Ulusal Güvenlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ulusal Güvenlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2021 Pazartesi

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 6

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 6



Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,Ulusal Güvenlik,


        1.5. GÜVENLİK VE GÜÇ:

Şüphesiz güç politikaları uygulamalarının altında yatan temel neden güvenlik ihtiyaçlarıdır. Bu ihtiyaçlar korunma ve savunma gibi edilgen hususlar ile sınırlı değildir. Sadece ülke topraklarını savunmak değil ülkenin çıkarlarının maksimize edilmesi de bir güvenlik sorunudur. Ülkeler sadece çıkarlarını korumak değil sağlamak için de proaktif güvenlik politikaları üretirler. Ülke politikalarını ve güvenlik sistemlerini reaktif ve proaktif olarak sınıflandırmanın temelinde birincisinin (edilgen) güvenlik endeksli olması diğerinin ise ‘çıkar’ endeksli olması yatar.

      1.5.1. Güvenlik Kavramındaki Değişimler ve Yeni Boyutlar:

Güvenliğin birey veya grupların temel değerlerine olan tehditten arınma ölçüsüne göre göreceli bir kavram olduğu konusunda birleşen bilim adamları; yeni güvenlik anlayışının bireysel, ulusal ya da uluslararası düzeyden hangisine odaklanması gerektiği konusunda ortak bir fikre sahip değildirler. Soğuk Savaş boyunca güvenlik konularına ulusal güvenlik açısından yaklaşıldı. Akademisyenler ve devlet adamları muhtemel ve mevcut tehditleri karşılamak için daha çok askeri kabiliyetlerin geliştirilmesi eğilimi içerisinde oldular. Son yıllarda bu eğilim etnik merkezli (ethnocentric; kültürel önyargılı) olmakla eleştirildi ve ulusal güvenliği uluslararası güvenlik ve küresel koşullar ile birlikte açıklayacak bilimsel çalışmalar yapılmaya başlandı. 

“Güvenlik” kavramını yeniden tanımlama çabası bu disiplin için bir endüstri haline gelmiştir. Bununla birlikte, bu gibi çabaların büyük bölümü güvenlik kavramının kendisiyle ilgili olmaktan çok, ulus devletlerin politika gündemlerinin yeniden tanımlanması ile ilgilidir . Avrupa Birliği Standardizasyon Komitesi 2005 yılında güvenliğin tanımını şu şekilde kabul etmiştir; “Güvenlik, bir kişi, toplum, örgüt, sosyal kuruluş, devlet ve onların vasıtalarını (eşyalar, altyapı vb.); suç faaliyetleri, terörizm ve diğer saldırı veya düşmanca hareketler, afetler (doğal veya insan tarafından) gibi tehlike veya tehditlere karşı korunulmasının gerekli olduğu sanılan veya teyit edilen durumdur.” 

Tablo 16: Bir Güvenlik Modeli

Güvenlik, devletlerin takip ettikleri genel politika ve global stratejileri içinde, tıpkı bir ülke sınırları içinde enerji ihtiyacını temin eden güç santralına benzer . Güvenliği sadece askeri yönden ele almak mümkün değildir. Ekonomik, politik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle de güvenlik bir bütündür. Çoğu insanın uluslararası yaşamlarına ve refahlarına yönelik günlük tehditler, geleneksel askeri perspektifin iddia ettiğinden farklıdır. Dünyanın büyük bölümünde güvenlik tehditleri askerlerden değil; ekonomik çöküş, politik baskı, kıtlık, aşırı nüfus artışı, etnik ayrılıklar, doğanın tahribatı, terörizm, suç ve hastalıklar gibi diğer sorunlardan kaynaklanmaktadır .

Uluslararası ilişkilerde güvenlik kavramı, uluslararası sistemin bütünü veya bütününe yakınının güvenliği (evrensel boyut), coğrafi ya da fonksiyonel alt-sistemlerin güvenliği (bölgesel güvenlik), devlet güvenliği, toplum güvenliği, toplumsal alt-grupların güvenliği, bireylerin güvenliği gibi farklı düzlemlerde ele alınabilir . Ancak, günümüzde uluslararası ilişkilerin küresel ve bölgesel yönlerinin öne çıkmasıyla; güvenliğin ulus-devlet boyutu ve küresel boyutu daha çok üzerinde durulan düzlemler olmuşlardır. Güvenliğin küresel boyutu ise silahlanma, nükleer tehdit, çevre kirliliği, az gelişmişlik, uluslararası borç krizi, ulusaşan suç faaliyetleri (terör, mafya, organize suçlar, insan ve değerli madde kaçakçılığı, biyolojik madde kaçakçılığı, AİDS, kara paranın aklanması, göç vb.) gibi birçok yeni tehdit kavramının ortaya çıkması ile şekillenmiştir. 

Barry Buzan güvenliğin beş boyutu olduğunu söylemektedir; askeri, siyasi, ekonomik, sosyal ve çevresel . Buzan’a göre askeri güvenlik; silahlı kuvvetler ve devletin savunma kabiliyetlerinin birbirinin niyetleri algılama ve kullanılmalarına göre sağlanmaktadır. Siyasi güvenlik; devletlerin, hükümet sistemlerinin ve ideolojilerinin meşruluğu ve istikrarına dayanmaktadır. Ekonomik güvenlik; devletin gücü ve refahını kabul edilebilir bir seviyede tutmak için kaynaklar, finans ve pazarlara nüfuz edebilmektir. Sosyal güvenlik ise geleneksel dil, kültür, dini ve ulusal kimlik ve adetlerin evrimi için kabul edilebilir koşulların devam ettirilmesidir. Çevresel güvenlik ise bütün insanlığın bağlı olduğu gezegenin biyolojik yapısının muhafazası ile ilgilidir.

Aşağıda yedi yatay ve beş dikey sütun şeklinde sıralanan güvenlik görevleri analizi bir model olarak verilmektedir.

Tablo 17: Güvenlik Görevleri İçin Model

 

       1.5.2. Ulusal Güvenlik:

Ulusal güvenlik, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden beri akademik ve siyasi uluslararası politika ve dış politika tartışmalarında, önemle konu edilmektedir. Hiçbir sosyal bilim kavramı, ulusal güvenlik kadar suiistimal edilmemiş ve yanlış kullanılmamıştır. Ulusal güvenlik kavramının, devletin sınırları içerisinde kalan bireyleri kapsayacak şekilde iç güvenliği, diğer yandan devlete karşı dışarıdan gelebilecek tehlikelere yönelik dış güvenliği kapsadığı genel kabul görmektedir. Bununla beraber, ulusal güvenlik bir bütündür, bu ayırım daha çok güvenliğe yönelik tehditlerin kaynağını işaret etmek içindir.  

     İktidarların başlıca görevi, ulusal güvenlik çerçevesinde; devletin hayati ve diğer çıkarlarının korunması ve kollanmasıdır . Bu görevin yerine getirilmesinde gerekli araştırma, inceleme, değerlendirme, karar alma, uygulama vb. işlemlerin; demokratik düzen içinde, gizliliğine zarar vermeyecek şekilde ve özelliği dolayısıyla ihtisas kuralına daha fazla uymayı sağlayan bir ulusal güvenlik sistemine ihtiyaç vardır. Ulusal güvenlik sistemi güvenlik ortamının izlenmesinden çıkarların ve fırsatların tespitine, gerekli istihbaratın üretilmesinden durumun değerlendirilmesine, uygun politikaların ve vasıtaların seçiminden kriz yönetimi içerisinde uygun politikaların uygulamasına kadar gerekli fonksiyonları sağlayacak süreç ve unsurları bünyesine entegre etmiş olmalıdır.

Ulusal güvenlik politikasının üç temel unsuru bulunmaktadır ; ulusal güvenliğin sağlanması, ulusal hedeflere ulaşılması ve bu iki unsur için; iç, dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasların (politika esasları) tespit edilmesidir. Ulusal güvenlik politikaların uygulanması çerçevesinde ulusal hedeflerin tespiti ve sağlanması için uygulanan yöntem temel olarak aşağıda sıralanan bir dizi faaliyeti gerektirmektedir. 

(1)  Öncelikle devletin var oluş nedenine ve bulunulan güvenlik ortamının koşullarına uygun olarak ulusal çıkar ve ulusal hedefler tespit edilmelidir. 

(2)  Müteakiben ulusal hedeflere ulaşmak, korumak veya devam ettirmek için gerekli ulusal politika belirlenmelidir. 

(3)  Daha sonra ulusal politikanın üst düzeydeki uygulama ilke ve yöntemlerini ortaya koyan ulusal strateji ortaya konmalı ve bu strateji hükümet düzeyinde topyekun stratejiye dönüştürülmelidir.

(4)  Topyekûn strateji ise genel uygulama yöntemlerini, ara hedefleri ve önceliklerini, güç oluşturma ve kullanma konularını kapsayan askeri, siyasi, ekonomik, eğitim vb. stratejileri içeren ilgili Bakanlıkların, askerlerin ve kurumların seviyesinde genel stratejilere dönüştürülmelidir.

(5)  Genel strateji ilgili Bakanlık, Komutanlıklar ve diğer kurumlar tarafından eylem/operasyon/harekat stratejilerine dönüştürülmelidir.

(6)  Son aşama ise hedefe ulaşmak veya ulaşılan hedefleri korumak amacıyla yapılan fiili uygulamaları kapsar. Bu uygulamalar çeşitli güç vasıtalarının kullanılmasını gerektiren yöntemler -çeşitli askeri girişimler veya diplomatik faaliyetler şeklinde olabilir. 

Devlete yönelik iç ve dış tehditler ile risklerin sağlıklı bir şekilde tespit edilebilmesi için bir tehdit değerlendirmesi yapılmasına ihtiyaç vardır. Yapılacak tehdit değerlendirmesinde; küresel ve bölgesel güvenlik ortamındaki gelişmeler ile iç güvenlik ortamındaki tüm etkenlerin geçmişten geleceğe doğru bir yaklaşımla ele alınması ve devlete yönelik iç ve dış tehditler ile risklerin mümkün olabildiği ölçüde netleştirilmesi gereklidir. Tehditlerin henüz belirginleşmeden, önlenemez hale gelmeden ve eyleme dönüşmeden algılanması hayati önem taşımaktadır.

Ulusal çıkar, “bir ülkenin kendi güvenlik ve refahı için gerekli olan hususlar ” olarak tanımlanmaktadır. Ulusal çıkar, genel hatları ile devletin güvenliğini, ulusal bütünlüğünün devamını ve ulusun refahını kapsar. Ulusal çıkarlar, ulusal duruma ve uluslararası ilişkilere bağlı olarak sürekli değişmezler; kapsamları kompleks ve geniştir, devamlıdırlar ve sayıları azdır. Ulusal hedef ve ulusal politikanın ortaya konmasında bir hareket noktası ve bir çerçeve vazifesi görürler.  Ulusal hedef ise elde edilmesi halinde ulusal çıkarların gerçekleştirilmesini sağlayan sonuçlardır . Ulusal hedef, tamamen ulusal niteliktedir ve ulusun belli bir kesiminin veya belli bir iktidarın değil bütün ulusun ve hükümetlerin benimsediği hedeftir. 

Politikacının görevi ülkenin temel çıkarlarını etkileyen belirli bir uluslararası ilişkiler ortamında veya krizde fayda ve zarar analizi yapabilmek, çıkarların önem derecesini tespit etmektir. Daha sonra her temel çıkar için diğer ülkelerin çıkar derecesini tahmin etmelidir. Buradan hareketle çıkar önem derecelerini karşılaştırarak, kendi ulusal çıkarının hangi vasıta ile  – görüşmeler yolu ile mi?, silahlı çatışmaya girilmesi mi?, çözüleceğini hesaplamalıdır. Ulusal güvenlik politikasına, ulusal hedefler ile ulusal güç arasında bir ilişki gözü ile bakılmalıdır. 

Ülkeler diğer ülke liderlerini etkilemek üzere kullanabilecekleri çeşitli siyasi, ekonomik ve askeri vasıtalara sahiptir. 

Bu vasıtalar diplomatik baskılardan topyekûn bir savaşa kadar derecelenebilir. Seçilen vasıta, diğer ülkelerin karar ve eylemlerinin değişmesine yol açabilecek bir baskı ve etki sahibi olmalıdır. 

Bu vasıtaların başlıcalarını şu şekilde sıralayabiliriz ; 

(1) Yeni bir (üçüncü taraf ile) diplomatik ilişkinin başlatılması. 

(2) Bilimsel ve kültür alışverişi ile ilgili yaptırımlar. 

(3) İnsani yardım vasıtalarının kullanılması. 

(4) Teknik yardım yapılması. 

(5) Enformasyon ve propaganda kapsamındaki tedbirler. 

(6) Ekonomik ve ticari tedbirler. 

(7) Askeri yardım konusunda yardım veya yaptırımlar. 

(8) Örtülü faaliyetler. 

(9) Başta BM olmak üzere sorunun uluslararası kuruluşların müzakerelerine açılması sureti ile yaptırımlar uygulanması. 

(10) Ticaret ambargosu ve ekonomik yaptırımlar. 

(11) Askeri güç gösterisi. 

(12) Askeri keşif ve gözetlemenin artırılması. 

(13) Diplomatik ilişkilerin askıya alınması veya kesilmesi. 

(14) Abluka. 

(15) Kısmi veya genel seferberlik. 

(16) Askeri güç kullanımı. 

(17) Topyekun savaş. 

Politik vasıtaların tespit, seçim ve kullanılması da karşı tarafın niyetleri ve gücü ile ilgili emarelere göre tayin edilmelidir. 

Bu da stratejik istihbarat çalışmalarının politika belirleme ve uygulama ile ne kadar iç içe olduğunu, özetle bilgi-eylem bileşkesinin etkileşim dengesini bir kez daha ortaya koymaktadır. 

Emareler belirlendikten sonra belirlenen politika doğrultusunda hangi kurum veya güç unsurunun hangi vasıtayı yürürlüğe koyacağı ve kimlerle koordine edeceği tespit edilir.

       1.5.3. Güvenlik Ortamını Şekillendirmek:

Bir devlet veya devletler grubu tarafından, diğer bir devlet veya devletler grubu üzerindeki ulusal çıkar veya çıkarlarının gerçekleştirilebilmesi için içeriden ve/veya dışarıdan gereğinde kullanılmak üzere potansiyel tehdit yaratılması ve bu olgunun mevcut diğer politikalar içine oturtulması tarihsel süreç içinde çok sık rastlanan bir güvenlik politikasıdır. Yaratılan potansiyel tehdidin, ne zaman ve nasıl kullanılacağı hakkında politikalar geliştirilirken, hedef olarak seçilen devletler de kendi politika ve stratejilerini ortaya koymaya çalışmışlar, ülkeler arası uzun dönemli ancak örtülü mücadeleler böylece süregelmiştir.

Uluslararası sistem karmaşık ve karşılıklı bağımlılık içinde devinirken aktörler geleceğe yönelik vizyonları dahilinde bir yandan güvenlik ortamlarını şekillendirme gayreti içindedir. Bu şekillendirme hem çıkarlarını güvenlik ortamında çıkarlarını maksimize edecek şartları oluşturmak ve sürekliliğini kılmak, hem de gelecekte muhtemel politika uygulamalarının alt yapısını hazırlamaya yöneliktir. Güvenlik ortamını şekillendirme faaliyeti demokrasi projelerinde olduğu gibi iç siyasi ağa nüfuz ederek iç parametreleri ele geçirmek ve geleceğin liderlerini bizzat yetiştirmek gibi yumuşak güç parametrelerine yönelik olabileceği gibi, bölgedeki iç karışıklıkları ve terör faaliyetlerini destekleyerek askeri parametrelerle güvenlik ortamında krizlere hazırlamak şeklinde de olabilir.

ABD’nin Afganistan ve Irak Savaşları öncesi bölgede tatbikatlar yaparak bu coğrafya ile ilişkiler geliştirmesi, askeri hedefleri tespit etmesi, koalisyonlar oluşturması, uluslararası kamuoyunu hazırlaması, yerel ajanlar edinmesi, ülke içi etnik gruplar ile işbirliği yapması gibi eylemleri uzun süreli bölgesel olarak güvenlik ortamını şekillendirme gayretlerinin birer parçası olarak görülmelidir. ABD’nin dünyayı şekillendirmekteki çıkarları şu şekilde belirlenmiştir ; (1) Demokratik, serbest piyasa ekonomisine sahip (Batılı) merkezin varlığını ve güvenliğini korumak. (2) Geçiş halindeki devletleri merkeze bağlamak. (3) Merkezin çıkarlarını ve değerlerini tehdit eden serseri devletler veya grupları yenmek veya marjinalize etmek. (4) Başarısız devletlerden gelecek zararı azaltmak.

Devletler, tek başlarına ve aktif dış politika sürdürdüklerinde, diplomatik yöntemleri ve propaganda tekniklerini kullanırlarken, bir yandan da dolaylı ve dolaysız biçimlerde diğer devletlerin iç işlerine müdahale olanaklarını ararlar. İç işlerine müdahale, doğrudan hedef alınan ülkenin çeşitli sınıflarının, gruplarının, azınlıklarının faaliyetlerini destelemek ya da engellemek biçiminde olacağı gibi, devlet kurumlarına yönelik de olabilir. İç işlerine karışmanın, uluslararası hukuk bakımından veya devletler arası bir anlaşmanın sonucu olarak hukuksal meşruiyet kazandığı durumlar da olabilir.

Hiçbir ülke kendisine rakip olarak gördüğü ve çıkarlarının çatıştığı diğer bir ülkenin güçlü olmasını arzu etmez. Fırsatını bulduğu her koşulda onu zayıflatmaya, siyasal ve ekonomik istikrarsızlığa sürüklemeye ve dağılmasını sağlamaya çalışır. Bu çalışmaların amacına ulaşması için en masrafsız ve risksiz yolları denemeye, hedef alınan ülke içerisinde mevcut sorunları kullanmak ve istismar etmek suretiyle “örtülü eylemlere” başlar. Var olan sorunların çözümü engellenerek içinden çıkılmaz bir duruma getirilmeye çalışılır. Bunu başarmak içinde, gerçekte olmayan “suni krizler” oluşturulması hedeflenir. Etnik köken, bölgecilik, din ve mezhep düşüncelerinin önemli ölçüde canlandırılması ve bu düşüncelere uygun hedef ülke yönetiminden yeni talepler yaratılması için her türlü araç kullanılır. Politikaların desteklenmesinde mevcut baskı yöntemleri çeşitlendirilerek kullanılır ve göreceli olarak zorlayıcı diğer eylem organizasyonları desteklenir.

Ülkeler, devam eden ve muhtemel krizleri ve yeni oluşumları yakından takip ederek, ulusal güvenliğe ve çıkarlara gelecek tehdit ve riskleri önceden değerlendirmek, gerekli önlemleri önceden almak ve ulusal güç unsurlarının imkanları dâhilinde inisiyatifli bir politika izlemek zorundadır. Güvenlik endişelerinin uluslararası güvenlik anlayışı içinde ve uluslararası ortamın gerekli kıldığı yapı, hukuk ve düzenlemeler içinde giderilmesi gereklidir. Bu durum bölgesel ittifaklar, stratejik ortaklık gibi çokuluslu işbirliğini geliştirmek için ulusal çıkarları gözeten güvenlik politikaları üretilmesi gereğini dikte etmektedir. 

Genel olarak, iç işlerine karışma yöntemine başvuran bir devlet, karıştığı konunun uluslararası alanda karışılması gereken bir konu olduğunu savunmakta ve bu konuda uluslararası bir uzlaşı olduğu izlenimi vermektedir. Bir dini grubun savunulması veya istismar edilmesi, bir etnik grubun ortadan kaldırılması, ırkçılık yapılması, insan haklarının ya da azınlık haklarının ihlal edilmesi gibi nedenlerle uluslararası kuruluşlar tarafından ortaya konan kuralların çiğnendiği gerekçe gösterilerek bu tür müdahaleler meşru gösterilmeye çalışılmaktadır.

  İç işlerine karışma yöntemi, en belirgin olarak şu tür örtülü istihbarat faaliyetleri şeklinde görülebilir; (1) Hedef veya rakip devletin iç sorunlarında taraflardan birisini siyasi olarak desteklemek. (2) Diğer devlet içerisinde silahlı çatışma unsuru oluşturmak veya olanları insan gücü, para ve teçhizat olarak desteklemek. (3) İktidara karşı hedef ülkenin askeri yetkilileri ile ilişki kurmak. (4) Hedef ülkenin yasa dışı olarak kabul ettiği faaliyetlere doğrudan taraf olmak ya da geçit vermek. (5) Hedef ülkenin operasyon yeteneğine ve rekabet kapasitesine engel olmak. (6) Askeri-sivil birlikler ya da düşük yoğunluklu çatışma ile siyasi mekanizmayı paralize etmek. (7) Karşı tarafta askeri operasyon gerçekleştirmek. (8) Nihai aşamada ise, bağlı, bağımlı ya da manda türü yönetimler kurmak (rejim restoresi, ulus-yapıcılık).

         1.5.4. Uluslararası Güvenlik:

Uluslararası güvenliğin geliştirilmesi ile ilgili kapsam genellikle; güven ve güvenlik arttırıcı önlemlerin geliştirilmesi, silahsızlanma faaliyetleri, askeri işbirliği faaliyetleri, kolektif güvenlik sistemlerinde yer alınması gibi bir çerçeve içerisinde açıklanmaktadır. Ancak, uluslararası güvenlik arayışları genellikle ulusal güvenlik arayışlarının bir üst seviyede buluşmasıdır. Bir ülke çıkarlarını bir kere tanımladığında, onları ilerletebilmenin yollarını arar ve bunlara yönelik tehditleri araştırır. Diğer tarafların ne istediğini öğrenmeye çalışır; benzeri çıkarlara sahip ülkeler içerisinde müttefikler arar, bu ülkeler ile ne çeşit anlaşmalar yapabileceğini sorgular, her iki tarafın çeşitli çıkarlarını birleştirmenin ve uzlaştırmanın yollarını bulmaya çalışır. 

Bugünün krizleri küresel terör örneğinde olduğu gibi kimliksiz, devletsiz, tahmin edilemeyen, gerekçesiz, etik olmayan, topraksız ve ulusaşan niteliktedir. Uluslararası kuruluşların kriz yönetimi için kabiliyetlerini idame ettirme, koordine etme ve pratikte uygulama kapasiteleri çok az olduğu için güvenlik alanında uluslararası işbirliği hem kaçınılmaz bir gereklilik hem de dünyanın geri kalan kısmı için bir model olma ihtiyacı olarak karşımıza çıkmaktadır .

 Şekil 5: Savaşlar (1946-2002) 

Uluslararası güvenlik denilince akla evrensel düzeyde güvenliği sağlama misyonu bulunan BM ise görülebilir gelecekte endişe teşkil eden güvenlik tehditlerini altı grupta toplamaktadır ; (1) Ekonomik ve sosyal tehditler (yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar ve çevre sorunları da dahil), (2) Devletler arası çatışmalar, (3) İç çatışmalar (sivil savaşlar, soykırım ve diğer büyük ölçekli karışıklıklar dahil), (4) Nükleer, radyolojik, kimyasal ve biyolojik silahlar, (5) Terörizm, (6) Ulusaşan organize suçlar.

Uluslararası güvenliğe yönelik tehditlerin analiz edilmesine yönelik olarak Uluslararası Gelişme ve Çatışma Yönetim Merkezi tarafından 1949-2004 yılları arasındaki devletler arası ve iç çatışmalar takip edilerek bir istatistik oluşturuldu . Yapılan çalışma sonuçlarına göre devletlerarası çatışmaların 1990’lardan itibaren önemli bir düşüş gösterdiği, buna karşılık ülke içi çatışmaların 1990 yılı civarında zirve noktaya ulaştığı sonra azalmaya başladığı görüldü. (Şekil:5). 1990’lı yıllarda bir yılda 5’den fazla devletlerarası çatışma görülmezken ülke içi çatışmalar 1992’de 50’ye çıktı ve 2002’ye gelindiğinde 30’a düştü. Sonuç olarak geçmişle kıyaslandığında devletlerarası çatışmalardan ziyade ülke içi çatışmalar hala güvenlik endişelerinin başında gelmeye devam etmektedir .  

Tablo 18: Güvenliğin Kapsamı


Soğuk Savaş’ın sona ermesi uluslararası güvenlik ve güvensizlik alanında yeni paternlerin doğmasına yol açmıştır. İki kutuplu güç dengesi sona ererken NATO ve AB’nin genişlemesi ile Avrupa’da yeni bir güvenlik ortamı doğdu. 11 Eylül saldırıları ise uluslararası terörizmi gündeme taşıdı; Afganistan ve Irak müdahalelerine neden oldu. İslamcı köktendincilik de Amerikan tehdit sıralamasında yerini aldı. Amerikanın tek taraflılık ve önleyici darbe stratejisi Batılı müttefiklerinin ve Rusya, Çin gibi büyük güçlerin tepkisine yol açarken, uluslararası konsensüs yokluğu güvenlik ortamında yeni bir anarşi doğurdu. Bu anarşinin kaynakları ise uluslararası güvenlik farklı yaklaşımlar, güvensizlik ve belirsizliklerin artması olarak ortaya çıktı. Uluslararası güvenliğin nasıl sürekli ve etkin bir şekilde sağlanacağı hala zor ve ucu açık bir tartışma alanıdır.

Tablo 19: Bölgelere Göre Güvenlik Tehditleri Ayrışması

Ulusal seviyedeki uyum sorunu ve zayıf hazırlık genellikle uluslararası seviyede daha fazladır. Üstelik uluslararası kuruluşların karar verme sistemleri, çeşitli ülkelerin teknik ve prosedürel kriz yönetim standart farklılıkları ve işlerin sık sık gereksiz yere tekrar edilmesi işleri daha da zorlaştırmaktadır . Bir diplomat sözlüğüne göre uluslararası kuruluşların bir kriz karşısındaki genel tepkisi belirli safhalardan geçer : problemi görmezden gelmek; endişe duyulduğu ile ilgili bir beyanat vermek; bir şeyler yapıyormuş gibi gözükmek; konuya gerekli ilgiyi gösterdiklerini beyan etmek; uzaklaşmak.” 

21’ nci Yüzyılın temel zorluğu çağdaş küresel problemlerin kapsamı, ölçeği ve doğası ile uyumlu bir kurumsal çerçeve yokluğudur. Aşağıda sıralanan dört ana kurumsal eksiklik uluslararası düzendeki kurumsal reform gereksinimlerini ortaya koymaktadır ; 

- BM Güvenlik Konseyi’nin hala İkinci Dünya Savaşı sonrası dengeleri yansıtması. (Bazıları ülkeler eşitlik isterken Almanya, Japonya ve diğer gelişmiş bazı ülkeler de temsilde ayrıcalıklı konum istemektedir).

- Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nün 1999’daki Seattle toplantılarından beri devam eden Bretton Woods kurumları (Dünya Bankası ve IMF) içinde oy oranlarının değiştirilmesine yönelik artan istekler.

- ABD’nin dış politikasını yürütmede askeri, ekonomi, medya ve politik gücünü tek taraflı olarak uygulama eğilimi.

- Karşılıklı bağımlılığın yarattığı çağdaş problemlerin üstesinden gelmek için uzman ajanslara olan ihtiyaç.

Tablo 20: Çatışma Çözüm Teknikleri

Uluslararası güvenlik stratejilerini; aktörlerin çatışmaya varmayan yöntemlerle güvenliklerini ve çıkarlarını gerçekleştirmeleri yolundaki uygulamaları seçtikleri “barışçı güvenlik stratejileri” ile çatışmayı göze alan “zorlayıcı güvenlik stratejileri olarak ikiye ayırmak mümkündür . 

Barışçı yöntemler; - açık bir savaşa başvurulmasa da, şiddet kullanma ve diğer caydırıcı uygulamaların kullanılmayacağı anlamına gelmemektedir. Nitekim barışçı stratejinin temel yöntemi olan “diplomatik yöntemler” içinde barışçı olmayan alt-yöntemler veya araçlar kullanılması yadırganmamaktadır.

Günümüzde uluslararası güvenlik ile ilgili temel stratejilerinden bazıları şunlar olabilir ; (1) Temel ittifaklar ile bölgesel ve küresel işbirlikleri içerisinde yer alma veya bu tür ittifakları tümüyle reddederek dışında kalıp “karşı çıkan” konumunda olma. (2) Çokuluslu harekâtta yer alma ve doğrudan çıkar alanındaki bir harekat söz konusu ise bu harekatın lider ülkelerinden biri olabilme yeteneğini geliştirme veya çokuluslu güçlere karşı çıkan aktörlerin liderliğine soyunabilme. (3) Krizlere müdahale edebilme ve çatışmaları önleyebilmek için diplomatik, siyasal ve hatta askeri önlemler alabilme veya krizlerin gerçek sorumlusu olarak gösterilen aktörlerin “big game”ini bozmaya neden olma. (4) Kitle imha silahlarıyla caydırıcılık sağlama ya da bu tür tehlikelerden korunma yeteneği geliştirme veya nükleer silahlanma karşısında yer alma. (5) Uzayı kullanabilme veya uzayı kullananların karşısında yer alma. (6) Haber alma sistemlerini ve gözetleme yeteneğini geliştirme. (7) Yüksek yoğunlukta bir çatışma ortamında savaşabilme yeteneğini geliştirme veya ilkel yöntemlerle ileri teknoloji uygulamalarını etkisiz kılma. (8) Psikolojik ve sosyolojik unsurları kullanabilme. 

        1.5.5. Uluslararası Hukuk ve Rejimler:

Devletler işbirliğini artırmak için kurumsal olarak üç seviyede modern uluslararası topluluklar oluşturmaktadır; anayasal kurumlar, temel kurumlar ve belirli bir konu etrafında teşkil edilmiş kurumlar veya rejimler. Uluslararası hukuk, temel kurumların en önemlilerinden biridir. 1789 Fransız devriminden bugüne Batılı tarihsel kökleri nedeni ile uluslararası hukukun temel karakteristiği politik liberalizmin değerleri ile şekillenmiştir. Uluslararası hukukun modern yapısının en önemli karakteristikleri ; çoktaraflı yasama, yasal zorunluluk şekline dayalı rıza, savunma dili ve pratiği, kurumsal otonominin tutumudur.

Uluslararası hukukun dünya düzenindeki konumu hala emekleme aşamasındadır. Uluslararası düzeyden ulus-üstü (supranational) yapı ve kurallara geçmesi için henüz dünya düzeni yeterli olgunluğa sahip değildir. Uluslararası rejimler de uluslararası sistemde düzenleyici bir rol edinmiştir. Rejimler genellikle prensipler, normlar, kurallar ve karar verme prosedürleri olarak ortaya çıkarlar. Rejimi oluşturan anlaşmaların resmiyetine ve beklenti derecesine göre dikkate alınırlar. Güvenlik rejimleri içerisinde silahsızlanma anlaşmaları (SALT-1 vb.), çevre rejimleri içerisinde ozon tabakası ile ilgili Montreal Protokolü, iletişim rejimleri içerisinde Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü düzenlemeleri, ekonomik rejimler için ise uluslararası para sistemi düzenlemeleri örnek verilebilir.

Uluslararası sorunların çözümünde genel olarak kullanılan usuller; müzakere (görüşme), istişare, tahkikat, arabuluculuk, uzlaştırma, hakemlik, uluslararası mahkemeye başvuru, BM veya bölgesel kuruluşlar yolu ile çözüm aramak şekillerini içerebilir .  Nitekim BM Şartnamesi (Md.133/1) “Sürmesi halinde uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye düşürebilecek nitelikte bir uyuşmazlığın tarafları, her şeyden önce müzakere, arabuluculuk, uzlaşma, hakemlik, yargı yoluna başvurma, bölgesel örgütlere ve düzenlemelere başvurma veya kendi seçecekleri başkaca barışçı yöntemlerle bir çözüm arayacaklardır.” ifadesine yer vermektedir.

ABD’nin sık sık kendi çıkarları doğrultusunda uluslararası hukuku göz ardı etmesi bu tür kurumların saygınlığını ve etkinliğini olumsuz etkilemektedir .

Diplomasi, başlıca şu yöntemleri içerir ; müzakere (negotiation), soruşturma (inquiry), dostça girişim (good offices), arabuluculuk (mediation), uzlaşma (conciliation) ve karma yöntemler. Uluslararası bir uyuşmazlığın hukuk yolu ile çözülmesi demek, her şeyden önce o konuda hüküm ifade eden uluslararası hukuk kurallarının bulunması demektir. Mevcut uluslararası hukuk kurallarına aykırı bir davranışın ortaya çıkmış olması karşısında bu olaya mevcut uluslararası hukuk kurallarını uygulayacak yargı yerlerinin veya yargı benzeri kurumların olması gereklidir. Tarafların bu yola gitme konusunda anlaşmış olmaları, çıkacak karara iyi niyetli olarak uyacakları anlamına gelir. Bir uluslararası uyuşmazlığın hukuk yolları kullanılarak çözülmesinde genel olarak iki araç kullanılmaktadır. Bunlardan birincisi hakemlik, diğeri ise yargı yoludur . Her iki yolda tarafların kendi rızaları ile aralarında anlaşarak gidebildikleri birer yoldur.

Hakemliğe gidilebilmesi için, önce uyuşmazlığa taraf olan ülkelerin bir araya gelerek hakemliğin şekli ve içeriği ile ilgili aralarında bir anlaşma yapmaları gerekmektedir. Uluslararası hukuka göre hakemlik kararları genel olarak bağlayıcı nitelik taşır ve daha yüksek makamlara başvuru söz konusu olmamaktadır. Uyuşmazlıkların siyasal yönlerinin daha ağır basması ve pek çok alanda uluslar arası hukuk kurallarının yetersiz kalması gibi nedenlerle, yargı yolu; hakemlik kurumuna göre daha az başvurulan bir yöntem olagelmiştir. BM’de 15 yargıçtan kurulu bir organ olan “Uluslararası Adalet Divanı”, uluslararası uyuşmazlıklara bakmakla görevlendirilmiştir. Lahey Daimi Hakemlik Mahkemesi ise bir mahkeme değil, hakemlik hizmetleri sunan bir kurumdur. 

ABD’nin sık sık kendi çıkarları doğrultusunda uluslararası hukuku göz ardı etmesi bu tür kurumların saygınlığını ve etkinliğini olumsuz etkilemektedir. Bush yönetiminin 2002 yılından beri göz ardı ettiği uluslararası düzenlemeler şu şekilde sıralanabilir ; (1) 1949 Cenevre Anlaşmasına rağmen Afganistan’da savaşın tarafı olan kişilere harp esiri muamelesi yapmayarak Guantanamo’da tutmaya devam etmesi. (2) 1972 Anti-balistik Füze Anlaşması (ABM) anlaşmasını tek taraflı bir şekilde göz ardı ederek füze sistemlerini tekrar yerleştirmesi. (3) Küresel ısınma konusunda Kyto Protokolünü yerine ciddi bir öneri getirmeyerek tek taraflı reddetmesi. (4) 1998’de onayladığı Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni ABD personelinin istisna tutulması için reddetmesi. (5) BMGK onayı ve ABD’ye doğrudan bir tehdit ile ilgili kanıt olmaksızın Irak’ın işgali. (6) Uyguldığı önleyici doktrin ile herhangi bir tehdit olmadan tek taraflı saldırma hakkını kendine vermesi. (7) BM İşkence Sözleşmesi ve Cenevre Sözleşmesi’ne uymayarak Afganistan, Irak ve Guantanamo’da esirlere kötü muamele ve işkence edilmesine yetki vermesi. (8) Hafif silahlar sivillere en çok zarar veren silahların başında gelmesine rağmen BM’de hafif silahların çatışma bölgeleri dışına çıkarılmasına karşı çıkması.

        1.5.6. Nükleer, Biyolojik ve Kimyasal Silah Güvenliği:

        Bütün uluslararası silahların yayılmasını önleme ve silahsızlanma rejimlerinin köşe taşı olan ‘Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT )’ 1968 yılında imzalandı, 1970 yılında yürürlüğe girdi ve 1995 yılında genişletildi. 2000 yılında ise kabul edilen 13 aşama listesi ile topyekun nükleer silahsızlanmayı başarmak için sıkı tedbirler getirildi ve 2003 yılında ilave protokol imzalandı. NPT, ilk beş nükleer güç ve 180'den fazla ülke için önemli bir taahhüttür. Bu konuda 2005'te düzenlenen son BM Konferansına sadece İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore katılmadı; ilk üçü gelişmiş nükleer cephaneliğe sahip, Kuzey Kore'ninkilerse doğum aşamasındadır.

2005 yılında yapılan NPT Gözden Geçirme Konferanslarında ile devam eden ihlaller ve anlaşmanın uygulanması ile ilgili yaptırımların geliştirilmesi konuları görüşüldü. Bu alandaki diğer anlaşmaları Stratejik Silah İndirimi Görüşmeleri (START ) anlaşmaları, Anti-balistik Füze Anlaşması (ABM ) ve Geniş Test Yasağı Anlaşması (CTBT ) olarak sıralayabiliriz . Nükleer endişelerin temelinde bu tür silahları edinmeye çalışan ülkelerin sözde enerji maksatlı olarak kurmaya çalıştıkları nükleer reaktörlerde fosil yakıt olarak kullanılan zenginleştirilmiş uranyumun çok kısa bir süre içerisinde nükleer bomba haline getirilmesi riski yatmaktadır.

 Kısa vadede NPT için Kuzey Kore ve İran konularına çözüm bulunması gerekmektedir .

NPT’nin bugün karşı karşıya olduğu sorunlar aşağıdaki gibi sıralanabilir ; (1) Anlaşma kurallarına uymayarak bazı ülkelerin nükleer silah edinme gayretlerine devam etmesi ve bu durumun Japonya ve Brezilya gibi ülkelerin tutumlarını da etkilemesi. (2) Kuzey Kore’nin anlaşmadan çekilmesi ve müteakip nükleer testleri. (3) İran’ın nükleer programı ve artan seviyede hassas teknolojilere ve yeni çıkan silah programlarına nüfuz etme gayretleri. (4) Ülkeler arasında ihlallere karşı uygulanacak yaptırımlar ile ilgili sınırlı konsensüs. (5) Nükleer terörizm de dahil devlet dışı aktörlerin faaliyetlerine gerekli hassasiyetin gösterilmemesi.

Kısa vadede NPT için Kuzey Kore ve İran konularına çözüm bulunması gerekmektedir. BMGK, 9 Ekim 2006’da kabul ettiği 1718 sayılı ve Kuzey Kore Nükleer Testlerinin durdurulması ile ilgili Karar Tasarısı’nın uygulanması hem BM hem de NPT’nin geleceği için önemli bir prestij konusu olmaktadır. Altı Taraflı Görüşmeler’in başlangıcında olumlu gelişmeler sağlanmış olsa da anlaşmanın tam olarak uygulanması için Kuzey Kore’nin nükleer silah programına son vermesi gereklidir. İran ise uranyumun zenginleştirme faaliyetlerine son verilmesi ile ilgili isteğe uymayınca, BMGK ilk tedbir paketini yürürlüğe koydu. İran için uygulanan strateji ise görüşmeleri açık bırakarak üzerindeki baskıyı zamanla artırmaktır .

ABD, son 50 yılda müzakere edilmiş nükleer silah anlaşmalarının çoğundan çekilmiştir. Örneğin nükleer silahların test edilmesini ve yenilerinin geliştirilmesini sınırlayan Anti-Balistik Füze Anlaşması'ndan çekildi. Diğer yandan NPT’e rağmen Hindistan'a yapılması önerilen anlaşmalar da nükleer silahların yayılmasını önleme rejiminin altını oymaktadır . Hindistan veya NPT'yi imzalamayan diğer ülkelere nükleer teknoloji veya kontrolsüz yakıt satılmıyordu. Bugün, ABD bu kısıtlamaları terk etme yolundadır. Bu durumda Suudi Arabistan, Brezilya, Mısır ve Japonya gibi NPT imzalayıcıları kendilerini kısıtlamaya devam etme gereğinde görmeyebilir. 

Biyolojik ve Zehirli Maddeler Konvansiyonu (BTWC ) 1925 Cenevre Konvansiyonu’nu takiben 1972 yılında imzalandı. 151 üyesi olan BTWC’ye üye olmayan İsrail de dahil 27 ülke bulunmaktadır. Suriye ve Mısır’da dahil 15 ülke ise imzalamış ancak onaylamamıştır. 2002 yılında beşinci konferansını yapmış olmakla birlikte hala pek çok ülke protokol ile öngörülen tedbirleri uygulamaktan uzaktır. Özellikle savunma ve saldırıya yönelik biyolojik maddelerin nasıl ayrılacağı konusu belirsizdir. 

Kimyasal Silahları Yasaklama ve Depolama Konvansiyonu (CWC ) 28 Nisan 1997’de yürürlüğe girdi ve 160’dan fazla ülke üye durumdadır. İsrail de dahil 21 ülke ise imzalamış olmakla birlikte henüz onaylamamıştır. 2003 yılında ilk konferansını icra etmiştir. BTWC doğrudan bir denetim sistemine sahip değilken CWC’de bir tarafın isteği üzerine zamana bağlı olmaksızın başka bir ülkede denetim sistemi öngörülmektedir. 

2000’li yıllardaki gelişmeler nükleer silahlar konusundaki endişeleri artırmaktadır. NATO Stratejik Konsepti; “ABD stratejik nükleer kuvvetleri tarafından ittifakın güvenliğini sağlama garantisini” ve “İngiltere ve Fransa’nın bağımsız nükleer kuvvetlerinin ittifakın toplam caydırıcılığına katkı sağlayacağını” ifade etmektedir. İngiltere 2002 yılında yayınladığı Stratejik Savunma Gözden Geçirme dokümanında nükleer silah kullanmayı kendi savunma gereksinimlerine bağlamaktadır . Fransa, Haziran 2002’de “muhtemel saldırganın politik, ekonomik ve askeri merkezine ulaşmak için daha isabetli, daha az güçlü ve daha uzun menzilli nükleer silahlar geliştirme” konseptini kabul etti . 

ABD ise yeni ‘Üçlü doktrini’ ile (nükleer ve nükleer olamayan vurucu kabiliyetler; aktif ve pasif savunma; karşı koyucu alt yapı) nükleer silahlarını elimine etmemekte, ancak caydırıcılık sağlamada nükleer silahlara bağımlılığını azaltmayı amaçlamaktadır . Diğer bir endişe konusu da ABD’nin geliştirmekte ‘füze kalkanı’ projesidir. ABD ülke topraklarını ve ülke dışındaki kuvvetlerini korumak amacıyla 2000’li yılların başından beri bir “füze kalkanı” oluşturmaktadır. 2004-2005’ten itibaren fiilen hayata geçirilen sistem Kuzey Kore, İran ve Çin gibi ülkelerden gelecek füzeleri tespit ve takip eden bir dizi gözetleme uydusu ve füzesavar radarlarından oluşmaktadır.

Nükleer silahların taşıdığı risk kullanıldığı füze ve savunma sistemleri ile de yakından ilgilidir. Modern kılavuz sistemlerinin isabet derecesi ve stratejik balistik taşıyıcıların kısa uçuş süresi nedeni ile yere konuşlu kıtalararası balistik füzelerin (ICBMs) ikinci bir reaksiyon göstermesi çok zordur. Yüksek vuruş kabiliyetli bu füzeler genellikle ilk vuruş için kullanılır ve bu önleyici darbe taktiği stratejik istikrarın hep tehlikede olması demektir. Denizatlılardan atılan Trident-2 gibi sistemler de güçlü çoklu başlıklara (MIRV) sahip olduklarından karadaki ICBM’ler ile aynı tehlikeyi yaratırlar. 

2000-2001 yıllarında Rus hükümetinin stratejik nükleer kuvvetlere ayırdığı bütçesini büyük ölçüde kısıtlaması ile mevcut stratejik nükleer füzelerin % 90’ının 10-15 yıl içinde bulundukları yerlerde kullanılamaz hale gelme riski ortaya çıktı. Bu durumda erken ikaz sistemine güvenmek zorunda olan Rusya’nın mevcut radarlarının pek çoğu NATO’ya girmeye çalışan Eski Sovyet Ülkelerinde kalmıştı. Üstelik Rusya’nın bütçeyi azaltması ABD’yi Rusya ile stratejik silah indirimi (ABM, START 2 ve START 3) görüşmelerinden uzaklaştırdı. 2005 Mart ayında Bratislava’da Rusya-ABD Zirvesi yapıldığında Rus tarafı artık iki tarafın elinde ne olduğunu bilmediği gibi nasıl bir plan yapılacağını bile anlamaktan uzaktı. Nitekim Rus nükleer unsurlarının ABD kontrolüne verileceği söylentileri bile çıktı .

7. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

16 Kasım 2020 Pazartesi

ULUSAL GÜVENLİK KAVRAMININ TARİHSEL VE DÜŞÜNSEL TEMELLERİ BÖLÜM 2

ULUSAL GÜVENLİK KAVRAMININ TARİHSEL VE DÜŞÜNSEL TEMELLERİ BÖLÜM 2 


Politik Teoriler, Tehditler, Ulusal Çıkarlar, Ulusal Güvenlik,Yrd. Doç.Dr. Fikret BİRDİŞLİ,İdealizm, Realizm, Liberalizm, Marksizm,


Politik Liberalizm: Liberal demokrasi taraftarlığıdır.31 
Kültürel Liberalizm: Bireysel hak ve özgürlüklerin en ön planda tutulması ve gerek devlet ya da dinsel nedenlere bağlı olarak bunların kısıtlamasına karşı 
olunmasıdır. 
Ekonomik Liberalizm: Özel mülkiyetin temel alınarak devletin ekonomiye müdahalesine ya da devlet mülkiyetine karşı çıkılmasıdır. Diğer bir anlamda piyasa sistemi yaratmak üzere yola çıkan bir toplumun düzenleyici ilkesi denilebilir.32 
Sosyal Liberalizm: Liberalizmin aşırı bireycilik taraftarı Herbert Spencer ve Von Humboldt’un “Devlet yurttaşların olumlu refahı yönündeki her kaygıdan 
kaçınmalı ve onların karşılıklı güvenliği ve düşmanlara karşı korunması için gerekli olandan daha ileri gitmemeli” şeklindeki düşüncelerine karşı devletin sosyal sorumluluklar taşıması gerektiğini savunan görüş.33 

Muhafazakâr Liberalizm: Özgürlük ve mülkiyet haklarıyla birlikte gelenekleri ve ahlaki devamlılığı savunan görüş.34 Muhafazakâr liberalizm, klasik liberalizmin 
ilkelerinin çoğunu kabul etmekle birlikte aşırı bireyciliğe karşı gelenekleri savunan, toplumsal değerleri önemseyen, değişen şartlarla birlikte değişmeyen insan doğasına vurgu yapan bir görüştür. Bu görüşler öncelikle İngiliz Muhafazakâr Partisi içinde ortaya çıkmıştır.35 

Neoliberalizm: Ekonomik liberalizme ait düşünceleri taşımasıyla birlikte 
II. Dünya Savaşı sonrası dönemde özellikle 1980 sonrası yaygınlaşan aşırı kapitalist bir akımdır. Devletin ekonomiye müdahalesini en aza indirgeyerek ekonomik ve siyasal hayatta sadece düzenleyici bir organ olmasını savunur. Bu nedenle kamusal mülkiyetin özelleştirilmesi, devlet dışı organların politik karar sürecinde etkinliğinin artırılması gibi uygulamaları, güçlü sermaye gruplarının yönetim üzeride etkinliği artarken zayıf ve marjinal kesimlerin dışlandığı itirazıyla eleştirilir.36 
Bu nedenle kimi yazarlar tarafından neoliberalizm, şirket liberyanizmi olarak adlandırılır.37 
Tüm bu farklı yaklaşımları incelediğimizde liberal düşünce akımı içinde politik liberalizmle, ekonomik liberalizmin ana kolları oluşturduğunu söyleyebiliriz. 
Bu nedenle liberalizmin güvenlik teorilerine ya da güvenlik politikalarına etkileri politik ya da ekonomik çıkarları koruma kaygısı üzerinden gerçekleşmiştir. 
Genelde liberalizmin kurucusunun Adam Smith olduğu ifade edilse de özellikle politik liberalizm’i John Locke’a (1632-1704) dayandırmak daha doğru olur. 
John Locke, Hobbes’la birlikte aynı dönemin İngiliz düşünürleridir. Fakat Locke’ın Hobbes’tan en önemli farkı monarşiyi değil parlamentoyu savunmasıdır. 
Doğal hukuk doktrinini savunmak noktasında ise Locke, Hobbes’la birleşir. Ayrıca Locke’ın bir diğer farkı da güvenlik konusunda Hobbes’un devlete yaptığı vurgudan farklı olarak insanların bir tiranın egemenliğinde yaşamaktansa hükümetin olmadığı doğal bir yönetimde (state of nature) yaşamalarının daha güvenli olacağını söylemesidir. Locke’a göre insanlar kendilerini bir tehdit altında hissetmedikleri sürece doğal haklarından devlet adına vaz geçmeyeceklerdir ve güvenli olmak adına temel haklarından devlet adına vaz geçmelerindense kendi güvenliklerini sağlama özgürlüğüne sahip olmaları daha iyidir.38 

Locke’ın ekonomi konusunda düşünceleri ise yine kendi döneminde yaşanan önemli değişimleri yansıtacak biçimdedir. Locke’ın yaşadığı dönem aynı zamanda 
merkantilizmin yükselişe geçtiği bir dönemdir. 1688 devrimiyle soyluların dışında yeni zenginleşen bir sınıf ortaya çıkmaya başlamıştır. Orta sınıf ya da burjuva 
olarak adlandırılan bu sınıf, zenginliklerini geleneksel kaynaklardan ya da topraktan değil doğrudan kendi girişimciliklerinden elde etmektedirler. Zenginliğin 
kaynağındaki bu değişimle birlikte politik gücünde Aristokrasiden Burjuvaziye doğru kaymaya başlaması Lock’ın mülkiyete olan bakışını derinden etkilemiştir. 
İnsanın kendi vücudunu ilk ve en temel mülkiyeti olarak gören Locke, hayatını devam ettirmek için ihtiyaç duyduğu zenginliği korumayı da kendi vücudunu 
korumak gibi temel hak ve özgürlükler arasında görmüştür ve bu hakkın engellenmesini kabul edilemez bulmaktadır.39 Bu yaklaşım liberalizm kaynaklı güvenlik politikalarına ontolojik güvenlikle mülkiyet güvenliğini eş düzeyde gören katı bir kendini koruma (self-preservation) refleksini kazandırmıştır. 
Locke bu düşüncelerinin daha da ötesine giderek politik gücün kalıtsal olarak devredilen haklara sahip olanlar tarafından değil kamu zenginliğine katkıda 
bulunanlar tarafından belirlenmesi gereğine işaret eder. Belki de bu yönüyle Locke tam olarak 17’nci yüzyılda anlaşılacak olan katı materyalizmin ilk mucidi olarak da görülebilir.40 

Liberalizmin önemli düşünürlerinden bir diğeri ise Jean Jacques Rousseau (1712–1778)’dur. İsviçre’nin Cenevre şehrinde doğan Rousseau, aydınlanma felsefesinin 
merkezi olan Paris’te uzun süre yaşayarak Diderot, D’Alember ve Voltaire gibi ünlü düşünürlerle tanışma fırsatı bulmuştur. En ünlü yapıtları olan Emile 
(Emile ou de l’education) ve Toplum Sözleşmesi (Du Contrat Social) bu dönemin eserleridir. 

Rousseau’nun bilinen en yaygın görüşü modernitenin insan doğasını bozduğu ve kendine yabancılaştırdığı yönündedir. Medeniyeti kibir ve küstahlıkla eşit görüp servet biriktirmenin ve aşırı materyalizmin insanın doğasını bozduğu ve bireysel gelişimini engellediğini ileri sürer. Bu düşüncelerinin şekillenmesinde sürekli himaye altında geçmiş, kibirli ve zengin Paris sosyetesi tarafından küçümsenmiş kendi ezik yaşamının etkili olduğunu söyleyebiliriz. “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma” (Discours sur les Sciences et les Arts), ile “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri” (Discours Sur l’Origine et Les Fondements de l’Inégalité Parmi Les Hommes) isimli ünlü eserlerinde bunu açıkça görmek mümkündür. Rousseau moderniteyi yanlış değer yargıları üretmesi ve kötü toplumsallaşmaya neden olması nedeniyle yerer. Bu nedenle çağın şartları arasında insanın yeniden kendine nasıl döndürüleceği ve onun toplumsal ve politik varoluşunun nasıl iyileştirilebileceği konusunda kafa yorar.41 Sonuçta sosyal kollektivitenin gücünün insanı yeniden yaratmak ve onu doğal yaşama yaklaştır mak için kullanılabileceğini öne sürer.42 Locke’da devletin görevi bireysel hakların ve mülkiyet haklarının korunması ile sınırlı iken, Rousseau devlete ortak iyiliğin ya da kamusal esenliğin gerçekleşmesi ödevini yükler.43 Bu durumda Rousseau’ya göre bireysel özgürlükler ancak bir bütünün parçası olarak uygulanabilir. 

Rousseau’nun Fransız devrimi üzerindeki etkileri daha çok devrimci görüşleri nedeniyledir. İdealize edilmiş bir toplum tasarımı yaratıp, var olan yapıyı dönüştürmek anlamında bir toplum mühendisliği projesi içermesi nedeniyle Roussea’nun fikirlerinin devlet merkezli güvenlik teorilerine ilham kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. 

Liberal düşünürlerin bir diğeri ise John Stuart Mill (1806-1873)’dir. Mill aynı zamanda faydacılık akımının (utilitarinism) önemli savunucularındandır. Hukukta, 
felsefede, siyasette insanların nasıl daha mutlu edilebileceği düşüncesinin temel referans alınmasını savunur. Bu bakımdan devletin görevinin çok sayıda 
insanı en büyük oranda mutlu etmek olması gerektiğini düşünür. 
Mill’in yaşadığı dönem Avrupa’da ekonominin hızla sanayileştiği ve kentlerde işçi kesiminin giderek arttığı bir dönemdir. Eski aristokrasi sınıfı yerini hızla 
merkantilistlere ve burjuvaya bırakmaktadır. Yaşadığı bu ortam Mill’in bireysellik, ekonomik özgürlük gibi konulara olan ilgisinin artmasına neden olmuştur. Mill’e 
göre bireysel özgürlükler çoğunluğun mutluluğuyla dengelendiğinde değerlidir. İnsanların mutluluğunun kaynağı ise insan karakterinin uygun gelişimine bağlıdır 
ve bu da ancak özgürlüklerin artırılmasıyla mümkündür. Fakat bunları sağlamak için insanlar üzerinde ne devlet ne de toplumdan kaynaklanan bir baskı olmamalıdır. 
Bu nedenle Mill, paternalist devlete karşı çıkar. 1848 yılında Fransa’da ki sosyalist devrim sırasında yazdıkları incelendiğinde Mill’in bazı sosyalist fikirleri 
savunduğu bizleri şaşırtmamalıdır. Çünkü o, bir yandan devlet merkezli bir sosyalizmi reddederken diğer yandan iş ve işçi haklarını savunur. Bu ve benzeri fikirlerin tartışıldığı dönemler aynı zamanda Marx ve Engels’in daha sonra komünist manifestoda yer alacak olan fikirlerinin geliştiği günlerdir. İşçi sınıfının oldukça kötü koşullarda olduğu bu dönemde Mill’in insanların mutluluğu ve özgürlüğü yönündeki düşünceleri demokratik sosyalizmi onun için biraz daha çekici kılmıştır. 
Bu nedenle genel olarak Mill’in düşüncelerinde; bireysel özgürlük ve ortak mutluluğu sağlamak için devlete verilen geniş rol gibi birbiriyle uyuşmaları zor olan düşüncelerin izine sık rastlanır. Fakat yinede Mill özgürlükler konusuna yaptığı yoğun vurgudan dolayı liberal düşüncelerin kaynağı olarak görülmekte dir.44 
Eleştirel felsefi düşüncesiyle liberal düşünce geleneğinde farklı bir çığır açan diğer önemli bir düşünür ise Immanuel Kant’dır (1724-1804). Eleştirel felsefenin 
kurucusu olan Kant aynı zamanda kendinden sonra gelen Fichte ve Hegel’i de etkileyerek Alman idealizminin kurucusu sayılmıştır.45 Kant ahlak, akıl, hukuk 
ve din konularındaki yazılarının yanında Fransız devriminin etkisinde politikayla da ilgilenmiştir. Devrimin etkisiyle Avrupa’da yayılan savaş içinde siyasi çıkış 
yolları arayan Kant günümüzdeki güvenlik politikalarını önemli oranda etkileyen “Ebedi Barış (Perpetual Peace)” adlı eserin sahibidir. Bu çalışmasında politik ve 
ekonomik gelişmelerin sonucunda savaşların ortadan kaldırılmasına yönelik bir senaryo yer almaktadır. 
Fransız devriminin yayılmacı etkisine karşı Kant’ın yaşadığı Prusya’da Friedrich Wilhelm’in liderliğinde siyasal bir direniş yaşanmaktadır. Almanlar Fransız gücünün ülkelerine yayılmasını istememelerine rağmen Fransız Devrimi kaynaklı aydınlanmacı düşüncelerin ülkelerine taşınmasına engel olamamışlardır. 
Kant’da devrim sonrasında Fransa’da kraliyet ailesinin idamını onaylamamakla birlikte Fransız Devrimi etkisinde gelişen eşitlik ve halkın temsili gibi konulara 
sempati duymaktadır. Bu sırada Fransa ve Prusya arasında varılan anlaşmanın ışığında ve aydınlanmanın evrensel düşüncelerinin etkisi altında Kant’ın “Ebedi Barış” adlı kitabını yazdığı görülmektedir.46 

Kant “Ebedi Barış” kitabında savaşı kanunsuz ve hukuk dışı olarak görmüş gerçek cumhuriyetçi bir hükümetin ebedi barışı sağlamak için tüm vatandaşlara 
eşitlik ve özgürlük sağlayan bir hukuk düzenini kurmak ve korumakla görevli olduğunu ileri sürmüştür.47 Bu bağlamda kalıcı bir barışının anlaşmalarla değil hükümetlerin yapısında ve dünya çapında yaygın bir ekonomide (ki buna bir anlamda küresel ekonomi diyebiliriz) birçok değişiklikler yapmakla mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Benzer düşünceler Kant’ın takipçisi Fichte’de (1762-1814) de görülmektedir. Fichte’ye göre devlet ne kadar iyi örgütlenmişse o kadar az farkına varılır ve barışçı gücü ve iç ağırlığı sayesinde bir dış güç olarak eylemde bulunma ihtimali baştan engellenir.48 

Kant, Fichte ve Hegel’in bu ve benzeri düşünceleri liberal idealizmin ve insan merkezli güvenlik yaklaşımlarının düşünsel kaynaklarını oluşturur. 

4.4. Marksizm: 

Uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi alanlarında olduğu gibi ulusal güvenlik konusunda da söz edebileceğimiz diğer bir düşünce akımı ise 
Marksizm dir. Fakat Marksizm’in güncel ulusal güvenlik politikalarına olan katkıları kuramsal inşa boyutundan çok eleştirel düzeydedir. 
Marksizm’in kurucusu olan Karl Marx (1818-1883) idealist bir düşünür olan Hegel’in diyalektik tarih felsefesinden yoğun bir şekilde etkilenmiştir. Hegel 
felsefesi sağ’dan sol’a geniş bir siyasi yelpazeyi etkilemişken Marx kendini sol kanat genç Hegelcilerden olarak kabul etmiş ve Hegel felsefesini kullanarak muhafazakâr Prusya hükümetini ve dini eleştirmiştir. Ağırlaşan siyasi şartlar nedeniyle Paris’e taşınan Marx, orada hümanist ilahiyat görüşleriyle ünlü Ludwing 
Feuerbach’dan (1804-1872) etkilenerek kendi materyalist politik ve ekonomik düşüncesini şekillendirmeye başlamıştır. Bu sırada daha sonra Marx’ın fikirlerini 
geliştirecek ve yaygınlaştıracak olan Engels’le (1820-1895) tanışmıştır. Bu nedenle Marksist düşünceyi incelerken genelde Marx ve Engels birçok yerde birlikte anılmaktadır. 
Marksist düşünce, sanayi kapitalizmin doğup geliştiği ve ağır işşartlarında insanların ezildiği bir dönemde doğmuş ve şekillenmiştir. Bu şartların doğurduğu 
sosyal eşitsizlik ve adaletsizlik insanların temel hak ve özgürlükleri bağlamında Marx tarafından eleştirilmiştir. Bu nedenle sosyal adalet ve eşitlik düşüncesi 
Marx’ın düşüncesinde ontolojik güvenliğin hareket noktası olmuştur. İngiltere sanayi şartlarında ağır koşullar altında çalışan işçileri modern köleler olarak tanımlayan Marx bu sosyal sorunun ancak sınıf bilincinin gelişerek insanların kendi haklarının savunucusu olmalarıyla çözülebileceğini düşünmüştür.49 

Marx’a göre insanların hayata ve hayata ait olan her şeye yönelik algıları ve fikirleri aslında kendi maddi yaşam ilişkilerinin bir ürünüdür. Bu yaşam ilişkileri 
içinde en belirleyici olan ise üretim ilişkileridir. Çünkü Marx’a göre yaşama dair her edinim bu üretim ilişkileri sonucunda ortaya çıkar. İnsanın ürettiği ile kendisi 
arasında yoğun bir ilişki vardır yani bir anlamda insan ürettiği şeye kendinden bir şeyler katar. Fakat ürettiği şeyi sürekli olarak yabancıya kaptırmak onu yabancılaştıracaktır. 

Bu bağlamda işin yabancılaşarak içerik kaybetmesi üretilen nesnenin üreticisinden bağımsız bir güç gibi görünmesine ve ayrıca insanın kendine de yabancılaşmasına 
neden olmaktadır.50 

“Bilinç yaşamı değil yaşam bilinci belirlemektedir” diyen Marx ve Engels’a göre maddi şartlar insanın üretim yeteneğini ve sürecini etkileyen öncül unsurlardır. Bu nedenle üretim ilişkileri sırasında ortaya çıkan değişiklikler aynı zamanda tarihsel süreci belirleyen temel öğelerdir. Bilinç ve fikirler ise maddesel tarihin refleksinden başka bir şey değildir. O halde bir şeyin gerçek pozitif bilim sayılabilmesi için maddi yaşam şartlarını ve üretim süreçlerini konu almalıdır.51 

Marx’a güre üretim araçların elinde bulunduran ve maddi güce sahip olan sınıf aynı zamanda tinsel güce de egemendir. Yani yükselen her sınıf kendi çıkar ve 
beklentilerini toplumun çıkar ve beklentileri gibi sunar. Bu durumda kendi çıkarlarına yönelik tehditleri yaygın bir tehdit gibi göstererek ya da kendi çıkarlarının güvenliğini toplumun güvenliği gibi sunarak kolektif güvenlik politikaları içinde aslında sınıfsal çıkarların güvenliği güdülecektir. 

Yine bu durumda devlete getirilen tanım ve görevde son derece önemlidir. Çünkü devleti sınıflar üstü toplumsal çatışmaların ötesinde bağımsız bir varlık olarak sunmak ekonomik ilişkiler kökenini silip ortadan atmak demektir.52 

Devleti bu şekilde tanımladığınızda tarafsız devletin algıladığı tehditler ya da bu tehditlere yönelik geliştirilen güvenlik siyasalarının toplumun tümüne ait 
yaygın korumacılık politikaları gibi görülmesi sonucunu çıkartır. Oysaki Marx’a göre devlet egemen sınıfın egemenliklerini devam ettirmelerinin bir aracı  olmaktan başka bir şey değildir.53 Hatta bu durumda devletin ve hukukun bağımsızlığı iddiaları arttıkça devletin ve hukukun belli bir sınıfın organı olması da artar. 

Marx’ın tanımladığı önemli kavramlardan biride “meta” kavramıdır. 

Marx’a göre meta her şeyden önce insanın dışında olan ve taşıdığı özellikler nedeniyle insan gereksinimlerini gideren bir şeydir.54 Fakat Marx bu nesnenin gereksinimleri geçim aracı olarak doğrudan mı yoksa bir üretim aracı olarak dolaylı yoldan mı karşıladığıyla ilgilenmemektedir. Marx’ın asıl ilgilendiği şey meta olarak tanımlanan şeyin kulanım ya da değişim değeridir. Çünkü nesneler kullanım değeri dikkate alınmadan sadece bir değişime konu olduğunda kendilerini farklı ve yararlı kılan öznel değerlerini yitirirler ve her şey somut insan emeğine indirgenmiş olur.55 Örneğin değişime konu olduğunda beş kilo buğday elli kilo demire eşdeğer olsun. Kullanım değerleri dikkate alınmadığında buğday bir besin olarak anlamını yitirir ve besleyici olmayan demir ile aynı kategoride yer alır. Bu nedenle bir şey değişime konu olduğunda metalaşır ve gerçek anlamını kaybeder. Ya da başka bir ifadeyle değişime konu olan her şey kendi öznel değerinin dışında bir değer taşımaya başlar.56 

5. Sonuç 

Güvenlik, insanlığın en temel kaygılarından biri olduğu gibi aynı zamanda siyaset biliminin köklü kavramlarındandır. Ontolojik güvenlik kaygısı, zaman içinde 
mal, mülk ve sosyal statü gibi insanın kendi varlığına sonradan eklenen şeylerin eklentiden ziyade varlığın asli bir parçası gibi algılanıp savunulmak istenmesiyle 
genişleyerek sosyal ve politik nitelikler kazanmıştır. 
“İnsan kendini nasıl güvende hisseder ya da hissetmeli?” veya “Neyin güvenliğini sağlamak daha önemli ve önceliklidir?” gibi sorular sosyal ve politik 
içerikli güvenlik kaygılarının yönünü belirler. Bu konuda geliştirilecek önlemlerin niteliği ise tanımlanan tehditlere göre değişir. Sürekli güvenlikle birlikte anılan 
tehdit kavramı ise bir dikotomi olarak güvenliği betimleyen temel bir kavramdır. Yani tehditler tanımlanmadan güvenlik tanımlanamaz veya tehditler bertaraf edil
meden güvenliğe kavuşulamaz. Korunmak istenen şey ya da değerin karşısında gelişen her türlü olumsuzluk ise yine bir tehdit olarak algılanabilir. 
Güvenlik konusuyla ilgili diğer bir önemli kavram ise “çıkarlardır”. Çok genel anlamıyla “yarar sağlayacağı beklenilen şey” anlamına gelen çıkar kavramı 
kişisel, toplumsal ya da ulusal çıkarlar şeklinde betimlenebilir. Sahip olunan şeyleri korumanın diğer bir yolu onun devamlılığını sağlamaktır. Bunun için giderek 
artan ihtiyaçlar ya da zamanın yıpratıcı etkisi karşısında sahip olunan şeyleri artırmak, çoğaltmak veya değerli kılmak gerekir. Bu bağlamda korunmak istenen değerlere katkı sağlayacağı düşünülen şeyler çıkar kavramı altında incelenmekte dir. Bireysel çıkarlar konumuzun dışında olmakla birlikte bireylerden oluşan bir toplumun çıkarlarının nasıl saptanacağı, kim tarafından belirleneceği ve bu çıkarların hangi yöntemlerle güdüleceği siyaset biliminin önemli sorunlarından biridir. 
Literatürde bu sorulara verilen cevaplar ulusal güvenlik konusundaki genel yaklaşımları da ortaya koyar. Örneğin devlet, ekonomi, politika ve ortak değerler 
(dini, milli vb.) gibi tüm toplumsal dinamikler, toplum adına saptanmış bir amaca yöneltmek için kullanılan bir araç olarak görüldüğünden “devletin çıkarları” her 
şeyin üstünde tutulmakta ve bu yaklaşıma “devlet merkezli güvenlik yaklaşımı” denilmektedir. Devlet, bireylerin çıkarlarını gözetmesi ve bireylere hizmet etmesi 
gereken bir araç olarak düşünüldüğünde ise güvenliğin öznesi birey olacağından bu yaklaşım “insan merkezli güvenlik yaklaşımı” olarak adlandırmaktadır 
Bu düşüncelere ek olarak adeta devlet ve insan merkezli yaklaşımları farklı bir yöntemle sentezleyen bir görüş daha vardır. Bireylerin huzurlu ve güvenli yaşamının ancak iyi örgütlenmiş bir devlet çatısı altında mümkün olduğuna inanan bu görüşe göre iyi örgütlenmiş güçlü bir devlet demek; sosyal, politik ve özellikle 
ekonomik dinamikleri iyi işleyen devlet demektir. Bu durumda sosyal ve politik yaşamı büyük ölçüde destekleyen ekonomik çıkarların dikkate alınması dolaylı 
olarak devletin ve tüm toplumun çıkarlarının dikkate alınması anlamına gelir. 
Ulusal güvenlik konusunda öne çıkan tüm bu yaklaşımlar siyasetin temel kuramları olan Realizm, İdealizm, Liberalizm ve Marksizm’in etkisiyle gelişerek 
biçimlenmiştir. Bu nedenle ulusal güvenlik kavramı ilk kez ortaya atıldığı 1947 yılından itibaren değil daha gerilerden başlayarak irdelenmelidir. Siyasal düşünceler tarihi incelendiğinde ister devlet merkezli, isterse insan merkezli güvenlik yaklaşımları olsun, bu politikaları biçimlendiren temel referansların temel siyasal düşünce akımlarından esinlendiği fark edilmektedir. Zaman içinde değişen tek şey algılanan tehditler ve bu doğrultuda önerilen güvenlik önlemleri olup bu temel referanslar ulusal güvenlik politikalarının güncellenmesinde en önemli etkenler olarak her zaman yerini korumaktadır. 

Ulusal güvenlik politikalarının bu dinamik niteliği onu iç ve dış politikalarda referans politika seviyesine yükseltmiştir. Soğuk Savaş yılları sonrasında 
küreselleşmenin etkisiyle tehditler çeşitlenmekle kalmamış aynı zamanda tehditlerin etki alanları da genişlediğinde ulusal, yerel politikalardan ve güvenlik önlemlerinden daha çok bölgesel ve küresel eylem planları öne çıkmaya başlamıştır. 
Bu gelişmeler nedeniyle ulusal güvenlik konusu uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde ele alınan bir konu başlığı olmaktan çıkarak başlı başına bir alan 
haline gelme eğilimindedir. Yeni ulusal güvenlik politikalarını biçimlendiren dış faktörlere ve bu doğrultuda geliştirilen yeni politikalara rağmen, temel siyasal düşünce akımlarının ulusal güvenlik politikaları üzerindeki biçimlendirici etkisi varlığını korumaya devam etmektedir. 


DİPNOTLAR;

1 Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, Everest Yayınları, İstanbul, 2009,s.219. 
2 P.G.W. Galare, Oxford Latin Dictionary, Clarendon Pres, Oxford, 2005, p.1722. 
3 Pauline Kerr, “Human Security”, (ed.Alan Colins), Contemporary Security Studies, Oxford University Press, pp.89-108. 
4 http://www.state.gov/r/pa/ho/time/cwr/17603.htm, 1947, 10.09.2009. 
5 Arnold Wolfers, “National Security:As an Ambiguous Symbol”, Political Science Quarterly,, Vol. 67, No.4, Academy of Political 
   Science Publication, 1952, pp. 481–502, 
6 Wolfers, p.482
7 Wolfers, p.491 
8 UNDEP, Human Development Report, Oxford University Pres. New York, 1994, p.24 
9 Ralf Emmers, “Securitization”, (ed.Alan Collins), Contemporary Security Studies, Oxfort University Pres, Oxford, 2007, p.111. 
10 Arslan, Topakkaya, "Politika Kavramının Farklı Anlamları Üzerine Bir Analiz", Maltepe Ünv. Fen-Edb. Fak. Dergisi, 2007.a, s.1, s.6 
11 Laurie M. Bagby, Political Thought, Wadsworth/Thomson Learning Publication, Toronto, 2002, p.3 
12 Teleoloji bilim alanında “niçin?” sorusuna yanıt vermeye çalışırken, epistemoloji de insan zihninin ve davranışlarının olgusal nesne ya da mantıksal veriden çok amaçlar, çıkarlar ve değerler tarafından yönlendirildiğini savunur (A.Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay, İstanbul, 2000, s.918). 
13 Cevizci, s.918. 
14 Edward H.Carr, (1892–1982) liberal realist ve daha sonra sol kanada geçen İngiliz tarihçi ve uluslararası ilişkiler teorisyeni. Uluslararası İlişkilere klasik realist görüşü kazandırmıştır. En önemli yapıtı olan “Yirmili Yılların Krizleri” kitabında realizm ve idealizm’in üç dikotomisini şu şekilde sıralar. 
a.Tarih nedenlerin ve sonuçların sıralamasıdır bu nedenle ancak zihinsel bir etkinlik ve analizle anlaşılabilir, 
b.Teori pratiği yaratmaz, pratik teoriyi yaratır, 
c.Politikalar etiğin bir fonksiyonu değil ancak politik etiğin bir fonksiyonudur. 
15 Aktaran Tayyar ARI, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, Alfa Yayınları, İstanbul, 2004, s.89. 
16 İdealizm en iyi yaşam koşullarının sağlanarak bireysel çıkarların maksimize edilebileceğini savunur. Fakat tek başına bireyin bunu sağlayacak gücü yoktur. Toplumun kolektif gücü ise bireyselliğe baskın gelmekle kalmaz, çoğunluğun tercihi doğrultusunda en iyi olan içinde belirleyicidir. Bu durumda ütopyacı düşünürler toplumsal çıkarlar ile bireysel çıkarların doğal olarak uyuşacağını 
ileri sürerek bireyin çoğunluğa boyun eğmesinin aynı zamanda kendi çıkarları gereği olacağını savunurlar. Bu durum çıkarların harmonisi (harmony of interests) olarak adlandırılır. (Edward Hallet Carr, The Twenty Years’Crisis, Palgrave Mcmillan, New York, 2001, p.42). 
17 Carr, p.42. 
18 Laurie M. Bagby, Political Thought, Wadsworth/Thomson Learning Publication, Toronto, 2002, p.49
19 Niccolo Machiavelli, Hükümdar, (çev. Mehmet Özay), Şule Yayınları, İstanbul, 2005, s.64 
20 Machiavelli, s.70 
21 Machiavelli, s.89 
22 Michael Hardt ve A.Negri, İmparatorluk, (çev. A.Yılmaz), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2008, s.119. 
23 Püriten, tutucu, belli kalıplara dâhil olan anlamındadır. 16 ve 17’nci yüzyıllarda I. Elizabeth’in başlattığı reformist hareketlere karşı çıkan Protestan hareketin siyasi alana yansımasıdır. Buna göre püritenler güç kullanarak dünyayı doğru, adaletli sevgi dolu yapmanın mümkün olduğunu savunurlar. 
24 Thomas Hobbes, Leviathan, (çev. Semih Lim), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, s.127. 
25 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, Alfa Yayınları, İstanbul, 2004, s.93.26 Joshua S. Goldstein, International Relations, H. Collins College Publication, New York, 1996, p.46.27 İ.Yaşar Vural, C. Can Aktan, Özgürlük Yazıları, Çizgi Kitapevi, İstanbul, 2003, s.120.28 Batı felsefesinin aydınlanma dönemi düşünürlerinin Tanrı, özgürlükler, ahlak, akıl, metafizik gibi konulardaki alabildiğine özgürlükçü ve geniş rasyonel düşünceleri, konu siyaset ve yönetime gelince oldukça tutucu ve dar bir alana sıkışmaktadır. Egemenliğin kaynağı ve meşruiyet konularında mevcut yapıyı eleştirirken aslında yönetim konusunda yaşadıkları dönemin kalıplarını çok az aşabilmişlerdir. Bu nedenle aynı düşünürlerin siyaset felsefesi içinde bir birinden çok farklı alanlarda referans olarak gösterildiği sıklıkla görülmektedir. 
29 Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, (çev. Muammer Sencer), Say Yayınları, İstanbul, 2002, s.116. 
30 Laurie M. Bagby, Political Thought, Wadsworth/Thomson Learning Publication, Toronto, 2002, p.85.
31 Richard Rorty, Pragmatizm ve Politik Liberalizm, (Çev. Banu Özdemir) Sitare Yayınları, İstanbul, 2010, s.172. 
32 Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, (çev. Ayşe Buğra), İletişim Yayınları, İstanbul, 2007, s.196. 
33 Andrew Vincent, Modern Politik İdeolojiler, (çev. Arzu Tüfekçi), Paradigma Yayınları, İstanbul, 2006, s.52. 
34 Russel Kirk, “Ten Conservative Principles”, The Politics of Prudent; The Russel Kırk Center, 1993, p.101. 
35 Kirk, p.101 
36 Hardt ve Negri, s.315. 
37 David, C. Korten, Dünyayı Yöneten Şirketler, (çev. Mustafa Cesar), İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2008, s.106. 
38 Laurie M. Bagby, Political Thought, Wadsworth/Thomson Learning Publication, Toronto, 2002, p.88
39 Donald Tannenbaum ve David Schultz, Siyasi Düşünce Tarihi, (Çev.Fatih Demirci), Adres Yayınları, Ankara, 2006, s.271. 
40 Bagby, p.3. 
41 Arslan Topakkaya, “Hobbes, Locke, Rousseau ve Kant Hukuk Felsefelerinde Bireysel Özgürlükle Toplumun Genel İradesi Arasındaki İlişkinin Kurulumu Üzerine Bir Analiz”, Düşünen Siyaset, sayı:24, Lotus Yayınları, Ankara, 2007(b), s.60.
42 Bagby, p.116. 
43 Emrah Beriş, “Teoride ve Pratikte Demokrasi: Tarihsel ve Siyasal Gelişim”, Feodaliteden Küreselleşmeye, (ed.Tevfik Erdem), Lotus Yayınevi, Ankara, 2006, s. 86 
44 Bagby, p.154. 
45 Russell, s.290. 
46 Babgy, p.172. 
47 Ernest E. Hırş, “Kant’ın Ebedi Barış Üzerindeki Felsefi Denemesi”, A.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, 3/1, 1946, s.269. 
48 Johann Gottlieb Fichte, “Doğal Hukukun Temelleri-Kapalı Devlet Ticareti”, Fichte, (çev.A.Tokatlı), Doğu Batı Yayınları, İstanbul, 2006, s.308. 
49 Bagby, p.172. 
50 Arslan Topakkaya, “Tarihsel Materyalizm Bağlamında Marx’ı Yeniden Okumak”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2008, 1/3, s.382. 
51 Topakkaya,383. 
52 http://www.irfanerdogan.com/makaleler/devletvedin.htm, 15.01.2010. 
53 Marks devlete yönelttiği bu eleştiri bağlamında, bireylerin özgür iradesini ve birliktelik ilkesini temel alan yönetim biçiminin komünizm olduğunu söyler. Fakat siyasal anlamda komünizmi benimsemiş ve uygulamış devletlerde bireysel özgürlüklerin hiçbir zaman dikkate alınmamış olduğu ve birliktelik ilkesinin zorla dayatılarak hayata geçirilmeye çalışıldığı ve bunun yaygın bir paranoya halini alarak parti diktatörlüğü altında ontolojik güvenliği tehdit eden bir hal aldığı Marksizm’e ve Komünizme yöneltilen eleştiriler arasındadır. Ayrıca kapitalist gelişimin Marks ve Engels’in öngördüğü biçimde gerçekleşmediğinden bahisle Komünist manifestoda devrimin kapitalist ülkelerde gerçekleşeceği öngörüsüne rağmen tam tersine Rusya ve Çin gibi tarımsal üretime dayalı köylü toplumlarda gerçekleşmesine dikkat çekilir. Güvenlik ve özgürlükler konusunda ise insanların vaat edildiği gibi bolluk ve güvenlik içinde kendilerini daha değerli hissedebilecek leri  bir yaşam yerine totaliter diktatörlüklerin altında ezildikleri milyonlarca insanın Sovyetler Birliği, Çin, Kamboçya gibi ülkelerde hayatını kaybettiği ontolojik güvenlik konusunda Marksizm’e getirilen eleştirilerin odak noktasıdır. (Bagby, p.191). 
54 Karl Marx, Kapital, (çev. Alalattin Bilgi), I.Cilt, Ankara: Sol Yayınları, 2004, s.47.
55 Marx. s.50
56 Bu durumda kendi öznel değerini kaybeden madde içinde soyut insan emeğinin somutlaştığı ya da maddeleştiği oranda bir değere sahip olacaktır. Diğer bir ifadeyle Marx’a göre herhangi bir malın değerini o mal için gereken emek-miktarı ya da emek-zamanı belirler. (Marx, s.51). Bazı yazarlara göre ise bu eksik bir değerlendirmedir. Çünkü “bir işçi, sosyal alanda orta derecedeki şartlardan yararlanma olanağı elde edecek olursa bir saatlik süre içinde, yine aynı sürede orta derecedeki bir işçinin ürettiği eşyanın çok daha üstündeki değerde eşya üretir. Yine orta derecenin üstündeki işçinin bir saatlik çalışma ortalaması orta derecedeki işçinin bir saatlik çalışma ortalamasının çok daha üstündedir. [Bu durumda bir malın değeri o malın üretiminde harcanan salt emek miktarıyla değil] işin ve işi etkileyen faktörlerin sosyal ortalamasıyla ölçülmelidir”, (M. Bakır Es-Sadr, İslam Ekonomi Doktrini, Hicret Yayınları, İstanbul, 1980, s.189)

KAYNAKÇA 

Arı, Tayyar, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, İstanbul, Alfa Yayınları, 2004. 
Bagby, Laurie M. Political Thought, Toronto, Wadsworth/Thomson Learning Publication, 2002. 
Beriş, Emrah, “Teoride ve Pratikte Demokrasi: Tarihsel ve Siyasal Gelişim”, Feodaliteden Küreselleşmeye, 
(Ed.Tevfik Erdem), Ankara, Lotus Yayınevi, 2006. 
Carr, Edward Hallet, The Twenty Years’Crisis, New York: Palgrave Mcmillan, 2001. 
Cevizci, Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayınları, 2000 
Emmers, Ralf, “Securitization”, (ed.Alan Collins), Contemporary Security Studies, Oxford, Oxfort University Pres, 2007, pp.109-125. 
Erdoğan, İrfan,[2010], “Mekaniksel Materyalizm ve Marks: Devlet ve Din Anlayışı”, Makaleler,“
http://www.irfanerdogan.com/makaleler/devletvedin.htm, 15.1.2010. 
Es-Sadr, M. Bakır, İslam Ekonomi Doktrini, İstanbul, Hicret Yayınları,1980. 
Fichte, Johann Gottlieb, “Doğal Hukukun Temelleri- Kapalı Devlet Ticareti”, 
Fichte, (çev.A.Tokatlı), İstanbul, Doğu Batı Yayınları, 2006. 
Glare, P.G.W. Oxford Latin Dictionary, Oxford, Clarendon Press, 2005. 
Goldstein, Joshua S. International Relation, N.York, Harper Collins College Pub,1996. 
Hardt, Michael ve A.Negri, İmparatorluk, (çev. A.Yılmaz), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2008. 
Hırş, Ernest E. “Kant’ın Ebedi Barış Üzerindeki Felsefi Denemesi”, A.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, 3/1, Ankara, 1946, ss.269. 
Hobbes, Thomas, Leviathan, (çev. Semih Lim), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005. 
Kerr, Pauline, “Human Security”, (ed.Alan Colins), Contemporary Security Studies, Oxford, Oxford University Press,2007, pp.89-108. 
Kırk, Russel, “Ten Conservative Principles”, The Politics of Pruden, The Russel 
Kırk Center, 1993. 
Knutsen, Torbjon L., Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi, (çev. Mehmet Özay), İstanbul, Açılım Kitap, 2006. 
Korten, David, C. Dünyayı Yöneten Şirketler, (çev. Mustafa Cesar), İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2008. 
Marx, Karl, Kapital,(Çev. Alalattin Bilgi), I.Cilt, Ankara, Sol Yayınları, 2004. 
Machiavelli, Niccolo, Hükümdar, (çev. M. Özay), İstanbul, Şule Yayınları, 2005, s.64. 
Nişanyan, Sevan, Sözlerin Soyağacı, İstanbul: Everest Yayınları, 2009. 
Russell, Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi, (çev.M. Sencer), İstanbul, Say Yayınları, 2002. 
Rorty, Richard, Pragmatizm ve Politik Liberalizm, (Çev.Banu Özdemir) İstanbul, Sitare Yayınları, 2010. 
Topakkaya, Arslan, "Politika Kavramının Farklı Anlamları Üzerine Bir Analiz",Maltepe Ünv. Fen-Edb. Fak. Dergisi, 1/6 . 2007a. 
Topakkaya, Arslan, “Hobbes, Locke, Rousseau ve Kant Hukuk Felsefelerinde Bireysel Özgürlükle Toplumun Genel İradesi Arasındaki İlişkinin Kurulumu 
Üzerine Bir Analiz”, Düşünen Siyaset, Sayı:24, Ankara; Lotus Yayınları, 2007b, ss.55-66. 
Topakkaya, Arslan, “Tarihsel Materyalizm Bağlamında Marx’ı Yeniden Okumak”, 
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1/3, 2008, s.388. 
Tannenbaum, Donald ve David Schultz, Siyasi Düşünce Tarihi, (Çev.Fatih Demirci), 
Ankara: Adres Yayınları, 2006. 
UNDEP, Human Development Report, New York: Oxford University Pres, 1994. 
Vural, İ.Yaşar, C. Can Aktan, Özgürlük Yazıları, İstanbul: Çizgi Kitapevi, 2003. 
Vıncent, Andrew, Modern Politik İdeolojiler, (çev. Arzu Tüfekçi), İstanbul: Paradigma Yayınları, 2006. 
Wolfers, Arnold, “National Security: As an Ambiguous Symbol”, Political Science 
Quarterly, 67:4 Academy of Political Science Pub, 1952, pp. 481–502, 
http://www.goldval.com/global-reserves-resources/, 05.07.2010. 
http://www.kirkcenter.org/kirk/ten-principles.html, 21.01.2009 
http://www.state.gov/r/pa/ho/time/cwr/17603.htm, 10.09.2009. 


***

ULUSAL GÜVENLİK KAVRAMININ TARİHSEL VE DÜŞÜNSEL TEMELLERİ BÖLÜM 1

 ULUSAL GÜVENLİK KAVRAMININ TARİHSEL VE DÜŞÜNSEL TEMELLERİ BÖLÜM 1 


Politik Teoriler, Tehditler, Ulusal Çıkarlar, Ulusal Güvenlik,Yrd. Doç.Dr. Fikret BİRDİŞLİ,İdealizm, Realizm, Liberalizm, Marksizm,


Yrd. Doç.Dr. Fikret BİRDİŞLİ 

Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası 
İlişkiler Bölümü 
fbirdisli@ksu.edu.tr 
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 31 Yıl:2011/2 (149-169 s.) 

Özet; 

Ulusal güvenlik kavramı ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’de hazırlanan Ulusal Güvenlik Anlaşması’yla (National Security Act) siyasal yazına kazandırılmıştır. 

Tehditler ve çıkarlar bağlamında devlet kurumları arasında eş güdümü sağlamayı amaçlayan bu belgede ulusal güvenlik, sadece tanımlayıcı bir kavram olarak kullanılıp içeriği açıklanmamıştır. Soğuk Savaş yıllarında ise NATO’ya bağlı ülkeleri komünizm tehdidinden korumak üzere yapılandırılan ulusal güvenlik kavramı, giderek ülkelerin iç ve dış politikalarını belirlerken kullandıkları bir referans halini almıştır. Kavram olarak oldukça yakın bir geçmişe sahip olan ulusal güvenliğin içeriği aslında siyaset biliminin temel kuramları olan İdealizm, Realizm, Liberaliz ve Marksizm tarafından biçimlendirilir. Bu nedenle ulusal güvenlik politikalarını çözümlerken kullanılabilecek elverişli veriler üretmeyi amaçlayan bu makale sözü edilen kuramları tarihsel ve betimsel yöntemlerle irdeleyerek ulusal güvenlikle olan ilişkilerini ortaya koymaktadır. 

1. Giriş 

Bir politika olarak “Ulusal Güvenlik” her ne kadar 20’nci yüzyılın siyasal koşullarının bir sonucu olarak ortaya çıksa da düşünsel temelleri oldukça gerilere 
dayanır. Sosyal bilimlerde hiçbir nesne ve olayın boşlukta oluşmadığı, mutlaka deterministik bir yönünün bulunduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle yeni gibi 
görünen birçok kavrama retrospektif yaklaşmak onun tanımlanmasını kolaylaştırmaktadır. 
Ayrıca her somut eylem ya da davranışın öncelikle soyut (düşünsel) bir temele dayandığı düşünüldüğünde yalın bir fikirden bilime geçmek için iyi temellen dirilmiş bir ontolojiye ihtiyaç duyulur. Ulusal güvenlik kavramının irdelenmesinde de bu nedensellik yaklaşımı kanımızca doğru bir başlangıçtır. Çünkü insanlar 
için güvenlik duygusu ve ihtiyacı öncelikle ontolojiktir. 
Bunlardan farklı olarak güvenlik kavramının irdelenmesinde ayrıca bir dikotomiye (melzum) gereksinim duyulur. Çünkü ontolojik güvenliği kavramak öncelikle sezgiseldir. Bu nedenle zihin göreceli bir etkinliğe ihtiyaç duyar. 

Örneğin nasıl ki güzel çirkinle bilinir, gece gündüzle anlaşılır, güvende olma hali ise tehditlere, daha açık bir ifadeyle öncelikle tehditlerin uzaklaştırılmasına ya da ortadan kaldırılmasına bağlıdır. 

Bu nedenle güvenlik kavramı irdelenirken tehditlerle birlikte ele alınır. Güvenlik bir politika olarak düşünüldüğünde, yani güvenlik politikası söz konusu olduğunda “güç” ve “çıkarlar”ın da kavramlar listesine eklenmesi gerekir. Bu durumda ulusal güvenlik politikasının bileşenleri, baştan sona doğru; güvenliğin ondan türetileceği bir “tehdit”, bu tehdidi uzaklaştırarak fiili güvenliği doğuracak “güç”, bu gücü ortaya koyacak bir “eylem” bu eylemlere amaçsal bir yön çizecek olan “çıkarlar” ve son olarak da bu güç ve eyleme meşruiyet zemini sağlayacak bir “politika”dan oluşur. Güç, politika, meşruiyet gibi kavramlar ise siyasal düşünceler in temel kavramları olarak siyasal kuramlar içinde yerini alır. 

Bu nedenle de ulusal güvenlik politikalarını şekillendiren düşünceler de kaynağını İdealizm, Realizm, Liberalizm ya da Marksizm’den almaktadır. 
Bu bağlamda ulusal güvenlik çalışmaları için kullanışlı veriler üretmeyi amaçlayan bu makale güç, tehdit ve çıkarlar gibi anahtar kavramları kullanılarak güvenliği temel siyasal düşünce akımları içinde incelemektedir. Bu doğrultuda öncelikle etimolojik bir tanımlamaya yer verilmekte ardından ulusal güvenlik kavramı  açıklanmaktadır. 

2. Kavramsal Olarak Ulusal Güvenlik 

Türkçede güvenlik kelimesi, itimat ya da inanmak anlamına gelen güven (küven) kökünden türetilmiştir. 8 ile 11’nci yüzyıl arasında Orta Asya Türkçesinde 
ün, nam, iktidar anlamında kullanılan “küve” ya da “küv” kelimeleri kelimenin etimolojik kökenini oluşturur. Böbürlenmek, mağrur olmak anlamına da gelen 
“küven” kökünden dolayı kelime 19’ncu yüzyıla dek ağırlıklı olarak olumsuz anlamda kullanılmıştır. Güvenlik ise sıfatlardan soyut ad ya da adlardan işlev belirten ad türeten –lik ekinin eklenmesiyle elde edilir. Bu haliyle günümüz Türkçesinde kullanılan “güvenlik” dil devrimi bünyesinde türetilmiş bir kelimedir.1 
Her dilde bu anlamı içeren bir kavram olmasına karşın güvenlik kelimesinin uluslararası alanda kullanılan İngilizce karşılığı “security” kelimesidir. Latince 
“securus” kelimesinden türeyen kelime kaygıdan üzüntüden emin olma, emniyet hali gibi anlamlara gelmektedir. “Se” ve “cura” eklerinin bileşiminden oluşan kelimede “se” eki Latince’de “free from” yani bir şeyden emin olma ya da özgür olma anlamına gelir, “cura” ise “care” yani kaygı üzüntü anlamına gelmektedir. 
Yine Latince “securitas” ya da “securus”den türetilen “security” kelimesinin yazında kullanımına 1432 tarihinden itibaren rastlamak mümkündür.2 
Güvenlikle ilgili uluslararası alanda yapılan çalışmalardaki temel yaklaşımların da “security” kelimesinin bu etimolojik kökeni ile uyum halinde olduğu görülmektedir. 

Çünkü günümüzde güvenlikle ilgili çözümlemeler özellikle emniyet yani tehlikeden uzak olma güvencesi (freedom from fear) ve gereksinimleri karşılayabilme 
güvencesi (fredoom from wants) üzerinden yapılmaktadır3. 

3. Politik Bir Kavram ve Bir Politika Olarak “Ulusal Güvenlik” 

“Ulusal Güvenlik” kavramı ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD Başkanı Herry S. Truman döneminde kongre tarafından çıkartılan “National Security 
Act” (Ulusal Güvenlik Yasası, 18 Ekim 1947) ile üne kavuşmuştur. 4 Salt bir kavramdan çok politikaya atıf yapmaktadır. Bu tarihten sonra ulusal güvenlik kavramıyla birlikte ulusal güvenlik politikaları konuşulmaya ve belirlenmeye başlanmıştır.5 
Bu kavramlar BM’in kurucu anlaşması olan Atlantik Şartında Başkan Roosevelt tarafından tanımlanan dört özgürlükten ikisidir. 
Bunlar; 

a) Freedom of speech (İfade Özgürlüğü) 
b) Freedom of worship (İbadet Özgürlüğü) 
c) Freedom from wants (İhtiyaçlarını karşılayabilme konusunda güvende olmak) 
d) Freedom from fear (Korkulardan emin olmak) 

Ulusal güvenlikte öne çıkan diğer önemli iki kavram “ulusal çıkarlar” ve “tehditler”dir. Ulusal çıkar kavramı ulusal güvenlikten daha önce kullanılmaya 
başlanmış, hatta 1930’lu yılların ekonomik bunalımı sırasında güçlü ulusaltı (subnational) örgütlenmelerin ve baskı gruplarının maddi çıkarlarını kollamaya 
yönelik uygulamalara referans yapıldığı gerekçesiyle ABD’de şiddetli bir şekilde eleştirilmiştir.6 Çünkü 1929 yılına gelene kadar ABD ekonomisinin %50’si 200 
holdingin eline geçmiş ve 1930’lu yıllarda yaşanan ekonomik krizle birlikte ABD’nin sosyal ve siyasal hayatı da alt üst olmuştur.7 Bu nedenle “ulusal çıkarların” 
gözetildiği öne sürülen ekonomik ve siyasal önlemlerle aslında ABD ekonomisini ellerinde tutan şirketlerin çıkarlarının korunduğu eleştirisi dile getirilmiştir. 
Ulusal güvenliğe yönelik tehditler ise her zaman göreceli ve oldukça muğlâk bir anlayışla ele alınmış, gerçekte neyin ya da nelerin tehdit olarak algılanacağı 
korunmak istenen değerlerin merkezinde yer alan özneye göre değişmiştir. Örneğin devlet merkezli yaklaşımlarda (state centric) devletin kurumsal yapısını ve rutin işleyişini bozmaya yönelik her türlü girişim bir tehdit olarak algılanırken demokratik ve bireysel özgürlükler pahasına önlemler almaktan çekinilmemiştir. 
İnsan merkezli yaklaşımlarda (human centric) ise devlet bireylerin çıkarlarını gözetmesi ve bireylere hizmet etmesi gereken bir araç olarak düşünüldüğünden 
devletin küçültülmesi pahasına demokratik ve liberal değerler öne çıkartılmaktadır. 
Her iki durumda da tehdit kavramı ulusal güvenliğin önemli bir bileşeni olmakla birlikte içerik ve tanım olarak her türlü suiistimali önleyecek açıklıktan uzaktırlar. 
Ulusal güvenlik kavramının ilk kez dile getirildiği “Ulusal Güvenlik Yasası” ise başlangıçta her ne kadar Amerikan ulusal çıkarlarını korumak ve bu konuda 
kurumsal koordinasyonu sağlamak amacını taşımışsa da, Soğuk Savaş yıllarında “ulusal güvenlik” adeta bir ideolojiye dönüşerek sadece Amerikan müttefiklerinin 
sınırlarını komünizm tehlikesine karşı korumanın ötesine geçip Batı değerlerine karşı her türlü meydan okumayı karşılayacak biçimde yeniden tanımlanmıştır. 
Soğuk Savaş sonrası çift kutuplu idelolojik yapılanmanın bozulmasıyla ulusal güvenliğe olan ideolojik yaklaşım terk edilmiş, başta Birleşmiş Milletler 
(BM) olmak üzere birçok kurum ve kuruluş tarafından ulusal güvenlik yeniden tanımlanmıştır. Daha çok ekonomik ve liberal değerlerin ön plana çıkartıldığı yeni 
ulusal güvenlik yaklaşımı ise bu haliyle insan merkezli güvenlik görünümündedir. BM tarafından yapılan tanımlamada güvenlik; ekonomik güvenlik, sağlık güvenliği, gıda güvenliği, bireysel güvenlik, toplumsal güvenlik, çevresel güvenlik, politik güvenlik şeklinde yedi alt bölümde ele alınmıştır.8 “Copenhagen Peace Researches Institute”(COPRI)’de ise güvenlik beş sektör altında toplanarak askeri güvenlik, ekonomik güvenlik, sosyal güvenlik, çevresel güvenlik ve politik güvenlik biçiminde tanımlanmıştır.9 
Ulusal güvenlik politika ve düşüncesi kapsam ve içeriği nedeniyle uluslararası ilişkiler disiplini içinde ele alına gelmiştir. Fakat küreselleşmeye bağlı olarak 
devletler, milletler arasında karşılıklı etkileşimin artması güvenlik alanlarını daraltmış ve güvenliği daha kırılgan hale getirmiştir. Ayrıca küresel ekonomik sistemin çıkarları doğrultusunda tanımlanan yeni güvenlik yaklaşımı kapsam ve içerik yönünden genişleyerek derinleşmiştir. Bu nedenle ulusal güvenlik konusu uluslararası ilişkilerde bir alt konu olmaktan çıkarak başlı başına bir alan haline gelme eğilimindedir. 
Bu durumda ulusal güvenliğin düşünsel temelleri yeni ulusal güvenlik politikalarını çözümlemek açısından son derece önem kazanmaktadır. 

4. Ulusal Güvenliği Biçimlendiren Düşünce Akımları 

Siyaset biliminde olduğu gibi ulusal güvenlik yaklaşımlarını şekillendiren düşünceler İdealizm, Realizm, Liberalizm ve Marksizm’den kaynaklanmaktadır. 
Bu nedenle politika kavramından yola çıkarak güvenlik, tehdit, güç, çıkar gibi güvenliğin temel bileşenleri bu siyasal düşünceler arasında aranacaktır. 

4.1. İdealizm: 

Politika kavramının normatif ve ontolojik olarak ilk kullanım şekli Platon ve Aristo’da görülmektedir.10 
Platon ve Aristo politikayı faziletli bir yaşam ve bu yaşamı mümkün kılan toplumsal düzeni sağlayacak bir araç olarak düşündüklerinden aynı zamanda idealizmin ilk düşünürleri olarak görülürler. Platon düşüncesinde derin etkileri bilinen Sokrat ise yaşam için ideal olanın gücü elinde bulunduran tarafından belirlendiğini söyleyerek 11 bu idealizmden uzaklaşır. 
Bu düşüncenin güvenlik teorilerine yansıması ise gerçekte tehditlerin ve düşmanlıkların olmadığı, tehditlerin insan davranışları sonucunda ortaya çıktığı, insan davranışlarının ise çevreden etkilendiği dolayısıyla çevresel koşulların 
değiştirilmesiyle ve eğitimle insan davranışlarının değiştirilebileceği şeklindeki idealist düşünüştür. 
Aristo düşüncesinin en dikkat çekici yönü ise olaylara teleolojik yaklaşımıdır. Teleolojik düşüncede her şey doğal sonucuna göre değerlendirilir.12 
Aristo “Poetica” adlı kitabında “akıllı bir adam gibi akıllı bir devlet de yaşamı en iyi bir sona göre tasarlamalıdır” der. Ayrıca Aristo’ya göre iyi insanlar içlerinden iyi 
yönetimler çıkartır iyi yönetimler ise insanları daha iyiye doğru biçimlendirir. 

Bu durumda doğru tasarlanmış bir yaşam, doğru tasarlanmış bir yönetimle mümkündür ve sonuçta bu tasarım her türlü tehlikeden uzak güvenli bir hayatı sonuç verecektir.13 
İdealist teorilerin en göze çarpan niteliği büyük düşüşler ve savaşlar sonrasında yaşanan umut arayışlarıyla birlikte yükselişe geçmesidir. Bu gerçeğin yansıması 
daha ilk elden Atina’nın çöküş döneminde yaşayan Aristo düşüncesinde görülebileceği gibi, I. Dünya ve II. Dünya Savaşı sonrasında ki barış arayışları 
arasında da fark edilebilir. 

İdealizm, ütopyacı görüntüsüyle gerçek yaşamı birebir şekillendirecek bir güce hiçbir zaman ulaşamamış gibi görünse de E.H.Carr’ın 14 görüşüne göre idealizm, 
18.yüzyıl aydınlanma felsefesinin, 19. yüzyıl liberalizminin ve 20. yüzyılın Wilson Prensipleri’nin arka planını şekillendiren bir olgu olmuştur.15 
Hatta ünlü çıkarların uyumu (harmony of interest) doktrinine16 göre idealizm realizmle birlikte bir senteze girmiştir.17 
Bu sentezi 21. yüzyıla damgasını vuran neoliberal politikalarda da görmek mümkündür. 

Çünkü sermayenin liberalleşmesini savunan neoliberalism, serbest piyasa koşullarının en iyi ekonomik ve sosyal düzeni sağlayacağını öne sürerken idealizm insan davranışların etkilemek için en iyi çevresel koşulların sağlanması ya da koşulların iyileştirilmesini savunmaktadır. Bu noktada neoliberal savlar ile idealizm birbiriyle örtüşür. 

4.2. Realizm: 

Ulusal güvenlik politikalarının düşünsel temellerini oluşturan diğer bir yaklaşım ise realizmdir. Realizm en kolay biçimde idealizmin karşıtı olarak tanımlanabilir. 
Bu kısa tanımlamanın nedeni realistlerin, idealistlerin yaklaşım ve amaçlarını reddetmeleridir. İdealistler her şeyin öncelikle insanı değiştirmekle mümkün olabileceğini savunurlarken, realistler bunun azınlık için söz konusu olsa bile çoğunluk için gerçekleşmesinin imkânsızlığını öne sürerek reddederler. 
Aslında realistler sosyal ve politik değişim konusunda idealistlerden daha fazla iyimser olmalarına rağmen insan doğasına olan farklı yaklaşımları nedeniyle 
farklı görüşler taşırlar. Realistlere göre çıkar, hırs, güç gibi konularda insanların olduğu gibi kabul edilmesi ve bunların siyaset içinde doğru yönlendirilmesi yine 
siyaseten olumlu sonuçlar doğurabilir.18 
Realizmin en önde gelen isimlerinden biri Machiavelli’dir. 16. yüzyılda İtalyan Rönesans’ı döneminde yaşamış olan Machiavelli’nin (1469–1527) düşüncelerinde, 
döneminde yaşanan siyasal ve sosyal karmaşanın izleri açıkça görülebilir. Yaşadığı dönemde İtalyan şehir devletleri arasındaki birliğin dağılmaya başlaması 
Machiavelli’yi devlet merkezli ve güce odaklı bir düşünce etrafında bir çare aramaya itmiştir. Çok başarılı bir diplomat olmamasına rağmen çok değişik görevler üstlenmesi dikkatli gözlemlerde bulunmasına olanak sağlamıştır. 
Machiavelli’ye göre güvende olmanın temel kaynağı güçlü bir savunmaya ve otoriter bir yönetime sahip olmaktır.19 Ayrıca devletin varlığını devam ettirmenin 
yolu iyi kanunlara ve güçlü ordulara sahip olmaktan geçer. Fakat bir hükümdar güçlü ordulara sahip olmadan da iyi kanunlara sahip olamaz.20 Cömertlik vb. nitelikler iktidarı elde etmeye yardımcı olsa da iktidarı devam ettirmek için yeterli olmaz. 
Ayrıca halkı birlik içinde tutabilmek ve bu yolla güvenliği sağlayabilmek 
adına bir hükümdar zalimlikle suçlanmaktan da korkmamalıdır. Machiavelli bir hükümdar için korkulmanın mı yoksa sevilmenin mi daha iyi olduğunu sorgularken eğer her ikisinin bir arada olması mümkün olmadığı takdirde korkulmanın daha güvenli olduğunu öne sürer. Çünkü insanoğlu kendisini sevdiren kişiden daha az kendisini korkutan kişiye zarar verir ya da başka bir deyişle daha çok kendisini korkutan kişiye zarar vermekten sakınır. Kimi insanlar ise çıkarları söz konusu olduğunda sevgi bağını kolayca koparabilirler.21 Machiavelli’nin bu ve benzer düşünceleri otoriter yönetim ve devlet merkezli realist güvenlik yaklaşımlarına ilham kaynağı olmuştur. 

Devlet merkezli realist güvenlik yaklaşımından söz açılmışken Jean Bodin (1530-1596)’den bahsetmemek mümkün değildir. Politik düşüncelerini egemenlik 
kavramı etrafında olgunlaştıran Bodin, Avrupa’daki iç savaşlar ve din savaşları içinde egemenliği sorgulayarak Batı siyasal düşüncesinde yer alan “ulusal egemenlik” kavramına giden yolun başında durur.22 Devleti, egemen ve tebaa üzerine kurgulayan ve egemenliği devletin olmazsa olmaz şartı olarak gören Bodin egemenliği şiddet üzerine oturtur. Bodin’e göre egemenliği yaratan şiddettir. Çünkü sözleşme ya da doğal hak düşüncesi içinde kalarak egemenliğin sorunları çözülemez. Ayrıca Bodin’in egemenlik tanımı sadece tebaa üzerindeki denetimi değil aynı zamanda toprak üzerindeki denetim anlamını da içerir. Böylelikle Bodin’in ulusal egemenlik düşüncesi devlet merkezli realist ulusal güvenlik politikalarının önemli dayanaklarından biri halini almıştır. 
Realizmin diğer bir önde gelen düşünürü ise Hobbes’dur (1588-1679). Hobbes’da Machiavelli gibi siyasal bir kargaşanın ortasında doğmuş ve yaşamıştır. 
O doğduğunda İngiltere, İspanya ile savaşmaktadır. Elli iki yaşındayken parlamento taraftarlarıyla kral yanlıları arasındaki yükselen tansiyon nedeniyle Fransa’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Birkaç sene sonra da (1643) İngiltere’de sivil savaş çıkar ve Hobbes’un muhalefet ettiği parlamento taraftarları zafer kazanır. Savaştan sonra İngiltere Krallığı, İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth of England) haline gelmiştir ve Cromwell’in püriten23 ve otoriter yönetimi altındaki atmosferde Hobbes, Leviathan (1652) isimli ünlü eserini yazar. Bu eserde Hobbes devleti mutlak güç ve yetkilere sahip bir egemen olarak tanımlamaktadır. 
Gerek Machiavelli ve gerekse Hobbes’un yaşadığı zamanın şartlarıdüşünüldüğünde eserlerinin ve fikirlerinin günün koşullarını yansıttığı görülebilir. 
Her ikisinin en önemli ortak özellikleri cumhuriyet ya da krallıktan çok öncelikle devlet yanlıları olmalarıdır. Hobbes’a göre devletin amacı bireysel güvenliktir ve güvenliği sağlamanın yolu “bütün gücü ve kudreti bir tek insan ya da insanların meclisine vermekten geçer”24 bunu sağlamak için insanların haklarından gönüllü olarak vaz geçmeleri gerekir. Bu haliyle Leviathan sosyal sözleşme teorisinin en eski örneklerinden biri olarak değerlendirilir. 

Hobbes yaşadığı yılların siyasi çalkantıları karşısında bireysel olarak da realist davranmayı tercih ederek ayakta kalmaya çalışmıştır. Örneğin Avam Kamarası’nın 
1666’da dine karşı saygısızlık ve ateizm’e karşı çıkardığı yasa tasarısı nedeniyle Leviathan kitabı incelemeye alınınca tehlikeli gördüğü yazılarını yakmıştır. 
Onun bu ruh hali ve tutumu görüşlerine insana karşı bir güvensizlik ve rasyonalizm olarak yansımıştır. 
Machiavelli gibi Hobbes’a göre de üstünlük arayışı ve güç sahibi olmak, temel ulusal çıkar olarak görülür. Bu nedenle savaş ve güvenlik konuları üst düzey 
bir politika olarak kabul edilirken toplumsal ve kültürel konular ile ekonomi alt politika (low politics) sayılır.25 Bu bağlamda realistlerin görüşleri uluslararası ilişkiler alanında güç hiyerarşisini savunan ve savaşı doğal bir durum olarak algılayan ve hazırlıklı olmayı öngören muhafazakâr yaklaşıma da (conservatism) kaynaklık etmiştir.26 

Realizmin önemli düşünürlerinden bir diğeri olan Spinoza (1634-1677) siyasi düşüncelerinde güçlü devlet egemenliğine olan taraftarlığıyla Hobbes’la aynı 
noktada buluşur. Fakat Spinoza’ya göre devletin asıl amacı, korkutarak kural koymak, kısıtlamalar getirmek ve mutlak itaati sağlamak değildir. İnsanların güvenlik içinde yaşamalarını sağlamak için onları bütün korkulardan uzak tutmak ve doğal haklarını güçlendirmek gerekir. Ayrıca devletin görevi onlara ne yapacaklarını söylemekten çok akıllarını emniyet içinde kullanmalarını sağlamak ve fiziksel varlıklarını geliştirmelerine yardımcı olmaktır.27 Tam bu noktada Spinoza bir yandan devletin asıl görevinin özgürlükleri savunmak olduğunu söylerken diğer yandan otoriteye her türlü başkaldırıyı da hoş karşılamayarak aslında bir çelişki içine düşer.28 

Çünkü yönetimin kötü olması durumunda bile güvenliğin ancak itaatle sağlanacağını savunur. Ayrıca Spinoza demokrasinin en doğal hükümet biçimi olduğunu savunmakla kral yanlısı Hobbes’tan ayrılır.29 

4.3. Liberalizm: 

Güvenlik teorilerinin önemli kaynaklarından bir diğeri de liberalizmdir. Bireysel özgürlüklerin ve yaygın temsilin savunucuları olarak görülen liberalizm’in önde gelen düşünürleri John Locke (1632-1704), Jean Jacques Rousseau (1712-1778) ve John Stuart Mill (1806-1873) kabul edilmektedir. Aslında Antik Yunandan, Rönesans’a kadar birçok düşünürün fikirleri arasında liberal düşünceye ait bir şeyler bulmak mümkündür. Örneğin realizmin önemli düşünürlerinden biri olarak tanıttığımız Hobbes kendinden önceki düşünürlerin önemli bir kısmından farklı olarak devletin meşruiyet kaynağının Tanrı olduğu fikrine karşı çıkmış ve devleti özgürlüklerin korunması ve devamı için gerekli görmüştür. Liberalizmin bu kaynak çeşitliliği, düşünce dünyasında da farklı fraksiyonlara neden olmuştur. Bu nedenle günümüzde liberalizm; politik liberalizm, kültürel liberalizm, ekonomik liberalizm, sosyal liberalizm, muhafazakâr liberalizm ve neoliberalizm başlıkları altında incelenmektedir. 
Liberalizmin özgürlükler noktasında insan doğasını dikkate alan yönü nedeniyle politik düşüncede realizm’le birlikte idealizm’e karşı daha yaygın bir konumu 
bulunmaktadır.30 Liberalizm’in, realizm ve idealizm’den en önemli farkı insanın doğasını dikkate alarak onu değiştirmeye çalışmak yerine pozitif yönde 
yönlendirmeyi tercih etmiş olmasıdır. Bu temel yaklaşım liberal düşüncenin tüm fraksiyonlarında da ortak bir nokta olarak görülebilir. Bunun dışında liberal düşünce içinde zaman zaman yaşanan önemli çatışma ve karşıtlıklar liberalizm’in farklı düşüncelerle senteze girmesinden kaynaklanır. 

Bu farklılıkları kısaca şöyle tanımlayabiliriz: 



**