Soğuk Savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Soğuk Savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2019 Perşembe

Konvansiyonel Savaş Devri Geride mi Kaldı? BÖLÜM 1

Konvansiyonel Savaş Devri Geride mi Kaldı?  BÖLÜM 1





Yunus ÖZTÜRK* 
* Kurmay Binbaşı., ISCTE-Lizbon Üniversitesi Doktora Öğrencisi, yunozturk@gmail.com 
  Makalenin GelişTarihi:11.12.2015Kabul Tarihi: 12.03.2015 



Özet; 

Bu makalenin amacı, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte zayıflayan konvansiyonel savaş olasılığını etkileyen faktörleri incelemek ve konvansiyonel tehdit algısının gerçekliğini ve güncelliğini sorgulamaktır. 
Bu maksatla güvenlik ortamının Soğuk Savaş yıllarından bu yana geçirdiği dönüşüm incelenmiş ve küreselleşme süreci ile birlikte gelişen post modern tehditlerin, konvansiyonel tehditlerden ayrışma süreci üzerinde durulmuştur. Gelecek öngörülerinde konvansiyonel savaş olasılığının varlığını ve planlama cıların algılarını etkileyen faktörler olarak ulusal güvenlik stratejisi, tehdit, jeopolitik, bütçe ve teknoloji başlıkları ele alınmış, her birinin paradigmalar üzerindeki tesirleri analiz edilmiş ve bu kapsamda bazı ülkelerin ulusal güvenlik strateji belgeleri incelenmiştir. Makalenin temel savı, iki kutuplu sistemin dağılmasından bu yana güvenlik literatürü ve planlama süreçlerinin dışında 
kalmaya başlayan konvansiyonel savaş olasılığının varlığını koruduğu ve bu olasılığı dışlayan yaklaşımların gelecekte yüksek maliyetlerle yüzleşmek durumunda kalabileceğidir. 

Değişen Tarih, Değişmeyen Korku 

İki kutuplu sistemin çözülmesi ile birlikte güvenlik ve savunma kavramları 
güncellenmeye başlanmış ve bu köklü ‘paradigma’ (değerler dizini) değişiminin 
planlama, programlama ve tedarik süreçlerine kaçınılmaz yansımaları olmuştur. 
İki büyük dünya savaşının ardında bıraktığı toplumsal, ekonomik ve askerî yıkımlarla baş etmek durumunda kalan devletler, Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte tehdit algılamalarını ve bu algılar üzerine inşa ettikleri güvenlik yapılanmalarını yeniden gözden geçirmeye koyulmuşlardır. Küreselleşmenin hız kazanması bu gayretlerin yoğunluğunu artırmıştır, çünkü bu defa Sovyet doktrinine cevap olarak hazırlanan orduları çok daha farklı görevler beklemiştir (Schnabel ve Krupanski, 2014: 119-137; Ankersen, 2014: 39-42; Knight, 2008: 15). Derin bocalamaların da yaşandığı bu geçiş süreci, modern devletler için yeni fırsatlar ve riskleri beraberinde getirmiş; geçiş sürecine süratle uyum sağlayan modern ordular, küresel güvenlik boşluklarında beliren yeni görevleri üstlenme becerisini gösterirken, güvenliğin kavramsal çerçevesini cephe anlayışı üzerinden çizmeye devam edenler yeni dönemin alışılmadık risklerini göğüslemekte zorlanmıştır. Konvansiyonel tehditlere karşı hazırlanan savunma yapısı ve güvenlik anlayışı, üst düzeyde sürat, uyumluluk ve esneklik gerektiren yeni görevler karşısındaki yetersizliğini, bizzat yaşayarak tecrübe etmiş ve bu pahalı tecrübe, teoride ve pratikte reorganizasyon sürecine kapı aralamıştır. Yakın geçmişte yaşanan Kosova, Bosna, Somali örnekleri bahse konu sürecin laboratuvarları olurken, Afganistan ve Irak örnekleri yeniden biçimlenen paradigmanın sürat, uyumluluk, esneklik üçgenine sığdırılmayacak ölçüde çok boyutlu olduğunu gözler önüne sermiştir. 

Belirsizlik-yoğun güvenlik ortamında filizlenen yeni tehditleri ulus devlet-küreselleşme bağlamında değerlendirenler Soğuk Savaş’ın esasen sona ermediği, iki kutuplu gerginliğin yerini çok kutuplu gerginlik sürecine bıraktığı teziyle geleneksel yaklaşımı sürdürmüşlerdir. Gerçekten de, İsen’in tespitiyle (2004: 310), sınırlar arasında egemen olan savaş korkusu, ironik bir biçimde, tüfek namlularından barut gazları yükselmesini geçici de olsa önlemiştir; daha da önemlisi, kitlesel ölümleri peşinden sürükleyecek türden çılgınlıkların hayal dünyasından çıkarak  gerçeklikler âleminde hayat bulmasına engel olmuştur. Öte yandan konvansiyonel tehditlerin sahneden çekildiğini düşünenler, bu görüşlerini “hantal ve kalabalık ordular beslemenin artık gereksiz ve imkansız olduğu” yönündeki teze dayandırmışlar dır. Kalabalık ordu konseptini idame etmenin bilhassa gelişmekte olan ülkelerde giderek güçleştiğini ortaya koyan demografik verilerin de etkisiyle, modern ordularda, savaş dışı harekâta doğru kayan yoğun bir ilgi gözlemlenmiş; paralel olarak, güvenlik ve savunma literatürü, bilhassa son 30 yılda savaş dışı harekâtı vurgulayan, konvansiyonel savaşı geri plana iten epeyce akademik çalışma biriktirmiştir. 

1990’lı yılların sonundan itibaren savunma ve güvenlik alanında üretilen 
akademik çalışmalar, geneli itibarıyla, düzensiz (irregular) ve asimetrik tehditlere vurgu yapmış ve planlamacıların dikkatini konvansiyonel savaş olasılığından uzak tutmuştur. 

1900-2015 yılları arasındaki küçük, orta vebüyük ölçekli çatışmalar incelendiğinde konvansiyonel nitelik taşıyan savaşların, bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızlı bir düşüş eğilimine girdiği, buna mukabil iç savaş, ayaklanma, terörizm gibi diğer çatışma türlerinin yoğunluğunu artırdığı görülmektedir. Heidelberg Enstitüsü’nün verilerine göre (2014: 16-17), 1945 yılında düşük, orta veyüksek yoğunluklu küresel çatışma sayısı 83 iken, 2014 yılında bu sayı 424’e yükselmiştir. 
Çatışma yoğunluğunun 1990’lı yılların başından itibaren önemli oranda arttığı 
ve devletler arası çatışmaların, yerini, devlet-içi çatışmalara bırakmaya başladığı tespit edilmiştir. 

Konvansiyonel savaş konsepti, 1945’ten itibaren ciddi anlamda zayıflamaya 
başlamıştır. 1945-2005 yılları arasını kapsayan bir araştırma (Creveld, 2005: 357358), dünya çapında meydana gelen yaklaşık 120 silahlı çatışmanın yüzde 80’inde aktörlerden biri veya her ikisinin devlet-dışı olduğunu ortaya koymuşsa da, konvansiyonel savaş olgusu varlığını tümden yitirmemiştir. Bu kapsamda örneğin İran-Irak Savaşı, teknolojinin yoğun olarak kullanılmadığı, bu yönüyle de Birinci Dünya Savaşını daha çok anımsatan konvansiyonel karakteriyle öne çıkmıştır. Nükleer güce dayanan korku dengesinin egemen olduğu dönemde ise ülkelerin nükleer silahlara sahip olma olasılığı, güçleri ile doğrudan ilişkili bir görünüm sergilemiştir. 

Gelişmiş ülkeler, güvenliklerini nükleer silahların yardımıyla ve üstelik daha az maliyetle sağlamaya çalışmışlardır. 

11 Eylül saldırıları ile birlikte yeniden biçim ve boyut değiştiren tehdit algısı, 
konvansiyonel tehditlerden ziyade kitle imha silahları ve terörizm gibi postmodern tehditleri esas alma konusundaki kararlılığı pekiştirmiştir. Bugün hemen her devletin konvansiyonel tehditleri esas alan harekât planlarını hazırda bulundurduğunu tahmin etmek zor değildir; ilaveten, konvansiyonel savaşa ilişkin taktik ve teknikler içeren doktrinler raflardaki, askerî eğitim kurumlarında konvansiyonel harp esaslarını içeren dersler de müfredattaki yerlerini muhafaza etmektedir. 
Müfredatın modern muharebelerin gereklerine göre güncellendiği farz ve kabul edildiğinde ve modern savaşların müdahale (intervention), istikrar kazandırma (stabilisation), normalleştirme (normalization) şeklinde bölümlenen safhalarının konvansiyonel tehditleri bütünüyle göz ardı etmediği düşünüldüğünde, söz konusu geleneksel yaklaşımın teorik arka planı  anlaşılabilir. 
Nitekim Berlin Duvarının yıkılmasından bu yana askerî planlamacılar, sözü edilen üç safhadan ilkinin yoğunluklu olarak konvansiyonel harp şeklinde, diğerlerinin ise savaş dışı harekât uygulamaları biçiminde icrasını tahayyül etme eğilimine girmiş ve bu tahayyül, çoğu küreselleşmenin etkilerinden kaynaklanan bazı anlaşılır nedenlerden dolayı, savaş dışı harekât uygulamalarını odak haline getirmiştir. Çift kutuplu paradigma ile yetiştirilen askerlerin bu geçiş sürecine uyumu sancısız olmamış, fakat uzun da sürmemiştir. 
Birbiri ardınca beliren küresel güvenlik boşlukları, asker ve sivillerin esneklik ve 
uyumluluk yeteneklerinin gelişmesine paha biçilmez katkılar sunmuştur. 

Caydırıcılığa sağladığı dolaylı katkı, görece düşük maliyeti ve bayrak gösterme 
gibi maksatlar, devletleri savaş dışı harekât ortamlarına gönüllü olarak sürüklemiştir. 
Modern ordularda görülen bu hareketlilikte, kamuoyunun savaşma konusunda 
giderek artan isteksizliği ve mali kaynaklardaki daralmaya bağlı olarak “tank-tereyağı” metaforunda tercihini ikinciden yana koymaya başlaması itici güç vazifesi görmüş, bu kapsamda her ne kadar genel bütçeden savunma harcamalarına ayrılan oran azalma eğiliminde olsa da, devletlerin silahlanma eğilimlerinde önemli bir sapma gözlenmemiş tir. 

Diplomatik kanalların çeşitlenerek güç kazanması, krizlerin muhtemel bir çatışma veya savaşa dönüşmeden önlenebilmesine katkı sunmuştur. Askerî diplomasinin ürünü olan ittifak ve paktlar, kendisine yönelik tehdit algısını diğerleri ile paylaşarak zayıflatmak isteyen ülkeleri bir yandan ortak şemsiye altına çekerken, diğer yandan güvenlik ve savunma paradigmalarındaki olası sapmaya engel olmakiçin üyelerini müşterek bir resim etrafında buluşturmayı hedeflemiştir. M.Ö. 492432 yıllarında Yunan site devletlerini bir arada tutan Delphi Ligi ile başlayan ortak savunma anlayışı, ortak tehdidin bütünleştirici etkisi ile birlikte konumunu güçlendirmiş; Pers tehdidinin tarih sahnesinden çekilmesi ile birlikte kaosa gömülen Delphi Ligi’ne mukabil, NATO aradan geçen süre zarfında konumunu ve etkisini muhafaza etmeyi başarmıştır. 

Varşova Paktı, NATO için konvansiyonel bir tehdit iken, günümüzün müşterek 
resmi daha karmaşık yapıdadır. Tehdit algısını da içerecek şekilde güvenlik politikaları; ulusal güvenlik stratejisi, hedef ve çıkarlar, jeopolitik, sosyolojik veriler, tarihsel ve kültürel birikimler gibi faktörlerin etkisiyle belirlenmektedir. Modern devletlerde sivil yönetimin ve kamuoyunun güvenlik ve savunma alanlarına yönelik denetleme/kontrol talebi, bahse konu alanları sadece askerlerin ilgi alanı olmaktan çıkarmış ve böylece sivil-asker ilişkilerinin kapsamı müşterek resmin tespitini de kapsayacak şekilde derinlik kazanmıştır. Clausewitz’in “Savaş, politikanın başka yollarla devamıdır.” ifadesinden bu yana çeşitlenen, kimi zaman boyut değiştiren sivil-asker ilişkileri, böylelikle, tehdit algısına yönelik paradigma dönüşümünde de söz sahibi olmuştur. Konvansiyonel savaşların ağır maliyetinden kaçınmak isteyen sivil kamuoyu, yeni paradigmanın gereksinimlerinin daha küçük ve daha az maliyetli bir savunma yapılanması ile karşılanabileceği kanaatiyle, tehdit algısında köklü değişiklikler öngören süreci kolayca benimsemiştir. Sivil-asker ilişkileri böylece yeni bir dönemece girmiştir. 

Günümüzde sivil-asker ilişkilerinin çerçevesini belirleyen faktörlerden birisi 
olarak güvenlik alanı, planlamacılara vaat ettiği belirsizliklerin yanı sıra, tartışmaların vazgeçilmez odağı olması yönüyle de güncelliğini muhafaza etmektedir. Planlama süreçlerinin ayrılmaz parçası olan belirsizlik faktörü, bazı temel soruları da bünyesinde barındırmaktadır: Eğer güvenlik, devletlerin yaşamsal gereksinimleri arasında yer almaya devam edecek ise, uçak gemisinden piyade tüfeği mühimmatına kadar tüm tedarik süreçlerini, modernizasyon planlarını, personel temin, tedarik ve eğitim sistemini doğrudan etkileyen tehdit algılarının gelecekte ne yönde değişmesi beklenmektedir? Konvansiyonel savaş devri geride mi kalmıştır? Makalede, bu soruların cevabı ulusal güvenlik stratejisi, tehdit, jeopolitik, bütçe ve teknoloji faktörleri çerçevesinde ele alınmış ve her bir faktörün, konvansiyonel savaş algı ve olgusunu ne yönde biçimlendirdiği tartışılmıştır. 

Konvansiyonel Savaş Algı ve Olgusu 

Endüstriyel savaş (Smith, 2006: 267), yüksek yoğunluklu savaş (Townshend, 
2005: 18-19), geleneksel savaş (Knight, 2008: 15) ve düzenli (regular)savaş (Gray, 2005: 168) olarak da nitelenen konvansiyonel savaş; simetrik harp silahları ile taktik ve tekniklerin düzenli (regular)yapıdaki unsurlar (devletler) tarafından, belirlenmiş bir hedef doğrultusunda (Dixit, 2010: 123) kullanımını öngörmektedir. 

A ülkesinin B ülkesine savaş ilan etmesi, şekillendirme kapsamında B ülkesine ait hedeflerin hava ve kara platformlarından ateş altına alınması, doktrine uygun olarak harbin gelişmesi, bu arada B ülkesinin kademeli savunma anlayışı içinde savunmasına derinlik kazandırması, taarruz eden tarafın öncelikle piyade ve 
mekanize piyade ile ilk savunma hattını yarması, müteakiben zırhlı birliklerin harekâta iştirak etmesi ve belirlenen hedeflerin ele geçirilmesi şeklinde özetlenebilecek olan konvansiyonel savaş, düzenli ve simetrik bir tehdidin bertaraf edilmesini esas almaktadır. Askerî birliklerin teşkilatlanması ve eğitimi, silah veteçhizat tedariki, personel temin ve yetiştirilmesi gibi hususlar bu paradigmanın çizdiği çerçeve içinde kalır. Smith (2006: 267-268) ve Moskos (2000: 15), Soğuk Savaş dönemi bloklarının ortadan kalkması ve konvansiyonel (endüstriyel) yapıdaki orduların “hükmünü yitirmesi” ile birlikte, söz konusu paradigmanın değişmeye başladığını belirtmekte ve askerleri bekleyen yeni tür görevlere (barışı koruma, insani yardım vb) işaret etmektedir. 

Savunma planlamacıları için paradigma ve algılar oldukça önemlidir. Her devlet 
bekasını sağlamak, ulusal çıkarlarının takipçisi olmak ve gerektiğinde hasmına 
isteklerini kabul ettirmek maksadıyla, belli bir süreç içerisinde oluşmuş değerler 
ve algılar temelinde hareket eder. Ulaşmak istediği sonuç, zorlamak ve/veya caydırmaktır. 

Caydırıcılık ve zorlayıcılık günümüzde, askerî olduğu kadar uluslararası 
ilişkiler literatüründe de yoğunluklu olarak yer almakta, kimi zaman da anlamdaş oldukları düşüncesiyle birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Halbuki Art’a (1997: 

20) göre iki kavram arasında önemli bir farklılık vardır; biri aktif, diğeri ise pasif 
güç kullanımıdır (Şekil 1.). Caydırıcı tehdidin başarısı, güç kullanmaya gerek bırakmaması ile, zorlayıcı tehdidin başarısı ise taleplerin, düşman tarafından ne kadar çabuk ve kolay kabul gördüğü ile ölçülür. Bazı dönemlerde her iki yöntemin de amacına ulaştığını gösteren örneklere rastlamak mümkündür. 

Örneğin, Soğuk Savaş yıllarında herhangi bir büyük savaş yaşanmaması, caydırıcılığın etkili olması ile ilişkilendirilir. Nitekim Jervis’e (1984: 57) göre savaş korkusu, caydırıcılık temelli psikolojik bir süreçtir; caydırıcılık ise önemli ölçüde algılara dayanır. Bu noktada algıların farklılaşan yapısına işaret eden Tuck (2014: 117-118), konvansiyonel savaşın düzensiz (irregular) savaş kavramı gölgesinde kalabildiğine işaret ederek; bu algının Hindistan ve Çin gibi ülkeler tarafından da paylaşılan genel bir kanı olmayabileceğini, daha ziyade Irak ve Afganistan tecrübelerinin etkisi altında kalan Batı kaynaklı bir perspektif olabileceğini savunmaktadır. 




Şekil 1.Zorlayıcılık ve Caydırıcılık (Art, 1997: 20) 

Soğuk Savaş perdesinin kapanmasından bu yana popülerliği giderek zayıflayan 
konvansiyonel savaş algı ve olgusu, bazı faktörler tarafından biçimlendirilir. Makalede bu faktörler ulusal güvenlik stratejisi, tehdit paradigması, jeopolitik, bütçe ve teknoloji olarak belirlenmiştir. Strateji, sivil yönetim ve askerî planlamacılar için genel çerçeveyi çizerken; tehdit algıları jeopolitik ile yakın ilişkide olarak çerçevenin içindeki yerleşimi düzenlemektedir. Bütçe ve teknoloji ise, planlamacıların paradigma içindeki hareket serbestisini belirlemekle yükümlüdür. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde her bir faktörün, konvansiyonel savaş olgu ve algısını ne yönde biçimlendirdiği tartışılacaktır. 

Ulusal Güvenlik Stratejisi 

Ulusal menfaatler, bu menfaatlere yönelmiş tehditler ve bu tehditleri bertaraf 
etmek için gerekli yetenekler arasındaki etkileşimi gösteren ulusal güvenlik stratejisi, nelerin nasıl başarılacağını tanımlaması yönüyle güvenlik algısının bütününü şekillendiren bir kılavuz niteliğindedir. Bu kılavuz, bir yandan “politikanın başka hangi yollarla devamının” öngörüldüğünü ortaya koyarken, diğer yandan da yüz yüze bulunulan tehdit ve riskleri tanımlayarak planlama cıların önündeki sis örtüsünü aralamaya çalışır. Siviller ve askerlerin ortaya koyduğu müşterek resim, oluşturulan gelecek tahayyülü etrafında şekillenir ve konvansiyonel tehdit öngörüsü, böylece ulusal güvenlik stratejisinin satırları arasında netlik kazanır. 

Ülkelerin ulusal güvenlik stratejilerinin somut göstergeleri olan Ulusal Güvenlik 
Strateji Belgeleri; yerel, bölgesel ve küresel ölçekli gelecek tahayyüllerinin, tehdit algılarını ne yönde biçimlendirdiğine ilişkin kullanışlı ipuçları sunmaktadır. Bu ipuçlarına ulaşmak maksadıyla dokuz ülkenin Ulusal Güvenlik Strateji Belgeleri incelenmiş, bahse konu dokümanlarda hangi kavramların ön plana çıkarıldığı tespit edilerek, ulaşılan sonuçlar Tablo 1.’de sunulmuştur. Buna göre iki kutuplu sistemin çözülmesinden bu yana geri plana itilen konvansiyonel tehditler söz konusu strateji belgelerindeki yerlerini kısmen muhafaza etseler de, terörizm vesiber saldırılar gibi yeni tehditlerin ve barışı koruma, barış inşası gibi yeni görevlerin ağırlık kazandığı görülmüştür. Örneğin ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde konvansiyonel tehdit kavramına hiç yer verilmezken,terörizm kavramı farklı şekillerde 11 kez vurgulanmaktadır. Nicelik üstünlüğünü esas alan Soğuk Savaş paradigması yerine, nitelik üstünlüğünü hedefleyen ve tehdit veya riski mümkün olan asgari kuvvet sarfı ile bertaraf etmeyi hedefleyen eğilimin izleri bahse konu belgelerde açıkça görülmektedir. Yanı sıra, savaş dışı harekât ve demokratik gelişime katkı gibi görece yeni alanların, sivil yönetim ve askerî planlamacılar tarafından caydırıcılığa sağladıkları dolaylı katkı nedeniyle giderek daha fazla benimsendiği de tespit edilmiştir. 




Tablo 1.Bazı Ülkelerin Ulusal Güvenlik Stratejilerinde Yer Alan Vurgular 
(seçili sözcüklerin tekrar sayısı) 

Ulusal güvenlik stratejilerindeki değişimler askerî stratejileri ve görevleri yakından etkilemektedir. Ulusal değer ve çıkarlara yönelik tehdit algılarındaki değişimlerin yansıması, ulusal askerî stratejide, harekât planlarında, kuvvet 
yapılanmalarında, modernizasyon faaliyetlerinde, askerî yeteneklerde ve görevlerde yoğun olarak görülmektedir. Bu kapsamda, Kurtuluş Savaşı yıllarında “ulusal egemenliğe dayanan, tam bağımsız bir Türkiye kurmak” şeklinde biçimlenen Türkiye’nin ulusal güvenlik stratejisi, günümüze gelinceye dek “Yurtta sulh, cihanda sulh” özdeyişiyle somutlaşan barışçı bir seyir izlemiştir. Soğuk Savaş döneminin sayısal güç hesaplamalarını yansıtan 1987 tarihli Beyaz Kitap (o dönemki adıyla “Türkiye’nin Savunma Politikaları ve Silahlı Kuvvetlerin Yapısı”), büyük oranda, NATO’nun Varşova Paktı’na yönelik tehdit beklentilerine yer vermiş, özellikle kısa ve orta menzilli füzeler üzerinde yoğunlaşmıştır (1987: 1-24). 1993 yılında yayımlanan Beyaz Kitap’ta ise Varşova Paktı’nın yerine Bağımsız Devletler Topluluğu konularak sayısal mukayeseler sürdürülmüş, ancak bu defa bölgesel (Orta Doğu, Kafkasya, Balkanlar ve Karadeniz) gelişmelere de özel yer ayrılmıştır (Beyaz Kitap, 1993: 12). Türkiye’nin güvenlik ve savunma politikasını içeren Beyaz Kitap, en son 2000 yılında yayımlanmış ve bu belgede (2000: 36), Türkiye’nin bölgesinde barışçı ilkeleri kurmayı, istikrarı sağlamayı ve barış içindeki bir ortamda sosyoekonomik kalkınmayı gerçekleştirmeyi millî hedefler olarak saptadığına dikkat çekilmiştir. Caydırıcılığın, öncelikle nicelik yönünden üstün bir Silahlı Kuvvetler ile sağlanması düşüncesi, bölge ülkelerine nazaran büyük bir ordunun oluşmasına yol açmıştır. Savaş dışı harekâta son 30 yılda giderek daha fazla yer açan ulusal güvenlik stratejisi, diğer taraftan konvansiyonel savaş öngörüsünü de korumuştur. 

Tehdit 

En genel hatlarıyla, devletlerin değer, menfaat ve hedeflerini elde etme vekoruma çabalarına yönelen her türlü engelleme faaliyeti, tehdit olarak tanımlanmaktadır. 
Yetenek ve niyetin bir arada bulunmasını zorunlu kılan bu tanımlama, 
paradigmaları ve algıları sağlam bir zemine oturtur. Planlamacılar hangi tehditlere odaklanacaklarına karar verirken; ülkenin ulusal tercih ve hedefleriyle çatışan politikalar izleyen, bu politikaları hayata geçirebilecek askerî güce sahip olan ve ulusal çıkarları tehdit edebilecek eylemlerde bulunan/bulunabilecek olan potansiyel hasımlara öncelik verirler. Bu öncelik sınıflamasının genel geçer bir formülü yoktur; çünkü devletlerin ulusal çıkarları farklı olduğu gibi, yüz yüze kaldıkları ve karşılamak için önlem geliştirdikleri tehditler de çoğu zaman aynı değildir. 

Tehdit olgu ve algısı, aynı zamanda savunma ve güvenlik yapılanması için başarı ölçütlerini de ortaya koymaktadır. Şekil 2.’de konvansiyonel tehdit algısı temelinde yapılanan bir silahlı kuvvetlerin, ikaz süresi yetersiz de olsa, konvansiyonel tehditlere karşı belli bir ölçüde başarı göstererek başarı alanını genişletebileceği görülmektedir; çünkü bu tür görevlerin, büyük ölçüde geleneksel doktrinin öngördüğü şekilde cereyan etmesi beklenir. Ayrıca eğitim, teşkilat ve teçhizat, düşük ikaz süresinde dahi sürat le tertiplenmeyi mümkün kılabilmektedir. Öte yandan tehdidin niteliği konvansiyonel olandan asimetrik olana kaydıkça ve belirsizliğin sınırları genişledikçe, ikaz süresinin yeterliliği daha çok önem kazanır. Planlamacıların hedefi, her koşulda başarı alanının yüz ölçümünü artırmaktır; tehdit değerlendirmeleri, bu nedenle rasyonel öngörü ve senaryolarla desteklenmeli ve “keşke”lere alan bırakmamalıdır. 




Şekil 2.Başarı Ölçütü Olarak Tehdit Paradigması (Grafik hazırlanırken, Davis - 2002: 35)’ten istifade edilmiştir.

Türkiye’nin Milli Askerî Stratejisi’nin (TÜMAS) kapsadığı hususlar arasında 
“Türkiye’nin Güvenliğine Yönelik Tehdit Değerlendirmesi ve EnTehlikeli Durum” 
başlığının ayrı bir yeri bulunur. TÜMAS’ın hazırlanmasında temel doküman olan 
“Tehdit Değerlendirmesi” belgesi her ne kadar düzenli olarak değişip güncellense de belgenin “Temel Stratejiler” başlığı nispeten daha az değişime uğrar. Tehdit algısındaki değişimin yansımaları öncelikle güvenlik ve savunma yapılanmasındagörülür. Örneğin Soğuk Savaş’ın ardından dikkatlerin kuzey sınırından güney ve doğu sınırlarına kaymaya başlamasıyla, konvansiyonel ve asimetrik tehditleri karşılamak üzere, on yıldan kısa bir süre içerisinde bölgedeki askerî varlığın büyüklüğü beş katına çıkmıştır. Bu gelişmelerde, Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması’nın Türkiye’nin güneydoğusunu kapsam dışı bırakmasının önemli rolü olmuştur; zira bu sayede Türkiye’nin hareket kabiliyetinin kısıtlanmasının önüne geçilmiştir. Dönemin konvansiyonel ağırlıklı tehdit algısı, Kara ve Hava Kuvvetlerinin kuvvetli bir zırhlı birlik taarruzunu karşılamasını, müteakiben doğuda ve güneyde derinlikte savunma yapmasını, ayrıca Kara Kuvvetlerinin statik savunma ve çevik karşı koyma birlikleriyle muharebeye hazır bulunmasını öngörmektedir. 

Ancak bu durum 1998 yılında ileriden savunma stratejisinin kabul edilmesiyle 
değişmiş, muhtemel tehditlerin mümkün olan en kısa sürede belirlenmesi ve sınırların ötesinden düzenlenecek fiili bir saldırının ülke sınırları dışında tespiti, teşhisi ve engellenmesi ön plana çıkmış, terörizmle mücadele ise önemini korumayı sürdürmüştür. 

Soğuk Savaş devrinin kapanması Türkiye’ye yönelik tehditleri hafifletmemiş, 
aksine çoğaltmış ve çeşitlendirmiştir. Soğuk Savaş dönemi sonrasının tehdit ve 
risklerinin oldukça farklı olduğu belirtilen Beyaz Kitap 2000’de hem bölgesel duyarlılığın sürdüğü belirtilmiş, hem de tehdit kavramının bünyesine yeni katılan tehdit ve risklere yer verilmiştir. Bunlar; 

• Bölgesel ve etnik çatışmalar, 
• Siyasî ve ekonomik istikrarsızlıklar ve belirsizlikler, 
• Kitle imha silâhları ve uzun menzilli füzelerin yayılması, 
• Köktendincilik, 
• Uyuşturucu vesilâh kaçakçılığı, 
• Uluslararası terörizm (Beyaz Kitap, 2000) olarak sıralanmıştır. 

Jeopolitik 

Güvenlik stratejisi ve tehdit algılamasından bağımsız düşünülemeyecek olan 
jeopolitik, devletler ile coğrafya arasındaki etkileşimi ortaya koyan yönüyle konvansiyonel savaşa ilişkin projeksiyonlarda önemli yer tutmaktadır. Her ne kadar tehditlerin küreselleşmesiyle birlikte jeopolitiğin geçmişteki etkisini yitirmeye başladığı düşünülse de coğrafya, ulusal güvenlik stratejisi ve tehdit algılarının şekillenmesi sürecindeki ağırlığını korumaktadır. Bir ada ülkesinin askerî kuvvet yapılanmasında Deniz ve Hava Kuvvetlerine ağırlık vermesi beklenirken, yayılmacı stratejiler geliştiren komşu devletlerin savunma bütçesinde büyük çaplı bir küçülme beklenmemelidir. Benzer şekilde, doğal kaynaklar ve enerji arz güvenliği nedeniyle kritik önemdeki ülkelerin algıladıkları tehdit seviyesi ile herhangi bir jeostratejik üstünlük/ayrıcalık taşımayan ülkelerin tehdit değerlendirmeleri de farklılık gösterir. Genç ve dinamik nüfusa sahip ülkeler ekonomik ve askerî yönden bölgesel üstünlük sağlayabilirken, yetişmiş insan gücü ihtiyacını karşılayamayan ülkelerin savunma yapısı kırılganlık arz edebilir. 

Rousseau’ya göre savaş, devletler arası çıkar ilişkilerine yönelik bir mücadele den başka bir şey değildir. Bu tanımdan hareket edildiğinde, çıkar ilişkilerinin iç içe geçtiği, bazen örtüşüp bazen ayrıştığı bölgelerin jeopolitiği ayrı bir önem kazanmaktadır. 

Heidelberg Enstitüsü’nün verilerine göre (2015: 16), 2014 yılında meydana 
gelen farklı ölçeklerdeki toplam 324 çatışmanın yüzde 30’u Asya ve Okyanusya 
bölgesinde yer almış, bunu Orta Afrika ve Ortadoğu izlemiştir. Bahse konu 
bölgelerdeki güvenlik paradigmaları ve tehdit algılamaları, sözgelimi İskandinav 
ülkelerindeki algılardan büyük oranda ayrışır. Çünkü coğrafya; hem uluslararası 
ilişkilerin seyrini biçimlendiren bazı değişmez gerçekleri belirlemekte (Kaplan, 
2013:30), hem de savaşların kaderinde tayin edici rol üstlenmektedir (Winters, 
Galloway, Reynolds ve Ryhne, 1998: 1). Tüm bu yönleriyle coğrafya, devletlerin 
senaryo planlama süreçlerinde konvansiyonel bir öngörüye yer olup olmayacağı 
konusunda belirleyicidir. 

Türkiye’nin tehdit değerlendirmeleri, kuvvet yapılanması ve askerî yeteneklerin 
planlanma süreci üzerinde jeopolitik konumunun etkisi her zaman hissedilmiştir. 
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte oluşan küresel güvenlik boşluklarının ortasında kalan Türkiye, bir yandan asimetrik tehditlerin etkisi altına girerken, diğer yandan jeopolitiğinin dayattığı konvansiyonel tehditlere karşı hazırlık seviyesini üst düzeyde tutmaya gayret etmiş, bu yönüyle askerî planlamacıların çalışmaları “Hangi tehdit için ne kadar yeterli?” sorusu etrafında yoğunlaşmıştır. Küreselleşen ve sınırları belirsizleşen tehdit ve riskler, karar vermeyi güçleştiren belirsizlik ortamını beslerken, niteliküstünlüğünü amaçlayan yeniden yapılanma faaliyetleri demografik ve ekonomik faktörlerin de etkisiyle hız kazanmış; fakat jeopolitiği, Türkiye’ye konvansiyonel savaş öngörüsünden tümüyle vazgeçme hakkı ve lüksünü tanımamıştır. 

2. Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

25 Aralık 2017 Pazartesi

ABD-İNGİLTERE ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 4

ABD-İNGİLTERE  ÖZEL BİR İLİŞKİ  BÖLÜM 4


ABD-İngiltere ilişkileri anlatılanların ışığı altında ABD-İsrail ilişkilerine benzetilebilir. Hatta denebilir ki İngiltere ile ABD arasındaki ilişkiler 
zaman zaman İsrail ile ABD arasındaki ilişkilerden bile ileri bir noktaya ulaşabilmekte, bir ‘kader birliği’ne varabilmektedir. Bu çerçevede ABDİsrail 
ilişkileri ve Amerikan karar alma mekanizmalarında İsrail’in etkisinin yanında neredeyse az-işlenmiş bir konu olan ABD-İngiltere ilişkileri ve İngiliz etkisi uluslararası politikada çektiği dikkatin ötesinde bir öneme sahiptir.56 


DİPNOTLAR;

1 Başbakan Thatcher’in İngiltere-ABD ilişkilerine bakış açIsI: Financial Times, 23 Mart 1985. 
2 Kimi gözlemciler bu istisnalara Küba Füze Krizi’ni ve İngiltere’nin Vietnam’da ABD’ye yardım etmemesini de ekler. 
3 Örneğin William Strang 1949’da İngiltere’nin ABD dışında güveneceği başka bir seçeneğin kalmadığını ileri sürmüştü. 
4 ‘ Özel ilişki ’ (Special Relationship) İngiliz ve ABD’li akademisyenlerce iki ülke iliflkilerini ifade etmek için sıklıkla kullanılır. Her ne kadar bu kavramın anlamı ve sınırları üzerinde kayda değer bir mutabakat sağlanamamışsa da, genel ön kabul ABD ve İngiltere’nin diğer ülkelerden ayrılan bir ilişkiler yumağına sahip olduğu dur. 1940’lardan günümüze hemen hemen her İngiliz Başbakanı iki devlet arasındaki ‘özel ilişki’den bahsetmiştir. Kavram İngiltere’de ABD’den daha çok kullanılır. 
Kavramın tanımı için bkz.: Graham Evans ve Jeffrey Newham, Dictionary of International Relations, (Londra: Penguin Books, 1998), ss. 506-508.
5 Ritchie Ovendale, Anglo-American Relations in the Twentieth Century, (Londra: Macmillan, 1998), s. 11. 
6 George W. Ball, The Discipline of Power, (Londra: Bodley Head, 1968).
7 H.C Allen, Great Britain and the United States: A History of Anglo-American Relations, (Londra: Oldhams, 1955) ve The Anglo-American Predicament, (Londra: Macmillan, 1960).
8 Nicholas’a göre ilişkilerin temelini ekonomik ve siyasi yakınlıktan çok savunma ihtiyaçları oluşturdu. iki ülkenin stratejik yönden birbirlerine ihtiyaç duymaları ilişkilerin gelişiminde büyük bir katkı sağladı. H.G. Nicholas, The United States and Britain, (Londra: University of Chicago Press, 1975).
9 Donald B. Schewe (ed.), Franklin D. Roosevelt and Foreign Affairs, 1937-1939, (New York: Garland, 1979), ss. 136-137.
10 Coral Bell, The Debatable Alliance: An Essay in Anglo-American Relations, (Londra: Oxford University Press, 1964).
11 İngiliz BaşbakanI Winston Churchill’in Westminster Koleji’nde (Fulton, Missouri) yaptığı ünlü konuşma bu 
algılamayı açıkça ortaya koyar. Churchill, 5 Mart 1946’da yaptığı bu konuşmasında savaş dönemindeki işbirliğinin sonuç almadaki önemine işaret ettikten sonra işbirliğinin savaş sonrasında da devam etmek zorunda olduğunun altını çizmiştir. 
12 ABD’nin iki dünya savaşı esnasındaki yardımları masum birer yardım şeklinde algılanamaz ve ABD’nin iktisadi ve siyasi bir güç olarak dünya sahnesine çıkması tesadüfi sayılamaz. Bu dönemde borçlanmaların dolar cinsinden olması ve ABD’nin yardımlar yoluyla kendi ekonomik üstünlüğü için zemin hazırlaması dikkat çekiciydi.
13 C. J. Bartlett, The Special Relationship: A Political History of Anglo American Relations Since 1945, (Londra: Longman, 1992), ss. 4-5. Morgenthau’nun yaklaşımına karşın dönemin ABD’sinde belirtilmeye değer iki farklı görüş daha vardı. Bunlardan ilki savaş sonrasında ABD ve tüm dünya için en önemli görevin Ingiliz ekonomisini ayağa kaldırmak olacağını iddia ediyordu. Çünkü Ingiltere dünya ekonomik dengelerinde önemli bir yer tutuyordu ve bu ekonomide yaşanacak bir çöküş ABD dahil tüm ülkeler için bir felaketi getirebilirdi. 
Diğer bir grup ise savaş sonrasında ABD’nin dünya siyasetine ve ekonomisine müdahale etme ihtiyacı duymayacağını, kendi içine dönmesi gerektiğini savunuyordu. 
14 Bu durum Amerikan İç Savaş’ın nedenleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Bu savaşta da gelişen Amerikan sermayesi geleneksel yöntemler üzerine kurulu Güney’i ekonomik çıkarlarına ulaşmak için devre dışı etmişti.
15 Amerika’nin savaş sonundaki ‘naive’ Stalin politikasına karşın Ingiltere’nin şüpheci-temkinli ’ Sovyet politikasi dikkat çekicidir. ABD’nin Ortadoğu konusunda Ingiltere’ye bağımlılığı da kayde değer bir noktadır. 
Ayrıca ABD’nin savaşa girişinin İngiliz manipulasyonları sonucunda olduğu iddiaları da İngiltere’nin ABD karşısında üstünlüklerine işaret eder. 
16 Unutulmamalıdır ki İkinci Dünya Savaşı ile İngiltere tarihinde ilk kez bu denli büyük bir işgal tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş, ülkenin en önemli sanayi merkezleri ve büyük şehirleri günlerce Alman uçakları tarafından 
bombalanmştır. İngilizler bu durumdan kurtulmanın tek yolu olarak ABD’nin
savaşa girmesini görmüşler, nitekim savaşta ABD’nin desteğiyle kazanılmıştır. Diğer bir deyişle ABD ‘ ölümü görmüş ’ ‘İngiltere’yi kurtaran’ ülke olarak algılanmıştır. 
17 ‘Yenilgi’ kelimesi İkinci Dünya savaşı sonrası İngilteresi için ağır bir kavram sayılabilir. Ne var ki şekli zafere rağmen Ingiltere savaş öncesi konumunu hemen hemen her sahada yitirmiş, büyük güç olmaktan sıradan güç olmaya doğru olan süreçte hızla kan kaybetmiştir. Bu nedenle savaşın izleri büyük bir zaferden çok büyük bir yenilgi olarak zihinlerde kalmıştır. 
18 Bartlett, The Special, s. 23.
19 Bazı İngiliz çevrelerinde seslendirilen bir görüş olsa da İkinci Dünya savaşı sonrasında ABD’nin tekrar izolasyoncu 
bir politikaya döneceğini söylemek zordur. Amerika’nın artan dış bağlantıları ve bu çıkarlara dönük tehditler böyle bir alternatifi başından geçersiz kılmaktadır. 
20 Alan Farmer, Britain: Foreign and Imperial Affairs, 1939-64, (Bedford: Hodder&Stoughton, 1998), s.41-42.
21 John Baylis, Ken Booth, John Garnett ve Phil Williams, Contemporary Strategy I, The Nuclear Powers, (Londra: Croom Helm, 1987), s.145. 
22 Soğuk Savaşın ABD-İngiltere ilişkileri üzerindeki etkisi için ayrıca bkz.: T. H. Anderson, The United States, Great Britain, and the Cold War, 1944-47, (Londra: University of Missouri Press, 1981); F. S., Harbutt, The 
Iron Curtain: Churchill, America and the Origins of the Cold War, (Londra: Oxford University Press, 1986); R. Edmonds, Setting the Mould: the United States and Britain, 1945-51, (Londra: Allen and Unwin, 1985).
23 Bu yöndeki korkular İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan The Strategic Aspect of British Foreign Policy adlı raporda görülebilir (Londra: The Foreign Office, Eylul 1946). 
24 Notun kısa olması ve İngiltere’nin Amerikalılar’a bir uygulama planı sunmamış olmaları Ingiltere’nin konuya önem vermemesinden kaynaklanmıyordu. Londra’da konuyla ilgili olarak ateşli bir tartışma sürüp gitmekteydi. İngiltere Ortadoğu’daki masrafları tek başına karşılayıp karşılayamayacağını uzun süre düşündü, fakat bir çıkar yol bulamadı. 1947 yazında İngiltere’de yaşanan ekonomik kriz ingiltere’yi Ortadoğu konusunda daha bir ABD’ye itti.
25 Üslerin ilişkilerdeki yeri konusunda bkz.: S. Duke, United States Defence Bases in the United Kingdom, (Londra: Macmillan, 1987); D. Gates, ‘American Strategic Bases in Britain: the Agreements Governing Their Use’, Comparative Strategy, Cilt: 8, 1989. 
26 Batlett, The Special, s. 39.
27 İngiltere, ABD’nin uluslararası alandaki tecrübesizliğinin farkındaydı ve Amerikan politikalarını iyi hazırlanmamış, anlık eylemler olarak görüyordu. 
Zaman zaman bu politikalar tüm bir süreci değiştirebilecek ciddiyetteydi. 
Örneğin Truman’ın 30 Kasım’da Kore’de nükleer silahların kullanılabileceğini ima etmesi Westminster’da paniğe yol açmaya yetmişti. ibid., s. 48-49. Bu dönemde İngiltere’nin tüm gayretleri ABD karar alma mekanizmasında İngiltere’ye bir yer açmak şeklinde özetlenebilir. Özellikle nükleer silahların kullanımı konusunda, Ingiltere en azından silahlar kullanılmadan önce bilgilendirilmek istiyordu. Atlee’nin 4-5 Aralık 1950 Washington ziyareti ve 1951 Eylül’ündeki diğer Ingiliz girişimleri bu çabaya birer örnektir. 
28 Ian Budge, Ivor Crewe, David McKay ve Ken Newton (editorler), The New British Politics, (Harlow, Essex: Longman, 1998), s. 544. 
29 Süveyş Krizi konusunda çok sayıda çalışma var. Bunlardan bir kaçı konuyla ilgilenenler için yararlı olabilir: L.D. Epstein, British Politics in the Suez Crisis, (Urbana: University of Illinois Press, 1964); D. Neff, Warriors at Suez, (New York: Liden, 1981); D. Charlton, Britain and the Suez Crisis, (Oxford: Basil Blackwell, 1988); W.R. Louis ve R. Owen (eds.), Suez 1956, (Oxford: Clarendon Press, 1989); H. Thomas, The Suez Affair, (Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1966).
30 Kasım 1956’da İngiltere, bir seferde, dolar ve altın rezervlerinin yüzde 15’ini kaybetmişti. Bunun üzerine Macmillan İngiltere’yi büyük bir ekonomik krizden kurtaracak çarenin ABD’nin güvenini yeniden kazanmak olduğunu söyledi. 
31 Süveyş yenilgisi İngiliz sömürgelerindeki bağımszlık mücadelelerine doğrudan etki yaptı. Örneğin Gana’daki bağımsızlık hareketi hız kazanarak 1957’de bağımsızlığa ulaştı. 
32 Amerikan tutumunun altında yatan bilinen sebepler şu şekilde özetlenebilir: 
a) İngiliz-Fransız ortak operasyonunun SSCB’nin bölgeye girişine yol açmasına engel olmak, 
b) İngiliz sömürgeciliği ile ABD’nin özdeşleştirilmesinin engellenmesi, 
c) Batı karşıı› Arap milliyetçiliğine zemin sağlanmaması, 
d) Bölgedeki Amerikan inisiyatifinin Doğu veya Batı blokundan ülkelere geçmemesi. İngiltere Süveyş operasyonu öncesinde ABD’yi 
yeterince bilgilendirmemiş, bu tutuma karşı Washington’da ciddi bir reaksiyon oluşmuştu. Bu noktada ABD İngiliz sömürgeciliyle özdeşleştirilmekten köşe bucak kaçarken Türkiye’nin aynı yıllarda İngiltere’nin bir ‘ajanı’ gibi algılanması dikkat çekici bir noktadır.
33 Christopher Tugendhat ve William Wallace, Options for British Foreign Policy in the 1990s, (Londra: Routledge, 1988), s. 14.
34 İngiltere’nin Süveyş sonrası politikaları için bkz.: A. Horne, Macmillan, 1957-1986, (Londra: Macmillan, 1989); 
H. Macmillan, Riding the Strom, 1956-1959, (Londra: Macmillan, 1972) ABD’nin Suveyş sonrası politikaları içinse bkz.: Foreign Relations of the United States, 1955-57, Cilt. iv. 
35 D. Nunnerley, Kennedy and Britain, (Londra: Bodley Head, 1972). 
36 C. J. Bartlett, British Foreign Policy in the Twentieth Century, (Londra: Macmillan, 1989), s. 107.
37 ABD, İngiltere’nin özellikle Hong Kong, Malaya, Pasifik ve Basra Körfezi’nde ABD’yi destekleyecek politikalar üretmesini istiyordu. Kağıt üzerinde İngiltere de bu bölgelerde istekli gibi görünüyordu fakat her iki taraf da ittifakın çıkarlarından çok kendi ulusal sorunlarına yeni destekler arıyorlardı. Özellikle İngiltere için Endonezya-Malezya sorunu önemliydi. 
38 Amerikalılar İngiltere’nin AET’ye üyeliğinden sadece siyasi değil ekonomik yararlar da beklediler. ABD’ye göre İngiltere ancak AET üyeliği ile arzuladığı ekonomik güce ulaşabilirdi. Ayrıca ABD’ye göre Commonwealth ‘sözde’ bir topluluktan başka bir şey değildi. Bartlett, The Special, s. 117.
39 Çelişkili bir şekilde ilk yıllarda İngiliz sağı (Conservative Party ve diğerleri) Avrupacı, sol (Labour Party ve aşırı sol) 
ise Commonwealth’ci idi, yani İngiltere’nin AET’ye üyeliğine karşı idi. Sol’a göre Avrupa bütünleşmesi kapitalizmin yeni bir şekli idi. 1980 ve 1990’larda ise şaşırtıcı bir şekilde sol Avrupacı olurken, sağ Avrupa Birliği’ni İngiltere’nin gücünü azaltan bir yapı olarak gördü.
40 Kissinger’a göre Heath, de Gaulle’un bir başka versiyonudur ve Heath hükümeti genel olarak Ingiltere-ABD 
ilişkileri içinde bir istisnadır, yoksa ilişkilerin özünü değiştiren bir dönem değil. Kissenger’in görüşleri için bkz.: 
Henry Kissenger, The White House Years, (New York: Weidenfeld and Nicolson, 1979). 
41 W. C. Croomwell, ‘Europe and the Structure of Peace’, Orbis, Spring 1978, ss. 29-30. 
42 Bu dönem ile ilgili olarak bkz.: Geoffrey Smithy, Reagan and Thatcher, (Londra: Bodley Head, 1990); J. 
Krieger, Reagan, Thatcher and the Politics of Decline, (Londra: polity Press, 1986); L. Freedman (ed.), The Troubled Alliance: Atlantic Relations in the 1980s, (Londra: Heinemann, 1983); C. Hill, ‘Reagan and 
Thatcher: The Sentimental Alliance’, World Outlook, Cilt: 1, No.: 2, ss: 2-18; D. Reynolds, ‘A Special Relationship? America, Britain and the International Order since the Second World War’, International Affairs, Cilt: 62, No. 1, ss. 1-20.
43 Michael Smith, ‘Britain and the United States: Beyond the Special Relationship?’, içinde Peter Byrd (ed.), 
British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988), s.11. 
44 Bartlett, The Special, s. 149.
45 Falkland Savaşı konusunda bkz.: L. Freedman, Britain and the Falklands War, (Oxford: Basil Blackwell, 
1988); Walter Little, ‘Anglo-Argentine Relations and the Management of the Falkland Questions’, icinde Peter 
Byrd (ed.), British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988; J. Goebel, The 
Struggle for the Falkland Islands, (Yale, 1982).
46 John Baylis, Anglo-American Defence Relations, 1939-1984, The Special Relationship, (Londra: Macmillan, 1984), s.189.
47 İngiltere Kraliçe, Grenada’nin Başkanı sayılıyordu. Diğer bir deyişle ABD’nin İngiltere’ye en azından durumu 
bildirmesi lazım gelirdi. Bu olay güvensizlik ve şüphe için iyi bir örnek sayılabilir. 
48 The Times, 17 Nisan 1986.
49 Blair’in sağ ve sol arasında yeni bir yol olarak takdim ettiği Üçüncü Yol ya da Blairism’in aldığı en önemli eleştiri Amerikan kaynaklı olmasıdır. Buna göre Blair yüzyıllardır süren bir geleneği tersine işletmiş ve kökleri Amerikan yaşam tarzında bulunan bir anlayışı İngiltere’ye ithal etmiştir.
50 William Wallace, ‘Where Uncle Sam Leads…’, New Statesman, 24 Nisan 1998, s. 32. 
51 Wallace, ‘Where’, s. 32.
52 Bazı araştırmacılar ise Washington için Japonya’nın hatta Arjantin’in Ingiltere’den daha önemli hale geldiğini 
iddia ettiler. Fakat bu değerlendirmelerin konjonktürel olaylar sonucunda yapıldığı söylenebilir. İsmi geçen 
ülkeler ile ABD arasındaki ilişkiler bir ya da bir kaç boyutta önem kazanırken, İngiltere ile ilişkiler hemen 
hemen her alanda üst düzeyde seyretmektedir.
53 The Times, 2 July 200. 
54 Carol Bell, ‘The Special Relationship’ icinde M. Leifer (ed.), Constraints and Adjustments in British 
Foreign Policy, (Londra: George Allen & Unwin, 1973), ss. 103-119.
55 Nükleer silahlarda ABD’nin payı ve bu bağımlılığın oluşumunun tarihsel çerçevesi konusunda bkz.: Ian Smart, The Future of the British Nuclear Deterrent: Technical Economic and G.M. Dillon, Dependence and Deterrence: Success and Civility in the Anglo-American Special Nuclear Relationship, 1962-1982, (Londra: Gower, 1983). 
56 Bu önemin Türkiye gibi ABD politikaları üzerinde etki sağlamak için diğer ülke ve grupları kullanan görece daha ‘zayıf’ ülkeler için daha önemli olduğu açıktır. Bu yazının doğrudan konusu olmadığından ve daha geniş bir yazıda ele alınacak önemde olması nedeniyle ABD-İngiltere ‘özel ilişkisi’nde Türkiye’nin yerine değinilemedi. 
Ancak Yahudi lobisinin ABD politikalarindaki yerinin geniş yer bulduğu Türk kamuoyunda hem Avrupa’da hem de ABD’de etkisi büyük olan ABD-Ingiltere ilişkilerinin yeterince takdir edilmemesi hem şaşırtıcı, hem de düşündürücüdür.


Kaynakça 

Allen, H. C., Great Britain and the United States: A History of Anglo-American 
Relations, (Londra: Oldhams, 1955). 
Allen, H. C., The Anglo-American Predicament, (Londra: Macmillan, 1960). 
Anderson, T.H., The United States, Great Britain, and the Cold War, 1944-47, 
(Londra: University of Missouri Press, 1981). 
Ball, George W., The Discipline of Power, (Londra: Bodley Head, 1968). 
Bartlett, C. J., British Foreign Policy in the Twentieth Century, (Londra: Macmillan, 1989). 
Bartlett, C. J., The Special Relationship: A Political History of Anglo American 
Relations Since 1945, (Londra: Longman, 1992). 
Baylis, John, Anglo-American Defence Relations, 1939-1984, The Special 
Relationship, (Londra: Macmillan, 1984). 
John Baylis, Ken Booth, John Garnett ve Phil Williams, Contemporary Strategy I, The Nuclear Powers, (Londra: Croom Helm, 1987). 
Bell, Coral, The Debatable Alliance: An Essay in Anglo-American Relations, (Londra: Oxford University Press, 1964). 
Bell, Carol, ‘The Special Relationship’ icinde M. Leifer (ed.), Constraints and 
Adjustments in British Foreign Policy, (Londra: George Allen & Unwin, 1973), ss. 103- 119.
Budge, Ian, Ivor Crewe, David McKay ve Ken Newton (editorler), The New British Politics, (Harlow, Essex: Longman, 1998). 
Croomwell, W.C., ‘Europe and the Structure of Peace’, Orbis, Spring 1978. 
Dillon, G.M., Dependence and Deterrence: Success and Civility in the Anglo- 
American Special Nuclear Relationship, 1962-1982, (Londra: Gower, 1983). 
Duke, S., United States Defence Bases in the United Kingdom, (Londra: Macmillan, 1987). 
Edmonds, R., Setting the Mould: the United States and Britain, 1945-51, (Londra: Allen and Unwin, 1985). 
Epstein, L.D., British Politics in the Suez Crisis, (Urbana: University of Illinois Press, 1964). 
Evans, Graham ve Jeffrey Newham, Dictionary of International Relations, (Londra: Penguin Books, 1998), ss. 506-508. 
Alan Farmer, Britain: Foreign and Imperial Affairs, 1939-64, (Bedford: 
Hodder&Stoughton, 1998). 
Financial Times (Londra, İngiltere, günlük), 23 Mart 1985. 
Foreign Relations of the United States, 1955-57, Cilt. iv. 
Freedman L. (ed.), The Troubled Alliance: Atlantic Relations in the 1980s, (Londra: Heinemann, 1983). 
Freedman, L., Britain and the Falklands War, (Oxford: Basil Blackwell, 1988). 
Gates, D., ‘American Strategic Bases in Britain: the Agreements Governing Their Use’, Comparative Strategy, Cilt: 8, 1989. 
Goebel, J., The Struggle for the Falkland Islands, (Yale, 1982). 
Harbutt, F.S., The Iron Curtain: Churchill, America and the Origins of the Cold War, (Londra: Oxford University Press, 1986). 
Hill, C., ‘Reagan and Thatcher: The Sentimental Alliance’, World Outlook, Cilt: 1, No.: 2, ss: 2-18. 
Horne, A., Macmillan, 1957-1986, (Londra: Macmillan, 1989). 
Kissenger, Henry, The White House Years, (New York: Weidenfeld and Nicolson, 1979). 
Krieger, J., Reagan, Thatcher and the Politics of Decline, (Londra: Polity Press, 1986). 
52 SEDAT LAÇ‹NER/ABD-‹NG‹LTERE: ‘ÖZEL’ B‹R ‹L‹fiK‹

Little, Walter, ‘Anglo-Argentine Relations and the Management of the Falkland Questions’, içinde Peter Byrd (ed.), British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988). 
Louis W.R. ve R. Owen (eds.), Suez 1956, (Oxford: Clarendon Press, 1989). 
Macmillan, H., Riding the Storm, 1956-1959, (Londra: Macmillan, 1972). 
Neff, D., Warriors at Suez, (New York: Liden, 1981); D. Charlton, Britain and the Suez Crisis, (Oxford: Basil Blackwell, 1988). 
New Statesmen (haftalık siyasi dergi, sol kanatta). 
Nicholas, H.G., The United States and Britain, (Londra: University of Chicago Press, 1975). 
Nunnerley, D., Kennedy and Britain, (Londra: Bodley Head, 1972). 
Ovendale, Ritchie Anglo-American Relations in the Twentieth Century, (Londra: 
Macmillan, 1998). 
Reynolds, D., ‘A Special Relationship? America, Britain and the International Order since 
the Second World War’, International Affairs, Cilt: 62, No. 1, ss. 1-20. 
Schewe, Donald B. (ed.), Franklin D. Roosevelt and Foreign Affairs, 1937-1939, (New York: Garland, 1979). 
Smart, Ian, The Future of the British Nuclear Deterrent: Technical Economic and Strategic Issues, (Londra: RIIA, 1977). 
Smith, Michael, ‘Britain and the United States: Beyond the Special Relationship?’, içinde 
Peter Byrd (ed.), British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988). 
Smithy, Geoffrey, Reagan and Thatcher, (Londra: Bodley Head, 1990). 
The Strategic Aspect of British Foreign Policy adlı raporda görülebilir (Londra: The Foreign Office, Eylül 1946). 
The Times, 17 Nisan 1986. 
Thomas, H., The Suez Affair, (Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1966). 
Tugendhat, Christopher ve William Wallace, Options for British Foreign Policy in the 1990s, (Londra: Routledge, 1988). 

EKLER 

Ek 1: İngiltere’deki Belli Başlı ABD Üsleri 
Ana Operasyon Üsleri: RAF Alconbury (Kuzey Huntingdon), RAF Bentwaters ve 
Woodbridge (Suffolk), RAF Chicksands (Kuzey Shefford), RAF Fairford (Gloucestershire), RAF 
Lakenheath (Kuzey Brandon), RAF Mildenhall (Suffolk), RAF Upper Heyford (Oxfordshire), RAF 
Sculthorpe (Kuzey Fakenham), RAF Greenham Common (Berkshire), RAF Wethersfield (Kuzey 
Braintree). Bu üslere ek olarak operasyonun niteliğine göre diğer üsler de kısmi olarak kullanıldı/
kullanılıyor. Amerikan Hava Gücü İletişim İmkanları: 30’a yakın üs/merkezde 
iletişim noktası bulunmakta. Büyük bir kısmı RAF ve diğer İngiliz silahlı kuvvetleri ile ortak 
kullanılıyor. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir: Aberdeedn, Barford, Barkway, Chelveston, 
Chicksands, Croughton, Daventry radio Relay, Hillington, Inverbervie, Kinnaber, Latheron, Menwith Hill Satellite Communications Station, Wethersfield, Fylingdales Moor. 




AVRASYA DOSYASI 


***

ABD-İNGİLTERE ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 3

ABD-İNGİLTERE  ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 3



İlk olarak Amerikan deniz birimleri ve istihbarat birimleri yakın mesaiye başladılar. ABD resmi görüşmelerin sona ermesini takiben Arjantin’e karşı ekonomik önlemler almaya başladı ve 1956 Süveyş Krizi’nin aksine İngiltere’nin bu savaşta yenilmesinin ABD tarafından kabul edilemez bir sonuç olacağını ima etti. ABD tüm bunlara ek olara İngiltere’ye maddi yardımda da bulundu. 
Bu yardımlar İngilizler tarafından ‘önemli fakat hayati değildi’ şeklinde değerlendirilmekteyse de ABD’ye göre bu yardımlar olmasaydı İngiltere’nin başarıya ulaşabilmesi neredeyse imkansızdı. Amerikan donanması İngilizler’e savaş boyunca lojistik destek sağladı. Falkland Adaları ve İngiltere arasındaki mesafenin uzaklığı dikkate alınırsa ABD’nin iletişimde sağladığı yardımlar olmasaydı İngiliz iletişimi ve istihbaratı sekteye uğrayabilirdi. Özellikle Amerikan uyduları savaş boyunca İngiltere’ye çalıştı. Yine bu çerçevede Amerikan Sidewinder füzeleri İngiliz Harrier uçaklarının vuruş gücünü arttırdı, böylece bu uçaklar çok alçaktan isabetli vuruşlar yaparak savunmasız Arjantin uçaklarını devre dışı bıraktılar. Yine Amerikan Shrike füzeleri de İngiliz vuruş gücünü arttıran diğer bir yardımdı. Ayrıca Amerika Falkland Adaları’na en yakın mevzilerden Ascension Adası’nın İngilizler tarafından üs olarak kullanılmasına ‘göz yumdu’. Tüm bu yardımlar olmasaydı İngiltere’nin bu savaşı kazanması 
şüphesiz zor olacaktı. Aslında savaş boyunca ABD’in kalbi tamamen İngiltere’den yana değildi ve Falkland Savaşı’ndaki tutumu nedeniyle ABD Latin Amerika’da prestij kaybına uğradı. İçerideki Latin lobisine ek olarak İngiltere’nin haklılığı da su götürür nitelikteydi. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde denebilirki bu savaşta ‘özel ilişki’ ve bağlar çatıştı ve ABD İngiltere’nin ‘doğal bir müttefiki’ gibi davrandı. 
İki ülke arasında etkisini daha sonraki yıllarda da sürdüren bir diğer gelişme de NATO’nun ani müdahale gücünün geliştirilmesi alanında oldu. Afganistan’ın işgali sonrasında Körfez’de ve genel olarak Ortadoğu ve Güney-Batı Asya’da Batı’nın ani müdahalelere hazır olması gerektiğini savunan İngiltere bu konuda ABD’yi ikna etti ve bu tarihten itibaren iki devletin sınır ötesi hareketleri daha hızlı ve koordineli yürütebilmeleri için çalışmalar başlatıldı. NATO alanı dışında ortak operasyon konusunda diğer üyeler isteksiz göründüğünden bu proje de 
ABD ve İngiltere arasındakı yakınlığı arttırıcı etki yaptı. Her ne kadar bu çalışmalar İngiliz ekonomisine yük olmuş, İngiltere bu konuda ABD’ye 
yetişememisse de, sonuçta kalıcı bir işbirliği oluşturulmuş oldu.46 

Günümüzde eski Yugoslavya Cumhuriyetlerinde ve Kuzey Irak’ta görev alan İngiliz ve Amerikan kuvvetleri arasındaki uyum kendisini biraz da bu yıllara borçludur. Ayrıca bu işbirliği sayesinde İngiltere diğer NATO üyelerinin hiç bir şekilde ulaşamayacakları bilgilere ulaşabildi. 

İşbirliğinin en uç noktada yaşandığı bir alan da istihbarattı. Daha önce de gösterildiği üzere ‘özel ilişki’nin en yoğun yaşandığı alan istihbarat olmuştu ve bu gelenek bu dönemde de bozulmadı. Dahası iki ülke oluşturdukları ağ sayesinde tüm dünyadaki iletişimi izleyerek birbirlerini haberdar etme yoluna gittiler. Bu konuda en önemli görev Cheltenham’daki İngiliz GCHQ (Government Communications Headquarters, Hükümet İletişimler Merkezi) ile Amerikan NSA’ya (US National Security Agency, Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı) düşüyordu. 
İki örgüt tüm dünyadaki tüm iletişim şekilleriyle yapılan haberleşmeyi takip edip, bunları anlamlı olacak şekilde sınıflandırmakla görevli idiler. 

Bu haliyle iki örgüt hem iki ülke istihbaratına, hem de genel olarak ortak politika oluşturulmasına zemin hazırlıyordu. 1982’de GCHQ’da yaşanan ‘sendika krizi’ ilişkilerde kısa dönemli bir gerilim yarattıysa da işbirliği derinleşerek devam etti. 

1983’te ABD İngiliz Devletler Topluluğu (Commonwealth) üyesi olan Grenada’ya İngiltere’ye haber vermeden bir müdahalede bulununca (Grenada Olayı) ilişkiler biraz gerildiyse de bu olay dikkat değer bir zarar vermedi.47 Sadece İngiltere’de bazı siyasi grupların ABD’nin İngiltere’ye yeterince güvenmediği yönündeki endişeleri kuvvetlendi. İkinci önemli ve ‘sıcak’ işbirliği 1986’da Libya Olayı’nda yaşandı. 

Libya’yı bombalayan F1-11 uçakları İngiltere’deki üslerden kalktı. İngiliz halkının büyük bir çoğunluğu ABD’nin bu üsleri kullanmasını kınamasına karşın Thatcher üslerin kullanımına izin verdi.48 Muhalefete göre ABD, İngiltere’ye sormadan İngiltere’deki üsleri SSCB’ye karşı bile kullanabilirdi. Fakat hiç bir Batılı devletin ABD’ye destek vermediği bir ortamda Thatcher bu kararı sayesinde ABD’deki popülaritesini ve etkisini artırmayı başardı. Tıpkı Falkland Olayı’nda olduğu gibi Libya’nin bombalanması olayı da ‘özel ilişki’ye bir delil sayılabilir. Çünkü 
saldırıda Amerikan üslerinin kullanılmasına Avrupa’da izin veren tek ülkeydi İngiltere. Bir çok Avrupa ülkesi saldırıyı yapacak olan uçakların hava sahalarını kullanmalarına bile izin vermiyordu. Ayrıca Thatcher da biliyordu ki Libya Saldırısı’nda ABD’ye açıktan destek vermek İngiltere’nin ulusal çıkarlarına aykırıdır. Nitekim olayın ardından Arap dünyasında bazı İngilizler öldürülürken, İngiltere de ‘ABD’nin emperyalist politikalarının aracı’ olarak görülmeye başlandı. İngiltere’nin Ortadoğu’daki diplomatik gücü büyük kayba uğradı. Bu da ‘özel 
ilişki’nin gücünü gösterir.

Thatcher aşırı komünizm düşmanlığına rağmen ABD’yi komünizm konusunda yumuşatma işini yaparken bile puan topladı ve Avrupa’lı müttefiklerin tartarak söylediklerini Washington’a ‘daha yumaşak bir üslupla’ iletti. Sovyetler Birliği’nin verdiği tavizler sayesinde Reagan’ın Soğuk Savaşı yeniden canlandırma çabaları sonuçsuz kalırken İngiliz- Amerikan işbirliği daha çok kendisini Ortadoğu’da göstermeye başladı. İran-Irak Savaşı ile başlayan çatışmalarda İngiltere ABD’ye destek veren ilk ülke oldu ve bir çok operasyonda işbirliğine gitti. Bu işbirliği Körfez Savaşı’nda doruk noktasına ulaştı. Bu savaşta denebilir ki uluslararası toplum neredeyse ortak hareket etti. Fakat İngiltere’nin desteği zamanlaması 
ve içeriği açısından dikkat çekiciydi ve İngiliz desteği savaş sonrasında 10 yılı aşkın bir süre neredeyse hiç değişmeden devam etti ve İngiltere bu bölgede adeta çıkarlarını ABD ile birleştirdi. 

Nükleer alanda İngiltere’nin ABD’ye bağımlılığı devam etti. Bu konuda iki ana akım ortaya çıktı: İngiltere’nin ekonomik gerileme döneminde nükleer silahlara kaynak aktarmasını öngören birinci grup, ülkenin güvenliğini tamamen Amerikan silahlarına bırakması gerektiğini savunurken, sol gruplar İngiltere’nin nükleer silahlardan vazgeçmesi gerektiğini, çünkü bu silahların sadece Amerikan 
çıkarlarına hizmet ettiğini, İngiliz savunma sistemine riskten başka yeni bir şey eklemediğini öne sürdü. 

Yeni Dünya Düzeni: ABD-İngiltere Ortak Yapımı? 

Soğuk Savaş’ın ardından dünyanın siyasi görünümü çok değişti; artık denge Doğu ve Batı arasında değildi. Her ne kadar yeni durumu açıklayacak yeterlilikte bir uluslararası ilişkiler teorisi ortaya çıkamamışsa da, ön plana çıkan açıklamalar ‘kapitalizmin zaferi’ ve ‘medeniyetler çatışması’ şeklinde oldu. Özellikle ikinci açıklama ABD’de geniş bir taraftar kitlesi buldu. ‘Batı’ kavramını ön plana çıkaran bu anlayışa göre dünya medeniyetlerden oluşuyordu ve bundan sonraki çatışmalar din ve kültür farklılığı üzerinde bu medeniyetler arasında yükselecek ti. Teorinin sahibi Samuael P. Huntington’a göre Batı medeniyetinin karşısındaki en önemli tehditler de İslam ve Çin medeniyetleriydi. Bu teorideki ‘Batı’ kavramına  İngiltere ve ABD dışındaki diğer ‘Batılı’ ülkeler heyecanla sahip çıkmadılar. Özellikle Fransa ‘Anglo-Sakson senaryosu’ olarak algıladığı bu yaklaşıma uzak durdu. Buna karşın projeyi ilk sahiplenen İngiltere oldu. Thatcher yeni tehdidin İslam radikalizminden geldiğini öne sürerek, NATO ve diğer Batı savunma örgütlerinin bu tehdidi dikkate alarak yeniden yapılandırılma sı gerektiğini söyledi. Her ne kadar ABD başkanları teoriye sahip çıkmak istememişlerse de pratikte İngiltere ile birlikte ABD’nin yeni dünya düzeni algılamasında uluslararası terörizm, tehdit olarak İslam özel bir yer tuttu ve iki ülkenin uluslararası ilişkileri algılamasında ortak bir bakış açısı geliştirildi. 

Üçüncü Yol, Amerikan Yolu mu?: Blair ve Clinton 

Daha önce de görüldüğü üzere okyanusun iki tarafı arasındaki yakınlaşma biraz da iktidardaki partilerin ideolojik yakınlıklarıyla da ilgiliydi. Örneğin Thatcher ile Reagan’ın sağ ideolojiye getirdikleri benzeri yorumlar onları diğer alanlarda da işbirliğine taşımıştı. Benzeri bir gelişme, görece kısa sayılan, Major yönetiminden sonra Blair-Clinton örneğinde de yaşandı. Daha önce yeni sağda sağlanan birleşme, bu sefer yeni solda sağlandı.49 Blair ile Clinton arasındaki benzerlikler, seçim öncesi tahminleri boşa çıkardı ve İngiltere-ABD ilişkileri eskisinden 
daha iyiye doğru gitmeye başladı. Daha ilk basın toplantılarında Blair ve Clinton ‘özel ilişki’yi yeniden tesis etme konusunda görüş birliğine varırken, Blair ortak tarih bağları ve mirasın iki ülke arasındaki anlayışı belirlediğini söyledi. Kendisinden önceki hükümetlerin ABD politikalarını derinleştirerek devam ettiren Başbakan Tony Blair ABD’yi en önemli ortak olarak görmeye başladı. Bir yandan Avrupa Birliği ile ilişkiler en üst düzeyde devam ettirildiyse de, Blair daha önce Heath’in düştüğü hataya düşmedi ve Avrupa ile ABD’nin birbirinin rakibi sayılmamaması gerektiğini söyledi. Blair’in şu sözleri tarihi ‘özel ilişki’nin devam ettiği yönünde kesin ipuçları verdi: ‘İngiltere ile Amerika biraraya geldiğinde bizim başaramayacağımız çok az şey vardır.’51 İngiliz dış politikası uzmanı William Wallace’a göre kullanılan bu ifadeler ‘basit bir kelime jesti’ olarak alınamaz,52 çünkü Blair’in kullandığı dil ve yaklaşım onun Fransa ya da Almanya’ya yaklaşımından çok daha sıcak ve içtendi. 

Major ve Blair döneminde asıl işbirliği uluslararası ortak operasyonlarda yaşandı. Soğuk Savaş’ın ardından uluslararası ilişkilerin temel özelliklerinden biri de bölgesel çatışmalar oldu. Doğu-Batı dengesinin döndürdüğü çatışmalar dengenin sona ermesiyle yeniden alevlenirken (Azerbaycan-Ermenistan savaşı gibi), varlıklarını Soğuk savaş değerlerine borçlu olan bazı devletler de çözülme sürecine girdi (Yugoslavya gibi). Bunlara ek olarak teknolojik gelişmenin de yardımıyla ulusal düzeydeki suçlar uluslararası alana taşındı ve tüm dünyayı tehdit eder oldu (uyuşturucu kaçakçılığı, uluslararası terörizm gibi) Ayrıca bu dönemde ülkeler ararası göçte büyük bir artış yaşandı. İstikrarı tehdit eden tüm bu gelişmeler ile, süper devlet bile olsa, tek bir devletin başa çıkabilmesi çok zordu. Özellikle savunma harcamalarında büyük kesintiler yapılması yönünde baskıların olduğu bir dönemde bu daha da zordu. Bu nedenle ABD Körfez Savaşı’ndan, Bosna’ya, Bosna’dan Somali ve Kosova’ya kadar özellikle NATO’daki müttefiklerinden yardım bekledi. Fakat Almanya bu boşluğu dolduramadı, Fransa da eski muhalif tutumunu bir çok olayda devam ettirdi. İtalya gibi diğer müttefiklerin ise bu boşluğu dolduracak ne siyasi, ne de ekonomik ağırlıkları bulunuyordu. Böyle bir ortamda sahneye yine İngiltere çıktı ve Kuzey Irak’tan Kosova’ya kadar her operasyonda ABD’nin yanında 
yer aldı. Hatta bu operasyonlarda işbirliği ve karşılıklı danışma sistemi Soğuk Savaş’tan daha iyi çalıştı. İngiltere bu konuda ABD’ye destek vermekle 
kalmadı, kendi silahlı kuvvetlerini bölgesel müdahaleye göre yeniden dizayn etti. Bu çerçevede bir yandan kara kuvvetlerinde azaltmaya giderken, diğer taraftan uluslararası operasyonlarda başarıyı artıracak hava ve deniz gücüne ağırlık verdi. Tüm bu değişikliklerin Amerikan silahlı kuvvetleriyle yapılan ortak çalışmaların bir ürünü olması dikkat çekiciydi. Major ve Blair döneminde yapılan bir diğer işbirliği de askeri alanda ve istihbarat alanında iletişimde yaşandı. 

Ortak haberalma sistemleri de bulunan iki ülke bir çok bilgiyi düzenli olarak paylaştı ve bu işbirliği halen devam ediyor. Denebilir ki ABD ve İngiltere arasındaki bu işbirliğini ABD ile her hangi bir üçüncü ülke arasında görme imkanı yoktur. 

Soğuk Savaş sonrası dönem ile ilgili olarak eklenmesi gereken son bir nokta da ABD’nin Avrupa’da asıl ‘partner’ olarak Almanya’yı gördüğü iddiasıdır. Benzeri iddialar Heath döneminde de ortaya atılmış olmasına karşın o dönemde Almanya Avrupa’nın siyasi liderliği rolünü yerine getiremedi ve ABD’nin Avrupa politikasında beklenen rolü oynayamadı. Kohl ile birlikte Almanya İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez liderlik konusunda inisiyatifi eline almak istedi. Bunda iki Almanya’nın birleşmesinin ve Alman ekonomisinin gösterdiği başarının 
büyük rolü oldu. Fakat Almanya 1. Dünya Savaşı ve Hitler dönemlerinin gölgesi altında siyasi liderlik için gerekli ‘moral ağırlığı’ ortaya koyamadı. 

Ayrıca uluslararası alanda uluslararası toplumun ortak sorunları ve Batı’nın genel çıkarlarından çok, geçmişte olduğu gibi kısır, yerel çıkarlar çerçevesinde bir politika izledi. Almanya’nın Balkan politikası buna güzel bir örnektir. 
Bu çerçevede Almanya ABD ile ortaklık için gerekli entellektüel birikim, tecrübe, esneklik ve çıkar birliğini ortaya koyamadı. Avrupa Birliği’ndeki dengelerin Almanya ile, ABD karşısında mesafeli durmaya özen gösteren, Fransa arasındaki işbirliğine dayanıyor olması Almanya’nın ABD ile ilişkilerde İngiltere’nin yerini 
almasında başka bir engeldi. Tüm bunlara ek olarak Almanya’nın bölgede ABD’nin ‘taşeronu/ortağı’ olma konusunda ne kadar istekli olduğu da tartışmalıdır.52 

Blair döneminde belirtilmesi gereken bir diğer işbirliği alanı da nükleer alandı. Daha önce de belirtildiği üzere, İngiltere’nin ABD’ye olan nükleer bağımlılığını eleştiren grupların başında İngiliz solu geliyordu. Fakat İngiltere’de iktidara sol bir partinin, İşçi Partisi’nin, gelmesine rağmen ‘nükleer işbirliği’ devam etti ve İngiltere ağır maliyetine rağmen nükleer silahlar için taşıyıcılar almaya devam etti. Amerikan Trident nükleer denizaltılarının alımı bunun için iyi bir örnektir. 

Blair döneminde özel ilişkide kırılma yaratan istisnalara gelince, temelde ciddi bir fikir ayrılığı olmadığı görülür. Bu dönemde kayda değer kırılma olarak 2000 yılı içinde ortaya çıkan ABD’nin İngiltere ile ortak kurduğu Echelon adlı elektronik istihbarat sistemini İngiltere aleyhine ekonomi casusluğu için kullanması sayılabilir.53 

SONUÇ 

Tüm bu anlatılanlardan sonra, her ne kadar gücü ve sınırları üzerinde bir mutabakat bulunmuyorsa da ABD ile İngiltere arasında ‘özel bir ilişki’ olduğu söylenebilir. Bu ilişki diğer ülkeler arasındaki ilişkilerden özü ve şekli itibariyle farklılıdır. İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş gibi konjonktürel olaylar bu ilişkinin gelişimine destek olmuştur, fakat bu ilişkinin gücü çok daha derinlerde saklıdır. Ayrıca zamanla gelişen farklı ulusal çıkarların erozyon etkisine rağmen, bu özel ilişki zaman içinde şekil değiştirse de günümüze kadar etkisini son derece 
canlı bir şekilde ortaya koymuştur. Bell’in de belirttiği gibi bu ilişki çok güçlü, fakat bu gücü iki taraf tarafından oluşturulmasından kaynaklanmıyor. 
Ortak anlayış gibi bir çok faktörün birleşmesiyle ortaya çıkan bir kapasiteden alıyor.54 

Diğer bir deyişle bu ilişki bir amaca ya da olaya özgü oluşturulmuş bir yapı değil, doğal olarak orada duran bir olgu. Yukarıda anlatılan olaylarda görüldüğü gibi taraflar birbirlerini farklı algılasalar, farklı çıkarların peşinden koşsalar da, tarih iki ülke arasında ‘özel bir ilişki’nin bulunduğunu kanıtlıyor. Churchill (1951-55), Macmillan (1957-62) ve Thatcher (1979-90) dönemlerinde özel ilişkinin 
bulunduğu konusunda neredeyse kesin bir mutabakat var. Elbette bu ‘özel ilişki’nin de istisnaları var. Eisonhower’ın Süveyş politikası, Wilson’ın Johnson’dan gelen Vietnam’da yardım isteğini reddetmesi ve Heath hükümetinin İngiltere’yi ABD’den uzaklaştırıp Avrupa’ya yakınlaştırma çabaları bu istisnaları oluşturuyor ve bir grup yazarca bunlar ‘özel ilişki’nin sadece bir illüzyon olduğunu, gerçekte var olmadığını kanıtlamak için kullanılıyor. Fakat bu örneklerin, bu iddiayı tam olarak kanıtlayabildiğini söyleyebilmek çok güç, çünkü ülkeler arasında çıkar farklarının olması doğaldır ve her alanda, her zaman işbirliği ve yakınlık beklemek mümkün değildir. Bu nedenle istisnalardan 
çok ortak noktalara bakmak daha doğru sonuçlara götürebilir. 

20. yüzyılın başından günümüze, faşizmin yıkılmasından, komünizmin yıkılmasına kadar hemen hemen bir çok uluslararası kampanyayı birlikte yürüten bu iki ülke arasında eğer ‘özel bir ilişki’ yok idiyse bile sırf bu yüzyılda yaşanan ortak tecrübe ‘özel bir ilişki’yi doğurmuş oldu. 


Bu nedenle son söz olarak ‘özel ilişki’nin sadece tarihte yaşanmadığı, fakat günümüzde de bir çok alanda etkisini gösterdiği söylenebilir. 
‘Özel ilişki’nin derecesine gelince, işbirliğinin ortak istihbarat gibi çok hassas konularda da etkisini sürdürmesi, hatta bu alanlarda diğer alanlara göre daha güçlü olması etkisinin derinliğini de göstermektedir. 
İstihbarat alanında İkinci Dünya Savaşı’yla resmiyet kazanan işbirliği sonraki yıllarda çok büyük bir yol katetti. ABD’nin teknolojik işbirliği İngiltere’nin entellektüel birikimiyle birleşince iki ülke de bu işbirliğinden vazgeçemeyecek bir noktaya geldiler. Özellikle İngiltere istihbaratın teknolojik boyutunda Amerika’ya büyük oranda bağımlı durumda. İstihbaratın dışında diğer savunma teknolojilerinde de İngiltere’nin ABD’ye bağımlılığı üst düzeyde. 
Bu konuda başta uzun menzilli füzeler ve nükleer silah taşıyıcıları olmak üzere savaş teknolojisinde Amerikan’ın katkısı tartışılamayacak kadar önemli.55 İngiltere işbirliği siyasi alana yansımasa bile Amerika ile ‘özel ilişki’den bu alanlarda sonuna kadar yararlanıyor. ABD tarafına gelince, İngiliz entellektüel birikimi ve tecrübesine ek olarak ABD hemen hiç bir olayda tek kalmıyor. İngiltere’nin etkilediği geniş bir uluslararası grup ve Avrupa’dan Afrika’ya, Uzak Doğu’ya yayılan bir siyasi nufüzu/ağırlığı olduğu da dikkate alınırsa İngiliz desteği ABD için önemli. Özellikle Avrupa’da seslendirilen ABD karşıtlığının yanında ABD’yi ‘doğal müttefik’ olarak gören İngiltere’nin yaklaşımı ABD için vazgeçilemeyecek bir avantaj. 

4 CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***