EROL MANİSALI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EROL MANİSALI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ekim 2017 Pazartesi

Sömürgen ve Kemirgen Zenginliklerimiz...

Sömürgen ve Kemirgen Zenginliklerimiz...    
   
EROL MANİSALI
13.02.2006 
 

Sömürgen ve Kemirgen Zenginliklerimiz (DİN İSTİRMARCILARI ve NAYLON SOL...)


''İstismarcı'' sözcüğü siyasi edebiyatımızda uzun yıllardan beri boy gösteriyor. ''Din istismarcısı'' en yaygın ve yerleşik olanıdır. İşin içine Allah sokulduğu için, bu önem kendiliğinden ortaya çıkıverir.

-___ Din sömürücüleri, kendi işlerini Tanrı adına yürüten sahtekârlardır. ''Tanrı en büyüktür'' diyerek kendilerini büyük ve güçlü göstermeye çalışan çıkarcılardır bunlar. Kendileri ''en büyük olan Tanrının temsilcileri'' olduğuna göre halkın egemenliği ve büyüklüğü diye bir şey de söz konusu olamaz tabii. Din sömürücülüğü yaparak halkın oyları ile iktidara gelenler için artık, halkın çıkarları ve egemenliği kaygısı kalmaz.

Halkın üçte ikisi istemese bile Bush ; ''Tanrı istediği için Irak'ı işgal ettik'' şeklinde açıklama yapar. Halkın istememesi değil, ''Tanrı'nın istemesi'' önemlidir. İşin ilginç yanı, Tanrı adına konuşanın Bush olmasıdır. Bu açıkça, ''Bushça bir yaklaşımdır''. Bizdeki İslamcı siyasiler sadece liberal ve açık saçık ekonomiyi değil, Bush'un ''Tanrısal yaklaşımını da'' taklit etmeye çalışıyorlar.

Bizimkilerin yabancı ülke işgali olmadığına göre sadece ''dahili işgallerde'' Allah'a sığınıyorlar. Ulusal kimlik tartışıldığı zaman ''İslamcı kimliğin esas birleştirici ve bütünleştirici kimlik olduğunu'' ; diğer unsurların hepsinin, ''alt kimlikler'' biçiminde düşünülmesi gerektiğini söyleyiveriyorlar.

Bush'un yaptığı gibi, İslamcılar da işi Allah'a sığınmakla halletmeye çalışıyorlar. İslamın düzeni esastır ve yeterlidir; iktisadi ve sosyal ilişkiler bu düzene göre ayarlanmalı; ''en liberal ve en dini kurallar hep birlikte yürümeli'' diyorlar. Ancak, sadece din sömürücüleri yok tabii...

-___ Atatürk sömürücüleri bile var; 12 Eylül'de Amerika'nın organizasyonları sonucu gelenler, ''En Atatürkçü biziz'' demediler mi? Sonra Avrupa'dan ve ABD'nin ''sivil sermaye kurumlarından'' bol bol yardım alan ''sivil toplum örgütlerimizin'' birçoğu, en Atatürkçü geçinen kurumlar değiller mi?

-___ Bir de ''sol sömürücüleri'' var. var. IMF ile birlikte iş tutandan AB'nin eteğinin altına saklanıp Türkiye'yi sömürgeleştirmekte olanlara kadar, ''Ben solcuyum'' diyenler ortalıkta. Bunlar da Türkiye'de solu sömürenlerdir.

Gerçek Sol mu, Naylon sol mu?

Sol olmak için kafalarını kaldırıp Venezüella'ya, Arjantin'e, Bolivya'ya, Şili'ye baksınlar ve utansınlar. Hem IMF'nin, AB'nin, ABD'nin kucağına oturacaksınız, hem de utanmadan, ''Ben solum'' diyeceksiniz.

Bunlar ''sömürücü ve sömürgeci sol'' olarak sol edebiyatına dahil olan ''Türkiyeli solculardır'' !..

Demokrasi sömürücülerini de unutmayalım: Demokrasi adına ''İslami düzeni yerleştirmek isteyenler mi''? Demokrasi getiriyoruz diye, ''Irak'ı işgal edip yüzbinlerce masum sivilin üzerine 400 bin ton bombayı yağdıranlar'' ve Batı tekellerine Türkiye'yi işgal ettirenler mi? Gümrükleri ve dış ticareti vermek yetmez, para işlerimizi de AB'ye devredelim diyen su katılmamış sömürücü ve sömürgeci demokratlara ne demeli?

-___ Uygarlık sömürücüleri ise en tehlikeli olanlardır. Suratlarına uygarlık maskesini geçirip şöyle derler: Uygarlık adına, Batı ne derse yapmalıyız; Batı o kadar iyidir ki onların istavrozlarını bile öpüp başımıza koymalıyız; ''Uygarlık adına diyalog'' deyip papazlarıyla göbek atmalıyız... Tövbe tövbe...

Bunlar dinler arası diyalog ile uygarlıklar arası diyoloğu özellikle birbirine karıştırıp kimin altta kimin üstte kaldığını düpedüz karambole getirenlerdir.

-___ Ama bir de laiklik sömürücüleri vardır ki demeyin gitsin... Laiklik derler de başka bir laf etmezler. Türbana karşı çıkarken gümrük birliğine hiç söz etmezler. Laik düşünceyi savunurken çokuluslu şirketlerin ve emperyalizmin işgalini hiç mi hiç görmezler. Onlar için emperyalizmin işgali de, örtülü faşizm de önemli değildir; varsa yoksa ''laiklik'' derler. Ama ''laikliğin, diğerleri gerçekleşmeden yürümeyeceğini'' görmemezlikten gelirler. 12 Eylülcüler de, biz Atatürkçü ve laikiz diye gelmediler mi? Gardrop Atatürkçüleri ile sahte laikler ve naylon solcular arasında ilginç paralellikler de bulmak mümkündür.

''Marka'' diye sattıkları şeylerin hepsi sahtedir. Bunlar sömürgenler ve kemirgenler sınıfına girerler. Şöyle bir etrafınıza bakın, televizyon erkanlarına, gazetelere göz gezdirin, bu zararlıların çok yakınınızda olduğunu hemen anlarsınız.


***

9 Ocak 2016 Cumartesi

Bütün Mesele Kürt Koridoru,





Bütün Mesele Kürt Koridoru,

EROL MANİSALI.,


27 Ekim 2014 Pazartesi


-Peşmerge ile Suriye Kürtleri entegre oluyor.

-Erdoğan, Obama’nın talebine evet dedi, peşmerge (Irak Kürdistanı) Suriye’ye geçiyor.
-ABD ve AB Suriye Kürtlerine her türlü siyasi ve askeri desteği veriyorlar.
-Ankara’nın da katkısı ile “Kürt koridoru” oluşuyor.
-Karşıdakiler Esad ve IŞİD, Esad ve IŞİD’e karşı Suriye Kürtleri (PYD ve YPG) destekleniyor.
Bunun anlamı, “Batı ve Ankara Kürt koridoru konusunda anlaşmışlar”. Erdoğan ‘U’ dönüşü ile koalisyona dahil oldu.

Suriye hududu,

Bir süre sonra Suriye’de de aynen Irak’ta olduğu gibi “Kuzey Suriye” Şam’dan kopacak. Barzani ile Suriye Kürtleri entegre ediliyorlar. Bütün bu çabalar Irak’tan ve Güneydoğu’dan Akdeniz’e kadar bir bütünlük sağlayarak Kürt koridorunu oluşturmak için.
Herkes Kobani’yi, IŞİD’i konuşuyor. Oysa esas hedef Kürt koridorunu tamamlamak, öyle ya da böyle. Son olarak ‘U’ dönüşü ile Erdoğan da takıma katıldı. Şikâyetleri ise kamuoyuna yönelik yumuşatmalar sadece.
“Bıçak Sırtı” köşemde kaç yıldır Kürt koridorunu yazıyorum. Büyük Kürdistan için bu vazgeçilmez bir hedef!

Önce Kuzey Irak halledildi; sonra Güneydoğu’da yaratılan olaylarla çözüşmenin altyapısı hazırlandı. Bütün bunlar Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin yönetimi sırasında gerçekleşti.

Şimdi Kuzey Irak Kürdistanı “Kuzey Suriye’ye uzatılarak” Kürt koridoru tamamlanıyor.

Rusya sert çıktı ama

Lavrov geçen hafta Suriye konusunda sert tepki gösterdi. Ancak bu bir işe yaramayacak. Aynen Kuzey Irak’ta olduğu gibi koridor Suriye’ye taşınacak.
Ayrıca Rusya’nın Kıbrıs Rum kesimi ve İsrail ile birlikte geçen hafta ortak manevralara başladığını da unutmamak gerekir.
Öte yandan Rumlar, Türkiye-AB ilişkilerini bloke etme kararı verdiler. Yarın Brüksel Ankara’ya “sizin Magosa açıklarında ne işiniz var”, oraları Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (ve AB’nin) egemenlik alanı içinde diyecek.
Ankara da yeni ‘U’ dönüşleri yapmak zorunda bırakılacak.

Yalan rüzgârları

-Bir yanda kamuoyuna yapılan açıklamalar, beyanlar, çekilen nutuklar var.
-Öte yanda gerçek dünyada fiilen yürütülen gelişmeler var.
Bir tarafta kamuoyunda yaratılan algı yanılgıları, öte yanda fiilen yürüyen yeniden yapılanmalar söz konusu.
Türkiye bir sarmalın içinde yuvarlanıyor. Nereye kadar mı? Gittiği yere kadar!
Ya da buna “gidemediği yere kadar” tartışmasını katmak gerekir.
Ne zaman demokrasi işlemeye başlar, yalan rüzgârları son bulur o zaman işler, olması gerektiği hale döner.
Tribündeki seyircinin sahaya inip oyuna katılması gerekiyor. Yoksa seyirci kalıp birbirimize nasihati sürdürürüz.
Hadise bu kadar nettir.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/134463/Butun_Mesele_Kurt_Koridoru.html#

*************

TSK ve AB ,




TSK ve AB ,  

EROL MANİSALI  
Ağustos 2001


Ağustos 2001  Sayı: 36    

TSK ve AVRUPA BİRLİĞİ

Prof. Dr. Erol Manisalı

Genelkurmay Başkanlığı bir açıklamayla AB'ye karşı olmadığını bildirdi.

Türkiye'nin AB'ye bir Fransa ya da bir İspanya gibi tam üye olmasına TSK karşı değildir. Bunu çok doğal karşılamak gerekir. TSK'yi bu yönde açıklama yapmaya, bazı spekülatif yayınlar zorladı.

Ancak, arada bazı farklar var...

Evet, Türkiye'nin aynen AB içindekiler gibi eşit statüde ve normal, tek yanlı olmayan bir ilişki düzeni içinde AB'ye üye olmasına TSK karşı değildir. Ancak bugüne kadar, haklı nedenlerle TSK ve askeri çevreler, Türkiye-AB ilişkilerinde " Bazı Tepkiler " göstermişlerdir.

Son aylarda bu tepkilerin " Hangi Konularda " ortaya çıktığını sıralayalım:

1) Güneydoğu konusunda Brüksel'den ve AB Parlamentosu'ndan, "Türkiye'nin bütünlüğüne yönelik dayatmalara" yeltenildiğinde TSK ve askeri çevreler, "AB Türkiye'den böyle şeyler isteyemez" demişlerdir.

2) "Ulusal azınlıklar" adı altında, Türkiye'den, ülke bütünlüğüne yönelik tahrikler ve dayatmalar yapıldığında, TSK tepki göstermiştir.

3) Türkiye-AB ilişkileri bahane edilerek, hatta istismar edilerek Kıbrıs ve Ege konularında AB "koşul getirdiğinde", TSK olmaz demiştir.

4) Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği-NATO ilişkilerinde, AB'nin dayatmak istediği "tek yanlı düzene", TSK karşı çıkmıştır. TSK, Türkiye-AB ilişkilerinde çok haklı olarak tek yanlı yapılanmalara karşıdır.

5) MGK konusunda, Brüksel'den "dayatmalar yapılmak istendiğinde", TSK buna da tepki gösterdi. 

6) Son olarak, Katılım Ortaklığı Belgesi'nde, Kıbrıs'ın "koşul olarak dayatılmasına" TSK hayır demiştir.

Ayrıca bu konuda, Çankaya Doruğu ile Sezer, Denktaş, Ankara hükümeti ve Genelkurmay, ortak tepkilerini ve çizgilerini net bir biçimde kamuoyuna yansıtmışlardır.


7) Son olarak Nice Doruğu'nda TSK, Türkiye'nin AGSK'den dışlanmasına ve Türkiye'ye 2010 randevusu verilerek ülkemizin "oyalanmasına" anında tepki göstermiş bulunuyor.

TSK Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olmamıştır ama, AB'nin, adaylığımız bahane edilerek ulusal çıkarlarımız üzerinde oynamasına tepki göstermiştir.

TSK Nelere Karşı?

Türkiye-AB ilişkilerinde, TSK'nin tepki gösterdiği konulara baktığımızda aşağıdaki gerçekler ortaya çıkıyor:

1) TSK, Türkiye - AB ilişkilerinde, "tek yanlı düzenlemelere karşıdır". Bunun somut örneğini AGSK-NATO ilişkisinde gördük.

2) TSK, ileride Türkiye'nin bütünlüğünü tehlikeye sokacak AB isteklerine karşıdır.

3) TSK, Kıbrıs ve Ege konularında, AB'nin "ön koşul dayatmalarına" karşıdır. Atina'nın, AB'yi kullanarak Türkiye'nin karşısına çıkmasına tepki gösteriyor.

4) AB'nin, MGK gibi, Türkiye'nin ulusal çıkarlarının korunmasında önemli olan bir kurumu karşısına almasına tepki veriyor.

5) TSK, AB çevrelerinin, Atatürkçü düşünceden rahatsız olmalarına da, çok doğal olarak tepki göstermektedir.

6) TSK, Türkiye'nin AB tarafından " Oyalanmasına" da karşıdır.

TSK AB'ye karşı değildir ama, AB'nin Türkiye ile ilişkilerinde, yukarıda anılan konular üzerinde ısrar etmesine çok haklı olarak karşı çıkmakta, tepki göstermektedir.

İki Şeyi Birbirinden Ayırmak...

TSK, AB'ye normal koşullar altında "evet" demektedir. Oysa AB, sürekli olarak Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan önerilerle karşımıza çıkmaktadır. Bir taraftan Türkiye'den ödün koparmaya çalışırken öte yandan da ülkemizi " Oyalama Taktiği " gütmektedir.

TSK, AB'ye karşı değildir ama, bütün bu anormal taleplere de tamamen karşıdır. Karşı olduğunu, bugüne kadar ortaya koyduğu tepkilerle göstermiştir.

Kimse konuyu istismar etmeye kalkmasın: AB'ye karşı olmamak başka şey, ulusal çıkarlarla bağdaşmayan dayatmalara evet demek ise bambaşka bir şey.


 http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/agustos01_08.html



.

8 Ocak 2016 Cuma

BİREYSEL ÖZGÜRLÜKLER VE TOPLUMSAL HAKLAR




BİREYSEL ÖZGÜRLÜKLER VE TOPLUMSAL HAKLAR

EROL MANİSALI
Eylül 2004 


Birey için bireysel özgürlükler ve toplumsal haklar bir elmanın iki yarısı gibidir; bir bütünün iki parçasıdır, hem de birbirinden kesinlikle ayrılmayan parçalar.

Bireysel özgürlükler hukuki olarak mevcut iken o bireyin bulunduğu toplumda sosyal haklar yok ise bireysel özgürlükler hiçbir işe yaramaz.
Bir insanı havasız bir odaya sokup da ona  Nefes almakta özgürsün demek ne kadar anlamsız ise toplumsal hakların olmadığı bir ortamda bireysel özgürlükler de o kadar anlamsızdır.

Özgürlüğün kullanılabilir hale gelmesini toplumsal haklar sağlar ve yaratır:
- Paylaşımda birey  payını yeteri kadar alabiliyorsa yeterli gelir sağlayabiliyorsa yaşama özgürlüğünü kullanabilir? işi olmayan ya da yılda 150 dolar geliri olan bireye sen  özgürsün demek, bireye kendini öldürme özgürlüğünü vermek  anlamına gelir.
- Birey için yaşama hakkı ancak toplumsal haklar ile birlikte ortaya çıkar. Sendika kurma özgürlüğü, grev hakkı, siyasal örgütlenme hakkı,
düşünce özgürlüğü  bireyin yararlandığı  toplumsal haklarıdır.
- Toplumsal hakların siyasi ve iktisadi olarak kullanılmadığı bir ortamda bireysel özgürlük ancak sefalet ortamı içinde öngörülen bir özgürlük olur. 
Bu da, bireysel özgürlük ile alay etmek anlamına gelir.
Gelişmiş  ülke az gelişmiş ülke farkları 

Batı Avrupayı ele alalım; Sosyal haklar vardır, kullanılmaktadır. Geniş bir orta sınıf içinde bireyler ekonomik ve sosyal refaha sahiptirler. 30 bin, 35 bin dolar yıllık ortalama gelir ile hem birey özgürlüğünü kullanmakta hem de özgürlüğünü kullandığı için toplumsal haklarına sahip olabilmektedir.

Bireysel özgürlükler ve toplumsal haklar yan yana büyümüşler ve olgunlaşmışlar dır.

- Batı Avrupa da toplumsal haklar ve bireysel özgürlükler tam bir bütünleşme içindedirler.
- Toplumsal haklar yani toplumsal refah, Batı  Avrupanın ulusalcı politikaları üzerine kurulmuştur?. Sanayileşme, yatırım, ihracat, istihdam yani refah, bu ülkelerin ulusal ve sınıfsal çıkarlarını başarılı bir biçimde dışarıya karşı korumuşlardır. Bugün AB de, Almanya nın, Fransa nın, Danimarka nın ulusal çıkarlarını, dışarıya karşı , örneğin Türkiye ye karşı ya da Japonya ya karşı dişe diş korumaktadırlar.
- Kopenhag kriterleri de bu  toplumsal felsefe üzerine kurulmuştur. Yani, içerdekilerin yani tam üyelerin toplumsal hakları, refahları ve bireysel özgürlükleri?.
 Az gelişmiş ülkenin çelişkisi AB dışında bir ülke, örneğin Türkiye, toplumsal hakların kullanılmadığı bir konumdadır.
Geniş halk kitlelerinin refahı, dışarıya karşı korunamamaktadır. Dışarıdakiler dayatmaları ile bunu engelliyorlar.
- Çok uluslu Şirketler iç pazarda egemen olarak işçi, çiftçi, memur, ulusal sanayici aleyhine faaliyet göstermektedirler. İçki, tütün, gıda, tekstil, beyaz eşyalar, elektronik sanayilerini son 10 yılını inceleyen bir uzman, durumu net olarak görür.
- Türkiye de AB ile kurulan iktisadi ve ticari altyapı, ?Türkiye aleyhine, AB lehine çalışan  tek yanlı bir düzenlemedir. Türkiye de toplumsal hakların çalıştırılmasını ve toplumsal refahın sağlanmasını engellemektedir. Gümrük birliği sonrası  fiilen yaşandı.

Bu örnekler genişletilebilir. O zaman esas mesele dışarıdaki ülkede, örneğin Türkiye de, toplumsal haklar engellenirken, bireysel haklar öne
çıkarılıyor; terazinin sosyal haklar bölümü aşağıda tutulmak için.

- Bu aslında küreselleşme olgusunun da silahı dır. CUŞ ve Batının büyükleri , az gelişmiş ülkelerde toplumsal ve ulusal politikaları nı ve hakların önünü kesmek için  bireysel hakları mikro birimler olarak toplumsal haklar yerine yerleştirmek için, sivil toplum örgütlerini öne çıkarıyorlar.

Türkiye bu tuzağın içine çekilmiş bulunuyor.

Çünkü gerçek demokrasi, bireysel özgürlükler ve toplumsal haklar arasındaki dengeye dayanır. Biri yoksa diğeri kullanılamaz; Fişek ve Tüfek gibi?
Boş tüfekle ateş edilmez.

BİREYSEL ÖZGÜRLÜKLER VE TOPLUMSAL HAKLAR


http://mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/eylul04_05.pdf


..

18 Ekim 2015 Pazar

Darbeyi Önlemek mi? Darbe Yapmak mı?




Darbeyi Önlemek mi? Darbe Yapmak mı?



EROL MANİSALI

25 Ekim 2008 Cumartesi
Amerika’nın Türkiye için planları var;

- Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) gözü kapalı destekleyen bir yönetimin işbaşına getirilmesi.. bunda başarı sağladı...
- Türkiye’de sosyal hukuk devleti, katılımcı demokrasi, üniter yapı, Kemalizm, Lozan gibi oluşumların, kavramların ve hedeflerin silinip atılması...
- Bu düşünceleri destekleyen kişi ve kurumların “hedef alınmaları” ve tasfiyesi...
- Amerika’nın (ve AB’nin), “yeni Türkiye politikalarına” direnç gösteren Türk Silahlı Kuvvetleri’nin,“ulusalcı ve Atatürkçü kimliğinin ortadan kaldırılması için” gözden düşürücü düzenlemelerin yapılması.
ABD ve AB Türkiye üzerinde “sessiz bir darbe” politikası yürütüyorlar. Seçtikleri ortakları var:
- ‘U’ dönüşü yaparak kendileriyle işbirliği yapmayı kabul eden “siyasal İslam”.
- Sonra “bölücüler” var; zaten içten içe Batı emperyalizminin sürekli işleyerek maşa haline getirdikleri“mikro milliyetçiler” bunların başında geliyor. Uyuşturucu patronu ya da “devlet başkanı” yapılarak Amerika’nın hizmetine giren odaklar bunlar.
- Yan destek olarak da “işbirlikçi liboşları ve kimi sermaye çevrelerini” burada anmazsak alınabilirler, onların emperyalistlerin gözündeki  “itibarlarını” zedelemeyelim...
Hep yaptılar...

ABD ve AB bu maşaları kullanarak “ulusalcı cepheyi çökertmek istiyorlar”. Bunu hep yaptılar; Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’de, 1950’li ve 60’lı yıllarda İran, Mısır ve Cezayir’de; 1970’li ve 80’li yıllarda Güney Amerika’da defalarca tekrarladılar.
Türkiye’yi 12 Eylül ve ‘Özalcılık’la önce “dışarıya iyice açtılar”. Piyasa, bürokrasi ve dinin içine girdiler, adamlarını besleyip yetiştirdiler. Rand Corporation’ın kaleme aldığı senaryonun içine piyasadan, bürokrasiden ve şeriatçılardan topladıkları adamları ve kadınları bir bir yerleştirdiler. Ve şimdi de, “Biz darbeyi önlüyoruz” diye yalan söyleyerek sessiz darbe yapıyorlar.
Emperyalizmin karartması...
- “Serbest piyasa uyguluyoruz” diyenler piyasa üzerinden soygunu serbestleştiriyorlar. “Soygun serbesttir” diyeceklerine, “piyasa serbesttir” diyorlar.
- “Biz darbe yapıyoruz” diyemedikleri için, “darbeyi önlüyoruz” diye operasyon yapıyorlar.
Emperyalizme ve faşizme karşı çıkanlar; bu ülkede laik ve sosyal hukuk devleti istiyoruz diyenler; katılımcı demokrasi olmazsa oligarşi egemen olur, bunun için örgütlenme hakları genişletilmelidir görüşünü savunanlar cezalandırılmak isteniyorlar.

Kimler tarafından mı?

- Amerika ve AB tarafından...
- Dinci bir düzen kurmak isteyenler tarafından...
- Batı emperyalizmi ile ortaklığa soyunmuş liberaller ve kimi sermaye çevreleri tarafından...

Gelelim Ergenekon’a...

Ergenekon’daki “tarafları” yukarıdaki bilgilerin ışığında değerlendirdiğimiz zaman işler daha netleşir. Her şeyi yerli yerine oturtabiliriz;
- Bu ülkede gerçek demokrasiyi, katılımcı demokrasiyi, sosyal hukuk devletini savunanları cezalandırmak, korkutmak isteyenler kimlerdir?
- İnsan haklarının, çağdaş değerlerin, aydınlanmanın yanında ve karşısında kimler duruyor, şak diye görebilirsiniz...
- Bu ülkede köylünün, işçinin, memurun, esnafın, ulusal sanayinin, ulus devletin destekçileri kimlerdir? Ve bunların karşısındakiler... Bunları hemen anlarsınız...
- En önemlisi, bu ülkede kendi ulusuna karşı emperyalist güçlerle işbirliği yapanları avcunuzun içindeymiş gibi görürsünüz.
Batı, soğuk savaş sonrası “yeni Türkiye politikasını” belirledi; içimizdeki oligarşi buna evet diyor; büyük çoğunluk ise karşı; çatışma, kavga, sürtüşme bu ikisi arasında.
Ergenekon mu? Öte tarafında emperyalizmin bulunduğu bir kırmızı çizgi...


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/18056/Darbeyi_Onlemek_mi__Darbe_Yapmak_mi__.html


Amerika ve TSK’nin Görüş Ayrılıkları




Amerika ve TSK’nin Görüş Ayrılıkları



  
EROL MANİSALI,

18 Ekim 2008 Cumartesi
ABD’nin Türkiye ve Ortadoğu’ya yönelik politikaları, 2000’li yıllarda daha da netleşmeye başladı. Açık ve örtülü politikaları gerçekleşen uygulamaları göz önüne aldığımızda bunu, kuşkuya meydan vermeyecek bir biçimde görebiliyoruz.
Öte yandan TSK’nin BOP, Kürdistan, mikro milliyetçilik, laiklik, sosyal devlet, dinci oluşumlar, AB süreci, Türkiye’nin bütünlüğüne yönelik politikalar, Atatürkçülük ve Kıbrıs konularındaki görüşleri de biliniyor. TSK; bazen “resmi açıklamalarıyla, bazen yarı resmi beyanlarıyla”, kimi zaman da fiili tutumu ile görüşlerini kamuoyuna ve ilgili kurumlara yansıtmaktadır.
ABD’nin politika, uygulama ve tutumu ile TSK’ninkileri karşılaştırdığımız zaman çok önemli ayrılıkların ortaya çıktığını görüyoruz. Bunların başlıcalarını aşağıda sıralayalım;
1) Ilımlı İslam (siyasal İslam) ve dinci yapılanmalar konusundaki farklar çok büyük.. ABD Türkiye’de,“Ilımlı İslam devletini” resmi politikası haline getirmiştir.
Köktendinci siyasal partiler aracılığı ile Cumhuriyetin çağdaş değerleri yerine,“İslamcı değerleri ve yapılanmayı” tercih ettiğini açık olarak göstermiştir. Bu seçenek, “ABD, İngiltere ve İsrail’in” ortak tutumunu yansıtır.
ABD ve İngiltere’nin “telkinleri ile”, Avrupa Birliği de 2004’ten beri bu çizgiye iyice yakınlaştı.
ABD’nin siyasallaşmış İslam (Ilımlı İslam) modeline,TSK şiddetle karşı çıkmaktadır. NATO içinde, “nesnel ve teknik anlamda Batılılaşmak isteyen TSK”, ABD’nin “öznel olarak İslamcı tercihi karşısında” zorlanmaktadır. (*)
2) TSK, ABD’nin BOP’sine karşıdır. Özellikle 2003-2008 döneminde Bağdat’ta ve Irak’ın kuzeyinde izlenen Amerikan politikalarının,“Türkiye’yi hedef almaya başlaması karşısında”, TSK’de rahatsızlık artmıştır.
BOP’nin esasında, Lozan’ı ve Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef almakta oluşu, bu rahatsızlığı derinleştirmektedir. Washington; Ankara’yı Irak’ın kuzeyindeki ayrılıkçı oluşumu tanımaya ve onu desteklemeye zorluyor. TSK, buna karşı tavır alıyor.
3) ABD PKK’nin siyasallaşmasını ve DTP’nin “kabullenilmesini” istiyor.TSK aynı görüşte değildir.
Çekiç Güç’te değişim
4) Pentagon Çekiç Güç’ün daha kapsamlı hale getirilmesini istiyor. Buna karşılık TSK, Çekiç Güç’ün kabulünün büyük hata olduğunu açık açık söylemeye başladı (Büyükanıt’ın 2003 ve 2007’deki konuşmaları).
5) ABD Ankara’dan NATO çerçevesinde asker istiyor. Afganistan, Lübnan, Baltık ve Afrika’da kullanmak amacıyla yapılan bu taleplere TSK karşı çıkıyor. Lübnan kararı TSK’ye rağmen AKP tarafından Meclis’ten geçirildi.
6) “AB sürecine” karşı TSK’nin duruşu AKP, Brüksel ve Washington’dan farklı.
- Büyükanıt Nisan 2007’de yaptığı konuşmalarda,“AB’nin Türkiye’ye karşı bölücü ve ayrıştırıcı politikalar izlediğini” ifade etti. İlker Başbuğ ise, “AB Türkiye için bir amaç değil sadece bir araçtır”dedi (Eylül, 2008).
7 Mart 2002’de, “AKP’nin iktidar hazırlıkları, ABD tarafından yapılırken” MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç tarihi açıklamasını yaptı: “AB bizi bölecek, dış politikada denge gerekiyor”dedi.
7) ABD İran’a saldırı konusunda, “Ankara’nın kendi yanında olmasını” istiyor. TSK ise buna karşı çıkıyor.
8) Kıbrıs konusunda, TSK’nin ABD planlarına sıcak bakmadığını iyi biliyoruz.
AKP ile dengeleme
TSK üzerinde önemli bir oyun oynanmaktadır.
- Bir yanda ABD, TSK’yi “içerde AKP ile sıkıştırmak istiyor”.
- Dışardan da Talabani, Barzani ve PKK’yi kullanıyor.
- Ayrıca, “AB süreci” ile TSK’yi etkisiz duruma getirmeye çalışıyor.
Kamuoyu yoklamalarına bakıldığında halkın büyük çoğunluğunun TSK’ye destek verdiği görülür.
“Güvenilirlik açısından” TSK en ön sırada bulunuyor. Buna karşılık halkın yüzde 90’ı, ABD’nin Ortadoğu ve Türkiye operasyonlarına karşı.
ABD (ve AB) açısından çözüm “TSK’nin güvenirliğinin ortadan kaldırılmasından geçiyor”. Bölgede,“haritaların değiştirilmesinin ve Amerikancı sivil darbelerin yapılmasının önündeki en büyük engel olarak”, TSK’yi görüyorlar. İşte bu nedenlerle;
- Siyasal İslam TSK’yi hedef almış durumda
- “AB süreci” ile TSK köşeye sıkıştırılıyor
- Talabani, Barzani ve PKK kullanılarak TSK yıpratılıyor.
ABD’nin Türkiye planları ile TSK’nin tutumu arasındaki farklar ülkemizdeki kutuplaşmaları derinleştiriyor. Çünkü bir kesim, Amerikan planlarının savunucusu durumuna gelmiş bulunuyor.
(*) Erol Manisalı, “Batının Yeni Türkiye Politikası, Cumhuriyet Kitap, 2008

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/16596/Amerika_ve_TSK__8217_nin_Gorus_Ayriliklari.html




Kediye Ciğer Teslim Edenler




Kediye Ciğer Teslim Edenler..,


11 Ekim 2008 Cumartesi
-Saldırılar Kuzey Irak’tan geliyor.
-Kuzey Irak ABD’nin askeri işgali altında. Barzani ABD’nin emrinde.
-ABD ve Barzani her türlü bilgiye sahipler.
-PKK, ABD ve AB ülkelerinden her türlü desteği alıyor.
Bu gerçekler karşısında Ankara ne yapıyor?
-ABD ile “işbirliğine” gidiyor.
-ABD, AB, Talabani ve Barzani saldırılardan sonra “Ankara’ya üzüntülerini bildiriyorlar!..”
-Siyasi olarak hükümet “ABD, Bağdat ve Erbil ile işbirliği, yakınlaşma ve destek ilişkileri kuruyor”.
-TSK, “siyasal olanaklar kullanılmadan PKK ile karşı karşıya bırakılıyor”. Ortada göz göre göre bir oyun oynanmakta.
-Hükümet, ABD’nin ikili oyununu “görmezlikten geliyor”.
-AB’nin baskısı ile TSK’nin eli kolu bağlanıyor, kanunlar değiştiriliyor, yetkiler kısıtlanıyor.

Ulusal çıkarlarını koruyan bir ülke ne yapar?

-Mademki “ABD ve Barzani Kuzey Irak’tan saldırıları engelleyemiyor, hatta destekliyorlar, kusura bakmayın deyip girersiniz, bir güvenlik bölgesi oluşturursunuz.
Çağdaş, akılcı, dayatmalara boyun eğmeyen normal bir yönetimin yapacağı iş budur. AKP’den önce bunlar, büyük ölçüde yapılabiliyordu.
AKP’den sonra Ankara Irak’ta, Kıbrıs’ta ve Kafkasya’da ABD’nin “taleplerini yerine getirmeye başladı”. Saldırıların yoğunlaşması bunun sonucudur. Olayları münferit karakol saldırıları olarak değerlendirmek, oynanan oyunu bile bile görmezlikten gelmek demektir.
Hükümet ve Meclis bu saldırılardan doğrudan doğruya sorumludurlar. TSK’ye tezkere vermek sorunu çözmez, sadece erteler. Sorunu çözmek için yapılması gerekenler şunlardır:
-Ankara’nın BOP’a karşı olduğunu açık bir biçimde ortaya koyması gerekir.
-Kuzey Irak’tan sorumlu olan ABD’nin saldırılardan da sorumlu olduğunu, “uygar ve çıkarlarını koruyan normal bir hükümet gibi ortaya koyması zorunludur”.
Bu “akılcı” politikanın izlenmesi gerektiğini aklı başında olan herkes biliyor. Ancak Türkiye’deki yönetimin bunları gerçekleştirmesine imkân yok. Çünkü;
-ABD (ve AB’nin) dayatmalarına hayır diyemiyorlar. Türkiye’nin elinde “hayır demek olanakları vardır”. Ancak hükümet bunu yapamaz. Kendisi, “ABD ve AB’nin desteğine muhtaçtır”. Bu destek yüzünden, sessiz kalması ve “işi idare etmesi” gerekiyor.
Türkiye’nin içine düştüğü temel sorun budur.
Karakol saldırısı BOP’un bir parçası
Sınırdaki saldırı daha öncekiler gibi, BOP’un kilometre taşlarından birisidir. İşin bu yönü ne Meclis’te tartışılıyor ne de yönetimde.
Tartışılan ne? Nasıl girdiler, önlemler yeterli miydi, yardım zamanında ulaştı mı? Bunlar sonuçlardır; esas neden 2003’te ABD’nin işgalinden sonra Kuzey Irak’ın “Türkiye’ye karşı bir saldırı bölgesi haline getirilmiş olmasıdır”. Bunun nedeni de BOP’un gereği olarak “bölge ülkelerinin sınırlarının değiştirilmesi meselesidir”.
Yazılan, çizilen, belgeleri yayımlanan, uygulaması başlatılan bu gerçeği görmezlikten geleceksiniz, sırf kamuoyunu tatmin etmek için ABD Büyükelçisi’ne, “yahu ayıp ediyorsunuz, niye biraz daha dikkatli olmuyorsunuz” diye kerhen şikâyette bulunacaksınız; Washington,Talabani, Barzani de Ankara’ya, “Vallahi biz de çok üzüldük, ne ayıp, yapılır mı bunlar” diye timsah gözyaşlarını akıtacaklar, siz de buna katlanacaksınız.
Bu “dış politika oyununu” sürdürüp işi oluruna bırakacaksınız.
-En başta,1 Mart tezkeresine ve BOP’a destek verirseniz…
-Gürcistan’da, Karadeniz’de, Kıbrıs’ta ABD’nin oyununun bir parçası olursanız Kuzey Irak’tan Türkiye’ye saldırıların arkası kesilmez. 3-5 yıl sonra da Kafkasya sınırından saldırılar başlar, eğer ABD Gürcistan ve Ermenistan’a da yerleşirse…
Ankara, ABD ve AB’nin bölge ve Türkiye üzerinde yürütmekte olduğu örtülü ve açık saldırıları dengeleyecek “iç ve dış politika değişikliklerine gidemezse” kuşatma yoğunlaşacaktır.
Olay bir karakol saldırısı değildir; yürütülmekte olan Ortadoğu politikasının Türkiye’yi içerden ve dışardan giderek daha yoğun bir biçimde sıkıştırması meselesidir.
Ortadoğu’nun esas sorunu, sömürgeci dış güçlerin bu coğrafyada ülkeleri, halkları ve mezhepleri birbirine kırdırması sorunudur.
Aramızdaki anlaşmazlıkları çözmek için her şeyden önce emperyalizmin bölgeye egemen olmasını engellememiz gerekir. Sömürgecilerden yardım alarak bölgenin sorunlarını çözemeyiz.
Dinciler, etnik ayrımcılar, mikro milliyetçiler emperyalizme hizmet ettikleri sürece onun tutsağı olmaktan kurtulamazlar. İçimizdeki kimi İslamcılar, “kediye ciğer teslim ederek” sorunlarını çözeceklerini sanıyorlar. El Kaide’yi ve Saddam’ı akıldan çıkarmasınlar. Sömürgeciden kimseye yarar gelmez, kendinden başka…

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/15066/Kediye_Ciger_Teslim_Edenler.html

..

Liberalizm, Faşizm, Aslanlar ve Ceylanlar





Liberalizm, Faşizm, Aslanlar ve Ceylanlar



04 Ekim 2008 Cumartesi
EROL MANİSALI
Doğadaki denge dayatmacı ve belirleyicidir. Aslanın ceylanı yemesi, doğal düzenin ve dengenin özünü oluşturur. “Fizyokratlar” iktisadı, doğal dengenin oluşumu içinde değerlendirdiler.
İktisadi oluşumları da, “doğadaki denge gibi kendi doğal akışı içinde bırakarak”, en iyi sonucun elde edileceğine inandılar. Klasik iktisat, bunun devamı oldu. Liberal (özgürlükçü) iktisat bunun üzerine kuruldu.
İşleri (piyasayı) kendi haline bırakmanın, iktisatta da doğadaki gibi, “dengeyi sağlayarak sorunları çözeceği” sanıldı. Aslanlar her zaman ceylanları yemeli ve denge bu yolla gerçekleştirilmeliydi…
Muhafazakâr ve sağ iktisadi düşünce özünde “doğallığı, statükoculuğu ve güçlünün egemenliğini”benimser. Hatta bütün bunları, liberal (özgürlükçü) bir anlayış üzerine oturtmaya çalışır.
- Liberal (özgürlükçü) anlayış kamusal, toplumsal ve toplumcu müdahaleyi reddeder. Liberallere göre iktisadi olayları, “kamu yararını göz önüne alarak yönlendirmek yanlıştır”. Mikro birimlerin özgürlüğü esastır. “Birey ve firma çıkarını korursa toplumsal gelişme zaten bunun doğal sonucu olacaktır”denir.
Neo liberalizm (yeni özgürlükçülük) aslında, “özgürlüklerin arkasına saklanmış faşizmi” temsil etmektedir. 20. ve 21. yüzyıllar bunun örnekleriyle doludur.
- İngiliz ve Amerikan liberalizmi yerküremizde baskıcı, antidemokratik, darbeci ve faşist sonuçları beraberinde getirmiştir. Irak’taki “yeni liberalizm oyunu” bu uygulamaların en taze örneğidir.
- Yeni liberalizm, “sistemi güçlünün egemenliğine” dayandırır. Batı’nın dev şirketleri ve nükleer küresel güçleri, “serbest piyasalar ve kendilerine hizmet için kurdukları uluslararası kuruluşlar aracılığı ile” bu küresel egemenliği elde etmeye çalışırlar. 1978’de Dünya Bankası, IMF ve FED tarafından ortaklaşa hazırlanan Washington Uzlaşısı, küresel prömiyerini 24 Ocak 1980 kararları ve 12 Eylül Amerikancı darbesi ile Türkiye’de uygulamaya açtı. (*)
Yeni liberalizm…
Soğuk savaş sonrasında ABD ve AB, “dışarıdaki ülkelere” yeni liberalizmi önermeye ve dayatmaya başladı. Serbest piyasa, serbest kur, malların ve sermayenin serbest dolaşımı üzerine oturtulmuş bir düzen kurmak istediler. Bu “tek yanlı” çalışan bir sistemdi.
Ceylanların kaçabileceği, saklanabileceği bir kovuk, bir oyuk kalmamalıydı. Aslanlar avlarını (gıdalarını) elde edebilmek için her yere serbestçe girmeliydiler. Yeni liberalizm böyle bir özgürlükler düzeniydi. Aslanlar özgürce saldırabilmeliydi. Serbest piyasa, “düz ova” anlamına geliyordu, zayıflara korunacak bir yer bırakılmıyordu.
Yeni liberalizm ve dinciler
Yeni liberalizm yalnızca vahşi kapitalizmin önündeki engelleri kaldırmıyordu. Dinci bir düzen kurmak isteyenler de yeni liberalizme dört elle sarıldılar. Sadece aslanların değil şeriatçıların da yolu açılıyordu.
Bir tek koşulla; aslanlara hizmet vermeli ve onların işlerini kolaylaştırmalıydılar.
- Dinciler de aynen liberaller gibi, “toplumsal ve toplumcu düşünce ve uygulamalara şiddetle karşıydılar”. Siyasal İslam için bir tek kitap, bir tek düzen vardı; o da kutsal kitapta öngörülen hayat tarzıydı.
- Dinciler fizyokratların (ve liberallerin) doğal yaşam ve denge anlayışını, kutsal kitabın öngördüğünü söyledikleri “varoluş felsefesiyle” bütünleştiriyorlardı.
Müdahale ne demekti? Toplumsal ve toplumcu kurallar olamazdı, çağdaş uygarlık gibi saçmalıklar yanlıştı! Halk kendi yaşam tarzını belirleyemezdi. Nasıl yaşanacağı çoktan yazılmıştı…
Bu karanlık çağ düşüncesi özgürlükçü (liberal) fikirlerle saçma bir biçimde örtüştürülüyordu. Vahşi kapitalizm ve işbirlikçi dinciler ilginç bir koalisyon kurdular.
Kapitalizmde aslanın ceylanı parçalayıp yeme özgürlüğü ile kamusal alanda türban takma özgürlüğü aynı kefeye kondu. Bu saçma beraberliğin uygulanabilmesi için dincilerin aslanlara bir şeyler vermesi gerekiyordu.
- Ülkenin en stratejik kurumlarının AB ve ABD tekellerine sunulmaları…
- Bizim piyasamızın onlar tarafından işgaline icazet verilmesi…
- Ülkenin yönetimine Brüksel ve Washington’un ortak edilmesi bu alış-verişin vazgeçilmez koşullarıydı. Üstelik bunlar, “din adına” yapılıyordu. Siyasal İslam ile Hıristiyan dünyası arasında ilahi adalet konusunda ilginç bir beraberlik kuruldu. Dinin toplum hayatındaki önemi ve ağırlığının artması için her iki taraf da birlikte hareket ediyorlar.
Batı bu yolla, aslanların yolunu açmaya çalışırken siyasal İslam da onlara kendi özel yolunu temizletiyor. Saldıran aslanlar dincilerle birlikte ilerliyorlar, ne garip… Her ikisi de liberalizm, demokrasi ve insan haklarından söz ediyorlar, aynen Irak’taki gibi…
(*) Batının Yeni Türkiye Politikası, Cumhuriyet
Kitap, 2008

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/13788/Liberalizm__Fasizm__Aslanlar_ve_Ceylanlar.html



.

Türkiye Acaba İşgal Altında mı?



Türkiye Acaba İşgal Altında mı?


.

27 Eylül 2008 Cumartesi,
EROL MANİSALI
- Kıbrıs’ta, “Türkiye’nin garantörlüğünden AB’nin garantörlüğüne..”

- Dicle ve Fırat’ta, Ankara’nın yönetiminden uluslararası kurumların, yani ABD ve AB’nin denetimine..

- Fener Patrikhanesi’nde, Eyüp Kaymakamlığı’nın idaresinden,Washington ve Brüksel’in güdümüne..

- Dış ticaret politikasında, Meclis’in ve hükümetin yönetiminden AB’nin emir-komuta zincirine..

- Köylünün tohumunda, “yerli üretimden Batı tekellerinin güdümüne..”

- Katılımcı demokrasi ve çağdaş uygarlık değerlerinden siyasal İslamın dinci baskısına..

- Sosyal devletten, sadaka devletine..

- Vatandaşlıktan, kulluğa; insan haklarından ve özgürlüklerden “biat düzenine”..

- Türkiye Cumhuriyeti’nden ılımlı İslam devletine..

- Kısacası, Lozan’dan Sevr’e ve sömürgeleşmeye götürmek isteyenler…

73 milyonluk insanımıza sormak gerek; böyle bir gidişe evet mi diyorsunuz, yoksa karşı mı çıkıyorsunuz? İçinde yaşamakta olduğumuz süreç bu kadar nettir. Herkesin bu gerçekler doğrultusunda tavrını belirlemesi gerekir.

- Köşe yazarının köşesinde..

- Milletvekilinin, “milletin vekili” olup olmadığının anlaşılmasında..

- Siyasal parti yönetimlerinin, “partilerinin ne işe yaradığının” ortaya çıkmasında..

- İşadamının işinin,“ne işi” olduğunun kavranmasında..

- İşçi sendikasının katılımcı demokrasi içindeki yerinin açığa çıkmasında..

- Profesörün verdiği derste,“dünyaya kimin penceresinden baktığının anlaşılmasında”.. Herkesin bu değerlendirmeyi yapması gerekir.

“Gözlerimi kaparım,vazifemi yaparım” derseniz size vazifemiz (misyonumuz) nedir diye sorarlar. Siz kimin görevlisisiniz? Soros’un mu, piyasanın mı, Deniz Feneri’nin mi, AB’nin mi, tarikat başının mı?.. Herkesin kendine sorması gerekir.
 
Savaş gemisinde ‘Resepsiyon’… 


Eylül’de Marmaris TV’nin konuğu olarak bu güzel kente gittim. Her şey çok güzeldi, ta ki emperyalizmin çirkin yüzü ile karşılaşıncaya kadar. Amerika’nın savaş gemisi, güzelliği bozan bir çirkinlik abidesi gibi limanda demirlemiş. İşgal günlerinin İstanbul’unu anımsatıyor.

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Wilson da gemiye gelmiş, bir “resepsiyon” veriyor. Savaş gemisinde “kabul ve kutlamalar”, aynen İstanbul’u işgal eden İngiliz, Fransız savaş gemilerinde yapılan kutlamalar gibi…

  USS San Antonio LPD 17 adlı savaş gemisi,Türkiye’deki Amerikan baskısının bir simgesi sanki.1968’de gizliden gizliye yanaşıp kendilerini belli etmeden ertesi gün sessiz sedasız kaçarlardı. Bugün “resepsiyon” vererek boy gösteriyorlar, bayrak gösteriyorlar. Bu ortamı kim hazırlıyor? AKP hükümetinin Amerikancı tutumu mu?Turizm adı altında tatil yörelerini “Conilere peşkeş çeken” Özalcı zihniyet mi?

Demokrat Parti döneminde Menderes hükümetleri, Amerikan savaş gemilerine ve Conilerine hizmet sunmak için Beyoğlu’nun arka sokaklarını bir güzel boyatırlardı.

İngiltere Kraliçesi Türkiye’ye geldiğinde, İsanbul’da bir savaş gemisinde “resepsiyon” vermişti. İşgal dönemini anımsatan bir biçimde. Savaş gemisinde kutlama olmaz; bu savaş makinelerinde işgalciler dayatma yaparlar; onlar “emperyalizmin sembolleridir”. Bu nedenle, Japonya’nın Amerika karşısındaki teslim anlaşması bir savaş gemisinde imzalanmıştır.

Marmaris’teki savaş gemisindeki “kabul ve kutlamalara” katılan Marmaris’teki “ileri gelenlerin”, bu katılımları ile Türkiye’yi işgal dönemlerine geri götürdüklerini iyi anlamaları gerekir.

Conilerin bırakacağı üç kuruşa avuç açanların, muhtaç bırakılanların, sorunu “Coni getirerek” çözemeyeceklerini anlamaları gerekir. 1 Mart tezkeresini savunanlar da Conilere kucak açmak istemişlerdi. Birkaç yıl öncesinde Liberal Parti lideri Conilere ek olarak, Ege’de ne kadar kilise yaparsak o kadar papaz gelir, turizm gelirimiz artar dememiş miydi?

Yabancı askerlere ve dincilere Türkiye’yi muhtaç bırakanlar, sömürgeciler ve onların Türkiye’deki uzantılarıdır.

- Türkiye’nin kendi stratejileri, makro (ve ulusal) politikaları olmazsa…

- İşler piyasaya, yabancı tekellere, yabancı büyükelçilere, Conilere ve papazlara havale edilirse, o ülkenin gerçek adı “sömürge ya da arka bahçe” olur.

İngiltere Kraliçesi’nin savaş gemisindeki “kabul ve kutlamasına” 2008’de icabet eden Abdullah Gül 8 Mart 1995’te Meclis’te; “Arka bahçe ve sömürge oluyoruz” diye haykırıyordu.

İngiliz ve Amerikan savaş gemilerinde kutlamalar, coniler, papazlar, ülkeyi “babalar gibi” pazarlayanlar…Türkiye, acaba işgal altına girdi de biz mi farkında değiliz?

- Baskı altına alınan Kemalistler, yurtseverler, Amerika karşıtları…

- Ve öte yanda Amerikan ve İngiliz gemilerinde resepsiyonlar…

İstanbul’un arka sokakları yerine Conilere sunulan yeni turistik beldeler.

Türkiye işgal edilmiş de bizim mi haberimiz yok?

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/12482/Turkiye_Acaba_isgal_Altinda_mi__.html
..

Başbuğ Çok Haklı, AB Bir Araçtır

Başbuğ Çok Haklı, AB Bir Araçtır,


20 Eylül 2008 Cumartesi
EROL MANİSALI
AB bizim için bir amaç değil araçtır. Bakışımız budur. Ancak AB ile ilişkilerimizde koşullarımız var; ulus devlet ve üniter devlet konularında talepte bulunamazlar, ödün vermeyiz. Türkiye’yi diğer AB üyelerinden ve adaylarından “farklı değerlendirmelerini kabul edemeyiz”.

İlker Başbuğ’un TSK adına AB ile ilgili değerlendirmesi özetle bu. Bu değerlendirme doğru, tutarlı ve Türkiye ile AB arasında ilişkilerin “normalleştirilmesini” isteyen bir politikanın savunulmasıdır.
İlker Başbuğ’un AB ile ilgili değerlendirmesini biraz açalım:
1) “AB amaç değil araçtır” ifadesi çok önemli bir tespittir. Atatürk ilke ve devrimleriyle, Cumhuriyet’in felsefesiyle bütünleşen bir yaklaşımdır.
“AB amaç değil araçtır” yaklaşımı şu anlama gelir;
- Bizim için, “Her ne pahasına olursa olsun, AB’nin bir parçası olmamız gerekir” diyemeyiz, bu yanlıştır.
- Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinden, Atatürk devrim ve ilkelerinden; Türkiye’nin stratejik çıkarlarından “saptırma yönündeki ilişki düzeni” bizim için kabul edilemez.
- AB bizim için bir “aidiyet meselesi” değildir. Sadece çağdaş ve uygar değerlere ulaşmak için bir araçtır.
2) “Biz AB’ye karşı değiliz”; AB ile “normal ilişkiler kurulmasını isteriz”.
- AB’nin Türkiye’den “ulus devlet kimliğimiz ve üniter yapımızla uyuşmayan taleplerine karşı çıkarız.”
- Türkiye’yi “AB’nin diğer üyelerinden ayıran, bize farklı gözle bakan politikalarını kabul edemeyiz”.
İlker Başbuğ’un TSK adına ortaya koyduğu görüşler özetle bunlardır.
AB kimler için amaç?
AB, Polonya için, Yunanistan ya da Bulgaristan için hem amaç hem de araçtır. AB’nin amaç olabilmesi için;
- Onun, her ne pahasına, stratejik bir amaç olması gerekir.
- ‘Hedef’te bir aidiyet, bütünün parçası olmak gibi öğeler vardır.
- ‘Hedef’ olabilmesi için Hıristiyan dünyasının içinde bulunmak gerekir. Sadece çağdaş uygarlık değerlerinde değil, “din gibi, onun dışındaki öğelerde de” aidiyet zorunluluğu vardır.
Daha 1994 Essen Doruğu’nda bu nedenle AB yayımladığı deklarasyonda, “henüz demokrasinin uğramadığı Slovakya gibi ülkeleri bile” 26 ülke adı arasında saymıştı. Slovakya, aidiyet olarak, kabullenilmişti, Hıristiyan dünyasının parçasıydı.
Ayni şekilde, Slovakya için AB içinde olmak bir ‘hedef’ti, sadece bir araç değildi.
İlker Başbuğ’un öngördüğü koşullar bugün Türkiye-AB ilişkilerinde geçerli değildir.
- AB Türkiye’de, ulus devlet kimliğinden hoşlanmıyor. Üniter yapımızı bozacak taleplerde bulunuyor, Avrupa Parlamentosu’ndan kararlar çıkartıyor:
- 2004 ve 2005 yıllarında AKP’ye imzalattığı çerçeve anlaşmaları ile Türkiye’yi “normal üyelik yerine, apayrı bir özel statüye götürüyor”.
- AB, ABD ile birlikte, Türkiye’de ılımlı İslam devletini, Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine koymaya çalışıyor.
İlker Başbuğ yaptığı açıklama ile TSK’nin bunlara karşı olduğunu, haklı olarak ortaya koyuyor.
AKP için ‘asimetrik araç’...
AB, AKP için de bir amaç değil, araçtır. Ancak İlker Başbuğ’un yaklaşımından çok farklı bir özellik gösterir. Bu köşede defalarca yazdım AKP ile AB arasında bir alışveriş söz konusudur.
- AKP, “AB’nin taleplerini yerine getirir”.
- Bunun karşılığında Brüksel, AKP’nin arkasında durur. AKP, Türkiye içindeki “İslamcı yeniden yapılandırmasını”, bu sayede sürdürür.
İlker Başbuğ’un söylediği, bunun 180 derece zıttıdır. Avrupa’nın çağdaş uygarlıkla ilgili “nesnel uygulamalarını kullanmak”, Cumhuriyet’in değerleri ve Atatürk devrimleriyle çatışmaz.
- Buna karşılık dinci yapılanma için AB’yi bir araç olarak kullananlar, çağdaş uygarlık değerleri ve Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi ile çatışırlar.
Başbuğ, Türkiye-AB ilişkileriyle ilgili olarak doğru bir değerlendirme yapmıştır. TSK duruşunu net bir biçimde ortaya koymuştur.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/10988/Basbug_Cok_Hakli__AB_Bir_Aractir_.html

..