Arap Baharı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arap Baharı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2021 Salı

21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 3

 21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 3



2. AKP İKTİDARI DÖNEMİNDE TÜRKİYE-ORTA DOĞU


  Sovyet Rusya'nın dağılmasının ardından oluşan durum Batı dünyasında bir süre hoşnutluk duygusu yarattı. Artık Batı sistemi dünyaya egemen olacak ve çatışmalar sona erecekti. Ama bunu hemen ardından bir sistemin devam edebilmesi için bir öteki yaratmak gerekli olduğu anlaşıldı ve eskiden komünizmin aldığı yeri şimdi dinsel bir öteki devralmıştır.  Artık mücadele ideolojiler arası değil medeniyetler arası olacaktır.  İlk defa 1990 yılında Bernard Lewis tarafından kullanılan medeniyetler çatışması tezine göre 1648 Westfalya Barışı'ndan itibaren uluslararası politikanın odak  noktaları sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında mücadeleler olarak gerçekleşmiş idi. Soğuk savaşın bitmesiyle beraber ise artık bu mücadele medeniyetler arası olacaktı. Müslüman medeniyetinin kalbi olan Orta Doğu ise bu mücadeleden düşen payı fazlasıyla alacak ve Batı medeniyetleri Irak, Afganistan, Sudan gibi müslüman ülkeleri işgal edecekler, ama daha önemlisi neredeyse bütün Orta Doğu'da çıkan krizlerin başlıca nedeni bu medeniyetler çatışması tezini doğrular nitelikte olacaktı. 

ABD haydut devlet olarak nitelediği beş ülkeden (K.Kore, Küba, Libya, Sudan ve Suriye)  üç tanesi ve Oğul Bush'un Şer Ekseni olarak nitelendirdiği üç ülkeden (İran, Irak ve K.Kore) iki tanesinin Orta Doğu'da bulunan devletler olması bu bölgenin ne kadar karışacağını daha o zamanlar ortaya koymuştur.

  2000’li yılların başından itibaren Türkiye'nin Orta Doğu'ya yönelmesinin başlıca sebepleri; AB tarafından Türkiye'ye uygulanan çifte standartlı politikalar ve Türkiye'nin yeni politika arayışları, 2009 Kriziyle birlikte Avrupa'yı eski cazip halinden çıkarmış olması ve bu kriz dolayısıyla azalan Avrupa pazarına ikame olarak Orta Doğu'nun görülmesi, 2003 yılında ABD'nin Irak işgali ile birlikte ABD'ye duyulan güvenin derinden sarsılması, Irak'ta ABD'nin dış güç olarak yarattığı yıkıma bölgenin önde gelen ülkelerinde olan Suudi Arabistan ve Mısır'ın bu politikalara karşı çıkamaması(burada eklemek gerekirse İran bu müdahaleye çok sert tepki vermesine rağmen izole olmuş olmasından kaynaklanan yalnızlığından dolayı lider ülke konumuna sahip olamamıştır.). 

  AKP'nin Kasım 2002'de başa gelmesiyle birlikte Türkiye siyasi ve ekonomik istikrar sağlanmış ve bu değişiklik çok tabiidir ki Orta Doğu politikalarının değişimine de yansımıştır. 2002-2009 yılları arasın da başbakanlık danışmanı Mayıs 2009 itibariyle de dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu temel stratejilerini Stratejik Derinlik doktrini çerçevesinde belirmiştir. Bölgeye ve problemlere daha fazla angaje olan, daha etkin, problem çözen ve arabulucu olarak komşularla sıfır sorun politikasının da başlangıcı olmuştur.Belirttiğimiz gibi İsmail Cem'in dışişleri bakanlığı döneminde de bu politikanın izlerini bulmak mümkün olsa da dönemin siyasi gerçekliği bunu uygulamanın önünde engel teşkil etmiştir.Bu dönemde Irak, Filistin ve Lübnan'da ki krizler Türkiye'nin bu stratejilerini uygulama zemini hazırlamış ve kısa süreli olacak da olsa Türkiye bölgede tek başına etkin olmasına neden olmuştur.  

1 Mart tezkeresinde Türkiye'nin ABD alehinde aldığı karar büyük bir etki yaratmış ve Türkiye'nin Orta Doğu'da lider ülke imajına çok büyük katkı sağlamıştır.   

Bu yıllara bakıldığında Türkiye'nin Orta Doğu politikası daha önceki yıllarda olduğu gibi bölgede ki komşuları olan İran, Irak ve Suriye odaklı gelişmekteydi. 

  Türkiye'nin bölgeye daha çok angaje olma, problem çözme gibi düşünceleri 1991 Körfez Savaş'ına dayanmaktadır.Bu dönemde Türkiye ABD yanına taraf olmasına rağmen ve ABD Türkiye'nin hassasiyetlerini hiçe sayan politikaları bir anlamda Türkiye'nin gözünü açmış olacak ki 1 Mart 2003 Tezkere'si TBMM'den geçmemiştir.Bölgede etkin olma stratejisi bir nevi Adana Mutabakatı ile başlasa da en nihayetinde AKP Hükümeti ile birlikte tam rayına oturma görüntüsü göstermektedir.

  2010 yılının ortalarına kadar AKP hükümeti Orta Doğu'da çok etkili politikalar sürdürdü. Daha çok genç bir hükümetken bile 2003 yılında ki 1 Mart Tezkeresinde salt ülke çıkarları adına verilen karar bu politikaların başlangıcı olarak görülebilir.Dönemin Amerikan Başkanı Bush'un Türkiye'nin yaptığı politikalarını ''At Pazarlığı'' olarak adlandırması aslında ABD'nin ne kadar öfkeli olduğunun açık bir kanıtı olmuştur. Hatta bazı Amerikan kanı önderlerinin Türkiye'nin ihanet ettiğini ve artık Irak'ın yeniden inşasında aktör olamayacağını söylemeleri bu kararın ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu ortaya koymaktadır. Uluslararası kamuoyunda ki hiç kimse Türkiye'nin ABD'nin teklif ettiği hibe ve kredileri geri çevireceğini tahmin etmemekteydi. 

1991 Körfez Savaşı'ndan ağzı yanan Türkiye bu kez bu politikaya alet olamamış ve aynı zamanda bölgede karizmatik bir ülke konumuna gelmeye başlamıştır. 

Gerçi sonradan ufak tavizler verilmiş olsa da yine de Türkiye çok başarılı bir politika izlemiş olacaktı.  Bu politikalarla birlikte ekonomik olarak da bölgeye angaje olmak isteyen Türkiye büyük bir başarı elde etmiş 2000 yılında 5 miyar dolar olan ticaret hacmi 2011 yılına gelindiğinde 45 milyar dolar olmuş ayrıca bölgede ki ticaretten senede yaklaşık 7 milyar dolar dış ticaret fazlası vermektedir.Bu bağlamda Türkiye yüzde 8,5 ile dünyada Çin'den sonra en çok büyüyen ikinci ülke olmasının altında yatan en büyük gerekçelerden birisi de Orta Doğu'da uygulanan etkin ekonomik politika olmasıdır.

  Bütün bu bölgede bağımsız ve salt Türkiye çıkarları adına etkin olma stratejilerinin de bir sonu olacaktı.Bu son herkesin beklediğinden daha geç olsa da 31 Mayıs 2010 tarihinde İsrail'in uluslararası sularda bir Türk gemisine yaptığı saldırıyla beraber gelmiş oldu.Bu saldırı sonrası bir rüyadan uyanan Türk hükümeti çok geçmeden Orta Doğu'da ABD ve İsrail'in çıkarlarını yok sayarcasına bir politika uygulayamayacağını anlamış oldu.Zaten bu tarihten sonra Orta Doğu'da çıkan her krizde Türkiye yanlış adımlar atmış bu bağlamda daha sert politikalar uygulamış ve bizzat Başbakan Erdoğan Libya krizinde ilk NATO'nun ne işi var orda diyerek adeta emperyalizme karşı çıkan bir üçüncü dünya ülkesi tavrı ortaya koymuştur.Nitekim daha sonra Erdoğan yaptığı açıklamada NATO'nun orada olmasından duyduğu memnuniyeti açıklamakta çok geç kalmamıştır.

  Bölge politikaları itibariyle belki de yapılan en büyük hata Suriye meselesinde yapılmıştır. Öyle ki Hatay'da muhalif güçleri destekleyen Türkiye, Şam'da bulunan Esad rejimine karşı bu muhaliflere yardımda bulunmuş ama kimse yaklaşık 500 km uzakta olan Şam'ın Hatay'dan yapılan takviyeler le yıkılmayacağını öngörememiş ve hala öngörememektedir. Esad güçlerinin yıkılması bağlamında daha ileride Kürt açılımı kullanılarak Abdullah Öcalan ile görüşülecek ve  burada bulunan PYD güçlerinin muhalif kadroya katılması için PKK lideriyle pazarlıklar yapılacaktı.

  2010 tarihine kadar sürekli tekrarlanan ve seçimlerin baş vaadlerinden olan komşularla sıfır sorun politikası darbe üstüne darbe yemekteydi.  

Suriye krizi,  Mısır desteklenen Müslüman Kardeşler lideri Muhammet Mursi'nin iktidardan uzaklaştırılması, Irak'ta yaşanan gelişmelere önlem alınamaması, Yunanistan ile yaşanan gerginlikler derken sıfır sorun stratejisi bir bakıma sıfır çözüm stratejisine dönüşmüş idi.

2.1. Irak


  2000'li yılların belki de en büyük gelişmesi 49 ülkenin koalisyon güçleri olarak söylenen ama aslında ABD önderliğinde, İngiltere ile Irak'ın 2003 baharında işgal edilmiş olmasıydı. İşgal sürecinde Türkiye ve diğer Arap ülkeleri ortak kaygı ve çıkarlara sahip gözükmekteydi. 

Bu bağlamda dönemin Başbakanı Abdullah Gül Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve  İran'ı kapsayan ilk bölge turu Irak konusunda çıkarların belirlenmesinde büyük rol oynamıştır. 

1990'lar da oluşturulmaya çalışılan Komşuluk Forumunun başarılı bir yeniden denenmesi sayılabilecek bu girişim sonunda Irak'a Komşu Ülkeler Toplantıları adıyla periyodik olarak düzenlenecek bir bölgesel dayanışma mekanizması oluşturuldu ve ilk toplantı 23 Ocak 2003'de İstanbul'da yapıldı. 

  Bölge ülkelerinin çoğu Saddam rejimine karşı olsa bile işgalin getireceği belirsizliği istememekteydi. Bu anlamda Türkiye'de işgale kadar olan kısımda Saddam rejimiyle uluslararası kamuoyunu barıştırmaya çalışmıştır.Göreli olsa da istikrarlı bir ülke olan Irak'ın istikrarsızlaşması bölge ülkelerini ama özellikle komşusu olma sebebiyle Türkiye'yi derinden  etkileyecek olduğunu o zamanlar Türk kanı önderleri farkına varmışlardır. 

Irak'ın kuzeyinde yaşayan Kürt grupların otorite boşluğundan yararlanması ileride olası bir Kürt devletine giden yol başlı başına Türkiye için sorun teşkil etmekteydi. 

Bunun üstüne PKK'ın bu bölgeleri mesken haline getirmesi kontrolü çok zor olan coğrafyayı Türkiye açısından kriz bölgesi haline getirecektir. Sadece Türkiye açısından değil Irak'ın olası parçalanması bölgede çok etnikli veya çok mezhepli yapılar üstüne kurulmuş devletleri de zora sokma olasılığı çok yüksekti.

Komşu ülkelerin Irak üzerinde fikir birliği yaptıkları noktalar ise, Irak'ın toprak bütünlüğü kesinle korunmalıdır, Irak'ın doğal kaynakları tüm Irak halkına eşitçe dağıtılmalıdır, işgal güçleri bir an önce çekilmeli ve BM ülkede etkin hale gelmelidir, ülkede faaliyet içinde olan ve komşu ülkeleri tehdit eden terör grupları etkisiz hale getirilmeli ve ülkede siyasal ve ekonomi yapı düzeltilerek merkezi otorite güçlendirilmelidir. Diğer bir taraftan İran'ın ülkedeki Şii grupları üzerinde ki etkinliği bölgede ki diğer Sünni ülkeleri oldukça rahatsız etmekte özellikle Türkiye Sünni gruplar üzerinde 2005 yılından itibaren siyaset yapmaya çalışsa da şu ana kadar İran'ınkine benzer bir etki alanı yaratamamıştır. Bölge ülkelerinin üzerinde mutabakata vardığı ve kesinlikle kabul edilemez saydığı olgu ise Irak'ın kuzeyinde bulunan Kürtlere bağımsızlık verilmemesiydi. Bu sorun Türkiye, Irak ve Suriye arasında stratejik bir yakınlaşmaya sebep olmuştur.

  Irak işgaline giden süreçte Türkiye aslında çok net bir tutum sergilememiştir. Pek çok ayrı tutumu bir arada sergileyen Türkiye bir taraftan savaşı önlemeye çalışırken, aynı anda ABD ile iyi ilişkilerini devam ettirmek, Arap dünyasıyla iyi geçinmek ve Türk kamuoyunu mutlu etmek istiyordu. 

Kamuoyunda Irak'ın Türkiye'ye bir tehdit olmadığı fikri paylaşılmakla beraber iki karşıt düşünce belirmekteydi.Bu düşüncelerden ilki olası bir savaşta Türkiye'nin stratejik çıkarları gereği ABD ile birlikte hareket etmesi gerektiği, aksi taktirde Türkiye'nin oluşan durumlarda söz hakkının olamayacağı, 

Kürtlerin daha fazla güçleneceği, Türkmenlerin hakkının yok sayılacağı ve ABD ile ilişkilerin zora gireceği savunulmaktaydı.  Türkiye'nin savaşa girmezse kaybedeceği görüşünü savunan bu görüşe mensup bazı kişiler daha ileri giderek Türkiye'nin Irak'a girerek Musul ve Kerkük'ü geri alması gibi romantik milliyetçi söylemlerde de bulunmuştur. Diğer düşünceye göre ise Türkiye savaş dışı kalmalıydı. Bu savaş başkasının savaşı olduğunun altı çizilmiştir. 

Bu söylem dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından da Diyarbakır'da dile getirildi. Aynı zamanda Özkök bu savaşın 1991 Körfez Krizi gibi ağır ekonomik bunalımlar getireceğini dile getirmiş, Türk toprağına ABD askerinin konuşlanmasına dikkat çekmiştir. Bir taraftan Türkiye'ye ABD askerinin gelmesi fikri 1. Dünya Savaşına dair hatıraları akla getirirken egemenlik bağlamında da sorunlu görülmüş, diğer taraftan Türk askerinin ABD komutası altında savaşa girmesi sakıncalı görülmüştür. 

  Kasım 2002'de göreve gelen yeni hükümet 27 Aralık 2002 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan karara göre ABD ile Irak'ın kuzeyinden bir cephe açma konusunda müzakerelere başlanmıştır. Bu toplantıda ayrıca Türkiye'nin Irak konusunda kırmızı çizgileri belirlenmiştir: Bağımsız bir Kürt devletinin kurulması, Türkmenlerin güvenliklerinin sağlanması ve Kerkük ve Musul'un statüsü. ABD ile uzun görüşmeler sonucunda bir Anlayış Muhtırası imzalanmış, buna göre ABD Türkiye'ye verdiği destek karşılığında 6 milyar dolar yardım sözü vermiş, Türkiye'de konuşlanacak asker sayısı 60 000 ile sınırlı tutulurken ABD ile birlikte Kuzey Irak'a 40 000 dolayında Türk askerin gönderileceği kararlaştırılmıştır. 

  Bütün bu pazarlıklara rağmen 1 Mart 2003'de yaşanacak olay bütün ilişkileri alt üst edecek ve artık Türkiye Orta Doğu'da lider ülke olma adına ilk adımını atacaktır. 1 Mart 2003'de TBMM'de yapılan oylamada anayasal çoğunluğun elde edilememesi üzerine tezkere geçmemiş ve Türkiye savaş dışında kalmıştır. 

Bu durum Irak'a kuzeyden açılacak olan cephenin açılmasını engellerken, Türkiye-ABD ilişkilerini derinden etkilemiş ve özellikle Kürt grupların güçlenmesi ve PKK'nın gücünü arttırması gibi savaş öncesi dile getirilen kaygılar gerçekleşmeye başlamıştır.

  Türkiye bir anlamda kendini affettirmek için 20 Mart'ta ABD'nin Türk hava sahasını kullanmasına izin veren tezkereyi geçirse de ABD Irak'ın denize açılan ve en stratejik komşusu olan Türkiye'nin topraklarını kendine kullandırmaması ile oluşan zararı Türkiye'ye her fırsatta yüklemeye başlamıştır. 

Saddam Hüseyin sonrası dönemde Türkiye'nin güvenlik çıkarları her defasında ihlal edilmiş, gerek Barzani gerekse Talabani Türkiye'ye karşı oldukça sert bir tutum sergilemeye başlamıştır.

 Türkiye her fırsatta Kerkük'ün statüsü hakkında görüşler ileri sürmüş savaşın buraya sıçramaması, bölgenin zengin petrol yataklarının ayrı bir statüde değerlendirilmesi ve en önemlisi bölgenin giderek Kürtleştirilmemesi konularını savunmuş ama ilk başlarda kolay bir zafer kazandığını zanneden ABD zaferi açıladıktan sonra gerçekleştirdiği yıkımı ve kaosu görünce, göreli daha güvenli olan bu bölgenin geleceği hakkında herhangi bir değişiklik yapmaktan kaçınmıştır.

  Bütün bu olanların üstüne 4 Temmuz 2003'de yaşanacak olay Türkiye ile ABD arasında derin bir güvenlik krizi ortaya çıkaracaktır. Süleymaniye'de ki Türk Özel Timi Bürosu 100 kadar ABD askeri ve ABD askerleriyle işbirliği yapan KYB peşmergelerince basılmış ve 11 Türk askerinin başına çuval geçirerek göz altına alınmıştır. ABD daha da ileri giderek ilerde yaptığı açıklamada, Türk askerlerinin Kuzey Irak'ta ABD tarafından kurulmak istenen istikrarı bozmak için gerçekleştirilen sabotaj faaliyetlerinin bir parçası olduğunu belirterek  ABD'nin bir taraftan Türkiye'nin bölgedeki askeri varlığına yönelik olumsuz tavrını ortaya koymuş, diğer taraftan Türkiye'yi bu askeri varlığını kaldırması yönünde üstü kapalı tehdit etmiştir. Yaşanan bu gelişme 1991 Körfez savaşından beri yaşanan gerilimli ilişkilere rağmen Kuzey Irak'ta var olan Türk-Amerikan işbirliğinde köklü bir değişime sebep olmuş ve bu tarihten sonra bölgede Türkiye işbirlikçi ülke yerine sorun teşkil eden bir ülke konumuna gelmiştir. ABD'nin yaptığı bu hareketle Türkiye'yi 1 Mart tezkeresinden sonra cezalandırmaya çalıştığı çok aşikardır.

  Irak savaşı sonra ABD bölgede yarattığı yıkımı ve kaosu gördükten sonra yeniden müttefik arayışına girmiştir. Bu bağlamda 20 Mart tarihli ABD güçlerine lojistik destek verilmesini sağlayan tezkerenin 6 aylık süresi dolmasıyla beraber Türkiye'nin Irak'a yeniden asker göndermesi gündeme gelmiş, 10 000 dolayında Türk askerinin Irak'a ABD'nin güçlük çektiği bölgelere gönderilmesi düşünülmüştür. 8.5 milyar dolarlık kredi içeren bir yardım paketiyle birlikte 7 Ekim'de Türk Silahlı Kuvvetlerinin Irak'a güvenlik ve istikrarı sağlamak amacıyla gönderilmesi TBMM tarafından kabul edilmiş ve Başbakan Erdoğan tezkere ile ilgili Türk askerinin önceliğini bölgedeki PKK unsurunun temizlenmesi olarak açıklamıştır. Ancak bu sefer de bölgede ki Kürt ve Arap grupların tepkisi üzerine tezkere rafa kaldırılmıştır. 2000 yılında PKK tarafından ilan edilen ateşkes 2004 yılında sona erdirilmiş ve yaklaşık 1200 PKK mensubunun Türkiye'ye giriş yaptığı tahmin edilmektedir. Türkiye bu kaygıları aşabilmek için Irak'ta merkezi otoritenin güçlendirilmesi adına ülkedeki tüm grupları kapsayan bir yönetim anlayışı gerektiğini vurgulamıştır. Görüldüğü üzere Türkiye'nin Irak politikası Irak'ın bütününü gözeten, insan hakları, evrensel değerlerin savunulması olarak gösterilmeye çalışılsa da Türkiye için önemli olan Irak'ın güçlü bir merkezi otoriteye sahip olarak kuzeyde bulunan Kürt gruplarını tasfiye etmesi ve bu sayede Türkiye'nin Irak'ın kuzeyinden gelen tehdit algılamalarından kurtulması üzerine kurulmuştur.

  2007 yılından itibaren gergin seyreden ilişkilerde kısmi bir yumuşama görülmeye başlanmıştır. Tabiki bu yakınlaşma ABD'nin desteği olmadan düşünülmesi çok gerçekçi olmamaktadır zira ABD bu dönemde Irak'a komşu ülkeler bağlamında kendisini stratejik ortak olarak gördükleri ülkeleri destekleyerek bir nevi bölgede kendi itibarını ve çıkarlarını korumak, garantiye almak için bu tarz politikalar izlemeye başlamıştır. Bu yakınlaşma Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de söylemlerine yansımış ve bölgede ki Kürtleri Türkmenler gibi akraba olarak nitelendirmeye başlamıştır. 2006 yazında ABD'nin desteğiyle ortak Terörle 

Mücadele Koordinasyon Grubu oluşturma konusunda anlaşmaya varılmıştır. Bu koordinasyon grubuna Türkiye emekli Orgeneral Edip Başer'i atamış ama bu koordinasyon grubu terörle mücadele de çok etkin olamamıştır. Başer konuyla ilgili ilerleme kaydedilememesini şu sözlerle eleştirmiştir: ''PKK ile mücadele de ABD'den bazı açılımlar bekliyorum. Bunun olmaması durumda istifa edeceğim. Burada süs vazosu gibi oturmanın anlamı yok.'' Bu açıklamadan sonra ABD ile yakınlığıyla bilinen AKP hükümeti anında Başer'i görevinden almıştır.

  Erdoğan'ın Kasım 2007 ziyaretinden sonra Irak tarafında da tavır değişiklikleri olmaya başlamıştır. Daha önde Ankara'nın sınır ötesi operasyonlarına ve PKK militanlarının teslim edilmesi şeklinde ki isteklerine çok sert yanıt veren Barzani, ziyaret sonrası özellikle operasyonların sınırlı tutulması halinde karışmayacaklarını söylemeye başlamıştır.

  2009 yılında Barack Obama'nın iktidara gelmesiyle ABD askerlerinin Irak'tan çekilme sürecinde Türkiye ABD varlığı sonrası Irak'la özellikle de Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KYB) ile ilişkileri yeniden gündeme almıştır. Abdullah Gül ziyareti sırasında bölgede ki Kürtler ile Türkiye arasında ki sorunun PKK varlığından ibaret olarak dile getirmiştir. Ardından Davutoğlu'nun Erbil'e giderek KYB merkezini ziyaret eden ilk Türk yetkili olmasıyla ilişkiler daha da olumlu bir hava seyretmeye başlamıştır.

  Türkiye ile Irak arasında bulunan ekonomik ilişki de Türkiye'nin Kürt yönetimine tahammül etmesine yol açmaktadır. 2011 itibariyle yaklaşık 8 milyar dolar bölgeye ihracatı bulunan Türkiye bu paydan vazgeçmek istememektedir. Son dönemlerde ilgili yetkililerin yaptığı açıklamalara göre Türkiye'nin Irak'a 20 milyar dolar seviyesinde bir ihracat rakamı hedeflediği görülmektedir. Buna karşılık 1 milyar dolardan bile daha az Irak'tan ithalat yapan Türkiye nadir dış ticaret fazlası verdiği ülkelerden biridir Irak. 2009 itibariyle Kuzey Irak'ta yatırım yapan şirketlerin sayısı 500'ü geçmiştir ki bu ekonomik yatırımlar Türkiye'yi daha ılımlı politikalar seyretmeye zorlamaktadır.

 Türkiye ile Irak arasında pek çok alanda olumlu adımlar atılırken bu adımların hepsi bölgede ABD'nin çıkarına aykırı olamamaktadır ve hala güvenlik kaygıları, 

Kerkük meselesi, su sorunu gibi bir çok mesele sorunlu alanlar olarak göze çarpmaktadır.


4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 2

21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 2



     Soğuk Savaş döneminde Nasır'ın Mısır'ı bölgede lider olmaya çalışmış ve çok etkili olmuştur bu dönemde Rusya ile yakınlığı bilinen Nasır'ın dışında bölge liderleri hep ABD ile ortak büyük ölçüde paralel politikalar izlemektedirler. ABD'nin bölgeyi ne kadar ciddiye aldığını General Eisenhower'ın şu sözleriyle örneklendirebiliriz: “Yalnız coğrafya bakımından bile bütün dünyada, stratejik yönden Ortadoğu’dan daha önemli bir bölge yoktur. Bütün gücümüz ve araçlarımızla örgütlenme yeteneğimiz den, sevk ve idaremizden faydalanarak, Ortadoğu’yu kazanmak zorundayız.” 

Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi bölge dünyanın her an kriz geçirmeye müsait olan kalbidir.

  Bunların dışında bölgede geleneksel ve demokratik rejimler yan yanadır.Bölgenin en demokratik ülkesi Türkiye, ekonomik olarak en iyi durumda olan ülkeler ise Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi gözükmektedir. Katar'da yaklaşık 100,000 dolar olan kişi başına düşen milli gelir 70.000 dolar ile Birleşik Arap Emirlikleri ve 25.000 dolar ile Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman izlemektedir. 2011 Tunus da başlayıp tüm bölgeye yayılma eğilimi gösteren en son Suriye'de hala bir çok cana mal olan hareketlerin bölgeye ne kadar demokrasi ve refah getireceği de bir başka irdelenmesi gereken sorundur.   

Libya'nın eski liderini sokakta sürükleyip öldürenlerin veya Mısır'da devlet geleneğinin ne olduğu kavrayamayan ve bilmeyen insanların bölgeye refah getirmesini beklemek çok fazla iyimser olmak demektir.Demokrasinin kanla geleceğini savunup Avrupa'yı örnek gösterenler artık 21.yy da yaşadığımızı er ya da geç hatırlamalarını umuyoruz.

     Aynı zamanda bölge ülkelerinin bir olumsuz özelliği de aşırı reaksiyoner ve mezheplere sıkı sıkıya bağlılık bölgenin istikrarsızlaşmasına sebep olan faktörlerden biridir. Vahabizm'in savunucusu olan Suudi Arabistan bölgede diğer mezhepleri dışlamakta olması ve bu bağlamda bölgenin bir bütünlük  gösterememesine örnek olarak verilebilmektedir.Aynı zamanda aşırı reakiyoner davranışlara da en güzel örnek İslam Konferansı Örgütü'nün kurulmasıdır.   

El-Aksa camiinde çıkarılan yangına tepki vermek amacıyla bir gecede plansız programsız kurulması bölgenin günlük olaylar karşısında plan yapmadan sadece reaksiyoner davranarak karşılık vermesine örnektir.Bu gibi davranış kalıpları bölge devletlerinin enerjisini boşa harcamasına ve sonuç olarak da kendi yaşadıkları bölgede etkili olamamalarına sebebiyet vermektedir.                                                                                        

1. AKP İKTİDARI ÖNCESİNDE ORTA DOĞU İLE İLİŞKİLERİN DURUMU


1.1. 2000-2003 Yılları Arasında Türkiye'nin Orta Doğu Politikası

  2000'lerin başında dünya kamuoyu El-Aksa intifadası olarak da bilinen İkinci İntifada ve 11 Eylül saldırılarıyla yeniden Orta Doğu'ya dikkatini vermiştir. 

11 Eylül saldırılarıyla birlikte ABD'nin Irak ve Suriye üzerinde baskılarını arttırmasıyla bölge ülkesi olan Türkiye'yi de derinden etkilemiş, bunun farkına varan Türkiye ise özellikle Irak, Suriye ve Filistin konularında daha etkin bir politika izlemeye başlamıştır.

  AKP'nin iktidara gelmesine kadar olan süreçte hükümetin ana ortağı olan ve aynı zamanda dışişleri bakanlığını elinde bulunduran Bülent Ecevit liderliğinde ki Demokratik Sol Parti ''bölge tabanlı dış politika'' olarak adlandırdığı stratejisi Türkiye'nin Batı ile bağlantılarını bozmadan bölge ülkeleri ile ilişkileri iyileştirmeyi amaçlamaktaydı. Kasım 2000 de etkilerini gösteren ama Şubat 2001 kriziyle birlikte Türkiye özellikle Arap ülkeleri pazarına daha çok ihtiyaç duymaya başlamış ve 2000'de Komşu ve Çevre Ülkeler ile Ticareti Geliştirme Stratejisi çerçevesinde bu ülkelerle ticareti arttırmaya başlamıştır.

Yani AKP iktidarı öncesinde zaten ilişkilerde iyileşme söz konusu olmuş ve en önemli adımlar atılmaya başlanmıştır.

  Ocak 2000'den Kasım 2002'ye kadar olan dönemde Türkiye'nin Irak politikasının iki önemli ayağı vardır.1990'lar boyunca BM yaptırımlarıyla sekteye uğrayan ticareti geliştirmek ve Irak'a olası ABD müdahalesini önlemek için ABD, Irak ve diğer bölge ülkeleri ile girişimlerde bulunmak. 1999'da PKK'nın ateşkes ilanıyla bölgenin bir nebze de olsa güvenli olmasını Türkiye iki ülke arasında ticareti arttırmak için kullanmaya çalışmıştır. Körfez krizi öncesinde yaklaşık üç milyar dolar olan iki ülke arasında ki ticaret yaptırımlar yüzünden bir milyar dolar seviyesinde seyretmeye başlamış bu da iki ülke arasında ki potansiyel ticaret hacmin yaklaşık beşte biri olarak görülmekteydi. 

Dönemin Dış Ticaret Müsteşarı Kürşat Tüzmen 2000-2003 dönemleri arasında tam 8 kez Bağdat'ı ziyaret etmiştir ve iki ülke arasında yaklaşık 20 yıldır işlemeyen demir yolu hattı  Mayıs 2001'den itibaren yeniden hizmete açılmıştır. Türkiye'nin Irak'a olası bir askeri müdahale istememesinin nedenleri iste oluşacak bir Kürt devleti tehlikesi ve gelişmeye başlayan ticaretin yeniden darmadağın olmasından korkmasıdır. 

Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in 1998'de formüle ettiği Komşuluk Forumu yeniden gündeme getirilmiş ve bu forum nezdinde ABD'nin olası müdahale kararına karşı çıkmaya başlamıştır. 

Bu forum AKP iktidarı döneminde oluşturulan Irak'a Komşu Ülkeler Toplantılarına ve Suriye'nin Dostları Konferansları'nın ilham kaynağı olmuştur. Türkiye Irak'ı birçok kez BM kararlarını uygulamasını yoksa ABD işgalinin gerçekleşme olasılığının çok ciddi olduğu konusunda uyarmasına rağmen sonuç alamamıştır.

  1998 yılında Suriye ile Türkiye arasında imzalanan Adana Mutabakatı gergin olan ilişkileri yumuşatmaya başlamıştır. En nihayetinde dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Hafız Esad'ın cenazesine katılmasıyla daha gelişmesine neden olmuştur.Aslına bakılırsa gergin olan ilişkilerin nedenleri hala çözülmüş olmasa da işbirliği potansiyelinin daha yüksek alanlardan başlayarak problemleri çözme yolu Türkiye'nin ana stratejisi olmaya başlamıştır çünkü daha öncelerinde Hatay sorunu ve su meselesi olarak bilinen problemler Türk Dışişleri tarafından ilişkilerin gelişmesi için ön koşul olarak tutulmaktaydı. 2000'li yıllarla birlikte Adana Mutabakatı çerçevesinde geliştirilmeye başlanan ilişkiler önemli ivmeler kazanmış başta güvenlik olmak üzere bir dizi ikili anlaşmalar imzalanmıştır.Bu sayede daha önceleri en önemli sorunlar arasında gösterilen su meselesi ve güvenlik iki ülke arasında temel işbirliği alanı haline gelmiştir.Kamuoyunda oluşan AKP iktidarı öncesinde ki dış politikanın zayıflığı algısı aslında ne kadar yanlış bir algılama olduğunun en açık örneklerinde birisidir gelinen bu nokta. 1993'den beri işlemeyen demiryolu hattı da yine bu dönemde 2001 yılında kullanıma açılmıştır.

   Eylül 2000 yılında Filistin topraklarında başlayan direniş Türkiye'nin dikkatini yeniden bu bölgeye çekmesine neden oldu ve bu bağlamda dönemin dışişleri bakanı İsmail Cem 2000-2002 yılları arasında çatışmalar sürerken tam beş kez Filistin ve İsrail'e ziyarette bulunacaktır. Türkiye yaşadığı krize rağmen Ecevit ve Arafat arasında telefon ve mektup trafiği Türkiye'nin ne olursa olsun dış politika da etkin olmaya çalıştığının göstergesidir.12 Ekim 2000 yılında dış işleri bakanlığınca yapılan yazılı açıklamada El-Aksa intifadasına sebebiyet veren hadiselerden İsrail tarafını sorumlu tutması o dönemde hükümet kanadının içinden tepki alsa da BM Genel Kurulu'nda kınama cezaları oylamalarında Türkiye yine Filistin lehine oy kullanmıştır.

  Mart 2002'de İsrail'in Filistin Ulusal Yönetimi'nin merkezi olan Ramallah'ı işgal etmesiyle birlikte yapılan eleştirilen daha da sertleşti ama kuşkusuz en serti bir gün sonra düzeltilmeye çalışılsa da Bülent Ecevit'in parti grubu toplantısında İsrail'in bu yaptığını soykırım olarak nitelendirmesi olacaktı.  

Her ne kadar sert tepkiler verilse de İsrail ile ilişkilerin zarar gelmemesi için çaba gösterilmiş ve sadece söylem düzeyinde kalmasına özen gösterilmiştir.

Aynı hadiseye Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın seçimlerden önce Davos Zirvesi'nde İsrail Cumhurbaşkanı'na karşı olan tepkisinde de rastlamaktayız.

  1990'lar dan beri süre gelen istikrarsızlıklar ve en sonunda patlak veren ekonomik kriz Türkiye'nin etkin olması yönünde bu dönemde hep engel olmuştur. 

Ülkede ki ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar ülkenin enerjisini harcayarak ve en nihayetinde bu dönem ilerde gelecek olan iktidarın seçim propagandası haline gelecektir.Bizden önce diye başlayan bu söylemler dönemin siyasilerini itibarsızlaştıracak ve başarısız, beceriksiz olarak algılanmalarına sebep olacaktır ama siyasi konjonktür göz önüne alınarak ve objektif bakış açısıyla bir değerlendirme yapıldığı takdirde bu durumun tam da böyle olmadığı görülmektedir.

 1.2.Türkiye'nin Orta Doğu Politikasını Belirleyen Dinamikler

   21. yy. başlarında Türk dış politikasında içsel-dışsal faktör ve aktörlerin rolü ve etkileşimi önemini muhafaza etmiş, ancak küreselleşmenin etkisiyle her iki etken boyutunda da belirgin çeşitlenme ve karmaşıklaşma gözlemlenmiştir. 20. yy sonlarına doğru artan demokratikleşme söylemleri kapsamında, toplumsal aktörlerin dış politika yapım sürecine daha fazla aktif bir şekilde katılmaya başlandığı dönemin başlangıcı olarak sayılabilir. 

Bu anlamda küreselleşme marifetiyle dünya geneli dış politika yapım sürecinde içsel ve dışsal faktörlerin iç içe geçmesi sonucu doğurmuş olmasına karşın, jeopolitik ve jeostratejik sebeplerle bu Türkiye'de daha da karmaşıklaşma eğilimi göstermiştir. 

  AKP iktidarıyla birlikte iç ve dış politikanın bir bütün olarak ele alınacağı söylenmeye başlamıştır. Bu durum Hükümetin programında şu şekilde yer almıştır: 


''Türkiye'nin bölgesel hayat sahası çok riskli bir jeopolitiğe karşılık gelmektedir. Bu da Türkiye'de iç politika ve dış politika eksenleri arasında ki mesafeyi ortadan kaldırmaktadır. Türkiye'nin iç politik dinamikleri ile dış politik dinamikleri dünyanın pek çok ülkesinden daha fazla etkileşim içindedir. Türkiyemizin dış politikası halkımızın yediği ekmeği doğrudan etkilemekte, iç siyasetin güçlü ve kaliteli olması ülkemizin bölgesel ve küresel çıkarlarının teminatı olmaktadır.'' 

  Bütün bunlarla beraber Türkiye'nin Orta Doğu politikasında önemli unsurlardan biri de enerji temini ve ekonomik çıkarlar olmaktadır. 

Özellikle 2003 yılından itibaren AB ülkelerinin ihracattaki payı %58 seviyesindeyken bu pay 2012 yılına gelindiğinde %38'lere kadar düşmüştür. 

Ciddi anlamda azalma gösteren AB pazarında yaşanan kayıplar Yakın ve Orta Doğu ülkelerinin bulunduğu pazar da kapatılmaya çalışılmıştır. 

Türkiye'nin Avrupa'da yaşanan krizden dolayı pazar çeşitliliğini arttırma politikası meyve vermiş ve 2012 yılında bu ülkelerin ihracattaki payı %27.8'e yükselerek tarihi bir noktaya gelmiştir.  Enerji alanında da aynı gelişmelere paralel olarak Türkiye enerji ithalatını sürekli çeşitlendirmeye çalışmaktadır. 

Bu anlamda özellikle doğal gaz konusunda yaşanan Rus bağımlılığı yine Orta Doğu ülkeleriyle aşılmaya çalışılmaktadır.

  Türkiye'nin Orta Doğu politikasının belirlenme aşamasında diğer önemli bir unsur da uluslararası sistem olmaktadır. 

Uluslararası sistemde olan değişiklikler Türkiye'nin yeniden yapılanmasına bununla beraber de yeni bir Orta Doğu planlamasına neden olmaktadır. 

Cumhuriyetin kurulmasından bu yana yaşanan büyük değişimlerde Türkiye her zaman farklı bir yapılanmaya gitmiş, son SSCB'nin bölgeden çekilmesiyle Türkiye daha etkin bir Orta Doğu politikası izlemeye başlamıştır. 1991-2002 yılları arasında yeterli ekonomik gücü bulunmayan Türkiye, bölgeye ekonomik ve siyasi olarak bölgeye angaje olma konusunda zorluklar çekse de 2003 yılı itibariyle iyileşme içerisinde gözüken ekonomi Orta Doğu bölgesine daha kolay angaje olma durumu yaratmıştır. 

  Uluslararası sistemin etkileri aşamasında en fazla Türkiye'yi etkileyen faktörler ABD ve AB ülkeleri olmaktadır. ABD ve AB'nin sürekli olarak bölgede çıkan krizlere müdahale etmesi AB ve ABD'nin Türkiye'nin Orta Doğu politikasını belirleyici bir konuma gelmesini sağlamaktadır. Bu bağlamda ABD'nin Irak ve Afganistan işgaliyle, AB'nin Libya müdahalesi ve Mısır politikaları Türkiye'yi oldukça olumsuz etkilemekle birlikte, yeniden politik düzenleme yapması gerektirmiştir.

3. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


21. YY. Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 1

21. YY. Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 1



T.C.  ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ

XXI. YÜZYILDA TÜRKİYE'NİN  ORTA DOĞU POLİTİKASI 

SERTAÇ SAMET TÜFEKCİ

17.12.2013

DANIŞMAN

DOÇ.DR. FERHAT PİRİNÇÇİ

17.12.2013

                        

İÇİNDEKİLER………………………………………………………………………..............iii

KISALTMALAR……………………………………………………………………............ . v

GİRİŞ…………………………………………………………………………………..............1


BİRİNCİ BÖLM

AKP İKTİDARI ÖNCESİNDE ORTA DOĞU İLE İLİŞKİLERİN DURUMU.............  .4

        1.1. 2000-2003 Yılları Arasında Türkiye'nin Orta Doğu Politikası...........4

          1.2. Türkiye'nin Orta Doğu Politikasını Belirleyen Dinamikler..............5


İKİNCİ BÖLÜM

AKP İKTİDARI DÖNEMİNDE TÜRKİYE ORTA DOĞU.......................7

         2.1. Irak........................................................................   9

         2.2. Suriye.....................................................................12

2.3. İsrail............................................................................... 14

2.4. İran................................................................................17

2.5. Diğer Körfez Ülkeleri........................................................19

                                                

                                               ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ARAP BAHARININ TÜRKİYE'NİN ORTA DOĞU POLİTİKALARINA YANSIMALARI VE TÜRKİYE'NİN  ORTA DOĞU  POLİTİKASINDA SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM..........20

 3.1. Türkiye'nin Orta Doğu Politikasında Süreklilik ve Değişim............20

 3.2. Arap Baharı'nın Türkiye-Orta Doğu İlişkilerine Yansımaları..................21 


 SONUÇ............................................................23

 KAYNAKÇA.......................................................24


KISALTMALAR

AB:  AVRUPA BİRLİĞİ

ABD: AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLER

AKP: ADALET VE KALKINMA PARTİSİ

DSP: DEMOKRATİK SOL PARTİ

İKÖ: İSLAM KONFERANSI ÖRGÜTÜ

KİK: KÖRFEZ İŞBİRLİĞİ KONSEYİ

NATO: NORT ATLANTIC TREATY ORGANISATION

PKK: PARTİYA KARKEREN KURDİSTAN

PYD: PARTİYA YEKİTİYA DEMOKRAT 

SSCB: SOVYET SOSYALİST CUMHURİYETLER BİRLİĞİ

TBMM: TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ

                                                                                   

GİRİŞ


  İnsanlık tarihinin başladığı yer olarak bilinen Orta Doğu kavramı çok karışık ve değişkenlikler göstermektedir.Geniş anlamda düşünülecek olursa bu bölge batıda Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan, ve Mısır'dan başlayarak doğuda Umman Körfezine kadar uzanan ve Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman'ı içine alan, kuzeyde Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini kapsayan, ayrıca İran, Afganistan ve Pakistan'ın da dahil edildiği, güneyde ise Suudi Arabistan'dan Yemen uzanan Arap yarımadasını çevreleyen ve ortada Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin'in yer aldığı bir coğrafya olarak ele alınabilir. Bu kavramın tek bir açıklaması olduğu da söylenemez.Daha dar anlamda düşünülecek olursa, batıda Mısır, kuzeyde Türkiye ve İran, doğuda Umman Körfezi ve Aden Körfeziyle Yemen'i içine alan bölge olarak düşünülebilir.Ama asıl olarak Orta Doğu denilince akla gelen olgular Türkler, Araplar ve Farsların çoğunluğunu oluşturduğu bu topraklarda bir türlü istikrarın sağlanamaması ve sürekli çatışmaların yaşanmasıdır.  

Bölgeyi domine eden ABD'nin yanı sıra İngiltere ve en son yaşanan Libya müdahalesi sırasında da açıkça görüldüğü gibi Fransa da bölgede etkili olmakta ve politikalara yön vermeye çalışmaktadırlar. Bu bölge dışı aktörlerle beraber Orta Doğu coğrafyasında Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Mısır, İsrail gibi ülkeler bölgenin istikrarı korunması açısından son derece önemli ülkelerdir.Tabi böyle bir bölgeden bahsederken en ufak bir ülkenin bile bölgeye ne kadar zarar vereceğini tahmin etmek oldukça zordur.İster Arap uyanışı ister Arap devrimi ister de Arap baharı diyelim bu olayların Tunus' da yaşanmaya başlanıp tüm bölgeyi derinden etkilemesi ve hatta küresel ölçekte bazı sonuçlar doğurması bölgenin ne kadar kırılgan ve dünya politikasına ne kadar büyük sonuçlar doğurabileceği nin en önemli örneğidir.Rusya konusuna ayrıca değinmekte fayda var bu ülke her ne kadar Orta Doğu coğrafyası dışında tasvir edilse de bölgeyi doğrudan etkilemektedir.Gerek Soğuk Savaş yıllarında gerekse de daha sonraki yıllarda Rusya bölge aktörlerine yabancı kalmamış sürekli olayların içinde olmaya gayret etmiştir. Nasır'ın Mısır'ı, Esad' ın Suriye'si birçok Rus hükümeti değişmesine rağmen genelde Rusya ile ittifak içinde olmuşlar ve silah ticaretlerin büyük bölümünü Rusya ile yapmışlardır ve yapmaya devam etmektedirler.Bu bağlamda Rusya'nın da bölge aktörleri içinde sayılmasının da bölgenin daha iyi anlaşılabilmesi için gereklidir.

  Orta Doğu bölgesi tarihin her döneminde önemli olmuş ve önemli olmaya devam edecektir.Birçok peygamberin bu bölgelerde yaşadığına inanılır ve bunun yanında zengin kaynaklar bölgeyi daha da çekici ve daha çok oyunların oynanmasını sağlamaktadır. Kuzey Afrika, Orta Asya, ve Kafkaysa bölgesini de içine alan Büyük Orta Doğu adı verilen bu bölgede dünya petrol rezervlerinin %60'ı, doğalgaz rezervlerinin %50'si bulunmaktadır.Yaklaşık 1.6 trilyon varil olarak bilinen dünya petrol rezervinin 900 milyar variline yakını ve toplam 208 trilyon metreküp olan dünya doğalgaz rezervinin 108 trilyon metreküpü söz konusu bu bölgede bulunmaktadır. Bölge ayrıca silah ticareti için de çok önemli bir merkezdir. Dünya silah ithalatının yaklaşık %75'ini bu bölge ülkeleri gerçekleştirmektedir.

  Bunlarla beraber jeopolitik ölçekte politikayı ele alan teorisyenlerde bölgeyi çok önemli olarak nitelemişlerdir. Mackinder'in ''dünya adası'' ve Spykman'ın ''rimland'' olarak tanımladıkları bölgeler hep bu coğrafyadır. 

Ayrıca dünya imparatoru olabilmek için önemli deniz ticaret yollarına hakim olmak gerektiğini savunan Mahan'ın teorisini düşünecek olursak Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi, Babel Mendep Boğazı, Süveyş Körfezi ve Cebelitarık Boğazı da bu bölgede yer almaktadır. Bir dünya gücü olmak isteyen ülkenin bu bölgeyi göz ardı ederek dünya gücü olma şansı yoktur bu bağlamda Osmanlı Devleti, 

Birleşik krallık ve Soğuk Savaş sırasında ABD ve SSCB bölgeyi etkileri altına alarak güçlenmişleridir. 

  Bölgenin bu kadar önemli olması en nihayetinde bölge insanlarına ekonomik ve demokratik zenginlikler yerine acı ve istikrarsızlık getirmiştir. 

Bölge aktörlerinin merkezinde ki insanlar bölgeyi etkilemeye çalışan büyük güçlerle daimi bir dostluk aramaya çalışırken-birkaç örnek hariç- bu dostluğu kendi halklarıyla paylaşmamış veya Suud Hanedanlığı gibi az paylaşmışlardır.Bölgenin çok dinamik ve değişken olması sonucunda gerekli diplomatik manevraları yapamayan ülkeler olumsuz etkilenmiş ve olumsuz etkilenmeye devam etmektedir. Arap devrimlerine kadar olan dönemde ABD ülkelerin kendi yanlarında olan rejimleri desteklerken karşı olan rejimleri demokratik olmadığı gerekçesiyle ötekileştirmeye ve izole etmeye çalışmıştır. ABD'nin desteklediği rejimlerin ne kadar demokratik olduğunun ABD, Avrupa veya bölge aktörleri tarafından değerlendirilmeye alınmaması ve bu rejimlerin bir gecede kötü ilan edilmesi de aydınlatılması gerekilen bir husus olup  tarihin ilerde açıkça aydınlatacağına kalpten inandığımızı belirtmek isterim.

  Bölgede zaman zaman Mısır, Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve son dönemlerde az da olsa Katar lider rolü oynamaya çalışmaktadır.  

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


22 Mart 2021 Pazartesi

Koronavirüs Krizi Sonrası Uluslararası Politika ( International Politics after Coronavirus Crisis ) İNG-TR

International Politics after Coronavirus Crisis
İNG.

Chairman: Dr. Ozgur Tufekci
Executive Editor: Dr. Rahman Dag
International Politics after Coronavirus Crisis
Prof. Cenap Çakmak*
cenapcakmak75@gmail.com
* Professor of International Law and Politics,
Anadolu University Political Reflection
Magazine | Issue 23
International Politics after Coronavirus Crisis
The coronavirus crisis has in a matter of months paralyzed the interstate
system which was working modestly, particularly in certain areas. As
students of the IR, we have witnessed major developments and radical
transformations in the past decades: the Soviet Union collapsed; the EU has
evolved into a strong political entity; international terrorism has made it to
the agenda of world politics in the aftermath of the September 11 attacks;
millions were killed in civil wars in different parts of the world; the socalled
Arab Spring raised—albeit for a brief moment—hopes for sweeping
democratization in the MENA region; ethnic nationalism rose as a driving
force in intra-state disputes, causing fragmentation in national territories;
globalization, conversely, remained an attractive analytical tool to explain
the propensity towards integration. The list can be further extended. In
none of these instances was the international institutions as ineffective as
they are now in dealing with the Coronavirus crisis; the elements and pieces
of global governance did not experience such large scale collapse; the
severity of non-cooperation in the ongoing crisis is incomparable. The
World Health Organization (WHO), supposedly set up to address such
exact global health issues, has done too little other than calling it a
pandemic and urging nations to take care of themselves.
I would not go as far as to call the demise of the IR discipline, along with
the international institutions, norms and the international law as a whole. It
is quite possible that the coronavirus crisis would be remembered in the
history of the IR as an individual case, with no significant implications on
the future nature and conduct of international politics. It is also possible to
be optimistic and assume that the unique features of the crisis, its probable
solutions and the uncertainties surrounding it might have required radical
measures, including a total and absolute withdrawal from the processes of a
globalized world. It appears that the horror the coronavirus caused, due to
the potential collapse of the even the strongest national healthcare system
unless radical and extraordinary measures are taken, led almost all nations
to take unusual steps, including abrupt isolation and cessation of any
interaction with others.
However, the unique circumstances in the ongoing crisis that calls for an
urgent response do not justify the ineptness of the international society that
is built upon the assumption of a normative political design. It is just
sufficient to recall the indifference of the European Union—a shining
example of multilevel governance, democracy promotion and political
cooperation—which failed to give a helping hand to one of its founding
members, Italy, currently in a fierce struggle to contain the epidemic.
How the world ended up here?
A meaningful analysis of international politics should make references to
the dynamics and principles that abstractly create the discipline of the IR as
a political construction. Without such references, any argument will remain
speculative and unsupported. Thus, the ongoing crisis cannot be perfectly
isolated from the past and the practices and paths that created the present.
This is not to suggest a deterministic and linear political evolution; but we
can still speak of an order constructed by diverse political organisms that
are able to make rational decisions, learn from and interact with each other
through socialization. This is an anarchic order which cannot be suggested
to be ideal and which in some cases experiences partial chaos.
Unlike widespread public conviction, international politics are not, and
have never been, all about maximization of power and protection of
national interests. An argument insisting that it is the power that all
matters will instantly make a study of international politics obsolete. As an
analytical endeavour, the study of IR upholds an imagination of political
order; and in most cases, what actually matters is to better understand this
order from a political perspective.
This imagination bears several outcomes: first, if we speak of an order
(which does not necessarily have to be perfect and produce justice and
equality), we also need to refer to a society and a normative setup that
identifies the responsibilities and rights of the constituents. We all know
about the conventional constituents; but what we actually do not know that
they are not unrestricted autonomous entities; they are not independent in
absolute terms. In other words, the states may exist only together with
other subjects which are only possible when they observe and honour their
responsibilities (a fact that essentially necessitates a normative order).
How this discussion relates to the global governance crisis during the
coronavirus pandemic? To begin with, the crisis reveals serious flaws in the
ways global affairs are conducted. Basically, we have an assumption of
connectivity and interdependence between members of the international
society and of a set of rules and code of conduct that sustains this state of
interdependence. However, we have not noticed any trace of a society built
upon the premise of interdependence, of any working rules and of an
approach that prioritizes the common good of that society.

   Why have we not seen any useful response by the international society to
the pandemic in a way to make itself noticeable? Obviously, the primary
reason is the lack of political (and collective) interest in the global health
issues, the interest that, given the current crisis, these issues truly deserve.
Any mainstream IR textbook makes mention of these issues within a
political context. But let us not kid ourselves: these references are often of
secondary significance; more importantly, unlike the issues of the so-called
“high-politics,” including terror, civil war, territorial disputes, global health
has not been considered an indispensable part of a strong political
discourse. True, the IR discipline emerged out of the concerns on how to
eliminate the conditions that make wars political alternatives for the states
and how to maintain lasting peace. So this is a discipline whose ontological
justification stems from security-related debates. In recent decades, the
security framework has been extended beyond its traditional themes to
include human beings as an analytical subject (i.e. responsibility to protect
and human security); however, the enhanced framework does not yet make
any reference to global health.
I believe that a more structural problem is the erosion of the state
responsibilities that exist by virtue of acting as sovereign units and the
internationalization and endorsement of this erosion by particularly the big
states. This does not mean much for those who subscribe to the cliché that
international politics recognize no friendship but national interest. As I
noted above, however, international politics becomes analytically
meaningful with the responsibilities attached to the members of the
community. These responsibilities have been redefined constantly over the
past centuries; list of the state responsibilities has been updated; some
becoming less significant, others more powerful. What I am trying to draw
attention to is the growing tendency over the last decades to normalize noncompliance
with what being a member of international society requires.
More precisely, security-focused states like China and Russia, which have
not contributed a great deal to the world’s normative agenda and instead in
many cases acted irresponsibly, are the most to blame. Let us pause for a
moment and think: what position does these states uphold in transnational
issues including global environmental degradation, human rights,
democratization, poverty, inequality and refugees? What contribution have
these states made in the international regimes and mechanisms developed
to address these issues?
This argument may not bear direct relevance to the coronavirus crisis
(except the explicit responsibility of China which, despite calls, has not shut
down wet markets, and denied the existence of a dramatic health problem
that potentially may turn into a global concern until it was too late);
however, the gradual normalization of with drawal from international
norms should be taken into consideration. The explicit or implicit
endorsement of the Crimean annexation and heinous international crimes
in the Syrian civil war (just two examples to cite) is more salient than these
violations themselves. Worse, a number of the states which previously
contributed to the making of international society seems to have joined the
frenzy of deconstructing some of the well-established norms.
What is next?
Those who have a keen interest in foreign policy or international affairs are
often tempted to offer predictions on how the future will look like. The
widely held expectation that the study of IR plays such role is one source of
this temptation. It is at least partly true, as this is one of the functions of the
discipline. But any prediction on the future direction of international
politics should make sense in reference to the underlying logic and
dynamics, as well as observable interplays between changes and
continuities within the international community.
One thing is almost certain to happen: that the current chaos and state of
inaction will be replaced by some sort of coordination and cooperation
which may or may not be conclusive. However, it is hard to argue that
global pandemics will be made part of the political agenda of international
society. Despite that it has been a major concern even at times when the
interstate affairs were dictated by the concept of security dilemma (for three
centuries), cited as the main reason for the states to resort to war, it took a
long time to outlaw conduct of the war in international law (only after the
end of World War II). And yet comprehensive rules of law of armed conflict
have been drafted (the late 1800s and early 1900s) without any serious
objection shortly after the observation (in 1860s) that wars were being
fought in an inhumane manner. Recognition of pandemics as a concern and
issue of international politics is possible via a process of social learning
which we will only observe when the international society is willing and
ready to do so.
Political Reflection
Magazine | Issue 23

***

Türkçesi..,

Koronavirüs Krizi Sonrası Uluslararası Politika 
TR


Prof. Cenap Çakmak,Dr. Özgür Tüfekçi, 
Koronavirüs Krizi, Sonrası Uluslararası Politika, 
Arap Baharı,Dünya Sağlık Örgütü,Uluslararası kurumlar,

Başkan: Dr. Özgür Tüfekçi
Genel Yayın Yönetmeni: 
Dr.Rahman Dağ

Koronavirüs Krizi Sonrası Uluslararası Politika 
Cenap Çakmak *
cenapcakmak75@gmail.com
* Uluslararası Hukuk ve Siyaset Profesörü, 
Anadolu Üniversitesi Siyasi Yansıması
 Dergi | Sorun 23 


Koronavirüs Krizi Sonrası Uluslararası Politika

Koronavirüs krizi birkaç ay içinde eyaletleri felç etti özellikle belirli alanlarda mütevazı çalışan sistem Gibi

 Uluslararası İlişkiler öğrencileri, önemli gelişmelere ve radikal gelişmelere tanık olduk.

Son on yıllardaki dönüşümler: 

Sovyetler Birliği çöktü; AB'nin güçlü bir siyasi varlığa dönüştü; uluslararası terörizm başardı  11 Eylül saldırılarının ardından dünya siyasetinin gündemi; 
Milyonlarca insan dünyanın farklı yerlerinde iç savaşlarda öldürüldü; Sözde 
Arap Baharı - kısa bir an için de olsa - genişleme umutlarını artırdı MENA 
bölgesinde demokratikleşme; etnik milliyetçilik itici güç olarak yükseldi
devlet içi anlaşmazlıklarda güç, ulusal bölgelerde parçalanmaya neden olmak;
 
Küreselleşme, tersine, açıklamak için çekici bir analitik araç olarak kaldı
entegrasyon eğilimi. Liste daha da genişletilebilir. İçinde bu örneklerden hiçbiri 
uluslararası kurumlar kadar etkisiz değildi.

Şimdi Koronavirüs kriziyle uğraşıyorlar; elementler ve parçalar küresel yönetişimin bu kadar büyük ölçekli  bir çöküşü yaşamadığını;

Devam eden krizde işbirliği yapmamanın ciddiyeti kıyaslanamaz.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), sözde bu tür kesin küresel sağlık sorunları, buna bir
salgın ve ulusları kendi başlarına bakmaya çağırıyor.

Uluslararası İlişkiler disiplininin ölümü diyecek kadar ileri gitmem.
 
Uluslararası kurumlar, normlar ve bir bütün olarak uluslararası hukuk. 

O koronavirüs krizinin IR'nin bireysel bir vaka olarak geçmişi, üzerinde önemli 
bir etkisi yoktur.

 Uluslararası siyasetin gelecekteki doğası ve davranışı. Ayrıca mümkündür 
iyimser olun ve krizin benzersiz özelliklerinin muhtemel çözümler ve onu çevreleyen belirsizlikler, radikal işlemlerden tamamen ve mutlak çekilme dahil olmak üzere önlemler küreselleşmiş dünya. 

Görünüşe göre koronavirüsün neden olduğu dehşet, en güçlü ulusal sağlık sisteminin bile potansiyel çöküşü radikal ve olağanüstü önlemler alınmadıkça, 
hemen hemen tüm ulusların önderliğinde herhangi bir başkalarıyla etkileşim.
Bununla birlikte, devam eden krizin bir acil müdahale, uluslararası toplumun 
beceriksizliğini haklı çıkarmaz.

Normatif bir politik tasarım varsayımı üzerine inşa edilmiştir. 

Sadece Avrupa Birliği'nin kayıtsızlığını hatırlamak için yeterli - parlak bir
çok düzeyli yönetişim, demokrasinin teşvik edilmesi ve politik işbirliği - kuruluşlarından birine yardım eli uzatamadı üyeleri, İtalya, şu anda salgını kontrol altına almak için çetin bir mücadele içinde.

Dünya buraya  nasıl geldi? 

Uluslararası siyasetin anlamlı bir analizi, IR disiplini soyut olarak yaratan dinamikler ve ilkeler politik bir yapı. Bu tür referanslar olmadan, herhangi 
bir argüman kalacaktır spekülatif ve desteklenmeyen. Bu nedenle, devam eden kriz mükemmel olamaz  Geçmişten ve bugünü yaratan uygulama 
ve yollardan izole edilmiştir.

Bu, deterministik ve doğrusal bir siyasi evrim önermek değildir; ama biz
hala çeşitli siyasi organizmalar tarafından inşa  edilen bir düzenden bahsedebilir.
rasyonel kararlar verebilir, birbirlerinden öğrenebilir ve birbirleriyle etkileşim kurabilirler sosyalleşme yoluyla.  Bu, önerilemeyecek anarşik bir düzen ideal olmak ve bazı durumlarda kısmi kaos yaşayanlar.
  
Yaygın kamu kanaatinin aksine, uluslararası politika  değildir ve hiç olmadı, her şey gücün maksimize edilmesi ve ulusal çıkarlar. 

Her şeyin güç olduğu konusunda ısrar eden bir argüman meseleler anında uluslararası siyaset üzerine bir çalışmayı modası geçmiş hale getirecektir. 
 
Bir analitik çaba, Uluslararası İlişkiler araştırması, politik sipariş; ve çoğu durumda, asıl önemli olan, bunu daha iyi anlamaktır.
 
   Bu hayal gücünün birkaç sonucu vardır: Birincisi, bir düzenden bahsedersek
(mükemmel olması ve adalet ve eşitlik üretmesi zorunlu değildir), aynı zamanda bir topluma ve seçmenlerin sorumluluklarını ve haklarını tanımlayan normatif bir düzene de atıfta bulunmamız gerekir. 

Hepimiz geleneksel bileşenleri biliyoruz; ama aslında bunların sınırsız özerk varlıklar olmadıklarını bilmediğimiz şey; mutlak anlamda bağımsız değillerdir. 
Başka bir deyişle, devletler ancak sorumluluklarını gözlemlediklerinde ve onurlandırdıklarında mümkün olan diğer konularla birlikte var olabilirler 
(esasen normatif bir düzeni gerektiren bir gerçek). 

Bu tartışma, şu sıradaki küresel yönetişim kriziyle nasıl ilişkilidir?
korona virüs pandemi si ? 

Öncelikle, kriz küresel meselelerin yürütülme şeklindeki ciddi kusurları ortaya çıkarıyor. Temel olarak, uluslararası toplumun üyeleri arasında bağlantı ve karşılıklı bağımlılık ve bu karşılıklı bağımlılık durumunu sürdüren bir dizi kural ve davranış kuralları varsayımına sahibiz. 

Bununla birlikte, karşılıklı bağımlılık, herhangi bir çalışma kuralı ve o toplumun ortak yararına öncelik veren bir yaklaşım temelinde inşa edilmiş bir toplumun izine rastlamadık.

   Neden uluslararası toplumun pandemiye kendini farkedecek bir şekilde yanıt vereceğini görmedik? 

Açıkçası, birincil neden, küresel sağlık sorunlarına siyasi (ve toplu) ilgi eksikliği, mevcut kriz göz önüne alındığında, bu sorunların gerçekten hak ettiği ilgidir. Herhangi bir ana akım Uluslararası İlişkiler ders kitabı, bu konulardan politik bir bağlamda bahsetmektedir. 

Ama kendimizi kandırmayalım: bu referanslar genellikle ikincil öneme sahiptir; daha da önemlisi, terör, iç savaş, toprak anlaşmazlıkları dahil sözde “yüksek siyaset” meselelerinin aksine, küresel sağlık, güçlü bir siyasi söylemin vazgeçilmez bir parçası olarak görülmedi. 
Doğru, Uluslararası İlişkiler disiplini, savaşları devletler için siyasi alternatifler haline getiren koşulların nasıl ortadan kaldırılacağına dair endişelerden ortaya çıktı.
ve kalıcı barışın nasıl korunacağı. Dolayısıyla bu, ontolojik gerekçelendirmesi güvenlikle ilgili tartışmalardan kaynaklanan bir disiplindir. 
 
 Son yıllarda, güvenlik çerçevesi geleneksel temalarının ötesine geçerek insanları analitik bir konu olarak (yani koruma sorumluluğu ve insan güvenliği) 
içerecek şekilde genişletildi; ancak, geliştirilmiş çerçeve henüz küresel sağlığa herhangi bir gönderme yapmamaktadır.
 Daha yapısal bir sorunun devletin aşınması olduğuna inanıyorum egemen birimler olarak hareket etme ve bu erozyonun özellikle büyük devletler tarafından uluslararasılaşması ve onaylanması nedeniyle var olan sorumluluklar. 
Bu, uluslararası siyasetin dostluktan ziyade ulusal çıkar tanıdığı klişesini kabul edenler için pek bir anlam ifade etmiyor.

Yukarıda belirttiğim gibi, ancak, uluslararası siyaset analitik olarak
üyelerine verilen sorumluluklarla anlamlı topluluk. 

Bu sorumluluklar, geçtiğimiz yüzyıllarda sürekli olarak yeniden tanımlanmıştır; devlet sorumluluklarının listesi güncellendi; bazıları daha az önemli, bazıları daha güçlü hale geliyor. Dikkat çekmeye çalıştığım şey, son on yılda uluslararası toplumun bir üyesi olmanın gerektirdiklerine uyumsuzluğu normalleştirme eğiliminin artmasıdır. Daha doğrusu, dünyanın normatif gündemine çok fazla katkıda bulunmayan ve bunun yerine çoğu durumda sorumsuzca hareket eden Çin ve Rusya gibi güvenlik odaklı devletler en çok suçlanan ülkelerdir. 

Bir an için durup düşünelim: 


Bu devletler, küresel çevresel bozulma, insan hakları, demokratikleşme, yoksulluk, eşitsizlik ve mülteciler dahil olmak üzere ulus ötesi meselelerde 
hangi pozisyonda duruyor? Bu devletler, bu sorunları ele almak için geliştirilen uluslararası rejimlere ve mekanizmalara ne gibi katkılarda bulundular?   
   
Bu argüman koronavirüs kriziyle doğrudan alakalı olmayabilir.
(çağrılara rağmen ıslak piyasaları kapatmayan ve çok geç olana kadar potansiyel olarak küresel bir endişeye dönüşebilecek dramatik bir sağlık sorununun varlığını reddeden Çin'in açık sorumluluğu hariç); bununla birlikte, uluslararası normlardan uzaklaşarak yavaş yavaş normalleşmesi dikkate alınmalıdır. Kırım ilhakının ve Suriye iç savaşındaki iğrenç uluslararası suçların açık veya örtük olarak onaylanması (alınacak sadece iki örnek), bu ihlallerin kendisinden daha dikkat çekicidir. Daha da kötüsü, uluslararası toplumun oluşumuna daha önce katkıda bulunan bazı devletler, bazı köklü normların yapısökümünün çılgınlığına katılmış gibi görünüyor.

Sırada ne var?
  
   Dış politikaya veya uluslararası ilişkilere meraklı olanlar, genellikle geleceğin nasıl görüneceğine dair öngörülerde bulunma eğilimindedir.  
Uluslararası İlişkiler çalışmalarının bu tür bir rol oynadığına dair yaygın olarak kabul gören beklenti, bu günaha. 
En azından kısmen doğrudur, çünkü bu, disiplin. Ancak uluslararası alanın gelecekteki yönü hakkında herhangi bir öngörüde bulunulabilir.
 
Siyaset, temelde yatan mantık ve dinamiklerin yanı sıra değişiklikler ve değişimler arasındaki gözlemlenebilir etkileşimler uluslararası  toplum içinde süreklilikler. 

Bir şeyin gerçekleşeceği neredeyse kesindir: mevcut kaos ve eylemsizliğin yerini bir tür koordinasyon ve işbirliği  alacak kesin olabilir veya olmayabilir. Ancak bunu iddia etmek zor küresel pandemiler uluslararası kamuoyunun siyasi gündeminin bir parçası  haline getirilecektir.
 
Toplum. 

Buna rağmen, zaman zaman büyük bir endişe kaynağı Devletler arası ilişkiler güvenlik ikilemi kavramı tarafından dikte edildi (üç kişi için yüzyıllar), devletlerin savaşa başvurmasının ana nedeni olarak gösterilen, bir uluslararası hukukta savaşın yürütülmesini yasaklamak için uzun bir süre (Ancak II.Dünya Savaşı'nın sonu). 
Ve yine de kapsamlı silahlı çatışma hukuku kuralları (1800'lerin sonları ve 1900'lerin başları) herhangi bir ciddi (1860'larda) savaşların olduğu gözleminden kısa bir süre sonra itiraz insanlık dışı bir şekilde savaştı. Pandemilerin bir endişe olarak kabul edilmesi ve uluslararası politika meselesi bir sosyal öğrenme süreci ile mümkündür sadece uluslararası toplum istekli olduğunda gözlemleyeceğiz ve
bunu yapmaya hazır.

Siyasi Düşünce Dergi | Sorun 23

***

18 Mart 2021 Perşembe

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 1

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 1
 
Hukuki Statü, Suriye Savaşı, Göçmenlik, Mülteci, Geçici Koruma, Türkiye, Lübnan,İsmail SARITEKE, Ömer Fuad KAHRAMAN, Abdullah AYDIN,


İsmail SARITEKE* 
Ömer Fuad KAHRAMAN**  
Abdullah AYDIN*** 
* Arş.Gör., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü, El-mek: ismailsariteke@mail.com 
** Arş.Gör., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Bölümü, El-mek: 
kahraman.fuad@gmail.com 
*** Dr. Öğr. Üyes,., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü, El-mek: 
abdullahaydin01@hotmail.com 
 


ÖZET 
2010 yılı sonu itibari ile ilk olarak Tunus’ta başlayıp neredeyse tüm Arap ülkelerine hızlı bir şekilde yaygınlaşan olay neredeyse trajikomik bile olsa en çok kullanılan veya bilinen ismi ile Arap Baharı olarak anılmaktadır. Bu olaylar sebebi ile milyonlarca insan evlerinden kopmak zorunda kalmışlardır. Süreçte dünyadaki nüfus hareketliliği çok ciddi boyutlara ulaşmıştır. 
Arap Baharı ve devamında Arap ülkelerinde meydana gelen olaylardan en fazla etkilenen ülkelerin başında Suriye gelmektedir. Ülke nüfusunun neredeyse %60’tan fazla bir kısmı başka ülkelerde farklı statülerle yaşamak zorunda kalmıştır. Bu ülkelerin en başında da Türkiye ve Lübnan gelmektedir. Çok zor şartlar ile ülkelerini terk eden Suriyeliler gittikleri ülkelerde çok ciddi sorunlar ile yüzleşmektedir. Bu sorunların sosyal, siyasal ve ekonomik boyutları olduğu gibi hem ulusal hem de uluslararası hukuk boyutu da vardır. 
Hukuksal sorunların başında ise bu bireylerin statülerin ne olduğu ve ne olmadığı sorunsalı gelmektedir. Hukuksal açıdan ele alındığında Türkiye’deki Suriyelilerin yasal statüleri üzerinde bir kavram kargaşasına rastlanmaktadır. 

Bu bağlamda çalışmada Türkiye ve dünyadaki Suriyelilerin hukuksal statüleri ele alınarak oluşan kavram kargaşasına çözümler bulunmaya çalışılmıştır. 

Çalışmayı oluştururken ikincil veri kaynaklarından yararlanarak, Suriyeli göçmenlerin Türkiye’deki devlet kurumları ve sivil toplum kuruluşları ile olan münasebetlerine yer verilerek hukuki statüler değerlendirilmiştir. 

Giriş 

Arap Baharı veya her ne isim ile anılırsa anılsın 2010 yılının sonunda Tunus’ta bir üniversite mezunu işbortacının kendisini yakması ile başlayan olaylar Arap Dünyası ve dolayısıyla Kuzey Afrika ve Ortadoğu devletleri ve halkları için büyük değişim veya başka bir bakış açısıyla yıkım getirmiştir. Nitekim bu bağlamda birçok düşünür bu noktada Arap Baharı yerine Sonbaharı veya Kışı ifadesini kullanmaktadırlar (Belli ve Aydın, 2017: 428). 

Yaşanan bu olayların Arap ve Ortadoğu coğrafyasının önemli ve baskıcı rejimle yönetilen ülkelerinden biri olan Suriye’ye sıçramaması düşünülemezdi. Nitekim olaylar, hızlı bir şekilde tüm Suriye çapına yayılmış ve burada ciddi bir insani kriz ortaya çıkarmıştır (Akıncı, 2017:3-23). Bu insani kriz neticesinde hem ülke içi hem ülke dışı göç hareketleri gerçekleşmiştir. Ülke dışına gerçekleşen göçlerden en çok etkilenen ülke ise Türkiye olmuştur. 
Ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyeli sayısı 5.481.615 iken bunlardan 3.424.237 tanesi Türkiye’de yaşamaktadır 
(http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php). 

Bu bağlamda Türkiye ciddi yatırımlar yaparak ülkesine gelen Suriyeli nüfusu kontrol etme, regüle etme ve düzenleme çabası içerisine girmiştir. 

Ancak Türkiye’nin anayasasındaki “hukuk devleti” ifadesi gereğince devletin yaptığı her hareketin belli normlar çerçevesinde gerçekleşmesi gerekmektedir. Dolayısıyla ilk olarak devletin Türkiye’ye gelen Suriyeli nüfus ile ilgili bir statü belirlemesi gerekmektedir. Zira ülkemizde Suriyeli nüfusun hukuki statüsüne ilişkin büyük bir yanılgı hâkimdir. Sadece basın yayın organlarında değil akademik 
çalışmalarda dahi hukuki statü takdirinde yanılgılar göze çarpmaktadır. Bu çalışma ile hem Türkiye’deki nüfusun hukuki statüsünün ne olduğu ve olmadığı belirlenme ye çalışılacak hem de uygulamada kullanılan benzer kavramların neden yanlış olduğu ifade edilecektir. Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun hukuki statüsünü belirlemek için öncelikle bu tarz durumlarda kullanılan benzer kavramları açıklamak, bir başka ifade ile genelden özele gitmek daha faydalı olacaktır. 


1. Göçmen (Immigrant) 

İnsanlık tarihi boyunca topluluklar kimi zaman istekleri doğrultusunda kimi zaman da zorla yaşadıkları yerleri terk ederek başka bölgelere göç etmişlerdir. Türk Dil Kurumu’na göre göç (migration): “Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi…” anlamına gelmektedir  (http://www.tdk.gov.tr). 

Basitçe göçü, insanların bir yerden başka bir yere hareketi şeklinde 
tanımlamak mümkündür. Göç sonucunda insanlar ülke değiştirdiği zaman çeşitli problemler de baş göstermektedir. Bu problemlerden bir tanesi de, göç sonucu başka bir ülkeye geçen kişilerin yeni bir hukuki durum ile karşı karşıya kalmasıdır. 
Göçü yasal zeminine bakarak “yasal göç (legal migration)” ve “yasa dışı göç (illegal migration)” olarak ikiye ayırmak mümkündür. Bu ayrımın tarihine baktığımızda, 19. yy’a kadar Dünya’da yasal-yasa dışı göç ayrımının mevcut olmadığını görürürüz. Çinli nüfusun yoğun biçimde Amerika’ya göç etmesi sonucu 1882 yılında Chinese Exclusion Act (Çinlileri Hariç Tutma Yasası) kabul edilmiştir (www.ourdocuments.gov). 

Bu yasanın ırkçı temelden ziyade ekonomik korkularla kabul edildiğinden bahsetmek mümkündür. Çinli nüfusun daha ucuz iş gücü olmasının yerli Amerikan nüfusunu işsiz bırakması sonucu kabul edilmiştir (Salyer, 1995:10). Belirtmek gerekir ki bu işsizlik sonucu yerli Amerikan halkının Çinli işçilere karşı ırkçı tepkileri de doğmuştur. (Ne tesadüftür ki günümüzde ülkemizde yaşayan Suriyeli nüfusa karşı da aynı sebeplerle ırkçı tepkiler sergilenmektedir.) Söz konusu yasa ile birlikte Çinlilerin Amerika’ya 10 yıl boyunca göç etmesi yasaklanmış, ayrıca yine 10 yıl boyunca Çinlilerin Amerikan vatandaşlığı alamayacağı kabul edilmiştir. 1 

Bu yasa ile birlikte Dünya’da yasal- yasa dışı göç ayrımı yapılmaya başlanmıştır. Dünya genelinde kabul gören bir tanımı olmamakla birlikte Uluslararası Göç Örgütü’ne (International Organization for Migration) göre yasal göç, gidilecek ülkenin mevzuatına aykırı olmayan, ilgili ülkenin mevzuatınca yasaklanmamış göçtür (Perruchoud & Redpath, 2011:34,35). Yasal göçün hedef ülke kadar gönderen ülke açısından da yasal olması gerekir (Ghosh, 1998:1). Bir başka deyişle kişinin, ülkesini yasal olarak terk etmesi gerekir. Yasa dışı göçe “düzensiz göç (irregular migration)” de denilmektedir. Yasa dışı göç, yasal göçün aksine hedef ülke veyahut gönderen ülke mevzuatlarına aykırı olarak gerçekleşir. 

Uluslararası Göç Örgütü (IOM), düzensiz göç tabirinin kullanılmasını daha uygun bulmaktadır çünkü, yasa dışı göç tabirinin, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti vakaları ile sınırlı kalma eğilimi bulunduğunu düşünmektedir. Kanaatimizce “yasa dışı” tabiri “düzensiz” ifadesine nazaran hukuka aykırılığı belirtme noktasında daha keskin bir ifade olduğu için bu görüş yanlıştır. Zira bir kişinin insan kaçakçılığı yahut ticareti olmadan sırf pasaportsuz olarak gönderici ülkeyi de terk etmesi kanuna aykırı ve yasa dışıdır. 

Ülkemiz coğrafik konumu itibariyle göçün hedef ülkesi olma pozisyonundan ziyade transit ülke olma konumundadır. Bununla birlikte ülkemizin gerek 1989- 1992 yılları arasında Bulgaristan’dan gelen Türk soyundan yaklaşık 350 bin kişinin (Atasoy, 2010:12), gerekse 1990’lı yılların başında Irak’tan Türkiye’ye göç eden 500 bin Kuzey Irak’lının (Kaynak, Refet, Şahin 1992:27) hedef ülkesi olduğunu da belirtmek gerekir. Az önce de değindiğimiz üzere Türkiye’nin transit ülke konumunda olması daha çok yasa dışı göç yahut düzensiz göç ile karşı karşıya kalması sonucunu doğurmaktadır. 

Aşağıda da bahsedeceğimiz üzere göçmenler ülkelerini her zaman zulüm korkusu ile terk etmezler. Ekonomik sebeplerle örneğin; iş bulma ümidi ile de kişi ülkesini terk edebilir. Bir başka ifade ile göçmen ülkesini kendince haklı olan herhangi bir sebeple terk edebilir. Ancak bir kimsenin göçmen olarak adlandırılabilmesi için bu kişinin ülkesinin korumasını kaybetmemesi gerekir (Hathaway, 2005:85). 

Uluslararası Hukukta yer alan göçmen tabiri ile Türk Hukukunda yer alan göçmen tabiri tamamen farklıdır. 5543 Sayılı İskan Kanunu’nun 3. maddesinin d fıkrasında yapılmış olan tanım uyarınca göçmen; “Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye'ye gelip bu Kanun gereğince kabul olunanlardır.” Yine aynı kanunda “serbest göçmen (3/e)”, “iskanlı göçmen (3/f)” ve “münferit göçmen (3/g)” tabirlerine de yer verilmiştir (Yılmaz, 2007:250). Ancak bu ayrımlar toplu halde ya da bireysel gelme veya özel getirilme gibi durumlar için geçerli olup her halükarda Türk soyundan gelme ve Türk kültürüne bağlı olma şartı geçerliliğini korumaktadır. 

Görüldüğü üzere Türkiye’de yer alan Suriyeli nüfusun tamamı için göçmen tabirini 
kullanmak mümkün değildir. Zira Türk soyundan gelmeyenler, Türk kültürüne bağlı olmayanlar ve yerleşme amacı taşımayanlar Türk Hukuku uyarınca göçmen sayılamazlar. 

2-Mülteci (Refugee) 

Türk Dil Kurumu’nda iltica, “sığınma” olarak tanımlanmıştır (http://www.tdk.gov.tr). Aynı şekilde mülteci de “sığınmacı” olarak tanımlanmıştır (http://www.tdk.gov.tr). Ancak hukuki manada “sığınmacı (asylum seeker)” ile “mülteci (refugee) eş anlamlı değildir. 

Tarih boyunca gerek ekonomik gerek siyasi, gerekse askeri sebeplerden dolayı insanlar göç etmiştir. Ancak uzun bir sure boyunca devletler göçe ilişki düzenleme yapmamışlardır. 20. yy’da özellikle I. Dünya Savaşı sonrası devletler iltica konusunu ikili anlaşmalar ile düzenleme yoluna gitmişlerdir. Hiç şüphesiz bu kararda dönemin Milletler Cemiyeti’nin (League of Nations) ilticayı devletler arası ilişkilerde çözülmesi gereken bir problem olarak görmesinin etkisi de büyüktür. 
İlticayı düzenleyen ilk çok uluslu2 sözleşme olarak 1933 tarihli Mültecilerin Uluslararası Statülerine Dair Konvansiyon’u (Convention Relating to the International Status of Refugees) göstermek mümkündür. Söz konusu konvansiyon her ne kadar çok uluslu olsa dahi kapsamı oldukça dardır. 

Konvansiyonun 1. maddesi uyarınca Konvansiyon hükümleri sadece Ruslar, Ermeniler ve asimile edilmiş mülteciler için uygulanabilecektir (www.refworld.org). Ancak uygulama alanı dar olmasına rağmen 3. maddede getirilmiş olan “sınır dışı etme” ve “sınırdan girişi engelleme” yasağı dönemi açısından önemli bir yeniliktir (Hathaway, 2005:83). 

   İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Dünya’da o güne kadar görülmemiş büyüklükte ve ölçekte insan hakları ihlalleri meydana gelmiştir. Bu ihlaller neticesinde de çok büyük göç hareketleri ortaya çıkmıştır (Holborn, 1956:32). Ortaya çıkan nüfus hareketliliğinin meydana getirdiği problemleri çözme adına çok uluslu bir adım atmak zorunluluğu hasıl olmuştur. Bu kapsamda kabul edilen ilk ilke “iltica hakkı” dır. 
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (Universal Declaration of Human Rights)314. 
maddesinin 1. fıkrası uyarınca “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkına haizdir.” (www.un.org) Doktrinde bu madde “iltica hakkı” olarak kabul edilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki İHEB bu hakkı sadece belirtmekle yetinip bu konuda detaylı bir düzenleme yoluna gitmemiştir. 

Pek tabi olarak bu hak, kişiler açısından bir talep hakkı olarak düzenlenmiş olup buna karşın devletlere açıkça bir yükümlülük getirmemiştir. Madde metninden yola çıkarak devletlerin “mülteci muamelesi gösterme yükümlülüğünden” ancak dolaylı olarak bahsetmek mümkündür. Belirtmek gerekir ki bu tarz bir düzenleme eksikliği, düzenleyenlerin eksikliğinden yahut dikkatsizliğinden  kaynaklanmamakta dır. Hali hazırda İHEB, ruhu gereği çerçeve bir metindir. 
Amacı kazuistik bir düzenleme yapmaktan ziyade kendinden sonra gelecek düzenlemeler için kaynak teşkil etmek, öncülük etmektir. Zira İHEB Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (General Assembly of the United Nations) kararı olup uluslararası bir antlaşma değildir ve Uluslararası Hukuk kapsamında bağlayıcı nitelik taşımamaktadır. 

***