Sait Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sait Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2021 Pazartesi

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 6

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 6



Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,Ulusal Güvenlik,


        1.5. GÜVENLİK VE GÜÇ:

Şüphesiz güç politikaları uygulamalarının altında yatan temel neden güvenlik ihtiyaçlarıdır. Bu ihtiyaçlar korunma ve savunma gibi edilgen hususlar ile sınırlı değildir. Sadece ülke topraklarını savunmak değil ülkenin çıkarlarının maksimize edilmesi de bir güvenlik sorunudur. Ülkeler sadece çıkarlarını korumak değil sağlamak için de proaktif güvenlik politikaları üretirler. Ülke politikalarını ve güvenlik sistemlerini reaktif ve proaktif olarak sınıflandırmanın temelinde birincisinin (edilgen) güvenlik endeksli olması diğerinin ise ‘çıkar’ endeksli olması yatar.

      1.5.1. Güvenlik Kavramındaki Değişimler ve Yeni Boyutlar:

Güvenliğin birey veya grupların temel değerlerine olan tehditten arınma ölçüsüne göre göreceli bir kavram olduğu konusunda birleşen bilim adamları; yeni güvenlik anlayışının bireysel, ulusal ya da uluslararası düzeyden hangisine odaklanması gerektiği konusunda ortak bir fikre sahip değildirler. Soğuk Savaş boyunca güvenlik konularına ulusal güvenlik açısından yaklaşıldı. Akademisyenler ve devlet adamları muhtemel ve mevcut tehditleri karşılamak için daha çok askeri kabiliyetlerin geliştirilmesi eğilimi içerisinde oldular. Son yıllarda bu eğilim etnik merkezli (ethnocentric; kültürel önyargılı) olmakla eleştirildi ve ulusal güvenliği uluslararası güvenlik ve küresel koşullar ile birlikte açıklayacak bilimsel çalışmalar yapılmaya başlandı. 

“Güvenlik” kavramını yeniden tanımlama çabası bu disiplin için bir endüstri haline gelmiştir. Bununla birlikte, bu gibi çabaların büyük bölümü güvenlik kavramının kendisiyle ilgili olmaktan çok, ulus devletlerin politika gündemlerinin yeniden tanımlanması ile ilgilidir . Avrupa Birliği Standardizasyon Komitesi 2005 yılında güvenliğin tanımını şu şekilde kabul etmiştir; “Güvenlik, bir kişi, toplum, örgüt, sosyal kuruluş, devlet ve onların vasıtalarını (eşyalar, altyapı vb.); suç faaliyetleri, terörizm ve diğer saldırı veya düşmanca hareketler, afetler (doğal veya insan tarafından) gibi tehlike veya tehditlere karşı korunulmasının gerekli olduğu sanılan veya teyit edilen durumdur.” 

Tablo 16: Bir Güvenlik Modeli

Güvenlik, devletlerin takip ettikleri genel politika ve global stratejileri içinde, tıpkı bir ülke sınırları içinde enerji ihtiyacını temin eden güç santralına benzer . Güvenliği sadece askeri yönden ele almak mümkün değildir. Ekonomik, politik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle de güvenlik bir bütündür. Çoğu insanın uluslararası yaşamlarına ve refahlarına yönelik günlük tehditler, geleneksel askeri perspektifin iddia ettiğinden farklıdır. Dünyanın büyük bölümünde güvenlik tehditleri askerlerden değil; ekonomik çöküş, politik baskı, kıtlık, aşırı nüfus artışı, etnik ayrılıklar, doğanın tahribatı, terörizm, suç ve hastalıklar gibi diğer sorunlardan kaynaklanmaktadır .

Uluslararası ilişkilerde güvenlik kavramı, uluslararası sistemin bütünü veya bütününe yakınının güvenliği (evrensel boyut), coğrafi ya da fonksiyonel alt-sistemlerin güvenliği (bölgesel güvenlik), devlet güvenliği, toplum güvenliği, toplumsal alt-grupların güvenliği, bireylerin güvenliği gibi farklı düzlemlerde ele alınabilir . Ancak, günümüzde uluslararası ilişkilerin küresel ve bölgesel yönlerinin öne çıkmasıyla; güvenliğin ulus-devlet boyutu ve küresel boyutu daha çok üzerinde durulan düzlemler olmuşlardır. Güvenliğin küresel boyutu ise silahlanma, nükleer tehdit, çevre kirliliği, az gelişmişlik, uluslararası borç krizi, ulusaşan suç faaliyetleri (terör, mafya, organize suçlar, insan ve değerli madde kaçakçılığı, biyolojik madde kaçakçılığı, AİDS, kara paranın aklanması, göç vb.) gibi birçok yeni tehdit kavramının ortaya çıkması ile şekillenmiştir. 

Barry Buzan güvenliğin beş boyutu olduğunu söylemektedir; askeri, siyasi, ekonomik, sosyal ve çevresel . Buzan’a göre askeri güvenlik; silahlı kuvvetler ve devletin savunma kabiliyetlerinin birbirinin niyetleri algılama ve kullanılmalarına göre sağlanmaktadır. Siyasi güvenlik; devletlerin, hükümet sistemlerinin ve ideolojilerinin meşruluğu ve istikrarına dayanmaktadır. Ekonomik güvenlik; devletin gücü ve refahını kabul edilebilir bir seviyede tutmak için kaynaklar, finans ve pazarlara nüfuz edebilmektir. Sosyal güvenlik ise geleneksel dil, kültür, dini ve ulusal kimlik ve adetlerin evrimi için kabul edilebilir koşulların devam ettirilmesidir. Çevresel güvenlik ise bütün insanlığın bağlı olduğu gezegenin biyolojik yapısının muhafazası ile ilgilidir.

Aşağıda yedi yatay ve beş dikey sütun şeklinde sıralanan güvenlik görevleri analizi bir model olarak verilmektedir.

Tablo 17: Güvenlik Görevleri İçin Model

 

       1.5.2. Ulusal Güvenlik:

Ulusal güvenlik, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri akademik ve siyasi uluslararası politika ve dış politika tartışmalarında, önemle konu edilmektedir. Hiçbir sosyal bilim kavramı, ulusal güvenlik kadar suiistimal edilmemiş ve yanlış kullanılmamıştır. Ulusal güvenlik kavramının, devletin sınırları içerisinde kalan bireyleri kapsayacak şekilde iç güvenliği, diğer yandan devlete karşı dışarıdan gelebilecek tehlikelere yönelik dış güvenliği kapsadığı genel kabul görmektedir. Bununla beraber, ulusal güvenlik bir bütündür, bu ayırım daha çok güvenliğe yönelik tehditlerin kaynağını işaret etmek içindir.  

     İktidarların başlıca görevi, ulusal güvenlik çerçevesinde; devletin hayati ve diğer çıkarlarının korunması ve kollanmasıdır . Bu görevin yerine getirilmesinde gerekli araştırma, inceleme, değerlendirme, karar alma, uygulama vb. işlemlerin; demokratik düzen içinde, gizliliğine zarar vermeyecek şekilde ve özelliği dolayısıyla ihtisas kuralına daha fazla uymayı sağlayan bir ulusal güvenlik sistemine ihtiyaç vardır. Ulusal güvenlik sistemi güvenlik ortamının izlenmesinden çıkarların ve fırsatların tespitine, gerekli istihbaratın üretilmesinden durumun değerlendirilmesine, uygun politikaların ve vasıtaların seçiminden kriz yönetimi içerisinde uygun politikaların uygulamasına kadar gerekli fonksiyonları sağlayacak süreç ve unsurları bünyesine entegre etmiş olmalıdır.

Ulusal güvenlik politikasının üç temel unsuru bulunmaktadır ; ulusal güvenliğin sağlanması, ulusal hedeflere ulaşılması ve bu iki unsur için; iç, dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasların (politika esasları) tespit edilmesidir. Ulusal güvenlik politikaların uygulanması çerçevesinde ulusal hedeflerin tespiti ve sağlanması için uygulanan yöntem temel olarak aşağıda sıralanan bir dizi faaliyeti gerektirmektedir. 

(1)  Öncelikle devletin var oluş nedenine ve bulunulan güvenlik ortamının koşullarına uygun olarak ulusal çıkar ve ulusal hedefler tespit edilmelidir. 

(2)  Müteakiben ulusal hedeflere ulaşmak, korumak veya devam ettirmek için gerekli ulusal politika belirlenmelidir. 

(3)  Daha sonra ulusal politikanın üst düzeydeki uygulama ilke ve yöntemlerini ortaya koyan ulusal strateji ortaya konmalı ve bu strateji hükümet düzeyinde topyekun stratejiye dönüştürülmelidir.

(4)  Topyekûn strateji ise genel uygulama yöntemlerini, ara hedefleri ve önceliklerini, güç oluşturma ve kullanma konularını kapsayan askeri, siyasi, ekonomik, eğitim vb. stratejileri içeren ilgili Bakanlıkların, askerlerin ve kurumların seviyesinde genel stratejilere dönüştürülmelidir.

(5)  Genel strateji ilgili Bakanlık, Komutanlıklar ve diğer kurumlar tarafından eylem/operasyon/harekat stratejilerine dönüştürülmelidir.

(6)  Son aşama ise hedefe ulaşmak veya ulaşılan hedefleri korumak amacıyla yapılan fiili uygulamaları kapsar. Bu uygulamalar çeşitli güç vasıtalarının kullanılmasını gerektiren yöntemler -çeşitli askeri girişimler veya diplomatik faaliyetler şeklinde olabilir. 

Devlete yönelik iç ve dış tehditler ile risklerin sağlıklı bir şekilde tespit edilebilmesi için bir tehdit değerlendirmesi yapılmasına ihtiyaç vardır. Yapılacak tehdit değerlendirmesinde; küresel ve bölgesel güvenlik ortamındaki gelişmeler ile iç güvenlik ortamındaki tüm etkenlerin geçmişten geleceğe doğru bir yaklaşımla ele alınması ve devlete yönelik iç ve dış tehditler ile risklerin mümkün olabildiği ölçüde netleştirilmesi gereklidir. Tehditlerin henüz belirginleşmeden, önlenemez hale gelmeden ve eyleme dönüşmeden algılanması hayati önem taşımaktadır.

Ulusal çıkar, “bir ülkenin kendi güvenlik ve refahı için gerekli olan hususlar ” olarak tanımlanmaktadır. Ulusal çıkar, genel hatları ile devletin güvenliğini, ulusal bütünlüğünün devamını ve ulusun refahını kapsar. Ulusal çıkarlar, ulusal duruma ve uluslararası ilişkilere bağlı olarak sürekli değişmezler; kapsamları kompleks ve geniştir, devamlıdırlar ve sayıları azdır. Ulusal hedef ve ulusal politikanın ortaya konmasında bir hareket noktası ve bir çerçeve vazifesi görürler.  Ulusal hedef ise elde edilmesi halinde ulusal çıkarların gerçekleştirilmesini sağlayan sonuçlardır . Ulusal hedef, tamamen ulusal niteliktedir ve ulusun belli bir kesiminin veya belli bir iktidarın değil bütün ulusun ve hükümetlerin benimsediği hedeftir. 

Politikacının görevi ülkenin temel çıkarlarını etkileyen belirli bir uluslararası ilişkiler ortamında veya krizde fayda ve zarar analizi yapabilmek, çıkarların önem derecesini tespit etmektir. Daha sonra her temel çıkar için diğer ülkelerin çıkar derecesini tahmin etmelidir. Buradan hareketle çıkar önem derecelerini karşılaştırarak, kendi ulusal çıkarının hangi vasıta ile  – görüşmeler yolu ile mi?, silahlı çatışmaya girilmesi mi?, çözüleceğini hesaplamalıdır. Ulusal güvenlik politikasına, ulusal hedefler ile ulusal güç arasında bir ilişki gözü ile bakılmalıdır. 

Ülkeler diğer ülke liderlerini etkilemek üzere kullanabilecekleri çeşitli siyasi, ekonomik ve askeri vasıtalara sahiptir. 

Bu vasıtalar diplomatik baskılardan topyekûn bir savaşa kadar derecelenebilir. Seçilen vasıta, diğer ülkelerin karar ve eylemlerinin değişmesine yol açabilecek bir baskı ve etki sahibi olmalıdır. 

Bu vasıtaların başlıcalarını şu şekilde sıralayabiliriz ; 

(1) Yeni bir (üçüncü taraf ile) diplomatik ilişkinin başlatılması. 

(2) Bilimsel ve kültür alışverişi ile ilgili yaptırımlar. 

(3) İnsani yardım vasıtalarının kullanılması. 

(4) Teknik yardım yapılması. 

(5) Enformasyon ve propaganda kapsamındaki tedbirler. 

(6) Ekonomik ve ticari tedbirler. 

(7) Askeri yardım konusunda yardım veya yaptırımlar. 

(8) Örtülü faaliyetler. 

(9) Başta BM olmak üzere sorunun uluslararası kuruluşların müzakerelerine açılması sureti ile yaptırımlar uygulanması. 

(10) Ticaret ambargosu ve ekonomik yaptırımlar. 

(11) Askeri güç gösterisi. 

(12) Askeri keşif ve gözetlemenin artırılması. 

(13) Diplomatik ilişkilerin askıya alınması veya kesilmesi. 

(14) Abluka. 

(15) Kısmi veya genel seferberlik. 

(16) Askeri güç kullanımı. 

(17) Topyekun savaş. 

Politik vasıtaların tespit, seçim ve kullanılması da karşı tarafın niyetleri ve gücü ile ilgili emarelere göre tayin edilmelidir. 

Bu da stratejik istihbarat çalışmalarının politika belirleme ve uygulama ile ne kadar iç içe olduğunu, özetle bilgi-eylem bileşkesinin etkileşim dengesini bir kez daha ortaya koymaktadır. 

Emareler belirlendikten sonra belirlenen politika doğrultusunda hangi kurum veya güç unsurunun hangi vasıtayı yürürlüğe koyacağı ve kimlerle koordine edeceği tespit edilir.

       1.5.3. Güvenlik Ortamını Şekillendirmek:

Bir devlet veya devletler grubu tarafından, diğer bir devlet veya devletler grubu üzerindeki ulusal çıkar veya çıkarlarının gerçekleştirilebilmesi için içeriden ve/veya dışarıdan gereğinde kullanılmak üzere potansiyel tehdit yaratılması ve bu olgunun mevcut diğer politikalar içine oturtulması tarihsel süreç içinde çok sık rastlanan bir güvenlik politikasıdır. Yaratılan potansiyel tehdidin, ne zaman ve nasıl kullanılacağı hakkında politikalar geliştirilirken, hedef olarak seçilen devletler de kendi politika ve stratejilerini ortaya koymaya çalışmışlar, ülkeler arası uzun dönemli ancak örtülü mücadeleler böylece süregelmiştir.

Uluslararası sistem karmaşık ve karşılıklı bağımlılık içinde devinirken aktörler geleceğe yönelik vizyonları dahilinde bir yandan güvenlik ortamlarını şekillendirme gayreti içindedir. Bu şekillendirme hem çıkarlarını güvenlik ortamında çıkarlarını maksimize edecek şartları oluşturmak ve sürekliliğini kılmak, hem de gelecekte muhtemel politika uygulamalarının alt yapısını hazırlamaya yöneliktir. Güvenlik ortamını şekillendirme faaliyeti demokrasi projelerinde olduğu gibi iç siyasi ağa nüfuz ederek iç parametreleri ele geçirmek ve geleceğin liderlerini bizzat yetiştirmek gibi yumuşak güç parametrelerine yönelik olabileceği gibi, bölgedeki iç karışıklıkları ve terör faaliyetlerini destekleyerek askeri parametrelerle güvenlik ortamında krizlere hazırlamak şeklinde de olabilir.

ABD’nin Afganistan ve Irak Savaşları öncesi bölgede tatbikatlar yaparak bu coğrafya ile ilişkiler geliştirmesi, askeri hedefleri tespit etmesi, koalisyonlar oluşturması, uluslararası kamuoyunu hazırlaması, yerel ajanlar edinmesi, ülke içi etnik gruplar ile işbirliği yapması gibi eylemleri uzun süreli bölgesel olarak güvenlik ortamını şekillendirme gayretlerinin birer parçası olarak görülmelidir. ABD’nin dünyayı şekillendirmekteki çıkarları şu şekilde belirlenmiştir ; (1) Demokratik, serbest piyasa ekonomisine sahip (Batılı) merkezin varlığını ve güvenliğini korumak. (2) Geçiş halindeki devletleri merkeze bağlamak. (3) Merkezin çıkarlarını ve değerlerini tehdit eden serseri devletler veya grupları yenmek veya marjinalize etmek. (4) Başarısız devletlerden gelecek zararı azaltmak.

Devletler, tek başlarına ve aktif dış politika sürdürdüklerinde, diplomatik yöntemleri ve propaganda tekniklerini kullanırlarken, bir yandan da dolaylı ve dolaysız biçimlerde diğer devletlerin iç işlerine müdahale olanaklarını ararlar. İç işlerine müdahale, doğrudan hedef alınan ülkenin çeşitli sınıflarının, gruplarının, azınlıklarının faaliyetlerini destelemek ya da engellemek biçiminde olacağı gibi, devlet kurumlarına yönelik de olabilir. İç işlerine karışmanın, uluslararası hukuk bakımından veya devletler arası bir anlaşmanın sonucu olarak hukuksal meşruiyet kazandığı durumlar da olabilir.

Hiçbir ülke kendisine rakip olarak gördüğü ve çıkarlarının çatıştığı diğer bir ülkenin güçlü olmasını arzu etmez. Fırsatını bulduğu her koşulda onu zayıflatmaya, siyasal ve ekonomik istikrarsızlığa sürüklemeye ve dağılmasını sağlamaya çalışır. Bu çalışmaların amacına ulaşması için en masrafsız ve risksiz yolları denemeye, hedef alınan ülke içerisinde mevcut sorunları kullanmak ve istismar etmek suretiyle “örtülü eylemlere” başlar. Var olan sorunların çözümü engellenerek içinden çıkılmaz bir duruma getirilmeye çalışılır. Bunu başarmak içinde, gerçekte olmayan “suni krizler” oluşturulması hedeflenir. Etnik köken, bölgecilik, din ve mezhep düşüncelerinin önemli ölçüde canlandırılması ve bu düşüncelere uygun hedef ülke yönetiminden yeni talepler yaratılması için her türlü araç kullanılır. Politikaların desteklenmesinde mevcut baskı yöntemleri çeşitlendirilerek kullanılır ve göreceli olarak zorlayıcı diğer eylem organizasyonları desteklenir.

Ülkeler, devam eden ve muhtemel krizleri ve yeni oluşumları yakından takip ederek, ulusal güvenliğe ve çıkarlara gelecek tehdit ve riskleri önceden değerlendirmek, gerekli önlemleri önceden almak ve ulusal güç unsurlarının imkanları dâhilinde inisiyatifli bir politika izlemek zorundadır. Güvenlik endişelerinin uluslararası güvenlik anlayışı içinde ve uluslararası ortamın gerekli kıldığı yapı, hukuk ve düzenlemeler içinde giderilmesi gereklidir. Bu durum bölgesel ittifaklar, stratejik ortaklık gibi çokuluslu işbirliğini geliştirmek için ulusal çıkarları gözeten güvenlik politikaları üretilmesi gereğini dikte etmektedir. 

Genel olarak, iç işlerine karışma yöntemine başvuran bir devlet, karıştığı konunun uluslararası alanda karışılması gereken bir konu olduğunu savunmakta ve bu konuda uluslararası bir uzlaşı olduğu izlenimi vermektedir. Bir dini grubun savunulması veya istismar edilmesi, bir etnik grubun ortadan kaldırılması, ırkçılık yapılması, insan haklarının ya da azınlık haklarının ihlal edilmesi gibi nedenlerle uluslararası kuruluşlar tarafından ortaya konan kuralların çiğnendiği gerekçe gösterilerek bu tür müdahaleler meşru gösterilmeye çalışılmaktadır.

  İç işlerine karışma yöntemi, en belirgin olarak şu tür örtülü istihbarat faaliyetleri şeklinde görülebilir; (1) Hedef veya rakip devletin iç sorunlarında taraflardan birisini siyasi olarak desteklemek. (2) Diğer devlet içerisinde silahlı çatışma unsuru oluşturmak veya olanları insan gücü, para ve teçhizat olarak desteklemek. (3) İktidara karşı hedef ülkenin askeri yetkilileri ile ilişki kurmak. (4) Hedef ülkenin yasa dışı olarak kabul ettiği faaliyetlere doğrudan taraf olmak ya da geçit vermek. (5) Hedef ülkenin operasyon yeteneğine ve rekabet kapasitesine engel olmak. (6) Askeri-sivil birlikler ya da düşük yoğunluklu çatışma ile siyasi mekanizmayı paralize etmek. (7) Karşı tarafta askeri operasyon gerçekleştirmek. (8) Nihai aşamada ise, bağlı, bağımlı ya da manda türü yönetimler kurmak (rejim restoresi, ulus-yapıcılık).

         1.5.4. Uluslararası Güvenlik:

Uluslararası güvenliğin geliştirilmesi ile ilgili kapsam genellikle; güven ve güvenlik arttırıcı önlemlerin geliştirilmesi, silahsızlanma faaliyetleri, askeri işbirliği faaliyetleri, kolektif güvenlik sistemlerinde yer alınması gibi bir çerçeve içerisinde açıklanmaktadır. Ancak, uluslararası güvenlik arayışları genellikle ulusal güvenlik arayışlarının bir üst seviyede buluşmasıdır. Bir ülke çıkarlarını bir kere tanımladığında, onları ilerletebilmenin yollarını arar ve bunlara yönelik tehditleri araştırır. Diğer tarafların ne istediğini öğrenmeye çalışır; benzeri çıkarlara sahip ülkeler içerisinde müttefikler arar, bu ülkeler ile ne çeşit anlaşmalar yapabileceğini sorgular, her iki tarafın çeşitli çıkarlarını birleştirmenin ve uzlaştırmanın yollarını bulmaya çalışır. 

Bugünün krizleri küresel terör örneğinde olduğu gibi kimliksiz, devletsiz, tahmin edilemeyen, gerekçesiz, etik olmayan, topraksız ve ulusaşan niteliktedir. Uluslararası kuruluşların kriz yönetimi için kabiliyetlerini idame ettirme, koordine etme ve pratikte uygulama kapasiteleri çok az olduğu için güvenlik alanında uluslararası işbirliği hem kaçınılmaz bir gereklilik hem de dünyanın geri kalan kısmı için bir model olma ihtiyacı olarak karşımıza çıkmaktadır .

 Şekil 5: Savaşlar (1946-2002) 

Uluslararası güvenlik denilince akla evrensel düzeyde güvenliği sağlama misyonu bulunan BM ise görülebilir gelecekte endişe teşkil eden güvenlik tehditlerini altı grupta toplamaktadır ; (1) Ekonomik ve sosyal tehditler (yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar ve çevre sorunları da dahil), (2) Devletler arası çatışmalar, (3) İç çatışmalar (sivil savaşlar, soykırım ve diğer büyük ölçekli karışıklıklar dahil), (4) Nükleer, radyolojik, kimyasal ve biyolojik silahlar, (5) Terörizm, (6) Ulusaşan organize suçlar.

Uluslararası güvenliğe yönelik tehditlerin analiz edilmesine yönelik olarak Uluslararası Gelişme ve Çatışma Yönetim Merkezi tarafından 1949-2004 yılları arasındaki devletler arası ve iç çatışmalar takip edilerek bir istatistik oluşturuldu . Yapılan çalışma sonuçlarına göre devletlerarası çatışmaların 1990’lardan itibaren önemli bir düşüş gösterdiği, buna karşılık ülke içi çatışmaların 1990 yılı civarında zirve noktaya ulaştığı sonra azalmaya başladığı görüldü. (Şekil:5). 1990’lı yıllarda bir yılda 5’den fazla devletlerarası çatışma görülmezken ülke içi çatışmalar 1992’de 50’ye çıktı ve 2002’ye gelindiğinde 30’a düştü. Sonuç olarak geçmişle kıyaslandığında devletlerarası çatışmalardan ziyade ülke içi çatışmalar hala güvenlik endişelerinin başında gelmeye devam etmektedir .  

Tablo 18: Güvenliğin Kapsamı


Soğuk Savaş’ın sona ermesi uluslararası güvenlik ve güvensizlik alanında yeni paternlerin doğmasına yol açmıştır. İki kutuplu güç dengesi sona ererken NATO ve AB’nin genişlemesi ile Avrupa’da yeni bir güvenlik ortamı doğdu. 11 Eylül saldırıları ise uluslararası terörizmi gündeme taşıdı; Afganistan ve Irak müdahalelerine neden oldu. İslamcı köktendincilik de Amerikan tehdit sıralamasında yerini aldı. Amerikanın tek taraflılık ve önleyici darbe stratejisi Batılı müttefiklerinin ve Rusya, Çin gibi büyük güçlerin tepkisine yol açarken, uluslararası konsensüs yokluğu güvenlik ortamında yeni bir anarşi doğurdu. Bu anarşinin kaynakları ise uluslararası güvenlik farklı yaklaşımlar, güvensizlik ve belirsizliklerin artması olarak ortaya çıktı. Uluslararası güvenliğin nasıl sürekli ve etkin bir şekilde sağlanacağı hala zor ve ucu açık bir tartışma alanıdır.

Tablo 19: Bölgelere Göre Güvenlik Tehditleri Ayrışması

Ulusal seviyedeki uyum sorunu ve zayıf hazırlık genellikle uluslararası seviyede daha fazladır. Üstelik uluslararası kuruluşların karar verme sistemleri, çeşitli ülkelerin teknik ve prosedürel kriz yönetim standart farklılıkları ve işlerin sık sık gereksiz yere tekrar edilmesi işleri daha da zorlaştırmaktadır . Bir diplomat sözlüğüne göre uluslararası kuruluşların bir kriz karşısındaki genel tepkisi belirli safhalardan geçer : problemi görmezden gelmek; endişe duyulduğu ile ilgili bir beyanat vermek; bir şeyler yapıyormuş gibi gözükmek; konuya gerekli ilgiyi gösterdiklerini beyan etmek; uzaklaşmak.” 

21’ nci Yüzyılın temel zorluğu çağdaş küresel problemlerin kapsamı, ölçeği ve doğası ile uyumlu bir kurumsal çerçeve yokluğudur. Aşağıda sıralanan dört ana kurumsal eksiklik uluslararası düzendeki kurumsal reform gereksinimlerini ortaya koymaktadır ; 

- BM Güvenlik Konseyi’nin hala İkinci Dünya Savaşı sonrası dengeleri yansıtması. (Bazıları ülkeler eşitlik isterken Almanya, Japonya ve diğer gelişmiş bazı ülkeler de temsilde ayrıcalıklı konum istemektedir).

- Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nün 1999’daki Seattle toplantılarından beri devam eden Bretton Woods kurumları (Dünya Bankası ve IMF) içinde oy oranlarının değiştirilmesine yönelik artan istekler.

- ABD’nin dış politikasını yürütmede askeri, ekonomi, medya ve politik gücünü tek taraflı olarak uygulama eğilimi.

- Karşılıklı bağımlılığın yarattığı çağdaş problemlerin üstesinden gelmek için uzman ajanslara olan ihtiyaç.

Tablo 20: Çatışma Çözüm Teknikleri

Uluslararası güvenlik stratejilerini; aktörlerin çatışmaya varmayan yöntemlerle güvenliklerini ve çıkarlarını gerçekleştirmeleri yolundaki uygulamaları seçtikleri “barışçı güvenlik stratejileri” ile çatışmayı göze alan “zorlayıcı güvenlik stratejileri olarak ikiye ayırmak mümkündür . 

Barışçı yöntemler; - açık bir savaşa başvurulmasa da, şiddet kullanma ve diğer caydırıcı uygulamaların kullanılmayacağı anlamına gelmemektedir. Nitekim barışçı stratejinin temel yöntemi olan “diplomatik yöntemler” içinde barışçı olmayan alt-yöntemler veya araçlar kullanılması yadırganmamaktadır.

Günümüzde uluslararası güvenlik ile ilgili temel stratejilerinden bazıları şunlar olabilir ; (1) Temel ittifaklar ile bölgesel ve küresel işbirlikleri içerisinde yer alma veya bu tür ittifakları tümüyle reddederek dışında kalıp “karşı çıkan” konumunda olma. (2) Çokuluslu harekâtta yer alma ve doğrudan çıkar alanındaki bir harekat söz konusu ise bu harekatın lider ülkelerinden biri olabilme yeteneğini geliştirme veya çokuluslu güçlere karşı çıkan aktörlerin liderliğine soyunabilme. (3) Krizlere müdahale edebilme ve çatışmaları önleyebilmek için diplomatik, siyasal ve hatta askeri önlemler alabilme veya krizlerin gerçek sorumlusu olarak gösterilen aktörlerin “big game”ini bozmaya neden olma. (4) Kitle imha silahlarıyla caydırıcılık sağlama ya da bu tür tehlikelerden korunma yeteneği geliştirme veya nükleer silahlanma karşısında yer alma. (5) Uzayı kullanabilme veya uzayı kullananların karşısında yer alma. (6) Haber alma sistemlerini ve gözetleme yeteneğini geliştirme. (7) Yüksek yoğunlukta bir çatışma ortamında savaşabilme yeteneğini geliştirme veya ilkel yöntemlerle ileri teknoloji uygulamalarını etkisiz kılma. (8) Psikolojik ve sosyolojik unsurları kullanabilme. 

        1.5.5. Uluslararası Hukuk ve Rejimler:

Devletler işbirliğini artırmak için kurumsal olarak üç seviyede modern uluslararası topluluklar oluşturmaktadır; anayasal kurumlar, temel kurumlar ve belirli bir konu etrafında teşkil edilmiş kurumlar veya rejimler. Uluslararası hukuk, temel kurumların en önemlilerinden biridir. 1789 Fransız devriminden bugüne Batılı tarihsel kökleri nedeni ile uluslararası hukukun temel karakteristiği politik liberalizmin değerleri ile şekillenmiştir. Uluslararası hukukun modern yapısının en önemli karakteristikleri ; çoktaraflı yasama, yasal zorunluluk şekline dayalı rıza, savunma dili ve pratiği, kurumsal otonominin tutumudur.

Uluslararası hukukun dünya düzenindeki konumu hala emekleme aşamasındadır. Uluslararası düzeyden ulus-üstü (supranational) yapı ve kurallara geçmesi için henüz dünya düzeni yeterli olgunluğa sahip değildir. Uluslararası rejimler de uluslararası sistemde düzenleyici bir rol edinmiştir. Rejimler genellikle prensipler, normlar, kurallar ve karar verme prosedürleri olarak ortaya çıkarlar. Rejimi oluşturan anlaşmaların resmiyetine ve beklenti derecesine göre dikkate alınırlar. Güvenlik rejimleri içerisinde silahsızlanma anlaşmaları (SALT-1 vb.), çevre rejimleri içerisinde ozon tabakası ile ilgili Montreal Protokolü, iletişim rejimleri içerisinde Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü düzenlemeleri, ekonomik rejimler için ise uluslararası para sistemi düzenlemeleri örnek verilebilir.

Uluslararası sorunların çözümünde genel olarak kullanılan usuller; müzakere (görüşme), istişare, tahkikat, arabuluculuk, uzlaştırma, hakemlik, uluslararası mahkemeye başvuru, BM veya bölgesel kuruluşlar yolu ile çözüm aramak şekillerini içerebilir .  Nitekim BM Şartnamesi (Md.133/1) “Sürmesi halinde uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye düşürebilecek nitelikte bir uyuşmazlığın tarafları, her şeyden önce müzakere, arabuluculuk, uzlaşma, hakemlik, yargı yoluna başvurma, bölgesel örgütlere ve düzenlemelere başvurma veya kendi seçecekleri başkaca barışçı yöntemlerle bir çözüm arayacaklardır.” ifadesine yer vermektedir.

ABD’nin sık sık kendi çıkarları doğrultusunda uluslararası hukuku göz ardı etmesi bu tür kurumların saygınlığını ve etkinliğini olumsuz etkilemektedir .

Diplomasi, başlıca şu yöntemleri içerir ; müzakere (negotiation), soruşturma (inquiry), dostça girişim (good offices), arabuluculuk (mediation), uzlaşma (conciliation) ve karma yöntemler. Uluslararası bir uyuşmazlığın hukuk yolu ile çözülmesi demek, her şeyden önce o konuda hüküm ifade eden uluslararası hukuk kurallarının bulunması demektir. Mevcut uluslararası hukuk kurallarına aykırı bir davranışın ortaya çıkmış olması karşısında bu olaya mevcut uluslararası hukuk kurallarını uygulayacak yargı yerlerinin veya yargı benzeri kurumların olması gereklidir. Tarafların bu yola gitme konusunda anlaşmış olmaları, çıkacak karara iyi niyetli olarak uyacakları anlamına gelir. Bir uluslararası uyuşmazlığın hukuk yolları kullanılarak çözülmesinde genel olarak iki araç kullanılmaktadır. Bunlardan birincisi hakemlik, diğeri ise yargı yoludur . Her iki yolda tarafların kendi rızaları ile aralarında anlaşarak gidebildikleri birer yoldur.

Hakemliğe gidilebilmesi için, önce uyuşmazlığa taraf olan ülkelerin bir araya gelerek hakemliğin şekli ve içeriği ile ilgili aralarında bir anlaşma yapmaları gerekmektedir. Uluslararası hukuka göre hakemlik kararları genel olarak bağlayıcı nitelik taşır ve daha yüksek makamlara başvuru söz konusu olmamaktadır. Uyuşmazlıkların siyasal yönlerinin daha ağır basması ve pek çok alanda uluslar arası hukuk kurallarının yetersiz kalması gibi nedenlerle, yargı yolu; hakemlik kurumuna göre daha az başvurulan bir yöntem olagelmiştir. BM’de 15 yargıçtan kurulu bir organ olan “Uluslararası Adalet Divanı”, uluslararası uyuşmazlıklara bakmakla görevlendirilmiştir. Lahey Daimi Hakemlik Mahkemesi ise bir mahkeme değil, hakemlik hizmetleri sunan bir kurumdur. 

ABD’nin sık sık kendi çıkarları doğrultusunda uluslararası hukuku göz ardı etmesi bu tür kurumların saygınlığını ve etkinliğini olumsuz etkilemektedir. Bush yönetiminin 2002 yılından beri göz ardı ettiği uluslararası düzenlemeler şu şekilde sıralanabilir ; (1) 1949 Cenevre Anlaşmasına rağmen Afganistan’da savaşın tarafı olan kişilere harp esiri muamelesi yapmayarak Guantanamo’da tutmaya devam etmesi. (2) 1972 Anti-balistik Füze Anlaşması (ABM) anlaşmasını tek taraflı bir şekilde göz ardı ederek füze sistemlerini tekrar yerleştirmesi. (3) Küresel ısınma konusunda Kyto Protokolünü yerine ciddi bir öneri getirmeyerek tek taraflı reddetmesi. (4) 1998’de onayladığı Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni ABD personelinin istisna tutulması için reddetmesi. (5) BMGK onayı ve ABD’ye doğrudan bir tehdit ile ilgili kanıt olmaksızın Irak’ın işgali. (6) Uyguldığı önleyici doktrin ile herhangi bir tehdit olmadan tek taraflı saldırma hakkını kendine vermesi. (7) BM İşkence Sözleşmesi ve Cenevre Sözleşmesi’ne uymayarak Afganistan, Irak ve Guantanamo’da esirlere kötü muamele ve işkence edilmesine yetki vermesi. (8) Hafif silahlar sivillere en çok zarar veren silahların başında gelmesine rağmen BM’de hafif silahların çatışma bölgeleri dışına çıkarılmasına karşı çıkması.

        1.5.6. Nükleer, Biyolojik ve Kimyasal Silah Güvenliği:

        Bütün uluslararası silahların yayılmasını önleme ve silahsızlanma rejimlerinin köşe taşı olan ‘Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT )’ 1968 yılında imzalandı, 1970 yılında yürürlüğe girdi ve 1995 yılında genişletildi. 2000 yılında ise kabul edilen 13 aşama listesi ile topyekun nükleer silahsızlanmayı başarmak için sıkı tedbirler getirildi ve 2003 yılında ilave protokol imzalandı. NPT, ilk beş nükleer güç ve 180'den fazla ülke için önemli bir taahhüttür. Bu konuda 2005'te düzenlenen son BM Konferansına sadece İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore katılmadı; ilk üçü gelişmiş nükleer cephaneliğe sahip, Kuzey Kore'ninkilerse doğum aşamasındadır.

2005 yılında yapılan NPT Gözden Geçirme Konferanslarında ile devam eden ihlaller ve anlaşmanın uygulanması ile ilgili yaptırımların geliştirilmesi konuları görüşüldü. Bu alandaki diğer anlaşmaları Stratejik Silah İndirimi Görüşmeleri (START ) anlaşmaları, Anti-balistik Füze Anlaşması (ABM ) ve Geniş Test Yasağı Anlaşması (CTBT ) olarak sıralayabiliriz . Nükleer endişelerin temelinde bu tür silahları edinmeye çalışan ülkelerin sözde enerji maksatlı olarak kurmaya çalıştıkları nükleer reaktörlerde fosil yakıt olarak kullanılan zenginleştirilmiş uranyumun çok kısa bir süre içerisinde nükleer bomba haline getirilmesi riski yatmaktadır.

 Kısa vadede NPT için Kuzey Kore ve İran konularına çözüm bulunması gerekmektedir .

NPT’nin bugün karşı karşıya olduğu sorunlar aşağıdaki gibi sıralanabilir ; (1) Anlaşma kurallarına uymayarak bazı ülkelerin nükleer silah edinme gayretlerine devam etmesi ve bu durumun Japonya ve Brezilya gibi ülkelerin tutumlarını da etkilemesi. (2) Kuzey Kore’nin anlaşmadan çekilmesi ve müteakip nükleer testleri. (3) İran’ın nükleer programı ve artan seviyede hassas teknolojilere ve yeni çıkan silah programlarına nüfuz etme gayretleri. (4) Ülkeler arasında ihlallere karşı uygulanacak yaptırımlar ile ilgili sınırlı konsensüs. (5) Nükleer terörizm de dahil devlet dışı aktörlerin faaliyetlerine gerekli hassasiyetin gösterilmemesi.

Kısa vadede NPT için Kuzey Kore ve İran konularına çözüm bulunması gerekmektedir. BMGK, 9 Ekim 2006’da kabul ettiği 1718 sayılı ve Kuzey Kore Nükleer Testlerinin durdurulması ile ilgili Karar Tasarısı’nın uygulanması hem BM hem de NPT’nin geleceği için önemli bir prestij konusu olmaktadır. Altı Taraflı Görüşmeler’in başlangıcında olumlu gelişmeler sağlanmış olsa da anlaşmanın tam olarak uygulanması için Kuzey Kore’nin nükleer silah programına son vermesi gereklidir. İran ise uranyumun zenginleştirme faaliyetlerine son verilmesi ile ilgili isteğe uymayınca, BMGK ilk tedbir paketini yürürlüğe koydu. İran için uygulanan strateji ise görüşmeleri açık bırakarak üzerindeki baskıyı zamanla artırmaktır .

ABD, son 50 yılda müzakere edilmiş nükleer silah anlaşmalarının çoğundan çekilmiştir. Örneğin nükleer silahların test edilmesini ve yenilerinin geliştirilmesini sınırlayan Anti-Balistik Füze Anlaşması'ndan çekildi. Diğer yandan NPT’e rağmen Hindistan'a yapılması önerilen anlaşmalar da nükleer silahların yayılmasını önleme rejiminin altını oymaktadır . Hindistan veya NPT'yi imzalamayan diğer ülkelere nükleer teknoloji veya kontrolsüz yakıt satılmıyordu. Bugün, ABD bu kısıtlamaları terk etme yolundadır. Bu durumda Suudi Arabistan, Brezilya, Mısır ve Japonya gibi NPT imzalayıcıları kendilerini kısıtlamaya devam etme gereğinde görmeyebilir. 

Biyolojik ve Zehirli Maddeler Konvansiyonu (BTWC ) 1925 Cenevre Konvansiyonu’nu takiben 1972 yılında imzalandı. 151 üyesi olan BTWC’ye üye olmayan İsrail de dahil 27 ülke bulunmaktadır. Suriye ve Mısır’da dahil 15 ülke ise imzalamış ancak onaylamamıştır. 2002 yılında beşinci konferansını yapmış olmakla birlikte hala pek çok ülke protokol ile öngörülen tedbirleri uygulamaktan uzaktır. Özellikle savunma ve saldırıya yönelik biyolojik maddelerin nasıl ayrılacağı konusu belirsizdir. 

Kimyasal Silahları Yasaklama ve Depolama Konvansiyonu (CWC ) 28 Nisan 1997’de yürürlüğe girdi ve 160’dan fazla ülke üye durumdadır. İsrail de dahil 21 ülke ise imzalamış olmakla birlikte henüz onaylamamıştır. 2003 yılında ilk konferansını icra etmiştir. BTWC doğrudan bir denetim sistemine sahip değilken CWC’de bir tarafın isteği üzerine zamana bağlı olmaksızın başka bir ülkede denetim sistemi öngörülmektedir. 

2000’li yıllardaki gelişmeler nükleer silahlar konusundaki endişeleri artırmaktadır. NATO Stratejik Konsepti; “ABD stratejik nükleer kuvvetleri tarafından ittifakın güvenliğini sağlama garantisini” ve “İngiltere ve Fransa’nın bağımsız nükleer kuvvetlerinin ittifakın toplam caydırıcılığına katkı sağlayacağını” ifade etmektedir. İngiltere 2002 yılında yayınladığı Stratejik Savunma Gözden Geçirme dokümanında nükleer silah kullanmayı kendi savunma gereksinimlerine bağlamaktadır . Fransa, Haziran 2002’de “muhtemel saldırganın politik, ekonomik ve askeri merkezine ulaşmak için daha isabetli, daha az güçlü ve daha uzun menzilli nükleer silahlar geliştirme” konseptini kabul etti . 

ABD ise yeni ‘Üçlü doktrini’ ile (nükleer ve nükleer olamayan vurucu kabiliyetler; aktif ve pasif savunma; karşı koyucu alt yapı) nükleer silahlarını elimine etmemekte, ancak caydırıcılık sağlamada nükleer silahlara bağımlılığını azaltmayı amaçlamaktadır . Diğer bir endişe konusu da ABD’nin geliştirmekte ‘füze kalkanı’ projesidir. ABD ülke topraklarını ve ülke dışındaki kuvvetlerini korumak amacıyla 2000’li yılların başından beri bir “füze kalkanı” oluşturmaktadır. 2004-2005’ten itibaren fiilen hayata geçirilen sistem Kuzey Kore, İran ve Çin gibi ülkelerden gelecek füzeleri tespit ve takip eden bir dizi gözetleme uydusu ve füzesavar radarlarından oluşmaktadır.

Nükleer silahların taşıdığı risk kullanıldığı füze ve savunma sistemleri ile de yakından ilgilidir. Modern kılavuz sistemlerinin isabet derecesi ve stratejik balistik taşıyıcıların kısa uçuş süresi nedeni ile yere konuşlu kıtalararası balistik füzelerin (ICBMs) ikinci bir reaksiyon göstermesi çok zordur. Yüksek vuruş kabiliyetli bu füzeler genellikle ilk vuruş için kullanılır ve bu önleyici darbe taktiği stratejik istikrarın hep tehlikede olması demektir. Denizatlılardan atılan Trident-2 gibi sistemler de güçlü çoklu başlıklara (MIRV) sahip olduklarından karadaki ICBM’ler ile aynı tehlikeyi yaratırlar. 

2000-2001 yıllarında Rus hükümetinin stratejik nükleer kuvvetlere ayırdığı bütçesini büyük ölçüde kısıtlaması ile mevcut stratejik nükleer füzelerin % 90’ının 10-15 yıl içinde bulundukları yerlerde kullanılamaz hale gelme riski ortaya çıktı. Bu durumda erken ikaz sistemine güvenmek zorunda olan Rusya’nın mevcut radarlarının pek çoğu NATO’ya girmeye çalışan Eski Sovyet Ülkelerinde kalmıştı. Üstelik Rusya’nın bütçeyi azaltması ABD’yi Rusya ile stratejik silah indirimi (ABM, START 2 ve START 3) görüşmelerinden uzaklaştırdı. 2005 Mart ayında Bratislava’da Rusya-ABD Zirvesi yapıldığında Rus tarafı artık iki tarafın elinde ne olduğunu bilmediği gibi nasıl bir plan yapılacağını bile anlamaktan uzaktı. Nitekim Rus nükleer unsurlarının ABD kontrolüne verileceği söylentileri bile çıktı .

7. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 5

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 5



Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,


       1.4. GÜÇ, POLİTİKA VE STRATEJİ: 

Realizmin kurucusu Hans Morgenthau’ya göre ülkeler uluslararası politikada şu üç genel politikadan birini seçerler ; (1) Statüko politikası. (2) Emperyalizm politikası. (3) Prestij politikası. Statükocu ülkelerin mevcut barış ortamını korumaya çalıştıkları bunların karşısındaki ülkelerin ise yeni barış şartlarının öncesine dönmek için ‘revizyonist politika’ izleyecekleri dikkate alınırsa kategorilendirme bu hali ile eksik olarak kabul edilebilir. Diğer bir sınıflandırma ise uluslararası ilişkilerde genel olarak iki tür politika izlendiğini öngörmektedir ; (1) Yalnızlık, tarafsızlık veya bağlantısızlık şeklinde bağımsız politika veya (2) Koalisyonlar ve ittifaklar. Güç dengesinin değiştirilmesine yönelik politikalar ise; (1) Böl ve yönet. (2) Toprak kazanımı. (3) Silahlanma ve (4) İttifak kurma şeklinde sıralanmaktadır. Yukarıda sıralanan tüm politika türleri uluslararası sistem ile birlikte evrimleşmekte ve yeni düzene uygun biçimler almaktadır.

Güç politikalarının en klasik ve en ün kazanmış yöntemi, rakipleri bölmeyi veya bölünmüş vaziyette tutmayı öngören “böl ve yönet” yöntemidir. Bugün bu yöntem daha değişik bir versiyon ile 21’ nci Yüzyılın güç ve politikalarına uydurulmuştur; dönüşüm – ufalama (bölme) – eklemleme - yönetme. Demokrasi ve iyi yönetişim gibi Batılı değerlere yumuşak güçle dönüştürülmeyen ülkeler sert güç ile (ülke yapıcılık) dönüştürülmekte, azınlık ve kültürel haklar söylemi ile başlatılan reformların sonucunda ülke kalıcı çizgiler ile bölünmekte ve nihayet bu ülke Batılı diye adlandırılan ülkeler arasında (ABD’nin müvekkili veya AB’nin ortağı) yerini almaktadır. Bu güç sistematiğinin nasıl çalıştığı ABD ve AB’nin güç ve politika uygulamaları başlığı altında incelenecektir.

    1.4.1. Güç ve Politika:

İktidarların nihai olarak iki kaynağı vardır: güç ve meşruiyet. Güç ve meşruiyetin araçları zaman ve teknoloji ile değişmekte ise de hem güç hem de meşruiyet düzen için gerekli olmayı sürdürür. Meşru olmayan güç kaos getirir; gücü olmayan meşruiyet ise alaşağı edilir . Devlet adamı sadece günlük olaylarla, sorunlarla uğraşmaz, ileride ortaya çıkabilecek gelişmeleri, sorunları tahmin ederek çeşitli olasılıklara göre çözüm önerileri de hazırlar. Uluslararası ilişkilerde başarının anahtarlarından biri uzun vadeli düşünerek sabırlı olmaktır. İkincisi ise hedefi ikna etme ve gerektiğinde zorlama gücüdür.

Her devlet ulusal çıkarlarının bulunduğu bölgelerde ortaya çıkan yeni eğilimleri, tehditleri ve hareketlilikleri zamanında tespit etmek, bu tehditlere yönelik politikaları oluşturacak ve sürdürecek haber ve bilgi alma (istihbarat) sürecini oluşturmak zorundadır. Aksi takdirde sürprizlere açık olur ve kendi coğrafyasında güvenliğini, siyasi ve bölgesel egemenliğini koruyamaz hale gelir. İstihbarat sadece bilgi-eylem ilişkisi için değil gerçekçi politikalar izlenebilmesi için de zorunludur. Ulusal politikanın gerçekçi olmasının birinci şartı uluslararası sistemin gerçeklerine uygun olması, ikincisi de yeterli güce sahip olmaktır . Yeterli bir güce sahip olmak uygun bir güç projeksiyonuna ve gücü kullanma iradesine de sahip olma yanında güç kullanmanın siyasi, ekonomik ve hukuksal çerçevesini hazırlamayı da gerektirir.

Politika, devletin güç ve kaynaklarını ulusal çıkar doğrultusunda hazırlama ve kullanma sanatıdır . Politika, uygulama alanına strateji ile girer. Yani uygulamanın başladığı yerde politika biter. Politika, politik hareket tarzı üretilmesi, üretilen hareket tarzları arasında seçim yapılması ve seçilen hareket tarzının uygulanmasının takibi ile ilgilenir, uygulamayı stratejiye bırakır . Stratejiye göre ise bir üst hareket tarzıdır. Ulusal politika, ulusal hedeflerin elde edilmesi için uygulanacak genel hareket tarzlarıdır. Bu amaçla yürütülecek bütün faaliyetler için düzenleyici ve sınırlayıcı bir rehber vazifesi görür . Bu yönüyle ulusal politika, ulusal gücün ulusal çıkarlar doğrultusunda hazırlanması ve kullanılması sanatıdır. 

Politika süreci; politikanın belirlenmesi, onay, uygulama ve geri besleme olmak üzere dört safhadan oluşmaktadır . Politikanın belirlenmesi, öncelikle problemin tanımlanması ve değerlendirme süreci içinde bu probleme karşılık verecek politikanın formüle edilmesi ve ilgili güç unsurlarının görevlerinin belirlenmesini kapsar. Onay süreci, icra makamlarının ve yasama mekanizmasının bazen de medyanın veya diğer baskı gruplarının tartışmalara katılımını gerektirebilir. Uygulama safhası ise kimlerin, ne yapacağı ile ilgilidir ve bürokrasi bu dönemde kilit mekanizmadır. Gücü kullananlar politikaları doğru algılamak, uygun güç tatbik etmek ve bazen de planlarını revize etmek zorundadır. Geri besleme, uygulanan politikanın görünen sonuçlarına göre yeni politikaların ve revizelerin yeniden doğru karışımlarla enjekte edilmesi veya yeni politik vasıtaların devreye sokulmasını sağlayan bir geri dönüşüm sürecidir.

Doğal olarak devletlerin yönetiminde, siyasal otoriteyi temsil, dış ve iç politikayı düzenlemekle sorumlu hükümetler devletin başlıca öğesidir. Devletlerin devamlılık ilkesine karşılık, demokratik ülkelerde hükümetlerin seçime dayalı ömürleri vardır. Devlet içerisinde siyasal iktidar, demokratik sistemler her zaman değişebilir. Bu nedenle, hükümet politikası ile devlet politikası arasındaki başlıca farkı bu süreklilik veya uzun ömürlülük oluşturur. Oransal olarak bir değerlendirmeye gidilecek olursa, hükümetlerin kısa vadeli politikaları vardır. 

Devletler çıkarlarını sağlamak ve korumak, belirledikleri hedeflerine kavuşmak için diğer devletleri belli davranışlara yöneltmek veya olası davranışlardan caydırmak için çeşitli araç ve yöntemlere başvurur. Klasik yöntemler şunları kapsamaktadır ; diplomasi ve diplomatik yöntemler, propaganda, ekonomik araçlar, iç işlerine karışma, güç kullanma tehdidinde bulunma veya silahlı güç kullanımı.

Uluslararası ilişkilerde en geçerli yöntem öncelikle müzakeredir. Devletlerin temsilcileri bir araya gelerek mevcut sorunları tartışırlar, ülkelerinin çıkarlarının örtüştüğü noktaları saptayıp anlaşmaya varmaya çalışırlar . Ancak müzakerelerde ikna gücünü; oluşturulan politik savlardan ziyade ulusal güç ve bu gücün etki yeteneği oluşturur. Ulusal liderlere düşen görev ülkenin ulusal gücünü özellikle gizli ve örtülü gücü geliştirmek ve etkin kılmaktır.

Öte yandan, uluslararası sistemde yer alan bütün uluslararası aktörlerin karar alıcıları, potansiyel bir propaganda yapımcısı durumundadırlar. Gerçeklere yakın, kanıtlanabilen ve karar alıcıların davranışları ile uyumlu bir propagandanın inandırıcılığı daha fazla olacaktır . Propagandanın temelinde, belirli olgu, olay veya fikirlerin, bağlamlarından koparılarak propaganda amacı doğrultusunda şekillendirilmesi ve belirlenen hedef kitleye aktarılması yatar. Bununla beraber, gelişen teknoloji ve karar alma süreçlerinin daha karmaşıklaşması propaganda yapıcılığını, büyük ölçüde uzmanlaşmış kuruluşların üstlenmesini gerekli kılmaktadır. 

Uluslararası sistemin etkin güç merkezlerinde iktidar ve bilginin iç içeliği en önemli güç çarpanıdır. ABD’de devletin eğitim ve bilgiye ihtiyacı olduğunu savunan, istihbarat işlevini ön plana çıkarmış ve bu alanda öğretim için devletin ulusal güvenlik kuruluşlarıyla ortak çalışmalar yürüten önemli bir akademik topluluk bulunmaktadır. 1992 yılında çıkarılan “Ulusal Güvenlik Eğitimi Yasası (NSEA )” ile üniversitelere yeni burslar için fon ayrılması ve ulusal güvenlik görevleri olan Amerikan bakanlık ve kuruluşlarında çalışmak için çok yoğun bir talep sağlanmıştır . Bilgi ve iktidar ya da devlet ve üniversite arasındaki etkileşim, sosyal, ekonomik ve politik hayata oldukça belirleyici olabilmektedir.

     1.4.2. Güç ve Strateji:

Siyasi gücün icra organını temsil eden iktidar önce ulusal çıkar ve hedeflerini tayin eder, sonra buna uygun olarak ulusal politikasını belirler ve nihayet ulusal hedefin elde edilişinde ulusal güç unsurlarını kullanır. Ulusal politika olarak ortaya çıkan kararın uygulanması için uzun süreli bir plan yapmak gerekir, yapılan bu planın adı ulusal stratejidir. Strateji, siyasi başarı olasılığını artırmak ve bu başarıdan daha istenen sonuçlar çıkarabilmek için hedefler, konseptler ve kaynakların sinerji ve simetrisini yaratmaya çalışır. Bu ise stratejik düşünmeyi genişletmek ve disipline etmek için stratejik teori ihtiyacını ortaya çıkarır. 

Stratejik teori: gücün bütün kombinasyonlarını; muhtemelen kararın risk ve sonuçlarını: rakiplerin, müttefik ve diğerlerinin tartılmasını sağlayacak bir düşünce çerçevesi sağlar . Böylece ülke karmaşık ve hızla değişen bir geleceğe giderken, ulusal strateji; ulusal çıkarları maksimize edecek ve kayıpları en aza indirecek bir istikamet bulur. Strateji oluşturma süreci; ülke liderliğinin ulusal politikaya uygun olarak ulusal hedefleri (sonuçları) elde etmesi maksadıyla, ulusun mevcut gücünü (kaynaklar, vasıtalar) kullanarak, stratejik ortamın koşullarını ve coğrafi yerleri nasıl (konsept, yöntem) kontrol edeceğini belirler. 

Devletler ve örgütler stratejilerini geliştirirlerken sadece rakip örgütleri ve devletleri göz önüne almaz; sistemin ekonomik, mali, ekolojik, sosyal ve siyasal tüm dinamiklerini ve aktörlerini esas alırlar. Bu haliyle strateji, bilgiye, algıya ve olguya dayalı güvenlik anlayışlarıyla doğrudan ilişkili bir anlam içermektedir. Stratejik başarı aşağıdaki koşullara bağlıdır;

- Güç bileşkesinin, amaca ve zamana göre uygun kullanımı,

- Enformasyon kapasitesi ve entelektüel birikim,

- Teknik, ekonomik, sosyal ve kültürel özelliklere uygun taktikler geliştirilmesi,

- Açık ve bilinen yöntemlerin yanı sıra, açık olmayan ve tanımında güçlükler bulunan yaratıcı mücadele yöntemlerinin (örneğin terör, propaganda, kitle iletişim araçlarını manipüle etme) kullanılması.

         Uygulanacak stratejinin başarısı için ortaya konan koşulların her biri bilgi, algı ve olgu (eylem) düzeyinde mutlaka istihbarat işlevleri ile iç içe olmak, hatta onun kendisi olmak zorundadır. Gerek karar alıcı ve analizcilerin doğru ve zamanında bilgi ile donatılması, gerek güvenlik ortamı ile ilgili algılamaların amaç doğrultusunda yönlendirilmesi (propaganda), gerekse doğrudan askeri güç yerine veya onu destekleyecek politika ve eylemler olarak örtülü yöntemlerin kullanılması istihbarat fonksiyonlarının strateji içindeki yeri ve önemini ortaya koymaktadır.

Uluslararası sistemde yer alan büyük güçlerin uygulayabilecekleri büyük stratejiler şunlar olabilir ; (1) Yalnızcılık (Olaylar kendi topraklarını tehdit ettiğinde müdahale). (2) Dengeleme (Güç dengesi bozulduğunda eski haline getirmeye çalışmak). (3) Seçici çatışma (Güç dengesi bozulma riski ile karşılaşıldığında proaktif müdahale). (4) Üstünlüğü koruma (Tek kutuplu düzende hegemonun üstünlüğünü koruması). (5) Yayılmacılık (Emperyalizm; Tek kutuplu düzende yeni toprak edinme ve ülke kontrolü de dahil olmak üzere üstünlüğün sürdürülmesi). 

Yukarıda sıralanan stratejilerin her biri ABD tarafından bir şekilde test edilmiş olmakla birlikte büyük stratejilerin bunlarla sınırlı kalacağını söylemek mümkün değildir. Büyük stratejilerin yanında her zaman alternatif stratejiler de söz konusu olmuştur. Tarihsel süreçte ABD tarafından kullanılan alternatif stratejiler aşağıdaki gibi sıralanmaktadır ; (1) Yıpratma – tüketme - yok etme (attrition – exhaustion - annihilation), (2) Reddetme – cezalandırma - zorlama (denial - punishment-coercion), (3) Lideri hedef alarak rejimi değiştirmek (decapitation).  

Güç ve strateji arasındaki ilişki güç kullanımın nasıl sorusuna ve yöntemine odaklanmaktadır.  Gücün kullanımı ile ilgili çalışmalar eski ve yeni güç kullanım vasıtalarını inceleyerek bazı değişimlere gerek olduğunu belirlemiştir. Örneğin askeri güç gelecekte konvansiyonel ve nükleer vasıtalara değil asimetrik tehdide odaklanmalıdır. Ekonomik vasıtalar ise tek başına pazarları ele geçirmeye ve yenilikleri bulmaya yeterli olmayacaktır. Üçüncü vasıta olan diplomasi ise ABD yaşam tarzını satmak yerine artık ABD çıkarları ile uyumlu yerel gruplar, kurumlar ve politikaları destekleyecektir . 

Asimetrik güç dengesi bugün güçsüz devletleri, etnik ve dini grupları baş edemeyecekleri düşmanları karşısında terörizm stratejisine sevk etmektedir. Terörizme genellikle daha büyük bir savaşın ilk safhası olarak veya bir ayaklanmanın parçası olarak da başvurulabilir veya bizzat kendisi bir strateji veya hedef olabilir. Terörizmin stratejisi; zayıf, devlet dışı aktörün şiddeti tesadüfi veya planlı olarak sivil hedeflere yönelterek korku ve yılgınlık yaratması üzerine kurulmuştur. Böylece yaratılan güvenliksiz ortamında devlet, eninde sonunda teröristlerin isteklerine cevap verecektir. Güçsüzlerin stratejilerine güçlülerin karşı stratejileri ise genel olarak gerilla ya da teröristlerin yerinin tespit edilmesi ve yok edilmesi ile halk desteğinin önlenmesine yöneliktir.

Tablo 14: Tarihte Güçlü ve Güçsüz Stratejileri


Tablo 14’de yer alan stratejiler dışında yazdıkları eserlerinde; liderlere ve karar alıcılara kapsamlı bir strateji veya teorik paradigması olmaksızın neyi veya nasıl yapması gerektiği ile ilgili stratejik tavsiyelerde bulunanlar da olmuştur. Bunlar arasında 16’ ncı Yüzyıl liderlerini etkileyen Niccolo Machiavelli’nin; “Savaş Sanatı”, “Söylevler”, “Prens” adlı kitapları ile David Chandler’in “Napolyon’un Askeri Vecizeleri” adlı eserleri sayılabilir. Geçmişten bugüne önemli strateji çalışmaları genellikle caydırıcılık, kara gücü, deniz gücü ve hava gücü ile ilgili öngörü ve tavsiyelerde bulunmuşlardır. 

Caydırıcılık, “sonuçlarından korkarak hareket etmekten kaçınmak” olarak tanımlanmaktadır. Caydırıcılık teorisinin mimarları arasında Albert Wholstetter , Bernard Brodie  ve Herman Kahn  sayılabilir. Caydırıcılık konseptinin içinde; bir yanda cezalandırma tehdidi ve bunun için kuvvet kullanma kabiliyeti ve kararlılığı, karşı tarafta ise bu hareketi yaparak amacına ulaşamayacağına ikna olmak vardır. Soğuk Savaş süresince nükleer silahların varlığı caydırıcılık teorisine dayalı çeşitli nükleer stratejilerin gelişmesine yol açmıştır. Nükleer stratejiler arasında şunlar sıralanabilir; karşılıklı imha, mukabil değerde hedef, ikaz için atışa hazırlama, ilk vuran olma, misilleme. 

Konvansiyonel caydırıcılığın ne kadar işe yaradığı tartışmalıdır. Herman Kahn’a göre üç tür caydırıcılık vardır ; (1) Devlete karşı doğrudan saldırıyı caydırmak, (2) Rakip ülkeyi doğrudan saldırı dışındaki provakatif saldırı metotlarını kullanmaktan caydırmak için stratejik tehdit yöntemlerine başvurmak (Soğuk savaş süresince ABD’nin Sovyetlere karşı uyguladığı yöntem), (3) Daha küçük ölçekli provokasyonları önlemek için göreceli caydırma, (Sınırlı askeri veya askeri olmayan yollara başvurulacağı tehdidi). Soğuk savaş süresince Doğu ile Batı arasındaki caydırıcılık daha çok nükleer silahlara dayalı idi. ABD, güç kullanma yetisinin Sovyet liderleri üzerinde önemli etkisi olduğunu düşünüyordu. Ancak yakın zamanda yapılan bilimsel çalışmalar o dönemdeki Sovyet liderlerinin nükleer silah kullanımı ile ilgili ABD caydırıcılığını gerçekçi ve inandırıcı bulmadıklarını gösterdi .

Kara stratejilerinin önemli bir özelliği deniz ve hava gücünün aksine düşmanın yok edilmesi ya da etkisiz hale getirilmesi yanında belirli bir toprak parçasını ele geçirmek veya korumaya yönelik olarak yüksek yoğunluklu kaba güç kullanımını gerektirmesidir. Ancak 1900’lü yıllardan itibaren yaşanan teknolojik gelişmeler ve stratejik değişimler yaşanan savaşlarda kara gücü stratejilerinin de pek çok evrim geçirmesine tanıklık etti. İlk savaş teorisyenleri sayıca çok ordular ve yeni silahların önemine inanmıştı. I nci Dünya savaşı ise teknik ve taktik yeteneklerin daha önemli olduğunu ortaya çıkardı. Kara gücü insan sayısı azalırken mekanize ve tank unsurları ile simgelenen ateş ve hareket kabiliyetleri II nci Dünya Savaşı’nda önemli rol oynadı. Körfez Savaşı ise karşı konulamayan (tek taraflı savaş) üstün teknoloji ile koalisyon savaşları için bir devrim oldu.  

Deniz gücü stratejistleri içinde en çok tanınan Alfred Thayer Mahan, deniz gücü üstün olan ülkelerin dünya üstünde hakimiyet kurabileceğini ve refahını sağlayabileceğini ifade etmektedir . Mahan’a göre okyanuslar ticaretin otobanıdır ve deniz gücü bu yolların sürekliliğini sağlamalı yani korumalıdır. Mahan, büyük muharip unsurlardan oluşan, global olarak yayılmış ve reaksiyon gösterebilen, dünyanın her yerinde emniyetli ikmal üsleri olan bir deniz gücü önermektedir. İngiliz Julian S. Corbett ise denizcilik ve deniz kuvvetleri stratejilerini birbirinden ayırmakta, denizcilik stratejisinin sadece askeri değil politik, ticari vb. unsurları da olduğuna dikkat çekerek deniz gücünü bu unsurlarla da ilişkilendirmekteydi . Corbett’e göre deniz gücü ‘deniz’de hakimiyet için değil ‘kara’da olanları etkilemek içindi. Bu doktrin halen ABD Deniz Doktrini’nin büyük ölçüde temelini teşkil etmektedir.

Klasik hava gücü teorisini 1921 yılında yazan İtalyan General Giulio Douhet hava kuvvetlerinin karşı konulmazlığı ve etki gücü karşısında düşmanın eninde sonunda teslim olacağını söylemekteydi . Douhet’i takip eden hava stratejistleri hava kuvvetinin oluşumu, rolü, hava üstünlüğü sağlanması, hava savunma doktrini, yakın hava desteği, stratejik bombardıman gibi alt-strateji konularının gelişmesine yardım ettiler. 

      1.4.3. Güç ve Müdahale:

Uluslararası politika alanında müdahale, uluslararası bir aktörün bir diğerini etkileme sürecinde, belirli bir süre için, mevcut alışılagelmiş biçimlerden belirgin bir şekilde ayrılan, farklı bir tutuma yönelmesi ve esas olarak hedefin siyasal otorite yapısını değiştirme veya korumayı amaçlayan bir nitelik taşımaktadır . Müdahalelerin geleneksel olarak dört çeşidi bulunmaktadır; (1) İnsani müdahale. (2) Önleyici müdahale (önleyici diplomasi vb.). (3) Reaktif veya güç kullanmaksızın müdahale (yumuşak güç kapsamında ekonomik, diplomatik veya psikolojik yöntemler). (4) Klasik askeri müdahale veya doğrudan müdahale (askeri güç kullanımı, yasak bölgeler oluşturma vb.). Geleneksel müdahalelerin bugünkü sivil savaşlar, demokrasi geliştirme, self-determinasyon desteği veya kendini savunma gibi pek çok güvenlik sorununu çözmekte yetersiz kaldığı görülmektedir. 

Yeni müdahale anlayışı müdahalenin başarısı için en azından şu hususların yerine getirilmesinin avantaj sağladığını göstermektedir; (1) Siyasi meşruluk (uluslararası hukuka uygunluk). (2) BM’nin müdahale senaryolarında lider rol. (3) Uluslararası aktörlerin (devletler, medya, NGO’lar, uluslararası örgütler vb.) müdahalenin doğru ve kabul edilebilir olmasına ikna edilmesi. (4) Müdahale ile ilgili ulusal çıkarların uluslararası toplumun çıkarları ile de uyumlu olması. (5) Askeri müdahalenin bir zafer olmaktan çok sivil kuruluşlar ve halk için uygun koşulların yaratılması ve kalıcı bir barışa yönelik olduğu imajının yaratılması.

Geleneksel ve yeni müdahale anlayışı kapsamında geçmişteki tecrübelere bakılarak uygun bir müdahale ortamı için gerekli kriterler şu şekilde sıralanabilir ; 

- Müdahale; BM Şartnamesi, Cenvre Sözleşmesi, bunların protokolleri ve devletler arası silahlı çatışmalar ile ilgili diğer uluslararası anlaşmalara uygun olarak icra edilmelidir. 

- Daha fazla destek ve daha az şüphe için çokuluslu müahaleler tercih edilmelidir.

- Müdahale eden en çabuk bir şekilde amaç birliğini ve açık maksadını göstermelidir. Bunun için daha karar aşamasında ön istişare ile uzlaşma sağlanması önemlidir.

- Krizler daha çok siyasi ve acil durum kapsamında olduğundan askeri olmayan yöntemler askeri operasyonlardan önce gelmelidir. 

- Askeri operasyonların başarısında muharip kuvvetlerin kabiliyetleri önem kazanmaktadır. 

- Etkili askeri müdahaleler; uluslararası hükümetler arası kuruluşlar, bölgesel kuruluşlar, NGO’lar gibi pek çok aktörün koordineli katkısını gerektirmektedir.

- Müdahale sonrası stratejileri; normalleşmeyi ve askeri müdahaleleri tekrar gerekli kılmayacak şartları sağlamalıdır. Başarısız bir devlete yapılan müdahalede ‘ülke inşası’ nihai hedef olmalıdır.

Müdahalenin gerekçesinin uygun olması (The Jus ad Pacem) için şu kriterler aranır; (1) Ciddi ve kitlesel insan hakları ihlalleri. (2) Savaş tehlikesi veya terörist faaliyetler. (3) İhlallere müdahalenin uygun kolektif uluslararası kuruluşlar tarafından onaylanması ve insani niyet ile yapılıyor olması. Müdahalelere karar verilirken önemli bir karar noktası da zamanlama yani ne zaman müdahale edileceğidir. Bu karar içinde müdahale tipine uygun olarak aşağıdaki kriterler kullanılabilir ; 

- Doğru otorite; bağımsız ulus-devletin iç güvenliği ile ilgili müdahale hakkı vardır ama kendine halkına karşı savaşıyor durumuna düşerse egemenliğini tehlikeye atar.

-   Kendini savunma hakkı (just cause);  saldırgana karşı kendini koruma ve diğerlerine yardım etmeyi kapsar.

-    Haklı niyet; sadece kendi çıkarı için değil evrensel adalet için savaşılmalıdır.

-   Oranlılık; nihai sonuç ve kullanılan vasıtalar orantılı olmalı, aşırıya kaçılmamalıdır.

-    Son seçenek; askeri kuvvet son seçenek olarak kullanılmalıdır.

-    Makul başarı şansı olmalıdır.

 



        1.4.4. 21’ nci Yüzyılda Müdahale:

21’ nci Yüzyıl müdahalelerin kapsam ve yöntem değiştirdiği bir hegemonya düzeni içinde evrilmektedir. Bu müdahalelerin hedefi ulus-devlet yapıları ve ağ stratejisi ile ulus-devletlerin etki ve kontrol altına alınmasıdır. Ulus-devlet yapısı ile toplum arasına örülen istihbarat fonksiyonlu (istihbarat üretimi, propaganda, örtülü faaliyetler ile devlet yapısına paralel bir egemenlik kuran sivil toplum örgütleri gibi devlet dışı aktörlerin oluşturduğu) iç ağ ve pratikte çok merkezli dünyanın (ulus egemenliği ve otoritenin ulus aşan aktörler tarafından paylaşıldığı tabaka) ördüğü dış ağ ile birlikte çifte yapılı bir dünya ortaya çıkmıştır. Yeni küresel düzende ulus-devletler önemini yitirirken ağların egemenliği başlamaktadır. 

Tablo 15: 21. Yüzyılda Güç ve Politika


Dünya, bir ulus-devletler topluluğundan ağlar topluluğuna doğru gitmektedir . 

Bu sadece küresel ekonominin getirdiği bilgisayarlar, yatırımcılar ve şirketler ağı değil; ulus-devlet ile halk arasına gizlice örülen vakıf-araştırma merkezi-sivil toplum örgütü vb. yapılanmaların söze demokrasi adına ancak, ulus-devlet egemenliği aleyhine ittifakları ile de ilgilidir. Bu ağ,   -demokrasi projesi ile ilgili üçüncü bölümde açıklanacağı gibi, hegemon güçlerin diğer ülkelerde ulus-devlet egemenliğini istismar etmek, etkilemek, yıkmak, sınırlamak için kendilerine hizmet edecek kurum ve etki ajanlarını ihtiva eden bir yapılanmadır. Buna Echelon, Promis, uydular gibi ulus-devlet güvenliğini etkileyen ve karşı konulamayan istihbarat teknolojileri ve vasıtalarının ağını da ilave etmek gereklidir.

Geleneksel devlet merkezli dünyanın devletleri yanına; uluslar ötesi devlet dışı aktörler (NGOs, şirketler ve küresel sivil toplum) ve küresel yönetim yapıları (BM, IMF, Dünya Bankası) eklenmiştir. Bunların küreselleşmeyi kontrol etme ve yönetmedeki rolleri ulus-devletleri, değişen küresel normlara uymayı sağlayan ince ayarlar yapmaya ve yeni yönetim rolleri üstlenmeye zorlamaktadır . Ülkeler ya baskılar karşısında içlerinde ağa müsaade edecek ve müvekkil (uydu) bir devlet olmayı kendiliğinden kabullenecek (rejim restorasyonu) ya da bu sert güçle (ulus yapıcılık) yerine getirilecektir.

Uluslararası politikanın gerçeği birbirine geçmiş ilişkiler biçimindeki çoğunlukla örtülü ve nadiren açık müdahalelerdir. Televizyonlarda ve yazılı basında izlenen devlet adamlarının güler yüzlü görünüşlerinin arkasında verilen diplomatik mesajlar, şantajlar, baskılar ve ülke çıkarları yönünde diğer ülkeden istediği davranış değişiklikleri bulunmaktadır. Bunları destekleyen ise ülkenin caydırıcılık unsurları (yumuşak, sert ve ekonomik gücü) ile güvenlik ortamını şekillendirilmesi ile ortaya çıkan güvenlik sorunları ve risklerdir. Geri planda ise bir müdahale saati işlemeye devam etmektedir.

6. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***


GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 4

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 4


Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,

1.3.3. Küresel Güç Dengesi:

Güç dengesi kavramı değişik anlamlarda kullanıldığından tek bir tanımı yapılamamaktadır. Realist yaklaşıma göre, her biri mevcut statükoyu sürdürmek veya yıkmak arzusunda olan devletlerin güç kazanmak istemelerinden dolayı, zorunlu olarak güç dengesi denen bir durum buna uygun politikalar ortaya çıkmaktadır .  Genel olarak güç dengesine; bir durum, bir politika ve bir sistem olarak üç şekilde bakılabilir.  Güç dengesi ya ağır tarafı hafifleterek ya da hafif tarafa ağırlık kazandırarak uygulanır.

Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir. Bazen birden fazla birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Bazen de tek hegemon güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişmiş eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezinde olduğu yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Hegemon güç kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, diğer hegemon güç adaylarını ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmiştir.

Tablo 10: 19. Yüzyıldan Günümüze Hegemonya ve Güç Dengesi


Uluslararası güç dengesi sıralaması 1900’de sırasıyla, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya ve ABD şeklindeydi. 1945’te liderlik ABD ve Rusya (SSCB)’ya kaydı. Bu yıllarda Japonya, Çin ve İngiltere çok geride kaldı. 2000’de ABD tek başına tepede, Çin, Almanya, Japonya ve Rusya onu izlemektedir . 19’ ncu Yüzyılın başlarında Almanya’nın, 20’ nci Yüzyılın başlarında ABD’nin dünya dengelerini etkileyecek şekilde ortaya çıktığı gibi, 21’ nci Yüzyılda küresel güç olma yolunda ilerleyen ülkelerin dünyanın jeopolitik dengelerini değiştirebileceği ve bunun potansiyel etkilerinin bütün dünyayı etkileyeceği tahmin edilmektedir. 

II nci Dünya Savaşı sonunda İngiltere hegemonyayı ABD’ye devretmiştir. Soğuk Savaş’ın 2 + 3 (ABD – Sovyetler Birliği + Çin – Japonya - Almanya) dengesinin yerini son 15 yıldır Rusya’nın bir alt kademeye düşmesi ile 1 + 4 (ABD + Rusya – AB – Japonya – Rusya) dengesi almıştır . Soğuk Savaş sonrası dönem tek süper gücü daha müdahaleci yaparken, büyük güçleri ise bölgesel güvenlik ortamlarındaki konumlarını güçlendirmeye itmiştir. 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte iki kutuplu dünyadaki ideolojik ve stratejik temel tehditler ortadan kalkmıştır. 

Soğuk Savaş sonrası oluşan global güç dengesini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz ; 

(1) ABD, uluslararası sistemin merkezi, ekonomik, politik ve stratejik süper gücüdür. 

(2) Almanya, Avrupa Birliği’nin merkezi ekonomik gücüdür. Ancak nüfusu gerilemeye devam etmektedir. 

(3) İngiltere, Atlantik-Avrupa ekseninin denge ve köprü gücüdür. 

(4) Fransa, Avrupa’nın BM’deki daimi temsilcisi ve nükleer gücüdür. Etkinliği giderek azalmaktadır. 

(5) Rusya, Avrasya Ana Kıtası’nın jeopolitik ve merkez askeri gücüdür. 

(6) Çin, Asya-Pasifik ekseninin demografik ve ekonomik, denge gücüdür. 

(7) Japonya, uluslararası ekonomi-politiğinin denge gücüdür. 

        1.3.4. Güç Kategorileri:

Güç kategorisinin belirlenmesinde Buzan’ın yukarıdan aşağıya; süper güç – büyük güç – bölgesel güç sıralaması bugün için geçerli bir yaklaşım sağlamaktadır. Buzan’a göre süper güç; sahip olduğu birinci sınıf askeri-politik kabiliyetler ve bunları destekleyen ekonomisi ile uluslararası güvenliğin aktif oyuncusu, her istediği bölgede tehdit, garantör, müttefik veya müdahaleci konumundadır. Bu yönünün dışında uluslararası toplumu kendi yanına çekecek evrensel değerleri sahiplenmiştir. Büyük (great/major) güç ise bütün sektörlerde süper güç ile yarışacak kabiliyetlere sahip değildir ve küresel ile karşı karşıya gelme riski olduğunda güç kullanımı ve isteklerinde orantılı olmak zorundadır. 

                       Şekil 2 : 21. Yüzyılda Güç Dengesi Piramidi 


Bölgesel güçler ise kabiliyetleri ancak belirli bir bölge için etkili olan, küresel gelişmelerin pek çoğuna katılamayan güçlerdir. Bu güçlerin konumları ve ne istedikleri küresel hesaplamaların dışında tutulur. Örneğin Soğuk Savaş döneminin Vietnam, Kore ve Mısır’ı böyle bir konuma sahipti. Bölgesel güç olma konumunda olmamakla birlikte sınırlı da olsa bölgesinde etkili olan ülkeler için ‘alt bölgesel güç’ diyebiliriz. Buzan böyle bir kategoriye yer vermemekte ve bu ülkeleri bölge içi (domestic) ülkeler olarak adlandırmaktadır. Buzan ayrıca bazı ülkeleri birkaç bölgenin güçlerini ayırması nedeni ile tampon (buffer) ya da birkaç bölgeye ait olmakla birlikte tecrit edici (insulator) olarak tanımlamakta ve Türkiye’yi bölgesel güç olmamakla beraber tecrit edici kategorisine koymaktadır .   

Güç dengesi piramidinin en üstünde askeri-politik konular ile ilgili askeri gücü temsil eden tek bir kutup ve bu tabakada hegemon olan ABD bulunmaktadır. Ancak orta tabakadaki ekonomik boyutta Amerika hegemonyayı özellikle Avrupa ile paylaşmaktadır. Ulusaşan konuların yer aldığı en alt tabakada ise gücün dağılımında kaotik bir durum söz konusudur. Burada gücünü kullanma kabiliyetini kaybetmiş güçsüz güçler ve devlet dışı aktörlerin yer aldığı kaotik bir güvenlik ortamı söz konusudur. Nye’e göre eğer ilk üç kategorideki tabakalardan birini ihmal ederseniz oyunu kaybedersiniz. Öte yandan El-Kaide ağı (en alttaki) ulusaşan tabakadaki oyunu kazanma kabiliyetini artırmaktadır . 

        1.3.5. Güç Merkezleri ve Güvenlik Bölgeleri:

21’ nci Yüzyılda güç merkezi veya egemenlik bölgesinde hegemonya olma şartları değişerek gelişmiş; parayı kontrol etmek, gündemi belirlemek, düğüm noktalarında askeri güç bulundurmak, cazibe merkezi olmak gibi stratejik ve politik etmenler gücün olmazsa olmazları içine girmişlerdir. Bu bağlamda güç merkezi olma şartlarını, her alanda diğerlerine göre fazlasıyla sağlayan, hatta diğerlerini kendine mecbur eden, muhtaç eden, bağımlı hale getiren aktör bölgesel hegemonyasını ilan edecek, bu şartları dünya çapında sağlayabilirse küresel bir güç merkezi haline gelecektir.

Bazı kaynaklara göre güç merkezi olabilmek için, bir ülkenin aşağıdaki yedi genel kuralı sağlamış olması gerekmektedir ; (1) Ekonomik Alan: Yeteri kadar zengin olmak. (2) Teknolojik Alan: Enerji ve iletişim alanındaki gelişmelere hakim olmak. (3) Parasal Alan: Uluslararası alanda itibarı olan ve tasarruf edilebilir olarak değerlendirilen bir paraya sahip olmak. (4) Askeri Alan: Nükleer silahlara ve deniz aşırı kullanılabilecek düzeyde 10 kadar Piyade Tümenine sahip olmak. (5) Coğrafi Alan: Hayati bir müttefiki, esas deniz ulaştırma yollarını, içilebilir su rezervlerini ve enerji kaynaklarını ülke sınırları dışında koruyabilecek pozisyona sahip olmak. (6) Kültürel Alan: Ulusal ya da dinsel boyutta, diğerlerinin menfaatleri ile işbirliği yapmaya müsait ve eserleri ile diğerlerini kendisine çeken evrensel bir kültüre sahip olmak. (7) Diplomatik Alan: Emperyalist bir dış politikayı tasarlayan ve uygulamaya koyan, uyumlu ve yeteri kadar kuvvetli bir devlet yapısına sahip olmak.

Tablo 11: Güvenlik Bölgesi Çeşitleri

Güç merkezleri ile ilgili çeşitli kategorik (jeopolitik, ekonomik vb.) veya coğrafi (küresel, kıtasal vb.) sınıflandırmalar yapılmaktadır. 

Jeopolitik güç merkezleri; “Kendi coğrafyası içerisinde ve dışında sahip olduğu ve kontrolü altında bulundurduğu güç kaynaklarını, diğer ülkelere oranla geliştirerek bu kaynakları kendi lehine etkileyebilen devletler veya devletler topluluğu”  olarak tanımlanmaktadır. Bu kapsamda jeopolitik güç merkezlerini aşağıdaki gibi tasnif edilmektedir ; 

(1) Küresel (ABD), 
(2) Kıtasal (Çin, Rusya Federasyonu), 
(3) Bölgesel (Hindistan, Brezilya, İran, Japonya), 
(4) Birleşik  (NATO, Şangay İşbirliği Örgütü), 
(5) Sınırlı (Kanada, Meksika, Türkiye, İsrail, G.Kore). 
Ekonomik güç merkezleri arasında ise AB, NAFTA ve APEC’e yer verilmektedir.
Son dönemde oluşan dünya ekonomik güç merkezleri üç kutuplu bir görünüm yansıtmaktadır. 
Birinci kutup, bütünleşme sürecine girmiş olan 
Avrupa Birliği’dir. 27 ülkeden oluşan bu ekonomik blok, kendi içinde entegrasyon ile birlikte, genişlemeyi amaçlamaktadır . 
İkinci kutup, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA)’dir. ABD, Kanada ve Meksika’dan oluşan NAFTA, bu üç ülke arasında giderek gümrük 
duvarlarını indirmeyi ve zamanla diğer Latin Amerika ülkelerini de kapsayacak gerçek bir serbest ticaret sistemi oluşturmayı hedeflemektedir. 
Üçüncü kutup ise, henüz ilk tohumları ekilen APEC, yani Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği’dir. ABD ve Japonya dahil 17 ülkeyi bir araya getiren bu forum, 
ileride Pasifik Havzası’nın bir nevi Serbest Ticaret Bölgesi’ni veya ekonomik topluluğunu oluşturma gayesi gütmektedir.
 

Şekil 3: 21. Yüzyılın Başında Güvenlik Bölgeleri 

Güvenlik bölgeleri de kendi güç merkezlerine ve güç dengelerine yani kutupluluk çeşidine sahip olabilirler. Güney Afrika; tek kutuplu, Güney Asya; 
iki kutuplu, Orta Doğu, Güney Amerika ve Güney Doğu Asya ise çok kutupludur. Güvenlik bölgeleri standart (birden çok bölgesel gücün bulunduğu) 
veya tek merkezli bölgeler olarak ikiye ayrılmaktadır. Buzan’ın güç dengelerine göre güvenlik bölgesi yapısı analizi Tablo 11’de verilmiştir. 
Bazen yapısız güvenlik bölgeleri de meydana gelebilir. Bunun nedeni bölgedeki güçlerin yetersiz kabiliyetleri ve diğer bölge dışı güçlerin isteksizliği olabileceği gibi güçlü bir uluslararası düzenlemenin bölgedeki güçlerin işlevlerini engellemesi de olabilir. Tablo 12’de güvenlik bölgelerinde yer alan güç aktörleri ve muhtemel trendlere yer verilmektedir.
Tablo 12: Güvenlik Bölgeleri; Güçler ve Trendler



      1.3.6. Güç Aktörleri ve Muhtemel Değişimleri:

ABD, dünyanın tüm bölgelerine her türlü müdahalede bulunabilecek tek süper devlettir. Dünyanın tek kutuplu hale gelmesinin iki temel sonucu; ABD’nin hegemonik gücünün kontrol edilemez ve sınırlandırılamaz hale gelmesi ve diğer ulusların, ulusal çıkarlarına yönelik dış politika uygulama olanağına kavuşmalarıdır . Ne var ki, diğer ülkelerin ulusal dış politikalara yönelmelerinin ABD’nin kontrolü dışında olamayacağı kısa sürede anlaşılmıştır. Güç dengesindeki bu tarihsel dönüşümle ABD, dünyayı yeniden şekillendireceği, tarihin en büyük fırsatını yakaladığını görmüş ve vakit kaybetmeksizin kurallarını kendi koyduğu bir yeni dünya düzenini şekillendirmeye başlamıştır.

Mevcut aktörlerden ABD; sert, yumuşak ve askeri güç açısından en üst seviyededir. Ancak yapısı çatırdamaktadır. ABD gibi hegemon bir gücün uluslararası ilişkilerdeki etkisinin artması ve politikalarını uygulamasının daha az maliyetli olması, yumuşak gücünü sert gücü kadar etkili kullanabilme yeteneğine bağlıdır. Irak savaşı ve ardından yaşanan gelişmeler ABD'nin diğer ülkelerle kıyaslandığında çok ileri olan yumuşak gücünü özellikle Orta Doğu'da kullanamadığını ve üstelik kontrolsüz bir şekilde kullanılan sert gücünün, yumuşak gücüne zarar verdiğini göstermektedir. Oysa yumuşak gücün kaynakları olan kültür ve politik değerler açısından ABD büyük bir çekim gücüne sahiptir. ABD kendisini zorlayan takipçilerine rağmen yapısındaki gerekli onarım ve geliştirmeleri yaparak yerini korumaya devam etmektedir. 

Yükselen güçlerin ABD’nin rakibi olması henüz kesin değildir. Avrupa, Japonya ve belki de Rusya’nın, yaşlanan nüfuslarının etkilerine rağmen, güçlerinde herhangi bir değişim olmayacağı tahmin edilmektedir. ABD’nin en yakın rakibi AB’dir, ancak AB’nin de bu yüzyılın ilk çeyreğinde, mevcut problemlerini, askeri ve siyasi alanlardaki eksikliklerini gidererek ABD’nin karşısına bir süper güç olarak çıkması pek mümkün gözükmemektedir. Avrupa’nın ABD’nin rakibi olabilecek bir siyasi güç için gerekli bütünlüğe ulaşması çok zaman alacaktır. Eski ana Avrupa güçleri olan İngiltere, Almanya ve Fransa; ABD ile aradaki güç boşluğunu kapatamayacak kadar zayıftırlar.  

Şekil 4: ABD, Japonya ve Çin’in Tahmini Güç Hareketleri  


21’ nci Yüzyılda tek başına sıçrama yapma şansı olan ülkeler arasında dört ülkenin ismi öne çıkmaktadır. Bunlar dünya imalat sanayinin en büyük gücü olma yolunda ilerleyen Çin, yazılım alanında başlattığı atılımı ekonomik büyümesiyle hızlandıran Hindistan ile atılım yapmaları halinde bu ülkelere katılma potansiyeli olan Rusya ve Brezilya’dır. Brezilya ve Rusya; Çin ve Hindistan gibi benzer politik etkiler yaratacak olmamalarına rağmen, ekonomik gelişimlerini sağlayacaklardır . Brezilya, Güney Afrika, Endonezya ve hatta Rusya’nın Çin ve Hindistan’ın yükselen rolünü destekleyecekleri öngörülmektedir.

20’ nci Yüzyıla Amerikan yüzyılı denildiği gibi, 21’ nci Yüzyıla -başta Çin ve Hindistan olmak üzere, yeni gelişen bazı ülkelerin güç merkezi olarak ortaya çıkış zamanı denilebilir. Politik ve ekonomik gücü hızla artması beklenen Çin ve Hindistan’ın hızlı ekonomik gelişimi, büyüyen askeri kapasitesi, yüksek teknolojiyi etkin kullanmaları ve artan nüfusları bu değişimin temel faktörleri olacaktır. Ekonomisi giderek gelişen Asya kaplanı Çin’in de diğer aktörlere rağmen yumuşak ve sert gücünü geliştirerek bir süper güce dönüşme ihtimali en azından bu yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşmeyecektir.

Küresel güç merkezi olma arzusundaki Çin’in, askeri gücünün etkisine paralel olarak ekonomik büyümesi de bölgedeki diğer ülkeleri etkileyecektir. Doğu Asya ülkeleri, yakın ekonomik ve politik bağ kurarak güçlenmiş Çin’in gelişimine adapte olurken, ABD, Çin’in yükselişini engelleyecek arayışlar içerisinde olacaktır . Çin’in rekabet edecek bir güce ulaşması için en az iki nesil zamana ihtiyaç vardır. Çin, yüksek oranlı ekonomik büyümesini ve iç siyasi istikrarını korusa bile alt yapı sorunları ve sınırlı cazibesinden dolayı ancak bu dönemde büyük bir güç olarak kalabilir. 

Rusya’nın enerji kaynaklarının ekonomik büyümesinde etkin rol oynayacağı öngörülürken, Rusya’nın küresel bir oyuncu olmasının önündeki engeller şu şekilde öngörülmektedir; (1) Düşük doğum oranı, yetersiz sağlık hizmetleri ve AIDS hastalığının yayılma riski sebebiyle Rusya’nın nüfusunda muhtemelen büyük oranda azalma yaşanacaktır. (2) Rusya’nın güçsüz güney komşularında ortaya çıkan radikal İslami terör ve etnik sebebe dayalı çatışmaların, gelecek on beş yılda daha da artacağı tahmin edilmektedir. (3) Kafkaslardaki özerk devletlerin bağımsızlık istekleri ve yıkılma riski, bölgedeki gerilimi ve çatışmaları kalıcı kılacaktır. 

Rusya’nın ana hedefi doğudaki sınırlarını Çin’e kaptırmamak için sosyo-ekonomik olarak kendine gelmektir. Hali hazırdaki nüfus, ekonomi ve askeri alanlardaki problemlerine çözüm bulamayan RF’nin bu yüzyılda büyük güç konumundan yukarıya çıkması zor görülmektedir. Bütün bu sosyal ve politik faktörler dahilinde 2020’nin kompleks dünyasında, Rusya eğer hem ABD ve Avrupa hem de Çin ve Hindistan ile ortaklık kurabilirse önemli bir güç olabilecektir. Bununla beraber Asya’da ABD’yi bekleyen en büyük tehlikenin Çin-Rusya ittifakı olacağı açıkça görülmektedir. 

Siyasal ve askeri bir cüce olan Japonya’nın da ABD hegemonyasına rağmen gelişerek süper bir güç olma ihtimali yoktur. Japonya, dalgalanan ekonomisini yeniden yapılandırmada yaşlanan nüfus krizi ile karşılaşacaktır. Ancak Japonya bölgede statüsünü ve rolünü artıracak bir güce de sahip olacaktır. Japonya’nın ilgi alanı Güney Doğu Asya’dan; Çin, Japonya ve Kore üçgeninden oluşan Kuzey Asya’ya doğru yer değiştirecektir . Bu bölgede ABD için en büyük tehlikelerden birisi Japonya’nın önümüzdeki dönemde Batı ittifakı yerine Çin ile gücünü ve konumunu güçlendirme seçeneğini kabul etmesidir. 

Hindistan’ın yükselişi ise bulunduğu coğrafyada stratejik komplikasyonlar oluşturacaktır. Hindistan bölgesinde ekonomik cazibe merkezi olacak ve onun gelişimi sadece Asya’da değil aynı zamanda Merkezi Asya, İran ve diğer Orta Doğu ülkelerinde de etkiler yaratacaktır. Uzun vadeli olarak ulusal bütünlüğü ile ilgili sorunlarla karşı karşıya olan Hindistan’ın bir süper devlet olması zor görünmektedir . Diğer bölgesel güç merkezi durumundaki aktörler de boy olarak ne uzayacak ne de kısalacaklardır. Ancak bu çeyrekte mevcut statükoları değişmeyecektir . 

Türkiye’nin ekonomik boyutları, eğitim düzeyi ve teknoloji birikimi ile küresel olarak yükselen ülkeler arasında yer alması zor gözükmektedir. Türkiye’nin ulusal gücünü artırması küreselleşmeden ağır darbe almadan gelişebilmesi ve küresel ekonomide ağırlığı olan bir grup içerisinde yer almasına bağlı olacaktır . Türkiye’nin gerçekten bir güç merkezi olabilmesi ise ulus-devlet yapısı, egemenliği ve bağımsızlığı ile birlikte ülke bütünlüğünü koruyarak; ulusal gücünü artırmasına ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bağımsız güç politikaları uygulayabilme yeteneğini elinde bulundurmasına bağlıdır.

       1.3.7. Amerika Birleşik Devletlerinin Gücü:

A. Tarihsel Süreç:

II nci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde uluslararası sistemde uzun dönemli güç ilişkilerini inceleyen bazı modelleme çalışmaları yapılmıştır. Bunlar arasında ‘güç geçişi (power transition)’, ‘hegemonik istikrar (hegemonic stability)’ ve ‘uzun döngü (long cycle)’ gibi çalışmalar büyük güçlerin zamanla yükselip düşüşe geçtikleri ve aktörlerin güç konumlarının sürekli değiştiğine ilişkin fikirler ortaya koymuşlardır. Örneğin Doran, herhangi bir gerileyişin ancak aktörün kaydettiği ortalama büyüme oranının sistemin kaydettiği ortalama büyüme oranını geçmesi halinde aksi yöne döndürülebileceğini ortaya koymuştur . 1990’lı yıllar bu düşüncenin en önemli argumanı olmuş çünkü ABD tekrar yükselişe geçmiştir. 

Ortaya konan teoriler bir aktörün güç döngüsündeki konumunu üç temel faktörün belirlediğini göstermektedir. Bunlardan birincisi aktörün gücü ve rolü arasındaki farktır. Güç ve rol arasında önemli bir fark varken kritik bir noktadan geçilmesi riski çok yükseltir . İkinci faktör birçok aktörün aynı zaman diliminde farklı da olsa kritik noktalardan geçmesidir. Bu da büyük bir savaşın çıkması ihtimalini yükseltmektedir. Üçüncü önemli faktör ise içinde bulunulan güvenlik ortamında karar alıcıların esnek olmayan tutumlarıdır ki bu da çatışma riskini artırmaktadır. Ancak risklerden uzaklaşmak fırsatların da kaçması anlamına gelir . 

19’ ncu Yüzyılda güçler dengesine katılan ABD’nin uluslararası sistemdeki payı 1930’larda en üst düzeyine ulaşmış, sonrasında başlayan düşüş süreci Soğuk Savaş sonuna kadar devam etmiştir. Ancak düşüş sürecinde güç eğrisi üç dönemde yeniden toparlanma dönemine girmiştir; İkinci Dünya Savaşı ile birlikte 1960’lara kadar olan dönem, Reagan dönemi ve Clinton dönemi. ABD gücünün gerilemesi için tam başlangıç tarihi 1938’dir. II nci Dünya Savaşı dönemindeki rakiplerinin zayıflığı bu gerilemeyi gizlemiş ancak 1970’lerde en belirgin konumuna gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın savunma sanayini körüklemesi ve edinilen hegemon rol ile artan ABD güç kapasitesi özellikle Avrupa ve Japonya’nın ekonomik toparlanması ve sisteme 1950 yılında giren Çin’in baş döndürücü yükselişi ile düşüşünü hızlandırmıştır . 

Nixon ve Carter dönemleri ABD’nin en çok sendelediği dönemler olmuş, Reagan ile birlikte gerek güvenlik gerekse ekonomi alanında uygulanan stratejiler ile yeniden toparlanan ABD; Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile tarihi bir fırsat daha yakalamıştır. Bu fırsat dünyanın şekillendirilmesi için değil Amerikan kapasitesinin iyileştirilmesi içindi. Ancak bu iyileştirme oranı Çin kadar başarılı olamadı. ABD’nin Soğuk Savaş sonrası sistemdeki payı %30’dan % 33’e çıkarken Çin aynı dönemde % 18’den %25 civarına yükselmiştir .

 B. ABD Gücünün Kaynakları:

ABD, küresel gücün belirleyici dört alanında en üstün durumdadır. Askeri olarak eşi olmayan bir küresel erişime sahiptir. Ekonomik olarak, her ne kadar Japonya ve Almanya bazı bakımlardan rakip olsalar da küresel büyümenin lokomotifi olmaya devam etmektedir. Teknolojik olarak yeniliğin tüm ileri uçlarında önderliği elinde tutmaktadır ve kültürel olarak, bazı aşırılıklara karşın, özellikle dünya gençleri arasında rakipsiz bir cazibeye sahiptir. Tüm bunlar Amerika’ya başka hiçbir devletin yakınlarına bile yaklaşamadığı siyasi bir nüfuz sağlamaktadır. Amerika’yı tek kapsamlı küresel süper güç yapan bu dördünün birleşimidir .

Bir Amerikalı yazara göre: "Bugünün uluslararası sistemi güç dengesine göre değil, Amerikan hegemonyasına göre oluşturulmuştur.” ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan, o zaman kadarki en öncü güç olarak çıktı. Teknolojik ve üretimde üstünlüğü ele geçirdi. Dünya altın arzının desteğini arkasına alan dolar en değerli para ve bu paranın askeri aygıtı diğerlerine en güçlü ordu haline geldi. Uluslararası ilişkilerde ABD, kendisini özgürlüklerin ve özel mülkiyet haklarının baş savunucusu olarak sundu. “Özgür Dünya” içinde ABD, ticaret, ekonomik kalkınma ve hızlı sermaye birikimi için açık bir uluslararası düzen oluşturmaya çalıştı. ABD onyıllardır olduğu gibi bugün de dünyanın, kendisini sonsuz sermaye birikimine adamış kesimine liderlik etmektedir. 

Amerika’nın dünyadaki rolü zamanımızın iki yeni ana gerçekliğinden kaynaklanmaktadır; daha önce benzeri görülmemiş amerikan askeri gücü ve küresel karşılıklı iletişim . Bunlardan ilki Amerikan hegemonyasının uluslararası ilişkiler tarihinde tek kutuplu dönemini, ikincisi ise küreselleşmenin ulus-devletleri aşındırdığı süreç ile tanımlanmaktadır. ABD, sahip olduğu idealler, uyguladığı diplomasi ve askeri gücü ile dünya olaylarına şekil verecek güç ve kudrete sahip bulunmaktadır . Demokrasiyi yayma, güçlü bir ekonomi ve silahlı kuvvetlere sahip olma ve serbest pazar ekonomisini yaygınlaştırma politikasını etkinlikle uygulamaktadır. Uluslararası sorunlardaki rolü işbirliği rolünden ''dünya polisi'' rolüne doğru kaymaktadır. 

Soğuk Savaş döneminde kurulan siyasi ve askeri bölgesel ittifaklar ile ABD’nin resmi güç projeksiyonu ABD’nin askeri gücünün temel çerçevesini oluşturmaktadır. Atlantik-Batı Avrupa-Türkiye arasında kalan bölgede; NATO, Güney ve Doğu Asya başta olmak üzere çeşitli ikili ve çoklu anlaşmalara dayanan savunma ittifakları (Japonya, Filipinler vb.) ABD askeri gücünün denizaşırı varlığına meşruiyet sağlamaktadır. ABD, terörizm ve kitle imha silahlarına karşı kampanyada kendisine destek veren ve yardım edenlere koruma sağlamaktadır. Kitle imha silahlarının peşinde olanlar ve teröristlere yardım edenler ise, düşman tarafındadır. Onlara verilen tek şans ise, kitle imha silahı üretme hırsı olmayan ya da ABD ile dost olan bir hükümete sahip olmak için “rejim değişikliğine” gitmeleridir.

Amerikan ekonomisi dünyanın en büyük ekonomisidir. Dünya üretiminde %27'lik bir paya sahiptir ki bu oran Amerika'yı izleyen üç ülkenin (Japonya, Almanya, Fransa) toplam üretimine eşittir. Dünya nüfusunun yirmide birinden az bir nüfusa sahip olmasına rağmen dünyadaki ekonomik faaliyetlerin dörtten birinden fazlasını yapmaktadır. Dünyadaki merkez bankalarının üçte ikisi dolar ile rezerv yapmakta ve 60 yıldır ABD uluslararası finans pazarlarına hakimdir. Dünyadaki 500 büyük şirketin 219'u Amerikandır. Piyasa değeri açısından dünyanın en büyük yüz şirketinin elli dokuzuna sahiptir. Doğrudan dış yatırımda ABD ikinci sıradaki İngiltere'nin iki kat önündedir. 100 büyük markadan 62'si Amerikandır. 

Diğer ülkeleri etkilemede ABD’nin göreceli avantajları bulunmaktadır ; karşı konulmaz askeri kabiliyetleri, ekonomisi, bilim ve teknolojik yenilikler konusunda lider rolü bunların başında sayılabilir. ABD, uluslararası siyasi düzende BM Örgütü ve G-8’ler vasıtasıyla, uluslararası ekonomik politik düzende ise finans kuruluşları IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vasıtasıyla hegemonyasını sürdürmektedir. ABD, ekonomik ve politik bölgesel ittifaklar; NAFTA, APEC, ve AB-Transatlantik ittifakı’nda da son derece güçlü bir konumdadır. DTÖ’nün yardım toplantılarındaki gündem, dünya ticaretinin yaklaşık üçte ikisini oluşturan ABD, Kanada, Japonya ve AB’nin oluşturduğu “dörtlü” tarafından belirlenmektedir. Dünya Bankası’na başkanlık eden kişi antlaşma gereği Amerikalıdır. ABD oy kullanma gücünün en yüksek oranına sahiptir. IMF’de önemli kararların çıkması için %85 oy gerekmekte ve ABD %17 oy gücü ile etkili ve tek veto gücüne sahip ülkedir. Bu yüzden IMF ve Dünya Bankası’na ‘ABD Hazine Bakanlığı’ yakıştırması yapılmaktadır .

ABD kültür ve değerleri Hollywood sayesinde tüm dünyayı etkilemektedir. Amerikan popüler kültürü İkinci Dünya savaşından sonra tüm Avrupa'ya yayılmış ve Avrupa'nın demokratikleşmesini hızlandırmıştır. İngilizce dünya dili ve Amerikan kültürü bir mıknatıs gibi herkesi çekmektedir. Amerika eğitimde ve idari becerilerde olduğu kadar film, popüler müzik, internet, markaların bilinirliği, mutfak, dil ya da kısaca bilim adamlarının Amerikan hegemonyasının “acıtmayan gücü” dedikleri alanların tamamında dünyanın her yerinde egemen durumdadır. Amerika’nın geniş çaplı kültürel egemenliğinin ne benzeri ne tarihsel anlamda öncülü ne de ufukta bir rakibi vardır .  

Bugünün jeopolitiğinin ana gerçeği, Amerikan askeri gücüdür. ABD, dünyanın askeri gücünün % 38’ine ve askeri kapasitesinin büyük bölümüne sahiptir. 2002 yılı verilerine göre 347.9 milyar dolarlık savunma bütçesiyle ABD rakipsizdir. Dünyada Amerika’ya savaş açıp kazanabilecek bir konvansiyonel güç bulunmamaktadır. Dünyanın tüm güçleri bir araya gelse bile ABD’yi yenmeleri garanti değildir. Amerika; askeri güç açısından, hem nükleer silahlara hem de dünyanın her yerine ulaşabilen Konvansiyonel kuvvetlere sahip dünyanın tek ülkesidir. Amerikan askeri gücü dünyaya yayılmış üsleri ile küresel olarak yayılmıştır. Bölge komutanları bulundukları coğrafyaların valisi gibidir. 

Dünyada ABD’ye karşı savaş kazanabilecek hiçbir konvansiyonel güç olmadığından, onu ilgilendiren tehditlerin her ikisi de konvansiyonel silah sahası menzilinin üstünde ve altında kalmaktadır; bir yanda kitle imha silahları, diğer yanda terörizm. ABD’nin caydırıcılık politikası her iki tehdidi de önlemeye yöneliktir. Kitle imha silahları olan ülkeler, özellikle nükleer silahları var ise ve bu silahları New York’a ulaştırabiliyorlarsa potansiyel tehlike yaratmaktadır. İkinci tehdit, bu silahların daha geniş bir alan yayılması ve terörist grupların eline geçmesi olasılığıdır. 11 Eylül saldırıları iyice belirginleşen uluslararası terörizmle mücadele de yaşanan başarısızlıklar; Irak, Afganistan ve Filistin’de sonu gelmeyen intihar saldırıları ve terörist faaliyetlerdeki artış; caydırıcılığın, hiçbir sabit adresi olmayan ve inandıkları amaç uğruna ölmeye hazır olan insanların üzerine etkili olmasının zor olduğunu gösterdi.

   C. Amerikan Gücünün Düşüşü:

Bazı düşünürlere göre, ABD İmparatorluğu doğanın normal akışında oluşan bir gerekliliktir. Ancak ABD’nin üstlendiği görevlerin şüphesiz ki bir sonu vardır ve bu uzun vadeli değil orta vadeli bir gelecekte gerçekleşecektir. Tarihçi E.H. Carr’ın bir zamanlar belirttiği gibi geçmişte dünya toplumu yaratma çabalarının hepsi mevcut olan tek gücün çöküşüyle gerçekleşmiştir. Bu düşüşler, dünya genelinde her türlü bağlantının düzen ve istikrar ortamında yapılabilmelerini sağlamıştır. 

1990’ların sonu ve 2000’lerin başında ABD, yumuşak gücünün zirvesinde idi. Amerikanın bilgi teknolojisindeki üstünlüğü ekonomisine güç vermiş, internet ve bilgi teknolojisi devriminin keskin uçlarındaki liderlik iş dünyasına yerleşmişti. Amerikan müzik, sinema ve televizyonları dünyanın her yerindeki yerel piyasalara hakimdi. İş, turizm veya çalışmak için ABD’ye yapılan yasal ve yasal olmayan göç zirvedeydi. Doğu Avrupa, Doğu Asya ve Afrika’daki demokratik değişimler Amerikan demokratik kültürü ve kurumlarına olan küresel ilginin bir tezahürü idi. Amerikan sembolleri ve ABD liderlerinin karşılanış biçimi tüm dünyada ABD’nin temsil ettiklerinin ve etkisini kabullenişin görülmemiş örnekleri idi.

Ancak bu dönemde bir yandan yumuşak gücün azalışının tohumları ekilmekteydi. II nci Dünya Savaşı’ndan beri hükümet destekli kamu diplomasi programları yurt dışında kamuoylarının ABD dış politikası yönünde etkilenmesi için önemli bir vasıta olmuştu. Radyo Free Europe Sovyet Bloku’nda yaşayanlara yönelik olarak Batılı haberlerin verildiği ve değerlerinin teşvik edildiği bir araçtı. Dışişleri Bakanlığı uluslararası değişim programları Margaret Thacther’dan Hamid Karzai’ye kadar geleceğin liderlerini yetiştirmekte kullanılmıştı. 

Amerikan Tanıtma Ajansı (USIA) tarafından çalıştırılan Kütüphaneler ve Amerikan Merkezleri ile ABD Elçilikleri hükümet desteği ile yabancılara Amerikadan pop, caz ve diğer sanat faaliyetleri için programlar düzenlemekteydi.  Ancak gücünden çok emin olan Clinton yönetimi USIA’nın bütçesini kısmanın yanında bu organı bakanlığın Eğitim ve Kültür Dairesi’ne katınca değişim programları yıllık 1995’de 45.000’den 2001 yılında 29.000’a düştü. Kamu diplomasisi personeli dörtte bire düşerken kütüphanelerin çoğu kapandı .

  Yumuşak gücünün azalmasının diğer faktörleri ise Amerikanın çirkin yüzünün ortaya çıkışı ile ilgili idi. Sovyetlerin çöküşünden sonra tek süper güç olarak kalan ABD 1990’larla birlikte dışarıdan göçlere karşı çok sıcak bakmamaya başladı. Küresel ısınmayı önleme konusunda Kyoto Protokolünü onaylamaması, Uluslararası Ceza Mahkemesi kararlarını tanımaması gibi gelişmeler imajını olumsuz etkilemeye başladı. Küreselleşmenin vahşi kapitalizm nedeni ile Amerikan sosyal modelinden kaynaklandığı düşüncesi de ABD imajını olumsuz etkilemeye devam etti. Bunu Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankası ile ilgili küreselleşme ve ABD karşıtı protestolar izledi. Amerikan kültürünün yayılması, iş dünyası ve politik liderlerde Amerikan film ve medyasının kendi yerel sanayilerine hakim olacağı korkusu ile birlikte istenmezliğe katkıda bulundu. Ancak hepsinden öte Irak Savaşı ABD’nin dünyadaki rolü ve meşruluğunun küresel kabul oranını keskin bir şekilde düşürdü. 

ABD yönetiminin uluslararası forumlardaki girişimleri ABD’nin dünyayı düşünmekten çok kendi çıkarları peşinde olduğu imajına katkıda bulundu. Ekim 2003’de yapılan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Konseyi’ne katılan Bush’un getirdiği ticari kısıtlamalar yerine kendi güvenlik sorunlarına odaklanmasının yarattığı memnuniyetsizlik buna örnek olarak verilebilir. Colin Powell, Dışişleri Bakanı olduğu dönemde öncekilere göre çok daha az yurt dışı ziyaret yaptı, Avrupa ve Asya’daki çokuluslu forumların çoğuna katılmadı. Bu trende devam eden Rice’da 2005 yılı yazındaki ASEAN toplantısına katılmadı. 

Son on yılda ABD 95 ülke veya bölgeye tek taraflı ekonomik yaptırım uyguladı . Bunların en sonuncuları olarak Filistin bölgesinde bankacılık faaliyetlerinin durdurulması, İran’a uygulanan ciddi sınırlamalar ve Sudan ile ticarette dolar kullanımının önlenmesi sayılabilir. Ancak bugün bu zorlayıcı dış politika uygulamaları ABD’nin politik saygınlığını, ekonomik dayanıklılığını ve rekabet gücünü olumsuz etkileyecek hale geldi. Artık uluslararası kuruluşlar dolardan, New York ile bankacılık işlemi yapmaktan ya da ABD’ye dayalı finansal kuruluşlarla işbirliği yapmaktan kaçmanın yollarını aramaktalar. Finansal gücünün istismarı ABD’yi kaybedenler yoluna soktu. Amerikalı yatırımcılar bile dolar dışındaki dövizleri ve borç araçlarını kullanmaya eğilimliler. İhracat kontrolörleri de yabancı alıcıları tetkik etmesi ABD’de yabancı korkusunun nasıl bir ulusal paranoya halini geldiğinin göstergesi oldu. Usame Bin Ladin ülke içinde istihdam yaratan ülke dışında ise Amerikan mallarını almayın diyen en büyük faktör konumuna geldi.

Abu Garip ve Guantanamo hapishaneleri ile ilgili haberler ABD’nin küresel sahnede insani ve adaletli bir aktör olduğunu imajını yok etti. Bu imajın oluşumunda Arap ve Asya uydu TV.leri de etkili oldu. Beyaz Saray’da hatalara kamu diplomasisi alanında Amerikanın Sesi Radyosu’nu (VOA) artan şekilde siyasileştirerek yaptı. VOA’nın Irak savaşı ile ilgili şüpheli hikayeleri Amerika’da özgürlük ve hukukun üstünlüğü ile ilgili algılamaları olumsuz etkiledi. Bush yönetimi dış işleri çalışanlarının gazetecilerle temaslarına sıkı tahditler koydu. Arap ülkelerini etkilemek için kurulan VGA ise Amerikan değerleri ve politikalarını geliştirmek için iletişim kurmakta başarısız oldu. Bush’un Kamu Diplomasisi’nin başına getirdiği Karen Hughes Orta Doğu’ya yaptığı ziyaretler ve yoğun medya kullanımına rağmen yerel yönetimlerden sınırlı karşılık alabildi.  

11 Eylül saldırıları sonrası ABD’nin göçmenlere Kongre’de getirdiği sıkı kontroller Amerikanın iş, öğrenim ve turizm için ne kadar iyi bir fırsatlar ülkesi olduğu sorusunu tetikledi. ABD üniversitelerine uluslararası öğrenci başvuruları 2003-2004 yıllarında %28, 2004-2005 yıllarında ise %5 düştü. 2000-2003 yılarındaki turist gelişi de 10 milyon civarında azaldı. 2000 yılından beri yasal göçlerin de azaldığı dikkat çekmektedir . ABD’nin cazibesinin azalması başka yönlerden de daha belirgin ve yaygın hale gelmektedir. Amerika’ya gelmek için çoğu bilim adalarına ait vize başvuruları ile ilgili güvenlik tedbirleri 20 kat arttırıldı. Artık dünyanın hemen hiçbir yeri Amerikalılar için de güvenli değil ve Amerikalıları da her yerde can sıkıcı güvenlik tedbirleri beklemektedir.

Tablo 13: ABD’de Savunma ve İç Harcamalar (2000-2004)

ABD, uygulamaya çalıştığı dış politikanın yanında iç problemlerle de karşı karşıya bulunmaktadır. Clinton yönetimi ile kıyaslandığında Bush yönetiminin ekonomik güç kapasitesi de oldukça sönüktür. Artan bütçe açıkları ve sallanan ekonomik dengeler bir yandan savunma harcamaların da gittikçe alarm vermektedir. Hazine Bakanı’nın kabinedeki ağırlığı Savunma ve Dışişleri Bakanları yanında oldukça azdır. Birçok etnik grubun yanı sıra lobicilik en önemli sorunları arasındadır . Lobicilik ve savunma harcamalarının giderek sosyal programları daha fazla göz ardı etmesi ABD içinde etnik ve sosyal kapsamlı sorunların iç çatışmalara yol açma riskini artırmaktadır. 2000-2004 yılları arasında ABD savunma harcamalarının ve ülke içi gelişim programlarının GDP içindeki yüzdesi Tablo 13’de olduğu gibi gerçekleşmiştir.

Sert güç kapsamında ABD savunmasının dönüşümü  kritik bir safhaya girmektedir. Savunma Bakanlığı 1950’li yıllardan beri dünya genelindeki üs ve kuvvet kullanımları ile ilgili en zor değişikliklerin yapılmakta olduğu bir dönemde bulunmaktadır. Bununla beraber en zor konu savunma harcamalarının artan soysal bütçe ihtiyaçları karşısında nasıl yerine getirebileceğidir. Örneğin yaşlanan nüfusa karşın sosyal güvenlik sistemi için gerekli olan emeklilik ve sağlık reformları bütçe beklemektedir. 

Savunma Bakanlığı’nın öngörüleri ise 2005-2009 arasında ortalama 500 milyar dolar olacak yıllık savunma harcamalarının 2010-2022 yılları için yıllık 550 milyar dolardan daha fazla olacağını söylemektedir . Buna karşılık ABD bütçe açığı 2002-2004 yıllarında toplam 950 milyar dolara ulaşmışken açığın 2005-2009 yılları sonunda yaklaşık 1.4 trilyon dolara ulaşacağı hesaplanmaktadır. Savunmaya bütçesinin % 16’sını harcayan ABD dış ilişkilere %1'ini harcamaktadır. 

Amerika’nın hegemonyasını sadece sert güç ile devam ettiremeyeceği Irak Savaşı ile daha açık olarak ortaya çıkmıştır. Irak harekatının ABD hegemonyasını ne kadar etkilediği ABD yumuşak gücü kapsamında analiz edilmelidir. ABD yumuşak gücünün üç unsuru bulunmaktadır ; (1) Amerikan değerlerinin ve kültürünün cazibesi, (2) AB hegemonyası algılamasının yaygın olması, (3) Amerikan güç uygulamalarının meşruiyeti. Irak’ta zor kullanma politikası yeni düşmanlar yaratmakta ve Amerika hegemonik bir bataklığa saplanmaktadır. ABD’nin teröre odaklı Irak savaşında özellikle işkenceye varan uygulamalarında uluslararası normları ve kurumları göz ardı etmesi yabancılaşmasına yardım etmektedir. 

    D. ABD’nin Yumuşak Gücünün Rakipleri:

1990’ların aksine Amerikan Rüyası vizyonunun yerini bugün yabancılar için Avrupa Birliği almaktadır. Genişleyen AB, Amerika’dan daha fazla nüfusa ve eşit iç üretim hasılasına sahiptir. Bankacılık, mobil telefon, uzay ve diğer keskin uçlu endüstri alanlarında, Nokia gibi Avrupa şirketleri ile ABD şirketlerine meydan okumaktadır. Avrupa’nın genişlemesi AB’yi Doğu Avrupa, Balkan ve Eski Sovyet Ülkeleri için daha nüfuz edilebilir ve cazip hale getirdi. 

Brüksel’in yumuşak gücü Türkiye’yi radikal siyasi değişiklikler için ikna etmekte, Balkanları kanlı geçmişinden sıyırmakta, Eski Sovyet Ülkelerini ekonomik ve sosyal reformlar için razı etmektedir. AB bir yandan kamu diplomasisi ve ekonomik yardımlar için kaynak ayırarak dünyanın en büyük kalkınma yardımı sağlayıcısı olmaktadır. Artık yeni demokrasiler bu nedenle Amerikanın değil Avrupa’nın parlamentolarını, kurumlarını ve yasama sistemlerini örnek almaktadır. Yakın zamandaki göç kısıtlamaları, pahalı sosyal refah bütçeleri ve AB Anayasası’nın reddi bile AB’nin cazibesini azaltmadı.

Orta Doğu’da Amerikan yumuşak gücünün azalması İslamcı alternatiflerin cazibesini artırmaktadır. Asya’da ise Çin, Amerikan yumuşak gücünün potansiyel rakibi olarak ekonomisini geliştirmekte, kendi değerlerini, kurumlarını ve kültürünü pazarlamaktadır. Çinli yetkililer ve diplomatlar Asyalı komşularına Çin’in çok kutuplu bir dünyada güçlü bir merkez olacağını söylerken diğer ülkelerin işine saldırgan bir biçimde karışmayacakları mesajını da vermektedir. Bunun için Çin Uluslararası Radyosu, Güney Asya’ya 24 saat yayın yaparken, Pekin Asya’nın pek çok ülkelerine yardım bütçesi uygulamakta, artan bir şekilde öğrenci ve akademik çalışma gruplarını ülkeye çekmektedir. 

Kamu diplomasisi, kalkınma yardımı, ASEAN gibi uluslararası kuruluşlar ile artan ilişkiler Çin’in çok kutupluluk temasını ve bölge hakimiyeti niyetini desteklemektedir. Çin, Asya ülkesi olmayan ABD’nin Asya’nın çıkarlarını ve gündemini göz ardı eden tek taraflı politikalarına karşı en iyi politikayı uygulamaktadır. Nitekim Çin’in istenirliği artma eğilimi göstermekte ve şirketleri kendi isimleri ile diğer ülkelere girmektedir. Anketlere göre Avustralyalıların %70’i, Taylandlıların % 76’sı Çinlilere pozitif baktıklarını ifade ettiler. 2005 yılında BBC’nin 22 ülkede yaptığı anketler Çin’in ABD’den daha olumlu bir imaja sahip olduğunu gösterdi. 

Çin ve AB’nin cazibesi artarken ABD’ye terörist gruplar ile mücadele kalmaktadır. 2004 yılında yapılan bir anket Fransız ve Alman tüketicilerin %60’ının Amerikan markalarına olumsuz baktığını sonucunu ortaya koydu. Bundan Barbi bile etkilenmektedir. Washington’un kötü şöhreti nedeni ile Kuzey Kore gibi kritik konularda Çin Asya’da daha merkezi bir rol oynamakta, tarafsız ve arabulucu konumu edinmektedir. Aynı durum İran karşısında ABD’nin BM’yi harekete geçirmesinde veya Pakistan ve Tayland’ı teröre karşı mücadelede işbirliği sağlamada da ortaya çıkmaktadır.

Bununla beraber ABD henüz oyunu kaybetmemiştir. 2004 yılında Asya’da meydana gelen Tsunami olayındaki ABD kamu diplomasisi Amerikanın imajına olumlu yönde yardım etmiştir. ABD hala dünyanın en büyük ekonomik gücü ve yumuşak gücünü takviye etmek için gerekli sert güç unsurlarına ve paraya sahiptir. Hükümet dışı kuruluşlar, sanat ve kültür vakıfları, özel sektörü ile yumuşak gücü uygulayabilecek en iyi vasıtalara sahiptir. Yeni ve etkili bir strateji ile cazibesini yenileyebilir. Hatta Çin ve AB’ye uyuşturucu trafiği, nükleer silahların yayılması gibi ABD çıkarlarını da tehdit eden bölgesel sorunlarda liderliği bırakabilir. Kyoto ve Uluslararası Ceza Mahkemesi ile ilgili kötü şöhretini yenebilir. Aksi takdirde bir gün İngiltere ve Avustralya da ABD operasyonlarına asker göndermek istemeyebilir.

5. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***