25 Kasım 2016 Cuma

DEVLET VE İNSAN HAKLARI BÖLÜM 1



DEVLET VE İNSAN HAKLARI  BÖLÜM 1 


Doç. Dr. Anıl ÇEÇEN 

İnsan toplumlarını yöneten ve yönetilenler farklılaşmasının gündeme gelmesiyle beraber devlet olgusu da ortaya çıkmıştır. 
Giderek artan nüfus doğal olarak. beraberinde kargaşayı ve düzensizliği de getirince, insanlar kendilerini güvence altına alabilmek ve haklarını koruyabilmek açısından insanların ötesinde ve insanüstü bir güç olarak devlet varsayımına gereksinme duymuşlardır. 
Devlet denen varsayımsal fizikötesi olgunun ana nedeni insanların güvence gereksinimi ve insan haklarının korunmasıdır. 
Bir ülkenin veya toplumun devleti, kendi ülkesinde yaşayan tüm insanları yaşam ve diğer haklarını korumak ve bunları güvenceli bir düzene bağlamak zorundadır. 
Aksi durumda devlet denen olgu kendi varlık nedenini yadsımış duruma düşer. Böylesine bir çelişki de devletin varlığım tartışmalı bir düzeye indirger. 
Bir toplumun yönetimi, o toplumun insanlarının güvenceli bir düzene kavuşturulmasıdır. 
Bir devletin varlığı, bu amacın en alt düzeyde gerçekleştirilebilmesine bağlıdır. Ancak bu hedef gerçekleştirildikten sonra bir devletin vatandaşları kendi devletlerinin varlığına ve ona vatandaşlık bağı ile bağlı bulunduklarına inanabilirler. 

Devlet ve insan hakları kavramları hem birbirlerini tamamlarlar hem de birbirleriyle çelişirler. Bu iki kavram arasındaki ilişkinin böylesine çift yönlü olması nedeniyle devlet ve insan hakları bağlantısında son derece hassas ve dikkatli olmak gerekmektedir. 
Devletin egemenliğinin sınırı insan haklarının genişliği veya sınırlılığı ile belirlenmektedir. 
Bir devlet ne kadar otoriter ve baskıcı bir yapıda ise o ülkede insan hakları o kadar geri ve azdır. Aksine bir devlet ne kadar demokratik ve hoşgörülü ise o ülkede insan hakları o derecede geniş ve ileridir. Bu genel kural dünyanın hemen hemen her ülkesinde yakından izlenebilir. Demokratik görünüm insan haklarının varlığı için hiç bir zaman yeterli olamaz. Bir devletin hukuk düzeni çerçevesinde gerçekten demokratik olması insan haklarının varlığı ve geleceği için her zaman güvencedir. 

Siyasal rejimierin anayasalarda demokrasi biçiminde belirlenmesinin yanısıra, demokrasilerin evrensel ölçüleri ve kurumları da insan hakları için varolmak zorundadır. Siyasal demokrasinin yanısıra, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü gibi ilkeler yaşama geçirilmedikçe insan hakları her zaman için ezilebilir ve devlet yapısı hızla antidemokratik bir yapıya dönüşebilir. Devletin varlığının 
yanısıra ciddi ve çağdaş bir hukuk düzeni de insan haklarının varlığı için zorunlu bir ögedir.


Varsayımsal da olsa her devlet bir organizmadır ve kendi varlığını korumak isteği doğal bir eğilim olarak bu yapıda bulunmaktadır. 
Devletler kendi varlıklarını güvence altına alabilmek için yasalar kayabildikleri gibi benzeri hukuksal düzenlemelere de gidebilirler. 
Ne varki bütün bunların hem anayasal hem de hukuksal çizgide insan hakları ile sınırlı olması gerekmektedir. 
Eğer devlet kendi varlığını güvence altına .almak amacıyla getirdiği yasal düzenlemelerde insan haklarının özünü ve çağdaş boyutlarını görmezden 
geliyorsa en başta kendi varlık nedenini yadsıyor demektir. 

Devlet her türlü yasal düzenlemesinde ve tüm etkinliklerinde insan haklarının özünü gözönünde tutmak ve buna zarar vermemek zorundadır. 
Devletin güvenliğini kendi vatandaşlarına karşı düşünmek bu açıdan yanlıştır. 
Devletin güvenliği aynı zamanda kendi vatandaşının güvenliğine de bağlı bulunmaktadır. 
Böylesine önemli bir noktada devlet ve insan hakları kavramları çatışmak değil ama birbirlerini tamamlamak durumundadırlar. 
Ancak böylesine çağdaş ve gelişmiş bir yaklaşımla hem devletin hem de insan haklarının varlığı güvenceli bir düzene kavuşturulabilir. 

İnsanlığın tarihi incelendiği zaman, ilkel zamanlarda varolan karışıklığın giderek önemli aşamalardan geçerek bir toplum düzenine doğru geliştiği gözlemlenmektedir. 
Birçok bilginin doğa durumu diyerek ele aldığı ilkel dönemlerde, doğa da varolan güçlünün güçsüzü ezmesi ve bununla beraber gelen kargaşa ortamında 
zayıflar ezilmiş ve doğal bir seleksiyon süreci kendiliğinden gerçekleşmiştir. Doğal seleksiyon süreci içinde sürekli olarak güçlüler ve doğuştan üstün yeteneklere sahip olanlar başarılı olmuşlar, bunlar kendi istediklerini diledikleri gibi gerçekleştirerek kendi düzenlerini kurmuşlardır. Güçlüler her zaman için böylesine bir savaşımdan yengi ile çıkarlarken güçsüzler her zaman için ezilmiş
lerdir. Üstün yeteneklere sahip olan azınlıklar kendi düzenlerini kurarlarken, zayıflar ve ezilenler zaman içinde insan olamamışlar, diğer canlılar gibi hayvan işlemine uğramışlar ve kölelik onların doğal düzeni olmuştur. 


Yöneten ve yönetilen farklılaşması ile beraber ortaya çıkan kavga ve mücadelelerin kaldırılabilmesi için hukuk olgusu kendiliğinden gündeme gelmiştir. Düzenli bir yaşam için insanların davranışlarını ve eylemlerini denetleyen hukuk kurallarının varolması gerektiği uzun süren savaşırnlar sonucunda benimsenebilmiştir. Bütün kişilerle beraber toplumlarında hukuk düzeni içinde yaşamaları gerektiği acılı deneyimlerden sonra genel beniruserne görmüştür. Her insanın hiç bir ayırım gözetilmeden mutlu yaşayabilmesi 
ancak ciddi bir hukuk düzeni içinde gerçekleşebilmektedir. Hukuk düzeninin varlığı da devletin varlığına bağlı bulunmaktadır. 

Bir hukuk düzeninin kurulabilmesi ve yürütülebilmesi için devlet denen üstün varlığa gereksinme bulunmaktadır. İnsan kalabalıklarının toplumlaşma sürecinin belirli bir noktasında ortaya çıkan devleti toplumun dışında düşünebilmek olanaksızdır. Devlet, toplum ve hukuk düzeni varlıkları birbirlerine bağlı olan kavramlardır (1). 

Devlet ile beraber siyasal iktidar, toplumsal yapı, sınıf ilişkileri, toplumsal görüş birliği, sosyal ve ekonomik ilişkiler beraberce ele alınarak incelenmek zorundadır. Devlet olgusunun gerçek boyutlarının ortaya çıkarılabilmesi ve değerlendirilebilmesi için, bu ilişkilerin bir bütün olarak ele alınması gözardı edilemeyecek bir durumdur. 

Çağımızın gelişmiş bilimsel çalışmalarında devleti bir sivil beraberlik olarak ele alma eğilimi ağır basmaktadır (2). 

Çağımızın insanının varmış olduğu bilinç düzeyinde bir devletin uyruğu olduğunu kavrayabilmesi önemli bir aşama olarak değerlendirilmektedir. 
Dünyada yaşayan her insan ister istemez bir devletin uyruğudur. Birisinden çıkıp diğerinin uyruğu olabilmektedir. Her devletin kendine özgü yapısı ve özellikleri bulunmakta, bunları beğenmeyen kişiler başka devletlerin uyrukluğuna geçebilmektedirler. 
Dış gerçeklik ifade eden her olgu gibi devlette tüm insanlar için vardır. Çağımızın tartışmalarında varlığı ve anlamı ençok tartışıIan sorun olarak devlet görmezden gelinemeyecek kadar önemli bir olgudur. Sivilleşmeye önem veren akımlar devleti sivil bir beraberlik biçimi ve yaşam düzeni olarak kabul etmekteler ve devletin varlığının tüm insanların onu benimsemesine bağlamaktadırlar. Toplumdaki sivil ve siyasal ilişkilerin temelde devlet olgusu ile açıklanması öne geçmektedir. Demokrasinin toplumsal tabanı olan sivil toplum yapısının gelişebilmesi ve yerieşebilmesi açısından da devletin sivil beraberlik düzeni olarak ele alınması gerekmektedir. 
Kendine özgü bir ilişki olarak sivil beraberlik düzeninin toplumu oluşturan bireylerce olduğu kadar devlet tarafından da anlaşılması gerekir. Böylesine bir bilincin yerleşmesiyle sivil beraberliğin getirdiği ahlak devlet ve insan ilişkilerinde etkin bir konuma kavuşur. 

Devletin sivil beraberlik düzeni olarak anlaşılabilmesi için çağdaş bir eşitlikçi düzene gereksinme bulunmaktadır. Çağımızın devleti eşitlikçi bir devlet olmak zorundadır. Eşitlik devlet yapısında olduğu kadar insanların günlük yaşamlarında da önemli rol oynamaktadır. 
Vatandaşlan arasında hiç bir ayınma gitmeyen ve onlara sahip olduğu tüm olanaklan eşit biçimde dağıtan devletin saygınlığı diğerlerine oranla fazla olmaktadır. Vatandaşlık bilinci sivil toplumda eşit olma eğilimini ve eşitlik arayışını da beraberinde getirmektedir. Devlet toplumu meydana getiren her bireyin eşit devleti olmak zorundadır. 
Kendi bireyleri arasında ayırım yapan devlet kendiliğinden insan haklarını zedeler ve kendine olan inancın sarsılmasına yolaçar. 
Hak ve fırsatlarda vatandaşiara tanınan eşitlik, sivil toplum yapısını güçlendireceği gibi insan haklarının gelişmesine de yardımcı olmaktadır. 

Toplumdaki haksızlıkları ve adaletsizlikleri ortadan kaldırmak üzere düşünülmüş olan devlet olgusu yeni adaletsizliklere yolaçınca, sivil toplum yolundaki gelişmeler önemli çıkınaziara saplanmış oldu. Devleti toplumun dışında kendi başına varlık olarak gören anlayışın egemen olması halinde insan kavramı ve değerleri geri planda kalmakta ve bundan da insan hakları zarar görmektedir. 
Hak çiğnemeleri ve özgürlüklerin gözardı edilmesinde devlet kavramının yüceltilmesinin neredeyse bir kutsallık kazandırılmasının önemli rolü bulunmaktadır. Günümüzde giderek siyasal bir kurum olarak görünen devlet temelde bir insan kurumudur ve insan haklarına dayanmak zorundadır (4). Gelişme ve kalkınma eğilimlerinin giderek artması karşısında bozulan dengelerde, devletin yetersiz kalması önemli sorunlar yaratmakta ve devletin insanlar için anlamını yeniden tartışma alanına getirmektedir. Gelişme sürecinde toplumun belirli kesimlerinin öne çıkması, ulusal gelirden daha fazla pay almalan yeni adaletsizlikler yaratmış ve devlet gelişme uğruna bu toplumsal dengelerdeki bozulmalara seyirci kalmıştır. 

Bilimsel alanda devlet, sivil ilişkiler bütünü olarak ele alınırken ekonomik gelişmelerin ortaya çıkardığı kalkınmacı devlet anlayışı çağımızdaki tartışmaları içinden çıkılmaz noktalara getirmiş ve bu durumdan da insan haklan önemli yaralar almıştır. Devlet olgusu ortaya çıkan gelişmeler karşısında yeniden ele alınarak çağdaş boyutlarda değerlendirilmedikçe devlet ve insan hakları ilişkisinin düzene girmesi beklenemez. Toplumsal ilişkilerin düzenlenmesine ilişkin değer korumaya yönelik en temel ilkeler, temel insan hakları denen ilkelerdir. Bu haklar bir ülkede yasal güvence altına alındıkları zaman toplumsal özgürlük kavramının içeriğini oluşturan özgürlüklere dönüşürler. 
Temel insan haklarını dile getiren ilkeler yasal güvence altına alınabiliyorsa, devlet düzeni ile o ülkenin tüm yurttaşlarının temel hakları eşit ve onurlu biçimlerde korunabiliyorsa o ülkede insan hakları çağdaş anlamda güvence altında demektir. 

Otoriter devlet yapısından gunumuzun eşitlikçi, özgürlükçü çağdaş devlet yapısına geçiş kolay olmamıştır. Sosyal gelişmelerden kazançlı çıkan birey olmuş devletin etkinliği ise toplumsal ve siyasal haklarla sınırlanmıştır. Modern devlet ile beraber temel insan hak ve özgürlükleri birey yararına içerik ve boyut değiştirmiştir. İnsan olma bilinci ile insanlık onurunun gelişmesi de bireylere 
doğal haklarının yanısıra bazı toplumsal hak ve özgürlükler de kazandırmıştır. Böylece toplumu oluşturan bireylere insan onunma yaraşan bir yaşam sağlamak devletin başlıca görevi olmuştur. Günümüzde artık devlet birey ilişkisi artık bir haklar dengesidir. Böylesine duyarlı bir dengeyi oluşturmanın ve koruyabilmenin ne denli zor bir iş olduğu yaşanan deneylede ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle 
devletlerin ve devleti yönetenlerin ne denli özenli davranmaları gerektiği iyice açıklığa kavuşmaktadır. 

Devlete düşen ödevlerin yanısıra bireylere de toplumsal sorumlulukları yönünde önemli görevler düşmektedir
Yasalarla belirlenen devlete karşı ödevlerini bireylerin özenli biçimde yerine getirmeleri devlet ve insan ilişkilerindeki dengelerin korunabilmesi
açısından yararlıdır. Devlet ve birey arasında yakın ve sıcak ilişkiler bulunmalıdır. O zaman insan hakları veya devlet düzeni açısından daha az sorun çıkacaktır. Bireylerin devletlerine karşı düşmanlık içinde olmaları durduk yerde sözkonusu olamaz. Belirleyici olan devletin tavrı olduğu için bireyler ilişkilerini devletin tutumuna göre ayarlarlar. Devlet ve onu yönetenler o ülke vatandaşlarına karşı ne kadar yumuşak ve hoşgörülü yaklaşırsa insanların ilişkileri de aynı ölçüde esnek olacaktır. Olumsuz tutumlan ile devlet gücünü kötü kullananlar birey devlet ilişkilerini sarsarlar ve toplumda giderek devlete karşı olumsuz duyguların gelişmesine neden olurlar. Böylesine ters gelişmeler karşısında devlet ve bireyler çok dikkatli davranmak durumundadırlar. Yanlışlıkla ortaya çıkabilecek hatalar bireyleri devletten soğutabileceği gibi, devleti de daha sertleşmeye iterek sonuçta toplumsal bunalıma yolaçarlar. 

İnsan haklarına saygı gösterilmeyen ülkelerde, devlete karşıt düşünceler ve akımlar gelişme ortamı bulabilmektedir. 
Devlet gücunun zor ve baskı yöntemleri ile kullanılması, halkın ezilmesine, gücsüzlerin telef olmasına insanlık onurunun önemli yaralar almasının neden olabilmektedir.
Bu gibi ters durumlarda devlete olan inancı ortadan kaldırdığı gibi bazan sertleşme süreçlerinde devlet düşmanlığını da gündeme getirebilmektedir. Devlet gücünü elinde tutan kişilerin bu açıdan çok dikkatli olmaları, olumsuz tutum ve davranışlarıyla vatandaşları devletten soğutmamaları gerekmektedir. 

Devletin gücünü böylesine olumsuz doğrultularda kullanan yetkililerinde bir tür devlet düşmanı sayılmaları düşünülebilir (5). Bireyler arasında düşünce, inanç veya etnik köken ayırımı yapan yöneticiler toplumda devletin varlık nedenini tartışma ortamına getirebilmekte  ve vatandaşların devlete uzaklaşmasına yol açmaktadırlar. 
Devletin olanaklarını kendisinin ve yakınlarının çıkarları doğrultusunda kullanan yetkililer de devleti vatandaşın gözünde sevimsiz leştirmekte devlet ve vatandaş arasındaki ilişkileri giderek olumsuz çizgilere düşürmektedirler. Her vatandaşın uyruğu altına girdiği devletten bekledikleri vardır. Güvenceden eşit işleme kadar her vatandaş anayasa ve yasalardaki hak ve özgürlüklerini istediği gibi kullanabilecek ve bunları devletten talep edebilecektir. 
Devlet hiç kimsenin malı olmadığı gibi toplumun belirli kesiminin de kendi kuruluşu değildir. Her vatandaş devlette eşit olarak kendisini ve beklentilerini bulabilmelidir. 

Ekonomik gelişme süreci içinde artan nüfus bazan insanı pazarda ucuz bir mal düzeyine düşürmektedir. 
Kalkınma uğruna ucuz işgücü peşinde koşanlar işçilerin ve emekçi kesimlerin insan olduklarını unutmaktalar, onların en alt düzeydeki gereksinimleri 
görmezden gelinebilmektedir. Kalkınmanın özveri istediğini ileri sürenler bu özveriyi gösterınede toplumun her kesimine eşitlik sağlamalıdırlar. 
Sürekli olarak belirli kesimlerden özveri istemek, insan haklarını zedelediği gibi toplumun belirli kesimleri için de insan onurunu ortadan kaldırmaktadır. Güçlü kesimlere ve devlete karşı bireylerin hukukunu korumak insan haklan açısından önem kazanmaktadır. Devletin büyük gücü karşısında bireylerin ezilmesini önleyecek düzenin kurulması her geçen gün daha büyük bir anlam 
kazanmaktadır. Devleti temsil eden yönetimin hukuk ile bağlılığının sağlam bir düzene oturtulması ile bu sorun çözüme kavuşturulabilir. 

Toplumu ayakta tutabilecek olan adalet duygusunun korunması ancak güçlü bir hukuk düzeni ile sağlanabilecektir. 

Devlet ve vatandaş ilişkilerinin yeterli düzeyde korunabilmesi için olağan koşulların gerçekleştirilmesi ve korunması önem taşımaktadır. 

Tüm bireylerin hukuk düzeni içinde özgürce var olabilecekleri ve yasalardaki hak ve özgürlüklerini istedikleri gibi kullanabilecekleri bir ortam, çağdaş boyutlarda demokratik bir tartışma ortamı bireylerin kendilerini geliştirebilmeleri açısından zorunlu olan bir temeldir. Her şeyin özgürce gündeme getirilerek tartışılabildiği bir ortamda haksızlıklarda ele alınabilecek, haksızlıkların üzerine gidilebilecek ve böylece devletin haklının yanında yer alması sağlanabilecektir. Yapanın yanına kazanç kalmayacağı, haksızlıkların üzerine gidileceği, haksızlığı yapanlardan hesap sorulacağı, yargı organlarının bağımsız çalışarak haksızlığı yapanları ve 
suç işleyenleri mahkum edeceği inançlarının kişilerin düşüncelerinde yer edebilmesi için devletin güven veren bir tutarlılık içinde bulunması 
gerekir. Böylesine koşulların yaratılması ile beraber devleti kişilerin gözünde sevimsizleştiren ve bireylerin devletle ilişkisinin bozulmasına neden olanların işleri iyice zorlaşacaktır. Bunun sonucunda da devlet ile birey ilişkisi sağlıklı bir temele oturarak geleceğe dönük gelişebilecektir. Ayrılıkların ve ayrıcalıkların giderek kalkacağı bir ortamda devlet vatandaşların gözünde büyüyecek 
ve daha çok saygı görecektir. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak da bireyine kuşku duyan devlet anlayışı terkedilecek, yerine güvenen devlet gelecektir. Devlet ile birey ilişkilerinde daha az sorun çıkacak toplumsal barış düzeni süreklilik kazanacaktır. İnsan hakları böylesine olumlu ortamda kazançlı çıkacak, boyutları daha çok genişleyecek, yönetimin saygısıyla yeni özler kazanacaktır. Devlet ve insan hakları ilişkileri açısından beklenen düzey daha kısa zamanda kazanılacaktır. Devlet ve birey ilişkilerini bozan en önemli olgu işkencedir. Dolayısıyla insan haklarını en çok zedeleyen ve insanların devlete karşı güvenlerini ortadan kaldıran gene işkence olmaktadır. işkence olgusunu yalnızca göründüğü gibi ve basit bir olgu olarak ele almamak gerekir. Genel anlamda işkence, insanların devletleri ile aralarındaki ilişkiyi bozmakta ve giderek araya bir uçurum sokmaktadır. Devletin varlık nedeni kendi uyruğu olan insanların 
hak ve özgürlüklerini güvence altına almak olduğuna göre, ciddi bir devletin kendi vatandaşına işkenceyi hak görmesi varlık nedenini yadsıması 
anlamına gelmektedir. 

Devlet güçlünün güçsüzü ezmemesi, uyanık geçinenlerin diğerlerini istismar etmemesi için vardır. Devlet ve hukuk düzeninin anlamı da budur. 
Bunu görmezden gelmek en başta insan haklarını yaralamaktadır. 

Gelişmiş ve çağdaş devletler de pek görülmeyen işkence uygulamaları daha çok geri kalmış ülkelerde görülmektedir. Azgelişmiş ülkelerde ortaya çıkan azınlık yönetimleri ile, gelişmekte olan ülkelerde görülen işbirlikçi yönetimler toplumsal karşıtlığı bastırabilmek ıçın en kestirme ve kolay yol olarak İşkenceyi girmek· tedirler. Ellerine fırsat geçtikce büyük sayıda insanları hapse at· maktalar ve akla gelebilecek her türlü işkenceyi içeri aldıkları insanlara denemekten çekinmemektedirler. 

Yönetimler kendilerine karşı toplumda artan karşıtlığa karşı çağdaş ve hoşgörülü bir tutum izleyeceklerine baskı ve işkence yöntemlerine başvurdukları 
zaman ortaya büyük bir insan hakları sorunu çıkmaktadır. Devlet gücünü eline geçiren bunu o ülkenin diğer insanlarına karşı böylesine sert ve acımasız kullandıgı zaman o ülkede ne anayasa ne de hukuk düzeni kalmamaktadır. Baskı ve işkence yöntemlerinin ülkede kısa zamanda sosyal patlamalara yolaçması kaçınılmazdır. 

Birçok ülkede tarihin çeşitli dönemlerinde bunun acı örnekleri görülmüştür. 


Devlet haklarına insan haklarına karşı öncelik tanınırsa hukuk devleti yolundan çıkılır ve işkence uygulamalarına giden yol açılır (6). 
Hukuk devleti devlet ve insan haklarının çağdaş bir pota içerisinde dengele yebilmiş devlet türüdür. 
Devlet hakları uğruna insan hakları ezilmeye ve çiğnenmeye başladı mı artık o ülkede insan haklarından ve hukuk devletinden söz edebilmek son derece 
güçleşir. İnsanları yıldırmak, karşıt politikalar üretmelerinden vazgeçirmek, doğruyu söyletmek, gözlerini korkutmak, yönetimin politikalarını daha geniş kitlelere tartışmasız benimsetmek, politik yanlışları gözardı etmek gibi çeşitli nedenlerle işkence uygulamaları insanlıgın önüne getirilebilmektedir. Emperyalist merkeziere bağımlı kılınan ülkelerde ise bu tür işkencelerin en gelişmiş türlerine 
rastlanabilınektedir. Teknolojinin en yeni buluşları işkence uygulamalarının içinde yer almakta, insanlık onuru teknolojik üstünlükle daha fazla çiğnenebilmektedir. Böylesine vahşet ilkel dönemlerde bile görülmemiştir. İşkence tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar çeşitli devletlerce uygulanmış olan bir sindirme ve bastırma yöntemi olarak gelişmiştir. İlkel dönemlerdeki bilinçsiz uygulamaları orta çağda bilinçli ve sistemli engizisyon yöntemleri izlemiştir. Toplumların başına geçen her yönetim darda kaldıkça toplumu sindirmek için en kolay yol olarak işkence ve benzeri uygulamaları görmüştür. 

Özellikle otoriter yönetimler için işkence vazgeçilmez bir uygulama olmuştur. Ortaçagın dillere destan olan işkence sistemlerini çağımızda daha gelişmiş olarak görebilmişizdir. Ekonomik bunalım dönemlerinin işbaşma getirdiği otoriter iktidarlar, son birkaç yüzyıldır emperyalist devletlerin üçüncü dünya ülkelerinde kendilerine bağımlı olarak kurdukları antidemokratik yönetimler hep işkence 
ve benzeri yöntemlerle ayakta kalabilmişlerdir (7). Çağımızda insanlığı büyük bir dünya savaşına sürükleyen faşist rejimlerde işkence uygulamaları en üst düzeylere çıkmıştır. Günümüzde emperyalist uygulamalan ısrarla sürdüren büyük devletler de, üçüncü dünyanın uyanışını engellemek için ellerindeki teknolojinin engelişmiş sistemlerini işkence amacıyla seferber edebilmektedirler. 
Halklar'ın çıkarlarına ters düşen emperyalist düzene karşı tepki geliştikçe işkence yöntemleri de en üst teknoloji ile daha üst düzeylere tırmanmakta ve kitlelerin uyanışını engelleme doğrultusunda üzerine düşen görevleri yerine getirmektedir. 

İşkencenin böylesine önemli ölçülerde gelişmesi ve insanlığın gündeminden hiç çıkmaması en başta insan haklarını yaralamıştır. 

Bunun yanısıra devlet kavramının varlığını tartışılır bir noktaya getirmiştir. İnsanları uyrukluk bağı ile kendine bağlamak ve onlara güvenlikli bir düzen sağlamak üzere ortaya çıkan devlet, işkence uygulamalar öncelikle kendi vatandaşlarının en kutsal hakkı olan yaşam ve beden bütünlüğünün dokunulmazlığı kavramlarını sarsarak ortadan kaldırmış ve böylece kendi varlık nedenini ortadan kaldırmıştır. Bunu yerinde değerlendiren çeşitli düşünürler ve siyasal akımlar devletin ortadan kalkması gerektiğini savunmaya başlamışlar, en kutsal değer olarak insanın varlığının devletin ortadan kalkmasına bağlı bulunduğunu öne sürmüşlerdir. Kendi vatandaşıma güvenlik sağlayacağına onun yaşamsal haklarını zedeleyen ve elinden alan devlet kavramına vatandaşların inanabilmesi, saygı gösterebilmesi zaman içerisinde güçleşmiş ve kitleler devleti bir süre sonra ekonomik olarak güçlü olan kesimlerin bekçisi biçiminde görrneğe başlamışlardır. Çağımızın emperyalist uygulamalarının bu durumu doğrular yönlerde gelişmesi de bu görüşü giderek güçlendirmiştir. işkencenin giderek gelişmesi ile beraber insan hakları da ortadan kalkınağa başlamıştır. Devleti sarsarak insan haklarını ortadan kaldıran işkence uygulamaları günümüzde bile sürmekte ve insan hakları savaşımı ile önlenmeğe çalışılmaktadır. 
işkence temelde devlet yıkan bir kavramdır. Devletin varlık nedenini ortadan kaldıran bir uygulamanın devleti güçlendirmesi beklenemez. Aksine işkence benzeri zor ve baskı uygulamaları bir aczin ve güçsüzlüğün göstergesi olarak gündeme gelmiştir. Devletin gerekliliği ve zorunluluğu çağımızda yeniden tartışılırken ve devlet yeniden düzenlenirken üzerinde en çok durulması gereken 
konulardan öncelik taşıyanı işkencedir. Günümüzün en büyük insanlık suçu olan işkencenin ortadan kaldırılabilmesi için insan hakları kavgasının daha üst düzeylerde ve daha örgütlü biçimde verilmesi gerekmektedir. Yüzyıllar süren emperyalist imparatorluklarda dünya üzerinde çok geniş çıkar düzenleri kuran çıkar çevrelerinin işkence ve benzeri yıldırma yöntemlerini destekleyecekleri ve geliştirmek isteyecekleri düşünülürse insan hakları savaşımı ile işkenceyi ortadan kaldırmanın ne denli zor olduğu ortaya çıkmaktadır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


****


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder