Darbe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Darbe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 22

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 22


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 



28 Şubat 1997 MGK’sından önce toplanan 1996 yılı Aralık ayı sonunda ve 1997 
yılının Ocak ayında toplanan MGK’da yaşananlar, Cumhurbaşkanı Süleyman 
Demirel’in Genelkurmay Başkanlığı’na davet edilmesi ve kendisine verilen brifingler; 
Cumhurbaşkanı Demirel’in, gelmekte olan askeri müdahaleyi bütünüyle görmesini 
sağlamış olmakla beraber kendisini de bu süreç içinde önemli bir yere yerleştirmesini mümkün kılmıştır. 
28 Şubat tarihindeki olağan MGK toplantısından bir gün önce dönemin MGK 
Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e giderek ertesi gün yapılacak MGK toplantısına askeri kanadın 18 maddeden oluşan bir hazırlıkla geleceğini bildirmiş ve bu hazırlığın bir örneğini de Cumhurbaşkanına vermiş, Cumhurbaşkanı da bunu dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’e vermiştir. Sonradan yapılan açıklamalardan ve yayınlanan eserlerden, dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in, ertesi gün yapılacak MGK toplantısı öncesinde, ordunun komuta kademesinin hem emekliye sevk edilmesini hem de darbe girişimi suçlamasıyla yargı önüne çıkarılması hazırlığı yaptığı ancak, hükümet ortağı Necmettin Erbakan’ın buna yanaşmaması ve uzlaşmacı bir tavır sergilemesi nedeniyle, Tansu Çiller tarafından yapılan hazırlığın gerçekleşmediği anlaşılmıştır (Özgan, 2008, s.75). 
28 Şubat 1997 tarihindeki olağan MGK toplantısından önceki yaşanan olaylar 
genel olarak böyle gelişme göstermiş olmakla beraber özellikle başta yargı ve üniversite gibi ülkenin önemli kurumları Genelkurmay Karargâhına önemli ziyaret ve temaslarda bulunmuşlardır. Bu ziyaretler, ordunun ve askerlerin endişe ve isteklerinin hem daha yakından anlatılmasına hizmet etmiş hem de bu kesimlerden destek gördüğüne işaret etmiştir. Bütün bu gelişmelerden sonra yapılan 28 Şubat toplantısında irticai faaliyetlere karşı alınması gereken önlemler belirlenmiş ve hükümetin bunları uygulamasına karar verilmiştir (Özgan, 2008, s.75). 
28 Şubat 1997 MGK toplanma süreci genel olarak yukarıda ki gibi şekillenmiş 
olmakla beraber toplantının resmi süreci şu şekilde planlanmış idi; “MGK Genel 
Sekreterliği, Genel Sekreter imzasıyla 3 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğine gönderdiği yazının ekinde, 28 Şubat 1997, Cuma günü saat 15.00'te Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde yapılacak MGK olağan toplantısı gündemi 
gönderilmiştir. Yazıda, “Kurul toplantıları hakkında gereksiz ve yanlış yorumlara 
meydan verilmemesi bakımından gündem ve gizlilik dereceli takdim konuları hakkında "BİLMESİ GEREKEN PRENSİBİNİN" uygulanması, toplantı gündemin de yer verilen takdimlerle ilgili koordinasyon toplantısının, 25 Şubat 1997, Salı günü saat 14.00'te MGK Genel Sekreterliğinde yapılacağı, bu toplantıya Genelkurmay İstihbarat Başkanı, MİT Müsteşarı, Emniyet Genel Müdürü ve OHAL Vali Yardımcısı dışında sadece MGK'da takdim yapacak personelin katılacağı” ifade edilmiştir” (Komisyon, 2012, s,153). 

28 Şubat MGK Toplantısının resmi süreci yukarıda ki şekilde planlanmış olmakla beraber özellikle 28 Şubat 1997 tarihinde yapılacak MGK toplantısına ilişkin toplantı gündemi, MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç imzasıyla 31 Ocak 1997 tarihinde Başbakanlığa, Genelkurmay Başkanlığına, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcılığına, Milli Savunma Bakanlığına, İçişleri Bakanlığına, Kuvvet 
Komutanlıklarına, Jandarma Genel Komutanlığına, MİT Müsteşarlığına, Emniyet Genel Müdürlüğüne, OHAL Bölge Valiliğine “gereği” için, Cumhurbaşkanlığı Genel 
Sekreterliğine ise “bilgi” için gönderilmiş (Komisyon, 2012, s.155) olup toplantı 
gündemi ve başlıkları şu şekilde ifade edilmiştir. 
Özellikle toplantının 1’inci gündem maddesi “Güvenlik Faaliyetleri”, 2’nci 
gündem maddesi “Özel Takdimler”, 3’üncü gündem maddesi ise “Özel Müzakereler” olarak ifade edilmiştir (TBMM, 2012, S.1033). 28 Şubat MGK Toplantısı gündemi olarak açıklanan bu 3 gündem başlığı ve toplantı gündemi incelendiğinde MGK Toplantısının toplam sürenin 3 saat olarak planlandığı görülmektedir. Ancak MGK Toplantı gündemi umulan 3 saatlik zaman diliminin aksine 8,5-9 saat sürdüğü bilinmektedir. Toplantının 3’üncü gündem bölümünde ifade edilen “Özel Müzakereler” bölümünde 28 Şubat döneminin en önemli siyasi nedenleri arasında yer alan ve laik-demokratik Cumhuriyet’in ilkeleri ile bağdaşmayan “irtica ve şeriat” konuları ele alınmıştır. 

28 Şubat MGK Toplantısının 2’nci bölümünü oluşturan “Özel Takdimler” 
bölümünde, söz konusu “irtica tehdidi” ne ilişkin olarak, sadece mevcut durum ortaya konulmamış, aynı zamanda bu tehdide karşı siyasi, ekonomik, hukuki, eğitsel, sosyo-kültürel alanlarda alınması öngörülen tedbirler bir paket halinde Kurul üyelerine sunularak konunun önemine vurgu yapılmak istenmiştir. Öte yandan, daha önce yirmi dakika içinde sunulması planlanan bu 41 sahifelik takdimin bu süre zarfında tamamlanamayacağı aşikârdır. Nitekim RP’li Adalet Bakanı Şevket Kazan, “Başbakan Necmettin Erbakan’ın bu takdim karşısında çok şaşırdığını ve tepki gösterdiğini” ifade etmişlerdir. 

4.5. Tarihi MGK Kararları Öncesi Yaşananlar ve Önlemler Paketi 

 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısında alınan kararlardan önceki 
dönem, bu süreci hazırlayan etkenlerden oluşmaktadır. MGK Kararlarının alınmasıyla bir kesinti olmamış, aksine sürecin daha yeni başladığı ortaya çıkmıştır ( Arikan, 2010, s.119). 28 Şubat süreci ile başlayan olaylar, 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı ve 406 sayılı MGK Kararlarının alınması ile devam etmiş olmakla beraber gelişen bütün olaylar sonrasında artık TSK yaşanan bütün bu gelişmeler karşısında olaylara müdahil olmak istemiş ve ilk hamle olarak 28 Şubat 1997 MGK Toplantısında ortaya çıkmıştır. Türk siyasi tarihinde askeri müdahaleler genel olarak her 10 yılda bir vuku bulmuş olmakla beraber 28 Şubat sürecine kadar 3 klasik askeri müdahale yaşanmıştır. 28 Şubat 1997 askeri müdahalesi “post-modern darbe” olarak isimlendirilmiş olmakla beraber sebep, sonuç ve sonrasında ki yansımaları ile Türk demokrasi tarihinde derin ve büyük yaraların açılmasına neden olmuştur. 

Demokrasi tarihimize damgasını vuran 28 Şubat süreci, 28 Şubat 1997 MGK 
Toplantısı ve 406 sayılı MGK Kararlarının alınması ile Türk Demokrasisi yeni bir 
döneme girmiş olmakla beraber artık bu süreç içerisinde bazı çevreler tarafından 
düğmeye basılmış ve bir kısım güç odakları Refah-Yol Hükümeti’ni harekete geçirmek için farklı yollar ve çeşitli girişimler içerinde bulunmaya başlamışlardı. Süleyman Kocabaş, bu gelişmeler içerisinde Akşam gazetesinin yazarlarından Behiç Kılıç’ın, 21 Aralık tarihli yazısına atfen şöyle aktarmaktadır, “Atina’da bir grup para babasının liderliğinde, bu geziye katılan medya patronlarının bir araya geldikleri ve üç ay içerisinde hükümeti devirme kararları aldıkları anlatılıyor… Bunun hükümeti devirmenin ilk adımı olduğu belirtiliyor.” Aynı şekilde bu sivil kuvvetlerin iktidarı devirmek için saldırılarını artırma kararı aldıkları belirtilmekte dir. Bu güç odakların ilk hedefi hükümeti yıkmak ikinci hedefleri ise tekelci sermayenin Pazar egemenliğini sağlayacak hükümeti kurmaktı. Bu istekler ve hedefler TSK’nı de hevesli tutumuyla hedefine ulaşacaktı” (Kocabaş, 1998, s.12) şeklindeki açıklamaları ile sivil hükümetlerin üzerindeki ordu ve askeri bürokrasinin etkilerini görmememiz açısından oldukça önemlidir. 

28 Şubat 1997 Askeri müdahalesi post-modern darbe olarak tanımlanmış 
olmakla beraber, 28 Şubat gerçekte ilkesel olarak darbelere izin vermemesi gereken anayasal yapının, anayasal normların yapı bozumuna uğratılması suretiyle gerçekleştirilen “Anayasal Darbedir”. Açık darbeler anayasaya rağmen ve karşı yapıldığı halde, 28 Şubat anayasal mekanizmalarla yapılmıştır. Çünkü bu darbe anayasal bir kurum yani MGK kararıyla ve bu kararın altında Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan’ın imzasıyla yapılmıştır. Başbakanın imzası ile 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı, bir süreç haline sokulmuştur (Arikan, 2010, s.119). RP ile TSK arasındaki gerginlik her geçen gün artmaktaydı (Özer, 2011, s.80). Askerin artık müdahale etmesi bütün çevreler tarafından beklenen bir tutum olmuştu. Asker artık yavaş yavaş harekete geçmeye başlamış ve sivil hükümet üzerindeki etkisini gösterir duruma gelmiştir. RP cephesi ise de kamu oyundan, medyadan, siyasetten ve TSK’dan yükselen bu tepkilere karşısında duyarsızdı ve gelişen olayları görmezden gelerek vurdumduymaz bir tavır takınmaktaydı. Başbakan Necmettin Erbakan’ın son grup toplantısında “Fesat merkezi olmayacağız; fesattan etkilenmeyeceğiz; fesadı etrafa yaymayacağız” ve yine son bakanlık divanındaki “Üst düzey komutanlarla aramız iyi, alt düzey subaylar gerginlik yaratıyor” sözleri Başbakan Erbakan’ın olayı küçümsediğinin ve gerçekleri görmezden geldiğinin en güzel kanıtıdır (Bayramoğlu, 2001, s.109). 
Ali Bayramoğlu’na göre “Başbakan Erbakan, bu tavrını ve üzerindeki bu siyasi 
görüşleri umursamamakla beraber içinden çıkılacak durumu ve üzerinde ki baskıları hafifletmek için farklı stratejilerin ve hamlelerin içerisinde olduğu bilinmekteydi:” 
1. “Laiklik; temelinde ortaya çıkan gerilimi hafifletmek. Bir yandan bu gerilimin 
müsebbibi olarak medyaya ve ince politikalarından hareketle TSK’nın içindeki bazı 
“sinirli” ama komuta kademesine sirayet etmeyen “ehemmiyetsiz” unsurlara işaret etmek. Sonuçta bu sorunun pek önemli olmayan bir sorun olmadığı imajını vermek. 
2. 28 Şubat 1997 tarihinde yapılacak olan kritik MGK toplantısında, TSK’ni teskin 
edeceği bir konuşma yapmak. 
3. Hepsinden önemlisi yeni medya atağıyla gündemi değiştirmeye çalışmak. Daha 
doğru bir deyişle, gündemin merkezine ekonomik politikaları ve bu doğrultularda ki gelişmeleri oturtmak.” 
Bütün bu gelişmeler yaşanırken tarihi MGK Toplantısına sayılı günler kalmıştı. 
Kamuoyu başta olmak üzere medya organları ve TSK yaşanan bütün bu gelişmeleri yakından takip etmekle beraber, RP’nin ve Refah-Yol Hükümeti’nin bütün faaliyetleri adeta mercek altına alınmıştı. Bununla beraber 28 Şubat MGK Toplantısından bir gün önce yapılan Bakanlar Kurulu Toplantısında ise yapılacak olan tarihi MGK Toplantısı hakkında görüşmeler yapılmış ve yapılacak toplantıya çeşitli atıflarda bulunarak açıklamalar yapılmıştır. 

Bakanlar Kurulu toplantısında Tansu Çiller “Bu hükümet kurulduğundan bu 
yana sürekli olarak önüne engeller konuldu” diye sözlerine başladı ve sonrasında ise şu açıklamalarda bulundu: 
“Ancak birliğimizi muhafaza edersek bu engellerin aşılması kolay olacaktır. Her 
engelin aşılmasından sonra hükümetimiz daha da güçlenecektir. Hükümetimiz başarılı oldukça, muhalefet partilerini de korku sarmaktadır. Başta ordu olmak üzere çeşitli kurumların yapmış olduğu olanca muhalefete ve ülkenin gerçek resmini çıkaramayan bir medya anlayışı ile karşı karşıyayız. Buna rağmen hükümet birliğini muhafaza etmiştir. Bu hükümet en az 2000 yılına kadar devam edecektir. Çünkü hükümetin başarısını, ancak uzun vadeli bir strateji ile halka mal etmek mümkündür” şeklindeki açıklamaları ile hükümetin içinde bulunduğu durumu izah etmekle beraber, sağlam strateji ve planın güvencesini veriyordu. Tansu Çiller konuşmasının devamında ise:  “Bu hükümet koalisyonudur. Ancak iki parti de ortak sorumluluk taşımaktadır. Partiler kendi tabanlarına mesaj verebilirler. Ancak hükümetler bu konumun üzerindedir. Çünkü hükümetler sadece parti tabanların değil, Türkiye’nin hükümetidir. Çok seslilik olsun, ama her kafadan bir ses çıkmasın. Eğer bugün tansiyon yüksekse bunu düşürmek iktidarın görevidir. Bu hükümet bir ailedir. Bu bakımdan hiçbir ferdin bu konumun dışında konuşmaması lazımdır. Ayrıca bu aile toplantısından hiçbir ferdin toplumsal tansiyonu yükseltecek bir yaklaşım içine girmemesi gereği vardır. Merak etmeyin, zaman bizi haklı çıkaracaktır. Yeter ki bu zamanı kazanalım. Kader birliği  içerisindeki bir ailenin yapmış olduğu toplantıda, bu ailenin bir ferdi ruhu ile konuşuyorum.” 

Tansu Çiller’in bu konuşması salonda büyük coşku ve içtenlikle karşılanmış 
olmakla beraber, Tansu Çiller’den sonra sözü Başbakan Necmettin Erbakan almış ve Tansu Çiller’e teşekkürleri ile şükranlarını sunmuştur (Aksoy, 2000, s.200-201). 

4.6. 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı 

4.6.1. Toplantıda Anlatılanlar 

MGK Toplantıları ayda bir kez yapılıyordu. Toplantılara hükümet cephesinden 
Başbakan, İçişleri Bakanı, Dışişleri Bakanı ve Milli Savunma Bakanı katılmakla 
beraber asker kanadından ise Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve MGK 
Genel Sekreteri katılıyordu. MGK Toplantılarında Türkiye’nin iç ve dış güvenlik 
meselelerinin, stratejik hedeflerinin tartışıldığı bu toplantıları Cumhurbaşkanı 
yönetiyordu. Önce bürokratların katıldığı bir toplantı oluyor sonra da devletin zirvesinin katıldığı toplantı oluyordu. Sonra devletin zirvesi bürokratlarının katıldığı ilk toplantıda konuşulanları kendi aralarında değerlendiriyorlardı. Konuşulan sorunlar ve çözüm için izlenecek yollar, toplantı sonrasında hazırlanan bir bildiri ile kayıtlara geçiriliyordu. Bu bildiri o günün hükümeti için bir tavsiye niteliğinde idi (Birand-Yıldız, 2012, s.207). 

28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK Toplantısının kendinden önceki yapılan 
MGK Toplantılarından farklı olmakla beraber, toplantı öncesi ve sonrası yaşananlarda Türkiye gündemini uzun yıllar meşgul etmiştir. 28 Şubat 1997 MGK Toplantısına damgasını vuran “irtica tehdidi” ilk defa Refah-Yol Hükümeti zamanında gündeme gelmemiş olmakla beraber ANAP lideri Turgut Özal zamanında da gündeme gelmiştir. 

Ancak yaşanan bu “irtica tehdidi” 28 Şubat sürecinde ki olduğu gibi büyük bir yankı uyandırmamıştır. Özellikle 28 Şubat sürecine gelinmeden önce, 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ile oluşturulan MGK, çeşitli kuruluşların temsilcilerinin katılımı ile iki kurul oluşturulmuş ve irticai akımların durumu ele alınmıştır. Bu kurumlar tarafından oluşturulan raporlarda daha çok dönemin İslami kesimi olan “Süleymancılar” üzerinde durulmuştur. Bu gelişmeler üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, MİT’ten irticai akımlar üzerine bir rapor hazırlanmasını istemiştir. Bunun en önemli nedeni ise Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan’ı Turgut Özal’ın tutumundan şüpheleniyordu. Ancak Cumhurbaşkanı Evren’in bu kuşkusu boşa çıkmış ve bunu çeşitli açıklamalarında gündeme getirmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in MİT’e vermiş olduğu bu görev sonucunda önüne neredeyse konu ile ilgili boş bir dosya gelmesi ile 
beraber, Cumhurbaşkanı Evren, bu seferde ayrıntılı bir araştırma yapmak için MGK’ni görevlendirmiştir (Öztürk-Yurteri, 2011, s.180). 
28 Şubat 1997 MGK Toplantısı öncesinden gazete manşetlerinde ve televizyon 
haber bültenlerinde 28 Şubat 1997 Cuma günü yapılacak olan MGK toplantısının uzun süreceği ve son derece tartışmalı geçeceğine dair haberler yapılmaya başlanmış idi. Bu gazete manşetlerinden verilen haber başlıkları ve televizyon bültenlerinden verilen haberler gergin olan siyaset atmosferini ve kamuoyunu iyice etkisi altına almıştı. 

Bütün bu gelişmeler paralelinde meydana gelen siyasi ve sosyal olaylar 
sonucunda ortaya çıkan kutuplaşma atmosferi ve gerginlikler sonucu 28 Şubat sürecinin kilometre taşları olarak bir bir döşenmiş olmakla beraber tarihi MGK günü yaklaşmış idi. Bazen Başbakan Erbakan ve arkadaşları askeri kanadın eline bazı fırsat ve imkânları vermiş olsa da, her olay abartılı bir şekilde kamuoyuna sunulmuş, medya, sivil toplum örgütleri ve yargıdan istifade etmek suretiyle psikolojik harekât ilk günlerden itibaren başarı ile sürdürüldü (Ilıcak, 2013, s.111). 

Özellikle 28 Şubat 1997 MGK Toplantısının günler öncesinden uzun ve tartışmalı geçeceği ifade ediliyordu. Toplantıda; irtica ve şeriat konusu, Kurul’un asker üyeleri tarafından ses bantları, videokasetleri tüm belge ve kanıtlarıyla ortaya konuluyordu. MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü, TSK vb. güvenlik ve istihbarat makamlarının ortak çalışmaları ile hazırlanan yaklaşık 70 sayfalık rapor, Başbakan ve Başbakan Yardımcısının en ufak bir itirazına fırsat vermeyecek şekilde ayrıntıları ile kurul üyelerine açıklanıyordu. Bu 70 sayfalık raporun bazı önemli maddelerine bakacak olduğumuzda; 
. Demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin düşman ve hedef gören bu 
hareketlerin amacı Türkiye’de şer’i hükümlerle yönetilen bir İslam devleti 
kurmaktır. 
. Kökten dinci hareketler bu amaçlarına, tebliğ, cemaat ve cihat yoluyla 
ulaşabileceklerini ifade etmekle beraber, amaçlarına ulaşmak için halkı silahlı 
bir mücadeleye sürüklemek ve bir İslam devleti kurmak istiyorlardı. Bununla 
beraber cemaat ve tarikatlar bir kurum şeklinde hareket eder hale gelmiştir. 
. Dini akımlar ise, daha çağdaş bir örgütlenmeyi benimseyerek, dernek, vakıf, 
Kur’an kursu, özel yurtlar, üniversiteye hazırlık kursları ve özel kolejlere önem 
veriliyor ve bu maksatla çok geniş kesimlere hitap ediliyor, etkileri altına 
alınıyordu. Bu anlamda örgütlenmeyi sağlayan bu kurumların finansal 
kaynakları da kimi sivil toplum örgütleri ve zengin iş adamları tarafından 
sağlanıyordu (Sunulan raporda bunların isimleri açıkça ilan ediliyordu) 
(Bölügiray, 1999, s.34-35). 

Tarikatların ve RP’nin faaliyetleri ve icraatları uzun süredir askerlerin dikkatini 
çekiyordu. Ancak durumun detaylı olarak ele alınması ilk defa RP’nin büyük bir seçim başarı ile çıktığı 1994 yılına rastlaması ve MGK Genel Sekreterliği’nin konu ile ilgili (irtica dini akımlar) büyük bir çalışma içerisine girmesi ile gündeme gelmiştir. Özellikle dönem içerisinde “irtica tehdidi” konuları üzerine inceleme ve araştırmalar yapılmış olmakla beraber “İslam’ın Gerçeği” adlı bir kitap hazırlanmıştır (Öztürk-Yurteri, 2011, s.180-181). 

24 Aralık 1995 yılında yapılan genel seçimlerden büyük bir zafer ile çıkan RP 
ülke gündeminde ve siyaset yaşamında oldukça uzun süreli tarihi bir olgununda 
temellerini atmış idi. Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasından sonra basın ve medya organları, askerin yeni silahı olarak işlev görmeye başlamıştır. Basın ve medya organları, Refah-Yol döneminde, TSK’nın siyaseti doğrudan yönlendirme çabalarını laik, demokratik Cumhuriyet’in güvencesi ve teminatı olarak görmüş; siyasete yapılan fiili müdahaleleri ya alkışlayarak gündeme getirmiş ya da göz ardı etmiştir. Bununla beraber, askeri müdahalelerin doğal ya da sıradan bir siyasi gelişme olduğu fikrinin kabul görmesi yönünde faaliyetini sürdürerek, iktidar mücadelesinin gerçek taraflarının RP ile TSK olduğu fikrini topluma benimsetmeye ve bunu meşrulaştırmaya çalışmıştır. TSK’nın kendi tarihinde ilk kez medyayla bu tarzda ve bu yoğunlukta ilişkiler içine girmesi, bu dönemin gerçekten ilginç bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak, sivil otorite ve askeri otorite arasındaki ilişki giderek çatışma niteliğine bürünmüştür (Başkaya, 1999 s. 353). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı’nın gündeminin irtica olayları olacağı bir aya 
önce ki MGK Toplantısı’nda kararlaştırılmıştı. Hükümet üyeleri ve komutanlar 
Çankaya Köşk’üne giderlerken laik kamuoyu, iş çevreleri, üniversiteler ve askerin evi olan kışlalar son derece huzursuzluk içerisinde idi (Birand-Yıldız, 2012, s.207). 
Başbakan Erbakan’ın söylemleri ve icraatları laik, demokratik Cumhuriyet’e karşı bir tehdit olarak algılanırken Tansu Çiller ise her fırsatta “Rejimin teminatı biziz” diyordu. İşte 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı bu söylemler etrafında şekilleniyordu. 28 Şubat 1997 de toplanacak MGK gündeminin irtica ve şeriat konularının olacağı belli olunca, hükümetin iki kanadı da Cumhurbaşkanı ve askerlerle yapılan görüşmeler oldukça dikkat çekici olmakla beraber amaç; yapılacak toplantının havasını bir nebze de olsa yumuşatmaktı. Ancak sanılanın aksine askeri kanat MGK’ya ellerinde kalın dosyalarla birlikte hazırlıklı gelmişlerdi. Laik demokratik Cumhuriyet’in komutanları ile tarihi MGK Toplantısı başlayacak idi. 

Yaşanan bütün bu olaylar üzerine siyasetin tansiyonu iyice yükselmiş ve 28 
Şubat 1997’de yapılacak MGK toplantısı öncesi Türkiye’de gerilim iyice artmıştır. 
MGK Genel Sekreteri Org İlhan Kılıç, toplantıdan bir gün önce Cumhurbaşkanı 
Süleyman Demirel’le görüşerek, toplantıda 18 maddelik bir liste sunacaklarını ifade etmiş, Cumhurbaşkanı Demirel de bu konuyu Başbakan Erbakan’la paylaşmıştır. 
Konuyu her aşamasında çok dikkatli bir şekilde takip etmiş olan Süleyman Demirel olacakları sezmişçesine daha önceden koalisyon ortaklarını uyarmaya çalışmıştır. 17 Ocak’ta Genelkurmay’dan brifing almış, 27 Ocak’taki MGK toplantısından önce Necmettin Erbakan’ı yazılı olarak uyarmış ve ülkede yaşanan rahatsızlığı dikkate almasını istemiş, daha sonra bunu Şubat ayında tekrarlamıştır (Arikan, 2010, s.106). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısından önce, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 
Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve Genelkurmay 
Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı, yaklaşık 10 dakika süren kısa bir toplantı 
yapmışlardır. MGK öncesi yapılan bu ön toplantı niteliğinde ki görüşmede, 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; üyelere gergin ve tartışmalı geçeceği MGK 
atmosferi öncesinde kısa bir konuşma yapmış ve sonrasında toplantı salonuna 
geçilmiştir (Kazan, 2013, s.267). Toplantı öncesinde gündem ve siyasi yaşam üzerinde oldukça etkili olan basın ve medya temsilcileri çeşitli fotoğraf kareleri aldıktan sonra salondan çıkartılmışlardır. 
28 Şubat 1997 MGK Toplantısı saat 15.10’da başlamış idi. Toplantıya 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan 
Yardımcısı Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Milli 
Savunma Bakanı Turhan Tayan, İçişleri Bakanı Meral Akşener, Kuvvet Komutanları Org. Hikmet Köksal, Ahmet Çörekçi ve Teoman Koman ve Ora. Güven Erkaya katılmış olmakla beraber Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz, MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç, Emniyet Genel Müdürü Alaattin Yüksel, OHAL Valisi Necati Bilican, Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Saner ve MGK Genel Sekreter Yardımcısı Korgeneral Necdet Timur’da katılmıştır (Kazan, 2013, s.267). MGK toplantı gündemi ve süresinin 3 saat olarak planlanmıştı. Ancak toplantının “Özel Müzakere” bölümünde “irtica tehdidi” konusunun ele alınması ile MGK toplantısı 8,5-9 saat sürmüş ve Türkiye’nin siyasi yaşamında uzun süreli bir dönüm noktası oluşturmuştur. 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısında özellikle öncesi ve sonrasında etkin rol ve 
konumda olan basın ve medya kuruluşlarının haberlerine göre MGK Toplantısı 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in kısa bir sunuş konuşması ile başlamış ve 
OHAL’in 9 ilde 4 ay kadar daha uzatılması, terör örgütü PKK ile mücadelede MED TV yayınlarının izlenmesinin önlenmesi konuları yer almıştır. Görüşülen bu konulardan sonra ise, MİT tarafından hazırlanan “Radikal Dinci Akımların Rejime Etkileri” başlıklı irtica raporları okunması ve sonrasında Emniyet Genel Müdürlüğü ile Dışişleri Bakanlığının iç ve dış güvenlik raporlarının okunması ile devam etmiştir. MGK Toplantısı bu şekilde devam ederken Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Saner, Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan irtica ile ilgili ayrıntılı bir rapor takdim etmiştir. Takdim edilen bu raporda; “Radikal dinci akımların, vakıflar aracılığı ile örgütlenmesinden, çeşitli tarikatların Türkiye’de ki coğrafi dağılımına, Anadolu’da oluşan sermaye şirketlerinden, merkezi Almanya’da olan Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın Türkiye’de ki örgütlenmesine ve bu örgütlenmenin silahlı eylem aşmasına geldiğine (!)” dair gazete haberlerinden derlenmiş her türlü bilgi vardı. MGK Toplantısında sunulan bu raporlardan sonra Emniyet Genel Müdürü Alaattin Yüksel, OHAL Valisi Necati Bilican ve Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Saner saat 18.00 sıralarında toplantıdan ayrılmışlardır. 

Sunulan bu raporlardan sonra kurul üyeleri, raporları müzakere süreçlerine geçmişlerdir. 

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 21

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 21

Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 




4.3. Türk Silahlı Kuvvetlerdeki Durum 

Türkiye ve Refah-Yol Hükümeti 28 Şubat 1997 MGK toplantısına doğru 
giderken özellikle ülke gündeminde siyasi tansiyon oldukça yüksekti. Özellikle 28 
Şubat öncesinde başta kamuoyu ve medya olmak üzere, TBMM, Cumhurbaşkanlığı ve TSK huzursuzluk içerisindeydi. Ancak yaşanan bu olaylar Hükümet Cephesin den rahat bir ortam varmış gibi lanse ediliyor ve ortada bir sorunun olmadığını iddia ediliyordu. Refah-Yol Hükümeti’nin bu rahat tavırları karşısında, şeriat ve irtica adeta tırmanışa geçmiş, ülke genelinde bir huzursuzluk ortamı oluşmuş, öfkeli halk içerisinde kutuplaşmalar meydana gelmiş olmakla beraber “Yaşasın Şeriat” diyen grupların yanında “Türkiye laiktir laik kalacak” diyen gruplarında ortaya çıkması ile ülkede ki siyasetin tansiyonu daha da yükselmiş ve gergin geçecek günleri adeta bekler olmuştuk (Bölügiray, 1999, s.31). 

“Türkiye laiktir laik kalacak” diyen grupların varlığı her geçen gün artmakla 
beraber, TSK’da da kıpırdanmalar ortaya çıkmaya başlamış idi. RP’nin kurulduğu ilk günlerden itibaren takip etmiş olduğu politikalar ülke gündeminde tepkiyle karşılanmış olmakla beraber ordu tarafından da yakından takip edilmiştir. Refah-Yol Hükümeti’nin kurulması ile başlayan bu süreç uzun yıllar ülke gündemini meşgul etmiş ve beraberinde bu iktidara başta ordu olmak üzere laik ve demokratik çevreler tarafından bir tepki oluşturulmuştur. Refah-Yol Hükümeti’ne hem kendi tabanından hem de ülkede ki komuta kademesi tarafından tepkiler gelmekle beraber duyulan rahatsızlık şu şekilde anlatılmaya çalışılıyordu; 

“Aşırı dinci akımlar toplumun ve devletin geleceğine karşı önemli bir tehdit 
oluşturmaktadır ve bu nedenle gerekli önlemler alınmalı… 
Bir kısım halk kesiminde ve hatta kimi siyasilerde gözlenen, irticanın ancak bir ordu müdahalesi ile önlenebileceği TSK’yı rahatsız etmektedir… RP’nin kendi radikal tabanını yatıştırmak amacı ile TSK’yı siyasete çekmek ve siyaset malzemesi yapmak istemesi tepkilere neden olmaktadır… YAŞ kararları sonucu irtica eylemlerinden ötürü ordu ile ilişkileri kesilen personel konusunda dincilerin TSK’yı yıpratan eylemleri sürmekte ve bu kişiler RP’si tarafından korunup işe alınmaktadır… (Bölügiray, 1999, s.31) bu şekildeki açıklamalar TSK’yı rahatsız etmekle, ordu duyduğu bu rahatsızlığı her ortamda dile getiriyor ve yetkili makamlara bildiriyordu. Özellikle TSK, ikili görüşmelerde Başbakan ve 
Hükümet üyelerine, YAŞ toplantılarında doğrudan Başbakan Erbakan’a, İrtica ve Şeriat tehlikesinin her geçen gün yükseldiğini iddia ederek hükümete yazılı açıklamalar yapılması, komutanların katılmış olduğu davet ve törenlerde ki açıklamaları, Cumhurbaşkanı’nın askeri törenlere katılımı gerçekleştiğinde Cumhurbaşkanı’na konu ile ilgili duydukları rahatsızlığı dile getirmeleri, yapılan MGK toplantıları vb. her vesile ile hükümeti uyarma yoluna gidiyorlardı (Bölügiray, 1999, s.32). TSK’nın bu konu ile ilgili duymuş olduğu rahatsızlık iyice artmış olmakla beraber 9-10 Aralık 1996 tarihinde ki MGK’nın gündemini irtica konusu oluşturmuş, Başbakan Erbakan’a verilen brifingde, iç ve dış tehdit kapsamında “İrticanın PKK’dan daha öncelikli bir tehdit” olduğu anlatılıyordu. İrtica sorunu, ilk kez Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya tarafından 1996 Ağustos ayı MGK toplantısında ele alınmıştır. Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya tarafından açılan konuda Cumhurbaşkanı’na “Burada hep terörü konuşuyoruz; ancak bir süredir aşırı dinci akımlar tırmanıyor ve ben bir yıldır bu konunun burada ele alındığına şahit olmadım… Televizyonlarda rejim değişikliği tartışılıyor. Bu durunda ne yapacağız? İrtica bir tehdit mi değil mi? Bunu gündeme alalım ve tartışalım… Uygun görürseniz hükümete tavsiye niteliğinde kararlar alalım…” şeklinde açıklama yapan Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya’dan sonra Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bu öneriyi değerlendireceğini söylüyor ancak aylar geçiyor ve bu konu MGK gündemine alınmıyordu. Güven Erkaya, 1997 Ocak ayında 
konuyu tekrardan Cumhurbaşkanı’na hatırlatmakla beraber, “Ülkede şeriat ve irtica tehdidinin her geçen gün arttığı, dinin siyasete alet edildiği, laik Cumhuriyet’in temellerinin sarsıldığı…” Şeklinde açıklamalar yaparak tekrardan konuyu gündeme getirmeye çalışıyordu (Bölügiray, 1999, s.33). 

Ülke gündemini Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya’nın irtica ile ilgili sözleri 
oluşturmuştu. İrticanın bir numaralı tehlike olduğunu dile getiren Güven Erkaya; 
“İrtica, PKK’dan tehlikeli, “Aşırı dinci akımlar Türkiye'nin birinci sorunu haline 
geldi” şeklinde ki sözleri ile beraber “irtica” Şubat 1997’de MGK gündeminde ele 
alınmaya başlanmış idi. İrtica ve şeriat tehlikesi gün geçtikçe artmakta ve büyük bir potansiyel güç haline geliyordu. İrtica ve şeriatın kaygı ve korkusu tüm toplumu etkisi altına almıştı, buna karşın halkta biriken tepkilerde patlama noktasına gelmişti. Bu nedenlerden dolayı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel irtica ve şeriat konularını gündeme almak zorunda kalmış ve TSK’nın konu ile duyduğu rahatsızlık Anayasal zemine taşınmış oluyordu. 

28 Şubat 1997 MGK toplantısı öncesi ülkenin ve siyasetin bu gergin atmosferi 
içerisinde nasıl bir çözüm yolunun bulunacağı merak konusu idi. Öncelikle bu gergin atmosferden kurtulmak için 4 seçenek üzerinde durulmuş ve kamuoyu bir nebzede olsa rahatlatılmaya çalışılmıştır. 

1. Refah-Yol Koalisyonu, seçim yılı olan 2000 yılına kadar iktidarda kalır. 
Bu durumda var olan gerginlik, belirsizlik ve bunalım artarak sürer, sonu belirsiz 
bir durum yaratabilir. 
2. Erken bir seçime gidilir. Bu durum içerisinde şuan olduğu gibi parçalanmış 
hükümetler, güçsüz ve istikrarsız koalisyonlar gelebilir. 
3. DYP’den vatansever ve sağduyu sahibi, ülke çıkarlarını kişisel çıkarlarının 
üzerinde gören yeteri sayıda milletvekili istifa ederek, Meclis dengelerinin 
Refah-Yol Hükümeti’nden kurtarıp yeni bir koalisyon kuracak şekilde 
değiştirebilir. 
4. Askeri rejim gelebilir. Bu ise istenmeyen bir seçenek olmakla beraber yeni 
sorunlar demektir (Bölügiray, 1999, s.33). 
Ülkenin geleceği bu şekilde görülürken siyasette tansiyon hiç düşmüyordu. 28 
Şubat süreci böyle bir atmosfer ve gündem içerisinde başlamakla beraber yapılan MGK toplantısının sert ve tartışmalı geçeceği Genelkurmay Başkanlığı’nın MGK’ya sunacağı raporun ana hatlarının günler öncesinde basında yer almasından anlaşılıyordu (Bölügiray, 1999, s.33). 

4.4. 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu’nun Toplanma Süreci 

27 Ocak 1997 günü yapılan bir önceki MGK toplantısında, irticai faaliyetler 
nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nde baş gösteren rahatsızlığın Dz. Kuv. Kom. Ora. Güven Erkaya tarafından tekrar dile getirilmesi üzerine, 28 Şubat tarihli MGK 
toplantısında “irticai faaliyetler” konusu ele alınmıştır (TBMM, 2012, s.1032). Toplantı gündeminin şekillenmesi sonrası, 28 Şubat’tan günler önce, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, gazetelerde yayımlanan açıklamasında, “Varlığını Cumhuriyete borçlu olan her kuruma sesleniyorum. Cumhuriyete, demokratik, laik rejime sahip çıkın” diyerek adeta birilerini uyarma ihtiyacı duymuştur. Basın ve medya organlarının kullanan Cumhurbaşkanı Demirel, adeta yaklaşmakta olan tehlikeyi anlamış olmakla beraber laik ve demokratik Cumhuriyet’in teminatı olan kesimlere mesaj gönderiyordu. 28 Şubat 1997 MGK’nın toplanma süreci öncesinde hükümetin yapmış olduğu faaliyetler 
neticesinde ülkede siyasi tansiyon her geçen gün yükselmekte idi. Refah-Yol Hükümeti döneminde özellikle yaşanan olaylar 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmeler arasında yer almış ve süreç üzerinde oldukça etkili olmuştur. 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in hem Başbakan Erbakan’a hem de Tansu 
Çiller’e askerle konuşmaları yönünde ısrar ettiği öne sürülmüştür. Nitekim Refah-Yol Hükümeti iktidardan düştükten sonra Yalçın Doğan’la yaptığı röportajda 
Cumhurbaşkanı Demirel şunları söylemiştir: “Dilimde tüy bitti. İkisine de defalarca söyledim. Toplantıdan bir gün önce bile askerlerle görüşselerdi… Onların 
rahatsızlıklarını dinleselerdi, gelişmeler farklı olurdu” (Komisyon, 2012, s.174). 
Toplantının bir gün öncesinde, bazı gazetelerde kime ait olduğu belli olmayan “Türkiye yarın başka bir Türkiye olacak” başlıklı ilanlar yer almış ve 28 Şubat 1997 MGK’nın Türkiye gündemi için ne kadar önemli olduğunu bizlere göstermekle beraber uzun sürecek bir olay ve olgular zincirini de beraberinde getirecekti. 
28 Şubat Süreci, 28 Şubat 1997’deki MGK toplantısından hemen önce başlayan 
ve toplantı sırasında da bir süre devam eden bir süreç değildir. Ordu ve asker, 28 Şubat 1997’ye kadar olan dönemde, olaylardan duyduğu rahatsızlığı meşru platformlarda dile getirmişlerdir (Özgan, 2008, s.74). 28 Şubat süreci bir anda ortaya çıkmış bir olay olmayıp uzun süreli olguların bir ürünü şeklinde ortaya çıkmış ve etkileri uzun süreli olmuştur. Özellikle TSK’nın çeşitli kademelerinde görev yapan kuvvet komutanları ve askerler zaman zaman medya üzerinden durumu değerlendirmekle beraber konuşmalarında da hükümetin takip etmiş olduğu politikaları sert bir dille eleştiriyorlardı. 31 Ocak 1997 Kudüs Gecesi ve sonrasında Sincan sokaklarında tankların gövde gösterisi yapması hükümete bir ikaz niteliğinde olmakla beraber yaşanan süreç üzerinde de etkili olmuştur. 
Emekli Org. Kemal Yavuz’un 21 Ocak 1996’da katılmış olduğu bir televizyon 
programındaki konuşması, dönem içinde askerin tutum ve düşünceleri hakkında 
ayrıntılı bilgiler vermesi açısından oldukça önemli idi. “TSK, Anayasa’da belirtilen 
hususlara hangi parti ne kadar yakınsa, o partiye o derece yakındır. Hangi parti 
Anayasa’da belirtilen Atatürkçülük, Cumhuriyet ve demokrasi ilkelerine tavır alırsa TSK da o partiye tavırlıdır” (Cevizoğlu, 2001, s.57) şeklindeki açıklamaları ile askeri kanadın Refah-Yol Hükümeti ile olan ilişki ve tavrını anlamamız açısından oldukça önemlidir. 

Örneğin Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek RP 
hedef alan ve onun iktidarına karşı olan tavrını şu açıklamaları ile ifade ediyordu. 
Tuğgeneral Osman Özbek RP’ni hedef alan bir konuşmasında şunları söylemiştir; 
“Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Tüm siyasi partiler, tüm gruplar bir kere bu temelde anlaşmalıdır. Tabii fikir ayrılığı olacaktır. Ama sen kalkıp da “Hayır efendim ben devleti yıkacağım, ben demokrasiyi tanımam, ben laikliği tanımam dersen”, yap da görelim o zaman… Nasıl yapacak sın? Değiştiremezsin, Atatürk ve arkadaşlarına, dedelerimize sor, sana tükürürler” (Aksoy, 2000, s.216) şeklinde açıklaması ile TSK’nın Refah Partisi ve onun iktidarına olan tavrını açıkça ortaya koyuyordu. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Tuğgenerali iktidar partisine ve Başbakana adeta 
meydan okumaktaydı. Artık siyasi durum demokratik ortamdan çıkmıştı ve ülke sorunlu bir sürece gebeydi (Özer, 2011, s.89). Yaşanan bu olumsuz olaylar ülkede ki siyasetin nabzını tutan medya organları tarafından kamuoyuna duyuruluyor ve adeta yaklaşmakta olan krizin haberini veriyorlardı. Bunun yanında özellikle 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmelerin başında; RP’nin kamuda türbanı serbest hale getireceği, karayolu ile hacca gidilmesi, kurban derilerinin toplanması, Taksim’e ve Çankaya’ya cami krizlerini, kadın televizyon muhabirine saldırı, Kudüs Gecesi ve Sincan Olayları ile beraber yeni krizler yaratarak bu süreç daha da tırmandırılıyordu. 
Ülke gündeminin her geçen gün ısındığı ve siyasette ki tansiyonun yükseltildiği, 
RP ve iktidarına karşı günaşırı bir tepki ve aleyhte bir atmosfer oluşturulması gayreti açıkça ortaya çıkmış, Kasım 1996’da başlayan haber, yazı ve yorumlarda; “şeriat”, “tarikat”, “şeyh” “İran”, “Taliban”, “Afganistan” , “Kuran Kursları”, “İmam-Hatip” başlıklı haber ve yazılar 28 Şubat MGK’sının toplumsal altyapısının 
oluşturulması için işlendiği gözlenmiştir. Haberler içerisinde dikkat çekenler arasında toplumun neredeyse tüm kesimlerine dönük açık bir tehdit ve baskı göndermesinin yapıldığı gözlenmiştir (Komisyon, 2012, s.76). 

Refah-Yol Hükümeti’nin 1995'te kurulmasından sonra medya ve basın organları, 
askerin yeni silahı olarak işlev görmeye başlamakla beraber ülke gündemine adeta manşetleri ile yön veriyordu. Medya, Refah-Yol döneminde, Silahlı Kuvvetleri’n siyaseti doğrudan yönlendirme çabalarını demokrasinin güvencesi olarak görmüş; siyasete yapılan fiili müdahaleleri ya alkışlayarak gündeme getirmiş ya da göz ardı etmiştir. Hatta askeri müdahalelerin doğal ya da sıradan bir siyasi gelişme olduğu fikrinin kabul görmesi yönünde faaliyetini sürdürerek, iktidar mücadelesinin gerçek taraflarının RP ile TSK olduğu fikrini topluma benimsetmeye ve bunu meşrulaştırmaya çalışmıştır. TSK'nin kendi tarihinde ilk kez medyayla bu tarzda ve bu yoğunlukta ilişkiler içine girmesi, bu dönemin gerçekten ilginç bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak, sivil otorite ve askeri otorite arasındaki ilişki giderek çatışma niteliğine bürünmüş ve süreç içerisinde aktif olarak rol üstlenmiştir. (Başkaya, 1999 s.353). 

28 Şubat sürecinde özellikle basın-yayın ve medya organları etkin bir rol 
üstlenmekle beraber âdete sürece yön veren kurumlar arasında yerini almıştı. 
28 Şubat 1997 tarihine kadar yapılan MGK Toplantılarının hiçbiri, 28 Şubat 1997 tarihindeki kadar medya ilgisine mazhar olmamıştı. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerden gelip köşk kapısını kamp yerine çeviren ulusal medya ve televizyonların canlı yayın arabaları, en popüler haber spiker ve yorumcuları, yazılı basının köşe yazarları, yabancı gazeteciler vb. yerli ve yabancı bütün basın kuruluşları heyecanlı bir bekleyiş içerisindeydiler. 

Bununla beraber zaten 28 Şubat 1997 MGK’nın uzun süreceği ve tartışmalı geçeceğini basın-yayın ve medya organları tarafından ifade edilmiş ve 
kamuoyunda o hava günler öncesinden oluşturulmuştur (Kazan, 2013, s.266). 

. “En Kritik MGK” (18 Şubat 1997 Sabah) 
. “Erbakan MGK’da Terleyecek” (24 Şubat 1997 Radikal) 
. “Gözler Cuma’da” (26 Şubat 1997 Hürriyet) 
. “Herkes Çok Gergin” (26 Şubat 1997 Sabah) 
. “Erbakan Tırmandırıyor” (26 Şubat 1997 Radikal) 
. “Kritik MGK Bugün” (28 Şubat 1997 Haber) 
. “MGK Toplantısında Beşi de Konuşacak” (28 Şubat 1997 Sabah) 
. “Tarihi MGK Toplantısı” (28 Şubat 1997 Akşam) 

Yukarıda ki gazete ve haber başlıkları 28 Şubat 1997 MGK Toplantısı öncesinde 
kamuoyunun ve siyaset atmosferinin nabzını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Basın-yayın ve medya organları tarihi MGK Toplantısına göstermiş olduğu bu ilgi ve alaka Refah-Yol dönemi ve 28 Şubat dönemi içeresinde ki medyanın ne kadar etkin bir rol oynadığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. 

28 Şubat MGK’sından önce Susurluk Olayı, Başbakan Erbakan’ın Libya ziyareti, cezaevlerinde çıkan isyanlar, siyasi suikastlar, yolsuzluklara karışan 
siyasetçiler ve ülkenin peşini bir türlü bırakmayan asker ve aydın vesayetçiler, halkın belli bir kesiminde sivil uyanışı doğurmuştur. Kitlelerin seçtiklerinin bir süre sonra atanmışların gölgesi altında kalması, hukuksuzluğun herkese etki etmesi halkta çeşitli örgütlenmelere neden olmuştur. “Süpürge Eylemleri, Karanlıktan Çıkmak İçin 1 Dakika Aydınlık Eylemleri” bunlardan birkaçıdır. Bu eylemler, sivil otoriteye halkın varlığını bir kez daha hatırlatmak için yapılmış eylemlerdir. Ancak ne yazık ki ülkenin en önemli olayına bile “fasa fiso” diyen zihniyet, bu eylemleri önemsememiş “mum söndü oynuyorlar” ifadelerini kullanmış ve toplumun dokusunu hissedememiş, tepkileri ciddiye almamıştır. Bu da zaten hükümete karşı var olan tepkiyi daha çok artırmıştır (Tüylü, 2012, s.84). 


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 16

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 16

Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Kudüs Gecesi, Bekir Yıldız, 



Dönemin Çalışma Bakanı Necati Çelik ise “Sağlıklı bir parti yönetimi söz konu olsaydı Sincan Belediye Başkanı böyle bir faaliyet yapmayı düşünemezdi, 
düşünecek olsa da partiden müsaade alırdı. Sorulma ihtiyacı duyulmadığına göre parti yönetimi sureti vardır ancak pratikte parti yönetimi yoktur. 
Böyle bir geceden sonra oluşan gergin ortamda da yapılması gereken ise başkanın çağrılıp ikaz edilmesi ve gerekirse partiden ihraç edilmesidir. 
Tansiyonu düşürmek için mutlaka bir şey yapılmalıdır. 
Ancak bunlar yapılmadığı gibi bir de sahiplenilmiştir” şeklinde bir yorum yapmıştır (Çelik, 2004, s.79). 
Kudüs Gecesi, laik kamuoyunu yeterince rahatsız etmişti. Kışlalardaki kıpırdan maların haberi artık yayılmaya başlıyordu. Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız hakkında soruşturma açılmıştı. Ancak olaylar asıl şimdi başlıyordu. Zira Kudüs Gecesi ile haber yapmak isteyen Star televizyonu muhabiri Işın Gürel’in Sincan’da yediği tokat milat oldu. Işın Gürel’in Sincan’da başına gelen olaya başta medya ve muhalefet büyük bir tepki göstermiştir. 

Tansu Çiller yaşanan bu kötü olayı kınamış, DYP Kilis Milletvekili Doğan Güreş, “Sincan olayı rezalettir, Türkiye İran değildir. 
Türkiye laikliğe tamamen yapışmıştır. Türkiye Atatürk ilkelerine tamamen yapışmıştır. Bunun dışına kimse çıkaramaz, kimse…!” şeklindeki açıklamaları 
ile dikkat çekmiştir. 
Bu devleti bir tane bez değil 6 milyar adam eline bez alsa gelse gene sarsamaz. Kimi aldatıyorsunuz? Türkiye laik bir ülkedir… 
Vb. sözleri Türkiye ve siyaset yaşamındaki yüksek olan tansiyonu düşürmekten uzaktı (Birand, Yıldız, 2012, s.199). 
Türkiye gündeminde büyük bir etki yaratan ve kamuoyunu uzun bir süre meşgul 
eden hatta 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmeler arasında önemli bir yer teşkil eden Kudüs Gecesi” sonrasında, Hükümet Sincan’da ki olaylarla yükselen tansiyonu düşürmek yerine hala türban ve Taksim’e Cami tartışmaları ile ilgileniyordu. Bunun yanında Başbakan Erbakan Taksim’e cami projesini eleştirenlere kızıyordu, “Garipsenecek tek şey bazı fosil denilen kişilerin % 99’u Müslüman olan ülkenin herhangi bir yerine cami yapılmasına karşı çıkmalarıdır” (Akpınar, 2006, s.159) Şeklindeki açıklamaları ile bu konu hakkında ki tutumunu değiştirmek istemiyordu. 

Başbakan Necmettin Erbakan, Partisinin grup toplantısında “Ankara’nın Sincan ilçesinde düzenlenen Kudüs Gecesi’ni değerlendirirken, demokratik bir ülkede bu tür etkinlikler olabileceğini; Türkiye’nin büyük atılımlar yaptığını, ancak bazı çevrelerin yeniden büyük Türkiye'nin kurulmasından rahatsızlık duyduklarını savunarak; “Bazı çevreler, bazı fosiller, acaba ne yapsak da ülkenin havasını bozsak, huzuru, barışı, kardeşliği engellesek diye düşünüyorlar” şeklindeki açıklaması ve Adalet Bakanı Şevket Kazan da TBMM Genel Kurulu'nda ANAP Ankara Milletvekili Nejat Arseven'in Sincan'da yaşanan olaylara ilişkin konuşmasını yanıtlarken, “Hiç kimsenin demokratik rejim üzerine oyun oynamaya hakkı olmadığını belirterek, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın, RP'nin 400 belediye başkanından biri olduğunu” söylemiştir. 

Şevket Kazan, “Ankara DGM'nin olayla ilgili soruşturma başlattığını, RP’si Meclis 
Grubu'nun da duyarlığını ortaya koyarak, üç milletvekilini olayı soruşturmakla 
görevlendirildiğini” söylemiştir (Komisyon, 2012, s.56). 
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, partisinin grup toplantısında yaptığı 
konuşmada, “Sincan'da yaşanan olaylar için RP'nin laik, demokratik cumhuriyete dönük bir tepki içinde olduğunu herkesin görmesi gerektiğini belirterek, cumhuriyeti savunan herkesi, karşı tepki göstermeye çağırmıştır”BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu ise “Türkiye’de asla Nusayri iktidarının oluşmasına izin vermeyeceğiz” diyerek tepkisini ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Neden demokrasiyi işletmeye çalışmıyoruz da darbe tartışması  yaratıyoruz?” demiştir (Komisyon, 2012, s.56). 

Başbakan Necmettin Erbakan hala türban, karayolu ile hacca gidiş, üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakılmasını öngören Bakanlar Kurulu kararnamesini Türkiye’nin içinde bulunduğu bu bunalımlı günlerde imzaya açmış olması gibi gündemlerle meşgul olurken, İran Büyükelçisi’nin, “Şeriat Çağrısı” yapması vb. gibi nedenler artık 28 Şubat sürecinin önemli bir ayağının başladığını, 3 
Şubat 1997 günü Genelkurmay Başkanlığı’nda ki olağanüstü bir hareketlilik yaşanması ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı başkanlığında gizli bir toplantı yapılmıştır. O günün savunma muhabirleri toplantı hakkında, toplantıda konuşulanlar hakkında bilgi almak istemiş ancak çabaları boşa çıkmıştır. Toplantıda Kudüs Gecesi konuşulmuş ancak asker resmi bir açıklamayapmamıştır. 
4 Şubat 1997 günü Sincanlılar tank sesleri ile uyandı. Lala Mahallesinde 5 tank 
ve 20 kariyer, ağır ağır Sincan’ın merkezine doğru ilerliyordu. Sincan halkı ise 
camlardan bakıyor, dükkânlarını yeni açan esnaf ise şaşkınlık içerisindeydi. Herkes darbe olduğunu düşünüyordu, bir kısım halk ise şaşkınlığı üzerlerinden atmış yol kenarlarında dizilmiş tankları alkışlıyorlardı (Akpınar, 2006, s.160-161). Böyle bir ortamda RP’nin işi zordu. Karşı tarafın tavrını değiştirmenin mümkün olmadığı, siyasi manevra sahasının azaldığı, hükümetin reflekslerinin kaybettiği bir döneme girdiğini (Bayramoğlu, 2007, s.109) şeklinde yorumlamak mümkündür. 
Yaşanan bütün bu gelişmeler sonrasında olay yaratan ve birçok açıdan tepki alan 
olaylı “Kudüs Gecesi” sonrasında askerin tepkisi çok sert olmuştur. Dönemin Hürriyet Gazetesi “Dün sabah 20 kadar tank ve 15 kariyer, Sincan’dan geçerek Yenikent tatbikat alanına gitti” şeklinde başlığı askerin yaşanan geceden ne kadar rahatsız olduğunu göstermekteydi. 

Sabahın erken saatlerinde tankları ve üzerlerinde ki askerleri gören Sincanlılar, 
darbe olduğunu sanarak büyük bir panik içerisine girmişlerdir. Bununla beraber bazı Sincanlıların evlerine kapandığı bazılarının ise geçen askerlere destek verip 
alkışladıkları gözlenmiştir. (5 Şubat 1997) Hürriyet, s.1. 4 Şubat 1997 tarihinde Ankara'nın Sincan ilçesinde Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı'na bağlı çeşitli askeri araçlardan oluşan konvoy, ilçe sokaklarından Akıncı Üssü'ne "motorlu yürüyüş" gerçekleştirmiştir. Bu yürüyüş, ülke genelinde heyecana neden olurken, Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, olayın normal bir tatbikat olduğunu, eğitim çalışmaları kapsamında gerçekleştirildiğini söylemiştir. Olay gazetelere “Sincan’dan Ordu Geçti” başlığı ile yansımıştır (Komisyon, 2012, s.55). Düzenlenen Kudüs Gecesinin akabinde 4 Şubat sabahı Etimesgut'taki Zırhlı Birlikler Tümeni'nden yola çıkan 20 kadar tank ve çok sayıda askeri kariyer, Sincan'a yönelmiştir. Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan kısa açıklama ise bunun yalnızca bir Motorlu yürüyüş tatbikatı olduğu şeklindeki açıklamasıdır. Konvoyun açıklanan görev talimatı, Akıncı (Mürtet) Hava Üssü yakınlarındaki Yenikent tatbikat alanına gitmektir. Ancak, konvoydaki iki tank ve bazı kariyerler, Kubbetüs Sahra şeklindeki çadırı yıkacaklardır. RP'li belediye tepkiler üzerine bir gece önce çadırı söktüğü için tanklar meydanda bir süre oyalanıp geri dönmüşler dir. Bu oyalanma sırasında, sözde arızayı gidermek için tanklara “Balans Ayarı” yapılmıştır. İşte bu deyim, “Demokrasiye Balans Ayarı” olarak 28 Şubat sürecinin sloganı haline gelmiştir. Ertesi gün Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in sözleri ardından bu deyim “post-modern darbe” deyimi çıkana dek, yaygın biçimde kullanılmıştır (Özgan, 2008, s.70). 

Genelkurmay Başkanlığı, “6 ayda bir yapılan normal eğitim faaliyeti” olarak 
açıkladığı bu geçişin, “tesadüfen bu tarihe denk geldiğini” bildirmiştir. Daha sonra bu olay Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir tarafından “Demokrasiye balans ayarı yapıldı” veya “rejime ince ayar yapıldı” şeklinde değerlendirilmiştir. Askere ait olduğu öne sürülen bu sözlere tepki gösteren RP’li Kahraman Emmioğlu, “Bu kafaları duvara çarpmalı. Eğer sen politika yapacaksan çıkar elbiseni. Güreş Paşa gibi politika yap” demiştir (Bölügiray, 1999, s.91). Bununla beraber Genelkurmay Başkanlığı normal faaliyet olarak açıklamış ve motorlu yürüyüş denilen bu geçişin 6 ayda bir icra edildiğini ve Kudüs Gecesi sonrasına gelmesinin ise tamamen bir tesadüf olduğunu açıklamıştır. 

Başbakan Necmettin Erbakan ise, yaşanan gelişmeleri suni gündem olarak 
değerlendirmiş, tankların yürüdüğü gün meclis grup toplantısında yapmış olduğu 
konuşmada, “…Mesele laiklik değil, laikliği din düşmanı olarak kullanmak isteyenlerin rahatsızlığıdır. Bunları yapmak isteyenlerde bir avuçtur. Onlar da fosil olmuştur” ifadelerini kullanmıştır. Başbakan Erbakan’ın daha sonra, Sincan olaylarını değerlendirmesini isteyen gazetecilere sinirlenerek vermiş olduğu yanıt da unutulmayanlar arasında yerini almıştır. Erbakan’ın cevabı “Cumhuriyet Bayramı’nda da 240 tane tank geçiyor” şeklinde olmuştur (Öztürk, 2006, 81-82). 

3.2.1.9. Tarikat liderlerine başbakanlık konutunda verilen resmi iftar yemeği 

 “Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kötü niyet ve 
zora dayanan fanatik hareketlerden sakınıyoruz. Bizi yanlış yola sevk eden kötü kişiler, biliniz ki, çoğunlukla din perdesine bürünmüştür, saf ve temiz ahlaklı halkımızı hep şeriat sözleri ile aldata gelmişlerdir.” M. Kemal ATATÜRK 
 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmeler ve nedenler arasına her geçen gün bir 
tanesi daha ekleniyordu. 1997 yılı Ocak ayının ilk haftaları da oldukça hareketli 
geçeceğe benziyordu. Çünkü Kuvvet Komutanlarının Cumhurbaşkanı Süleyman 
Demirel’e brifing verdiği gün toplumda yükselen tansiyonu ve TBMM’de ki muhalefet gruplarının seslerini duymazdan gelen Başbakan Necmettin Erbakan tarikat ve dini liderlere resmi konutta iftar yemeği vererek adeta laik çevrelere meydan okuyor ve bütün şimşekleri kendi üzerine çekiyordu. Sarıklı, cüppeli, sakallı tarikat liderleri, Cumhuriyet tarihinde bir ilki gerçekleştirerek Başbakanlık Konutunda ki iftar yemeğinde bir araya gelmişlerdi (Öztürk, 2006, s.77). Beklenen olay gecikmemiş ve ilk skandal olay 11 Ocak 1997 tarihinde patlak vermişti. Başbakan Necmettin Erbakan 11 Ocak 1997 Cumartesi akşamı Başbakanlık Resmi Konutu’nda bir iftar yemeği düzenlemişti. 
Ramazan ayının başlamasıyla birlikte hükümet, kamu kurum ve kuruluşlarının 
çalışma saatleri yeniden düzenledi yayınlanan bir genelgeyle çalışma saatleri iftar 
vaktine göre ayarlandı. Daha sonra Ramazan genelgesi bir vatandaşın Danıştay’a 
yaptığı itiraz sonucu iptal edildi. Daha sonra gelişen olaylar kamuoyunda bazı çevreler tarafından tepkiyle karşılandı bu girişim, Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Başbakan Erbakan’ın tarikat şeyhlerine Başbakanlık Konutu’nda iftar yemeği verdi. Bu yemeğe yaklaşık yüz kişi katıldı. Erbakan bu yemekte söz aldı ve şöyle dedi; (Özer, 2011, s.59) 

“Hükümeti zarara uğratacak davranışlardan herkesin kaçınması gerekir. Ülkemizde birlik ve bütünlüğü tehlikeye sokacak davranışlardan uzak durulmalıdır” (Aksoy, 2000, s.193). 
11 Ocak 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan tarafından Başbakanlık 
Resmi Konutu’nda, Diyanet temsilcileri, Diyanet İşleri Eski başkanları, İlahiyat 
Fakültelerinin dekan ve öğretim üyeleri, Müftü ve Vaizler ile din adamlarının aralarında bulunduğu toplam kırka yakın kanaat önderine iftar yemeği verilmiştir. Organize edilen iftar yemeğine birtakım görevli ve resmi din adamlarının katılması, kamuoyunda günlerce tartışılmıştır. Bu kişilerin Başbakanlık Konutuna girişlerinde sakallı, sarıklı ve cüppeli görüntüleri televizyonlarda günlerce yayımlanmıştır. Basında “Tarikat Yemeği” olarak lanse edilen haberlerde, bu olay “İrtica Kalkışması” olarak yansıtılmıştır (Komisyon, 2012, s.60). Televizyon kameraları tarafından alınan görüntülerde “kanunlara aykırı” şekilde giyinen, dini cemaatlere mensup oldukları düşünülen kişilerin Başbakanlık Resmi Konuta girmeleri ve bu kişilerin sakallı, sarıklı ve cüppeli görüntüleri televizyonlarda yayınlanması ve bu görüntülerin basında iftar yemeği olarak değil de tarikat yemeği olarak lanse edilmesi toplumda “İrtica Kalkışması” olarak algılanmış olmakla beraber o andan itibaren adeta Genelkurmay Başkanlığının telefonları kilitlenmişti. Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı, Çankaya Köşkü'ne hemen çıkmamış, 16 Ocak Perşembe günkü haftalık görüşmeyi beklemiş, rahatsız olduklarını ve irtica tehdidi dolayısıyla endişeli olduklarını dile getirmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Anayasa'nın kendisine 104'üncü madde ile verdiği yetkileri kullanarak, MGK’yı işletmeyi planlamıştır (Özgan, 2008, s.67). 
Hürriyet Gazetesi yazarı Sedat Ergin, bu olayın “Bardağı Taşıran Son Damla” 
olduğunu ifade etmiştir (Yüksel, 2004, s.56). CHP ise olayı Başbakanlık önüne siyah çelenk bırakarak protesto etmiş, RP’liler tepkilerin aşırı ve kasti olduğunu 
düşünmekteydiler. O dönem yapılan bu eleştirilere karşılık parti içinden bazı 
milletvekilleri, gayrimüslimlerin ve diğer inanç sahibi kesimlere de yemek verilmesi yönünün de parti yönetimine talepte bulundular ama bu talepleri yönetimde kabul görmedi (Aksoy, 2000, s.193-194). Yine bu olayla ilgili 16 Ocak 1997 tarihinde CHP Genel Sekreteri Adnan Keskin ve 33 milletvekili arkadaşı ile Başbakan Erbakan’ın Başbakanlık Resmi Konutta verdiği iftar yemeği hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuşlardır. Bu suç duyurusu daha sonra parti kapatma iddianamesinde ki yerini almıştır. 

Başbakanlık konutunda verilen bu iftar davetine Erbakan’ın, Refah-Yol’a 
muhalif çevrelere bilinen yolda yürüyeceği mesajı verdiği anlamına geldiği, bunun 
sınırları zorlamak olduğu iddia edilmiştir. Yüksek yargı da bu konudan rahatsız olmuş ve isimsiz demeçlerle kamuoyuna ve RP’ye mesajlar iletilmiştir. Bu süre zarfında toplumsal gerilim de iyiden iyiye tırmanmış, bu olay askerlerin “düğmeye basmasının” gerekçesi olarak gösterilmiştir (Arikan, 2010, s.97). 

Bu yemekli toplantı bazı çevrelere göre irticanın ayak sesleriydi, bazı kesimlere 
göre ise din âlimlerinin toplandığı birlik ve beraberliğe vurgu yapılan bir yemekli 
toplantıydı. Bu yemekli toplantı bazılarına göre büyük bir yanlış, bazılarına göre ise pekte abartılacak bir şey değildi. Bu yaygaralar koparan olayın yankıları uzun sürdü o dönem DSP lideri Bülent Ecevit bu olayı sert bir dille eleştirdi; “Tarikatların tartışma konusu olduğu bir dönemde tarikatçılığı devletin kanatları altına alma eğilimi olumlu karşılanmamıştır”(Özer, 2011, s.60) bu eleştiriye toplum kesimlerinden de destek gelmiştir. 
Günümüzde de zaman zaman 28 Şubat süreci sıcak tutulmak istenmekle beraber, 
28 Şubat süreci ile ilgili haberlerde bu olay basın tarafından gündeme getirilmek te, çekilen görüntüler tekrardan televizyon programlarında yayınlamaktadır. Özellikle yaşanan bu olay 28 Şubat sürecinin en önemli gerekçelerinden olduğu iddia edilmekte ve 28 Şubat sürecini hazırlayan önemli gelişmeler arasında yer almaktadır. Yaşanan bu olaylar, başta siyaset gündemini uzun süre meşgul etmiş olmakla beraber, basın ve medya kuruluşları tarafından uzun süre gündemde tutulmuş, muhalefet gurupları tarafından iftar yemeği değil de tarikat yemeği şeklinde algılanmış olması ile beraber toplumda “irtica algısı” oluşturulmak istenmiş ve bu gelişmeler Refah-Yol Hükümeti’nin sonunu hazırlamış, ülkeyi de “post modern” olarak tanımlanan bir askeri müdahalenin eşiğine getirmiştir. 
Refah-Yol Hükümeti’nin sonunu hazırlayan bu gelişmeler laik kamuoyu 
tarafından büyük bir tepki ile karşılanmış olmakla beraber Mehmet Altan’ın 
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklı yazısında “… Dinin sosyolojik ve kültürel boyutunun inkâr edildiği, sanki toplumda bilimin alternatifi dinmiş gibi yanlış bir ikilem yaratıldığı için, Türkiye’de kültürel yapının çok önemli bir kaynağı olan din konusunda çok sancılı bir ülke haline geldi. Devlet dini kendi kontrolü altına aldı. 

Toplumun kültürel olarak kendi dinini yeterince tanıyamaması İslam’ın 
siyasallaşmasına, dini kendine alet eden siyaset senaryolarının ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu yüzden toplumun kültürel kaynaklarının “Askeri bir Laiklik” anlayışı takınması nedeniyle din normalleşemedi normalleşemeyince de siyasallaşma eğilimine girdi.” (4 Ocak 1997) Sabah, s.13 şeklinde ifade etmiştir. 


***