İNCELENMESİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNCELENMESİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2018 Cuma

MUHTEMEL SENARYOLAR DÂHİLİNDE AVRUPA BİRLİĞİ PERSPEKTİFİNDE ALMANYA VE FRANSA’NIN İNCELENMESİ

MUHTEMEL SENARYOLAR DÂHİLİNDE AVRUPA BİRLİĞİ PERSPEKTİFİNDE ALMANYA VE FRANSA’NIN İNCELENMESİ 

Yazan: P.Ütğm. Ahmet SAPMAZ 


Amerika Birleşik Devletleri, yirminci yüzyıl boyunca Avrupa kıtasına totalitarizmin iki farklı versiyonu olan nazizm ve komünizm gibi 
iki büyük tehlikeden kurtulma konusunda büyük destek sağlamış ve 
Avrupa’da özgürlük ve barış güvence altına alınmıştır. Soğuk Savaş 
dönemi boyunca ortak tehdit temelinde geliştirilen transatlantik ilişkiler 
çok istikrarlı bir seyir izlemiştir. Bu dönemde Batı Avrupa devletleri, 
çıkarlarının artık çatışma ile değil; uzlaşı, şeffaflık ve rekabet ile 
korunabileceği öngörmüşlerdir. 1952 yılında Avrupa Kömür Çelik 
Teşkilatı’nın(AKÇT) kurulmasıyla başlayan süreç, çeşitli aşamalardan 
geçerek ve ekonomik alanda büyük başarılar kazanılarak, Soğuk Savaş 
dönemi boyunca sürmüştür. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, 
bunu takip eden iki Almanya’nın birleşmesi(3 Ekim 1990) ve SSCB’nin 
dağılması(26 Aralık 1991) uluslararası güç dengesini bütünüyle alt üst 
etmiştir. Yaklaşık yarım yüzyıl süren Soğuk Savaş, kan dökülmeden 
demokrasinin komünizme karşı zaferiyle son bulmuş; ABD uluslararası 
sistemde rakipsiz ve tek küresel güç konumuna gelmiştir. Soğuk Savaş 
döneminde kurulan iki kutuplu sistemin yıkılması ile Kuzey Amerika ve 
Avrupa dışında neredeyse dünyanın her yerinde tehlike, kaos ve 
istikrasızlıklar baş göstermiştir. Bu dönemde Avrupa Birliği ülkeleri, 
ekonomik birlikteliklerini ve bu alandaki başarılarını, siyasi ve askerî 
boyuta taşıma konusunda hemfikir olmuşlar ve Maastricht Antlaşması ile 
bu süreci başlatmışlardır. Avrupalılar sahip oldukları büyük ekonomik 
gücün uluslararası sistemde etki yaratabilmesi için siyasi irade ve askerî 
güç ile desteklenmesi gerektiğinden yola çıkarak, AB’nin Ortak Dış ve 
Güvenlik Politikası(ODGP) sürecini başlatmışlardır. Bu gelişmeler 
esnasında bazı Batı Avrupa devletleri tarafından transatlantik ilişkilerin 
çerçevesi ve bu ilişkinin kurumsal ayağını oluşturan NATO 
sorgulanmaya başlanmıştır. Avrupalılar siyasi ve askerî açıdan ABD 
himayesinden kurtulup kurtulmama; yani AB’nin önümüzdeki dönemde 
uluslararası sistemde oynayacağı rol konusunda karar verme noktasına 
gelmişlerdir ve bu süreç hâlen devam etmektedir. Soğuk Savaş’ın 
bitimiyle ortaya çıkan tehditler güvenlik mülahazalarını yeniden 
şekillendirirken, 11 Eylül 2001’de ABD’nin uğradığı saldırı uluslararası 
sistemi derinden etkilemiştir. Artık Avrupa’nın savunulması ve güvenliği 
ABD için birinci öncelik olmaktan çıkmıştır. Çünkü yüzyıllar sonra 
Avrupa, dünyanın en güvenli toprakları hâline gelirken, şimdiki hedef 

ABD’nin kendi toprakları olmuştur. 20 Eylül 2002 tarihinde açıklanan 
yeni ulusal güvenlik stratejisi, ABD’nin güvenlik ve dış politika 
parametrelerinde önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Stratejiye 
göre potansiyel tehdit oluşturan, ileride problem çıkarabileceği 
düşünülen her oluşum veya ülke önleyici darbe kavramından yola 
çıkılarak hedef hâline gelebilecektir. 11 Eylül sonrası ABD’nin değişen 
uluslararası ilişkiler ve dış politika konsepti, Avrupalı müttefiklerini 
rahatsız etmiştir. Transatlantik ittifakta son yıllarda meydana gelen 
kırılmanın nedenini Avrupa ve ABD’nin farklı dünya görüşlerinde aramak 
gerekmektedir. Bu farklılıklar şu şekilde sıralanabilir: 

 1. ABD, dünya düzenini kendi ulusal çıkarları ve değer yargıları 
çerçevesinde tanımlarken, Avrupalılar bu düzenin çok taraflı çabalar ve 
çıkarların uyumlulaştırılması ile sağlanacağını düşünmektedirler. 

 2. ABD değer yargılarına göre uyguladığı politikalarda uluslararası 
hukuk ve organizasyonları ikinci derecede önemserken, Avrupalıların 
çoğu uluslararası hukuk ve organizasyonları politikalarının merkezinde 
görmektedir. 

 3. ABD devamlı olarak üstün askerî gücünü politikalarının bir aracı olarak kullanırken, Avrupa çok zorunlu hâller dışında askerî güç kullanımına karşı çıkmakta ve diplomasiyi savunmaktadır. Bunda Avrupa’nın askerî kapasite eksikliği ve etkin savaş karşıtı kamuoyunun rolü vardır. 

Hâlen Avrupa ve ABD arasında politika farklılıklarından kaynaklanan uyuşmazlıklar şunlardır: 

. ABD’nin, Uluslararası Ceza Mahkemesine taraf olmaması, 
. ABD’nin, Kyoto protokolüne taraf olmaması, 
. Fakir ülkelerin borçlarının silinmesi için İngiltere ve Fransa’nın aldığı inisiyatife sıcak bakmaması, 
. Çin’e yönelik uygulanan silah ambargosunun kaldırılması konusundaki görüş ayrılıkları olarak sıralanabilir. 

Özelikle Irak krizi ile başlayan süreç, transatlantik ilişkilerin 
tarihindeki en önemli sarsıntılardan birini yaşamasına sebep olmuştur. 
Çok eski mazisi olan Transatlantik ilişkiler, ortak hareket etme 
noktasında kesintiye uğramıştır. 

Irak Savaşı öncesi ve sırasında Avrupa’da bir bölünme yaşanmış, 
Avrupa’nın büyük ülkelerinden Fransa ve Almanya savaşa karşı 
çıkarken İngiltere, İtalya, İspanya ile birlikte 2004’te AB’ye üye olan 
Doğu Avrupa ülkelerinin çoğu ABD’ye destek vermiştir. ABD Savunma 

Bakanı Donald Rumsfeld’in, Fransa ve Almanya’yı “eski Avrupa”, 
ABD’ye destek veren ülkeleri ise “yeni Avrupa” olarak adlandırması, 
transatlantik ilişkilerinde yeni bir dönemin ifadesi sayılmıştır. 

İşgal Bölgeleri: 


Kaynak:http://photos1.blogger.com 

Fransa ve Almanya’nın Irak Savaşı’nda karşı cephede yer almalarının nedenleri incelendiğinde; Almanya ve Fransa, Irak’ın, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları gereğince uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmesini, askerî müdahalenin sorunu çözmek için tek seçenek olmadığını, uluslararası boyutta uygulanacak siyasi, politik ve ekonomik yaptırımlarla zaman içerisinde sonuca ulaşılabileceği yönünde bir politika izlemişlerdir. Avrupalı müttefikler Birleşmiş Milletler silah denetçilerinin yaptığı çalışmaların kesin bir sonuca varılana kadar 
sürdürülmesini istemişler, El Kaide terör örgütü ile Irak arasında bağlantı 
kurularak müdahaleye meşruiyet kazandırma girişimini şüpheyle karşılamışlar dır. Ayrıca Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinden sonra bölgede istikrarın yeniden sağlanabilmesine kuşkuyla bakılmış, Orta Doğu’da daha köklü sorunlar varken Irak’a yapılacak askerî bir müdahalenin bölgeyi daha fazla istikrarsızlığa sürükleyeceğini öne sürmüşlerdir. 

Fransa’nın Irak politikasına etki eden faktörleri incelediğimizde; 

1. Fransız Dış Politikasının Genel Karakteristiği 

Fransız dış politikasının ana ilkesi devamlı surette dünyada ve Avrupa’da aktif bir rol almaktır. Fransa bu siyaseti uygularken politik olarak birliğini sağlamış, askerî bakımdan güçlü ve ortak dış politika izleyebilen bir Avrupa’yı amaç edinmektedir. Ayrıca demokratik prensiplere ve kendisinin de Güvenlik Konseyi daimi üyesi olduğu Birleşmiş Milletlere büyük önem vermektedir. Fransa, dünya 
zenginliğinin %3’ünü üretirken, Birleşmiş Milletler bütçesinin % 6’sını 
karşılamaktadır. 

2. Geçmişte Fransa İle Irak Arasındaki İlişkiyi Destekleyenler 

1991’de Mitterand’ın Çöl Fırtınası Harekatına katılma kararı, Fransız politik ve entelektüel çevrelerinde büyük bir kargaşaya yol açmıştır. Savunma Bakanı bu karara tepki olarak istifa etmiştir. Bu reaksiyonun sebebi, Fransa’daki bazı çevrelerce Amerika’nın bu krizi jeopolitik ve ekonomik çıkarlarını korumayı amaçlayan yeni bir dünya düzeni yaratmak için fırsat olarak değerlendireceğinin düşünülmesidir. Diğer bir önemli faktör de Fransa’nın geleneksel olarak Arap yanlısı dış politika izlemesidir. Fransa Irak’ı, İran’ın yaydığı tehlikeye karşı laik ve dengeleyici bir güç olarak görmektedir. Fakat Fransa ile Irak arasındaki 
özel ve yakın ilişkiler, Fransa’nın Körfez Harekatına katılmasıyla sona ermiştir. 

3. Ekonomik Çıkarlar 

Bazı Fransız firmalarının diğer Avrupalı ve Amerikalı ortakları gibi Irak’la ticari ilişkilerin sürdürülmesinde ekonomik çıkarları vardır. Fakat tüm bunlara rağmen Irak, Fransa’nın büyük bir ticaret ortağı olmaktan uzaktır. Irak, Fransa’nın ihracatında %0.15 pay ile 60’ıncı, ithalatında ise %0.30 pay ile 30’uncu sıradadır. Fransa, Irak petrolünün % 8’ini ithal etmektedir. Bir karşılaştırma açısından bu oran Amerika için %40’dır. Fransa 1.8 milyar Euro ile Rusya, Japonya, Almanya, ve Amerika’dan sonra Irak’ın beşinci büyük kreditörüdür. 

4. Kamuoyu Ve Medya 

Kamuoyu görüşü Fransa’nın Irak politikası üzerinde giderek artan bir etkiye sahiptir. Washington’un tek taraflı politikaları, Amerikan karşıtı düşüncelerin Fransa halkı arasında yayılmasına neden olmuştur. Bu düşünceler medya ve basın tarafından da paylaşılmaktadır. Ayrıca Fransa’da yaşayan Müslüman azınlığın bu süreçte etkisi vardır. Bölgede İsrail ile Filistin arasında uzun süredir devam eden sorunlar çözülemeden Irak’a karşı yapılan müdahale, Müslüman azınlık tarafından Arap Dünyasına yapılmış ayrı bir saldırı olarak görülmektedir. 
Görüldüğü gibi Fransa’nın Irak politikasının oluşumuna birçok faktör etki 
etmiştir ve etmektedir. Bunlar içerisinde en önemli olanı ise uluslararası 
hukuka saygı, güç kullanımının meşruluğu faktörüdür. Fransa’ya göre 
Irak Savaşı gerekli olan bir savaş değildir, birçok çözüm seçeneği arasından savaş tercih edilmiştir. 

Almanya’nın Irak politikasına etki eden faktörleri incelediğimizde ise; 

1. Alman Dış Politikasının Genel Karakteristiği 

Almanya 20’nci yüzyılda yol açtığı iki dünya savaşı nedeni ile kötü olan imajını düzeltmek maksadıyla uluslararası kuruluşlar ve toplumla olan ilişkilerine büyük önem vermektedir. Almanya ittifaklara açık ve uzlaşmacı bir tavır sergilerken, uluslararası politikada daha fazla sorumluluk üstlenmek istemektedir. 

2. Tarihî ve Politik Kültür 

Almanya, geçmişte iki büyük dünya savaşına yol açan yayılmacı güç politikaların dan ötürü travma yaşamış bir ulustur. Alman halkı bu politikanın getirdiği felaket ve yıkıntıyı hâlâ zihinlerinde barındırmaktadır. 
Bu nedenle Almanların ülkelerinin askerî bakımdan tarihte olduğu gibi tekrar güçlenmesi ve askerî gücün politikanın aracı olarak kullanılması konusunda çekinceleri vardır. 

3. Yerel Politik Yönelimler 

Almanya hâlen Sosyal Demokrat Parti ve Yeşillerin oluşturduğu merkez sol bir koalisyon hükümeti tarafından yönetilmektedir. Bu hükümet barışa ve çok taraflılığa sıkı sıkıya bağlı ve askerî güç kullanımını seçenek dışı bırakan bir politika izlemektedir. Hükümet 2002 yılında yapılan ve tekrar iktidara geldiği genel seçimler öncesi, Irak Savaşı’na tamamıyla karşı çıkarak kamuoyundaki desteğini arttırmıştır. Alman halkı da Irak Savaşı’na büyük bir çoğunlukla karşı çıkmış ve hükümetin ABD karşısında izlediği politikayı büyük oranda desteklemiş tir. 

4. Ekonomik Çıkarlar 

Irak, Almanya’nın dış ticaretinde küçük bir öneme sahiptir. Irak, 365 milyon euro ile Almanya’nın ihracatında 79. sırada, 2.1 milyon euro ile Almanya’nın ithalatında 179. sıradadır. Almanya ve Fransa her ne kadar savaş öncesi müdahaleye karşı çıkmışlarsa da, savaş sonrası oluşan de facto durumu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Almanya ve Fransa, Birleşmiş Milletler kontrolünde 
Irak’ta egemenliğin en kısa sürede Irak halkına devredilmesi konusuna 
önem vermektedirler. İki ülke ABD ile Irak’ın demokratik, istikrarlı ve 
barışçı bir ülke olarak yeniden yapılandırılması hususu ile Irak güvenlik 
güçlerinin NATO tarafından eğitilmesi ve Irak ekonomisinin geliştirilmesi 
konularında, ortak irade belirlemişlerdir. Bu çerçevede BM Güvenlik 
Konseyi’nce kabul edilen 1511 ve 1546 sayılı kararlar ile Irak’taki çok 
uluslu güce meşruiyet kazandırılmış ve Irak’ta egemenliğin devri ve 
politik geçiş süreci takvime bağlanmıştır. Almanya ve Fransa, Irak’ta 
yapılan seçimleri ve sonuçlarını olumlu karşılamıştır. Bush yönetimi ile 
Avrupa arasında Irak’a ilişkin sorunlar yakından izlendiğinde, temelde 
görüş ayrılığı bulunmadığı görülmektedir. Ortak unsurların en önemlisi 
Irak’ta istikrarın sağlanmasıdır. Birbirlerinden ayrıldıkları önemli nokta 
ise; bu hedefe hangi yöntemle varılacağı konusudur. Bush güç kullanmaya, Avrupa ise diplomatik yolların kullanılmasına öncelik vermektedir. Bush Avrupa’dan asker yardımı istemişse de, onun yerine Irak Ordusu mensuplarının, polis ve yargıçlarının eğitimi için NATO’dan tam destekle yetinmek zorunda kalmıştır. NATO’da alınan kararlar neticesinde güvenlik görevlilerinin eğitimi için, Fransa ve Almanya dâhil AB’nin, ABD’nin Irak politikasına en fazla şüpheyle bakan ülkeleri de sorumluluk üstlenmeyi kabul etmiştir. Örneğin, Fransa Ürdün’de, Almanya ise Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Irak güvenlik görevlilerine eğitim verecektir. 

Günümüze kadar olan gelişmeler ve mevcut parametreler dikkate alınarak Almanya ve Fransa’nın senaryolar dâhilinde incelenmesine geçildiğinde; 

BİRİNCİ SENARYO: ABD’nin 2005 Yılı Sonuna Kadar Irak’tan Çıkması 

Almanya ve Fransa ittifakı, ABD’nin Irak’tan güvenliği ve istikrarı sağlamadan çekilmesine karşıdırlar. Çünkü güvenlik ve istikrar sağlanmadan ABD’nin Irak’tan çekilmesi, bölgenin daha da istikrarsızlaşmasına yol açacak ve ABD’nin geride bıraktığı güç boşluğunu dolduracak bir aktör bulunamayacaktır. 

Almanya ve Fransa, ABD’nin Irak’ta güvenliği ve istikrarı sağladıktan sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1546 sayılı kararı gereğince ve Irak hükümetinin talepleri doğrultusunda ülkeden çekilmesini destekleyeceklerdir. Irak’tan, ABD’nin önderliğindeki çok uluslu gücün çekilmesinden sonra, ülkede Birleşmiş Milletler’in günümüzden daha aktif rol üstlenmesini talep edeceklerdir. Irak hükümetine gerek ülkenin yeniden inşası için gerekse de politik geçiş 
süreci için her türlü desteği başta Avrupa Birliği olmak üzere, uluslararası örgütler ve sivil toplum örgütleri vasıtasıyla sağlayacaklardır. Avrupalı müttefikler bu politikayı izlerken, bölgede ABD’nin zedelenmiş imajı nedeniyle ülke yönetimi ve halk tarafından tercih edilen bir konumda bulunacaklardır. 

Fransa ve Almanya’nın bu süreçte Irak politikalarında radikal bir 
değişikliğe gitmeleri beklenmemelidir. Zira Fransa’da Avrupa 
Anayasasının reddedilmesi ile ortaya çıkan bunalım, bu dönemde dış 
politikayı ikinci plana itecek ve Fransa iç politik sorunlarına angaje 
olacaktır. Almanya’da ise iktidardaki Sosyal Demokrat ve Yeşillerden 
oluşan koalisyon hükümetinin Kuzey Ren Westfalya’da yapılan yerel 
seçimler sonucunda aldığı yenilgi, ülkeyi 18 Eylül 2005’te yapılması 
öngörülen bir genel seçime götürmektedir. Yapılacak seçimlerde, 
muhalefetteki Hıristiyan Demokrat Partinin iktidara gelmesinin söz 
konusu olabileceği değerlendirilmektedir. Hıristiyan Demokratlar, Irak 
krizinin başından bu yana ABD’nin politikalarını destekleyen bir tutum 
ortaya koymaktadırlar. İktidara geldiklerinde kamuoyundaki savaş karşıtı 
düşünceler nedeniyle Alman politikasında radikal bir değişiklik 
yapamasalar da ABD ile daha fazla iş birliğine yönelmeleri beklenmelidir. 

Ülkede güven ve istikrarın sağlanmasıyla beraber Alman ve Fransız firmaları, Irak ile savaş öncesi kurdukları ticari ilişkileri yeniden canlandırmak amacıyla bölgeye yoğun bir talep gösterecekler ve Irak’ın yeniden inşası projelerinde büyük ölçüde pay elde edeceklerdir. 


 Kaynak:http://photos1.blogger.com 

İKİNCİ SENARYO: ABD’nin 2006 Yılından İtibaren Kademeli Olarak Irak’tan Çıkabileceği; 

Amerika’nın 2006 yılında Irak’tan, arkasında çözülmemiş birtakım sorunlar bırakarak kademeli olarak çekilmesi, Avrupalı müttefiklerinin arzu etmediği bir durumdur. Bu sebeple Almanya ve Fransa ABD’yi, Irak’ta istikrar ve güvenliği sağlamadan çekilmesi hâlinde, bölgenin Saddam Hüseyin döneminde olduğundan daha istikrarsız bir duruma sürüklenebileceği konusunda ikna etmeye çalışacaklardır. Zira Irak’ın istikrarsızlığa sürüklenmesi, bölgeyi uluslararası terörizmin kaynaklarından biri hâline getirecek, bölgenin Alman ve Fransız şirketlerce ekonomik açıdan değerlendirilme potansiyelini ortadan 
kaldıracak ve bölgeden Avrupa’ya yasa dışı göç tetiklenecektir. 

Almanya ve Fransa, Irak’ta, federal sisteme dayalı, tüm kesimleri temsil eden, demokratik bir yönetimi destekleyecektir. Avrupalı müttefikler, Irak’ta bir grubun diğer bir gruba üstün duruma gelmesinin ülkenin istikrarını riske atacağı düşüncesiyle, tüm kesimleri adil şekilde temsil eden bir yönetimi destekleyecek ler; etnik ve dinî gruplar arasında denge gözetmeye çalışacaklardır. 

Müttefikler, bu süreçte Irak üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda tasarrufta bulunmaya çalışan Irak’a komşu ülkeler üzerinde, ABD ile birlikte siyasi, ekonomik ve askerî boyutta yaptırımda bulunacaklardır. 

Özellikle nükleer faaliyetleri dolayısıyla İran ve uluslararası terörizme 
verdiği destek ile Suriye’ye karşı bu yaptırım faaliyeti daha da kolay 
uygulanacaktır. 

Almanya ve Fransa etnik veya dinî temele dayalı bir konfedere yapılanmada, kendileri de söz sahibi olmak isteyeceklerdir. ABD, Avrupalı müttefikleri ile bozulan ilişkileri düzeltmek için Almanya ve Fransa’nın bu süreçte etkin olmasına müsaade edecektir. 

Almanya, Irak’ta yönetim şekli ne olursa olsun güvenliğin sağlanması, ABD önderliğindeki uluslararası gücün Irak’tan çekilmeye başlaması ve Birleşmiş Milletler’in Irak’ta rolünün artmasına paralel olarak Birleşmiş Milletler Barış Gücü kapsamında Irak’ta asker görevlendirebilir. Bu büyük ölçüde 2005 yılı sonunda yapılacak genel seçim sonuçlarına ve ABD’nin bu dönemde izleyeceği politikalara ve uluslararası konjonktüre bağlı olacaktır. 

Fransa’nın ise ABD’nin dominant olduğu Irak’a asker göndermesi mümkün olmayacaktır. Ancak Fransa, Irak ile Saddam Hüseyin döneminde kurulmuş olan ekonomik ve ticari ilişkileri aynı düzeye taşımak için her türlü çabayı gösterecektir. 

ÜÇÜNCÜ SENARYO: 2025 Yılı Ve Sonrası (ABD Irak’tan 
Çekilebilir Ancak Bölgeden Çekilemez Durumu) 

Almanya ve Fransa’nın 2025 yılına uzanan süreçte Irak politikalarını şekillendiren çok çeşitli etkenler olacaktır. Bu etkenlerin en önemlisi, Avrupa Birliği’nin gelişme sürecinin varacağı noktadır. Bu sürecin muhtemel iki sonucundan birincisi; AB’nin bugünkü bulunduğu durumdan daha ileri bir seviyeye yani ortak bir dış politika üretebilme ve Avrupa’nın çıkarlarını savunabilecek güçte bir askerî yeteneğe sahip olma durumudur. Bu durumda dahi, Avrupa Birliği’nin güvenlik sorunu bulunan bir bölgeye askerî güç göndermesi düşünülemez. Ancak, AB’nin sahip olacağı askerî güç ve ortak dış politika yürütebilme iradesi, ABD’nin uygulayacağı politikalarda AB’yi daha çok dikkate almasını gerektirecektir. 

Muhtemel sonuçlardan İkincisi ise Avrupa Birliği’nin bugün bulunduğu noktadan daha ileri gidememesi durumudur. Fransa’nın ardından Hollanda’nın da Avrupa Anayasasına “hayır” demesiyle, Avrupa Birliği’nin ekonomik birliktelikten, siyasi ve askerî birlikteliğe geçiş süreci büyük darbe almıştır. Avrupa Birliği’nin istenilen konuma gelmede yetersiz kalması veya bunun mümkün olmaması hâlinde, AB’nin çekirdek ülkeleri olan Almanya ve Fransa merkez olmak üzere 
özellikle dış politikada daha etkin bir birlikteliğe gidilebilir. Bu durumda 
Almanya ve Fransa bölgede politik, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan 
etkin olmaya çalışacaklardır. 

Bu süre zarfında, ülke yönetimlerinde seçimler sonucunda meydana gelebilecek değişiklikler, Irak politikalarında farklı açılımlara yol açabilecektir. Avrupa’daki ABD karşıtlığının büyük ölçüde Bush yönetiminden kaynaklandığı göz önüne alındığında, 2008 ABD başkanlık seçimleri büyük önem arz etmektedir. Yönetime gelecek olan Başkanın uygulayacağı politikalar bu hususta belirleyici olacaktır. 

Alternatif enerji kaynaklarının ortaya çıkarak petrole olan bağımlılığın azaltılma sı, Almanya ve Fransa’nın bölgeye olan ilgisini ortadan kaldırmayacak tır. Çünkü Almanya ve Fransa’nın, Irak politikaları petrol ile sınırlı olmadığı gibi, Irak’ın ve Orta Doğu’nun istikrar ve güvenliği Avrupa kıtası için hayati öneme haizdir. 

Sonuç olarak, Avrupa ve ABD’nin küresel çıkarları, Irak konusunda iki merkezin “çatışması yerine bütünleşmesini” zorunlu kılmaktadır. ABD–Avrupa ilişkileri son dönemdeki gelişmeler sonucunda belki hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Ancak, her iki tarafın birbirine olan ihtiyacı devam edecektir. ABD’nin Irak konusunda Almanya ve Fransa’nın desteğini kazanması, hem bölge hem de dünya barışının bir an önce tesis edilmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Arz ederim. 

 HARP AKADEMİLERİ DERGİSİ 2006

***

IRAK TÜRKMENLERİ VE MART 2003 SAVAŞINDAN SONRAKİ DURUMLARININ İNCELENMESİ

IRAK TÜRKMENLERİ VE MART 2003 SAVAŞINDAN SONRAKİ DURUMLARININ İNCELENMESİ 

Yazan: Prof.Dr. Mahir NAKİP 


1. İngiliz İdaresinde Türkmenler 

İngilizlerin 20. asrın başlarında Irak'a girmelerinin ana hedefi Kerkük petrollerini ele geçirmekti. Nitekim Kerkük sınırına gelene kadar Osmanlı ordusu ile çarpıştılar. Ancak, Türkmenlerin varlığını kabul eden Bağdat idaresi 25 Ekim 1920 günü kurulan Abdul Rahman El Geylanî kabinesinde, Eğitim ve Sağlık Bakanlıklarını Kerküklü bir Türkmen olan İzzet Paşa'ya tevdi etmiştir1. Temmuz 1921'de yapılan referandumda, Kerkük halkı Prens Faysal'ın krallığını reddetmiş, İngilizlere karşı açık bir tavır sergilemiş ve başta Neftçi ailesi2 olmak üzere bu şehirde yaşayan Türkmen aileleri gizli bazı faaliyetler yürütmeye başlamışlardır3 1923 yılında hazırlanmakta olan Irak Anayasasına desteklerini kazanmak üzere Kerkük'ün ileri gelenlerinden destek istenmiş, bunun üzerine  Kerkük lüler dört şart ileri sürmüşler dir 4: 

. Seçim sürecinde Hükümetin oluşumuna karışmamak, 
. Kerkük'ün mahallî yönetiminde Türk karakterinin (kimliğinin) korunması, 
. Türkçe'nin Kerkük bölgesinde resmî bir dil olarak kabul edilmesi ve 
. Bağdat'ta kurulacak bütün hükümet kabinelerinde Türkmenlere yer verilmesi. 

1923'ün Temmuz'unda Türkmenlerin bu isteklerine karşı Irak Başbakanı Abdül Muhsin Al Sadun Türkçe bir cevap yazarak, ikinci ve üçüncü isteklerinin kabul edildiğini bildirmiştir 5. 

Kerkük'te Türkmenlerle İngiliz idaresi arasındaki ilk kavga 4 Mayıs 1924 günü meydana gelmiştir. Kerkük'ün Büyük Pazar esnafı ile İngiliz taraftarı Teyyariler arasında çıkan çatışmada, çok sayıda Türkmen şehit düşmüştür. Irak polis gücünün müdahalesi neticesinde huzur tekrar tesis edilmiştir. Ayrıca, Kerkük'te Türkçe yayın yapan Necme Gazetesi'nin 4 Şubat 1924 günkü nüshasına bir ilan veren Kerkük Valiliği, zarar gören kişi, esnaf ve ailelerin zararlarını tazmin etmiştir. Gazetede yayınlanan 199 zarar gören kişinin mesleklerine bakıldığında tamamen Türkmenlerden oluştuklarını görebiliriz6. 12 Temmuz 1946 günü 
Gavurbağı Katliamı gerçekleşti. Burada da Irak polisi petrol şirketinden 
yürüyüşe çıkan işçilerin üzerine ateş açarak çok sayıda Türkmen’in ölmesine, bir kısmının da yaralanmasına sebep olmuştur7 

2. Cumhuriyet Döneminde Kerkük'ün Siyasi Kimliği 

14 Temmuz 1958 darbesiyle Abdülkerim Kasım, Kraliyeti devirmişti. Her Iraklı gibi Türkmenler de cumhuriyetin ilanına sevinmişlerdi. Ancak, Komünist Partisi'nin iktidarı yavaş yavaş ele geçirme teşebbüsleri, Kerkük Türkmenlerini endişelendiriyordu. Özellikle Kürt lideri Molla Mustafa Barzani'nin bu parti ile açık iş birliğine girmesi ve Kerkük'ü Kürdistan bölgesine dâhil ettirme teşebbüsleri, halkı iyice tedirgin etmişti. Nitekim o tarihlerde merkezi Kerkük'te bulunan 2. Tümen Komutanı General Nâzım Tabakçalı 9 Eylül 1958 günü Kasım'a 
gönderdiği gizli raporunda özetle şunları söylüyor: "Kerkük halkı Kürt olmadığı hâlde, şehir Kürdistan bölgesine dâhil edilmek istenmektedir. 

Bundan amaç, Irak Cumhuriyeti'nin millî serveti olan petrole egemen olmaktır. Kürdistan Eğitim Müdürlüğü'nün merkezini Kerkük'te kurmak ve başına bir Kürt'ü getirmek, kesinlikle doğru değildir. Kerkük'te görev yapacak eğitim müdürünün Arap olması yanında, tarafsız ve adil bir kişi olması şarttır8. Tabakçalı, 19 Ocak 1959 tarihinde bir başka rapor yollayarak ordudaki Kürt subayların gizli faaliyetlerini açığa çıkarır ve 15 Şubat 1959 günü şu telgrafı Kasım'a çeker: "Önceden size gönderdiğimiz raporları lütfen göz önüne alınız. Yoksa Kürtler, çoğunluğunu Türklerin (Türkmenlerin) teşkil ettiği bu şehri ileride Kürdistan bölgesine katacaklardır. Bu da genç Irak Cumhuriyeti'nin millî çıkarlarına ters düşer..."9 . 

Tabakçalı'nın raporları görevden alınmasına sebep olur ve yerine Komünist görüşlü Davut El Cenabi 2. Tümen Komutanlığına getirilir. Kerkük Belediye Başkanlığına Kürt kökenli Maruf Berzenci tayin edilir. 14 Temmuz 1959 günü Cumhuriyetin 1. yıldönümü kutlamalarının yapıldığı sırada olaylar patlak verir ve çok sayıda Türkmen tutuklanır. Türkmenlerin ileri gelenlerinden 25 kişi hunharca katledilir ve çok sayıda Türkmen'in evi ve iş yeri yağmalanır ve yakılır 10. Komünist Kürtler tarafından öldürülen Türkmenler, Kürt Belediye Başkanı tarafından şehir dışında toplu bir mezara gömülür 11. General Kasım, katliamın 
sorumluluğunu Komünist Partisine ve Kürt siyasi gruplarına yükler. 

Arkasından 260 Komünist ve Kürt tutuklanır. Büyük bir kısmı serbest 
bırakılırken bir kısmı da idama mahkûm edilir. Kasım'ı deviren General 
Abdülselam Arif, 23 Haziran 1963 günü bu hükmü yerine getirerek 28 suçlu Kürt ve Komünisti idam eder12. 

1968 yılında iktidara gelen Baas Partisi, özellikle 1970'li yıllarda ciddi anlamda Kerkük'ün kimliğini değiştirmeye çalışır. 1974 yılında Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Saddam, Kerkük'ün adını değiştirir, Tuzhurmatı ve Kifri gibi Türkmen ilçelerini Kerkük'ten alıp, Arap illerine bağlar. Türkmenlerin bu şehirden gayrimenkul almalarını yasaklar. Türkmen halkını güneye sürer. Bir zamanlar Türkmenlerin yoğunlukla yaşadığı tarihî kaleyi yıktırır13. Ayrıca, Kerkük'ten yüzlerce Türkmen'i idama mahkûm eder14. 

3. Körfez Krizinin Türkmenlere Etkileri 

Saddam'ın Kuveyt'i işgali ile başlayan süreç, Irak'ı bugünlere 
getirmiştir. ABD'nin baskılı önerisi ile Birleşmiş Milletler’in uygulamaya 
koyduğu 36. paralel uygulaması, bugün Kuzey Irak'ta oluşan Kürdistan 
Federasyonu’nun ilk adımı olmuştur. Özellikle 36. paralelin üstünde 
olduğu hâlde Musul, Güvenlik Bölgesine dâhil edilmemiş; buna mukabil, 
Süleymaniye 36. paralelin altında olduğu hâlde Güvenlik Bölgesine dâhil 
edilmiştir. Bugün anlaşılıyor ki, Çekiç Güç'ün yıllarca bölgede kalması, 
Güvenlik Bölgesi uygulamasının 12 yıl gibi uzun bir süre devam etmesi 
ve 1996 yılında ABD'nin Türkiye üzerinden binlerce Kürt'ü Guantanamo 
Adalarına götürerek orada eğitmesi ve Irak muhalefet toplantılarında 
KDP ve KYB'ye özel bir önem verilmesi hep bugün için atılan adımlardır. 
12 yıl süren bu arızi dönemden Türkmenlerin iyi yararlandıkları söylenemez. 

Şöyle ki; 

 a. 36. paralel uygulaması, nüfus ve bölge olarak Türkmenleri ortadan ikiye bölmüştür. Bir taraftan Telafer, Musul, Altunköprü, Kerkük, Tuzhurmatı ve Hanekin gibi Türkmen şehirlerinde yaşayanlar Saddam'ın insafına terk edilirken, diğer taraftan Saddam'dan kaçan Türkmenlerle Erbil'in halis yerli Türkmenleri, 36. paralelin üstünde kalarak Güvenlik Bölgesinde yaşama ve örgütlenme imkânı bulabilmişlerdir. Bunun bir neticesi olarak Türkmenlerin takriben %80'i 
güncel siyasi gelişmelerden, örgütlenmeden ve birbirleriyle haberleşmeden uzak kalmışlardır. 

 b. Türkmenlerin Erbil'de ve Türkiye'de kurdukları siyasi teşekküller dağınık, tabanı dar ve amatörce olmuştur. Planlar hep kısa vadeli, basit ve etkisiz kalmıştır. Bu siyasi dağınıklığın ana sebebi, karizmatik bir liderin çıkıp en azından Erbil'de ve yurt dışında bulunan Türkmenleri toparlayamamasıdır. 

 c. İran'da örgütlenen Şii Türkmenlerle, Türkiye'de ve diğer ülkelerde örgütlenen Türkmenler arasında ciddi bir kopukluk yaşanmıştır. Aslında aralarında derin ideolojik ayrılığın bulunmadığı bu iki kesim arasında zaman zaman diyaloglar kurulduysa da esaslı bir iş birliğine gidilememiştir. 

 ç. Türkmen siyasi teşekkülleri, Saddam yönetiminde kalan Türkmenlerle ilişki kuramamışlar ya da oralarda yaşayanlara zarar gelir endişesiyle ilişki kurmaktan çekinmişlerdir. 

 d. Türkiye'de örgütlenmiş Türkmen siyasi kuruluşları, Irak muhalefeti içinde hak ettikleri yeri bulamadılar; sürekli dışlandılar ve marjinal bir grup olarak gösterildiler. Bunda, takip ettikleri siyasetin, Türkiye eksenli olmasının rolü olduğunu söylemek yanlış değildir. Şii Türkmenler ise daha rasyonel davranarak, Irak Şii hareketinin açtığı geniş şemsiyenin altında yer almayı tercih ettiler. 

4. Son Savaş 

Türkiye ve yurt dışında örgütlenen Türkmen siyasi grupları ümitlerini Türkiye'nin ABD ile birlikte savaşa girmesine bağlamıştı. 1 Mart Tezkeresi TBMM'den geçmeyince Türkmen siyasi partileri ciddi hayal kırıklığına uğradılar. Türkiye'nin özellikle Kuzey Irak'ta yarattığı boşluğu KYB ve KDP doldurmaya başlayınca, Türkmenler giderek zarar gördüler, küçültülmeye mahkûm edildiler ve siyasi denklemin haricinde kalmaya zorlandılar. Özellikle hızlı bir şekilde Türkmen bölgelerinde örgütlenmeye başlayan Irak Türkmen Cephesi, Ulusal Meclis ve Hükümet üyeliği gibi bütün siyasi görevlerin dışında tutuldu. Mecliste ve Hükümette yer alan birer Türkmen temsilci, herhangi bir siyasi örgütle ilişkisi olmayan Türkmen şahsiyetlerinden seçildi. Bu bilinçli dışlanma, aslında bir 
bakıma Türkiye'nin 1 Mart Tezkeresini reddetme cezasının Türkmenlere 
yansıması idi. 

10 Nisan 2003 günü, Türkiye'nin kırmızı çizgilerine rağmen Kerkük'e akın eden Kürt Peşmergeleri, ABD askerlerinin gözü önünde, önce şehri yağmaladı, sonra resmî daireleri yaktı, tapu ve nüfus daireleri gibi devlet arşivi niteliğinde olan yerleri talan etti. ABD Kuvvetleri şehre 30 kişilik bir meclis kurdu. Türkmenlere, Kürtlere, Araplara ve Kildo-Asurilere altışardan olmak üzere, toplam 24 sandalye tahsis etti. Geri kalan 6 kişilik kontenjanı da kendisinin kullanacağını ilan etti. Herkes, bu kontenjana Amerikan yanlısı olmak kaydıyla iki Türkmen, iki Kürt ve iki de Arap seçilmesini beklerken, ABD beş Kürt ve bir Kildo-Asuri seçti ve 
meclisteki dengeyi Kürtler lehine çevirdi. Arkasından Kürt bir vali tayin edildi. Böylece ABD'nin hoşgörüsü ile Kerkük şehri Kürtleştirme sürecine alınmış oldu. 

Türkiye'nin Türkmenler ve özellikle de Kerkük konusunda çabaları sonuçsuz kaldı. Bunun sonucunda Arap ve bazı Türk yazarlar Kerkük'ün Kürtlere peşkeş çekilmesini, Türkmenlerin şahsında Türkiye'ye verilmiş bir ceza olarak nitelendirdiler. Saddam zamanında ve 30 yıllık bir süre içerisinde, Kerkük'ten sürülen Kürt ve Türkmenlerin yerlerine yerleştirilen Arapların geri gitmesi istendi. Bu talep sadece Kürt siyasi grupları tarafından dile getirilmiştir. Talebin hukuki gerekçesi henüz hazırlan  madan, Kürt bölgelerinden insanlar Kerkük'e akın etmeye başladı. Kanuni dayanağı henüz oluşturulmayan bu uygulama 
maksadını aştı ve 30 Ocak seçimlerinden önce Kerkük'e yerleştirilen Kürtlerin sayısı 375.000'i buldu. Hâlbuki Kürt yazarların tespitlerine göre Kerkük ve civarından Saddam zamanında göç ettirilen Kürt ve Türkmenlerin sayısı 108.000 kişidir15. Buna karşılık Türkiye hariç, hiçbir ülke bu açık istilanın durdurulması için gayret göstermedi. Türkiye'nin tepkisi ise, "Kerkük'ün demografik yapısının değiştirilmesi kabul edilemez" demekten öteye geçemedi. 


Kaynak:www.analisidifesa.com Mappa Cia Iraq - zona di Kirkuk

5. 30 Ocak Seçimleri 

Seçime Şiiler, Kürtler ve Türkmenler katılırken, Sünniler katılmamışlardır. Sünnilerin katılmamalarını, biri açık diğeri gizli olmak üzere iki sebebe bağlamak mümkündür. Açık olan sebep: Sünnilere göre ülke işgal altında iken demokrasi olmaz ve seçimler yapılamazdı. 

Gizli sebep ise, her zaman iktidarda olan Sünnilerin böyle bir seçimde azınlık durumuna düşeceklerinin kesin olmasıydı. Yani Sünniler, seçime girmemeyi, azınlık durumuna düşmeye tercih etmişlerdir. Her iki sebebi de anlamak, hatta takdir etmek gerekir. Çünkü (doğru ya da yanlış) bu bir duruş ve anlayıştır. Şiilerin oy oranlarının yüksek çıkacağı zaten bekleniyordu. Şaşırtıcı gibi görünüp, ancak hiç de sürpriz olmayan tek sonuç, Kürt oylarının kabarık çıkmasıydı. Bunu da birçok siyasi çevre bir başarı olarak göstermektedir. Aslında Kürtler açısından seçimleri iki farklı açıdan değerlendirmek gerekir. 

Nerdeyse iki yıldan beridir dünya, Kürtlerin Kerkük'e nasıl akın ettiklerini ve şehri nasıl doldurduklarını izlemektedir. Ayrıca, seçimlerden sonra özellikle Kerkük'te tespit edilen seçim ihlalleri, yapılan yolsuzluk ve usulsüzlükler herkes tarafından bilinmektedir. Aslında seçimden çok daha önce yüz binlerce Kuzey Iraklı Kürt'ün maksatlı bir şekilde Süleymaniye, Erbil, Duhok gibi şehirlerden özellikle Kerkük'e kaydırılması ve Kerkük'te de çadırlarda, barakalarda, devlete ait okul ve diğer kamu binalarında barındırılmaları seçimin nezihliğini daha baştan kirletmiş ve sonucunu ortaya koymuştu. Diğer taraftan, seçimden kısa bir süre önce Kerkük Seçim Komiserliği Kürt kökenli vatandaşlara ait usulsüz 73.000 seçim karnesini iptal etmiştir. Ancak, çeşitli antidemokratik müdahaleler le Kerkük Seçim Komiseri El Hadidi istifaya zorlanmış ve arkasından yeni atanan Komiser, sözü edilen karneleri kabul etmekle kalmamış, on binlerce yeni usulsüz karneyi de yürürlüğe sokmuştur. 

30 Ocak günü Türkmenlerin aleyhine olan ciddi seçim ihlalleri olmuştur. Mesela, Musul'da seçim merkezlerine yeteri kadar oy pusulası dağıtılmadığı, Cumhurbaşkanı El Yaver tarafından açıklanmış ve sadece belirli noktalarda az sayıda seçim sandığı bulundurulduğu için, yüz binlerce Iraklı Arap ve Türkmen oyunu kullanamamıştır. En az 300.000 nüfuslu Telafer'de sadece iki seçim merkezi açılmıştır. Diğer taraftan toplam nüfusu 11.000 civarında olan ve önemli bir kısmının Türkmenlerden oluştuğu Altunköprü Nahiyesi'nde 17.771 oy kullanılmış ve oyların büyük bir kısmı Kürdistan Koalisyon Listesi'ne çıkmıştır. 

Erbil'de seçimden önce Türkmen siyasi kuruluşlarının propaganda kampanyaları yürütmelerine izin verilmemiştir. Ayrıca, sandıkların başında hiçbir tarafsız gözlemcinin bulunmadığı görülmüştür. Aynı şekilde Tuzhurmatu'nun Süleyman Beg Nahiyesi'nde ve civar köylerinde yaşayan Türkmenler ya 130 numaralı Kürdistan Koalisyon Listesine oy vermeye zorlanmışlar ya da şehre gelip oy kullanmaları engellenmiştir. Erbil, Duhok ve Süleymaniye'de seçimle ilgili bütün resmî işlemler Barzani ve Talabani'nin memurları tarafından yürütülmüştür. 

Seçim günü Kerkük'te meydana gelen usulsüzlükler ve kanunsuz uygulamalar daha da dikkat çekicidir16. 

 a. Kerkük'ün her mahallesindeki seçim merkezlerinin sayısı, önceden Seçim Komisyonu tarafından belirlendiği hâlde, seçim sabahı Kürt mahallelerinde bulunan 8 okulda yeni seçim merkezleri kurulmuş ve bu merkezlerin korunmaları için Kerkük polisinden değil, tamamen Kürt Peşmergelerden oluşan Millî Muhafız gücünden destek alınmıştır. 

 b. Sakinleri tamamen Kürtlerden oluşan Rahimava semtinde, oy kullanma işlemleri saat 7.00 yerine saat 6.00'da başlamış ve 17.00'den sonraya kadar devam etmiştir. 

 c. Bazı seçim merkezleri, seçimden bir gün önce Türkmen mahallelerinden alınıp, Kürt mahallelerine nakledilmiştir. 

 ç. Seçim günü, propaganda yapma yasağı olduğu hâlde, Kürt seçmenler arabalarla şehri dolaşarak anonslar yapmışlar ve seçim merkezlerinin duvarlarına Talabani ve Barzani'nin resimlerini yapıştırmışlardır. 

 d. Kerkük'e bağlı Yengice ve Bastamlı gibi Türkmen köylerinde oy verme işlemleri bittikten sonra, Millî Muhafız Güçleri sandıkları zorla almışlar; ancak arabaya yüklerken telaşlanarak sandıkların birini yolda düşürmüşler ve oyların yollara dağılmasına sebep olmuşlardır. 

6. Türkmenler Seçimi Kaybetti mi? 

Seçim sonuçları yayımlandığında Irak Türkmenleri Cephesi'ne 93.000 oy çıkmış ve sonuçta sadece 3 milletvekilini meclise sokabilmişlerdir. Türk basını bu sonucu Türkmenlerin başarısızlığı, hatta realitesi olarak gösterdi. Bu gülünç oy sayısı birileri tarafından kasıtlı olarak küçültülmüş olabilir. Ama her şeye rağmen başarısızlığı topyekûn Türkmen toplumuna fatura etmek doğru değildir. Şii Türkmenlerin en büyük dilimini temsil eden siyasi kuruluşlar, esas Şii listesine girerek Meclise 5 milletvekili sokmuşlardır. Kürt listesinden meclise giren birkaç 
Türkmen'i hariç tutmakla birlikte, Allavi'nin listesinden de Meclise giren  Türkmenler olduğu bilinmektedir. Bu durumda demek ki mecliste 14 Türkmen milletvekili bulunmaktadır. 

Başkaları ile iş birliği yaparak seçime giren Türkmen siyasi kuruluşları da tek başlarına seçime girebilirlerdi. Ama temkinli ve realist davranarak başka listelerle koalisyona gitmeyi daha ehven buldular. Aslında seçim öncesi şartlar da bunu gerektiriyordu. Bunlar için kurtlar sofrasında güçlünün yanına oturmak, yalnız oturmaktan daha mantıklı bir seçenekti. Demek ki yanlış strateji takip etmenin bir sonucu olarak seçimi kaybeden sadece Irak Türkmenleri Cephesi ile Türkmen Millî Hareketi olmuştur. Bu arada her şeye rağmen Irak Türkmenleri Cephesi şanslı görünmektedir. Çünkü seçime 4 milyon Iraklı katılmamıştır. Eğer 
seçime bir milyon seçmen daha katılmış olsaydı, Irak Türkmenleri Cephesi %1 barajına takılarak meclise hiç giremeye bilirdi. 

7. Kerkük'ün Bugünü ve Geleceği 

Dr. İbrahim Caferi, hükümeti kurarken meclisten ikinci büyük siyasi kütleyi temsil eden Kürtlerle pazarlığa oturmak zorunda kalmıştır. Özellikle Barzani'nin ileri sürdüğü şartlardan birisi de, Kerkük'ün Kürdistan bölgesine dâhil edilmesi şartı idi. Hâlbuki Geçici Irak Yönetimi Kanunu'nun 53’üncü ve 57’nci maddelerine göre Kerkük'ün hangi statüde yönetileceği iki önemli şarta bağlanmıştı. Biri bölgede yapılacak adil bir sayım, diğeri de daimi anayasanın kabulü idi. Caferi'nin direnmesi üzerine bu şarttan vazgeçildi ve Kerkük'ün yönetim biçiminin belirlenmesi ileriki bir tarihe atıldı. Ancak, şehirde kurulan 41 kişilik 
Vilayet Meclisi'nde 26 Kürt, 9 Türkmen ve 6 Arap milletvekili olduğu hâlde hiçbir karar alınamamakta ve meclis çalışmaları kilitlenmiş bir durumdadır. Seçimin üzerinden tam dört ay geçmesine rağmen şehir meclisi toplanamamış, herhangi bir karar alamamıştır. Diğer taraftan Türkmen ve Arap milletvekilleri de aylardan beridir meclis toplantılarına katılmamaktadır. Bu belirsiz durumdan en çok yararlanan siyasi taraf Kürt siyasi gruplarıdır. Çünkü, bütün yeni atamalar onlar tarafından yapılmaktadır. Hatta Kürdistan Bölgesi için Erbil'de oluşturulan 
parlamentoda Kerkük'ü temsilen milletvekilleri bile seçilmiştir. 

Fiilen Kürt idaresinde olan Kerkük'ün geleceği oldukça karanlık görünüyor. Bugünkü yapısı itibariyle Kerkük'ün üç etnik gruptan oluştuğunu bütün taraflar kabul etmektedir. Ancak, özellikle KDP, Kerkük'ün Kürdistan'a dâhil olduğunu iddia etmektedir. KYB adına Talabani Brüksel Modeli’ni önerirken, Türkmenler ve (Şii’si ve Sünni’siyle) Araplar Kerkük'ün Irak'ın bütününe ait olduğunu  savunmakta dır. KDP'nin bu uçuk görüşünü oluştururken cesaretini ABD'den aldığını söylemek mümkündür. Başta Kürtler olmak üzere birçok Iraklı siyasetçi Kerkük'ün, Irak'ın bir iç meselesi olduğunu söylemesine rağmen, komşu ülkelerin de Kerkük konusunda çekinceleri olduğu malumdur. Bilindiği gibi, dünya petrollerinin %4'ü Kerkük'te üretilmektedir. İran'da, Suriye'de, Türkiye'de uzantısı olan ve hiç devlet tecrübesi olmayan bir etnik gruba böylesi bir kaynağı teslim etmek elbette büyük riskleri de beraberinde getirir ve ilgili ülkelere söz söyleme hakkı verir. 

Kerkük'ün Türkmenler açısından bir başka önemi daha bulunmaktadır. İngilizler döneminden bu yana ve bütün baskılara rağmen Irak Türklüğünün sembol ve merkezi olmuştur. Türkmen ediplerin, şairlerin, bestekârların, yazarların ve bilim adamlarının çoğu burada yetişmiştir. En çok asimilasyona, baskıya, sürgüne ve katliama maruz kalanlar genelde bu şehirde ya da civarda yaşayan Türkmenler 
olmuştur. Ayrıca Kerkük, Irak Türklerinin yaşadığı coğrafyanın tam ortasında bir şehirdir. Şu anda da Türkmen meclisi ve hemen hemen bütün Türkmen siyasi teşekküllerinin merkezi bu şehirde bulunmaktadır. Kerkük, Kürdistan'a dâhil edildiği takdirde, Türkmenlerin ciddi bir dağılma ve sarsıntı geçirecekleri muhtemeldir. Diğer taraftan Irak'ı oluşturan bütün taraflar, Kerkük'ün Kürdistan'a dâhil edilmesi durumunda, bundan sonraki adımın bu bölgenin Irak'tan koparılarak bağımsız bir devlet hâline getirilmesi olduğunu tahmin edebilmektedir. 

Kısacası Kerkük'ün geleceği bütün taraflar için hayati bir öneme haizdir. Bütün bu veriler ışığında en selim ve tartışmasız çözüm, Kerkük'ü özel statülü bir şehir hâline getirmek olacaktır. Ama tarafların bu özel statüdeki yerinin ve payının ne kadar olacağını, zaman ve tarafların güçleri belirleyecektir. 

8. Telafer'in Dramı 

Irak'ın kuzeybatısına düşen Telafer, takriben 300.000 nüfuslu olup, tamamen Türkmenlerden oluşmaktadır. 1920 yılında İngiliz idaresine karşı ilk isyan meşalesi bu şehirde yakılmış ve Kaçakaç Hadisesi olarak tarihe geçmiştir. Musul'un büyük ilçesi olup, Türkmen olduğundan Saddam zamanında il yapılmamıştır. Nüfusun yarısına yakını Şii mezhebine mensup olmakla beraber, bugüne kadar Sünni Türkmenlerle hiçbir konuda ihtilafa düşmemişlerdir. Bir petrol şehri olmamakla birlikte, Telafer stratejik bir mevkie sahiptir. Türkiye sınırına 110 km, Suriye sınırına ise 70 km uzaklıktadır. Her iki sınıra da yakın 
olan tek Türkmen şehridir. Yani, Türkiye'den Türkmen bölgesine inmek için yegâne geçit ve bölge Telafer'dir. 

Türkiye'nin Ovaköy noktasından Telafer'e uzanan 110 km’lik koridor, Türkmen leri,  Kürtleri ve Türkiye'yi yakından ilgilendirir. Türkmenler için önemlidir; çünkü Anadolu ile tek bağlantı noktası bu koridorla sağlanmaktadır. Aksi takdir de Barzani'nin egemenliğindeki bölgeden geçerek Türkiye'ye ulaşmak mümkün olmaktadır. Türkiye için de önemlidir; çünkü Zaho'dan sadece Kürt bölgesine giriş yapılabilirken, Ovaköy'den açılacak yeni bir kapı ile hemen Türkmen ve Arap bölgelerine inilebilmektedir. Bu koridor bir bakıma Ermenistan' dan İran'a  uzanan Zengezur koridoruna benzetilebilir. Bilindiği gibi bu koridor hem  Nahçıvan'ı Azerbaycan'dan, hem de Türkiye'yi Türk dünyasından ayırmakta dır. 

Aynı derecede Kürtler için de önemli görünmektedir. Söz konusu bu koridor yoluyla Suriye ile de dünyaya açılma imkânı elde edeceklerdir. Yoksa, tek çıkış yolları İran ve Türkiye üzerinden olacaktır. 

Bu koridor, Geçici Anayasada tanımlanan Kürdistan bölgesine dâhil değildir. Ayrıca, bu bölgenin zaten Musul Vilayeti'nin sınırlarına dâhil olduğu açıktır. Bugün Telafer'de, hafiften de olsa bir Sünni-Şii çatışmasının körüklendiğini görüyoruz. Ayrıca, aylardan beridir sebepsiz yere Türkmenlerin öldürüldüğünü, tutuklandığını ve evlerin boşaltıldığını öğreniyoruz. Bu gibi gelişmelerin tesadüf değil, kasıtlı olma ihtimali oldukça yüksek görünmektedir. Sebebi de Telafer'in ve civarının herkes için hayati öneme haiz olmasıdır. 

Sonuç 

Savaştan önce Irak muhalefeti tarafından dışlanan Türkmenler, savaştan sonra da dışlanmaya maruz kalmıştır. Özellikle Irak Türkmen Cephesi'ne siyasi süreçte hiçbir rol verilmemektedir. Şii Türkmenlerin, Irak'ın genel Şii şemsiyesi altında yer alarak siyasi sahnede az da olsa bir yer işgal ettiklerini söylemek mümkündür. Ama onların da bütün Türkmenleri kucakladıkları söylenemez. Kürt yanlısı Türkmen partileri ise, şu ana kadar kayda değer bir itibar elde edememişlerdir. Çünkü, nasıl ve niçin kuruldukları bellidir. Ancak, bundan sonra siyasi rol almaları büyük ölçüde Kürt siyasi gruplarının elde edecekleri başarıyla 
doğru orantılı olabilir. Ulusalcı kanadı temsil eden cephenin altındaki partilerin söylemleri arasında dişe dokunur bir fark yoktur. Şii Türkmen Partilerin ideolojik öncelikleri biraz farklı olmakla beraber, Türkmen kimliklerini gizlememektedirler. Bilindiği gibi mezhep olarak Şiilik, milliyetçilik akımlarına kapalıdır. Dolayısıyla bu iki siyasi kütlenin hemen hemen her konuda iş birliği yapmaları mümkün görünmektedir. Ancak, bu iki siyasi kütlenin, Kürt yanlısı Türkmen partileriyle iş birliği yapması uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Çünkü, arada çok köklü düşünce 
farklılıkları vardır. Özellikle Kerkük konusundaki fikir ayrılığı çok ciddi bir boyutta dır. Ulusalcı ve Şii Türkmen partileri Kerkük'ü Irak'ın bir parçası olarak görürken, Kürt yanlıları Kerkük'ü Kürdistan'ın bir parçası olarak görmek istiyor. Genel olarak Türkmenlerin dört ana sıkıntıları göze çarpmaktadır: 

1. Siyasi Güç ve Tecrübe Yetersizliği 

Türkmenler 1990 yılına kadar gizli siyaset yaparak ayakta durmaya çalıştılar. Hiç kimse onlara doğru dürüst yol göstermedi, sponsorluk yapmadı ve siyasi eğitim vermedi. Siyasi tecrübelerini deneme yanılma yoluyla kazanmaya çalıştılar. Onun için bugün aralarındaki en küçük mesele uyuşmazlık konusu olabilmekte dir. Siyasi gündemlerini meşgul eden konular basit ve küçük meseleler olmaktadır. Özellikle bugün Cephe'nin çatısı altında görünen partilerin birbirinden hiçbir farkı yoktur. 

2. Karizmatik Vasıflara Haiz Bir Liderin Çıkmaması 

1995 yılında aktif faaliyete geçen Irak Türkmen Cephesi, 10 yıl içerisinde beş sefer başkan değiştirmiştir. Cephe'nin dışındaki siyasi partilerin başkanları da çok dar bir siyasi tabana hitap etmektedirler. Türkmenler, feodal yapıdan çıktıkları için, onları bir araya toplayabilecek olan kişi bir aşiret reisi değil, ancak karizmatik bir lider olabilir. 

3. Askerî Güçlerinin Olmaması 

 Savaştan önce Kürtlerin iyi eğitilmiş ve çeşitli imkânlara sahip Peşmergeleri varken, Şii Araplar da Bedir Tugayları adında esaslı bir askerî güce sahipti. Bu askerî güç savaştan sonra da kendini hissettirdi ve siyasi görüşmelerde önemli bir pazarlık ya da tehdit unsuru olabildi. Türkmenler işin başından itibaren böyle bir güce sahip olmadı ve mücadeleyi daha çok demokratik enstrümanlarla sürdürmeyi tercih etti. 

4. Mali Destek Yetersizliği 

Kürt siyasi grupları baştan beri ABD ve İsrail'den, Şii grupları da İran'dan mali destek görürken, Türkmenlerin bu tarz güçlü bir finans kaynakları olmamıştır. Bugün Kuzey Irak'ta yürütülen ticari faaliyetlerin büyük bir kısmı Kürt iş adamlarının elindedir. Savaştan sonra Irak'a yerleşen Türk firmalarının çoğu da vekalet ve temsilciliklerini Kürt iş adamlarına vermiş durumdadırlar. 

Bütün bu köklü eksikliklere rağmen Türkmenlerin hak ettikleri yeri almaları, Irak'ın geleceği açısından önemli bir şart olarak görünmektedir. Türkmenlerin siyasi süreçten dışlanmasıyla Irak'ın geneli bir kazanç elde edemez. Bilakis, Irak'ın sadık vatandaşları olarak Türkmenler, Irak'ın demokratikleşmesi, gelişmesi ve kalkınmasında önemli roller alabilirler. Türkmenlerin sosyolojik yapıları incelendiğinde bugüne kadar hiçbir kesime zarar vermedikleri kolaylıkla görülebilir. Bütün bunlara rağmen dışlanmalarının sebebi ne olabilir diye düşündüğümüzde, akla Türkiye ile soydaşlık faktöründen başka bir sebep akla gelmemektedir. Onun için de sürekli küçültülmüş ler ve yaşadıkları coğrafya daraltılmıştır. Kürt siyasi grupları, Türkmenleri 500.000 civarında bir topluluk olarak gösterirken, Türkmen Cephesi 3.5 milyon olarak göstermektedir. Ancak bilimsel bir tahminle, nüfuslarının 2 milyondan daha az olmadığını tahmin etmek zor olmasa gerektir 17. Bununla birlikte, tarafsız ve BM gözetiminde doğru bir nüfus sayımı yapılmadan Türkmenlerin gerçek nüfusunu tahmin etmek doğru olmayacaktır. Bugün Irak'ta bütün siyasi olumsuzluklara ve sonuçları tartışmalı olmasına rağmen bir seçim yapılabilmiştir ama her nedense Kürt ve Şii partiler sayıma yanaşmamakta ve ülkedeki güvensiz ortamı gerekçe göstererek hep ertelemektedirler. 

Kısaca ifade etmek gerekirse, Türkmenler 21. asrın mağdur edilmiş, hakları verilmemiş ve dışlanmış topluluklarının başında gelmektedir. 


KAYNAKÇA 

1.C. J. Edmonds, Kurds, Turks and Arabs: Politics, Travel and 
Research in North-Eastern Iraq 1919-1925, Oxford University Press, 
London, 1957, ss. 266-280 
2. Neft, Arapça petrol anlamına gelir. Osmanlı Padişahı Sultan Abdulhamit, İngilizlerin Kerkük petrollerine göz dikmesi üzerine, bu şehirde petrol çıkarma imtiyazını bu Türkmen ailesine verdiğinden soyadları Neftçi olmuştur. Bu ailenin ileri gelenlerinden Abdullah Neftçi, 14 Temmuz 1959 Katliamında şehit düşenler arasındadır. 
3. L. Lukitz, Iraq: The Search for National Identity, Frank Cass, London, 1995, s. 40 
4.İbid,s.41 
5.İbid,s.42 
6.Geniş bilgi için bkz: Elturkman vel Vatanul İrakî, Arshad Hurmuzi, İkinci Basım, Kerkük Vakfı Yayınları,2003, Kerkük, s. 57-65 
7.E. El-Hunnuzi, Safahat Minel Tarih El-Turkmani, Meczeret 
Gavurbaği Fi Karkuk, Kardaşlık Dergisi, Sayı: 23,2004,s. 75 (Arapça) 
8. Muthekkerat El-Tabakçali ve Thikreyat Casim Muhlis El-
Muhami, İkinci Basım, Zaman Matbaası, Bağdat, 1985, s. 356 
9.İbid, s. 423 
10.Z. Umar, The Forgotten Minority Turkomans of Iraq, Inquiry, 
February 1987, s.40 
11.G. Kirk, Contemporary Arab Politics, Frederick Praeger, 
N.Y., 1961, ss. 162-163 
12.W. Jaff, Karkuk, Dirase Siyasiye ve İctimaiyye, Matbaat 
Wizretül Thekafa, Erbil, 1998, s.100 
13.S. Saatçi, Irak Türkmenleri, İkinci Basım, Ötüken, İstanbul, 
2003, s. 249-276 
14.A. Hurmuzi, Elturkman vel Vatanul İrakî, İkinci Basım, 
Kerkük Vakfı Yayınları, 2003, Kerkük, s. 120-145(Arapça) 
15.Nuri El-Talabani, Siyaset Tağyir El-Vaki, El-Kavmi Limedinet 
Karkuk Kadimen ve Hadisen, Kirkuk The City of Ethnic Harmony, 
Scientifıc Symposium Held by Kartala Center for Research andStudies, 
Birinci Baskı, London, 21-22 July 2001, s. 433 
16.Mahir Nakip, Çuvaldız, Kardaşlık, Sayı: 25, Yıl: 7, s. 7 
17.Ershad Al-Hirmizi, The Türkmen and lraqi Homland, Kerkük 
Vakfı, İstanbul, 2003, s. 90 


HARP AKADEMİLERİ DERGİSİ 2006

***