarkılardan oluşurken, diğer tarz olan “Pire Ekolu” daha çok Yunanistan’da bulunan yerleşiklerin rembetikoyu yorumlama biçimidir. Rembetiko müzisyenleri, İzmirli meslektaşlarının müzikal yeteneklerinden büyülenmişlerdir 

Rembet müziğin ulus-devlet uygulamaları karşısındaki görünümü iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan ilki bu dönem politikalarının insanlar üzerinde bıraktığı yıkıcı etkinin dile getirilmesi ve müzikle kendini ifade etmedir. Diğeri ise geçmiş dönem yaşantının bir uzantısı olarak müziğin çalınıp söylenmeye devam 
etmesi böylece geçmişin bir parçası olarak tarihi yaşatmak şeklinde zuhur etmiştir. İlk duruma örnekleri ulus-devlet uygulamalarının her iki taraf için de en görünür şekli olan göç esnasında fazlaca görmekteyiz. Hatta çok ünlü bir film olan 1983 yapımı Kostas Ferris yönetimindeki “Rembetiko” adlı film tam da bu 
durumu yansıtmaktadır. 1922’de Türk-Yunan Göçünün hızlanmasıyla birlikte göç etmiş insanların bir taraftan fakirlik ve ekonomik sıkıntılarla boğuşurken diğer 
taraftan yerleşikler tarafından dışlanmalarını ve yeni yerleşimlerdeki sorunlarını ele almaktadır. Filmin başkahramanı “Marika” tıpkı ailesi gibi, yaşamlarında 
çektikleri acılardan dolayı müziğe tutunurlar ve aile boyu rembetiko çalıp söyleyerek acılarını ifade ederler. Marika’nın ailesi gibi göç yıllarında Yunanistan’da umduklarını bulamayan beş yüz bin kadar mübadil Amerika’ya göç etmiş, derin gurbet acısı çeken kişiler kederli şarkılarını plaklara kaydetmişlerdir. 

Rembetiko şarkıları vasıfsız, yarı zamanlı işçiler, kent yoksulları ve toplumun alt kesimleri gibi marjinal grupların kendi adlarına konuşma, kişisel ve müşterek 
öykülerini aracı olmadan anlatabilme imkanı sunmuştur. Rembetiko şarkıları bu anlamda aşırı yoksulluk, umutlar ve korkulara dair zengin bir birikimdir. 
Zaten özellikle göç döneminde okunup söylenen çoğu rembet şarkının teması: göç, dışlayan coğrafya, polis hapishane.. gibi konulardır. Rembet müziğine ait 
şarkı sözlerine baktığımızda, aslında göç edenlerin göç nedeniyle yaşamları kötüleşenlerin, savaş yıllarının neden olduğu karmaşanın dili olduğu görülmektedir. Müziğin dili bize yaşananlar hakkında ipucu verebilmektedir. 

Göç sırasında gemilerle taşınmış olan mübadiller çok kötü koşullarda yolculuk yapmışlardır. Bu yolculuklar esnasında pek çok kişinin yaşamını kaybettiği, 
ağır bulaşıcı hastalıklar yaşandığı ve bu durum nedeniyle limanlarda karantina bölgeleri oluşturulduğu kayıtlarda belirtilmektedir. Rembet şarkılarında da bu 
yolculuk karamsar bir dille anlatılmış gemiye binmek ölümle bağdaştırılmıştır: 

“Ah, gemide ölürsem eğer ne derler ki? 
Genç bir çocuk öldü, 
Yaşam dolu bir levent.(aman,aman) 
Ah, gemide ölürsem eğer, 
Denize atın beni 
Kara balıklar, tuzlu sular yutsun.(aman, aman)”

( “Gemide Ölürsem Eğer”, “a History of Rembetika” adlı plak 1920 kaydı ) 

Rembet şarkı sözleri incelendiğinde “ayrılık acısı” en genel tema olarak göze çarpmaktadır. Geldikleri topraklara duyulan özlem, İstanbul’un güzelliği Anadolu’nun bereketli toprakları, İzmir’in büyülü havası şarkılarda birçok kez yerini bulmuştur. (Bkz: Şarkı: Göçmen Kızı) 

Rembet şarkılarının yukarıda örneklerle anlatıldığı gibi duyguların dışa vurumu olmasının yanı sıra tarihin bir taşıyıcısı olduğundan da bahsetmiştik. 
Bu fonksiyonu ile müzik bir yaşam pratiği olarak geçmişin devam ettirilmesinin bir yöntemidir. Yaşam sürülen mekanlar değişse de günlük hayatı sürdürme 
biçimleri devam etmektedir. Rembetiko müziğinin en ünlü temsilcileri Türk-Yunan Mübadelesini bizzat yaşamış olanlardır. Rembetikonun bir yaşam pratiği 
olarak taşınmasının ve gidilen yerlere götürülmesinin diğer bir kanıtı da rembet müziğinin içinde barındırdığı Anadolulu ezgilerdir. 

Yunanistan’da “İzmir ekolu” şeklinde gelişim gösteren rembet müziği çeşitli siyasal iktidarlar tarafından sansüre uğramıştır. Bunun altında bu müziğin 
“Al’a turca” olarak görülmesi yatmaktadır. Göçmenlerin söylediği rembetiko şarkıları makamla söylenen müzikleri, zeybekiko, kasapiko, çiftetelli gibi oyun 
ritimleriyle ya da ud, santur, kemençe gibi enstrümanlarla bariz biçimde Şarklı, Şark’a aittirler.(Gauntlett , 2005) Batılılaşma yolundaki Yunanlılar rembet 
şarkılarını kendilerine hakaret olarak görmekte ve bu şarkılardan utanç duymaktadırlar. Hatta bu bakış açısı Zacharias Papantonıu ‘nun şu sözleri ile özetlenebilir: 
“ Tutkularının anlatımını böyle içten içe kaynayan bir müziğe havale eden bir millet, bizim Avrupa’da söylendiği gibi, medeniyet sınırlarının haricine düşer.”( 
Eleftron Vima, Atina Gazetesi 3 Temmuz 1938 ). Bu bakış açısına paralel olarak göçmenler bu müzik türünün kendilerine ait olmadığını savunma yarışına bile 
girişmişlerdir. Yazar Dimitris Liatros Doğu Trakya’dan göçmek zorunda kalan ailesine ithaf ettiği kitabında, buzuki ve kendi düşüncesine göre Yunan popüler 
müziğinin en “sefil” örneğini teşkil eden rembetiko şarkılarıyla mübadilleri ilişkilendirmenin kendilerinin sürekli aşağılanmasına yol açtığından bahseder. 
Yazar bu kitabında bu lekeden kurtulmanın yollarını aramakta verdiği örneklerle kendini temize çıkarmaya çalışmaktadır.( Gauntlett, 2005) Şarklı yapısı ile 
rembetiko Yunan toplumunda damgalı ve marjinal bir konuma itilmiştir. Modern Yunanistan ulus-devleti kendini, hüküm sürdüğü coğrafyada batı değerlerinin ve 
nüfusunun temsilcisi ve Avrupa’nın demokratik gelişiminin temel esin kaynağı olan Antik Yunan kültürünün mirasçısı ve devamı olarak görmektedir. Yunanlılar 
itibarlı bir geçmişin ayrıcalıklı sahipleridirler. Bu ideolojik bakış ülkenin yakın Osmanlı geçmişini reddederek, yıllardır iç içe yaşamanın vermiş olduğu kültürel 
etkileşimin “olumsuz” algılanmasına ve bu kültürü “unutma” yoluna gidilmesinin gerekliliğine inandırmıştır. Helen kültürünü ortaya çıkarmak, geliştirmek ve 
bu kutlu mirası korumak Yunan ulus-devletinin temel problemi haline gelmiştir. 

Bu durum Yunan edebiyatında, gazetecilikte, tarih yazımında ve kültürel eleştirinin her türünde kendini göstermiştir. Yunan müziği de bu söylemden payını almıştır. Yakın geçmişten bir örnek verecek olursak Ağustos 1990 tarihli Olimpic Havayollarının Motion Dergisi’nin yayınladığı “Yunan müziği” adlı uzun makaleye bakabiliriz. Bu yazıya göre Yunan müziği binlerce yıl içinde, hemen hemen hiçbir dış etki altında kalmadan bugüne varmış ve bütün dünyayı etkilemiştir. Yine yazıda Yunan çalgılarının içinde keman, zurna, kemençe, gitar, tambur gibi çalgıların da olduğu iddia edilmiştir. Hatta dergide yayınlanan fotoğraflarda Antik Apollon Tapınakları’nın kalıntıları önünde zurna ve tambur çalan çalgıcılar görülmektedir. Yunan müziğine dair bu iddiaların doğruluğu tartışılmamakla birlikte Yunanistan’da müziğin bir milliyetçilik argümanı olarak kullanıldığı görülmektedir. Özellikle Lozan Anlaşması’ndan sonra bu söylem, Yunanistan içinde hakim olan grubun, kültürel, sosyal ve siyasi açıdan Doğu’dan gelen göçmenleri aşağılamasına hizmet etmiştir. 

Metaksas hükümeti rembetikonun, yeni filizlenmekte olan kayıt endüstrisine en baştan sansür uygulamıştır.( Gauntlett, 2005) Eylül 1937’den beri kaydedilecek 
olan her parça öncesinde Devlet Sansür Kurulu tarafından söz ve müzikleri incelenerek kayda girmesi kararlaştırılmış, bu sansür kurulu Hariklaki, Hasapiko, Katife ve Zeybekika türündeki tüm şarkıları reddetmiş ve kaydına izin vermemiştir. Rembet şarkıları söyleyenlerin yaşam tarzı da Metaksas hükümetinin sansürüne konu olmuştur. 1937 yılında ticari plak şirketleri tarafından popüler müziğin yayılması karlı ve saygın bir yol iken, “İzmir ekolu” rembet şarkıların ve amanelerin bu endüstriden dışlanması muhakkak ki bu müziğe büyük bir darbe olmuştur. Rembetikonun tehlikeli görüldüğü yıllarda polis tarafından buzuki ve bağlama gibi müzik aletleri toplatılmış ve tahrip edilmiştir. Hatta kalabalık Yunan şehirlerinde bu durum o kadar çekilmez bir hal almıştır ki, rembet şarkıcılar zaman zaman yaşadıkları şehirleri terk etmek zorunda kalmışlardır.(Holst,1993) Hükümetin bu müzik türüne olan baskısı, rembet şarkıların şarkı sözlerinin daha üstü kapalı bir hale getirmiştir. Bir kısım göçmen besteci ise rembetikoya yapılan baskılar sonucu, baskı altına alınmış temalardan farklı olarak (göç, özlem, acı, uyuşturucu) içeriği erotik ilişkilere, şenlikli gürültülü yaşama kaydırmıştır. 

Rembetiko müziğinin kökleri yukarda belirtmiş olduğum gibi Türk-Yunan mübadelesinden yaklaşık 50 yıl öncesine dayanmaktadır. Ancak doğulu özellikleriyle rembetiko dışlanma ve baskı görmekten kaçamamıştır. Doğu, Batı’nın ilerlemesinin, girişimciliğinin, temiz bir yaşamın antitezi olarak görülmektedir. Tüm bunlara rağmen göç dalgasının büyük etkisiyle rembet şarkılar, 20.yüzyılın başından itibaren Türkiye’deki kahvelerden gezici sanatçılar vasıtasıyla Yanya’dan başlayıp İstanbul ve İzmir’e kadar uzanmış ve Yunancanın konuşulduğu tüm anakarayı etkisi altına almıştır. Mübadillerin yeşerttiği müzik türü, 1930’lardan itibaren Yunan müziğinin diğer tüm çeşitlerine oranla en fazla dinlenen ve en karlı müzik endüstrisi haline gelmiştir. Birçok yayından da anlaşılacağı üzere, rembetikonun bu noktaya gelmesinde mübadillerin rolü çok büyüktür. 

Görüldüğü gibi rembetiko milliyetçilik ideolojisinden kaynaklanan uygulamalardan yara alsa da ayakta kalmayı becerebilmiş ve günümüzde bile hala dinlenen bir müzik türü olmayı başarmıştır. Bu yönüyle rembetiko toplumsal hafızanın bir taşıyıcı olarak yıllardır çalınıp söylenen, tekrar tekrar canlanan ve gelişen bir direniş müziğidir. Rembetikonun etimolojik incelemesinde de görüldüğü gibi bu müzik türüne “direniş, isyan” anlamlarına gelen isimlerin verilmesi bu anlamda bir tesadüf olarak görünmemektedir. 

SONUÇ 

Gündelik yaşamın her alanında karşımıza çıkabilecek bir sanat dalı olarak müzik, iyi bir bellek taşıyıcı ve iyi bir aktarım mekanizmasıdır. Müzik toplumda 
ortak duygu ve düşüncenin dilidir Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi pek çok sanat dalına ilham verebilecek olaylara sebebiyet vermiştir. Başlı başına alıştığı yerden başka bir yere göç etmek zorunda kalmak yeterince trajikken, buna bir de yolculuk sırasında yakınlarını kaybeden, gittiği yerde yaşam alanı bulamayan, dışlanan, yoksulluk çeken, işini kaybeden binlerce insanın acısı eklenmiştir. Rembetiko acı çekenlerin müziğidir. Kökleri geçmişe dayansa da mübadele sırasında Anadolu ve Rum topraklarına aynı anda gelişim göstermiş, özellikle göçmenlerin kendilerini ifade ettiği coşkulu bir dil olmuştur. Rembetikonun gelişim sürecini incelediğimizde zorunlu göçün bir dönüm noktası olduğu anlaşılmaktadır. Mübadillerle birlikte kalabalık şehirlere taşınmış ve popülaritesi artmıştır. Rembetiko kullanılan çalgılar, kullanılan makamlar, icra eden şarkıcılar ele alındığında “şarklı” bir müzikal özellik göstermektedir. Türk ve Yunan milliyetçiliğinin ortak özelliği olan homojenleştirme politikasının sonucunda yaşananlarla birlikte gelişim gösteren rembetiko, icra edildiği topraklarda yine milliyetçi düşünce biçimi nedeniyle engellenmeye çalışılan, yasaklanan ve hor görülen bir müzik türü olmuştur. Yunan milliyetçiliği rembetikonun doğulu özelikler göstermesi sebebiyle kendi kültüründen silmek ister ve aşağılar. Siyasi olarak hemen hemen her dönem sansüre uğrar ve her zaman siyasi bir malzeme olarak kullanılır. Özellikle Yunanistan’ın kurulmasından hemen sonraki yıllara tekabül eden Metaxas hükümeti, rembetikoya yoğun sansür uygulamıştır. Ancak rembetiko çalınıp söylenmeye devam etmiş, günümüzde bile varlığını sürdüren bir müzik olarak toplumsal hafızanın direnişinin güzel bir simgesi olmuştur. Rembetikonun kelime anlamına da uygun şeklide bir direniş olarak algılanmasının temelinde bu müzik türünün geçmişin izlerini barındıran doğduğu toprakların kültürünü aktaran, bunun yanında yaşanan acıları dile getiren ve kendini ifade etme biçimi olan bir sanatsal duruş olması yatmaktadır. Rembetiko bir direnişin müziğidir. Çünkü her türlü engellemelere karşı varlığını sürdürmüş, köklerini kopmak zorunda olduğu “ev”lerine dayandırmıştır. Rembetiko toplumsal hafızanın bir taşıyıcısıdır çünkü müziğin büyülü sesiyle nesilden nesile aktarılan bir hikayesi vardır. 

Her iki ülkenin de milliyetçi politikaları kendi ulus-devletlerini yaratırken bir taraftan da halkların barış içinde bir arada yaşaması ihtimalini şiddet yoluyla 
darmadağın etmiştir. Bir yandan çok kutsal sayılan millet olmak için çabalamış, diğer taraftan birbiriyle çatışma haline sokmuş, milleti oluşturan bireyleri arada 
bırakmış, tarafını seçmeye zorlamış ve hayatlarını belli bir kalıba sokmaya uğraşmıştır. Günümüzde dünyanın “doğal düzeni” olarak algılanan ulus-devletler bu algının arkasına saklanarak zaman zaman halka şiddet uygulamaktan geri kalmamışlardır. Bir ulusu başka bir ulustan üstün kılan ve onun ezelden beri var olduğunu savunan, bu ulusun asli özelliklerini sürekli vurgulayan abartılı bir anlatımın hayatımızı bu denli etkilemeye hakkının olup olmadığı sorgulanmalıdır. 

Yunan ve Türk ulus-devletlerinin şanlı anlatılarının gölgesinde üzülen, hor görülen, ötekileştirilen ve hayatları kötüleştirilen insanlar yatmaktadırlar. Milliyetçiliğin ayrıştırıcı söylemlerinin gölgesinde var olma mücadelesi veren belleklerin ve karşı kutuplara yerleştirilen insan manzaralarının aslında birbirinden farklı olmadığı görülmektedir. 


KAYNAKÇA 

ANDERSON, Benedict (1993), Hayali Cemaatler Milliyetçiğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları 
ALİ, Sabahattin (2003), Sırça Köşk, Yapı Kredi Yayınları,İstanbul 
ASSMAN, Jan (2001), Kültürel Bellek, Çev: Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, 1.Basım, İstanbul 
CLARK, Bruce (2008), İki Kere Yabancı. Çev: Müfide Pekin, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2008, s.109 
CONNERTON, Paul (1999), Toplumlar Nasıl Hatırlar, Çev: Alaeddin Şenel, Ayrıntı Yayınları, 1.Basım İstanbul 
DURGUN, Şenol (2005), Modernleşme, Demokrasi, İslam, Ankara, Alter Yayıncılık, 
ERDOĞAN, Mustafa (1999), Milliyetçilik İdeolojisine Dair, Liberal Düşünce, Sayı 15, Yaz. 
GAUNTLETT, Stathis (2005), Şarkiyatçılık ve Garbiyatçılık Arasında Küçük Asya Göçmenlerinin Yunan Populer Müziğine Katkısı ve bu Katkının Onaylanması, 
Egeyi Geçerken, Der: Renee Hırschon, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 
GELLNER, Ernest (2008), Uluslar ve Ulusçuluk, Hil Yayın, 2.Baskı, İstanbul 
HOBSWAN, E.J.(1993), 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları 
HOLST, Gail (1993), Rembetika, Çev: V.Çelik Akpınar, Pan Yayıncılık, 1.Baskı, İstanbul 
MİLAS, Herkül (2007), ”Türk Edebiyatında Nüfus Mübadelesi Metinleri Arkasındaki 
Fısıltı”, Egeyi Geçerken Der: Renee Hırchon, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 
SANCAR, Mithat(2010), Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim Yayınları,3. Baskı İstanbul 
SANTAMARİA, Yves (1998), “Ulus-Devlet: Bir Modelin Tarihi”, Uluslar ve Milliyetci-likler, Çev: Siren İdemen Haz: Jean Leca, Metis Yayınları, İstanbul 
SMITH, Anthony D.(2002), Ulusların Etnik Kökeni,, Çev: Bahadır Sina Şener, İstanbul, Dost Kitapevi Yayınları 
ÖZKIRIMLI, Umut (2008), 21. Yüzyılda Milliyetçilik, Der: Umut Özkırımlı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 
ÖZSOY, İskender(2007), Mübadelenin Öksüz Çocukları, Bağlam Yayıncılık 
YALÇIN, Kemal(1998), Emanet Çeyiz&Mübadele İnsanları, Bir Zamanlar Yayıncılık 
YILDIRIM, Onur (2006), Diploması ve Göç Türk-Yunan Mübadelesinin Öteki Yüzü, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 
NTV Tarih Dergisi, Ocak 2012, Sayı:36 ss:28-47 Pelin Böke, “ İzmir’de Giriti Hatırlamak”, 
http://www.lozanmubadilleri.org.tr/arastirma_pelinboke.htm, E.T. 04.03.2014 
Elias Petrepoulos, “Rebetoloji”, 
http://www.muammerketencoglu.com/imgs/Rebetika_Sarkilari.pdf E.T: 04.03.2014 
Haris Theodorelisrigas,”Marjinalleşme sesleri: Rembetiko Şarkıları Üzerinden Mübadele 
Deneyiminin Yunanistan’daki Yönleri” 
http://www.karalahana.com/makaleler/tarih/mubadeleden-sonra-rembetiko-sarkilari.htm, .E.T. 05.03.2014 


***

Ulus-Devlet Anlayışı Karşısında Toplumsal Hafızanın Direnişi: Rembetiko Örnek Olayı BÖLÜM 1




Ulus-Devlet Anlayışı Karşısında Toplumsal Hafızanın Direnişi: Rembetiko Örnek Olayı BÖLÜM 1

Didem GÜNGÖR FIRAT1
1 Gazi Üniversitesi Siyaset Bilimi Yüksek Lisans Öğrencisi 


Bu çalışmanın konusu uluslaşma sürecinin bir sonucu olarak meydana gelen zorunlu göçün toplumlar üzerindeki etkileridir. Modernleşmeyle birlikte ortaya 
çıkan ulus-devletlerin en fazla 300 yıllık bir geçmişi olsa da, uluslar yalnızca devletin örgütlenme şeklini değiştirmekle kalmayıp toplumsal ve bireysel yaşamın tümüne yayılan yeni bir bakış açısı sunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından, Türkiye ve Yunanistan da ulus-devlet olma sürecine girmiş ve birbirine birçok yönden benzeyen deneyimler yaşamışlardır. Bu dönemde tek bir doğru olarak algılanan milliyetçi bakış açısıyla uygulanan politikalar, “milletler” yarattığı gibi “düşmanlar” da yaratmış ve zaman zaman toplumsal trajedilere yol açmıştır. 19. yüzyılın sonlarından itibaren, uzun yıllar boyunca aynı yönetim altında var olan iki farklı topluluk olarak “Türkler” ve “Yunanlılar” milli siyasal varlıklarını ve kimliklerini birbirinden arındırmaya uğraşmışlardır. Türk –Yunan Zorunlu Mübadelesi işte böyle bir ayrıştırma/ belirginleşme çabasının sonucudur. 1922-1924 yılları arasında Anadolu’da yaşayan yaklaşık 1.200.000 Anadolu Rum’unun ve Yunanistan’da yaşayan yaklaşık 400.000 Rumeli Müslüman’ın yerinden yurdundan edilmesi, göç edenler açısından kargaşa ve umutsuzluk kaynağı olmuş, bunun yanı sıra her iki ülkenin toplumsal, kültürel dokusunda ve siyasal ilişkilerinde temelli dönüşümler ortaya çıkarmıştır. Farklı grupların bir arada barış içinde yaşamalarını destekleyecek siyasal ve yasal düzenlemeler hayata geçirmek yerine seçilen bu yöntem dönemin bir gereği olarak savunulsa da, mübadelenin sosyal sonuçları değerlendirilmemiştir. Ünlü bir mübadil yazar olan Dido Sotiriyou, Benden Selam Söyle Anadolu’ya adlı kitabında bu uluslaşma sürecinde yaşanan kanlı çatışmaları ve düşmanlıkları anlatır ve kitabının sonunda “bunlara sebep olanlara lanet olsun” diyerek sözlerini bitirir. Ünlü yazarın bu 
tepkisi, mübadele sırasında “belli bir kimliğe ait belli sayıdaki insan” olarak görülen mübadiller için ortak bir serzenişin ifadesidir.. Göç etmek zorunda bırakılanlar bu uygulamalara karşı pasif aktörler olarak değerlendirilmişse de kendilerine has biçimlerle tepkilerini ifade etmişleridir. Toplumsal hafıza bir “var olma biçimi” olarak mübadiller tarafından bir direniş aracı olmuştur İnsanın yaşamını anlamlandıran ve bugunü anlamasını sağlayan “hafıza” topluluklar için de hayati bir önem taşımakta ve ne olursa olsun korunmaktadır. Hafıza pek çok şekilde nesilden nesile aktarılabileceği gibi duyguların coşkulu ve akıcı bir dille anlatımı olan müzik yoluyla da aktarılmıştır. Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi’nde toplumsal hafızanın taşıyıcısı olarak rembetiko böyle bir işlev gömüştür. 

Ulus-Devlet ve Ulusun İnşası 

Ulusun modern bir kavram ve düşünce olarak bugünkü anlamıyla kullanımına 18.yüzyıldan önceki yazılı kaynaklarda rastlanmamaktadır. 18.yy’dan önce 
modern anlamıyla ulus kavramının kullanılmaması ulusun modernleşmeyle birlikte şekillendiği ve ortaya çıktığının bir kanıtı olarak görülebilir. Gellner, ulusun moderniteyle birlikte var olan, modern devletle birlikte oluşan, sanayi toplumuna geçişin nedenlerinden ve bu toplumun kendi nesnel koşullarından 
kaynaklanarak şekillenen bir sürecin ifadesi olduğunu söylemektedir.(Gellner,2008) Modernleşme, beraberinde getirdiği ekonomik, kültürel, sosyal değişikliklerle birlikte “devlet”in örgütlenme biçiminde de farklılık yaratmış ve “ulus-devlet”ler ortaya çıkmaya başlamıştır. “Ulus-devlet” modernliğin siyasal tezahürü durumundadır. 
Modern ulus kavramı daha çok devletle ilintilendirilir çünkü modernleşmeyle birlikte bu kavram politik bir hal kazanmış ve devletle bütünleşmiştir. Modern 
ulus-devletler, Avrupa’da Ortaçağ gibi erken bir dönemde filizlenen ancak Fransız Devrimiyle itici bir güç kazanan belli bir toprak parçasına yerleşmiş olan ayrı halkların tek millete mensup insanlar haline dönüştürülmesi sürecidir. Modernliğin toplumsal yapının tüm katmanlarında oluşturduğu bu köklü ve hızlı değişim var olan tüm kurum ve kavramların da bu yeni düzene uyarlanmasını gerektirmiştir. Modernleşen toplumda “geleneksel” olanın var olma şansı azalırken toplum farklı örgütlenmeler ve yeni kavramlar oluşturmaya başlamıştır. Ulus-devlet ve modern devlet birbirlerine çok kolay adapte olmuş, toplumsal ekonomik ve kültürel modernleşmenin işlevsel yansımaları diğer sistemlerden çok daha fazla uyum kapasitesi göstermiştir. Her şeyden önce toprak çok kıymetli bir konuma yerleşmiştir. Ulus-devletle birlikte devletin “sınır”ları kesin olarak belirlenmiş ve bu belirlenmiş toprak üzerinde yaşayan insanların ortak bir kimliklerinin oluşturulmasına, kimliklerin ise kalıplaşmasına yol açmıştır. Belirli bir toprak parçasında ancak belirli bir kimliğe sahip olanların faydalanabileceği haklar ortaya konmuştur. (Teritoryal devlet) Bu bağlamda ulus-devlet, ortaçağ devletlerinden ve monarşik-oligarşik devletlerden farklı olarak, başlıca yürütme, yasama ve yargı işlevlerinin ulusal bir hükümetin elinde merkezileştiği ve ilke olarak bütün yetkilerin yurttaşların formel eşitliğine dayalı siyasal katılımına olanak tanıyan bir siyasi sistemdir.( Santamaria, 1998) Ulus-devletler, 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren küresel ölçekte yaygınlık kazanmıştır. 
Dönemin genel siyasi akımları ise kendi ulus-devletini oluşturmak isteyenlerin siyasal bağımsızlık mücadelelerinden oluşmaktadır. Ulusçuluk toplumsal ve 
siyasal dünyanın başlıca aktörlerinden biri ve gündelik hayatlarımızın dokusunun asli bir parçası haline gelmiştir.(Özkırımlı, 2008) Bir kaç yüz yıllık geçmişi 
olan bu sistem hayatımızın o kadar parçasıdır ki başka bir devlet sisteminin var olabileceğini bile düşünmek şu an için kolay görünmemektedir. 

Modernleşme ve ulus-devlet arasındaki tarihsel ilişki modernleşme mi ulusu yaratmıştır yoksa ulus daha önceden var olagelen bir kavram mıdır tartışmasını 
beraberinde getirmiştir. Ulus-devletlerin ortaya çıkışı ve kökenlerine dair yapılan tartışmalar, ulusların toplumsal olarak kurgulandığını, suni olarak 
oluşturulduğunu çoğunlukla ortaya koymaktadır. Ulusun doğal bir şey olduğu zaman ve mekan içinde insanlık tarihi boyunca bozulmadan devam ettiği, 
Tanrı tarafından verilmiş doğal bir insan ırkı bölünmesi olduğu düşüncesi 20.yüzyılın ikinci yarısına kadar popülaritesini korumuştur. Ancak böyle bir durumda ulusların insanlık tarihi boyunca var olması gerekirdi. Uluslar konusunda daha sonra yapılan kapsamlı araştırmalarda ulusların sonradan toplumsal proje olarak üretilen, hayal edilmiş, oluşturulmuş topluluklar olduğu fikri yaygınlık kazanmıştır. 

Ulusların oluşumunu aydınlatacak ve ne zaman nasıl tarih sahnesine çıktığını anlatacak tek bir model yoktur. Ulusların ortaya çıkışı ile temel tartışmalar 
iki temel düşünce etrafında gelişmektedir. Bunlardan ilki bir ulusun bağımsız bir devlete dönüşmesini anlatırken, diğeri var olan devletin bir ulusa dönüşme 
çabasını anlatmaktadır. İlk durumda devletin varlığı öncesinde ulus zaten varlığını sürdürmekte, ikincisi ise devlet bilinçli olarak vatandaşlarını özel bir 
yurttaşlık modeline göre şekillendirmektedir. Devletin bu iki çeşidi ulus-devleti oluşturan iki farklı yolu temsil etmektedir.(Hobsbawn, 1993) 
Buradan ulus-devlete giden iki yolu, ideal tiplemelerle ortaya koyacak olursak devlet olmaya başlayan en iyi ulusa örnek İsrail verilebilecekken, Polonya ve 
Almanya uygulamaları da bu gruba dahil edilebilir. İkinci oluşuma örnek olabilecek en belirgin örnek ise Fransa’dır.(Durgun, 2005) Fransa bir devletin sistematik bir biçimde ulusu oluşturmasına örnektir. Almanya örneğindeki gibi bir harekette ise, etnokültürel temele vurgu yapılarak ulus-devlet olmaya başlanmış tersi durumda da “ulus inşa etme” mekanizması devreye sokulmuştur. 

Ulus-devletlerin şekillendirilmesi “milliyetçilik” ideolojisi ile gerçekleşmiştir. Milliyetçiliğin tanımlarında ortak olarak kullanılan unsur milliyetçiliğin bir 
“inşa etme” amacının olduğudur. Modern devlet hükmettiği insanlar arasındaki farklılıkları törpülemeyi ve onlardan bir ulus ve birlik yaratmayı hedefler. 
Milliyetçilik bir ulus kurgular ve ulusu oluşturmak için çeşitli mekanizmalardan faydalanır. 

Bunun için devletin sınırlarının belirlenmiş olması hem ulusun devlet olmadaki en önemli adımı olmakta hem de kendini ulus olarak tanımlayanların 
kendine ait bir toprak parçasında bir devlet kurması gerektiğini söylemektedir. Devletin temelini ise bir ulusun kimliği oluşturmaktadır. Her ulus kendi sınırları 
içinde kendi geleceğini tayin edebilecek ve sonsuza dek bu devlet şeklini sürdürecektir. Bir bütün olarak ulus-devleti oluşturmak “ortak kültür” “ortak dil” 
,”tarih gelenek”, “etnisite” gibi unsurların “ortaklığı” ve “paylaşımı” ile mümkün olacaktır. Tüm bu unsurlar ulus olmanın ve ortak bir kara parçası ile ortak 
bir kaderi paylaşanların aidiyet duygusunu sağlamlaştıracaktır. Kültür, dil, tarih, gelenek etnisite gibi ortak özellikleri çeşitli kamusal mekanizma ve süreçlerde 
işleyip bilinçli bir şekilde ulusal kimlik yaratma çabaları ulus oluşturma-inşa olarak adlandırılır.(Erdoğan, 1999) Ulus inşa sürecinin temel koşulu ortak bir kimliğin varlığıdır. Tek bir ulusal kimliğin olmaması ulus-devletin istikrarını sarsarak, uzun vadede başarılı olmasını engelleyecektir. Dağınık şekilde olan toplulukların belirli bir ulusa aidiyetleri sahip oldukları yurttaşlık bilinci ve kimlikleriyle sağlanacaktır. 

Birbirine sıkı bağlarla yaklaşmış bu toplumun geleceği için tüm bunları kontrol edebilen işlevsel bir devlet aygıtı geliştirilmelidir. Yurttaşlık bağının kurulması, yurttaşı devlete karşı bir takım yükümlülükler altına sokarak, kişiyi devlete ve millete sadakatle, itaatle görevli kılar. Devlet ise kendisine bağlı olan yurttaşı koruma altına alma, adaletli davranma ve refah içinde bir hayat sürmesini sağlamakla görevlidir. Yurttaşlar ulusal kimliğin faydalarını yaşar ve yurttaşlık  bilinciyle bu kimliğe sarılırlar. Diğer yandan ise yurttaş kimliğine dahil olmayanlar avantajları yaşayabilmek adına bu kimliğe dahil olmak isterler, bu iki durum da ulusal kimliği güçlendirmektedir. Ortak bir dilin kullanılması, örgün eğitim, zorunlu eğitim, zorunlu askerlik , ortak bir din ..vb gibi unsurlar bu birlikteliği sağlamaya katkıda bulunur. 

Özellikle Avrupa örneklerine baktığımızda ulus-inşasında tipik bir süreç yaşanmıştır. Bir topluluk milli aydınlanma yoluna girdiği zaman önce kendi milli 
şuurunu idrak etmeye yönelik bir başlangıç aşamasından geçer. Ulus olma isteği ve bilinci devreye girdikten sonra bir kurtuluş mücadelesine girişilir. Ulusal soy 
kütükleri oluşturulur. Daha sonra bu “suni” akrabalık ilişkileri dışında kalanlar topluluktan bir şeklide ihraç edilirler. Ulusal ideoloji belli gruba mensup olmakta 
başarı göstermeyenleri belirlenen kriterleri yerine getirmeyenleri ötekileştirir. Milli bilinci tehdit eden tüm unsurlar bazen ikna yoluyla bazen sert yöntemler 
kullanılarak “unutulmaya” çalışılır bir ulus olma hedefine hizmet eden tüm toplumsal özellikler yüceltilirken, diğerleri görmezden gelinir. Buradan hareketle 
milliyetçilik ideolojisi eski gelenekleri ve kimlikleri “hatırlar” , yeniden biçimlendirir ve kimi zaman yeniden yaratır. Ulus-devletlerin oluşumu bu haliyle 
değerlendirildiğinde siyasilerin ve entelektüellerin bilinçli gayreti ve hevesli çalışmalarının ürünüdür. Aydınlar millet olma sürecinde çok etkin rol oynamışlardır. 
Milliyetçilerin zihinlerini milli vatanın tahayyülü ve oluşumu çok derinden meşgul etmiştir. 

Türk ve Yunan milliyetçiliği tipik uluslaşma süreçlerini yaşamış birbirine çok benzeyen ancak ısrarla farklılıkları vurgulanan Umut Özkırımlı’nın deyimiyle 
“paralel monologlardır”. Kuruluşlarından bu yana her iki ülke de milliyetçi tahayyüllerinde birbirlerini ötekileştirmiş ve bir tehdit olarak görmüştür. 
Bir zamanlar aynı coğrafyayı paylaşmış birkaç yüzyıl kader birliği yapmış ve aynı yönetim altında bulunmuş bu topluluklar iki farklı “halk”a dönüşmüştür. 
Yunan ve Türk milliyetçiliği, Avrupa’da esen modernleşme ve uluslaşma rüzgarları içinde Osmanlı topraklarının geniş tebaasının geçirmiş olduğu bir nevi 
mecburi değişim süreci sonucunda ortaya çıkmıştır. O dönemde Balkanlar ve Anadolu, etnik toplulukların geçirdiği hızlı kültürel canlanmaya ve milliyetçiliğin 
yayılmasına tanık olmuştur. Kurulan yeni dünyada ayakta kalmayı sağlayacak strateji, genellikle uluslaşma şeklinde ortaya çıkmıştır. Bundan sonrası uzun ve 
sancılı bir “milli uyanış” dönemine tekabül etmekte, uzun entelektüel ve siyasi tartışmalara konu olmakta ve en nihayetinde ne pahasına olursa olsun 
uygulanan bir politikaya dönüşmektedir. 

Osmanlı İmparatorluğu, uluslaşma döneminde pek çok etnik kökenden tebayı barındırmaktadır. Yeni dünya düzeni Osmanlı’nın geleneksel siyasetini çökertmiş 
Yunanlıların, Sırpların, Ermenilerin, Kürtlerin Arnavutların ve Arapların yaşadığı etnik seferberlik ayrılıkçı eğilimleri beslemiş ve Osmanlı’dan kopmalar 
yaşanmıştır. Osmanlı imparatorluğu bu gidişe dur demek amacıyla çeşitli atılımlar yapmıştır. İlk etapta otaya çıkan fikir akımları “İmparatorluk nasıl kurtulur?” sorusu üzerine yoğunlaşmıştır. Bu dönemde etkili olan Osmanlı birliği ya da İslam birliği oluşturma çabaları, daha sonra yeni bir devletin tohumlarını atan Batılı bir Türk Birliği oluşturma fikrine yenik düşmüştür. Türkçülük fikrini benimseyen Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi dönemin aydınları fikirlerin olgunlaşmasında önemli etkiye sahip olmuşlardır. Osmanlının son dönemlerinde filizlenen ve gelişen yeni ulusçuluk akımı Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti için temel teşkil etmiştir. Dönemin hakim görüşü çok uluslu, çok kültürlü devletin birliğinin sağlanabilmesi için, merkeziyetçi ve farklılıklara izin vermeyen resmi bir milliyetçi ideoloji geliştirilmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte yönetici seçkinler günümüzde bile devletin kontrolünde olan resmi bir milliyetçilik oluşturmuşlardır. “Atatürk milliyetçiliği” adı verilen bu resmi ideoloji, herkesi kucaklayan, “yurttaşı” esas alan, kendini “Türk” olarak gören herkese kapılarını açan bir milliyetçilik görünümündedir. Ancak herkesi kucakladığını söylese de pek çok yazar tarafından da dile getirilen “etnik” yönü baskın “Türk” unsuruna ayrıcalık tanımış ve “Türk” olmayı yüceltmiştir. Çünkü ulusal benliği ayırt edici kılan tam da budur. Ulustan olanları-Türk olanları- merkeze oturturken, “öteki” olmayı da böylece tanımlar. Milliyetçiliğin ötekisi hep olmak zorundadır çünkü ulusal geçmişin yeniden icadını mümkün kılan, ulusun ortak olduğu üstün özellikler kadar ötekinin varlığıdır. Ötekinin oluşumuna zemin hazırlayan bir diğer önemli unsur dindir. Özellikle cumhuriyetin ilanına kadar Müslüman olmak Türk olmakla birlikte sık sık anılmıştır. Bu dönemde Türklerin kendilerini her şeyden önce “Müslüman” olarak tanımlamaları Türk kimliğinin dini kimliği de içinde barındırdığı algısı oluşmuştur. 

Türk milliyetçiliği yeni kurulan devlette pek çok uygulama yaparak, Türk olmayı yüceltmiştir. İlk olarak Türk Tarih Tezinin oluşumu ve Türk Tarih Kurumu’nun 
kurulması resmi bir tarihin temellerin atmış, bu tarih teziyle Anadolu’nun ilk ve gerçek sahiplerinin Türkler olduğu ortaya konmuştur. Bu tarihi çalışma “Türk” olmaktan gurur duymayı amaçlamıştır. Türk tarih teziyle Anadolu’ya ezeli ve ebedi olarak sahip olan Türklerin bu şanlı geçmişi kanıtlarla ortaya konulmuş ve itibari düzeltilmiştir. Bu tarih tezini içeren kitaplar küçük yaşlardan itibaren okullarda okutulmuştur. Bir ulus olma adına atılması gereken önemli adımlardan biri de dilde birliğin sağlanmasıdır. Osmanlı’dan beri kullanılan dilde Farsça ve Arapça öğeler fazlasıyla yer almaktadır. Resmi dilin bu yabancı unsurlardan temizlenmesi ve ari bir dil oluşumunun sağlanması görevi Türk Dil Kurumuna verilmiştir. 1928 yılında dil inkılabı yapılarak Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmiştir. Reformların gerekçesi Batıya yaklaşmak ve Osmanlı’nın geri kalmış izlerini silmektir. Dil milli bilinci oluşturmada en önemli unsurlardan biri olarak görüldüğü için sıkı tedbirlerle Türkçenin yaygınlaştırılması sağlanmıştır. Türkçenin kamuya açık yerlerde konuşulan tek dil olması İçin çaba harcanmıştır. Bunların yanında Türk olmaktan kaynaklanan bazı karakter özellikleri tanımlanmış, Türk milletinin zeki, çalışkan ve güvenilir olduğu söylenmiştir. 
“Damarlarında güç ve kudret hazinesi barındıran olağanüstü bir ırk” olarak üstesinden gelinemeyecek hiçbir zorluk bulunmamaktadır. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Türklerin karakter analizleri yapılmakta ve Türklerin bağımsızlığına çok önem veren ve milletini çok seven insanlar olduğu belirtilmektedir. Görüldüğü gibi ulus-inşa süreci ortak bir kimlik oluşturmakta ve bu kimliği yüceltmektedir. 

Türk kimliğinin yüceltilmesi daha önce de belirttiğimiz gibi Türk olmayanın dışlanmasına ve düşman algılanmasına yol açmıştır. Buradan yola çıkarak 
cumhuriyetin kuruluş döneminde gerçekleşen zoraki göçlerin sebebi anlaşılabilir. Modern Türk toplumunun Türk soyundan gelen Müslümanların çoğunluktan 
oluştuğuna dayanan görüş Müslüman olmayan Rumların Anadolu’yu terk etmesini bunun yanında Türkiye topraklarında henüz yaşamayan Müslüman Türklerin de ülkeye taşınmasını öngörmüştür. Lozan Anlaşmasıyla kanunlaşan zorunlu göç, suyun iki yakasından iki milyon insanı doğduğu topraklardan etmiştir. 

Yunan milliyetçiliğinin serüveni de Türk milliyetçiliğine paralel özellikler göstermektedir. Osmanlı’nın Avrupa’da yaşanan gelişmelerden dolayı giderek 
kan kaybetmesinden faydalanarak kopuş gösteren Yunanistan, Türkiye’den daha önce ulus-devlet olma yoluna girmiştir. Yunan milliyetçiliğinin devlet 
kurmadaki temel argümanı, klasik döneme yapılan göndermedir. Buna göre Avrupa’nın bugün geldiği noktaya ilham veren Antik Yunan’ın günümüzdeki 
temsilcileri olan Yunanlılar, geçmişin yeniden canlandırılmasıyla ayrıcalıklı bir konuma sahip olacaklardır. Geri kalmış ve Şarklı olarak gördükleri Osmanlı 
karşısında kültürel bir üstünlüğe sahip olduklarını düşünmüşler ve Bizanslı geçmişi bile reddetmişlerdir. Helen geçmişine sarılarak uluslaşma serüvenine 
girişen entelektüeller Yunanlı olma bilincinin yerleştirilmesi için gereken adımları atmışlardır. Döneme damgasını vuran ünlü tarihçi Konstantinos 
Paparrigopoulos Yunan milletinin tarihi ve manevi sürekliliği tezini geliştirmiştir. Bu tez, klasik ve Helen tarihini modern Yunan devletine eklemlemekte ve 
geçmişle bugün arasındaki bağı kopmadan süregeldiğini ifade etmektedir. Bu bağlamda klasik dönemi överken, “kayda değer” görmediği Bizans ve Osmanlı 
mirasını göz ardı etmiştir. Bundan itibaren Yunanistan, Avrupalı kimliğiyle anılmak istenmiştir. Türk Tarih Tezine benzer bir çalışma olan çeşitli “hatırlama” 
ve “unutma” larla vücut bulan yeni tarih anlayışı milliyetçi ülkülerle paralellik göstermektedir. Yeni nesillere aktarılmak üzere bu tarih kitapları ilkokullarda ve 
üniversitelerde yalnızca Antik dönemi kapsayacak şekilde okutulmuştur. Ulusal tarih yazıcılığının yanı sıra bir diğer uluslaşma adımı da Yunan dilinin bütün 
sözcüklerini klasik Yunancadan türemiş olduğu, yabancı sözcüklerin ise dile sonradan yapılan ilaveler olduğunu öne sürmek olmuştur. 

Yunanlı aydınlar Yunancanın yabancı unsurlardan arındırılması gerektiğini düşünmüşlerdir. Yunancadan farklı bir dilin kamusal alanda kullanımı polis cezasına çarptırılmayı gerekli kılmıştır. Bunun yanında “halkbilimi” adı ile ortaya çıkan çalışma alanı milliyetçi amaçlara ulaşmada kullanılan bilimsel verileri 
toplamaya yardımcı olmuştur. 

Yunan milliyetçiliği Türk milliyetçiliğinden farklı olarak yayılmacı bir politika izlemiştir. Hayal edilen toprakların var olan milli topraklardan farklı olması 
İstanbul ve İzmir gibi şehirlerin “kurtarılması” hedefi modern Yunan Devletinin yeni kurulan dönemlerinde temel hedefi konumundadır. “Megalı idea” olarak 
adlandırılan bu düşünce sistemi Anadolu’nun işgal edilmesi ile sonuçlanmıştır. Ancak bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yunan Taarruzu’nun 
Anadolu’daki başarısızlığının ardından Nüfus Mübadelesi Anlaşması imzalanması, bölgede yeniden bir nüfus karmaşasına yol açmıştır. 

Bölgede yaşayan Müslüman halk “ait olduklara yere” gönderilirken, karşı kıyıdaki Rum vatandaşlar da Yunan topraklarına çağırılmıştır. Bölgede pek çok savaş 
yaşanmış ve milliyetçi tartışmalar neticesinde kimin Bulgar, kimin Makedon, kimin Yunan halkına dahil olduğu çeşitli kıstaslarla belirlenmeye çalışılmıştır. 
Ancak her şeklide karışık toplulukları barındıran bu coğrafyanın Yunanlı olması için çeşitli adımlar atılmıştır. Yer isimlerini Helenleştirilmesi, ibadet yerlerinin 
dönüştürülmesi, istimlak edilmeyen her ne varsa imha edilmesi, böylelikle ötekine ait kültürel mirasın ihtilaflı topraklardan silinmesi, mübadillere uygulanan olumsuz iskan ve toprak rejimleri bunlara örnek olarak verilebilir. 

Uluslaşma Yolunda Bir Adım: Türk-Yunan Zorunlu Mübadelesi 

Yunan ve Türk milliyetçilikleri, uluslaşmak adına zaman zaman işbirliği yapmışlar, Lozan Anlaşması’nda öngörülen Nüfus Mübadelesi’nde olduğu gibi 
ortak hareket etmişlerdir. Yunan ve Türk milliyetçilikleri, aynı dönemde gelişen diğer milliyetçilikler gibi, homojen olmaktan uzak halklarını “Yunanlılara” ya da 
“Türklere” dönüştürmeye çalışmıştır. Bünyelerinde barındırdıkları farklılıklarla baş etme yöntemleri ise yukarıda da değindiğimiz gibi oldukça benzerdir. 
Benimsenen bu yöntemler maddi baskı şeklinde gerçekleşmekte bunun yetersiz kaldığı noktada da fiziksel şiddete başvurulmaktadır. 

Zorunlu nüfus mübadelesi fiziksel şiddetin en temel şeklidir. 

Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilk nüfus mübadelesi 1914 yılında Yunan Komutan Venizelos tarafından ortaya çıkan zorlukları çözümlemek adına önerilmiştir. 
Milletlr Cemiyeti’nin Yunanistan ve Anadolu’da nüfus boşalması sonucu ortaya çıkan durumu değerlendirmek amacıyla görevlendirdiği Norveçli Dr.Nansen, 
sunduğu raporda aslında herkesin istediği fakat dile getiremediği çözüm yolunu. “nüfusları birbirinden ayırmak”ın gereğini dile getirmiştir.(Clark, 2008) 
Rapora göre Anadolu’da zaten en zor koşullarda gerçekleşmekte olan Rumların göçü bir şekilde düzene sokulup resmi bir konum kazanmalı diğer yanda 
Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar Türkiye’ye gönderilerek Yunanistan’a akın eden mültecilere yer açılmalıdır. Protokolün içeriği, her iki tarafın da politik 
istikrarsızlığa son verme çabasının sonucu olarak, göçmenlerin barınma beslenme giyim konaklama, mülkiyet hakları..vb pek çok temel sorun için çözüm üretmekten uzak bir yapı arz etmekte ve aynı zamanda protokolün dili net ifadeleri barındırmamaktadır.(Yıldırım 2006) 

Lozan görüşmelerinin sona ermesinden yaklaşık bir yıl sonra, bu anlaşma uyarınca yaklaşık 700.000 kişi anayurdundan koparılarak göçmen konumuna getirilmiştir. Bu değişim sürecinin tamamlanması 10 yıl zaman almıştır. (Yıldırım, 2006) Hem Yunanistan hem Türkiye için, 1923–1933 yılları arası binlerce evsiz-işsiz ve aç göçmenin ortasında bulunduğu bir “ulusal yeniden inşa” sürecinin yaşandığı dönemdir. 

Türk-Yunan Nüfus Mübadelesine dair çalışmalarda mübadelenin ve onu somutlaştıran anlaşmanın iki önemli kusuruna değinilmektedir. İlk olarak etnik 
homojenliği sağlama amacı güden bu anlaşma aslında Anadolu Rumları ve Yunanistan’da yaşayan Türk-Müslüman nüfusun birbirine etnik bir şiddet uygulaya geldiği ön kabulüne dayanmaktadır. Halbuki o döneme kadar böyle bir anlaşmazlık görülmemiştir. Ayrıca Mübadele Anlaşması’nın koşulları yerine getirilirken, mülklerin dağıtılması, tasfiyesi, göçmenlerin tazmini konularında öngörülenlerin tam olarak uygulandığı varsayılmaktadır ancak uygulama ev ve arazilerin paylaştırılması konusu Anlaşma’da yazıldığı şekilde gerçekleştirilememiştir. (Yıldırım, 2006) Göçmenler ulus-devletin uygulamaları karşısında pasif aktörler olarak kalmışlardır. 

Yunan ve Türkler Anlaşma’yla ezeli birer düşman olarak addedilmiş, varlıkları ile birbirini tehdit eder sayılmıştır. Halkların düşmanlaştırılması yanında 
çok zor şartlar altında göçe zorlanmışlardır. Bir diğer önemli eleştiri bu göçün “zorunlu” olmasıdır. 

Lozan Anlaşması uyarınca kurulan “Karma Komisyon” mübadillerin gelmekte oldukları ülkeden bir alacak talep edebilmesi amacıyla taşınabilir ve taşınmaz 
malların değerinin saptanması ve malların tasfiyesini etkin biçimde gerçekleştirememiştir. 

Genellikle ailelerin geçmişteki özel birikimlerinin karşılığı yeni yerleşim alanlarında verilememiştir. Bunun yanında bundan sonraki geçimlerini 
sağlayacak olan ekonomik faaliyetleri Komisyon belirlemiş, ancak bu belirleme esnasında kişilerin yetenekleri ve bilgileri göz önünde bulundurulmamıştır. 
Toprak dağıtımı, besili hayvan dağıtımı, ev verilmesi gibi pek çok hususta adil davranılmamış, kısıtlı bir zaman diliminde mübadillere ancak hayatlarını idame 
ettirebilecek bir yaşam standardı sunulmuştur. İskender Özsoy’un hayatta kalan mübadillerle gerçekleştirdiği röportajlardan oluşan Mübadelenin Öksüz Çocukları 
adlı kitapta mübadillerin mal varlıklarının dağıtımıyla ilgili gerçek anlatımlara rastlamak mümkündür. Bu kitabın kahramanlarından Girit’te yaşayan Hasan 
Hulki Bey ve eşi Kemal Hanım mübadele anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte Mersin’e göçmek zorunda kalmışlardır. Bu ailenin kızı olan İkbal Hanım yaşadıklarını şu şekilde dile getirmiştir: 

“Babam Girit’te bıraktığımız ve haksız olarak 200 bin altın değer biçilen mal varlığımıza karşılık burada neler verileceğini öğrenmek için iskân memuruna gitmiş. Memur “Hulki Bey Girit’te bıraktığınız mala karşılık size Mersin’i vermek lazım ama bu imkansız. O yüzden size bir simitçi fırınıyla ortak sekiz dönüm 
bahçe verebiliriz” cevabını vermiş. Babacığım “ben fırıncı değilim kimseyle de ortak malım olmadı. Biz eşimle Girit’te kaç çiftlik kaç zeytinlik bağ bahçe 
bıraktık biliyor musunuz? Sekiz kişilik aileyiz altı çocuğum var. Bizi sokakta bırakıyorsunuz diye çıkışmış ve oracıkta üzüntüden felç geçirmiş.”(Özsoy, 2007) 

Kastor’da doğmuş olan Mustafa Akın da aynı durumu şöyle dile getirmiştir: 

“Yunanistan’daki mallarımızın mübadilinin verileceğini söylemişlerdi. Hiç uygulanmadı bu. Getirdiğimiz mal beyannameleri geçersiz sayıldı hükümet bir 
kanun çıkardı. Yunanistan’da ne kadar malı olursa olsun, burada herkes eşit sayılarak nüfus başına toprak dağıtılacaktı nüfus başına beşer dönüm tarla, 
hane başına dokuz dönüm bahçe..Honaz’ın yerli eşrafından bir iskan komisyonu kurulmuş. Onlar kendi bildikleri gibi dağıttı. Bazı tarlaların yarısına bu 
komisyondaki kimi kişiler el koymuş.30 dönüm diye verilen, 15-20 dönüm kadardı. 1937 yılında kadastro geldi ölçüp biçtiler arazileri, bize dokuz dönüm 
diye verilen bahçe iki dönüm çıktı! Haksızlığı biliyor ve görüyorduk. Ama hakkımızı arayacak kimsemiz yoktu! Dil bilmediğimizden muhacir olduğumuzdan horlanıyorduk.”(Yalçın, 1998) 

Benzer bir hikayeyi Mehmet Reşid Ağa ve ailesi anlatmaktadır. Girit’in Yerapetra Kenti’nde zengin hayatları mübadele ile sıfırlanmıştır. Girit’ten Marmara 
adasına göçtüklerinde Girit’te bıraktıkları büyük bir ev, büyük zeytinlikler ve pahalı mücevherler yerine adada iki katlı ahşap bir ev vermişler, bunu dışında 
nüfus başına 20 zeytin ağacı, üçer dönüm de arazi verilmiştir.(Özsoy, 2007). Kitapta yer alan onlarca gerçek mübadele öykülerinde hep aynı sorunlardan dem vurulmaktadır. Bu hikayeler Yunanistan’a göç edenler için de Türkiye’ye göç edenler için de benzer nitelikler taşımaktadır. Genel olarak mübadiller mal varlığının gerektiği gibi adil paylaştırılamadığı gerçeğinden söz etmekte, bunun yanı sıra insanların yıllarca emek harcadığı birikimlerini bir anlaşma gereğince terk etmek zorunda olmalarına anlam verememektedir. Bu durum Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk adlı eserinde de anlatılır. Romanda birkaç yıl arayla İzmir’e yakın bir kasaba olan Çirkince’yi(bugünkü Şirince) ziyaret eden öykünün kahramanı, ilk gidişinde kasabayı Rumların yaşadığı tertemiz sokaklar, güzel giyimli eğlenceli ve çalışkan kasaba sakinleri, dört tane ilkokulu iki lisesi olan bir cennet olarak resmeder. İkinci gidişinde ise virane olmuş evler, sokaklarda çöp ve hayvan pisliği dolu olan bir kasabaya dönüşmüştür. Buraya İskeçe’den göçen köylüler tütün ektikleri için incir ve zeytinden anlamamışlar ve toprakları viraneye çevirmişler dir.(Ali, 2003) 

Mübadiller gittikleri bölgelerde nüfusu arttırmışlardır. Özellikle Yunanistan’a göç o kadar yoğundur ki, mübadiller burada yerleşecek alan bile bulmakta 
zorlanmışlardır. Lozan Anlaşması’nın uygulanması neticesinde, mülteciler Selanik ve Atina’ya akın etmişler, kiliselere, okullara, kraliyet saraylarına, tiyatrolara, 
çadırlara, derme çatma binalara sığınmışlardır. Ayrıca Atina’da 200 bin kişi açıktadır. Selanik de aynı şekilde Rum göçmenlerle dolup taşmıştır. Açıkta kalan 
göçmenler Müslümanlara ait arazilere, camilere, okullara evlere yerleşmişlerdir. 

Mübadillere ödenecek bireysel tazminatların ise 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi büyük çaplı ve önemli çatışmaların ardından adaletle dağıtılması 
teknik olarak da çok mümkün görünmemektedir. Lozan Sözleşmesi teoride mübadele edilebilir kişilerin hakları bakımından son derece titizdir, fakat iş 
uygulamaya gelince verilen hakların bir değeri yoktur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

29 Temmuz 2017 Cumartesi

İsrail’de Vatandaşlık Anlayışı ve Karşılaşılan Sorunlar Bölüm 2


İsrail’de Vatandaşlık Anlayışı ve Karşılaşılan Sorunlar Bölüm 2


6.1.3. Köken Farklılığının Toplumsal Ve Politik Alana Yansımaları 

İsrail’in, farklı etnik gruplardan, kültürlerden, dinlerden ve dillerden oluşan bir toplum olarak yüksek düzeyde gayri resmi bir ayrışmaya sahip olduğu söylenebilir. 
Devletin resmi politikası çerçevesinde grupların birbirinden ayrılması söz konusu olmamakla beraber, toplum içinde bazı farklı kesimler bir ölçüde ayrışarak 
kendi güçlü kültürel, dinsel, ideolojik ve/veya etnik kimliklerini sürdürmektedirler. Ancak aşiret yapısına özgü ve ataerkil otoritenin zamanla zayıflaması, zorunlu eğitim ve İsrail’in demokratik sürecine katılım, bu farklı grupların geleneksel anlayışları ve hayat tarzlarını süratle etkilemektedir11 . 

Temelde var olan Yahudi önceliği ve iktidara sahip olan Aşkenaz ağırlığın, İsrail’in bünyesindeki etno-dinsel kökeni Yahudi-Musevi olmayan cemaatlerle 
gerçek bir kaynaşmayı zora soktuğu söylenebilir. Yine, Yahudi toplumlarının tarih boyunca Eski Yunan uygarlıklarından, Ortaçağ ve sonrası Avrupasına, 
Müslüman İspanya ve Portekiz’e, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya, Hindistan ve Çin’e, günümüzde A.B.D. ve İsrail’e kadar çok değişik yerlerde ve zamanlarda, 
dinle ilgisi olmadığı halde Yahudi niteliği olan kültürel ve toplumsal olguların gelişmesine tanıklık ettikleri unutulmamalıdır. Bu durum, birbirinden farklı ve 
kendilerine has kültürlere sahip birçok değişik toplumun her birinin, kendilerinin en gerçeği olduklarını düşündükleri Yahudi toplumlarının oluşmasına neden 
olmuştur12 . 

Yahudilerin köken farklılığı nedeniyle yaşadıkları olayların, İsrail’deki vatandaşlık anlayışının oluşumunu ciddi biçimde etkilediği ve oluşan anlayışa paralel 
politikaların ise toplumsal yaşamda ciddi yansımalar bulduğu inkâr edilemez. 1948 yılında İsrail devleti kurulup, dünyanın her tarafından burada yaşamak 
üzere gelenlere vatandaşlık hakkı vererek mevcut mozaiğin oluşmasına neden olan Aşkenaz ağırlıklı devlet siyasetinin, muhtemel bir kontrol kaybını önlemek 
için kendi elinden çıkmasına hiçbir şekilde izin vermeyeceği merkezi gücün devamlılığını sağlayacak farklı bir toplumsal anlayış ve bunu destekleyen bir 
vatandaşlık modeli geliştirmiş olduğu söylenebilir. 

İsrail’in mevcut jeopolitiği, tarihi, dinsel yapısı, güvenlik öncelikleri ve demografik mozaiği gerekçeleriyle felsefi erdemlerle desteklenemeyecek bir toplumsal siyaset ve buna bağlı bir vatandaşlık anlayışı güttüğü düşünülebilir. Ülke yönetiminin, sokağa dökülen vatandaşların temsil ettiği kesimi, aralarında birleşip egemen güce alternatif olmalarını engellemek için etnik, dinsel, kültürel ve sosyal bakımdan belli bir dozda hep çatışma formunda tutulduğu da söylenebilir. 
İsrail’in kendi toplumsal dinamiklerini bu şekilde düzenlemeyi tercih etmesinin ardında uluslararası ekonomi-politiğin güncel ve stratejik öncelikleri 
kadar ülkenin “öteki” vatandaşlarının sosyo-kültürel bilinçlerinin bulunması da muhtemeldir. Bu bilincin İsrail dışında ifade ettiği anlamın, İsrail’i içine alacak 
şekilde etnik bir savaşa dönüşme kapasitesi olması da mümkündür. Bu kapasite, onun izlenmesini ve karmaşık yöntemlerle kontrol atında tutulmasını İsrail 
açısından kaçınılmaz kılmaktadır. Kontrolün zayıfladığı bir anda dinsel / tarihi / siyasi / coğrafi nedenlerle başlayabilecek yeni bir süreç, İsrail’in mevcut siyasal 
ve toplumsal yapısını ve coğrafi sınırlarını istemediği bir yönde değiştirebilecek tir. Toplumsal dengenin, ülke içinde azınlıkta olan “Arap”, “Müslüman” ve “Öteki” olarak adlandırılabilecek siyasal ve sosyo-kültürel bilincin İsrail sınırları dışındaki kadim kökleri ve örgütlü toplumlarıyla sağlam ilişkiler geliştirmesini engellemek de İsrail için bir öncelik olabilir. İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte o ana kadar gönüllü olarak bastırılmış sosyo-kültürel farklılık ve mezhep ayrılıklarının gün yüzüne çıkmış olduğu düşünülebilir. Aşkenaz, Sefarad, Falaşa gibi farklı topluluklar birbiriyle kaynaşmaya yanaşmadıklarından bu durum ister 
istemez sınıflı bir toplum yapısı doğurmuştur. İsrail devletinin kuruluşundan bu yana henüz bir Sefaradın başbakan seçilmemiş olması, kimlik farklılıkların 
siyaseti ne kadar etkilediği konusunda bir fikir verebilir. Diğer taraftan, laik-dinci, siyonist-antisiyonist, olim-vatikim (yeni göçmen - yerleşik yurttaş) çatışması da toplumu ayrıştıran diğer faktörler olmuştur. Toplumsal farklılıklar çatışmasını istemeyen hükümetler, Yahudi milliyetçiliği kimliğini vatandaşlık hukuku bünyesinde canlı tutarak, etrafı kendisini yok etmek isteyen düşmanlarla çevrili küçük ve yalnız bir ülke oldukları söylemini ileri sürmüşledir (Tavukçu, 2010:1-5). 

İsrail’in milliyet ve vatandaşlığı nasıl tanımladığı, kimin vatandaş olup kimin olmadığını nasıl belirlediği ve bunları zaman içerisinde nasıl değiştirip dönüştürdüğü konusunda fikir edinirken ulus-devlet ile etnisite, din veya başka cemaat biçimleri arasındaki ilişkinin nasıl tanımlanacağı ve sıkça yaşanan meydan okumalara karşı vatandaşların gözünde bu tanımların meşruiyetinin nasıl sağlanacağı sorusuna yanıt aramak gerekir. Hemen her ulusal toplulukta olduğu gibi İsrail toplumunun da kendi gönlünde etnik veya dinsel bir kimlik yattığı ve bunun üzerinden bir takım beklentiler oluşturmuş olduğu düşünülebilir. Tarihsel örnekler incelendiğinde, bu kimliğin toplumların uluslaşması sürecinde iç savaştan vatandaşlık haklarının barışçı yollarla yeniden tanımlanmasına kadar uzanan farklı kulvarların oluşmasında rol oynadığı örneklere rastlamak mümkündür. Bugünkü İsrail Devleti’nin bulunduğu topraklardaki varlıkları bir birinden çok farklı tarihi, sosyal, kültürel ve dini değerlerle sıkı şekilde ilişkili olan insan topluluğunun, İsrail Devleti ile olan vatandaşlık ilişkisinin eşit ve adil olduğunu söylemek kolay gözükmemektedir. 

7. Vatandaşlık Rejiminin Karşılaştığı Sorunlar Ve Çözüm Çalışmaları 

2003 yılının Haziran ayında Knesset (İsrail Parlamentosu) Vatandaşlık ve İsrail’e Giriş Kanunu’nu (Geçici Emir) yürürlüğe koymuştur. Bu kanun, İsrail İçişleri 
Bakanlığı’nın İşgal Altındaki Topraklar’da mukim olanlara, bir İsrail vatandaşı ile evli olsalar veya İsrailli bir çocuk sahibi olsalar veya İsrailli bir ebeveynlere 
sahip bulunsalar dahi İsrail’de oturma izni veya İsrail vatandaşlığı vermesini yasaklamaktadır.13 

Kanunun süresi başlangıçta bir sene olarak öngörülmüş ancak sonra birçok sefer uzatılmıştır. Kanun, 2005 yılının Temmuz ayında İsrail Yüksek Mahkeme’nin 
eleştirisine cevaben değiştirilmiştir. Değişiklikle İçişleri Bakanına, eşleri hukuki olarak İsrail’de ikamet eden 35 yaş ve üzeri erkeklere, 25 yaş ve üstü kadınlara 
ve ebeveynleri hukuki olarak İsrail’de ikamet eden 14 yaş ve altı çocuklara geçici oturma izni verme yetkisi tanınmıştır. Hükümet, bu değişiklik ile İsrail’de 
geçici oturma izni alamamış Filistinlilerin sayısının % 30 azalttığını iddia etmiştir (Peled,2007:5-6) . 

Vatandaşlık ve İsrail’e Giriş Kanunu’nu (Geçici Emir) uygulanmasından önce, İsrailli vatandaşların “yabancı” eşlerinin bir tarafsızlaştırma sürecinden 
geçmeleri gerekmekteydi. Bu süreç, İsrailli eşin aile birleşimi için başvurmasın dan yabancı eşe İsrail vatandaşlığı verilmesine kadar geçen dört buçuk yılı 
kapsıyor ve bu süreçte yabancı eş evliliğin meşruiyeti ve ülke için güvenlik tehdidi oluşturmadığının belirlenmesi amacıyla yıl yıl incelenmekteydi. 

Bu düzenleme İsrail vatandaşlarının Filistinli olmayan yabancı eşleri için hala yürürlüktedir (Peled,2007: 6). 

2003 yılında yürürlüğe giren kanun yoğun bir tartışmaya neden olmuş ve o tarihten bu yana İsrail Yüksek Mahkemesi yapılan birçok temyiz ile bir bakıma 
sınanmıştır. Kanunla igili tartışmaların temelde üç konuda toplandığı söylenebilir: 

(1)- Her İsrail vatandaşı İsrail’de (örneğin, İşgal Edilmiş Toprakların aksine) anayasal güvenceye sahip bir aile hayatı hakkına sahip midir? 
(2)- Eğer böyle bir hak varsa, bu hak belirli bir grup vatandaşa göre ulusal güvenlik kaygılarıyla hukuken ihlal edilebilir mi? 
(3)- Bu Kanun İsrail’de ulusal manada demografik olarak Yahudilerin çoğunluğunun sürdürülmesi gibi bir nedenle belirli bir grup vatandaş grubuna göre olacak şekilde-hukuken ihlal edilebilir mi? 

Peled Yoav, kanunun lehinde olanların, İsrail’de bir vatandaşın dilediği bir kişiyle aile kurma temel hakkına sahip olmadığını söylediklerini belirtmektedir. 
Yoav ilaveten, bu lehtarların sırf güvenlik kaygılarının bu hakkın kolektif olarak tüm vatandaşların içerisinde belirli bir alt grubun menfaatine olacak biçimde 
örneğin İşgal Altındaki topraklarda mukim Filistinlilerle evlenmeyi seçen İsrail’in Filistinli vatandaşları- ihlalini mazur gösterebileceğini de söylediklerini 
belirtmektedir. 
Yine Yoav, İsrail ile Filistinli yetkililer arasında süregelen anlaşmazlıklar nedeniyle İşgal Altındaki Topraklarda (“bölge”) mukim Filistinlilerin meşru 
olarak İsrail için bir güvenlik tehdidi oldukların varsayıldığını ve bu varsayımın gerçekliğinin herhangi bir olay üzerinden gösterilmesine gerek duyulmadığını, 
demografik kaygıların da hiçbir etnik veya ulusal grup arasında ayrımcılık yapmamak şartıyla söz konusu hakkın ihlaline hukuki zemin oluşturabileceğini 
belirtiklerini söylemektedir (Peled,2007:6-7). 

Peled Yoav, söz konusu kanunun karşısında yer alanların ise her İsraillinin istediği kişiyle bir aile kurabilmek noktasında temel bir hakka İsrail’de de sahip 
olduğu görüşünü paylaştıklarını belirtmektedir. Hatta söz konusu kanun karşıtları, bu kanunun güvenlik endişeleri ileri sürülerek demografik yapı içinde belli bir alt grubu hedef alacak şekilde ve bu alt grubun devlete tehdit oluşturduğu düşüncesiyle ihlal edilemeyeceğini; eğer güvenlik kaygıları nedeniyle ihlal kaçınılmaz olacaksa, bunun sadece bireyleri hedef alacak şekilde sınırlı olması ve her bir ihlalde ilgili bireyin devlete tehdit oluşturduğunun o olaya münhasıran kanıtlanması gerektiğini savunduklarını söylemektedir. Kanuna karşı olanların bu görüşlerini anayasal olarak da temellendirmiş oldukları söylenebilir. 
Onlara göre bireylerin kanun önünde tek tek ele alınarak değerlendirilmeleri, zaten bireylerin İsrail vatandaşlığı alırken belli bir süreyle (4,5 yıl) belli 
aşamalardan geçmesini öngören önceki Vatandaşlık Kanunu tarafından etkili bir şekilde sağlanmakta olduğundan bu yasanın amacı her ne olursa olsun, 
onlara göre yeni kanun anayasalbir niteliğe sahip değildir (Peled,2007:7-8). 

İsrail vatandaşlık rejiminin kanuni temelini oluşturan Vatandaşlık ve İsrail’e Giriş Kanunu’nda (Geçici Emir) bazı değişiklikler yapılmış ve Kanun, 2005 yılında 
kısmen daha az kısıtlayıcı hale getirilmiş ve Kanun’un “geçici emir” olmaktan çıkartılıp14 sürekli halinin yapılması için gereken alt yapıyı hazırlamak üzere 
akademik bir kurul (Rubinstein Kurulu) oluşturulmuştur (Peled,2007:3). 

Diğer yandan, kendisini bir Yahudi devleti olarak tanımlayan bir devletin Yahudilere bir şekilde imtiyazlı vatandaşlık hakları tanıması gerektiği gibi bir 
yaklaşım da söz konusudur (Shafir ve Peled,2002:5). Sonunda varılan nokta, İsrail’deki vatandaşlık anlayışından hareketle İsrail’in mevcut rejiminin bir etnik 
demokrasi mi, yoksa demokratik olmayan bir etnokrasi mi olduğu noktasıdır (Peled-Navot,2005:3). Etnik demokrasi, liberal ve çok kültürlü ve koalisyonel 
demokrasilerden ayrı bir demokrasi çeşididir. Smooha’nın farklı demokrasi çeşitleri arasında ayrım yapmak hususunda kullandığı ölçüt devlet içerisindeki baskın veya çekirdek etnik grup, devlet ve azınlık etnik grup ya da gruplar arasındaki anayasal ilişkidir. Etnik bir demokraside devletin sembollerini, kanunlarını ve politikalarını çoğunluğun yararına olacak şekilde şekillendiren sadece etnik ulus olup, devletin diğer bütün vatandaşları değildir. Bu ideoloji, etnik ulusun üyeleri ile üyesi olmayanlar arasında temel bir ayrım meydana getirir (Smooha, 2002: 475-477). 

Smooha, etnik demokrasilerde Devleti meydana getiren baskın etnik ulustan olmayanların, bu ulusun bireylerinin sahip olduklarından daha az nitelikli haklara sahip olduklarını ve devlet ayrımcılığına maruz kaldıkları, hatta hukukun üstünlüğü ve demokrasinin niteliğinin, baskın etnik ulusun üyesi olmayanlara yönelik tehdit algısını ortadan kaldırmak adına olduğu söyleyerek yine devlet eliyle alınan tedbirlerle kısıtlandığını belirtmektedir (Smooha, 2002: 478). 

Oren Yiftachel, asgari seviyenin altında ve temel demokratik ilkelerden yapısal olarak sürekli sapmaların olması halinde “demokrasi” tanımının inandırıcı 
bir sınıflandırma olmaktan çıktığını belirtmiş ve sivil haklar, eşit ve kapsamlı vatandaşlık, düzenli aralıklarla yapılan özgür seçimler ve azınlıkların korunmasının demokrasi tanımının vazgeçilmezler listesinde olduğunu belirtmiştir (Yiftachel, 2006: 107). Yiftachel, Yahudi devletini İsrailli halk topluluğunun değil Yahudi etnik yapısının yönettiğini, dolayısıyla İsrail Devleti’nin bir demokrasi olarak değil etnokrasi olarak tanımlanması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Yiftachel İsrail “kontrol sistemi” içerisinde Filistinlilerin büyük bir çoğunluğu herhangi bir şekilde vatandaşlık hakkından yararlanamazken Yahudilerin tam vatandaşlık hakkından yararlandık ları gerçeğinin İsrail sistemini bir Herrenvolk Demokrasisi15 yaptığını söylemektedir. 

Bu da gerçek bir demokrasi değildir (Peled, 2007: 7,9). 

Bu iki ölçüte dayanarak, İsrail’in 21. yüzyılın ilk yıllarında, 1967 öncesi sınırları içerisinde etnik demokrasiden adım adım etnokrasiye benzeyen bir devlet 
şekline ve buna bağlı vatandaşlık anlayışına doğru evrildiği söylenebilir. Peled, bunun dayanağı olarak 2003 tarihli İsrail’in Filistinli vatandaşlarını ya da 
İsrail’de sürekli oturma izni olan Filistinlileri İşgal Altındaki Topraklarda mukim eş ve çocuklarıyla birleşme hakkından mahrum eden yeni Vatandaşlık ve İsrail’e 
Giriş Kanunu’nu (Geçici Emir) ve İsrail Yüksek Mahkeme’sinin bu yasanın anayasallığını desteklediği 2006 tarihli kararını göstermektedir (Peled, 2007: 9,14). 

Vatandaşlık ve İsrail’e Giriş Kanunu’nun (Geçici Emir) süresi tekrar tekrar uzatılarak uygulanmasından kaynaklanan sıkıntılar ve yoruma açık değerlendir 
meler, temel sorunun saptanması ve muhtemel çözüm yollarının belirlenmesi bakımından daha ileri düzeyde ele alınması ihtiyacını doğurmuştur. Bu kapsamda yeni Vatandaşlık Kanunu’nun sürekli halinin hazırlanması için kurulan Rubinstein Kurulu’nun yaptığı tespit ve yorumlar ile İsrail Yüksek Mahkemesi’nin kararları önem arz etmektedir. 

7.1. Rubinsteın Kurulu ve İsrail Yüksek Mahkemesi’nin Tespit Ve Yorumları 

Rubinstein Kurulu yeni Vatandaşlık Kanunu’nun sürekli halinin hazırlanması için gerekli çalışmayı yapmakla görevlendirilmiş akademik bir kuruldur. Komisyon 
raporunun en önemli bülümün İsrail’e karşı hasmane kabul edilen ülkelerden gelen göçün nasıl düzenleneceğiyle ilgili bölümüğ olduğu söylenebilir. Çünkü 
evlilik yoluyla İsrail’e göç eden Filistinlilerin İşgal Altındaki Topraklar’dan veya Arap ülkelerinden gelecek olmaları kuvvetle muhtemeldir. 

Rubinstein Kurulu İsrail’e karşı hasmane kabul edilen ülkeleri üç gruba ayrılmıştır: 

(a)- İsrail ile barış anlaşmaları imzalamalarına rağmen medya ve eğitim sisteminde İsrail’e karşı sistematik ve kurumsal kışkırtmaların yapıldığı Ürdün ve Mısır gibi risk ülkeleri ve bölgeleri; bu ülke ve bölgelerden İsrail’e göç edeceklerin İsrail’e karşı sadakatsiz oldukları varsayılarak, kabul edilmek için bunun aksini kanıtlamaları gerekmektedir. 

(b)- Suriye ve İran gibi hasım ülkeler ve çatışma bölgeleri; yukarıda bahsedilen göçe ilişkin sınırlamalara ek olarak, bu ülkelerden gelecek göçmen 
sayısı bir kota ile sınırlandırılmalıdır. 

(c)- İşgal Altındaki Topraklar gibi savaş bölgeleri; yürürlükte bulunan Kanun’a (geçici emir) göre, Arap-İsrail çatışması süresince böyle bölgelerden İsrail’e 
giriş tamamen yasaklanmalıdır (Peled, 2007: 11,13). 

İsrail Yüksek Mahkemesi’nin bu yasa kapsamına giren bazı olaylarda verdiği kararlar da önem arz etmektedir. İsrail Yüksek Mahkemesi’nde mevcut iki ana 
düşünceye, göre yasanın nihai amacı İsrail’in güvenliğini artırmak olup bunun İsrail’in bazı Filistinli vatandaşlarının haklarının ihlali açısından bir gerekçe 
olabileceği düşünülmüştür. Bu ihlalin ancak devletin vatandaşlarına karşı anayasal sorumluklarının sınırlandırılması ile ilgili koşulların yerine getirilmesiyle 
gerekçelendirilebileceği söylenebilir. Söz konusu hakların istisnaen ihlali için gerekli olan şartlar; bu ihlalin yüksek amaçlara hizmet etmesi, demokratik bir 
Yahudi devleti olarak İsrail’in değerleriyle bağdaşır olması ve ihlalin orantılılık ilkesine uygun olması olarak sıralanabilir. Kapsamlı bir güvenlik seviyesine 
ulaşma amacının, yüksek amaçlara hizmeten İşgal Altındaki Topraklarda mukim Filistinlilerin İsrail’e girişini yasaklayarak İsrail’in Filistinli vatandaşlarının 
eşitlik hakkını ve İsrail’de aile hayatı kurma hakkını ihlal etmek için bir gerekçe olamayacağı açıktır. Bu nedenle, yeni vatandaşlık kanununun anayasal 
olmadığı sonucuna varılması mümkündür. Yüksek Mahkemeye göre Anayasada teminat altına alınan merkez haklar ile bunlardan çıkarılan periferik 
(yoruma dayalı) haklar arasında bir ayrım yapılması gerekir. Merkez haklar ile periferik hakları aynı biçimde korumak Knesset’in yasama yetkilerinin ihlali 
anlamına gelebileceğinden kuvvetler ayrılığı ilkesinin de ihlal edilmesine neden olabilecektir. 

Anayasa ile teminat altına alınmış merkez bir hak olan aile kurma hakkı karşısında, ülkeye yabancı bir eşi, ebeveyni veya çocuğu kabul etmenin periferikbir hak olduğu düşünülmeli ve bu çerçevede değerlendirilmelidir. Özellikle ülke savaştayken, eğer söz konusu eş, ebeveyn veya çocuk bir “düşman uyruklu şahıs” ise, vatandaşların bu kişi veya kişileri ülkeye sokması belli şartlar altında teminat altına alınmış değildir ve bu hak İsrail vatandaşlarının yaşam haklarının korunması için ihlal edilebilir. Dahası, ülke savaştayken ülkeye yabancı bir eşi, ebeveyni ya da çocuğu sokma hakkının anayasal merkez bir hak olduğu bir an için düşünülse bile, bu hakkın devlet tarafından ihlalinin, orantılılık şartını tam anlamıyla karşıladığını çünkü tüm vatandaşların yaşam hakkını korumanın, vatandaşların düşman uyruklu eşlerini, ebeveyn veya çocuklarını ülkeye sokma haklarının ihlalinden daha önemli olduğu rahatlıkla söylenebilir (Peled, 2007: 9). 

Yüksek Mahkeme yargıçlarının çoğunluğu, yeni yasanın Filistinli teröristlerin aile birleşimi yoluyla İsrail’e girişlerinin engellenmesine yönelik bir güvenlik 
önlemi olduğu şeklindeki devlet söylemini kabul etmişlerdir. Devletin kanıttan ziyade kuşkuyla hareket ettiği bir ortamda, aile birleşimi yoluyla İsrail’e giren ve İsrail’e karşı düşmanca faaliyetlerde bulunduğu iddia edilen kişi sayısı binlerce kişi arasından sadece 68’dir. Bu yasaya karşı çıkanların da iddia ettikleri gibi, böyle bir kanunun uygulamaya konmasının arkasında güvenlikten ziyade demografik kaygıların olması muhtemel gözükmektedir. Zira Rubinstein Kurulu’nu oluşturan Bakanlar Kurulu kararında, güvenlikle birlikte İsrail’in demokratik bir Yahudi devleti olarak varlığını garantileyecek bir vatandaşlık ve göçmenlik politikasının oluşturulması görevinin verilmiş olması, ülkede Yahudi çoğunluğunu sürdürmenin formülü olarak öngörülmüş olabilir (Peled, 2007: 10). 

Görünen o ki, İsrail’e karşı düşmanca eylemlere karıştıkları iddia edilen 68 Filistinli evlilik göçmeni ve çocuklarının iddia edilen eylemlere karışıp karışmadıkları konusunda güvenli bir bilginin bulunmayışı, güvenlik kaygısı iddiasının geçerliliği bakımından ciddi kuşkular doğurmaktadır. İsrail’e gelen Filistinli evlilik göçmeni sayısı yetkili devlet organı tarafından da kesin olarak bilinmiyorsa, İsrail devletinin Filistinli evlilik göçmenlerine vatandaşlık hakkı verilmemesi konusunda sadece -en azından İsrail’deki Yahudi ve Filistinliler arasındaki sayısal orandan kaynaklanan- demografik kaygılarla hareket ettiğini iddia etmek de pek mantıklı olmayacaktır (Peled, 2007:11). 

7.2. Ekim Olayları Ve Or Komisyonu 

İsrail’in, İşgal Altında Bulunan Topraklarda oluşturduğu “kontrol sistemi” ve Filistin kökenli vatandaşlarını vatandaşlık haklarından uzaklaştırmak amacıyla 
yaptığı hukuki ve fiili uygulamalar 2000 yılının Ekim ayında İkinci İntifada’nın başlamasıyla ciddi gerginliklere neden olmuştur. İki hafta süren çatışmalarda 
ondört kişi ölmüştür (Navot, 2002-2003:1). Filistin siyasi liderliği ve etkinliği olan bazı Yahudilerin baskılarıyla bu çatışmaları araştırmak üzere İsrail Anayasa Mahkemesi Yargıcı Theodore Or başkanlığında bir araştırma komisyonu kurularak bir rapor hazırlanmıştır (Report Of The State Commision, 2003: 21-24). 

Or Raporu, bir yandan Filistinli vatandaşların vatandaşlık haklarının devlet tarafından sürekli olarak ihlal edilişini anlatırken diğer yandan da söz konusu 
vatandaşlardan (özellikle dini ve siyasi liderlerinden) bu ihlallere yönelik hoşnutsuzluklarını yasaların tanıdığı sınırlar içinde dile getirmelerini talep etmiştir. Komisyon İsrail kanunlarında ulusal, etnik veya dini temelde ayrımcılığın yasak olmasına rağmen İsrail devletinin “Arap vatandaşlarının Arap oldukları için ayrımcılıkla karşı karşıya oldukları gerçeğine” dikkat çekerek böyle bir ayrımcılığın var olduğu sonucuna varmıştır (Report Of The State Commision, 2003: 22-23). Komisyonun, “Ekim Olayları”nın temel nedenlerine ilişkin görüşlerini özetlerken, Arap/Filistin kökenli vatandaş toplumunun ülkenin bazı bölgelerinde mahrumiyet duygusu içinde olduğunu ve bunun temel nedeninin Arap/Filistin kökenli vatandaşlara hükümet yetkilileri tarafından uygulanan ayrımcılık olduğunu belirtmesi dikkat çekicidir (Report Of The State Commision, 2003: 60). 

Komisyonun, ima yoluyla da olsa devletin demokratik bir “Yahudi devleti” olarak tanımlanmasından dolayı İsrail’in Filistinli vatandaşlarının, İsrail 
demokrasisinin Arap vatandaşlarına karşı Yahudi vatandaşlarına olduğu kadar demokratik olmadığını düşündüklerini dile getirmek suretiyle hukuki anlamda 
İsrail’in Filistinli vatandaşlarının Yahudi vatandaşları gibi tam ve eşit vatandaşlık haklarından yararlandıkları görüşünü benimsemiş olduğu söylenebilir. Raporda 
üzerinde durulan bir başka nokta ise işgal altındaki bölgelerdeki İsrail vatandaşı olmayan göstericilere yönelik olarak başvurulan yöntemlerin bağımsız İsrail 
Devleti topraklarında İsrail vatandaşlarına yönelik olarak kullanımına izin verilemeyeceğidir (Report Of The State Commision, 2003: 458-459). Raporun yayınlanma sından bir hayli zaman sonra, yapılan yanlışların düzeltilmesine yönelik tavsiyelerinin İsrail Hükümeti tarafından dikkate alınmadığı hususu komisyon başkanı olan Theodore Or tarafından bizzat ifade edilmiştir (Or, 2004: 1) 

Peled, “Ekim Olayları”nın görünen nedenleri ile temel nedenleri arasındaki ayrımın Or Komisyonu’nun önerilerinde de yer almakta olduğunu düşünmektedir. Bu öneriler büyük ölçüde ayrımcı sistemin yeniden yapılandırılmasından çok bireylerin gelecekleri ve kurumların reformu ile ilgilidir. Komisyonun böyle bir seçim yapmasındaki asıl neden, Komisyonun etnik demokrasiye olan bağlılığı ile İsrail’in Filistinli vatandaşlarının durumunda meydana gelecek esaslı bir değişimin tek yolunun bu vatandaşların toplumla gerçek anlamda bütünleşmesine bağlı olduğunu kavramış olmasıdır. Böyle bir bütünleşme de devletin, Siyonizm’in asli amacı olan bir Yahudi devletinin kurulması fikrini geride bırakıp hatta bir bakıma bu fikirden vazgeçen bir liberal demokrasiye dönüşüm sürecine girmesini gerektirmektedir (Peled, 2005: 89). 

Yoav Peled’e göre İsrail Yüksek Mahkemesi, İsrail’in Filistinli vatandaşlarının özgürlük ve kolektif hak taleplerini bir noktaya kadar engellemek yoluyla hükümetin Filistinli vatandaşlara yönelik politikalarını yumuşatma yolunu tutmuştur. Yüksek Mahkeme, Filistinlilerin bireysel vatandaşlık haklarını engellemek yerine bunları güvence altına almış hatta zaman zaman bu hakları iyileştirmiştir. Yoav, Bu politikanın en önemli göstergesinin ise Yüksek Mahkemenin Mart 2000’de verdiği ve devlet topraklarının kiralanmasında Yahudiler ile Araplar arasında ayrımcılık yapılmasını yasaklayan ünlü Qaadan kararı olduğunu, ancak aynı mahkemenin 2006 yılından sonra hukuki değerlendirmelerinde objektiflik ve hakkaniyetten saparak devletin organlarıyla uyumlu hareket etmeye başladığını belirtmiştir (Peled, 2005: 28-29). 

SONUÇ 

Devletlerin ön plana taşımayı seçtikleri kimi vurguların, vatandaşlık kavramının yasalar bazındaki eşitlikçi ifadesini fiili yaşamda çifte standartlı veya 
taraf tutar bir uygulamaya çevirmesi mümkündür. Vatandaşlığın eşitlik, ortaklık, kamusallık gibi değerleri öne çıkaran bir siyasi kurum olarak önemi, 
bireysel aidiyetlerden kısmen bağımsız olarak, herkesin ortak bir alana eşit olarak katılımı fikrinin tarih sahnesine çıkmış olması noktasında gerçekleşmektedir. 

Dünyanın farklı coğrafyalarında farklı kültür ve dinsel inanışlara sahip toplumlarla nesiller boyunca bir arada yaşamış Yahudilerin, bu süre zarfında temel değerleri olarak gördükleri Yahudilik bilinçlerini kaybetmemek için kapalı bir örüntü içinde geleneksel bir yaşam tarzı sürdürmeleri neredeyse kaçınılmaz olmuştur. Yahudilerin, nesiller boyu kalplerinde taşıdıkları kendi devletine sahip olma arzusunun, bağımsız İsrail devletinin kurulmasından sonra bu devleti olabildiğince Yahudi yapmaya çalışmaları İsrail’deki vatandaşlık anlayışını ciddi şekilde etkilemiştir. 

Yahudilerin, Tevrat’ta anlatılan ve bugünkü İsrail’in sınırlarına ilaveten hâlihazırda başka devletlerin egemenlik alanları içindeki bir kısım coğrafyayı da kapsayan “vaat edilen topraklar”ı kendilerine verilmiş ilahi sözün gerçekleşme alanı olarak görmeleri, İsrail’deki vatandaşlık anlayışı sorununun bir başka boyutunu da beraberinde getirmektedir. İsrail’deki vatandaşlık anlayışının, birbirine zıt etnik beklentilere ve vaat edilmiş toprakların İsrail egemenliği veya işgali altında bulunmayan kısmının İsrailleştirilmesine evrensel hukuka uygun demokratik, adil, tatminkâr ve uzun vadeli bir yanıt vermesi kolay gözükmemektedir. 

Yahudilerin, farklı coğrafyalarda yaşarken çevrelenmiş oldukları toplumsal yapı içinde asimile olmamak için benimsedikleri yöntemler sayesinde edindikleri 
bilgi, deneyim ve gelecek beklentileri İsrail vatandaşlık anlayışının farklı bir karakteristiği olmasına neden olmuştur. Özellikle vatandaşlık hakları bakımından mevcut Yahudi merkezli ağırlık, yüksek entelektüel bilincin öğütlediği bir kısım yargısal ve bilimsel müdahalelerle zaman zaman dengelenmeye çalışılmıştır. Ancak İsrail’deki vatandaşlık anlayışının, Yahudi etno-dinsel mirasında yer alan temel değerlerine çağdaş dünyada kalıcı barışı tesisi için öngörülmüş prensipler ışığında yeni çözümlemeler getirilmemesi halinde mevcut sorunlarından arınması güç gözükmektedir. Kadim dinsel anlayışlara, tarihsel olaylara ve bunlara dayalı beklentilere büyük çoğunluk tarafından içselleştirilebilecek farklı yorumlar getirilmesi, nesiller boyu devam edecek kararlı bir çaba ve yeniden yapılanmayı gerektirmektedir. 

İsrail Devletinin ülke içindeki kültürel, dinsel ve demografik yapıyla olan sorunları ve bu noktada oluşturduğu vatandaşlık anlayışının, İşgal Altındaki Topraklarda yaşayan bireylerin İsrail ile olan ilişkileri, coğrafi konumunun politik koordinatları, Ortadoğu ülkelerinin kısa, orta ve uzun vadeli etnik, demografik, 
ekonomik ve siyasal dengeleri ile yakından ilgili olduğu açıktır. İsrail devletinin, bu ilişki ve dengelerdeki değişimleri kendi öncelikleri kapsamında vatandaşlık 
rejimine yansıtması kuvvetle muhtemel olduğundan, İsrail’deki Vatandaşlık anlayışında özellikle Yahudi olmayan Müslüman Arap ve Filistinli İsrail vatandaşları bakımından yakın gelecekte de ciddi sorunlar yaşanmaya devam edeceği söylenebilir. 

İsrail vatandaşlık rejiminin içinde geliştiği zemin, devlet tarafından terörle savaş olarak tanımlanmıştır. Özellikle 11 Eylül 2001’den bu yana tüm Batı (özellikle 
A.B.D. ve İngiltere), buna benzer bir terör ile çatışma sürecine girmiştir. Bu çatışma sadece uzun soluklu olmayıp kendi kendisini devam ettirecek bir niteliğe de sahip gözükmektedir. Kendine özgü bu dinamik, terörle savaşta neyin zafer olduğunun ve buna nasıl ulaşılacağının belirlenmesini neredeyse 
imkânsızlaştırmaktadır. İsrail gibi terör ile savaşan diğer devletlerin çoğu, terör eylemlerinin suç ortakları olduklarını iddia ettikleri kişi veya kitlelerin vatandaşlık haklarını sınırlama noktasında yasama organlarını, mahkemeleri ve halkı ikna etmek için korkuyu kullanmışlardır. 

İsrail’deki vatandaşlık anlayışının, uygulamada İsrail’in Yahudi olmayan vatandaşları aleyhinde bazı temel vatandaşlık haklarının ihlali sonucunu doğurarak toplumsal bir kutuplaşmaya neden olduğu değerlendirilmiştir. Vatandaşlık anlayışının Yahudi merkezli ırk ve kan bağı yaklaşımından kurtulmadan, toplumun sosyal-kültürel gerekliliklerine adil ve dürüst bir yanıt vermeden ve çok renkli bir yapısı olmasını kabul etmeden bu kutuplaşmaya son vererek toplumsal barışın sağlanmasına hizmet etmesi mümkün gözükmemektedir. 

DİPNOTLAR;

1 Serbest Avukat, Bursa Barosu. 
2 Aşkenaz sözcüğü,İbranice’de Almanya’ya karşılık gelen sözcükten türetilmiş olup Almanya, Polonya, Macaristan ve Avrupa’nın Doğusu’nda yaşayan 
Yahudileri ve onların soyundan gelenleri tanımlamak için kullanılmaktadır. 
3 Sefarad sözcüğü, İbranice’de İspanya’ya karşılık gelen sözcükten türetilmiş olup, İspanya, Portekiz, İtalya, Yunanistan, Türkiye, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da 
yaşayan veya onların soyundan gelen Yahudileri tanımlamak için kullanılmaktadır. 
4 Mizrahi sözcüğü Doğulu anlamına gelip Orta Doğu, Kuzey Afrika, Orta Asya ve Kafkasya’daki Yahudileri tanımlamak için kullanılmaktadır. 
5 Türkçe / İngilizcetam metni için bkz. İsrail Ankara Büyükelçiliği internet sitesi (Erişim tarihi: 01.12.2012). 
6  Bkz: İsrail Vatandaşlık Kanunu, http://www.kesher.org.il/legal/citizenship.html#_ftn5 (Erişim Tarihi: 05.02.2013) 
7 İsrail VatandaşlıkKanunu, http://www.kesher.org.il/legal/citizenship.html#_ftn5 Erişim Tarihi: 05.02.2013. 
8 Güvenlik Hizmetleri Kanunu, www.israel.gov.il/firstGov/topNavEng/Engoffices/EngMinistries, 
   www.aka.idf.il/giyus Erişim Tarihi: 05.02.2013 
9 Ulusal Sigorta Kanunu, www.btl.gov.il http://www.israel.gov.il/firstGov/topNavEng/Engoffices/ 
   Eng Ministries Erişim Tarihi: 05.02.2013). 
10 Örneğin İsrail Yüksek Mahkemesi, Yitzhak Rabin’in suikastçisi Yigal Amir’in vatandaşlıktan mahrum edilmesine yönelik bir dilekçeyi kabul etmemiştir. 
11 Detaylı bilgi için: http://magrib.org/oteki-kavrami-ve-israil/ (Erişim Tarihi: 04.01.2013) 
12 Bkz: http://www.mfa.gov.il/NR/rdonlyres/E8C4AD55-8C6D-4F34-8805-876D4A770950/0/ PeopleTurk.pdf. (Erişim Tarihi 10.03.2013) 
13 İsrael Cabinet Decision No.1813, Tel Aviv, 12.05.2002. 
http://www.mfa.gov.il/ NR/rdonlyres/E8C4AD55-8C6D-4F34-8805-876D4A70950/0/PeopleTurk.pdf    Erişim Tarihi:11.11.2012. 
14 Vatandaşlık ve İsrail’e Giriş Yasasının Değiştirilmesini Öngören Yasa Tasarısına İlişkin Memorandum (Geçici Emir), 2003, 
www.israel.gov.il/firstGov/topNavEng/Engoffices/   Erişim Tarihi: 01.02.2013 
15 Herrenvolk Demokrasi: Vatandaş haklarının yalnızca toplumun baskın grubu açısından garanti edilmiş olduğu bir siyasal sistemi. 


KAYNAKLAR 

Alpher, Yossi., The Strategic Interest: They’re There and We are Here, Daily Jewish Forward, Apr. 17, 2006, http://www.forward.com /articles/7642. 
Erişim Tarihi: 04.01.2013. 
Altıntaş, Y., Sefaradlar Kimdir, http://www.turkyahudileri.com/content/view/1056/222/lang,tr/ Erişim Tarihi: 04.01.2013. 
Besalel, Y., Yahudilik Ansiklopedisi, C. I-III, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş., İstanbul, I/79, 2001. 
Demirci, K., Yahudilik Ve Dini Çoğulculuk, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2000. 
Deniz, E., İsrail Ülke Raporu Enterprise Europe Network (Avrupa İşletmeler Ağı, Karadeniz), İstanbul, 2009. 
Dini Araştırmalar Dergisi, Eylül-Aralık 2004, Cilt 7, Sayı 20. 
Gartner, Lloyd P., History Of The Jews In Modern Times, Oxford University Pres, Oxford, 2001. 
Hahukim, S., Citizenship And Entry Into Israel Law (Temporary Order), Law Book, N.York, 2003. 
Herzl, T., The Jewish State, An Attempt At A Modern Solution Of The Jewish Question translated by Sylvie D’Avigidar, Scopus Publishing Co, New York, 1943. 
Hirschl, R., The Political Origins Of Judicial Empowerment Trought Constitutionalizastion, Lessons From Israel Constitutional Revolution, 
Comparative Politics, Vol. 33, No. 3, April 2011. 
İsrael Cabinet Decision No.1813, Tel Aviv, 12.05.2002. 
http://www.mfa.gov.il/NR/rdonlyres/E8C4AD55-8C6D-4F34-8805-876D4A70950/0/PeopleTurk.pdf Erişim Tarihi: 11.11.2012. 
İsrail Devleti Bağımsızlık Bildirgesi, www.mfa.gov.il Erişim Tarihi: 03.01.2013 
İsrail Güvenlik Hizmetleri Kanunu, www.israel.gov.il/firstGov/topNavEng/Engoffices/EngMinistries, Erişim Tarihi: 05.02.2013 
İsrail Nüfus Kayıt Kanunu, http://www.kesher.org.il/legal/citizenship.html#_ftn5 Erişim Tarihi: 05.02.2013 
İsrail Ulusal Sigorta Kanunu, www.btl.gov.il www.btl.gov.co.il Erişim Tarihi: 05.02.2013 
İsrail Vatandaşlık Kanunu, http://www.kesher.org.il/legal/citizenship.html#_ftn5 Erişim Tarihi: 05.02.2013 
İsrail Yüksek Mahkemesi Kararı, 58/8, The State of Israel v. Refael Ben Nissim Beier, P.D.I. 43(4), p.I 
Janoski, T., Citizenship And Civil Society: A Framework Of Rights And Obligations In Liberal, Traditional And Social Democratic Regimes Cambridge University 
Press, Cambridge, 1998. 
Loussouarn, Y. ve Bourrel, P., Droit İntenational Prive (2. Baskı), Paris, 1980. 
Mayer, P., Droit İnternational Prive (2. Baskı), Paris, 1983. 
Metli, E., Hasidizm’in Yahudi ve Öteki Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2006. 
Morris, B., Notes On Zionist Historiography And The Transfer Idea In 1937-1944, In Jews And Arabs, Theoretical Inquiries In Law, Vol. 8, No. 2, 2007. 1944, 
In Jews And Arabs. 
Navot, D., Is The State Of Israel Democratic? The Question Of Israel’s Democratic State In The Wake Of October Events (2002), Unpublished M.A. Thesis, 
Tel Aviv University, Tel Aviv. 
Niboyet, J. P., Traite De Droit International Prive Français (2.Baskı), c. 1, Paris, 1947. 
Onar, E., İsrail’in Kendisine Özgü Bir Hükümet Sisteminden Eskisine Geri Dönüşü, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2003. 
Or, T., A Year To The State Investigative Commision On The October 2000 Events, Tel Aviv, 2004. 
Peled, Y., Ethnic Democracy And The Legal Construction Of Citizenship: Arab Citizens Of The Jewish State, American Political Science Review, Vol. 86, 1992. 
Peled, Y., Restoring Ethnic Democracy: The Or Commission And Palestinian Citizenship In Israel, 9 (1) Citizenship Stud. 89, 2005. 
Peled, Y., Citizenship Betrayed: Israel’s Emerging Immigration And Citizenship Re-gime, Theoretical Inquiries in Law, Vol. 8, No.2, 2007. 
Peled, Y. ve Navot, D., Ethnic Democracy Revisited: On The State Of Democracy In The Jewish State, 20 (1) Israel Stud. f. 3, 2005. 
Report Of The State Commision Of Inquiry To Investigate The Clashes Between 
The Security Forces And Israeli Citizens In October 2000, Or Commision, Tel Aviv, 2003. Enacted With No Factual Basis, Tel Aviv, 2005. 
Shafir, G. ve Peled, Y., Being İsraeli: The Dynamics Of Multicultural Citizenship, 2002. 
Smooha, S., The Model of Ethnic Democracy: Israel As A Jewish And Democratic State, Nations & Nationalism, Vol. 8, No. 4, 2002. 
Taylor, A. R., The Zionist Mind: The Origins And Development Of Zionist Thought, The Institute For Paletsine Studies, 1974. 
Temelat, N., Ülke Anayasalarında Vatandaşlık Tanımları, TBMM Araştırma Merkezi Bilgi Notu, 2010. 
http://www.acri.org.il/english-acri/engine/story.asp?id=255 ,  Erişim Tarihi: 28.11.2012 
Tavukçu, S., İsrail Türkiye’den Neden Özür Dileyemez?, Stratejik Düşünce Dergisi, 2010, Ağustos sayısı. 
Tevrat, Yaratılış 15.18, Yeni Yaşam Yayınları, Seoul (Korea), 2008. 
The Esco Foundation For Palestine, Inc, Palestine, A Study Of Jewish, Arab And British Policies, Yale University Press, New Haven, Vol. I, 1947, s. 39. 
Uluocak, N., Türk Vatandaşlık Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1966. 
Ünal, M. F. ve Şekerci, H. Y., Öteki Kavramı Ve İsrail, 
http://magrib.org/oteki-kavrami-ve-israil/ Erişim Tarihi: 04.01.2013 
Vatandaşlık ve İsrail’e Giriş Yasasının Değiştirilmesini Öngören Yasa Tasarısına İlişkin Memorandum (Geçici Emir), 2003, 
www.israel.gov.il/firstGov/topNavEng/Engoffices/ Erişim Tarihi: 01.02.2013 
Yiftachel, O., Ethnocracy: Land, Politics And Identities In Israel–Palestine, 2006. 

***