ETKİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ETKİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2017 Çarşamba

TÜRKİYE - ABD İLİŞKİLERİNDE OBAMA ETKİSİ ORTADOĞU VE IRAK



TÜRKİYE - ABD İLİŞKİLERİNDE OBAMA ETKİSİ ORTA DOĞU VE IRAK ,





Yrd. Doç. Dr. H. Tarık OĞUZLU 
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 
oguzlu@bilkent.edu.tr

  <  Kendilerini hem Iraklı Arap unsurlara karşı yalnız hisseden hem de ABD karşında seçeneksiz gören Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim, Türkiye ile olan ilişkilere daha fazla önem vermeye başlamış ve son dönem Ankara-Erbil yakınlaşması mümkün olabilmiştir. >


Barack Obama’nın ABD başkanı seçilmesi hiç şüphesiz, ABD’nin Ortadoğu politikalarında, Türkiye-ABD ilişkilerinin doğasında ve de Türkiye’nin Irak’taki aktörlerle ilişkilerinde önemli etkiler ortaya çıkaracaktır. Burada vurgulanması gereken en önemli unsur, ABD’nin Irak’tan ayrılma zamanı ile Türkiye’nin Iraklı aktörlerle olan sorunlarını çözme zamanı arasındaki yakın ilişkidir. Bu ayrılma ne kadar çabuk olursa, Türkiye’nin Iraklı aktörlerle olan görüş ayrılıklarını ortadan kaldırması da o kadar acil olacaktır. Seçim kampanyası sırasında, başkan olduğu takdirde Amerikan askerlerinin Irak’tan ilk 16 ay içerisinde çekileceğini vaat eden Obama, ABD birliklerinin Irak’taki statüsüyle ilgili anlaşmaya da bağlı kalacaktır.1 Amerikan askerleri Irak’ı tam anlamıyla terk etmeden önce Türkiye’nin, Kerkük’ün statüsü, Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığı, Türkmenlerin yeni yönetimde nasıl temsil edilecekleri, Irak’ın doğal kaynaklarının Iraklılarca nasıl kullanılacağı ve de Irak’ın idari yapısının hangi prensipler çerçevesinde şekilleneceği konularında Iraklı aktörlerle, özellikle de Kürtlerle görüş birliğine varması önemlidir. Aksi takdirde ABD’nin gidişi, şu anki problemleri içinden daha da çıkılmaz bir hale dönüştürebilir. 

Türk-Amerikan ilişkilerinde Başkan Bush döneminde yaşanan gerginlikler ve krizler dikkate alındığında, Barack Obama’nın başkan seçilmesi birçok gözlemci tarafından olumlu karşılanmış, bu durumun Ankara-Washington hattında işbirliğinin artmasını sağlayacağı iddia edilmiştir. 

İlişkilerin eski Demokrat Başkan Clinton zama-nında olduğu gibi yine ortak çıkarlar ve güven üzerine inşa edileceği ileri sürülmüştür. Cumhuriyetçi 
bir başkanın Washington’da yönetimde olduğu geçtiğimiz sekiz yıl süresince, Türk-Amerikan ilişkileri kelimenin tam anlamıyla dibe vurmuş, bu da kaçınılmaz olarak, “Cumhuriyetçiler iktidarlarsa ikili ilişkiler de bir o kadar sorunsuz olur” genel kabulünü yerle bir etmiştir. 

Bu yazıda, geçen sekiz yıl içinde yaşanan krizin nedenleri üzerinde durulmayacaktır, çünkü bunlar artık yeterince bilinmektedir. Biz daha 
çok, Başkan Obama ile Türk-Amerikan ilişkilerinde, özellikle de Irak bağlamında, nelerin değişebileceğini tartışacak ve bu yöndeki beklentileri ortaya koymaya çalışacağız. Bunu yaparken kaçınılmaz olarak hangi konularda radikal değişiklikler beklenmemesi gerektiğine de değineceğiz. 

Türk-Amerikan İlişkileri: Olumlu Beklentiler 




Obama’nın Başkan Bush’un Orta Doğu ve Irak politikalarını şiddetli bir şekilde eleştirmiş olması, şu anki iyimser beklentilerin en önemli zeminini oluşturmaktadır. Obama’ya göre Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanmakta olan güven erozyonunun en temel sebebi Başkan Bush’un izlediği politikalardır. Yeni yönetimin gözünde, Türkiye’nin Orta Doğu bölgesindeki en antiAmerikancı ülke haline dönüşmesi ve Türkler arasında Batı’nın niyetlerine kuşku ile bakan insanların sayısının artmış olması kaygı uyandıran gelişmelerdir.2 Obama seçilmesi durumunda, bu durumun değişmesi yönünde çalışacağı vaadinde bulunmuş, bu da Türkiye tarafından olumlu karşılanmıştır. ABD’nin Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde gereken desteği uzun süre vermekten kaçınması, PKK’nın İran’daki uzantısı olan PJAK örgütünü terörist olarak tanımaması, Obama ekibi tarafından ilişkilerdeki sorunlu durumun oluşmasının temel nedenleri olarak görülmektedir. Yine ifade edilmektedir ki, Ekim 2007’de başlayan stratejik istihbarat paylaşımına dayanan işbirliği çok geç gelen ve çok küçük bir adımdır. Yeni Muhafazakarların iktidarda etkili oldukları son sekiz yılda, Türkiye’nin 1 Mart 2003 Tezkerezi nedeniyle adeta cezalandırılması, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine ilişkin olarak benimsediği kırmızı çizgilerin birer birer çiğnenmesi, Türkiye’deki anti-Amerikancı duyguların tırmanmasında etkili olmuştur. 


Iraklı Şii ve Sünni gruplar arasındaki bazı ciddi görüş ayrılıklarına rağmen, birçok önemli konuda Kürtlere karşı ortak bir cephe oluşturulmaya başladı. 

Bu arka plandan bakıldığında, Obama’nın iktidara gelmesi, Ermeni soykırımı iddialarının tanınacağı yönündeki endişelere rağmen, Türkiye’de olumlu karşılanmaktadır. Bu olumlu havanın ortaya çıkmasında Obama’nın yeni oluşturduğu dış ve güvenlik politika ekiplerinin kimlerden oluştuğu, Obama’nın ABD askerlerinin Irak’tan bir an önce çekilmesi yönünde takınmış olduğu tutum, Amerikan askerlerinin Irak topraklarını başka ülkelere karşı saldırı amaçlı kullanmayacakları garantisinin verilmiş olması, Orta Doğu barışı için başta İran ve Suriye olmak üzere bölge ülkeleriyle doğrudan görüşülmesi fikrinin benimsenmesi, Irak’ın toprak bütünlüğünün vurgulanması ve bu bağlamda başta Kürtler olmak üzere tüm Iraklı toplulukların cesaretlendirilmesi etkili olmuş olabilir. Obama’nın asıl ilgi alanını 

Afganistan’daki terörle mücadeleye kaydıracak olması ve bu bağlamda da Türkiye’nin işbirliğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyacak olması, 
yeni döneme ilişkin iyimserliğin artmasında olumlu bir unsur olabilir. 

Geçtiğimiz günlerde açıklanan Obama’nın dış politika ve güvenlik politikası ekiplerinde Türkiye’yi daha önceden ve yakından tanıyan şahsiyetlerin bulunması Türkiye açısından olumlu karşılanması gereken bir gelişmedir. Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Hillary Clinton, eşinin başkanlığı döneminde Türkiye’yi sıklıkla ziyaret etmiş, dış politikada reelpolitikanın önemine inanan, Başkan Bush kadar “şahin” olan ama Obama kadar “güvercin” olmayan bir politikacı vasfıyla, ikili ilişkilerin ortak çıkarlar temelinde yeniden oluşturulmasında etkili olabilir. 


   < … Yeni Muhafazakâr politikalar, ABD’nin bölgedeki imajını ve yumuşak gücünü olumsuz şekilde etkilemiştir. 
Buradan hareketle denilebilir ki şayet yeni Amerikan yönetimi, ABD’nin yerlerde sürünen imajını tekrar iyileştirmek istiyorsa Türkiye gibi aktörlerle daha yakından çalışmak isteyecektir. >     

   Clinton’ın, müttefiklerin önemine ve dış politikanın değerlerden ziyade çıkarlar temelinde yürütülmesi gerektiğine inanan bir kişi olarak, Türkiye’nin ABD’nin 
bölgedeki çıkarlarının sağlanmasında etkili bir ülke olduğunu takdir edeceği düşünülmektedir. 
Obama tarafından Savunma Bakanlığı’ndaki görevinde bırakılan Robert Gates de, en az Clinton kadar gerçekçi ve reelpolitik dürtülere sahiptir. 
Neticede Gates, 
Irak’taki asker artırımına dayanan yeni stratejinin başarıyla uygulanmasında, demokrasinin zor kullanarak dahi olsa ihraç edilmesine inanan Yeni Muhafazakâr politikaların ABD’nin yumuşak gücü üzerinde açmış olduğu yaraların tedavi edilmesinde, Ankara ile Washington arasında PKK’ya karşı son dönemlerde geliştirilen stratejik işbirliğinin sağlanmasında etkili olmuş kişilerin başında gelmektedir. Bush tarafından Savunma Bakanlığı’na getirilmiş olsa da Gates ile Başkan Yardımcısı Cheney arasındaki görüş ayrılıkları açıkça ortadadır ve Gates görevde olduğu sürece yayılmacı ve saldırgan emperyalist politikaları şiddetle eleştirmiştir.3 Milli Güvenlik Danışmanlığı’na getirilen ABD’nin Avrupa’daki 
kuvvetlerinin eski komutanı James Jones da, Türkiye’nin önemini yakından bilen bir isimdir. 1 Mart Tezkeresi’nin açmış olduğu yaraların tamir edilmesinde Jones ile Türk Genelkurmayı arasında geliştirilen yakın ilişkiler etkili olmuştur. Neticede Jones bir askerdir ve Türkiye’nin ABD’nin jeopolitik çıkarlarının gerçekleştir mesinde ne kadar kilit roller oynayabileceğini yakından tahmin edebilir. 

Olumlu havayı pekiştiren bir başka faktör ise Obama’nın Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesini, Iraklıların kendi güvenliklerini kendilerinin sağlamasına bağlamasıdır. Bu Türkiye açısından bakıldığında önemli bir konudur zira Iraklı aktörler kendi güvenliklerini kendileri temin eder hale gelmeden, Amerikan askerlerinin apar topar Irak’tan çekilmesi daha çok kaos ve kargaşa yaratacak hatta böyle bir gelişme Irak’ta olası bir iç savaşı dahi tetikleyebilecektir. 

Her ne kadar Başkan Bush tarafından başlatılan sur-ge stratejisi başlangıçta Obama tarafından eleştirilmiş olsa da, bu stratejinin ortaya çıkardığı olumlu 
gelişmeler yeni yönetim tarafından not edilmektedir. Ayrıca, yeni yönetim, Iraklı Sünni grupların bir an önce Irak yönetimine en meşru şekillerde dahil edilmesi gerektiğini söylemekte, bu da Ankara’nın Irak’ın bütünlüğüne dair taşımakta olduğu kaygıların dolaylı yollardan dahi olsa azalmasına neden olmaktadır. 

Irak’ın Geleceği 

Irak’ta son dönemde güvenlik sorunu göreceli olarak iyileşme sürecine girmiştir. Bu bağlamda, Obama yönetimi, Başkan Bush’un 2003-2006 dönemine ilişkin politikalarını değiştirmiş olmasını önemsemektedir. İlk dönem Amerikan stratejisi, kuzeydeki Kürt gruplarla sıkı ilişkiler geliştirmeyi, Iraklı Şiilerin İran’ın güdümünde olmamak şartıyla merkezi yönetimde daha fazla söz sahibi olması gerektiğini, Saddam rejimiyle özdeşleştirilen Sünnilerin olabildiğince marjinalize edilmesini ve yine Sünnilerin hakimiyetinde olan Irak ordusunun dağıtılmasını öngörmekteydi. 

Bu politikaların, Irak’taki iç çatışmaları daha da alevlendirdiği, ABD güçlerine karşı yerel Sünni direnişi hızlandırdığı, Kürtlerin niyetlerine karşı Şii ve Sünni çevrelerde ciddi şüphelerin ortaya çıkmasına yol açtığı ve de El Kaide’nin Irak’ta daha fazla zemin kazanmasına yardımcı olduğu dikkate alındığında, Obama yönetiminin son dönem Bush politikalarını olumlu bulması memnuniyet vericidir. Sünni Uyanış hareketinin ortaya çıkartılıp desteklenmesi ve bu sayede bir yandan El Kaide’nin etkisinin azaltılması 

Türkiye ve Irak arasında son dönemde kuzeydeki Kürt yönetimini de kapsayan bir yakınlaşma yaşanıyor. diğer yandan da Sünnilerin Saddam sonrası dönemde 
yönetime dâhil edilmeleri, Obama ekibi tarafından olumlu bulunmaktadır. Zaten Savunma Bakanı olarak Gates’in görevinin başında bırakılmış olması bu durumun en önemli kanıtıdır. 

Obama yönetimin son dönem Bush politikalarını desteklemesinde hiç şüphesiz Irak içi gelişmeler önemli olmuştur. Görülmektedir ki, Iraklı Şii 
ve Sünni gruplar arasındaki bazı ciddi görüş ayrılıklarına rağmen, birçok önemli konuda Kürtlere karşı ortak bir cephe oluşturulmaya başlamıştır. 
Kerkük şehrinin Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetime bırakılmaması gerektiği, Kürt silahlı güçlerinin sadece kendi bölgesel yönetimi sınırları içerisinde etkin olmaları gerektiği, Irak’ın doğal zenginliklerinin Bağdat’taki merkezi hükümet tarafından çıkarılması ve işletilmesi gerektiği, elde edilen gelirlerin yine merkezi hükümet tarafından nüfusla doğru orantılı bir şekilde paylaştırılması gerektiği, Kürtlerin merkezi hükümetten bağımsız olarak kendi bölgelerinde petrol çıkartılmasına ve işletilmesine yönelik olarak uluslararası kurumlarla anlaşmalar imzalamaması gerektiği ve de Irak’ın idari yapılanmasının daha merkezi bir karakter kazanması gerektiği konularında, Sünni ve Şii Araplar arasında bir görüş birliği oluşmaktadır. Bundan dolayıdır ki, Amerikan yönetiminin Iraklı Kürtlere ilişkin görüşlerinde, son zamanlarda kayda değer bir değişiklik gözlenmektedir. Kendilerini hem Iraklı Arap unsurlara karşı yalnız hisseden hem de ABD karşında seçeneksiz gören Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim, Türkiye ile olan ilişkilere daha fazla önem vermeye başlamış ve son dönem Ankara-Erbil yakınlaşması mümkün olabilmiştir. Gerek görevi devredecek Bush yönetiminin gerek görevi devralacak Obama yönetiminin Iraklı Kürt grupları, Türkiye ile olan ilişkilerini bazen zorlayarak dahi olsa geliştirme yönünde cesaretlendirmeleri, Türkiye açısından olumlu gelişmelerdir.

Iraklı Kürtlerin laikliğe verdikleri önem, Batı ile sıcak ilişkiler geliştirme arzuları, Türkiye üzerinden denizlere ve Avrupa’ya açılmak istemeleri, kendi doğal kaynaklarını Türkiye üzerinden Batılı pazarlara ihraç edebilmeleri, onları Türkiye ile sıcak ilişkilere yöneltebilir. 

Amerikan askerlerinin aşamalı ve sorumlu bir şekilde Irak’tan ayrılmaları, Iraklı Kürtlerle olan ilişkileri bağlamında Türkiye’nin çıkarına olacaktır. 
ABD’nin yokluğunda Iraklı Kürtlerin Türkiye ile yakın ilişkiler geliştirmeleri ve Türkiye’yi daha fazla önemsemeleri kaçınılmazdır. Bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi, ABD’nin yokluğunda Kürtlerin Türkiye’nin PKK ile ilgili taleplerine karşı koyabilmesi daha zor olacaktır. 
Sonuçta Ankara’nın karşısında pazarlık gücü azalacak olan Kürtler, PKK’ya karşı daha fazla işbirliğine yanaşacaklardır. ABD’nin varlığına ve her şeyden öte PKK’ya karşı harekete geçmedeki isteksizliğine dayanan eski anlayış yeni dönemde pek mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda not edilmesi gereken önemli gelişme, Kasım 2007 deki Erdoğan-Bush mutabakatını takip eden dönemde, Irak’ın kuzeyindeki Bölgesel Yönetim’in Başkanı Mesut Barzani’nin Türkiye’ye ilişkin daha yumuşak bir tutum takınmaya başlamasıdır.4 Bunda hiç kuşkusuz Ankara’nın bölgeye ilişkin bakış açısının değişmeye başlaması da etkili olmuştur. Üst düzey Türk yetkililerin Iraklı Kürt temsilcilerle görüşmeleri Iraklı Kürtlerce önemsenmekte, Türkiye’nin kendilerini ciddiye almaya başladığı şeklinde yorumlanmaktadır.5 

İkincisi; ABD’nin yokluğunda Iraklı Kürtlerin, Iraklı Arapları ve İran’ı dengeleme politikaları çerçevesinde Türkiye’ye olan ihtiyaçlarının artacak 
olmasıdır. Saddam sonrası kazanımlarını koruma adına Türkiye ile geliştirecekleri yakın ilişkiler önemli olabilir. Neticede, ABD’nin 
gidişinden sonra, Irak’ta Arapların, özellikle de Şii Arapların ve bölge ülkesi olarak İran’ın, daha etkin bir konum kazanmaları muhtemeldir. Iraklı 
Kürtlerin laikliğe verdikleri önem, Batı ile sıcak ilişkiler geliştirme arzuları, Türkiye üzerinden denizlere ve Avrupa’ya açılmak istemeleri, 
kendi doğal kaynaklarını Türkiye üzerinden Batılı pazarlara ihraç edebilmeleri, onları Türkiye ile sıcak ilişkilere yöneltebilir. Bu bağlamda kayda 
değer iki gelişme, son dönemde PKK ve Demokratik Toplum Partisi’nin Türkiye içerisinde takip etmeye başladıkları şiddet politikalarının 
Irak Kürtleri tarafından eleştirilmekte oluşu ve de Kürtlerin biraz gönülsüzce de olsa Kerkük konusundaki pozisyonlarını yumuşatmaya 
başlamalarıdır. Iraklı Kürtler, artan PKK şiddetinden ötürü Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine askeri operasyonlar düzenlemesini ve bunun da 
Ankara-Erbil ilişkilerini olumsuz etkilemesini istememektedirler. 

Ortadoğu: Gerilimden İşbirliğine 



Obama yönetimiyle ilgili olarak Türkiye tarafındaki iyimserliği artıran bir diğer faktör ise yeni Başkan’ın Türkiye’nin son zamanlarda Ortadoğu’da izlemekte olduğu çok-taraflı ve çok-boyutlu dış politikanın ABD’nin çıkarlarına uygun düşeceği beklentisidir. Bu konuda Başkan Obama’nın, Başkan Bush’un Türk dış politikasının Ortadoğu’daki açılımlarına karşı takınmış olduğu olumsuz tavrı aynen benimsemeyeceğine inanılmaktadır. Gerek Obama yönetimi gerek Türkiye’nin paylaşmakta olduğu görüş, Ortadoğu’daki sorunların birbirleriyle girift bir şekilde ilişkili oldukları ve bunların çözümünün bölgedeki aktörlerin hepsinin katılımını gerektirdiğidir. Geçen sekiz yıl zarfında takip edilen 
Yeni Muhafazakâr politikalar, ABD’nin bölgedeki imajını ve yumuşak gücünü olumsuz şe-kilde etkilemiştir. Buradan hareketle denilebilir ki şayet yeni Amerikan yönetimi, ABD’nin yerlerde sürünen imajını tekrar iyileştirmek istiyorsa Türkiye gibi aktörlerle daha yakından çalışmak 
isteyecektir. 

Başkan Bush zamanında Türkiye’nin bölgedeki aktif politikası çoğu zaman hoş karşılanmamıştır. Bunda Ankara’nın Şam ile ilişkilerini geliştirmek istemesi ile 
HAMAS lideri Halit Meşal’i Türkiye’ye davet etmesi etkili olmuştur. Ankara ile Washington arasındaki bölgesel amaçların yakınlık göstermesine rağmen, 
Türkiye’nin benimsediği araçlar, bazı kesimlerce Ankara’nın bölgesel liderlik arzularının kanıtları olarak değerlendirilmiştir. Bu durumun Başkan Obama’nın görevde olacağı sürede ortadan kalkacağına inanılabilir, zira tarafların benimsedikleri politika araçları birbirlerine çok benzemektedir. Buradan hareketle, Başkan Obama’nın Türkiye’nin Tahran ile Washington arasında ara-buluculuk yapma teklifine sıcak bakacağını ileri sürmek abartılı bir tahmin olmayacaktır. 

Yeni Amerikan yönetiminin Türkiye ile işbirliğini eski yönetime nazaran daha fazla önemseyecek olmasının bir önemli nedeni de Amerika’nın şu an içinden geçmekte olduğu ekonomik krizdir. İçeride şartlar bu kadar ağırken, Türkiye gibi bir müttefik ile işbirliği yapmak Washington’daki karar alıcılar açısından oldukça rasyonel ve düşük maliyetli bir strateji olsa gerektir. İçeride krizle uğraşmakta olan bir yönetimin Ortadoğu’da şahin ve tek-taraflı politikalar izlemeyeceğini öne sürmek abartılı olmayacaktır. Türkiye ile işbirliği, Obama’nın değişime ve dönüşüme referans yapan mesajlarının küresel ölçekte kabul görmesinde de etkili olabilecektir. 

Ankara’nın önemini artıracak bir diğer gelişme de, Amerikan askerlerinin Irak’tan taşınması aşamasında İncirlik hava üssünün kazandığı önemdir. Bu ortadayken, ABD’nin Türkiye’yi küstürecek adımlar atacağını öne sürmek pek doğru olmayacaktır. 

Kaygılar

Fakat tüm bu olumlu işaretlere rağmen Türk-Amerikan ilişkilerinin Obama döneminde sorunsuz geçeğini öne sürmek biraz abartılı olacaktır. 
Bunun nedenlerinden bir tanesi, Başkan Yardımcısı görevini üstlenecek Joseph Biden’in Ankara’da iyi bir şöhretinin olmamasıdır. Biden iki sene önce Irak’ın Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında üçe paylaştırılmasının doğru bir seçenekolduğunu ileri sürdüğünde Ankara’da sinirler gerilmişti. Bu bağlamda Ankara’nın endişelerini artıran bir gelişme, Obama-Biden ikilisinin Amerikan askerlerini bir an önce Irak’tan çekmek istemeleridir. Seçim kampanyalarında sık sık bu tema işlenmiştir. Burada Ankara’yı endişelendiren faktör, erken bir çekilmenin, Irak’ta istikrardan çok istikrarsızlığa neden olabileceği ihtimalidir. Iraklı gruplar kendi aralarındaki sorunları çözmeden, güvenliklerini kendi başlarına sağlamaları söz konusu değilken, Kürt gruplarla Türkiye arasında PKK’nın Irak’ın kuzeyindeki varlığına ilişkin görüş ayrılıkları devam ederken, 
ABD’nin askerlerini Iraktan çekmesi Türkiye açısından hoş karşılanmayacaktır. 

İkincisi, Obama yönetiminin Türkiye’den içerideki liberalleşme ve demokratikleşme sürecini hızlandırmasını ve Kürt sorununun çözümünde 
daha çok politik ve demokratik yöntemleri kullanmasını isteyebileceğidir. Hatta, Obama yönetiminin Türkiye’nin AB sürecini ve PKK ile olan mücadelesini desteklemek için Ankara’dan Iraklı Kürtlerle olan ilişkilerini iyileştirmesini ön şart olarak ileri sürebileceği iddia edilebilir. Böyle bir durum, Türkiye’nin Iraklı Kürtlerin politik kazanımlarını meşru görmesi anlamına geleceğinden pek de sıcak karşılanmayabilir. Fakat, bu tarz bir Amerikan yaklaşımı aynı zamanda Türkiye’deki demokratikleşme sürecini hızlandırabilir de. Neticede, Ankara, Güneydoğu Anadolu’daki Kürtlerin Irak’ın kuzeyindeki yönetimin cazibesine kapılmalarını istemiyorsa, içerideki demokratikleşme sürecini hızlandırmak zorunda kalacaktır. 

Yeni Amerikan yönetimi, Türkiye ile Irak’ın kuzeyindeki Kürtler arasındaki ilişkilerin gelişmesini, Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesini 
hızlandıracak bir unsur olarak değerlendirmektedir. Aksi takdirde, ABD çekildikten sonra Türkiye ile Irak’ın kuzeyi arasındaki ilişkiler baş ağrıtmaya 
devam edecektir. ABD’nin yokluğunda Türk askerlerinin Irak’ın kuzeyine yapabileceği askeri müdahaleler, Ankara ile Erbil arasında 
silahlı bir çatışmanın çıkmasına neden olabilir. 

Bundan dolayıdır ki, Irak’taki Amerikan askerlerinin statüsüne ilişkin antlaşmanın imzalanmasını takiben Türk, Amerikan ve Iraklı yetkililer 
Bağdat’ta bir araya gelmişler ve Türk savaş uçaklarının PKK kamplarını bombalamasına ilişkin gerekli izin mekanizmaları üzerinde çalışmaya 
başlamışlardır. Bu anlaşmaya göre 1 Ocak 2009 tarihinden itibaren, Türk savaş uçaklarının Irak’ın kuzeyine girişleri ve burada askeri operasyonlar düzenleme leri, Iraklı otoritelerin iznine bağlı olacaktır.6 Türkiye’nin endişesi, Ankara ile Washington arasında sorunsuz işleyen bilgi ve istihbarat paylaşımına ilişkin işbirliğinin, Irak yönetimi ile sürüp sürmeyeceğinin belli olmamasıdır. 

PKK’nın bölgedeki varlığı ve bundan kaynaklanabilecek Türkiye’nin muhtemel askeri operasyonları, Ankara ile Erbil/Bağdat arasındaki ilişkilerin gelişmesini engelleyecektir. Yeni Amerikan yönetimi bu durumun farkındadır ve Amerikan askerleri bölgeden ayrılmadan önce bu sorunu çözmek isteyecektir. 

Obama döneminde Türk Amerikan ilişkilerini çok yakından etkileyecek bir gelişme ise İran ile uluslararası topluluk arasında devam etmekte olan gerginliğin alacağı seyirdir. Prensipte Amerikan yönetiminin İran rejimi ile konuşmayı ister gözükmesi Ankara’yı memnun etmektedir, ama sorun, bu konuşmalar neticesinde olumlu bir gelişmenin olmaması durumunda Ankara’nın takınacağı tavrın belirlenmesinde ortaya çıkmaktadır. 

Ankara, İran’a karşı ekonomik ve diplomatik yaptırımlara destek verecek midir, yoksa şu ana kadar başarıyla yürütmekte olduğu “ Arada kalmama ” 
Politikasını sürdürebilecek midir? Bu bağlamda Ankara’nın işini zorlaştıracak iki unsur vardır. Birincisi; diplomatik çabalara rağmen İran rejiminin işbirliği yapmaması, Tahran üzerinde uygulanacak yaptırımların meşruluğunu artıracaktır. İkincisi ise; Türkiye yeni seçilmiş olduğu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliği çerçevesinde İran’a karşı yaptırımların tartışılması durumunda net bir tutum almak zorunda kalacaktır. 

Obama yönetiminin seçim kampanyası sırasında sözde Ermeni soykırımı iddialarının ABD tarafından resmen tanınması gerektiği yönündeki tutumu Türk-Amerikan ilişkilerini olumsuz etkileyebilir. Fakat, son aylarda Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin ivme kazanmış olması ve tarafların ilişkileri tarihin ipoteğinden kurtarma yönünde bir irade göstermeye başlaması, yeni Amerikan yönetiminin soykırım politikasını gözden geçirmesine neden olabilir. Reel-politik kaygılar ve Türkiye-Ermenistan ilişkilerini sabote etmeme endişesi, Amerikan yönetimini daha ihtiyatlı davranmaya yöneltecektir. Türkiye açısından da resme bakıldığında, soykırım iddialarının kabul edilmemesinin en önemli garantisinin Ankara ile Erivan arasında geliştirilecek ilişkiler olduğu görülmektedir. 

Sonuç 

Bu analizler ışığında, Türk-Amerikan ilişkilerinin Başkan Obama zamanında önceki döneme göre daha olumlu bir seyir izleyeceğini tahmin etmek mümkündür. Olumlu beklentilerin oluşmasına neden olan faktörler daha belirli ve güçlüdür. 

Obama ile başlayacak dönemde ABD’nin, Irak’taki askeri varlığının sona ereceği, tek taraflı ve diplomasiyi göz ardı eden yaklaşımları terk edeceği, Irak ve Ortadoğu’daki bölgesel istikrarın sağlanması için Türkiye’nin hem stratejik hem de kimliksel katkılarına ihtiyaç duyacağı düşünülmektedir. 
Obama yönetiminin Irak ve Ortadoğu politikalarında Türkiye’yle yapacağı işbirliği, Türkiye’nin Irak işgalinden sonra yüz yüze kaldığı tırmanan PKK terörü, Kerkük’ün statüsü ve Irak’ın toprak bütünlüğü gibi sorunların da çözülmesine yardımcı olacaktır. 

Yine de fazla iyimser olunması için zamanın çok erken olduğunun altını çizmeliyiz. İkili ilişkilerin ne yönde gelişeceğinin ilk önemli belirtisi, Obama’nın 
Irak ve Ortadoğu politikasından önce, 2009 yılının Nisan ayında sözde Ermeni soykırımı tasarısının Amerikan Kongresi tarafından kabul edilmesi 
talepleri karşısında alacağı tavır olacaktır. 


DİPNOTLAR

1 Ceyda Karan, “Herkesin Sofa’sı Kendine”, Radikal, 24 Kasım 2008 
2 “ABD’den Bir Sinyal Daha”, Radikal, 22 Mart 2005 
3 Michael T. Claire, “The Meaning of Gates: From Imperial Offense to Imperial Defense”, 14 Kasım 2006, 
http://www.globalpolicy.org/empire/challenges/overstretch/2006/1114offtodef.htm    ( Erişim Tarihi, 13.12.2008) 
4 İbrahim Karagül, “ Kuzey Irak’ı “ İşgal ” ve Yeni Senaryolar ”, Yeni Şafak, 20.02.2008 
5 “ Neçirvan Barzani: İlişkilerimiz PKK’ya Mahkûm Edilmesin”, Zaman, 20.10.2008 
6 Mete Çubukçu, “ ABD Çekiliyor, Türkiye Üzülüyor mu? ”, 18 Kasım 2008, 
http://www.ntvmsnbc.com/news/466350.asp,    ( Erişim Tarihi 18 Aralık 2008) 



TÜRKİYE - ABD İLİŞKİLERİNDE OBAMA ETKİSİ; ORTADOĞU VE IRAK 
Obama, Irak Ziyaretinde Başbakan El Maliki ile de bir süre görüştü. 
Yrd. Doç. Dr. H. Tarık OĞUZLU 
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 
oguzlu@bilkent.edu.tr

***


26 Kasım 2016 Cumartesi

ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ





ASİ NEHRİ’NİN TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ VE GELECEĞİ 



Beşar Esad’ın ılımlı politikalar izlemesi, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarak değerlendirilmiştir. 
Yrd. Doç. Dr. Mehmet DALAR 
Abant İzzet Baysal Üniversitesi 
Uluslararası İlişkiler Bölümü 





Ortadoğu Analiz Mart’10 Cilt 2 -Sayı 15 
İnceleme 


Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı bu nehir konusunda Suriye’nin politikası 
ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle bu nehrin uluslararası nehir değil, ulusal nehir olduğu yönündedir. 

Giriş., 

Lübnan’dan kaynaklanıp, Suriye’ye geçtikten sonra Türkiye topraklarında Akdeniz’e dökülen Asi Nehri, Türkiye ile Suriye’nin sınırları aşan sular konusundaki ilişkilerinde önemli bir yere sahiptir. Devletlerin sahip oldukları su kaynaklarını bütünleşme ve işbirliği aracı olarak kullanmaları noktasından hareket eden bu çalışmamızda, Asi nehrinin hidrolik niteliklerine ve nehir üzerinde yapılan çalışmalara değinildikten sonra, nehrin kullanımı ve hukuksal 
statüsüyle ilgili ortaya çıkan sorunların Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkileri etkileme ve yönlendirme özelliği üzerinde durulmuştur. Nehrin kullanımıyla ilgili taraf devletlerin farklı görüşleri, nehirle ilgili yapılan hukuksal düzenlemeler ile Türkiye ve Suriye’nin nehrin kullanımıyla ilgili anlaşmazlıklarının nedenleri ve bunları etkileyen faktörlerin neler olduğuna değinen bu çalışma, Türkiye ve Suriye arasında son yıllarda görülen yakınlaşma ve sıcak ilişkilerin kalıcı hale getirilmesi için, bu nehrin kullanımından kaynaklanan sorunların işbirliği temelinde bir an önce çözüme kavuşturulmasının gerekliliğine işaret etmektedir. 

Nehrin Hidrolik Özellikleri 

Asi Nehri Lübnan sınırları içinde Lübnan dağları ve Cebelüşşarki (Anti Lübnan dağları) arasındaki Beka Vadisinde Baalbek kentinin yakınlarında Rasul-Ayn ve Al-Labwah adlı akarsuların birleşmesinden oluşur. Kuzeye doğru yaklaşık 35 km aktıktan sonra Suriye topraklarına geçer ve buradaki Hama Gölünü besler. Humus kentinin sulama ihtiyacını da karşılayan nehir, Hama yakınlarında kendisini besleyen diğer ırmaklarla Ghab ovasının sulanmasında kullanılmakta dır. Bölgede genellikle güneye doğru akan nehirlerin aksine kuzeye doğru aktığı için “ Asi ” olarak adlandırılan ve ulaşıma elverişli olmayan bu nehir, yatağı boyunca ova ve tekne şekilli geniş vadiler ile dar ve derin boğazlar içinde akar. Asi Nehri, Türkiye ve Suriye arasında 22 km.’lik sınır oluşturduktan sonra Türkiye’ye geçmektedir. Amik Gölünün kurumasıyla Karasu, Balıklı gölü kanalı ve Afrin Çayının birleşmesiyle oluşan bir akarsuya dönüşen Küçük Asi kolunu alır. Toplam uzunluğu 386 km olup, bunun 88 kilometresi Türkiye’de akmaktadır. Toplam yıllık kapasitesi 2,5 milyar m3 olan nehrin sularının tamamına yakın bölümü yapılan projelerle tüketilmektedir. 

Suriye’nin kullanımı nedeniyle yaz aylarında debisi 3 m3/sn.’ye düşmesinin yanında aşırı kullanımdan dolayı nehir suları kirlenmektedir.1 
Nehrin yıllık ortalama su kapasitesiyle ilgili farklı raklamlar bulunmaktadır: Lübnan’daki kaynaklara göre, Suriye sınırını geçmeden önce nehrin ülkedeki su hacmi 512 milyon m3, Suriye topraklarında ise 414 milyon m3 tür. Suriye ise nehrin kendi ülkelerindeki hacminin 2 milyar 715 milyon m3 olduğunu belirtmektedir.2 Başka bir kaynağa göre bu nehrin yıllık kapasitesi 1.2 milyar m3 olup bunun % 6’sı Lübnan, % 92’si Suriye ve % 2’si Türkiye topraklarından geçmektedir.3 Gerçeğe en yakın ölçüm 2 milyar 470 milyon m3 olarak değerlendirilmiştir.4 Aslında ülkeler arasında su kaynaklarının miktarıyla ilgili verilerin farklı ifade edilmesi su kullanımı konusunda anlaşmazlığa yol açan etkenlerin başında gelmektedir.5 Bu nedenle su miktarı üzerinde devletlerin ortak bir anlayışa sahip olmaları Asi gibi sınır aşan suların kullanımı için hayati önem arz etmektedir. 

Suriye’nin Nehir Üzerindeki Projeleri ve Türkiye’nin İtirazı

Suriye’nin Fransız mandası altında olduğu 1930’lu yıllarda ilk kez bu nehrin potansiyelinin değerlendirilmesiyle ilgili çalışmalar yapılma Suriye’nin Asi nehrinin kaynaklarını aşırı kullanımından dolayı debisi düşmekte ve suları kirlenmektedir. ya başlanmıştır. Asi nehri boyunca Hama’dan Humus’a kadarki alan, Ghab bölgesi ve Amuk Ovası olmak üzere üç bölgedeki tarımsal arazinin sulamasını kapsayan kalkınma planıyla ilgili çalışmalar başlatılmıştır. 30-32 bin hektar (ha) bataklık alanından drenaj sularını çekerek Asi nehri sularıyla desteklenecek Ghab Projesini gerçekleştirmek için Suriye 1950 yılında dünya bankasından kredi talep etmiştir. Banka projeyi kredilendirilebilir bulmakla birlikte projenin Lübnan’dan daha fazla suyu çekmemesi ve Türkiye’yle antlaşma yapılması gerektiğini ön görmüştür.6 Diğer taraftan Afrin suyunun da saptırılması planlanan projeye Türkiye’nin itirazları olmuştur. Türkiye’nin itirazı, projeyle ilgili inşaat çalışmaları sırasında Türk toprakları taşkınlıklara uğrayacağı ve projenin tamamlanmasıyla sulama döneminde Türkiye’ye fazla su bırakmayacağı yönündeydi. Şam’da iki ülke heyeti arasında yapılan görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.7 Bazı kaynaklara göre görüşmelerin başarısız olmasının nedeni Suriye’nin Türk toprağı olarak kabul etmediği nehrin denize döküldüğü Hatay iliyle ilgili iddialarından kaynaklanmıştır. 

Suriye ve Lübnan’ın sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hassas olmadıklarını ve çifte standartlı davrandıklarını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda bu sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır. 

Suriye bu yöndeki anlaşmazlık giderilemediği için, Dünya Bankasından kredi alamamıştır.8 
O dönemdeki siyasal konjonktürün de etkisiyle Türkiye, Asi nehri üzerinde yapılacak projelere karşı etkin bir şekilde tavrını sürdürmemesi, Suriye’yi bu projeler üzerinde çalışmalarını sürdürmesini beraberinde getirmiştir.9 Bu nedenle projeyle ilgili çalışmalar 1951 yılında yeniden değerlendirmeye alınmıştır. Hollanda firması Nedeco’nun oluşturduğu proje planı doğrultusunda Bulgaristan, Yugoslavya ve İtalya’dan şirketler ile Sovyetler Birliği’nin malzeme desteğiyle 1955’ten 1967 yılına kadar iki baraj, iki büyük drenaj kanalı ve diğer tarımsal kanalları içeren proje tamamlanmıştır.10 Bu nehir üzerinde Rustan, Hifaya-Mehadeh, Ziezoun ve Kastoun olmak üzere dört önemli baraj kurulmuş tur.11 Suriye tarafından nehrin geniş ölçekte kullanılması beraberinde 
önemli bir kirlilik sorunu getirmekte içme suyu niteliğini kaybettiğinden ülkede nehir sularını içen halkta tifo, kolera gibi çeşitli salgın hastalıklar baş göstermiş tir. Ghab projesi azami kapasitesine ulaşmış bulunmakta ve Suriye halkının % 12,5 oranındaki 1,5 milyonluk nüfus Ghab Vadisinde yaşamaktadır.12 
Bu nedenle Suriye, Ghab Vadisi boyunca yaptığı tarımsal sulama ile Asi sularının çok azının Türkiye’ye geçmesine izin verdiğinden Hatay’daki Amik Ovası susuz kalmakta ve kurak mevsimlerde, nehir suları denize bile ulaşamamaktadır.13 

Asi Nehri’yle İlgili Suriye-Lübnan Antlaşması

Asi nehri konusunda Lübnan ve Suriye arasında yapılan görüşmeler, 1962 yılına kadar dayanmaktadır. Bu görüşmeler, ancak 1994 yılında bir antlaşmayla sonuçlanmıştır. Suriye, Lübnan’la kendisine bu nehirden daha fazla kendisine hak tanıyan antlaşmayı 20 Eylül 1994 tarihinde imzalamıştır. 
Aşağı çığır ülkesi olan Türkiye’yle ilgili herhangi bir düzenleme getirmeyen “Asi 

Sularının Paylaşılması Antlaşması” adını taşıyan bu antlaşma, 9 maddeden oluşmaktadır. Bu antlaşmayla nehir suları müşterek sular olarak adlandırılmış, nehrin yıllık ortalama hacminin 403-420 milyon m3 olduğu kabul edilerek bu miktar üzerinde paylaşıma gidilmiştir. Buna göre Lübnan’a ayrılan pay 80 milyon m3 olarak belirlenmiş, geri kalan önemli kısım Suriye’ye tahsis edilmiştir. Suyun yıllık akımının 400 milyon m3’ün altına düşmesi durumunda Lübnan’ın kullanacağı miktarın suyun düşüşüyle orantılı olarak azalacağı hükmü benimsenmiştir.14 Buna karşı su miktarının yıllık akımın üzerinde olması durumunda Lübnan’ın kullanacağı su miktarıyla ilgili bir hükme antlaşmada rastlanmamaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki su miktarı ne kadar artsa bile Lübnan’ın alacağı pay 80 milyon m3’ü geçemeyecektir. Lübnan aleyhinde 
antlaşmanın getirdiği önemli bir düzenleme de 8. maddeyle hükme bağlanmıştır: Antlaşmanın yapıldığı 20 Eylül 1994 tarihinden sonra Lübnan tarafına nehirle ilgili herhangi bir tesis yapılmasına gerek duyulması halinde bu durumun Suriye tarafına bildirileceği ve bu tesislerde kullanılacak suyun veya yeni bir kullanımın Lübnan’ın 80 milyon m3 lük payından düşürüleceği esası benimsenmiştir. Bu antlaşmayla Suriye nehri denetleme yetkisine sahip olurken Lübnan, Asi 
nehri üzerinde herhangi bir tesis kurma ve bunları işletme konusunda istediği gibi davranamayacaktır.15 Lübnan’ın Suriye’nin avantajına olarak bu antlaşmayı imzalamasının nedeni, Lübnan’ın su ihtiyacının Suriye’den az olmasının yanında, Suriye yönetiminin Lübnan hükümeti üzerinde etkin role sahip olmasına bağlanmıştır.16 Türkiye ve Suriye’nin Asi Nehri’yle İlgili Anlaşmazlıkları 

Asi nehriyle ilgili önemli uluslararası düzenleme, Suriye’yi bağımsız yapmak isteyen o dönemin mandater ülkesi Fransa ile Türkiye arasında 19 Mayıs 1939 tarihinde imzalanan protokolün 3. Maddesidir. 

Buna göre Karasu Çayı, Asi ve Afrin Nehirlerinin sınır teşkil eden kısımlarında bu çay ve nehirlerin en derin noktası olan Thalweg hattı sınır olarak kabul edilecek ve sınır boyunca bu sulardan her iki taraf halkı eşit biçimde faydalanacaktır.17 Bununla birlikte söz konusu protokol, Suriye tarafından akan suların ne kadarının Türkiye’ye tahsis edileceğiyle ilgili bir düzenleme getirmemiştir. Bu sınırlar temelinde Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına tepki göstermekle beraber Suriye, bağımsızlığını kazandıktan sonra 1944 yılında Şam’daki yabancı misyona gönderdiği bir notada Suriye hükümetinin Fransa’nın Suriye adına yaptığı uluslararası ve ikili antlaşmalara saygılı olduğunu bildirmiştir. Buna göre 
1939 antlaşması da Suriye tarafından tanındığı kabul edilmektedir.18 Bununla birlikte 1950 yılından sonra Suriye, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına karşı çıkmış ve bu bölgenin ülkesinin bir parçası olduğunu iddia etmiştir.19 Suriye’nin bu tutumu iki yönden uluslararası hukuka aykırılık teşkil etmektedir: 

a) 1978 tarihli devletlerin antlaşmalara ardıl olmalarıyla ilgili Viyana Sözleşmesinin 15. Maddesi, el değiştiren ülke parçaları için sonraki 
devletin antlaşmaları geçerli olacağı şeklindeki teamül kuralını hüküm selleştirerek önceki devletin bu topraklarla ilgili antlaşmalarının bağlayıcı 
olmayacağını belirtmektedir.20 Sömürge iken bağımsızlığına yeni kavuşan devletlerin ardıllığıyla ilgili aynı sözleşmenin 16. Maddesi bu devletlerin 
önceki sömürgeci devletin yaptığı bu tür antlaşmalarına bağlı olup olmayacağı rızalarına bağlı olacağını öngörürken, 11. Maddesine göre sınır antlaşmalarının kural dışı olarak her zaman bağlayıcı olacağını hükme bağlamaktadır.21 Bu madde hükmüne göre Suriye, Hatay konusunda Fransa’nın Türkiye ile yaptığı 1939 antlaşması ve protokolü tanımak zorundadır. 

b) Yukarıda da değinildiği gibi, Suriye bağımsızlığına kavuştuktan sonra 1944 yılında Fransa’nın yapmış olduğu antlaşmaları tanıdığını bildirmiştir. 

Dolayısıyla Hatay ile ilgili Türkiye’nin imzaladığı 1939 tarihli protokol esas alınması gerektiğinden, uluslararası topluluğa yansıtılmış olan Suriye’nin iradesiyle oluşturduğu bu iç hukuk işlemi, Suriye’nin Hatay ile ilgili iddialarını hukuksal dayanaktan yoksun kılmaktadır. 

Suriye’nin Asi Nehriyle ilgili Yaklaşımı

Suriye’nin Fırat ve Asi’ye yönelik su politikası birbiriyle çelişmektedir. Ayrıca Hatay üzerindeki Türk egemenliğini tanımadığı için, Asi Nehri’ni Türkiye ile görüşmekten kaçınmaktadır.22 Fırat ve Dicle Nehirlerinin aksine Asi Nehrinde aşağı kıyı devleti konumunda olan Türkiye’ye karşı Suriye’nin politikası ise, sözde, nehrin aktığı Hatay ilinin kendisine ait olması nedeniyle nehrin uluslararası değil, ulusal nehir olduğu yönündedir.

23 Bu nehirle ilgili anlaşmazlığın temel nedenlerinden biri Suriye’nin Hatay’la ilgili bu tür iddialarından kaynaklanmaktadır.24 Suriye, aşağı çığır ülkesi konumunda olduğu Fırat ve Dicle bakımından sulardan faydalanma hakkıyla ilgili “doğal durumun bütünlüğü”, “öncelikli kullanım” ve “ Adil kullanım ” doktrinlerine dayanırken, Türkiye’ye göre yukarı çığır ülkesi olduğu Asi nehri konusunda Türkiye’yi dışlayarak “mutlak egemenlik” doktrinine yakın bir eğilim göstermektedir. Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin tanınmamasından da kaynaklanan Suriye’nin bu yaklaşımı, sular konusunda sürekli ve istikrarlı bir politika izlememesine yol açmaktadır.25 1993 yılında Türkiye ile Suriye arasındaki su sorunlarının çözülmesiyle ilgili yapılan görüşmelerde Türkiye tarafından Fırat-Dicle nehriyle birlikte Asi nehrinin de görüşmelere dahil edilmek 
istenmesinden dolayı Suriye görüşmelerden ayrılmış ve Asi nehriyle ilgili sorunların tartışılmasını reddetmiştir.26 Suriye’nin Dicle ve Fırat nehirlerinde aşağı kıyı ülkesi olmasından dolayı ileri sürdüğü tezler ve dayandığı doktrinler, Türkiye tarafından Asi Nehri için kendisine karşı ileri sürülmektedir. Bundan dolayı, Suriye’nin Asi nehri konusunda görüşmelere karşı çıkması, bu ülkenin kendisi için hayati önem arz eden Fırat Nehri konusunda ödün vermemek istemediğinden kaynaklandığı vurgulanmaktadır.27 Asi sularından yararlanmanın en doğal hakkı olduğunu ve nehir üzerindeki her türlü tasarrufu Lübnan ile birlikte kullanabileceğini ileri süren Suriye, 2. Dünya Savaşı başlangıcında Fransa ile anlaşarak İskenderun (Hatay) sancağını “zorla gasp ettiğini” iddia ettiği Türkiye ile Asi nehrinin görüşülmesi, Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin 
tanınması anlamına geleceğini belirtmekte ve bu sancağın Suriye’ye iade edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.28 



< İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde getirmiştir. 
Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceği nin işareti olarak değerlendirilebilir. >

2002 yılının haziran ayı başlarında Asi nehri üzerinde Suriye’nin yaptığı barajın yıkılması ile oluşan sel, Suriye’deki birçok yerleşim birimlerini etkilerken Hatay bölgesini de olumsuz etkilemiştir. Suriye yetkililerinin bu durumla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi ve işbirliğinden kaçınmaları, konunun Suriye’nin iç sorunu olarak görmelerinden ve dolayısıyla Hatay’ı kendi toprakları olarak saymalarından kaynaklanmaktadır.29 
Hatay bölgesiyle ilgili Suriye’nin iddiaları, Asi nehri konusunda Türkiye ile herhangi bir antlaşma yapılması olanağını önlemektedir. 20 Eylül 1994 tarihinde Lübnan ile yaptığı “Asi sularının paylaşılması” antlaşmasında Türkiye ile ilgili bir düzenleme yapılmamasının ve bu antlaşmadan Türkiye’nin haberdar edilmemesinin nedeni budur.30 

Türkiye’nin Yaklaşımı ve Suriye’nin Sorumluluğu 

Esasen Türkiye 1950 yılında Suriye’nin Ghab projesine itiraz etmesinden sonra itirazını 1995 yılına kadar Suriye’nin Asi nehri kullanımına ilişkin olarak etkin bir şekilde sürdürmemiştir. 1995 yılından itibaren Türk Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Hatay bölgesinin daha önceki nehir akımının ancak onda birini aldığını bildirerek, nehir akımın yıllık olarak 1,55 milyar m3’ten 0,14 milyar m3’e düştüğüne işaret etmiştir. Suriye, ise nehir akımındaki su azalmasının kendi kullanımından değil kuraklıktan kaynaklandığını savunarak Türkiye’nin suçlamalarına cevap 
vermiştir.31 Türkiye, Suriye’nin sular konusunda çelişkili davrandığını, aşağı kıyı devleti olduğu Fırat sularından daha fazla hak isterken, Asi nehrinin aşağı kıyı devleti olan Türkiye’nin sulardan faydalanma hakkını engellediğini belirtmekte dir. 

Suriye’nin nehri aşırı kullanımı zaman zaman Türkiye tarafına gelen suyun tamamen kurumasına yol açmaktadır. Türkiye’ye ulaşan sularda ise yoğun olarak zehirli atık bulunmakta ve Hatay bölgesini olumsuz etkilemektedir.32 Bu durum zamanımıza kadar devam etmektedir. 

Son yıllarda Suriye’nin barajlarında su tutması ve aşırı sıcaklar, Türkiye’nin en verimli topraklarına sahip Hatay’daki Amik ovasını sulayan Asi nehrinin tamamen kurumasına yol açmıştır. Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerindeki barajlarla su hakimiyetini sağlamasının ardından iki ülke arasında yaşanan su gerginliği, Suriye’nin Asi nehrinin üzerine Katina, Moharda, Mostar, Direslin ve Elzeyzun barajlarını yapmasıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Kışın, zaman zaman doluluk nedeniyle 5 barajın kapağını birden açan Suriye, aynı barajları yazın kapatmakta dır.33 

Suriye’nin bu kullanımı, kendisinin taraf olduğu 1997 tarihli suyollarının ulaşım dışı amaçlarla kullanılmasına dair BM sözleşmesinde geçen “önemli zarar vermeme” ve suların “ Adil ve Makul ” kullanımını öngören hükümlerine aykırıdır. Bu sözleşmede öngörülen zararın somut ve ölçülebilir olmasının unsurları yukarıda da işaret edildiği gibi oluşmuştur. Bölgenin kurak olmasının da etkisiyle tarımsal kullanımdan dolayı su miktarında azalma olması mümkün olmakla birlikte, akan sularda zehirli atıkların bulunması Suriye’yi sorumlu kılmaktadır. Sularda zehirli atıkların bulunması açık ve somut zarardır. Ayrıca yukarıda da değinildiği gibi Suriye’nin yıkılan barajlarıyla ilgili Türkiye’ye bilgi vermemesi veya Türkiye’ye haber vermeden baraj kapaklarını açması sonucunda Hatay bölgesinde nehirden kaynaklanan taşkınlıkların yol açtığı zararlar da bu türden somut zararlardandır. Yukarı devletler suları kullanırken, aşağı devletlere zarar vermeme yükümlülüğü altındadır.34 Türkiye’nin üzerinde durduğu diğer konu ise, Suriye’nin Asi nehriyle ilgili yaptığı projeler ve imzaladığı antlaşmalar konusunda kendisine bilgi verilmemesi, Türkiye’ye karşı iyi niyetli yaklaşım sergilenmemesi ve bu tür işlemlerde kendisinin göz ardı edilmesidir.35 Açıktır ki Suriye’nin bu tutumu, taraf olduğu söz konusu BM sözleşmesinin suyollarının kullanımında devletlerin katılım ve işbirliğinde bulunmaları gerektiğiyle ilgili 5. 
Madde hükmüyle çelişmektedir.36 

Türkiye, Asi ve Fırat nehirleriyle ilgili bir kıyaslamada bulunarak, Fırat’ın debisinin saniyede 100 m3e indiği zaman bile 500 m3/sn tutarındaki 
suyu Suriye’ye bıraktığına dikkat çekerek, Asi sularının Suriye ve Lübnan tarafından tamamen tüketilerek Türkiye’nin göz ardı edildiğini belirtmektedir. 
Bu devletlerin sınır aşan sular konusunda Türkiye kadar hasssas olmadığı ve çifte standartlı davrandığını ileri süren Türkiye, Fırat ve Dicle sularının kullanımıyla ilgili görüşmelere Asi nehrinin de dahil edilmesi durumunda sorunların çözülebileceğini vurgulamaktadır.37 

Son yıllarda Suriye’den kaynaklanan kirliliğin giderilmesi için Türkiye tarafından yürütülen çalışmalar kapsamında planlanan Antakya Belediyesi’nin başlattığı Asi Nehri Islah Projesinin önemli bir parçası olan Lastik Set Barajın temel atma töreninde konuşan Hatay Valisi, kirliliğe büyük ölçüde Suriye’nin neden olduğunu, konunun son yıllarda Türkiye’nin iyi ilişkilerinin bulunduğu Suriye makamlarına iletildiğinde onların da kirliliğe sebep olduklarını doğruladıklarını ve Asi Nehri’nin ekolojik dengesinin korunması için çalışma yapacaklarını belirttiklerini bildirmiştir.38 

Değişik amaçlarla Suriye tarafında kurulan sanayi tesislerinin nehre karıştırdıkları zehirli atıklarının Hatay bölgesinde neden olduğu önemli 
çevresel zararların giderilebilmesi için Suriye’nin Türkiye ile işbirliği yapması gerekir. Türkiye’nin aşağı kıyı devlet, Suriye’nin ise ara havza devleti 
durumunda olduğu Asi Nehriyle ilgili politikaya Türkiye şu nedenlerden dolayı önem vermektedir:39 

a. Türkiye, Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili yapılacak herhangi bir antlaşmaya Asi Nehri’ni de dahil etmek istemektedir. 

b. Türkiye, Fırat sularının paylaşılmasını isterken Asi Nehri’nin kullanımı ve paylaşımı konusunda aynı politikayı izlemek istemeyen Suriye’yi, uluslararası 
alanda sorunun kaynağı olarak göstermektedir. 

c. Suriye, nehrin sularını Türkiye’ye yetmeyecek kadar aşırı kullanması nedeniyle Hatay bölgesinin tarımsal arazilerinin zarar görmesine ve bölgede önemli kuraklığa yol açmaktadır. 

Sonuç 

Su potansiyeli Fırat’tan çok küçük olmakla birlikte, Türkiye’nin aşağı-kıyıdaş konumda olduğu Asi Havzasının durumu yukarıdaki hususlar açısından özel önem taşımakta ve Suriye ile su görüşmelerinde tartışılacak birçok yönü bulunmaktadır. Kaldı ki Türkiye, Asi Havzasında 165,000 hektar arazinin sulanmasını öngörmekte [Devlet Su İşleri (DSİ)-1995] olduğundan, bunun tamamının Türkiye’den kaynaklanan sularla sulanması pek mümkün değildir. Türkiye’den Ortadoğu’ya hangi kaynaktan ne kadar suyun aktarılacağı konusunda yapılacak antlaşmalarda, Türkiye’ye ek yük getirilmeden, Asi Havzasının durumunun da kesinliğe kavuşturulması gerekmektedir.40 Ne var ki şimdiye kadar bu konuda henüz bir antlaşma yapılmış değildir. 

Suriye’nin Asi Nehri konusunda Fırat ve Dicle Nehirleriyle ilgili izlediği politikadan ayrılması, sular konusunda Türkiye ile antlaşma zemininin oluşmasını zorlayan önemli nedenlerden biridir. Bununla beraber son yıllarda Türkiye ile Suriye ilişkilerinde bir yakınlaşma gözlemlenmiş, Devlet Başkanı Hafız Esad’ın ölümü sonrasında yerine geçen oğlu Beşar Esad’ın babasından farklı olarak ılımlı politikalar izlemesi ve 6 Ocak 2004 tarihinde Türkiye’yi ziyareti, iki devlet arasındaki sorunların giderilmesinde önemli aşama olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca uluslararası hukuk doğrultusunda ülke tanımlarının yer aldığı çifte vergilendirmenin önlenmesi ve yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması anlaşmalarının imzalanması, Suriye’nin Hatay konusundaki iddiasından geri adım atacağı41 sonucunu doğurabilir. İki ülke vatandaşlarına vize uygulamasının 
kaldırılmasıyla doruk noktasına kavuşan yakınlaşma ve birçok alanda işbirliği yapılması kararı alınması42 iki ülkenin bütünleşmesini beraberinde 
getirmiştir. Bu gelişmeler aynı zamanda su konusunda da daha rahat anlaşma sağlanabileceğinin işareti olarak değerlendirilebilir. Asi nehrini da içerecek Dicle ve Fırat nehirleriyle ilgili yapılacak kapsamlı ve kalıcı antlaşmanın yapılması, her iki ülkenin ekonomik ve sosyal entegrasyonunu güçlendireceği gibi bölgede sürekli ve istikrarlı bir barışın kurulmasını mümkün kılacaktır. Türkiye ve Suriye’nin sular konusunda yapacağı işbirliği, Ortadoğu’nun hem su kaynaklı hem de diğer sorunlarının çözümüne önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. 


DİPNOTLAR; 

1 Salha, Samir , Türkiye, Suriye ve Lübnan İlişkilerinde Asi Nehri Sorunu, Dış Politika Enstitüsü y. , Ankara 1995, s.13.; AnaBrtitannica, Hürriyet Gazetesi Yayınları, 1993, İstanbul, C. 3, s. 153.; Bilen, Özden, Ortadoğu Su Sorunu ve Türkiye, TESAV y. , Ankara 1996, s. 103.; Ezeli Azarkan, “Asi Nehri Sorunu”, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, s.7, 2003, s. 5. 

2 Salha, a. g. e. , s. 15. 

3 Azarkan, a. g. e. , s. 5.; Salha, a. g. e. , s. 15. ; Akmandor, Neşet, “Su Sorununun Fiziksel Boyutları”, Ortadoğu Devletlerinde Su Sorunu, TESAV y., No.4, Ankara, 1994, s. 27. 

4 Salha, a. g. e. , s. 15. 

5 İbrahim Mazlum, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamaları Açısında Sınıraşan Sular Sorunu”, En Uzun On Yıl, der: Gencer Özcan-Şule Kut, Büke yayınları, İstanbul, 2000, s. 378. 

6 İbrahim Mazlum, Water in the Middle East: The Scarce Resource of Region, Marmara University, unpublished Master Thesis, 1996, s. 88 

7 Ibid., s. 88. 

8 Greg Shapland, Rivers of Discord International Water Disputes in the Middle East, published by C.Hurst&Co., London, 1997, s. 146; 
http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/sondonem/su/su.html. 

9 Shapland, a. g. e. , s. 147. 

10 Mazlum, age, s. 89. 

11 Salha, a. g. e. , s. 11. 

12 Arnon Soffer, Rivers of Fire, pub. by Rowman and Littlefield, 1999, Maryland, s. 208. 

13 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil” , 24 Mart 2000, www.milliyet.com.tr . 

14 Salha, a. g. e. , s. 26. 

15 Salha, a. g. e. , s. 27. 

16 Münevver Aktaş Acabey, Sınıraşan Sular, Beta yayınları, İstanbul, 2006, s. 272. 

17 Orhan Tiryaki, Sınır Aşan Sular ve Ortadoğu’da Su Sorunu, TSK yayınları, Cem ofset matbaacılık, İstanbul, tarihsiz, s.59. 

18 Ömer Osman Umar, Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1940), Fırat Üniversitesi Orta-Doğu Araştırmaları Merkezi yayınları, Elazığ, 2003, s.250.; Azarkan, a. g. e. , s. 12. 

19 Umar, a. g. e. , s. 250. 

20 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, III. Kitap, 3.baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s. 36.; Salha, a. g. e. , s. 42. 

21 Pazarcı, a. g. e. , s. 32 ve s. 34. 

22 Özkan, Naki, “Türkiye su zengini değil”, Milliyet Gazetesi , 24 Mart 2000, www.milliyet.com.tr 

23 Salha, age, s. 22.ve 23. 

24 İbrahim Kaya, “Türkiye’nin Sınıraşan ve Bölgesel Sular Politikası: Hidropolitik ve Hukuksal Bir Yaklaşım”, 19802003 Türkiye’nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2003, s. 107. 

25 Azarkan, a. g. e. , s. 9-10.; Konuralp Pamukçu, “Su Sorunu Çerçevesinde Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der: Faruk Sönmezoğlu, Der yayınları, no. 137, İstanbul, 2004, s. 265. 

26 Ali Çarkoğlu ve Mine Eder, “Domestic Concerns and the Water Conflict over the Euphrates-Tigris River Basin”, Middle Eastern Studies, Vol. 37, No. 1, 
(Jan., 2001), s. 68. 

27 Azarkan, a. g. e. , s. 12. 

28 Salha, a. g. e. , s. 38.Tiryaki, a. g. e. , s. 218.; Azarkan, a. g. e. , s. 12; Shapland, a. g. e. , s. 146. 

29 Kaya, a. g. e. , s. 107. 

30 Salha a. g. e. , s. 21. 

31 Shapland, a. g. e. , s. 147. 

32 Salha a. g. e. , s. 40. 

33 Asi nehri çöle döndü, 2007-08-09, 
http://www.yenibursa.com/Asi-nehri-cole-dondu-7855.html 

34 Mehmet Dalar, Su Sorununda Ulusal ve Uluslararası Legal Perspektifler: Fırat ve Dicle, Alfa Aktüel Yayınları, Bursa, 2007, s. 69, s. 78, s. 250. 

35 Salha a. g. e. , s. 37. 

36 Dalar, a. g. e. , s. 69. 

37 John Bulloch and Adel Darwish, Su Savaşları, çev: Mehmet Harmancı, Altın kitaplar y., 1994, İstanbul, s. 64.; Tiryaki, a. g. e. , s. 218. 

38 Mehmet Hüseyin Zorkun, 17.07.2007, http://www.flasgazetesi.com.tr/haberDetayMiddle.asp?ID=399 

39 Salha, s. 23-24. 

40 Öziş, Ünal ; Baran, Türkay ; Özdemir, Yalçın ; Fıstıkoğlu , Okan ; Türkman, Ferhat ve Dalkılıç, Yıldırım, “Türkiye’nin Sınır - Aşan Sularının Su Hukuku ve Su Siyaseti Açısından Durumu”, s. 6, 
www.suvakfi.org.tr/sinira-san.DOC, 03.Aralık 2002. 

41 NTV, “Ankara-Şam ilişkilerinde yeni dönem”, 31 Ocak 2004, http://www.ntvmsnbc.com/news/251405.asp.; Kaya, a. g. e. , s. 107.; Veysel Ayhan,“Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem:Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Orsam y., (Kasım 2009), sayı 11, s. 27. 

42 Ayhan, a. g. e. , s. 27. 


Ortadoğu - Analiz 
Mart’10 Cilt 2 -Sayı 15 

DERGİMİZ YAYINLARINDAN YARARLANMAK İÇİN ARŞİVİMİZ;

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/publish/12?s=orsam|turkish

..