ONUR DİKMECİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ONUR DİKMECİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2018 Perşembe

SİVİL, DEMOKRATİK ÖZGÜRLÜKÇÜ BİR TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ TEORİSİ

SİVİL, DEMOKRATİK ÖZGÜRLÜKÇÜ BİR TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ TEORİSİ



Ulusal Güvenlik ve Strateji
YENİ MİLLİYETÇİLİK: SİVİL, DEMOKRATİK ÖZGÜRLÜKÇÜ BİR TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ TEORİSİ

Posted: 25 Nov 2018 12:54 PM PST


1789 Fransız İhtilâli belirli sınırlar dahilindeki bir ülkede mevcut siyasi sosyal yapının değişimini ifadeden çok daha öte anlamlar barındırmaktadır. O dönemdeki sınıflı toplum yapısında burjuvazi olarak adlandırılan ''orta sınıf'' kademenin, krallığa yaptığı ekonomik katkıyla doğru orantılı olmayacak şekilde elde edemediği siyasi hak ve teşebbüs, dönemin klüpleri ve locaları aracılığıyla da tepeden inmeci bir şekilde talep edildi. Bu talebin toplumun genel bir refahını sağladığını söyleyebilmek mümkün değildir. Fakat artık bir burjuvazi ideolojisi olarak doğan milliyetçilik hemen her ülkeye zaman içerisinde yayılacaktır. Tarım toplumunun kısıtlı ilişkilerine karşın, ticaretin gelişmesiyle beraber ilişkilerin artması da çarşıda pazarda kullanılacak ortak bir dil zorunluluğuna ihtiyaç olduğunu doğuruyordu. Bugün adından çok söz ettiğimiz ideoloji milliyetçilik işte bu tarihi kompozisyonda ''ortak'' değerlere vurgu yapan, ekonomik bir sınıfın isteklerini karşılayabilme gayretiydi ve kendi döneminde her daim liberalizm ile eş adlandırıldı.

Osmanlı Devleti'nin sınıfsız yapısı aslında yalnızca Fransız İhtilâli değil, 1830-1848 İhtilâllerine de kayıtsız kalmasını ortaya çıkarmıştır. Gerçekten de Osmanlı döneminde Türk Milliyetçiliği bir Türk Burjuvazisinin eseri değil bunun yerine ekseriyeti asker olan seçkin bir zümrenin anti tez uygulamasıydı. 1865 yılından itibaren ortaya çıkan dünyayı takip eden ve hürriyete vurgu yapan bir meclis sayesinde dağılmanın önlenebileceğini öne süren Jön Türklerin ardıllarıda aslında aynı görüşteydi. Yani Osmanlıcılık ve İslamcılık adeta paralel bir seyir izlemiştir. Fakat diğer ulusların milliyetçi talepleri neticesinde birer birer devletten kopmaları sonucunda elde kalan son çare olarak bir anti tez biçiminde Türkçülük uygulanmak istenmiştir. Fakat milliyetçilik ile alakalı bütüncül çalışmaların bile Türk kökenli olmayanlar tarafından ortaya koyulduğu düşünüldüğünde aslında milliyetçilik uygulamalarında ne denli hazırlıksız olunduğu ortaya çıkmaktadır.

Batı dünyası aydınlanma sanayileşme kentleşme üçlüsünü aynı doğrultuda yaşayabildiğinden ötürü burjuva ideolojisi olarak doğan milliyetçilikte zamanla kentli, modernist ve aydın bir zümrenin ifadesi biçimine gelmiştir. Bu durum batı standartlarında milliyetçiliğin elitist bir idea olduğunu göstermez çünkü ideal toplum tipi zaten anılan bu özelliklere haiz olandır.

Osmanlı İmparatorluğundan Ulus Devlete intikal ve ilk dönemlerde, batı standarlarındaki ölçütün hiç değilse yakalanabilmesi için aşırı uygulamalara yer verildi öyle ki Tarih Kongresinde ''Evet Türkler göçebedir bu onların özelliklerindendir'' diyen Zeki Velid Togan, neredeyse linç edilecek ülkeyi terk edecek ve uzun süre dönmeyecekti...

Soğuk Savaş döneminden itibaren Türk Milliyetçiliği anti komünizm üzerinden sembolize edilmiştir. Buna göre bir milliyetçi ne derece anti komünist, işçi muhalifi, dini eylem ya da ağırlıklı olarak söylemleri tatbik etmişse ülküsünde o oranda samimi sayılmıştır. Milliyetçilik özellikle batı dışı toplumlarda kendi rönesansını yaşayamadı ve retorik ile kavramların sembolleştirilmesi üzerinden emek ve demokrasi karşıtlığında bayrağı neredeyse en önde taşıdı.

1969 Adana Kongresi ile siyasi milliyetçi arenada var olacak parti o tarihten itibaren asla iktidar olamadı ve yüzde üç ile on sekiz arasında değişen barometrede dalgalı bir seyir izledi. Aslında milliyetçiliğin siyasi arenada temsili hiçbir zaman dönemin bürokratik koşullarından kopamadı. Bürokrasi anti komünist olduğunda siyasi milliyetçilikte anti komünistti. Bürokrasi laiklik hassasiyetini dile getirdiğinde siyasi milliyetçilerde laiklik mitingi düzenliyorlardı. Bürokrasi eski ekolün yerine yeni bir anlayış işlemek istediğinde siyasi milliyetçilikte bunun savunucusu oluyordu. Bu sebeple siyasi milliyetçilik ve milliyetçiler; özgün, demokratik, sivil mizaçlı bir anlayış ortaya koyamadılar. Oysa siyasi meselelerin düşünsel arka planlarını açıklayamayan grupların bir açılım gerçekleştirebilmeleri mümkün değildir. Bu durumda bir ideolojinin mensuplarının çoklu disiplinler ile bir çıkarım yapabilmesiyle söz konusudur.

Günümüzde Türk Milliyetçiliği evrensel milliyetçiliğin ana prensiplerinin aksine; ekonomiye ilgisiz, analizcilerini var edememiş ve en önemlisi topluma yönelik strateji belirleyememiştir. Örneğin terör devlet güvenliğini ilgilendiren bir meseledir ve doğal olarak milliyetçiliğin ilgisi dahilindedir. Fakat değişen trendler Türk toplumunun güvenliğe bakışınıda etkilemiş ve ekonomi, sosyal-bireysel güvenlik, ekoloji gibi kavramlarını üst sıralara yükseltmiştir. Bu noktada siyasi milliyetçilik duruma hazırlıksız yakalanmış eski söylemlerinden beslenen manifestoları yinelemiş, buna bağlı olarakta belirli sıçrama gerçekleştirememiştir. 


O halde demokratik sivil bir milliyetçiliğin inşasının gerçekleştirilebilmesi için mevcut siyasi milliyetçi parti ve bakış ile alakalı bazı yenilikleri sıralamamız gerekecektir:

 -Devletçi otoriter milliyetçilikten halkçı liberal milliyetçiliğe yönelim söylem ve eylemlerde hayata geçirilmelidir. Türkiye’nin kozmopolit multiculturel yapıya dönüştürülmesi işlenmelidir. Din, dil, etnisite serbestliği sağlanmalı, belediyeler kaldırılmalı valilik ve belediye makamı birleştirilmelidir. Örneğin Milliyetçiler Ruhban Okulu'nun açılmasına neden karşıdır? Patrikhane'nin tamamen kapatılmasını hangi gerekçelerle kabul edebilir? Milliyetçiler 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla beraber İstanbul'un İmparatorluk kenti olma vasfını yitirdiklerini neden sorgulamazlar? Çünkü siyasi milliyetçilik kulvarında tek tipçi yaklaşım her zaman makbul olmuştur. Soru ve sorgu bununda dışında hak ve insan merkezli yaklaşım, parti içi katı hiyeraşiyi sarsacak  bu durum ise parti organlarının ''yarı tanrılık vasıflarını'' ortadan kaldıracaktır. 

-Politik dönüşümün mihenk taşı kadınlardır. Partide kadınlar oldukça ön plana çıkartılmalı, kadın il-ilçe başkanları olmalı, kadınların ayrı ve ikincil kategori olmadıklarını uygulamak için kadınlar kolları kaldırılmalıdır. Her kademede düşünce ve kıyafet yönünden modernist, sosyal, bilişim sistemlerini etkin kullanan kadınlara yer verilmelidir. 


- Yeni dünya gerekliliği dijital medeniyete uygun olarak Parti bünyesinde Dijital Ödemeler Birimi oluşturulmalı buna somut örnek olarak Genel Merkezde Dijital Atm hayata geçirilmelidir. Genel Başkan İl İlçe Başkanlarıyla her hafta sanal çevrimiçi toplu konferans gerçekleştirmeli parti içi aktif dijital iletişim tesis edilmelidir. 

 -Parti bütçesinden finanse edilmek suretiyle Yenilikçi Yöneticilik Okulu/YYO oluşturulmalı. Başarılı olan gençler Harvard, Oxford gibi üst düzey eğitim kurumlarına yerleştirilmeli bütün masrafları parti bütçelerinden karşılanmalıdır. 

-Ülkü Ocakları mevcut haliyle devam edemez kapatılmalıdır. Yalnızca illerde temsilciliği bulunacak vakıf kati surette parti çalışmalarından uzak tutulmalı, profesyonel kişilerin içerisinde istihdam edilmeleriyle ciddi ve profesyonel eğitim-kültür faaliyetleri yürütülmelidir. Partide illere ve ilçelere bağlı Gençlik Kolları oluşturulmalı, gençlik kolları başkanları demokrasiyi pratik sahada öğrenebilmeleri için seçimle iş başına gelmelidirler. 


İşte yenilikçi bir milliyetçilik ve milliyetçi parti için ilk aşamada atılması gereken adımları bu biçimde sıralayabiliriz. Elbette seçenekler artırılacaktır. Milliyetçiliğin kabuk değiştirme sürece ne denli dünya ile entegre, kadınlara ve gençlere yönelik, demokratik, sivil, liberal ekonomi ve sosyoloji ile ilgiliyse Türk düşünce dünyasının çeşitliliği, medeniyete katkıları ve Türkiye'nin mevcut konumu da hak ettiği seviyede olacaktır.

http://dikmecionur.blogspot.com/2018/11/yeni-milliyetcilik-sivil-demokratik.html?utm_source=feedburner&utm_medium=email&utm_campaign=Feed%3A+UlusalGvenlikVeStrateji+%28Ulusal+G%C3%BCvenlik+ve+Strateji%29

***

22 Aralık 2016 Perşembe

ŞAH FIRAT



ŞAH FIRAT


ONUR DİKMECİ
24 Şubat 2015 Salı

Şah Fırat Operasyonu, 22 Şubat 2015'te Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen, Süleyman Şah Türbesi'nde bulunan 38 personelin Türkiye'ye getirilmesi ve türbe içerisinde bulunan Süleyman Şah ve iki muhafızının naaşı ile diğer eşyaların Suriye'nin Eşme köyüne taşınmasıyla sonuçlanan operasyon.


Başarı ve başarısızlık kavramlarının subjektif olgular olduğu açıktır. Şahıs veya bir grup için üstün başarı örneği kabul edilen çaba ve neticeler, başkası veyahut başka gruplar için kadim başarısızlık olarak vurgulanabilir. "Başarı ve zafer" siyaset terminolojisinde yer bulduğunda, üzerlerinden söylem ve politik hamleler üretilerek seçmen saflarının sıkılaştırılması iktidar gücü için meşruiyet pekiştirmesi sağlarken muhalefet açısından iktidara ortak olabilecek fırsatlardan biri olarak belirir. 

İki gündür yoğun gündemin ilk maddesi Şah-Fırat operasyonunun başarı çerçevesinde yeri neresidir? Başarı planlananın netice ile örtüşmesi olan hesaplanabilirliğin, minumum kayıp ile alaşımı ise Şah-Fırat bir başarıdır.  Her başarı galibiyet içerebilir mi ? sorusuna aranacak yanıt başka tartışmaların konusunu oluşturabilir. 

Şah Fırat başarılı operasyonu askeri bir galibiyet ise bu zafer hangi gruplara karşı elde edilmiştir? Mağlup kabul edilen gruplar yenilgi veya yılgınlık belirtilerini kamuoyu ile paylaşmış mıdır?  Hulasa Şah Fırat başarılı bir operasyondur fakat bir fetih emaresi olarak belirtmek evrensel doğruyla en azından siyasi terminolojiyle çelişir. 

Ankara Anlaşması ile belirlenmiş statüsüyle Suriye'de bulunan on dönümlük alan Türkiye'nin öz parçası kabul edilir. Kimliği konusunda tarihçiler arasında ihtilaf bulunan Süleyman Şah ya Orhan Gazi'nin oğlu Rumeli Fatihi olarak bilinen Süleyman Paşa'nın büyük dedesi Osmanlı Hanedanlığının ecdadı Süleyman Şah'tır. Ya da Selçuklu hükümdarı Kutalmışoğlu Süleyman Şah olduğu belirtilir. Her iki husustan bir tanesi veya başka durumda geçerli kabul edilse türbe ve toprağın Türk kültürü için önemi büyüktür. 30 Kasım 1925'de Tekke ve Zavıyelerin ilgası ile alakalı kanun yürürlüğe girse de Süleyman Şah Türbesi kapatılmamıştır. Mezar ve çevre düzenlenmesi ile karakol inşaatı için 1938 yılında Nafia Vekaletine 8000 lira tahsisat çıkartılan Türbe, El Tabka barajının inşaatıyla su altında kalacağı için 1975'de Karakozak köyüne taşınmıştır. Bu denli bir mazisi bulunan Süleyman Şah türbesinin Türkiye sınırlarına yakın bir mevkiye intikali belli ki kuvvetli istihbarat neticesinde Şah Fırat operasyonu adı ile gerçekleştirildi. "Şah", Süleyman Şah'ı vurgularken, "Fırat" , mevkiinin Fırat havzası dahilinde bulunmasından mütevellit harekat adıydı. Operasyondan 48 saat evvel Silahlı Kuvvetler - Özel Kuvvetlere bağlı askerler yerel kıyafetlerle operasyon bölgesine girerek keşif ve gözlemde bulunarak gerekli tedbirleri aldı. Burada bir parantezle Özel Kuvvetler Komutanlığının yapısına değinmekte fayda var. 1993 senesinde 93 stratejisi adıyla Soğuk Savaş döneminin Kitlesel harp düzenine göre oluşturulmuş Özel Harp Dairesi, Sovyetlerin dağılmasıyla soğuk savaş koşullarının ortadan kalktığı ortamda lağvedildi ve düşük yoğunlu çatışmalara yönelik Özel Kuvvetler Komutanlığı oluşturuldu. Halk arasında yaygın bilinen adıyla Bordo Bereliler, A ve B timi olarak iki gruba ayrılır. Gönüllülük esasıyla kondisyon sınavlarını başarıyla geçebilmiş muvazzaf askerlerden Yarbay rütbesine kadar olanlar A timini, Astsubaylar ise başlarında Subay bir komutanla B timini oluştururlar. 

Bu ek bilgiden sonra operasyon detaylarına dönebiliriz. 

Bölgede güvenliğin sağlanmasıyla 500'den fazla askeri personel ile 9 saat 43 dakika süren operasyonla sandukalar ve kutsal emanetler yurda getirilerek türbe imha edildi. Türbenin Türk askeri tarafından imhasının gerçekleştirilmesi stratejik bir vakaadır. Selefi fraksiyonlarıda taşıyan  Işid (Deaş) , türbe ve mezar taşlarına karşı olup İslâm dışı olarak yorumladığından askerin çekilmesi akabinde, DEAŞ'ın türbeyi imhası ve sosyal medyayı başarılı kullanan örgütün bu görüntüleri Dünya ile paylaşması Türkiye hanesine eksiler olarak yazılabilirdi. Türbenin mevkiinin korunması hususunda diretilse sıcak çatışma esnasında istenmeyen sonuçlar doğabilirdi. O mevkiide ki çatışmanın Türkiye içerisindeki bir takım uyuyan radikal unsurları tetiklemesi olasıydı. Tabii bu durum istihbarat zaafiyetini de ortaya koymaktadır. Kurumsal ihtilafların yol açtığı/açabileceği Yurt içi istihbari eksiklikler keskin bir gerçektir. Mit'in bütün personeliyle yalnızca dış istihbarata programlanması ile Emniyet ve Jandarma'nın sadece yurt içi istihbari faaliyetlere yönelik konumlandırılmasıyla net bir istihbarat düzeni oluşturulabilir. 

Şah-Fırat'ın toprak kaybı olduğu hususunda farklı görüşler olmak ile beraber Suriye içerisinde on dönümlük arazi yeni türbe için askeri tanklar tarafından çevrilerek koruma altına alınmıştır. Dolayısıyla bunu salt kayıp olarak tanımlamak doğru olmayabilir. Ağrı İsyanı neticesinde Kemal Atatürk'ün Van'ın bir bölümünün stratejik gerekçelerle İran'a verilmesi direktifi nasıl ki bir kayıp değilse para ile bugünkü 12 kilometre kadarlık Nahcıvan sınırının İran'dan yine Atatürk'ün direktifiyle satın alınması İran'ın topaklarını peşkeş çekmesi olarak tanımlanamaz. Uluslararası İlişkilerde bu tür küçük değişikliklere yer vardır. Bu genel çerçeve neticesinde Şah Fırat'ın doğurduğu mühim hususları şu maddeler halinde belirtebiliriz; 

1) Türkiye'nin operasyonu İran tarafından şiddetle kınanmıştır. Rejim ihracı Velayeti Fakih'e resmi Anayasasında yer veren İran'ın Ortadoğu'daki temel siyasi motifi Şii retoriğidir. Bu sebeple Suriye, Lübnan, Güney Yemen ve artık Irak'ın hamisi olarak konumlanan İran özellikle bu bölgelerdeki müdahaleleri kendi meşru otoritesine yönelik tehdid olarak tanımlayabilir. Bu coğrafyada Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Gücü ile Şii milisleri eğiten ve örgütleyen İran, Suriye'nin toprak bütünlüğünü en şiddetli savunan Ülke olarak kısa ve Orta vade de Türkiye ile karşı karşıya gelebilir. İran'ın Ortadoğu'nun lideri iddiasını kabul etmek aynı zamanda Türkiye açısından siyasi bir yenilgidir. 

2) Bu operasyon vesilesiyle Lozan görüşmeleri ve Musul'un kaybı meselesinden Tek parti iktidarını sorumlu tutmak realite yerine siyasi bir demeçtir. Uluslararası İlişkilerin Oyun Modellerinden " Geyik Avı " na göre belirlenen Lozan hezimet değildir. Musul'ün kaybedilmesi ise İngiliz İstihbaratının başarılı ürünüdür. 

3) Militarist eylem ve söylemin yeniden değerlendirildiği dünya ve özellikle Türkiye'de , Başbakan'ın operasyon sırasında Genelkurmay karargahında bulunması liberalleri hayal kırıklığına uğratabilir. Geçmiş yıllarda Batı Çalışma Grubunun odası olarak kullanılan bölümde, Şah Fırat operasyonu esnasında Sivil başbakanın bulunduğu ve bilgi aldığı yer olması hem tarihin cilvesi hem Asker Sivil ilişkilerinin Türkiye'de evrilmesi açısından önemlidir. Fakat Ordu İle Siyaset kesin çizgiler ile ayrılamaz ve Silahlı Kuvvetler siyasetin en önemli parçasıdır. Bu sebeple Liberal teorinin arzu ettiği tam sivilleşme sağlanamamıştır sağlanıcağı da olası değildir. Askersiz Militarizasyon şeklindeki bir tanım ve algının en azından uzun süre daha devam edeceği açıktır. 

4) Radikal bütün unsurlar, içlerinde değişik fraksiyonlar taşıdığından, hiçbir gücün istediği gibi istediği şekilde yönetebileceği mekanizmalar değildir. Bu sebeple radikal unsurların azılı biçimde reddi mühimdir. 

5) Cumhurbaşkanlığı ve Askeri kaynaklar tarafından her daim resmi muhteviyatlı açıklamalarla terör örgütü olarak tanımlanan PYD ile Türk istihbarat yetkililerinin teması operasyon esnasında olmuştur ve olağandır. Bu tür operasyonlarda bölgeyi iyi tanıyan yerel güçlerden faydalanılması rasyoneldir. Bu durumu Pyd'nin kendi lehine yorumlaması algı yönetiminden ibarettir. Nakşi Barzanilerin hakimiyetini Suriye-Kamışlı'da kısa süre evvel kıran Pyd, Barzani yapılanmasının ara elemanı değil muhatap alınacak asli politik figürlerden biri olma çabaları devam edecektir. 

6) Türkiye'de Mit'in tamamen dış istihbaratta ve operasyonel olarak kullanılabilmesi için yeniden tanımlanması gerekir. 

7) Operasyon evveli Suriye elçiliğine bilgilendirme notası verilerek meşruiyet sağlanabilmesinin alt yapısı oluşturulmak istenmiştir. Örneğin Abd gibi süper güç olarak tanımlanabilen devlet bile dış operasyonlarda Birleşmiş Milletler, onay çıkartılamaması durumunda ise Nato'yu devreye sokarak hukuki zemin yaratabilme çabası içerisine girmektedir. 

Suriye'nin iç buhranları oldukça yüksekken Türkiye'ye kitlesel karşılıkta bulunabilme ihtimali oldukça zayıftır. Öte yandan Esad Suriye'de gittikçe güçlenmektedir. Şiilerin iktidara geldiği Yemen, Hizbullah hakimiyetinin kırılamadığı Lübnan, Laik El Nida Partisinin iktidara geldiği Tunus, Laik Abdulfettah Sisi'nin iktidara geldiği Mısır, Irak'ta oldukça güçlenen İran ile yakın ilişkili Cumhurbaşkanı yardımcısı Maliki'nin yer aldığı ortadoğu denkleminde uluslararası sermaye ve lobiler, Türkiye'de sosyal demokrasi, laiklik veya Ortadoğu Şiiliğine daha yakın bir iktidar ile çalışma arzusuna girebilir. 

8) Sınır dışı bu operasyonda siyasi bölünmüşlük düşündürücüdür. Nato'ya giriş, Kore'ye asker gönderme, Kıbrıs harekatı sırasında bile topyekün olan siyasi partilerin bu denli kutuplaştırıcı tavırları siyasi bölünmüşlüğün siyasi bir anarşiye varabileceğinin göstergesidir. 

9) Şah Fırat oldukça başarılı bir operasyondur. Askeri taktik ve diplomatik temas üst düzeydedir. 

10) Şah Fırat bir fetih veya zafer değildir. 

*Şehit Astsubay Işıklar içinde uyusun. 
Gönderen Onur Dikmeci zaman: 06:33 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/02/sah-firat.html

..

ÖZEL ASKERİ ŞİRKETLER,



ÖZEL ASKERİ ŞİRKETLER,




PRİVATE MİLİTARY COMPANY = ÖZEL ASKERİ ŞİRKETLER

ONUR DİKMECİ, 


Paralı asker kavramı Ortaçağ Avrupası'nın uzak olmadığı bir olgudur.  Krallıklar egemenliklerini asil seçilmişler olan aristokrasi ile paylaşırken, aristokratların ortak noktası üst rütbeli asker olmalarıdır. Rütbenin liyakat yerine kan bağı ile kazanıldığı toplumsal ortamda sıradan askerler ise soyluların soyluluk derecesine göre istihdam edilirdi. 

Burada derecesi büyük olan, daha fazla askere sahip olandı. Bu nedenle asker, Kral hatta Devletten evvel egemenliğini kabul ettiği asilzadeye bağlılık göstermekle mükellefti. Birkaç dalga halinde tekrarlanan Haçlı Seferlerinin belki de en temel başarısızlık sebebi kutsal emanetler uğruna fetih kardeşliği değil, altın, ganimet, şarap arzusuyla tutuşmalarıdır. Sosyal sebeplerden patlak veren Orta Sınıf isyanı olarak adlandırabileceğimiz Fransız İhtilali Liberalizm ile Ulusal duygularıda beraberinde getirdi. Zira o dönemde liberal demek Milliyetçi demekten başka birşey değildi. Milliyetçilik ortak değerlerin yoğurduğu bir Millete hizmet ediyorsa bu kavramın somut temsilciside ancak maneviyattan beslenecek olan Yurttaş Orduları olacaktı. Para değil mecburiyetin esas olduğu bu sistemin ilk meyvesi şaşırtıcı biçimde 1792 Valmey muharebesinde alındı. 
Fransızlar yeni ordularıyla İngilizleri mağlup ettiğinde yeni ordu model oldu. Zaten Napolyon'un vereceği son şekil ile yazılı kaidelere bağlanan askerlik sistemi artık gözdeydi. O tarihte doğaldır ki Devletin en büyük geliri fütuhattır. İşgal, yeni vergisel gelirleri ve çeşitli zenginlikleri içerdiğinden savaş meydanı azami derecede mühimdir. 

Ordunun çokluğu ile övünmek parolası gayet doğaldır. Sanayileşme döneminde kalabalık ordu ne kadar mühimse 20.yüzyılda da aynı ehemmiyettedir. 
Çünkü cihan harpleri cephe ve gerisinde talimli ve kalabalık asker grupları bulundurmayı gerektirir. İkinci Cihan harbinden sonra silahlanmanın ve askerin önemi azalmaz. Ordular modern toplumun gereğine uygun olarak eskinin temel sınıfı olmaktan çıkarak sivil idarenin hakimiyetini kabul etmiştir fakat güvenlik politikalarında sivillerle mutabakat hususunda rakipsizdirler. 

Ne Polis ne İstihbaratçı ne başka bir Odak, Asker ve Askeri İstihbaratçı kadar önemli ve muhattap kabul edilir olamaz. 

Silah üreticileri sivil firmalar, lojistik ve tedarik hizmetlerinden memnundurlar ve muharebe sahalarında aktif güç olarak yer alabilmek gibi bir çabaları bulunmaz. İngiltere Ordusuna yardımcı, özellikle Ortadoğu ve Afrikada özel askeri gruplar görülsede 1960'lardan itibaren Amerikan menşeili şirketler özellikle Orta Amerika'da faaliyet göstermeye başlar. Fakat nicelik ve nitelik olarak bu şirketler çok cılızdır henüz önemleri kavranamamıştır. Özel Askeri şirketlerin güvenlik politikalarında temel aktörlerden bir tanesi haline gelmesi özellikle 1990lı yıllardır. Bu durumun gerekçeleri şu şekilde sıralanabilir; 

1) 1970lerde başlayan Neoliberal dalga Latin Amerika'dan Avrupa'ya pekçok yere yayıldı. 1989 Berlin Duvarının yıkılması ve kısa bir süre sonra Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla tek hakim kalan Kapitalizm iyiden iyiye kendini gösterdi. Özelleştirme Devletin küçülmesiydi ve Devlet, Güvenlik dahil çoğu alandan kısmen çekiliyordu. 

2) Kitlesel mukabele süreci yoğun askeri çabayı gerektirsede , yumuşama ve akabinde dağılma ile tek kutuplu dünya düzenine geçilmişti. Böylelikle 6 milyon asker işsiz kaldı. Abd ordusunun mevcudu iki milyon yüz binden, bir milyon dört yüz bine indi. Tek uğraşları askerlik olan askeri personelden hiç değilse başarılı olanlar kendi alanlarında bir şekilde istihdam edilmeliydi. 

3) Teknolojik gereçlerde ilerlemelerde büyük ordular dönemini kapatmıştı. Yeni dönemin yeni savaş konseptine uygun küçük fakat düşük yoğunlu harpte uzmanlaşmış birlikler tesis ediliyordu. Asimetrik savaş tam da Özel Şirketlere uygundu. 

1994 Ruanda soykırımı yaşanırken dünyanın bu faciaya müdahalede isteksiz tavrı Özel Ordulara duyulan önemi artırıyordu. 1996 yılında Siera Leonede yaşanan iç savaş ülkede seçim yapılmasını engelledi. Kanlı savaşta her gün onlarca kişi hayatını kaybetti. Siera Leone elmas madenleri sebebiyle komşusu Nijerya ise petrol rezervleri için mühim ülkelerdi. Bu coğrafyadaki istikrarsızlık zengin kaynaklarına sebebiyet verebilirdi. Siera Leone'ye müdahale önemli bir durumdu ve bunu Dünya Jandarması Abd yapabilirdi. 

Fakat Abd'de çoğu kişinin yerini bile bilemediği Siera Leone'ye asker gönderebilmek için öncelikle Kongre ondan da önemlisi iç kamuoyu ikna edilmeliydi ve bu açıkçası mümkün değildi. İşte Özel Askeri Şirketler bu durumlarda devreye girerler. Çünkü bu kuruluşlar şirkettirler ve talebi olan devlet ne zaman kendilerine sözleşme teklif ederse görevleri başlamaktadır. Anayasa, Kongre, Mahkemeler gibi kavramlar Askeri şirketler için geçerli olmadığından özellikle devlet mekanizması yerle bir olmuş Ülkelerin en çok tercih ettikleri "kurtarıcılardır" .
Nitekim Exotv Outcomes, Siera Leonede 36 Milyon dolar karşılığında, Birleşik Devrimci Cephe'nin ana karargahını tahrip ettiği gibi ülkede seçimlerin düzenlenmesine zemin hazırlayarak kendisinden istenileni yerine getirmiştir. Görevli diğer şirket CIC ise Siera Leone'de ki Nijerya birliklerinin ülkelerine dönmeleri için gerekli tedbirleri alarak hadiselerin Nijerya'ya sıçrama ihtimalini ortadan kaldırmıştır. 

Siera Leone örneğinde olduğu gibi bu şirketler özellikle Irak ve Afganistan'da Ulus inşaası projesinin temel argümanlarıdır. Suudi Arabistan, Hırvatistan, Kosova, Bosna Hersek gibi ülkeler ÖAŞ'lerden en çok istifade etmiş olanlardır.  Bu şirketler tabiki yalnızca sahada yardımcı birlikler veya harp elemanları olarak görev yapmazlar. Lojistik, bakım ve onarım, psikolojik destek, askeri üslerin bakımı, siber savunma siber güvenlik hizmetlerinin kurulumu yönetimi eğitimi, askeri ve polisi modernizasyon, silahların kullanılması, uçuş liderlik yöneticilik emir komuta dersleri, istihbarat ve istihbarat yönetimi, istihbarat modernizasyonu, mayın temizleme, sabotaj pusu sorgulama teknikleri eğitimleri, psikolojik harp ve eğitimleri, askeri personel sağlık hizmetleri, uydu radar füze gibi son teknoloji cihazların üretim faaliyetlerinin yönetilmesi ve yönlendirilmesi eğitimleri, diplomasi gibi pek çok alanda hizmet verebilmektedirler. ÖAŞ'ler ile alakalı sınıflandırmalar olmakla beraber bu alanda çalışmalarıyla ünlü Peter Singer bu şirketleri; 

Harp hizmeti veren ÖAŞ'ler
Askeri Danışmanlık şirketleri

Askeri destek şirketleri olarak tasnif eder. Tabi bu sıralamada ilk dikkat çeken Özel Güvenliğin dahil edilmemesidir. Zira bazı tasniflerde Özel Güvenlikte yer alabilir. Eğitimleri, görev sahaları ve görev içerikleriyle birlikte Özel Güvenliğin, ÖAŞ kapsamında değerlendirilmesi bizce de uygun değildir. Güvenlik firmaları genelde yerel mahiyetteyken silahlı olanları eğitimleri itibariyle şahıs ve bina korumasından mütevellittir. ÖAŞ'lerde koruma hizmeti verdiğinden Devletler genelde Özel Güvenlik firmalarıyla çalışmazlar. 

Tabi bütün bunların yanında ÖAŞ'lerin dezavantajlarıda mevcuttur. 

1) Sanılanın aksine dış kaynak kullanımı olan ÖAŞ'ler, maliyeti düşük değil bilhakis oldukça yüksektir. Irak'ta görev yapan bir ÖAŞ mensubunun maliyeti aylık en az 15.000 dolardır. Bu rakam aylık 45.000 dolara kadar çıkabilmektedir. 

2) ÖAŞ'lerin hukuki tanımlarının belirsiz olması pek çok gayrı meşru hadiseyi de beraberinde getirmiştir. 

3) ÖAŞ'ler neticede kâr odaklı müesseseler olduğundan kendilerini mevcut potansiyellerinden büyük lanse ederek müşterilerinin tercihlerini yanıltabilirler. 

4) Kaostan beslenen bu şirketlerin yegane unsuru düzensiz, istikrarsız, düşük yoğunluklu harbin yaşandığı coğrafyalardır. Bu sebeble küresel sermayenin isteği her daim kaotik ortamların yaratılmasıdır. Bu durum da küresel barış tezinin en sert muhalifidir. 

5) ÖAŞ'lerin işlevsel belirsizliği başka bir dezavantajdır. Bir hükümet ÖAŞ ile anlaşırken, hükümetin tehdid olarak tanımladığı paramiliter gruplarda ÖAŞ'leri kiralayanilir. Bu durumda ÖAŞ'ler personeli birbirleri ile mi çarpışacaktır? 


ÖAŞler çağımızın mühim realitesidir. Neoliberal politikaların hakimiyetini arttırması ve liberal anayasalı devletlerin kamuoyu baskısından çekinmeleri ÖAŞ'lere duyulacak ihtiyacı ilerleyen yıllarda daha da artıracaktır. 
Pekiyi, ÖAŞ'lerin Türkiye'de ki vaziyeti ne durumdadır? 

Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi'nin hayata geçirdiği SADAT, ilk özel savunma ve askeri danışmanlık şirketidir. Asker ve polislere eğitim hizmeti veren şirket dünyadaki muadilleri ile karşılaştırıldığında daha çok yol kat etmesi gerekmektedir. Zaten Türkiye bu tip oluşumlara henüz hazır değildir. ÖAŞ'ler herşeyden evvel işsiz gençlerin umudu eğreti bir yapı olamaz. 

Bünyesinde görev yapacaklar eski asker, polis ve koruma memurlarından seçilmelidir. 

Türkiye bünyesinde yaratılacak bu şirketlerin Batılı rakiplerine paralel imkanlar sunulması sağlanmalıdır. Türkiye'de faaliyete geçecek bu şirketler ekseriyetle Asya ve Ortadoğu coğrafyasında faaliyet gösterecektir. ÖAŞ'lerin varlığı aynı zamanda güvenlik toplumunun doğmasına sebebiyet verecektir. ÖAŞ'lerin kurulmasıyla personel fazlalığından şişen güvenlik bürokrasisi kadrolarındaki kişiler istediklerinde tercihlerini şirketlerden yana kullanabilecekler ilk başta makul olabilecek bu gelişme sonralarında kamu güvenlik kadroları ile Özel şirket kadrolarının birbirlerini çekememe, sürtüşme, teknik ve fiziki takip gibi uygulamalara sebebiyet verebilecek tehlikeli vaziyetlere yol açabilir. Bu sebeble fikren ve sosyal zemin olarak Ülkemizde belki on belki de on beş yıl kadar süreyle ÖAŞ'lerin faaliyetlerini görebileceğimiz olasılığı çokta mümkün görülmemektedir. 


http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/05/private-military-company-ozel-askeri.html

..

Suruç Saldırısının Şifreleri



Suruç Saldırısının Şifreleri,



ONUR DİKMECİ
20 Temmuz 2015 Pazartesi


20 Temmuz günü öğle saatlerinde Urfa’nın Suruç ilçesinde gerçekleştirilen Sosyalist Gençlik dernekleri Federasyonu mensuplarına yönelik bombalı saldırıda pek çok kişi yaşamını yitirdiği gibi yaşamını yitirenlerden fazlası da yaralandı. Saldırıyı kimin, hangi örgüt adına ne maksatla gerçekleştirdiği tartışılırken; meselenin siyasi anatomisini oluşturmak bizler açısından yorucu olmayacaktır. Öncelikle şunu belirtelim ki Sosyalist Gençlik Dernekleri adlı yapılanma, Suriye’de Ayn El arap bölgesinin yeniden yapılanması yolunda uğraş verip maksatı Ayn el Arap’a ulaşmak olan Pyd sempatizanı gençlerden oluşmaktadır. Suriye muhalefetini oluşturan gruplardan biri olan Pyd konusunda Türk bürokrasisinde yakın siyasi geçmişte derin bir çatlak yaşanmaktaydı. Pyd lideri Salih Müslim’in Türkiye’de ağırlandığı ve siyasi temaslarda bulunulduğu Ekim 2014’te[1] Genelkurmay Başkanlığı Pyd’ye ithafen resmi internet sitesinde terör örgütü tanımlamasını kullanıyordu.[2] Askeri ve sivil bürokrasi arasındaki çekişmenin, ulusal güvenlik tanımlamaları hususunda da baş göstermesi meselenin akıbeti mevzuunda kısa süreli belirsizliğe de sebebiyet verse, Haziran 2015’te Cumhurbaşkanı Erdoğan Pyd’yi, Işid/Deaş’tan tehlikeli ilan etmesiyle[3] sivil ve askeri erkanın Pyd hususundaki görüş ittifakı kesinleşmiş olmuştu. Özellikle Suriye’nin kuzeyinde belirmiş muazzam istikrarsızlığın, Haziran ayının ortalarında Işid/Deaş mevzilerinin bombalanıp boşalan mevkilere Pyd militanlarının yerleşmesiyle Talabyad’ın kontrolünün Pyd’ye geçmesinin sağlanarak Türkiye açısından zirveye ulaşmasına sebebiyet verdi.[4] Türk güvenlik paradigmalarına göre bu adımlar Suriye’nin kuzeyinde otonom bir siyasi yapının baş göstermesi orta vadede ise bağımsız bir devlet huviyeti teşkil edeceğinden kırmızı çizgili bir tehdit demekti. Haziran’ın sonunda gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu toplantısında da askeri ve sivil bürokrasi ittifakla bu konudaki endişelerini dile getirerek[5] kararlı olduklarının mesajını vermişlerdi. Öyle ki, Pyd, Fırat’ın batısındaki Cerablus’a ve İdlib’in kuzeyine göç dalgasına yol açacak harekatı kırmızı çizgi ihlali olarak nitelendirilecek bu durumda asker emir almadan harekete geçecekti.[6] Mgk’da alınan kararların kağıt üzerinde kalmadığının göstergesi olarak, Suriye sınırına çok sayıda asker ve askeri teçhizat Temmuz ayının başlarından itibaren sevkedilmeye başlanmıştı.[7] Bu uygulama bir güç ve gövde gösterisi olduğu kadar Türkiye’nin başarılı bir yumuşak güç savaşı verdiğinin göstergesiydi. Kurşun atılmıyor, sınır ihlal edilmiyor fakat, Suriye sınırına sevk edilen ağır silahlı askerlerin birtakım gruplar için caydırıcılık vesilesi olması isteniyordu. Pyd, Türkiye’nin bu girişimlerine karşı dış kamuoyu oluşturmak suretiyle başta Birleşik Devletleri ve Fransa’yı ikna etmek amacıyla demeçler verdi.[8] Gerilen Türkiye Pyd ilişkileri çerçevesinde Türkiye bir yandan dış kamuoyu desteğiyle kısmi bir operasyon amacını taşıyorken Pyd ise yapılması muhtemel operasyonun provokesi için dış kamuoyunu iknaya matuf açıklamalarda bulunma eğilimindeydi. Türkiye dış politik kulvarda bu mühim gelişmelerin aktörüyken, iç siyaset ise 7 Haziran seçimlerinin neticesi akabinde yine gayet hareketli ve hararetli günler geçirmekteydi. Hdp’nin seçim barajını aşma ihtimali seçimler evveli pek çok anket şirketince belirtilmiş bir husus olmasına rağmen, 80 kadar Milletvekilini meclise sokabilmeleri ise neredeyse her siyasi cephede büyük şaşkınlık yaratmıştı. Seçimlerden yalnızca bir gün sonra Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan Hdp’ye ithafen ‘’ Anca açılımın filmini yaparlar’’[9] sözüyle sarfettiği söz Hdp cephesinde tepkiyle karşılandı. Yine Adalet ve Kalkınma Partisinin Hdp ile bir koalisyon içerisinde bulunmayacaklarını belirtmesi, Rtük üye seçimlerinde Hdp’li adayı desteklememeleri(Mhp’li aday desteklenmiştir)[10] ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatını keskin sözlerle eleştirmesi bir tek şeyi vurgulamış oluyordu; Adalet Ve Kalkınma Partisi ve Cumhurbaşkanı oldukça kuvvetli Milliyetçi bir politika izlemiş bulunuyorlardı. İçte ve dışta özetçe değinilen önemli politik gelişmeler ışığında Suruç saldırısının tahlilini şu yönleriyle izah edebiliriz;

1) Saldırıdan kısa bir süre evvel Nusra sempatizanı Miraç Karaaslan adlı şahıs ne tesadüf ki Suruç’ta toplanan kalabalığı sosyal medya profilinden duyurmak suretiyle bir kısım odaklara mesaj vermişti.[11]


2) Aylar evvelinde Musul’da rehin alınan 46 konsolosluk çalışanının kurtarılmasında, ve Suriye ile Irak’a birtakım sevkiyatların yapılmasında etkin rol oynayan bu vesileyle selefi gruplar içerisinde ağırlığı bulunan Mit saldırının istihbaratını neden alamadı veya aldıysa gerekli mercilerle paylaşma gereği duymadı?


3) Nusra, Türkiye tarafından lanetlenmiş bir örgüt olmadığı gibi, Suriye’de gerçekleşen 21 Ağustos 2013 tarihli Guta katliamında, Türkiye iktidar partisiyle arasında ilişkilerin olduğu dış kamuoyunca vurgulanan selefi bir gruptur.


4) Pyd dış kamuoyunca terör örgütü listesinde bulunmamaktadır.


5) Türkiye, Pyd’yi en azılı terör örgütü ilan etmişken bu şekilde bir saldırı üzerinden selefi gruplar ima edilerek mağdur Pyd imajı doğmuş olmuştur.


6) Saldırının iktidar partisi içerisindeki kürt lobisinin Akp-Chp koalisyonunu istiyoruz söyleminden kısa süre sonra gerçekleşmesi bu isteklerini yüksek sesle tekrarlamalarını doğuracağı gibi, Akp içerisindeki Milli cephenin birtakım stratejiler aramasına sebebiyet verecektir.


7) Işid/Deaş, Nato konseptine göre mücadele edilmesi gereken bir örgüttür.


8) Selefiler ve Türkiye bağlantısı üzerinde duran pek çok Avrupalı parlamenter olduğu unutulmamalıdır. Bu durum, batı açısından öncelikli tehdidin radikalizm olduğunu göstermektedir.

 
9) Suruç saldırısıyla, Doğu Türkistan  katliam söylemi ve protestoları aslında birbirlerine çok benzemektedir. İkiside Milliyetçiliğin yükseldiği evrede ikiside dikkatlerin başka yöne çekilmesini sağlamıştır.

 
10) Pyd ve Ayn el Arap hususu Türk kamuoyunca unutulmamalı, alınan MGK kararından geri adım atılmamalıdır.

 
11) Akp’nin Türkiye’nin eski Ulusalcı reflekslerini taşıyan bir vaziyete bürünmesi bu vaziyetin ise Milliyetçilerce desteklenecek olması, birtakım çıkar grupları arasında büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Bu hoşnutsuzluk Akp-Ergenekon ittifakı gibi söylemlerle dile getirilirken Akp-Mhp koalisyon ihtimali ise savaş hükümeti tanımlamasıyla gözden düşürülme gayretine gidilmiştir.

 
12) Son olay göstermiştir ki, Türkiye oldukça sıcak günlere sahne olmaya devam edecektir. Radkal dini örgütler nasıl bir tehditse, Suriye’nin kuzeyinin demografik yapısının değiştirilmesine yönelik girişimlerde aynı oranda büyük bir tehdit içermektedir.

 
13) İran ve 5+1 devletlerinin sürdürdüğü müzakereler neticesinde varılan olumlu sonuçtan yalnızca birkaç gün sonra bu saldırıyla Türkiye’nin karışması, İran’ın baş tehdit gösterdiği selefi/harici hareketlerin yeniden gündeme gelmesi, Türkiye izole mi ediliyor düşüncesini kendimize sormamıza sebebiyet vermektedir.


[1] Pyd Lideri Salih Müslim Türkiye’ye Geldi, http://www.ntv.com.tr/turkiye/pyd-lideri-salih-muslim-turkiyeye-geldi,DyjmcB-hF0C7pMZp7rzg6A
 
[2] Genelkurmay’a Göre Pyd Terör Örgütü, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27348915.asp
 
[3] Pyd Deaş’tan Çok Daha Tehlikeli, http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/06/19/pyd-daesten-cok-daha-tehlikeli-1434663598
 
[4] Pyd Telabyad’a Yerleşiyor, http://www.ulusalkanal.com.tr/dunya/pyd-telabyada-yerlesiyor-h63722.html
 
[5] En Kritik MGK Toplantısı Sona Erdi: Hem Işid Hem Pyd’den Endişeliyiz, http://www.diken.com.tr/en-kritik-mgk-toplantisi-sona-erdi/
 
[6] Fırat’ın Batısı Kırmızı Çizgi, http://www.milliyet.com.tr/firat-in-batisi-kirmizi-cizgi/siyaset/detay/2081424/default.htm
 
[7] Suriye Sınırına Askeri Sevkiyat, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29454968.asp
 
[8] Pyd: Abd ve Fransa Türkiye’nin Suriye’ye Müdahalesine İzin Vermesin, http://www.cnnturk.com/turkiye/pyd-abd-ve-fransa-turkiyenin-suriyeye-mudahalesine-izin-vermesin
 
[9] Yalçın Akdoğan: Hdp Bundan Sonra Çözüm Sürecinin Ancak Filmini Yapar, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29227700.asp
 
[10] Ak Parti’den Mhp’ye Rtük Desteği, http://www.aksam.com.tr/siyaset/ak-partiden-mhpye-rtuk-destegi/haber-422898

[11] Saldırıdan Önce Dikkat Çeken Mesajlar, http://odatv.com/n.php?n=saldiridan-once-dikkat-ceken-mesajlar-2007151200
Gönderen Onur Dikmeci zaman: 08:56 


.

Post Modern Ordu, Asker- Demokrasi ve 28 Şubat Değerlendirmesi



Post Modern Ordu, Asker- Demokrasi ve 28 Şubat Değerlendirmesi,



ONUR DİKMECİ
27 Şubat 2015 Cuma


Post Modern Ordu, Asker- Demokrasi ve 28 Şubat Değerlendirmesi


Bugünki demokratik kurumlar, liberal serpintiler taşıyan anayasal düzenlemeler ve gelişmiş sivil toplum hareketleri dünün kesif kategorizasyon ile sınıfsal çatışmacı tecrübelerinin tatbiki neticesinde husule gelmiştir. 

  İmparatorluklar bünyesinde yaşayan İmparatorluk ile aynı din ve etnistiye haiz tebaa, emek ve ürünü oranında daha sağlıklı iktisadi düzenlemeler talebi ve bu suretle Tek Otorite Monarşiye ortak olma gayreti 1789 Fransız ihtilâli ve 1830-1848 ihtilâlleri olarak belirir. 

  Burjuva ve Prolererya ihtilâlleri olarakta adlandıralan bu dönem, siyasi partilerin, adil olamasada siyasi seçim sisteminin, yazılı mutabakatların doğduğu toplumsal değişimlerin tarifidir. " Ben ordumun çokluğu ile övünürüm " görüşünü benimsemiş Avrupa kıtasının en büyük ordusunu var etmiş Büyük Frederik'in ölümünden sonraki evre artık Sanayi Devriminin olgunlaştığı süreç, modern teçhizat ile donatılacak Yurttaş Asker tipi ile Uluslaşma sürecinin katalizörüdür. 

Bu denli İhtilâl mirasının sahibi Avrupa kıtasının günümüzde Sosyal Demokratik devlet pratiğinin temsilcisi olması herhalde yadırganamaz. Bu oranda da Ordu - Sivil ayırımının başarı katsayısı artar. Bu ayırım süreç ilede alakalı olabilir. Özellikle soğuk savaş evresinde askeri uzmanların etkinliği Asker/Sivil ilişkisinde Ordunun ayrıcalıklı konumuna işaret eder. Amerika Birleşik Devletleri'nin Ulusal Güvenlik algısını Sivillerden ziyade ağırlıklı olarak Hava Kuvvetleri inşaa eder. Türkiye'nin Nato'ya ilk başvurusunun kabül görmemesi Amerikan sivil unsurlarının görüşüyken, Amerikan Hava kuvvetlerinin, Türkiye'nin kilit konumu sebebiyle istihbari avantajına işaret eden raporu, sivil siyasetçilerin görüşünü değiştirir. Keza burada altın soru ordunun dış politika aracılığı ile sivilleri etkin yönlendirmesi veyahut yönetmesi ülkenin demokratik mekanizmasının zaafiyeti olarak yorumlanabilir mi? Şüphesiz bu sorunun cevabı liberallere göre Evet iken, leninist, milliyetçi veya devletçi görüşteki bireylere göre kuvvetli sorun teşkil etmez. 

Soğuk savaşın akabinde normalleşen süreçte sivil kontrolün ve sivilleşen algının iddiası anayasal delillere haizdir. Batı'da bu zaman diliminde ordular darbe yapmazlar, fakat ordunun olduğu her ülke teorik olarak darbe veya askeri müdahale ihtimali taşır. Elbette bu denli kuvvetli demokratik-sosyal devlet mekanizması, siyasi tıkanıklığın siyasi girişimle açılabilmesine olanak tanır. Fakat ordunun siyasal platformda, beliren yeni güvenlik tehditleri sebebiyle yeniden aktif rol alması liberalleri hayal kırıklığına uğratmıştır. Birleşik Devletlerde siyahilerin polis tarafından öldürülmesiyle başlayan ayaklanmalar neticesinde ordu, birliğinden çıkarak şehir merkezlerinde görülmüştür. Polisin ağır silahlarla donatılacağı talimatıyla militer polis teşkilatının oluşturulduğu eleştirisi, toplumsal anarşinin bazı durumlarda yükseldiği Fransa'da Jandarma'ya yetki verilmesi, Almanya'da askeri istihbarat teşkilatı MAD'in öncelikli konuma getirilip, Orduya talimat verilmesi, farklı hayal kırıklıklarıyla birleşmiştir. 
Türkiye, Osmanlı hanedanlığının hüküm sürdüğü dönemde yerli sermaye birikiminin sağlanmaması ve dini referans alan bürokratik kadronun vesayetlerini devam ettirebilmek için fikri ve tekniki gelişmişliklerin "ithaline" en kuvvetli direnci oluşturması sebebiyle değişim hakkında Reayanın talebi olmamıştır. Son dönemde de Batı'daki hukuk, sosyal, fenni manada gelişmelerin Ordu subayları tarafından benimsenip halka idraki arzusuyla, Asker aydınlanmanın öncüsü olarak görülmüştür. 

Yani Çağdaş Ordu, Güçlü asker algısı bugünün değil bir asır evvelinin ürünleridir. Bu algı ve sınıfsız sistemde modern siyasi kurgu projesi, Sosyal Devlet, Siyasi bilinç ve Sivil toplum tanımlarının zayıf kalmasını doğurur. 
Coğrafik açıdan istikrarsız bölgelere yakın Türkiye'nin doğal olarak güvenlik bürokrasisi üzerinde yükselmesi Asker Toplum zihniyetinin ispatıdır. Soğuk savaş döneminde ordusal modernizasyonu hız kazanan Türkiye'de en mühim unsuru olan Ordu ayrıcalıklı konumundan istifade ederek, siyasal istikrarsızlık tespit ettiği anda siyasi hayata müdahalede bulunmuş kitlesel tepkiyle karşılaşmamıştır. 

1990'lardan sonra ise odak terör pkk olarak tespit edilmiş, güçlü, motive bir ordunun mutlak varlığı teröre karşı en büyük panzehirdir teorisi, OHAL gibi uygulamalar ile siyasetin öznesi Ordu'dur anlayışının devamı olmuştur. 


28 ŞUBAT VE İSRAİL, ASKERİ MÜDAHALELER BATI'NIN OYUNU MU? 

Siyasi ombudsmanlık gibi bir huviyete sahip Ordu, Refah Partisi iktidarını söylem ve fiili bazı girişimlerle ( Sincan ve tanklar hadisesi) değiştirmekle gösterilir. Bu teoriye göre İsrail, Necmettin Erbakan'dan rahatsız olarak müdahalesini Türk Ordusu aracılığıyla sağlamıştır. Amerikan Yahudi Kongresi başkanı Abraham Foxman'ın " Türkiye nihayet Erbakan'dan kurtuldu" açıklamaları ile dönemin kudretli Orgenerali Çevik Bir'in açıklamaları bu teoriyi besleyen envanterin mühim parçaları olarak sunulur. Hükümeti kurduktan sonra Erbakan'ın ilk resmi gezisini İran'a gerçekleştirilip 23 milyar dolarlık doğalgaz anlaşmasına imza atması İsrai'in güvenlik paradigması açısından sarsıcıdır. Fakat Türkiye'nin İslâm birliği hulyalarıyla rejim ihracı prensibine yasal anayasasında yer veren İran ile muazzam yakınlaşma, göstermesi, Türkiye'nin bölge liderliği açısından daha büyük bir sarsıntıdır. Ordu'nun İsrail veya Pentagon ile temaslarının ihtimali bulunsa da, 28 Şubat'ın her evresinin doğrudan İsrail mamulü olduğu anlayışının Türkiye'yi küçümsemekle eş değer olduğunu düşünüyorum. Burada temel eleştiri Ordu bir siyasi parti konumunda olmadığından, değişik ülkelerle temasta bulunarak siyasi girişimde bulunmamalıdır düşüncesi olabilir. Fakat bu da başka bir soruyu doğurur. O halde resmi bir siyasi partinin, politik kaygıları için yabancı ülkelerle ilişki kurması normal bir süreç midir? 

Ordu, Erbakan'ı devirdi diyenler aslında Erbakan'ı, Ordunun parlattığını bilmeyenler ya da bildiği halde değinmek istemeyenlerdir. Milli Nizam partisinin kapatılmasından sonraki ( Aynı evrede Türkiye İşçi partiside kapatıldı. Radikal partilere müsamaha gösterilmemesi olarak yorumlanabilir) süreçte Hava kuvvetlerinden iki rütbeli komutanın( T.S. Ve M.B.), Erbakan'ı ziyaret ederek yeni partisi olacak Milli Selamet Partisinin kurulması fikrini paylaştıkları tarihi vesikalarla sabittir. Eleştiri,  yine bunun askerler aracılığı ile gerçekleştirilmesine yöneltilebilir. Sanayi devrimini yaşayamamış bir Ortadoğu ülkesinden, Britanya tipi demokratik bir model beklemek en azından o dönemler için küçük bir çocuğa çok büyük boyutlu kıyafetleri giydirmek değil midir? 

28 Şubat 1997 MGK kararları toplumun belki yüzde 80'nin benimseyeceği içeriktedir fakat asıl antipati bunun askerler aracılığıyla gerçekleştirilmesinden ötürüdür. Bu durum demokrasi açısından elbette eleştirilebilir fakat bu tecrübeler, bugünkü ve gelecekteki demokratik algımızın yeşerebilmesini sağlayacaktır. 

Bir diğer husus dış politikanın hissi duygulara mı rasyonel uygulamalara mı dayandığıdır? 

Hissiyat İsrail aleyhtarlığı gerektiriyorsa bunun Türkiye Cumhuriyeti'ne katkısı var mıdır? İsrail ile artık Filistin bile dialog kurma gayreti içerisindeyken belirli ülkelerin katı muhalifliği üzerinden üretilen retorik ancak siyasi partilerin seçmenlerini konsolide etmesinden ibarettir. 

28 Şubat döneminde oluşturulan Batı Çalışma Gruplu Genelkurmay ile bugünün, Şah Fırat operasyonu neticesinde Başbakan'ın şükür namazı kıldığı Genelkurmay kıyaslaması ve normalleşme sürecini kutsayan ifadeler ile salt iç dinamik vurgusu doğru değildir. 

Günümüz post modern toplum tipi post modern orduları var etmiştir. Eskinin katı seküler tutumlu ABD ordusunun artık kadrosunda müslüman din adamlarının bile bulunduğu ibadet serbestinin sağlandığı, farklı inanç ve kültürlerin eritilmesi yerine kabul edildiği çoğulcu yaklaşımla Ulus modelinin kaynağı haline gelmiştir. 

Seküler Ordu ve Din ayırımının artık kalmadığı veyahut azaldığı modern dünyaya uyum elbetteki Türkiye açısından da dahil olunmak mecburiyeti hissedilen davranıştır. Din ile sorunu olmayan post-modern ordu tipinde savaşçı generaller yerini bilim adamı veya akademisyen komutanlara bırakırken, daha küçük fakat profesyonel kuvvetten müteşekkil dinamik huviyetli yeni model oluşmuştur. Bütün yazılanlardan hareketle şu neticeleri çıkartabiliriz:

1) Dış ve iç politik zihniyet coğrafya ve toplumların geçmişlerinin ürünüdür. Bu sebeple Ordunun bu zamana değin ayrıcalıklı konumu doğal sürece uygun olandır. 

2) Dünya'da ve Türkiye'de yeni kurulan hükümet veya rejimlerin meşruiyet telebiyle ulus dışı arenada gerçekleştirdiği arayış askerlerin meşruiyetlerini pekiştirmesinde de görülür. Bu sebeple bütün askeri müdahaleler topyekün dış destekli olarak nitelendirilemez. Bu teori Türkiye'yi küçümsemekle aynıdır. 

3) 28 Şubat süreci İsrail devletiyle farklı ve olumlu ilişkiler sağlayabilmeyi gösteren pencere açmıştır. Bu pencereden bakmak veya bakmamak siyasi iradenin takdiride olsa asli olan Zulmu Uğrayan Halkların hamiliği veya şaşalı söylemi değil Ulusun çıkarıdır. 

4) 28 Şubat sürecinde Polis üzerinden kurgulanacak senaryoyla kurumsal çekişmeye sebebiyet veren bir yönetim zaafiyetiyken aynı zamanda bu coğrafyanın realitesidir. 

5) 28 Şubat'ın büyük bir darbe olarak nitelendirilmesi kabul edilirse, üçlü koalisyon döneminde yaratılan kaotik ortamla erken seçim uygulamasının da darbe olarak anılması gerekmez mi? Troyka operasyonu ve bağlantıları için de Mecliste komisyon kurulup yargılama yolunun açılabilmesi olası mıdır? 

6) Türkiye'de asker sivil ilişkilerinin düzenlenmesi çağın gerekliliyken ordunun siyasi konumu inkar edilemez. Çünkü bütün ordular aynı zamanda siyasal kurumlardır. 

7) Demokrasinin yegane faktörleri parti içi demokratik değerler ile dinamik yenilikse Türkiye'nin bu kategorilerde notları nedir? Siyasi tecrübelerle sabittir ki, Türkiye bu hususlarda pek iptidaiyken Asker/Sivil ilişkilerinin tasnifini en çağdaş liberal değerlere göre yapabilmesi siyasi riyakarlık, paradoks veya farkındalıktan uzaklık olarak tanımlanabilir mi? 

8) 28 Şubat sürecinde yetkin kişilere her daim brifing veren İstihbarat teşkilatı neden sorgulanmamaktadır? 

9) 28 Şubat süreci büyük sermaye gruplarının Anadolu sermayesi olarak adlandırılan kesiminin engellenmesi olarak adlandırılırsa küçük sermaye gruplarına " Demokratik hassasiyet" gereği savunmacı insiyatifle yaklaşanlar olabilir. Siyasetin temel öznesi siyasi partiler olduğuna göre küçük siyasi partilerin yok olmaya yüz tutması neden aynı hassasiyet üzerinden değerlendirilmez ? Örneğin sermaye hassasiyetliği yapan grup ve destekçilerinin adil olmayan seçim/baraj sistemi hakkında somut girişimleri neden gözlenememiştir? 

10) Fişlemeler kötü birer suçtur. 28 Şubat ve Askeri Fişleme algısı oluşturulurken Sivillerin gerçekleştirdikleri fişleme hususu hakkında ne gibi tez ve anti tezler sunulabilir? 

Askeri mahkemelerin sivilleri yargılayamaması, Ordu'nun Sayıştay denetimine tabi tutulması, profesyonel ordu düzenine geçiş uygulamaları, inanç ve kültürleri bağrına basmış model post-modern tipe uygun olandır. Eski uygulamaların kinci ve hissi perspektiften irdelenmesi bir kenara bırakılarak modern Ulus toplumun geleceğini ele almak rasyonel olandır. İç ve dış tehdid algıları yeniden tanımlanabilir. Bürokratik çekişmeler ve bürokratik hizipleşmelerin kısa ve orta vadede de değişmeyeceği bilindiğine göre, dönüşüm doğal sürecinde sancılıda olsa gelecek daha parlak görülebilir . 
Gönderen Onur Dikmeci zaman: 11:21 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/02/post-modern-ordu-asker-demokrasi-ve-28.html

..

KAMU DİPLOMASİSİ VE THY. THY NEDEN HEDEFTE



KAMU DİPLOMASİSİ VE THY. THY NEDEN HEDEFTE?



ONUR DİKMECİ
15 Temmuz 2015 Çarşamba

Toplumların tarihsel tasnifleri geneli itibariyle dört kategoride incelenmektedir. Modern öncesi, Modern, Geç Modern ve Post Modern. Modern öncesi dönem ise Westfalyan evveli ve sonrası olarak iki kısımda incelenebilir. Otuz yıl savaşları diyebileceğimiz kanlı mezhep çatışmaları neticesinde imzalanan westfalya barışı bir anlaşma olmanın da ötesinde Avrupa kıtasında başlayacak siyasal değişimlerinde habercisiydi. Westfalya düzeni evvelinde ülke egemenliği, kral, aristokrat ve ruhban sınıfı arasında bölüştürülürken, anlaşma ile soyut iktidar dayanaklarından çok gücün belli çizilmiş bir sınırla tanımlanabileceği yani teritoryallik de denilen bu koşul uyarınca resmi sınırlara sahip tek kavram olan devletin asli merkezi otorite olduğu ve diğer unsurların devlete rakip olarak görülmek yerine devletin hükümranlığı altında kalan unsurlar olabileceği belirlenmiştir. Ondokuzuncu yüzyıldan ikinci dünya savaşı sonuna kadarki modern dönemde de devlet kavramı, birinci dünya savaşı sonrasındaki kısa süren idealist dönem hariç devletin en temel güç olduğu, askeri gücün sürekli arttırılmak zorunda hissedildiği evredir. Bu süreçte devlet her şey olduğundan sivil toplum önemsizdir. İkinci dünya savaşının sonundan soğuk savaşın biteceği 1990’lı yıllara kadar ise geçmodern dediğimiz dönemi oluşturmaktadır. Soğuk savaş stratejilerinden kitlesel karşılık prensibi gereği nükleer silahlanmanın önemi azami ölçüdeyken 1962 Atina Nato zirvesinden sonra aslında bu stratejinin güvenliği çokta mümkün kılmadığı ve masrafları da arttırdığı saptamasıyla esnek mukabele stratejisi belirlenmiştir. Nükleer silahların varlığını korumakla beraber önemini eskisine oranla yitirdiği buna karşılık savunmanın insan gücüne dayanacak olmasıyla beraber yoğun askeri personele ihtiyaç duyulacak evrede de realist ve kısmen neo realist kuramlar hakim olmuştur. 1990’ların sonrasını tanımlamak için kullanılan postmodern devrede ise devlet ilişkilerinde önemli değişiklikler olmuştur. Her şeyden evvel dünyadaki liberal dalgalanmalardan nasibini alan ülkelerde özelleştirmeler kendisini göstermek suretiyle devlet mekanizması küçülmeye başlamış, buna mukabil düşünce serbestisinin getirdiği liberal ortamda pek çok dernek ve vakıf hayata geçmiş, iktisadi yapılar otonomilerini ilan etmek suretiyle özerk huviyetlerine kavuşmuşlardır. Postnodern öncesi devlet ve toplum arasındaki dikey ilişki, postmodern dönemde yatay minvalde toplumun kendi devleti dışında başka devlette de taleplerini iletebildiği ve baskı mekanizması kurabildiği yatay ilişki yönünde evrilmiştir. Amerikalı siyaset bilimci Joseph Nye’ın ortaya attığı postmodern siyaset bilimi teorisine göre ise bir devletin başka devleti etkileyebilmesi ancak üç koşulda mümkündür.

1)      Tehdit ve güç kullanmak

2)      Rüşvet

3)      Kamu Diplomasisi başlığı altındaki yumuşak güç uygulamalarını kullanarak.

İşte Nye bu üçüncü seçeneğe önem vererek yumuşak güç uygulamalarının postmodern dönemde giderek önem arz edeceğini belirtmiş ve yanılmamıştır. Buna göre diplomasi/yumuşak güç faaliyetleri şu hususları kapsar;

1)      Dinleme: Hedef ülkenin alışkanlıklarını anlama ve tahlil etme.

2)      Savunma: Devletin kendisi veya kurumuyla ilgili olumsuz bir mevzuyu hedef ülkede savunabilme yeteneği.

3)      Nüfus mübadelesi: Öğrenci değişim programları gibi uygulamalar.

4)      Kültürel mübadele: Dil kursları, dernekler, vakıflar.

5)      Uluslararası yayıncılık: Yabancı dilde yayın yapan platformlara sahip olunması.


Gelişmiş her ülke bu kaideler çevresinde, dünya piyasasında etkinliğini arttırmak suretiyle hakimiyetini pekiştirmeyi ister. Burs programları, finans şirketleri, film endüstrileri, spor klüpleri, sivil toplum, devletin resmi organ ve kuruluşları kamu diplomasisi faaliyetlerinde etkin yer alırlar. Büyük Türkiye, Güçlü Türkiye gibi sloganlarla yakın geçmiş dönemde imaj tazeleme stratejisini uygulamaya koymuş Türkiye’nin de yumuşak güç uygulamalarından münezzeh yorumlanabilmesi düşünülemez. Bu kapsamda balkanlarda kurulan ve Türkçe ile Türk kültürel çalışmalarına imza atan Yunus Emre Enstitüleri ile balkanlardaki ticari şirketler önem arz eder. Şu anda etkinlikleri üst düzey olmasa da bu faaliyetler balkanlar ile Türkiye arasında güzel birer köprü oluşturmuştur. Başbakanlığa bağlı TİKA ise, dünyanın pek çok yerinde, eski kültürel mirasların onarılması, erzak, giyim yardımları, kültürel projelerle etkin bir yumuşak güç vasıtasıdır. 

Yurt dışı na gönderilen öğrenciler, Türkiye’de ağırlanan turistler, kimi dernek ve vakıflar Türkiye’nin etkin yumuşak güç unsurlarını oluşturmaktadırlar. Kamu diplomasisi ve Türkiye hususunu izahata çalışılırken Türk Hava Yolları’na değinmemek çok büyük eksiklik olur zira, THY en etkin diplomasi kaynaklarındandır. 1933’te beş koltuklu yalnızca iki uçakla faaliyete başlayan kurum, Türkiye’nin gözbebeği misali yoğun emek ve vergilerle yıllar içerisinde büyüdü ve gelişti. 1943’te altı adet uçak daha filoya katılarak, 1945’te uçak sayısı elli ikiye yükseldi. 1955’te Türk Hava Yolları adının alınması,1980’lerden itibaren başlayan yoğun büyümeyle beraber 2003’ten itibaren küresel bir marka haline gelen ve dünya kamuoyunun ilgiyle izlediği bir kuruluş hüviyetine sahip olunulmuştu.[1] 

Afrika’da kırk noktaya uçuş düzenleyecek[2] bu husus Türkiye açısından prestiji yüksek bir durum olduğu kadar dünyadaki bazı odaklarında nefretinin kazanılmasına sebebiyet verecekti. Hayatını kaybeden eski Mitçi Binbaşı Kaşif Kozinoğlu’nun el yazısıyla kaleme aldığı eser göstermiştir ki, Oslo görüşmelerinin sızdırılması Alman istihbaratının ürünüdür.[3] Almanya özellikle balkanlardaki çekişmede de Türkiye’nin karşısına çıkmıştır. Türkiye’de üçüncü havalimanı yapımına en sert muhalefet Almanya’dan gelmiştir. Buna göre bir takım tertiplerin ardında Almanya’nın aranması olası göründüğü gibi, kurumların provokeside muhtemeldir. Tıpkı THY’nın son zamanlarda ihbarlarla prestijinin sarsılmaya çalışıldığı gibi. İstanbul Tokyo uçuşunu gerçekleştiren uçakta garip bir notun bulunmasıyla başlayan serüven, İstanbul- Sao Paulo seferindeki bomba notuyla devam ederek[4] günümüze kadar beşten fazla aksamaya sebebiyet vermiştir. 

Yine  Thy yönetim kurulu eski başkanı kurum içerisinde varlığından şüphe ettiği ve illegal olduğunu iddia ettiği  örgütlenmeye vurgu yaparak[5], kurumsal itibarın sarsılmak istenebileceğinin örtülü mesajını vermiştir. 

Siyasal olayların doğal gereği şudur ki, bir ülke içerisindeki hiçbir siyasal olay dünyadan bağımsız olarak düşünülemez ve yorumlanamaz. Yani kısa süre evvel Malezya hava yollarına ait bir uçağın, Güney Çin denizi üzerinde kaybolması[6] bir takım komploların hava taşımacılığı yapan şirketler üzerinden gerçekleştirilmek suretiyle hedef ülkeler üzerinde menfi intibahın uyandırılmak istenmesinde etkin olacaktır. Hulasa işlediğimiz konu hakkında şunları sıralayabiliriz;



1)      Kamu diplomasisi ve yumuşak güç uygulamaları, postmodern toplum tipinde gücün en önemli vasıtalarındandır. Devletler eskinin askeri stratejisinden çok diplomasi stratejilerini önemseyen bir konumda bulunduğu unutulmamalıdır.

2)      Etkin devletler arasında yer almak niyetinde olan Türkiye Cumhuriyeti, mevcut potansiyelini imkanları doğrultusunda değerlendirerek yumuşak güç/diplomasi stratejisini oluşturmaktadır.

3)      Türkiye’nin en etkin kamu diplomasisi faaliyetlerinden bir tanesi Türk Hava Yollarıdır. THY, her geçen gün büyüyen dinamik yapısıyla, gökyüzünün sancaktarı ve yabancı pistlerin müdavi misyonunu en iyi şekilde değerlendirmekte bu da dünyanın ilgisini çekmektedir.

4)      THY’yi provoke etmek isteyecek ülkeler ve yabancı hava yolları her daim olacaktır. THY uçaklarına yönelik ihbar, karalayıcı ve aldatıcı haberler, kara propaganda gibi istihbari faaliyetler etkin biçimde sürdürüleceğinden, Türkiye’de istihbarata karşı koyma birimleri bu konuda hazırlıklı olmalıdır.

5)      THY personelinin istihdamı etkin güvenlik tahkikatlarıyla gerçekleştirilmeli, güvenlik soruşturmaları periyodik aralıklarla tekrarlanmalı, personel eğitimlerinde gizliliğin personelce uygulanabilmesi ilkesi eğitmenler tarafından etkin olarak benimsetilmelidir.

6)      THY içerisindeki, kurum itibarını provoke edici gruplar, kurumdan süratle uzaklaştırılmalıdır.

7)      Malezya hava yollarına ait uçağın olumsuz akıbetinin, Kuala Lumpur’da kurulan temsili mahkemeye rövanşist bir tutum içerisinde uluslararası bir gücün devreye girmesiyle Malezya hükümetine cevap niteliği taşıdığı teorisi unutulmadan, ülke hava yollarının her daim rakip ülkelerin hedefinde bulunacağı, hava yolları faaliyetlerinin ülkelerin itibarına olumlu ya da olumsuz minvalde etkide bulunacağı unutulmamalıdır.


[1] Tarihçe, http://www.turkishairlines.com/tr-tr/kurumsal/tarihce
[2] Ergün Diler, Tarihe 3 Not, http://www.takvim.com.tr/yazarlar/ergundiler/2015/03/31/tarihe-3-not
[3] Kaşif Kozinoğlu, Kaşif Kozinoğlu’nun Mezara Götürmediği Sırlar, Kaynak Yayınları, 2012
[4] Diler, a.g.y.,
[5] Paralel Yapının THY’de Emelleri Var, http://www.aksam.com.tr/siyaset/paralel-yapinin-thyde-emelleri-var/haber-363048
[6] 239 Kişi Taşıyan Malezya Uçağı Kayboldu, http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25964925.asp
Gönderen Onur Dikmeci zaman: 16:47 


http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/07/kamu-diplomasisi-ve-thy-thy-neden.html

..