Suriyeli mülteci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Suriyeli mülteci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2020 Pazartesi

Türkiye-ABD Arasında Güvenli Bölge Mutabakatı ve Fırat’ın Doğusu

Türkiye-ABD Arasında Güvenli Bölge Mutabakatı ve Fırat’ın Doğusu





Ali SEMİN.,
www.bilgesam.org
Türkiye-ABD Arasında Güvenli Bölge Mutabakatı ve Fırat’ın Doğusu
www.bilgesam.org
Suriye iç savaşı Türkiye’nin Orta Doğu bölgesine yönelik dış politikasında önemli odak noktası olduğunu söylemek mümkündür. Suriye’de yaşanan savaşın etkisinin artmasıyla beraber Ankara’nın da Esed rejimine karşı izlediği politikalar doğrultusunda bölgemizde çeşitli diplomatik ilişkileri de karmaşık hale getirmektedir. 

Bu bağlamda Suriye iç savaşındaki gelişmeler bölgeyi birçok bloka ayırdığı gibi küresel güçleri de aynı ayrışmaya sevk ettiği söylenebilir. 

Bu durum Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) daimi üyeler (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya) arasında da güç mücadelesine dönüşerek uluslararası toplumu da etkilemektedir. Özellikle Esed rejiminin aleyhine alınmak istenilen karaları veto eden Rusya ve Çin gibi BMGK daimi üyeleri arasındaki rekabeti de gün ışığına çıkarmıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin 2011 yılından bu yana Suriye iç savaşında izlediği politikalara bakıldığında, PKK/PYD-IŞİD gibi terör örgütleriyle mücadeleyi önceleyerek Esed’in devrilmesi, güvenli bölge-
uçuşa yasak bölgenin oluşturulması ve ılımlı silahlı Suriyeli muhaliflerin eğitilmesi gibi öneri / planlarını gündeme getirse de uluslararası güçlerce 
yeterince destek alamadığı ifade edilebilir.

Türkiye’nin önerdiği güvenli bölgenin, mevcut uluslararası güvenlik sisteminde BMGK’ nın kararlarının sonucunda oluşturulması ehemmiyet kazanmaktadır. Çünkü Irak’ın Kuveyt’i işgalinin ardından Saddam rejiminin kuzey Irak’a hava operasyonlarını engellemek amacıyla BMGK, 1991 yılında 688 no’lu kararını uygulayarak 36. paralelin kuzeyi ve 32. paralelin güneyindeki bölgeyi Irak uçaklarının uçuşunu yasaklamıştır. BMGK’ nın söz konusu kararıyla Kuzey Irak’ta güvenli bölge tesis edilmiştir. Şu noktaya dikkat çekmekte yarar vardır; başlangıçta Türkiye, güvenli bölge-uçuşa yasak bölge planı tamamen Esed rejiminin sivillere karşı düzenlediği saldırıları önlemek gayesiyle önermiştir. Türkiye’nin ilk kez gündeme getirdiği güvenli bölge planının Saddam döneminde Irak’ın kuzeyindeki uçuşa yasak bölge ilanına benzer bir planı olduğunun 
altını çizmek gerekir. Türkiye’nin başlangıçtaki planı oluşturulmaya çalışılan güvenli bölgenin Türkiye-Suriye sınırındaki Suriye toprakları içerisinde 
yer alan Azez-Cerablus hattı boyunca 98 kilometrekare uzunluğa ve 45 kilometre derinliğe sahip bir alanda inşa edilmesiydi. Türkiye bahse konu 
güvenli bölge planının 24 Ağustos 2016 tarihinde başlattığı Fırat Kalkanı Harekâtı ve Ocak 2017’deki Zeytin Dalı Harekatı (Afrin’i YPG’den temizlemesi) ile birlikte güvenli bölge planının boyut-kapsam ve jeopolitik alanın da değiştiğini söylemek mümkündür. Türkiye bilhassa oluşturmaya çalıştığı bölgenin sınırındaki PKK/PYD/YPG ve IŞİD terör örgütlerinden tamamen arındırılmış bir güvenli bir bölge planlamaktadır. 

Başka bir ifadeyle Türkiye’nin ikinci aşama olarak adlandıracağımız güvenli bölge planının Fırat’ın doğusunda ve Suriye’nin kuzeydoğusunda ABD ve müttefikleri nin kurduğu PKK/YPG terör örgütü kantonlarını ortadan kaldırmaktır. Bu durumda Türkiye Suriye ile olan sınırındaki terör tehdidinin önüne geçecektir.

   Aslında Türkiye, 24 Temmuz 2015’te PKK/YPG-IŞİD terör örgütlerine yönelik hava operasyonları başladıktan sonra ABD ile güvenli bölge planı görüşmelerini başlamıştır. Hatta IŞİD’e karşı mücadele edilebilmesi için ABD’nin isteği üzerine Türkiye, uluslararası koalisyona İncirlik üssünü Suriye’de güvenli bölge ve uçuşa yasak bölgenin ilan edilmesi karşılığında açmıştır. Ancak İncirlik üssünün uluslararası koalisyon güçlerinin kullanımına açılmasına Türkiye tarafından izin verilmesinden sonra ABD, güvenli bölge yerine IŞİD terör örgütünden arındırılmış bölgeler kavramını gündeme getirmiştir. 

   Bu bağlamda Ankara’nın Suriye’de inşa edilmesini istediği güvenli ve uçuşa yasak bölge şartlarına ilişkin, Washington’ın sürekli temkinli ve tereddütlü olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumun temel sebebi ise, ABD’nin askeri eğitim, danışmanlık, silah ve lojistik destek vererek Fırat’ın doğusunda ve Suriye’nin kuzeydoğusunda özerkliğe doğru ilerleyen PKK/YPG terör örgütünü koruma altına almak amacı yatmaktadır. 

Ankara-Washington Güvenli Bölge Planında Anlaşabilir mi? 

Fırat’ın doğusunda ve Suriye’nin kuzeydoğusunda güvenli bölge oluşturulması için 5-7 Ağustos 2019 tarihlerinde Ankara’da Türk ve ABD heyeti arasında oldukça kritik bir görüşme gerçekleşti. Görüşmede Türkiye’nin ABD ile vardığı mutabakatın üç aşamadan oluştuğu duyurulmuştu. 

Birinci Aşama Türkiye’nin güvenlik endişelerinin giderilmesi,

İkinci Aşama güvenli bölgenin tesisi için Türkiye-ABD ile birlikte Müşterek Harekat Merkezi’nin kurulması,

Üçüncüsü ise, Güvenli bölgenin bir barış koridor olarak yerinden edilmiş Suriyeli mültecilerin ülkelerine dönüşlerini sağlamak.

Yukarıda belirtilen mutabakatın Türkiye’nin endişelerini tamamen karşılamadığını söylemek mümkündür. Çünkü Türkiye’nin istediği PKK/YPG’den arındırılmış bir güvenli bölgedir. ABD’nin istediği ise Türkiye-Suriye sınırında 

   “Türkiye, 24 Temmuz 2015’te PKK/YPG-IŞİD terör örgütlerine yönelik hava operasyonları başladıktan sonra ABD ile güvenli bölge planı görüşmelerini başlamıştır. Hatta IŞİD’e karşı mücadele edilebilmesi için ABD’nin isteği üzerine 
Türkiye, uluslararası koalisyona İncirlik üssünü Suriye’de güvenli bölge ve uçuşa yasak bölgenin ilan edilmesi karşılığında açmıştır. ”

    PKK/YPG ile Türkiye arasında bir tampon bölgenin oluşmasıdır. Fakat Türkiye’nin istediği Fırat’ın doğusunda ve Suriye’nin kuzeydoğusunda 
oluşmakta olan PKK/YPG özerkliğinin sonlanmasıdır. Bu durumu Amerikalılar bulandırarak Türkiye’ye ağır silahları YPG terör örgütünün elinden almak veya Fırat’ın doğusunda Türk Silahlı Kuvvetleri ile ABD askeri unsurları arasında havadan ve karadan ortak devriyeye dönüştürerek zaman kazanmaya çalıştığı açıktır. 

   Aslında Türkiye özellikle 20 mil ve 32 km derinlikte Suriye-Irak sınırının Malikiye sınırına kadar uzanan 140 kilometrelik uzunlukta bir güvenli 
bölge kurmaktır. Bu nedenle ortak devriye gibi adımların atılması Türkiye’nin endişelerini giderecek tatmin edici bir yol haritası çizmemektedir. 

   Bu çerçeveden bakıldığında Amerikalıların Ankara’ya önerdiği güvenli bölge planı 5 km ile 15 km derinlikte bir alanda kurulmasıdır. Şayet Türkiye’nin Amerikalıların sunduğu planı kabul etmiş olursa YPG’liler tamamen Amerikalıların koruması altında kendi bölgelerinde şu andaki özerk ya da kanton bölge olarak oluşturdukları bölgeleri meşrulaştırmış olacaktır. Türkiye onun için bu tür planlara karşı çıkmaktadır. Peki Amerikalıların güvenli bölge konusunda tüm manevralarına rağmen neden Türkiye şuana kadar Fırat’ın doğusuna ve Suriye’nin kuzeydoğusuna yönelik herhangi bir adım atmıyor? Sorusu kafaları karıştırmaktadır. Bu sorunun esas cevabı şudur; Türkiye özellikle Amerikalıların samimiyetini test etmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple Ankara ABD ile üç madde konusunda mutabık kaldıklarını açıkladılar. Şu hususa dikkat çekmekte yarar vardır; Türkiye daha önce de Amerikalılarla buna benzer bir mutabakatı somut bir örnek olarak Menbiç’te yapmıştı. Haziran 2018’de ABD ile Türkiye arasında Menbiç mutabakatı konusunda kentin etrafında ortak devriye gezmeleri ve Menbiç’teki YPG’lilerin çıkarılması gibi bir anlaşma sağlanmıştı. ABD Menbiç mutabakatını tamamen uygulanmasına yanaşmamıştır. Çünkü Menbiç mutabakatına göre kentin idari ve güvenlik yönetimi tamamen yerli halka verilecekti. Bütün bu sebeplerden dolayı Türkiye güvenli bölge mutabakatı konusunda daha temkinli davranmaktadır.

Yukarıda belirtilen hususlar doğrultusunda, Aslında Türkiye’nin A planı diplomatik yollarla Amerikalılarla anlaşmaya varıp, Fırat’ın doğusunda 
ve Suriye’nin kuzeydoğusunda tamamen güvenli bölge ilan ederek bölgeyi büsbütün YPG terör örgütünden temizlemektir. Türkiye’nin ABD ile vardığı mutabakat noktaları konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmezse Ankara’nın B planı tek taraflı sınırlı da olsa bir askeri operasyon olabileceğini söylemek mümkündür. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zaten şu anda sınırda ciddi bir asker yığınağı mevcuttur. Bu nedenle eğer ki Amerikalılar Ankara ile varılan mutabakata sadık kalmazsa Türkiye B planını hayata geçirecektir. 
Türkiye’nin C planı ise Fırat’ın doğusunda ve Suriye’nin kuzeydoğusunda tamamen kontrol ettikten sonra güvenli bölgeye dönüştürüp Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin büyük bir kısmını bölgeye intikal etmesini sağlamaktır. 

    “ Türkiye 4 milyona yakın Suriyeli mültecilere 37 milyar dolar harcamıştır. 

Bu nedenle Türkiye Suriyeli mülteciler konusunda çok ağır yükün altındadır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu mültecilerin en azından planlanan güvenli bölge 
oluşturulduktan sonra yüzde 60 ila 70’inin kurulan bölgeye geri dönmesini sağlamaktır.”

   Türkiye’nin Suriye’de 3 tane esas stratejisi var. Bunu A,B,C planı olarak değil temel stratejisi olarak nitelemek mümkündür. Bunlardan birincisi ve en önemlisi Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamak, ikinci stratejisi, Suriye’deki terör örgütleri özellikle YPG/PKK terör örgütünün Suriye’nin kuzeyinden tamamen çıkarılması ve o bölgenin tamamen güvenli bölge ilan edilmesi, Üçüncüsü ise, Türkiye’de bulunan mültecilerin kurulacak güvenli bölgeye yerleştirilmesidir. Türkiye 4 milyona yakın Suriyeli mültecilere 37 milyar dolar harcamıştır. 

Bu nedenle Türkiye Suriyeli mülteciler konusunda çok ağır yükün altındadır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu mültecilerin en azından planlanan güvenli bölge oluşturulduktan sonra yüzde 60 ila 70’inin kurulan bölgeye geri dönmesini sağlamaktır. Çünkü bu durum Suriyeli mültecilerin aynı zamanda Türkiye’deki 
iç kamuoyunda zaman zaman siyasi bir ihtilafa da yol açtığı görülmektedir. Ayrıca zaman zaman toplumsal bir krize dönüşüyor ve Türkiye bunun altından şu anda mümkün olduğu kadar kalkabiliyor, ancak ilerde ciddi toplumsal, güvenlik ve ekonomik sorunlara da yol açacağını bildiği için şu anda bu güvenli bölge planının üçüncü hedefi Suriyeli mültecilerin en az yüzde 60’ının ülkelerine geri dönmesini istemektedir. 

    Bu üç hedef doğrultusunda eğer ki, Türkiye ABD ile vardığı güvenli bölge mutabakatından herhangi bir somut sonuç elde etmezse kuvvetle muhtemel D planı olarak Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya gitmesine göz yumarak Avrupa’ya mülteci akınını başlatabilir. Mülteciler Türkiye’nin elinde Avrupa’ya karşı önemli bir kart olduğu söylenebilir.

Sonuç itibarıyla ABD Türkiye’nin güvenli bölge planı yerine Türkiye-Suriye sınırında Türk Silahlı Kuvvetleri ile YPG terör örgütü arasında 5 ila 9 km derinlikte bir tampon bölgesinin kurulmasını benimsemektedir. Öte yandan Türkiye’nin öngördüğü güvenli bölgenin etnik ve mezhepsel yapısı da göz önünde bulundurulmalıdır. Bölgede bulunan Arap, Kürt, Türkmen ve diğer etnik grupların güvenli bölgedeki siyasi, askeri, idari ve mali yapılanmada ortak bir paylaşım içerisinde bulunmalarını sağlamak önemlidir. Suriye’den Türkiye’ye göç edenlerin sayısı Mart 2011’den bu yana 4 milyona yaklaşmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin güvenli bölge planının temel amaçlarından biri olan oluşturulan bölgeye ülkede bulunan Suriyeli mültecilerin yerleştirilmesidir. Ancak 8 yıldır Türkiye’de yaşayan ve artık ülkeye adeta yerleşmiş gibi görünen Suriyeliler 
(kamptakiler hariç) güvenli bölgeye gitmeyi kabul etmeyebilir. Özetlemek gerekirse; ABD’nin Türkiye’nin planı doğrultusunda 32 kilometrelik derinlikte bir güvenli bölge kurulmasına ve YPG’lilerin kurdukları kantonların ortadan kaldırılmasına Ankara ile tam anlamıyla mutabık kalması mümkün görülmediği söylenebilir. 

“ ABD Türkiye’nin güvenli bölge planı yerine Türkiye-Suriye sınırında Türk Silahlı Kuvvetleri ile YPG terör örgütü arasında 5 ila 9 km derinlikte bir tampon bölgesinin kurulmasını benimsemektedir.”

BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine 
yoğunlaştırmaktadır. 
BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel 
düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında
ALİ SEMİN.,
Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü olarak çalışmaları na devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez 
ülke- leri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.




***

5 Kasım 2019 Salı

ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLERİN STATÜSÜ, GEÇİCİ KORUNMA MI? KALICI KORUNMA MI?.,


ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLERİN STATÜSÜ, GEÇİCİ KORUNMA MI? KALICI KORUNMA MI?.,


ÜLKEMİZDEKİ SURİYELİLERİN STATÜSÜ: GEÇİCİ KORUNMA MI? KALICI KORUNMA MI?
Mehmet Zeki Bodur 
30 Ekim 2019


Göç konusu ve buna bağlı olarak sığınmacı, mülteci, geçici koruma kavramları, günümüzde kaynak, transit ve hedef ülkelerin kolluk, sınır güvenliği ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra bu konu ile ilgili sivil toplum örgütlerinin de dâhil olduğu birçok kurumun ilgi alanına girmektedir.
Bu konu her geçen gün daha büyük bir boyuta ulaşan, daha fazla küresel bir yaklaşım ile koordinasyon içinde yönetilmesi gereken bir olgu olarak ortaya çıkmasına rağmen, halen kullanılan birçok terimin kavramsal çerçevesinde farklılıklar bulunduğu, özellikle göçmen, mülteci, iltica, geçici koruma ve uluslararası koruma gibi kavramlarda da kavramsal kullanımına dikkat edilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

2011 yılında ülkelerinde meydana gelen iç savaş neticesinde ülkemize gelen Suriyeliler konusunda da bu konu ortaya çıkmış, ülkemize gelen Suriyelilerin hukuki statüsü konusunda başta basın yayın organları olmak üzere kamu dâhil birçok kişi ve kurum tarafından misafir, mülteci, sığınmacı, göçmen gibi olayın hukuki durumuna uzak birçok kavram kullanılmıştır. Bahse konu bu durum, ülkemizde bulunan Suriyelilerin, uluslararası hukuka uygun olmayan bir şekilde mülteci ve sığınmacı adlandırılmasına/algılanmasına neden olmuştur. Bu hususun ise önlem alınmadığı takdirde ülkemizin gelecekteki güvenlik başta olmak üzere ekonomik, kültürel, demografik ve sosyal alanlarda bekasına etki edecek sonuçlara neden olabileceği değerlendirilmektedir.

SIGINMACI ve MÜLTECİ’NİN ULUSLARARASI ÇERÇEVEDE ANLAMI

    Bu çerçevede günümüzde sıklıkla kullanılan özellikle sığınmacı, mülteci kavramlarının hukuki boyutlarına tekrar değinilmesinin gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Mülteci, “1951 Tarihli Mültecilerin Hukuksal Statüsüne Dair Cenevre Sözleşmesi”nin tanıdığı bütün haklardan yararlanan kişi, sığınmacı ise hakkında mültecilik statüsü ile ilgili yapılan çalışmalar henüz karara bağlanmamış yabancı kişi demektir.
Uluslararası literatürde “sığınmacı” kavramı uluslararası koruma için başvuru yapmış, ancak statüleri henüz resmi olarak tanınmamış kişiler için kullanılmaktadır. Literatürde bu konuya en önemli dayanak sağlayan 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde ise “sığınma” kavramı metin içinde bulunmasına rağmen, “sığınmacı” tanımı net olarak bulunmamaktadır. Bu noktada Türkiye tarafından uygulamada statüleri resmi olarak tanınmamış da olsa, sığınmacıların menşei ülkelerine zorla geri gönderilemeyeceği ve haklarının korunması gerektiği kabul edilmektedir. Sığınmacı terimi genellikle, mülteci statüsü almaya yönelik başvurularının hükümet ya da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından karara bağlanmasını bekleyen kişiler için kullanılmaktadır.
Türkiye hukuk sisteminde halen, mültecilerin kabul öncesinde sahip oldukları hakları ifade sığınmacı kavramı bulunmamaktadır. Bu husus eski yönetmelikte “sığınmacı” kavramı olarak varken, yeni yönetmelikte bu kavram yerine “başvuru sahibi” kavramı getirilerek hukuk sistemimiz Cenevre Sözleşmesi ile uyumlu hale getirilmiştir.
Ülkelerindeki iç savaştan/savaştan kaçarak ülkemize gelen Suriye vatandaşları hakkında karşılaşılan günümüzde karşılaşılan en büyük problem ise, bu insanların uluslararası hukuk kapsamında hangi statüde tanımlanacağı konusunda kavram birliğinin olmamasıdır. Halihazırda ülkemizde bulunan Suriye vatandaşlarının statüleriyle ilgili olarak en fazla “Suriyeli mülteciler,” “Suriyeliler,” “Suriyeli sığınmacılar” ve “Suriyeli göçmenler” kavramları kullanılmaktadır.
Mevcut kanunlarımıza bakıldığında ise 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu istinaden çıkarılan “6883 Sayılı Geçici Koruma Yönetmeliği”ne göre ülkemizde bulunan Suriye vatandaşlarının hukuki statüsü “geçici korunan” veya “geçici koruma altında olanlardır.”
Geçici koruma kavramı Yönetmelikte[1], ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen ve haklarında bireysel olarak uluslararası koruma statüsü belirleme işlemi yapılamayan yabancılara sağlanan korumayı ifade etmektedir. Yönetmeliğine göre; Suriye’den Türkiye’ye gelen yaklaşık 3,8 milyon kayıtlı kişinin statüsü, geçici koruma statüsündedir. Geçici koruma toplu halde verilen bir statü olup bireysel bir statü değildir.

    1951 Tarihli Mültecilerin Hukuksal Statüsüne Dair Cenevre Konvansiyonu ve YUKK açısından Türkiye’de yaşayan Suriyeliler, mülteci statüsüne sahip olmadığı düşünülmektedir. Bunun temel nedeni mültecilik kavramı bireysel bir statüye sahiptir ve toplu geçişler için uygulama alanı bulunmamaktadır. Bu kişilerden ancak bireysel başvuru yapıldığı durumda her mülteci başvurusu yapan kişi için tek tek değerlendirme yapılarak bu statüye sahip olup olmadıkları anlaşılacaktır.
Gerek iç hukukumuz gerekse Cenevre Konvansiyonundan anlaşıldığına göre, geçici korumanın aslen uluslararası anlamda zaman, neden ve olay ile sınırlı bir statü olduğu, gelen kişilerin geldikleri ülkede çok fazla kalmadan ülkelerine döneceğine istinaden “geçici nitelikte” olduğu, esas amacın gelenlerin ilk andaki acil ve temel ihtiyaçları karşılamak olduğu değerlendirilmektedir. 
Geri göndermeme ilkesinin ise Cenevre Konvansiyonundaki mülteci tanımı dışında tüm statüler için söz konusu olamayacağı, uygulamada sığınma başvurusu yapan veya mülteci pozisyonu kazanan kişilere tanınan tam uluslararası korumanın geçici koruma statüsünde olanlar için sağlanamayacağı, bu nedenle geçici korumanın süresi ve nedeni ile sınırlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Geçici Korumanın süresine ilişkin olarak,  iç hukukumuzda AB ve ABD’deki geçici koruma mevzuatındaki gibi net bir süre bulunmamakla birlikte, yönetmeliğin maddeleri arasında geçici koruma süresinin belirlenmesi yetkisi, Bakanlar Kuruluna verilmiştir. Bu konuda ABD’de, geçici korumanın bu ülkedeki Suriyeliler için süreli olarak uygulandığının bilinmesi gereklidir.[2] Geçici koruma statüsü verilenlerin özellikle bayramlar başta olmak üzere istediği zaman Suriye’deki akraba ziyaretlerinde bulunduğu basın yayın organlarında sıklıkla dile getirilmektedir.[3] Bu durum “6883 Sayılı Geçici Koruma Yönetmeliği” çerçevesinde değerlendirildiğinde, yönetmeliğin “geçici korumanın bireysel olarak sona ermesi veya iptali” başlıklı madde altında bulunan geçici korunanların; kendi isteğiyle Türkiye’den ayrılması durumunun oluştuğu kabul edilerek tekrar ülkemize dönüşüne izin verilmemesi düzenlenmesine rağmen uygulamada bu hususa dikkat edilmemekte, bu duruma ilişkin yönetmeliğe getirilen istisna maddeleri ile geçici korumanın bireysel olarak sona erdirilmesi/iptali gerçekte uygulanmamaktadır.

ABD’nin konuya ilişkin uygulamalarına bakıldığında belirli zaman aralıkları ile ülkemizdeki uygulamaların aksine geçici korumanın denetim altında tutulduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda ABD Suriye’deki krizin sona erip ermediğine bakmaksızın, Suriye’deki durumu değerlendirilerek "olağanüstü koşulların vatandaşların güvenli bir şekilde geri dönmelerini engellediği" gerekçesi ile bu korumadan yararlanan yaklaşık 7000 Suriyelinin 31 Mart 2021 tarihine kadar ABD’de yasal olarak kalabileceğini açıklamıştır. Bu uygulamadaki en dikkat çekici hususun geçici korumanın, ülkemizdeki gibi süresiz olarak değil, süreli olarak verildiği ve belli zaman aralıklarında, uygunluk şartları çerçevesinde yeniden değerlendirilerek uzatıldığıdır. ABD buna benzer uygulamalarını sadece Suriye için değil çeşitli insani gerekçelerle halen Nepal, Güney Sudan, Nikaragua, El Salvador, Somali, Yemen ve Hondruas gibi ülkelerin vatandaşlarına da sağladığı bilinmektedir.[4]
Burada asıl olan husus Suriyeliler için kanun koyucunun kanunlaştırarak kabul ettiği “geçici korunan” veya “geçici koruma altında olanlar” kavramlarının anlaşılmasına ilişkin olarak fikir birliği oluşturularak, uygulamada mevcut kanun ve yönetmeliklere uygun olarak hareket etmektir.

SURİYELİLER GEÇİÇİ KORUNMA STATÜSÜNDELER Mİ, YOKSA MÜLTECİ OLARAK KORUNAN STATÜSÜNDELER Mİ?

Literatürde birbiri ile karıştırılan ve sıklıkla birbirleri yerine kullanılan mülteci ve sığınmacı kavramları, bu insanların ülkemizde bulunmasına yasal gerekçe olan “geçici korunma statülerinin” arka plana itilmesine, uluslararası anlamda yeni bir statü kazanmalarına neden olmaktadır. Ülkemizdeki Suriyelilerin hukuki pozisyonuna ait en son 9 Ekim 2019 tarihinde başlayan “Barış Pınarı Harekâtı” çerçevesinde, 22 Ekim 2019 tarihinde Rusya ile imzalanan mutabakat metninde[5] de "Mültecilerin[6] güvenli ve gönüllü şekilde geri dönüşlerini kolaylaştırmak maksadıyla ortak çalışma yapılacaktır” şeklinde mutabakat metni içinde açık olarak ülkemizdeki Suriyelilerin hukuksal pozisyonu için mülteci tabirinin kullanıldığı görülmektedir. Yine benzer bir durum Uluslararası Af Örgütünün raporunda da[7] da yer almış, örgütün ülkemizi eleştirirken kullandığı ifadelerde, Suriyelilerin ülkemizdeki hukuki pozisyonunun geçici koruma altında oldukları göz ardı edilerek, sığınmacı/mülteci gibi varsayılarak “zorla geri gönderilemeyeceği” konusunda ülkemize insan hakları bağlamında eleştiri getirilmiştir. Bu konuda, Cenevre Konvansiyonu esas alınarak, “geri göndermeme ilkesinin” sadece mülteciler için tanınan bir hak olduğu düşünüldüğünde[8], geçici koruma altındakiler için kazanılmış bir hak gibi uygulanamayacağı değerlendirilmektedir. Ancak bu noktada geçici koruma statüsündeki kişilerin buna neden olan etkenlerin ortadan kalkmadan, sürdürülebilir bir geri dönüş şartları oluşmadan ülkelerine geri gönderilmesi de anlaşılmamalı, bu konuda BM ve Suriye ile işbirliği içinde çalışılmasının önemi ortaya çıkmaktadır.   

Uluslararası Af Örgütü dâhil birçok kurumunda, raporlarında bahsettiği gibi ülkemizde bulunan Suriyelilerin, ülkemizce “kandırılarak ya da zorla” geri gönderilmesi gibi bir durumun söz konusu olmadığı değerlendirilmektedir. Bu konuda örgüte, öncelikle ülkemizde mevcut Suriyelilerin hukuki statüsünün ne olduğunun anlatılmasının gereklidir.[9]  Bu husus, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü tarafından açıkça “geçici koruma altında olan Suriyeliler” denilerek hukuki statü tekrar hatırlatılmış, ancak bu kişilerin sığınmacı/mülteci statüsüne sahip olmadıkları ifade edilmemiştir. Buna bağlı olarak “zorunlu olarak geri gönderme me ilkesinin” ülkede bulunan Suriyeliler için söz konusu olamayacağı nı, çünkü bu insanların hukuki statüsünün mülteci/şartlı veya başvuru sahibi statüsünde olmadıkları, bugün ABD dâhil birçok ülke tarafından uygulandığı şekilde “sadece geçici korunma statüsünde olduğu” uluslararası ölçekte anlatılmamıştır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise hem gelen Suriyeliler açısından, hem de kabul eden ülke açısından da hâlihazırda gerek basın gerek kamu gerekse akademik camia tarafından sıklıkla ifade edilen “Suriyeliler için gönüllü geri dönüş-gönüllülük” düşüncesinin uluslararası hukuk bağlamında ne anlattığı konusunda ortak akıl çerçevesinde açıklığa kavuşturulması ve uygulanması düşüncesidir.

Gönüllü geri dönüşün ve buna bağlı geri göndermeme ilkesinin sadece uluslararası hukukta mülteciler/sığınmacılar için verilen bir hak olduğu kabul edildiğinde, Suriyelilerin zorunlu olarak ülkemize geldikleri şartların değiştiği, geldikleri ülkede sürdürülebilir şartların oluştuğu konusunda BM ve kaynak ülke Suriye ile işbirliği yapılarak Bakanlar Kurulu tarafından alınacak karar ile öncelikle gönüllü olarak, sonrasında ise zorunlu olarak[10] ülkelerine-güvenli bölgelere veya üçüncü ülkeye gitmeleri sağlanmalıdır.
Bu çerçevede tüm devlet, basın ve STK’lar dahil kurumlarda, geçici korumanın kişisel bir statü değil toplu bir statü olduğunun, tekrar tekrar tüm kurumlar nezdinde doktrine edilerek anlatılması gerektiği değerlendirilmektedir. Bu noktada açıkça vurgulanması gereken husus eğer Suriyelilerin statüsü “mülteci/şartlı mülteci/sığınmacı statüsünde” olsaydı “geri göndermeme ilkesi” çok rahat bir şekilde uygulanabileceğidir. Kanun koyucunun “geri göndermeme ilkesi” olarak “Konvansiyonunun sadece mülteciler için tanımladığı” bir statüyü, mevcut uluslararası anlaşmalarında ilerisine taşıyarak[11], tüm kanun kapsamındaki statülerle birlikte “geçici koruma statüsü”  içinde genişletilmesinin, gelecekte kamu düzeni ve güvenliği açısından ortaya çıkarabileceği birçok olumsuz soruna neden olacağı değerlendirilmektedir. Bu durumun Suriyeliler konusunda uluslararası benzer uygulamaların aksine, geçici korunanların gönüllü geri dönüşlerinden bahisle, geçici korumanın statüsel olarak yaratılma şekline ve doğal ruhuna aykırı yeni bir durum yarattığı düşünülmektedir. Bu ise “daimi korunan statüsü” gibi mülteci pozisyonuna eş yeni bir durumu ortaya çıkarmıştır. Bu konuda en iyi uluslararası uygulama örneğinin, başta AB ve ABD’deki geçici koruma altındaki Suriyelilere belirlenen süre sonucunda nasıl bir uygulama yapılacağının takip edilmesidir. Bu durum ülkemizin uluslararası anlamda elinin güçlenmesi için örnek teşkil edecektir. Bahse konu bu insanların bir zorunluluk nedeni ile geldikleri kabul edildiğinde, yani “gönüllü bir gelme durumu” olmadığı kabul edildiğinde, geri dönüşlerinin de bu zorunluluğu oluşturan şartların ortadan kalkması durumunda, yine “gönüllülük esasına göre değil”; geldikleri dönemde ülkelerindeki şartların değiştiği, bu şartların ortadan kalktığı kabul edilerek, artık ülkelerine dönmelerinin vaktinin geldiğini önce kendilerine sonra uluslararası topluma ve en önemlisi de kendi milletimize anlatmanın gerekliliğidir.

Kavram karmaşasının düzgün kullanılmayışının sonuçlarının da bu şekilde ortaya çıkması ise açıkçası ironik bir durumdur. Bu çerçevede ülkelerindeki şartların BM ve kaynak ülkesi ile işbirliği içinde değerlendirilmesini müteakip, “herkes kendi ülkesinde ve kendi evinde daha mutludur” sloganı ile ülkelerine geri dönüşlerinin sürdürülebilir koşulların oluştuğundan bahisle geri dönmelerinin gerekliliğinin tüm paydaşlara müşterek olarak uygulanacak kamu diplomasisi ile ifade edilmesi gereklidir.

Sonuç olarak, geçici koruma statüsü verilen Suriyelilerin;

Bu statülerin gerek kamu gerek basın gerekse sivil toplum örgütleri tarafından, tanımın ruhuna uygun olarak dikkatli kullanılmasının,Gönüllü geri dönüşün ülkesinden göç etmesine neden olan olumsuz şartların ortadan kalktığının “BM başta olmak üzere Suriye ile uluslararası işbirliği” yapılarak, öncelikle gönüllü olarak geldikleri ülkeye-güvenli bölgelere veya üçüncü ülkeye gönderilmesinin sağlanmasının,ABD’deki uygulamalara benzer şekilde “zaman sınırlı” olarak verilmesinin, geçici koruma şartlarına neden olan gerekçelerin “belirli makul sürelerle devlet aklı ile tekrar tekrar sürekli olarak yeniden değerlendirilmesinin,
Geçici koruma ile ülkemize gelen yabancıların her ne olursa olsun daimi statüde kalmasının engellenmesine yönelik tedbirlerin alınmasının, bu kapsamda Suriye’de geri dönüş için sürdürülebilir koşulların oluşmasını sağlamak üzere bu ülke ile işbirliği yapılmasının,”Mevcut kanunlarda belirtilen “yasal mevzuatın uygulamasını ortadan kaldırarak göçmenlerin kalıcı olmasına olanak sağlayacak istisnai maddelerden arındırılarak titizlikle uygulanmasının”,

6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslar arası Konuma Kanununda geri göndermeme ilkesinin her ne kadar kanun kapsamına giren tüm statüleri kapsadığı bilinse de, bu ilkenin uygulamasının mülteci statüsü hariç diğer statüler için süre ve neden sınırı ile sınırlandırılmasının ülke menfaatleri açısından daha faydalı olacağının,
gerekli olduğu değerlendirilmektedir.


[1]  Bu Yönetmelik, 20 Temmuz 2001 tarih ve 2001/55/EC sayılı Kitlesel Sığınmalarda Geçici Koruma Yönergesinden faydalanılarak hazırlanmış, AB müktesebatı ile sadece süre kısıtlaması uygulaması hariç olmak üzere tamamen uyumlu olarak hazırlanmıştır.

[2]  https://tr.sputniknews.com/abd/201908021039823429-abd-suriyeli-gocmenlere-gecici-koruma-statusunu-uzatti/, Erişim Tarihi: 28.09.2019.

[3]  https://tr.euronews.com/2019/08/19/kurban-bayram-icin-ulkelerine-giden-suriyelilerin-turkiyeye-donusleri-basladi, Erişim Tarihi: 27.10.2019.

[4]  https://www.uscis.gov/humanitarian/temporary-protected-status, Erişim tarihi:28.09.2019

[5]  http://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-turkiye-ile-rusya-arasinda-tarihi-mutabakat-iste-10-madde-41356401, Erişim Tarihi: 25 E http://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-turkiye-ile-rusya-arasinda-tarihi-mutabakat-iste-10-madde-41356401, Erişim Tarihi: 25 Ekim 2019.

[6] 1951 Cenevre Sözleşmesine gör ülkemiz coğrafi kısıtlama nedeniyle sadece Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle gelenlerin mülteci olarak kabul edileceğini, 6458 sayılı kanuna göre de Avrupa ülkeleri dışından gelenleri ise üçüncü ülkeye yerleşinceye kadar “şartlı mülteci” olarak kabul etmektedir. Dolayısı ile bu mutabakat metninde kullanılan mülteci ifadesi hukuki durumda ancak şartlı mülteci olarak kullanılabilirdi. 
Suriyelilerin uluslar arası anlaşmalardan kaynaklı gerekçelerden dolayı mülteci olarak adlandırılmaları hukuken mümkün gözükmemektedir.

[7]  https://www.haberler.com/turkiye-den-uluslararasi-af-orgutu-nun-kustah-12562143-haberi/, Erişim Tarihi:25 Ekim 2019.

[8]  6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Konuma Kanununda geri göndermeme ilkesi her ne kadar kanun kapsamına giren tüm statüleri kapsadığı bilinse de, bu ilkenin uygulamasının mülteci statüsü hariç diğer statüler için süre ve neden sınırı ile sınırlandırılması daha faydalı olacaktır.

[9]  https://www.haberler.com/turkiye-den-uluslararasi-af-orgutu-nun-kustah-12562143-haberi/, Erişim tarihi:26 Ekim 2019.

[10]  Ülkemizde oturma izni verilmeden ve sosyal haklardan faydalanılmasını engelleyerek.

[11] 1951 Cenevre Konvansiyonunda geri göndermeme ilkesi sadece mülteci statüsünde olanlar için öngörülmüş bir kavram olup sonradan ortaya çıkan ruhu itibarı ile geçici olan bir statü için öngörülmemiştir.


***