9 Aralık 2020 Çarşamba

ÖZELLEŞTİRME NEDİR, KİMLER İÇİN YAPILIYOR?

ÖZELLEŞTİRME NEDİR, KİMLER İÇİN YAPILIYOR?

Cihan DURA     
04 Ocak 2011








Özelleştirme basit bir tanımla kamu mülkünün (fabrika, tesis, toprak) yerli ya da yabancı özel şahıslara satılmasıdır. Kulağa gayet hoş gelen gerekçelerle yapılan özelleştirmelerin gerçek amacı, serveti kamudan yani halktan alıp, yerli ve yabancı şahıs ve şirketlere devretmekten başka bir şey değildir.

Türkiye’de “özelleştirmenin şampiyonu kimdir” derseniz, “AKP iktidarıdır” derim. Bu iktidar geldiği günden beri kamu mallarını, babasının malı gibi satıyor. Özelleştirmeye düşkünlüğü neredeyse iptila derecesindedir; hiçbir hukuki ve ahlakî sınır tanımıyor, tanımamakta da ısrarlı. Onun bu fanatizminin son bir kanıtını, gelin basından birlikte okuyalım:

Özelleştirmede Yargıya Baypas







Yargıyı özelleştirme uygulamalarının önünde engel olarak gören AKP Hükümeti, hazırladığı torba yasa tasarısının 93. madde ile özelleştirmede yargıyı baypas ediyor. Amaç, 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun’a geçici madde ekleyerek, özelleştirme davalarından kurtulmak. Geçici madde şöyle: Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla özelleştirme işlemleri tamamlanarak devir işlemleri sonuçlandırılan ve devralan tarafından özelleştirme öncesi duruma dönülmesine imkân vermeyecek şekilde devredilen kuruluş için, üretim amaçlı yatırım ve buna bağlı ticari, mali ve hukuki tasarruflarda bulunulmuş olanlara ilişkin mahkemelerce verilen iptal ve yürütmeyi durdurma kararlarıyla ilgili olarak idarece herhangi bir işleme başvurulamaz, bu konuda açılan davalardan feragat edilir[1].
Yani hükümet özelleştirmelerde keyfiliği getiriyor. “Ben sattım, kimse karışamaz. Kamu çıkarı falan dinlemem, Yaptığım özelleştirmelere karşı dava açılamaz” demek istiyor. Şimdi, bizler bu ülkenin sahipleriyiz. Birer yurttaş olarak hükümetlerin icraatları ile ilgilenmek, yaptıklarının takipçisi olmak zorundayız. Bir parti çıkıp “Meclis’in çoğunluğu bende, ben iktidarım, milli iradeyi ben temsil ediyorum” diyerek aklına geleni yapamaz. İcraatı egemenliğin asıl sahibi olan Milletin iradesi ile, bilimsel gerçeklerle ve ahlakla sınırlıdır. Bunların dışına çıktığı zaman, meşru olmaktan, milleti temsil etmekten çıkar.Bir yurttaş olarak hükümetlerin icraatıyla nasıl ilgili olacağız? Yaptıkları, iyi mi kötü mü nasıl değerlendireceğiz? Elbette bunun için ilk koşul bilgi sahibi olmaktır. Yazımın gayesi de budur. Okura özelleştirmelerin gerçekte ne olduğu, kimin için yapıldığı hakkında bilgi vermektir.
A) İzan sahibi olan hiçbir iktisatçı inkâr edemez ki özelleştirme bir Batı dayatmasıdır. Emperyalizmin yani Derin-Merkez’in Çevre ülkelerine yönelik 5 ekonomik, 2 siyasal silahından biridir. Ekonomik silahlar serbest mübadele, borçlandırma, özelleştirme, yabancı sermaye, toprak sattırmadır: siyasal silahlar ise azınlıklar ve etnisite, sahte demokrasidir.
Bir Batı icadı olan özelleştirme, Liberalizm’in bir gereğidir. Liberalizm ekonomide devlete yer vermez. Eğer bir ekonomide devlet varsa, kamu işletmeleri satılır, özelleştirilir. Türkiye gibi bir ülke serbest ticarete açılıp borçlanmaya başlayınca, sıra özelleştirmeye gelir. Çünkü dış finansman sorunu ağırlaşmıştır. Özelleştirmelerle birlikte ülkeye yabancı sermaye girişi de artar.Özelleştirmenin ikinci derecede amaçları da vardır: Bir ulusal kalkınma programı olmayan hükümetler iş yapabilmek, iktidarda kalabilmek için dış paraya muhtaçtır; Batılı para babalarına yaptıkları borçları, faizleriyle geri ödemek zorundadır. Bu paraları yeterli miktarda sağlayamayınca, kurtuluş yolu olarak halkın mallarını satma yoluna başvururlar[2]. Türkiye’de özellikle AKP döneminde yapılan, budur. Yoksul milletimizin büyük özverilerle 80 yıldır oluşturduğu sermaye birikimi bu yoldan iç ve dış bedhahlara peşkeş çekilmiştir, çekilmektedir. Yüzlerce tesis hiç pahasına fırsatçıların, yabancı şirketlerin mülkiyetine geçmiş, bunların tapulu malı olmuştur, olmaktadır; yabancılar isterlerse o tesisleri söküp götürebilirler de. Türkiye’de özelleştirme AKP iktidarında adeta bir çılgınlık, bir felaket boyutuna ulaşmıştır. En stratejik tesisler bile yabancılara satılarak, ülke ekonomisi savunmasız bırakılmıştır.B) Özelleştirme, başta ABD, Batı oligarşisinin, para babalarının kendi çıkarları için geliştirdiği, 1979 yılından itibaren dünyayı etkisi altına alan Neoliberalizm’in, daha doğrusu bu öğretinin temeli olan rekabet varsayımının bir gereğidir. Liberalizm, bugünkü adıyla “Neoliberalizm” Batılı para babalarının dünya görüşüdür. Batı oligarşisi; insan kanıyla yoğrulmuş 500 yıllık kazanımlarını kaybetmemek, geleceğini güvence altına almak, daha da zenginleşmek için bu görüşü bütün dünyaya yaymaya, onun gereklerini yaptırmaya çalışmaktadır. İşte bu noktada Neoliberalizm’in hayat damarlarından birini buluruz: Özelleştirme!…
C) Dünyaya özelleştirmeyi dayatan, Türkiye’ye de yaptıran; Amerika Birleşik Devletleri ve onun anası olan İngiltere’dir, Avrupa Birliği’dir. Hedeflerini gerçekleştirmek için de dünya çapında bir örgütlenmeye gitmişlerdir.1) Küresel özelleştirme örgütlenmesinin temel kurumları; Chicago Okulu, Thatcherizm, Adam Smith Enstitüsü, Miras Vakfı, Birleşik Devletler Uluslararası Gelişme Ajansı, Özel Girişim Bürosu, Uluslararası Para Fonu ile Dünya Bankası’dır.
a) Neoliberalizmin beşiği, özelleştirmelerin anası Chicago Okulu’dur. Bu akım ABD’yi kısa sürede etkisi altına almıştır. Neoliberalizm 1970’lerde Latin Amerika’ya bulaşıp kök salmıştır. Avrupa’da Thatcherizm aynı ideolojinin tohumlarını 1980’lerde Doğu ve Orta Avrupa’ya, o arada Türkiye’ye serpmiştir. Türkiye’deki tohumları -Kenan Evren’in koruması altında- ABD’de “büyük müttefikimiz” diye anılan Turgut Özal ve partisi ANAP yeşertmiştir.
b) Özelleştirmenin pazarlamasını yapan, özelleştirme salgınının dünyaya yayılmasında büyük rol oynayan kuruluşların başında 1977’de İngiltere’de kurulan Adam Smith Enstitüsü gelir. Başkanı Madsen Pirie tam bir özelleştirme fanatiği ve militanıdır. Bütün hayatını özelleştirmenin dünya çapında propagandasına ve yayılmasına vakfetmiştir. Sloganı şudur: “özelleştirme dünyadaki kamu sektörleri arasındaki yürüyüşüne devam edecek, kamuya ait son tesis de satılmadıkça sona ermeyecektir. ” Bu kuruluşun ABD’deki karşılığı “Heritage Foundation” (Miras Vakfı) adlı kuruluştur.
c) zelleştirmenin dünya çapında tutundurulmasından, ABD Dış İşleri Bakanlığı’nın bir dairesi olan “United States Agency for International Development” (USAID, Birleşik Devletler Uluslararası Gelişme Ajansı) sorumludur. USAID bir “dış yardım” örgütü olup özelleştirmenin dünyaya yayılmasında başrolü oynamıştır. Bu pazarlamayı da büyük ölçüde, kendi birimlerinden “Private Enterprise Bureau” (Özel Girişim Bürosu) aracılığıyla yürütmüştür.
d) Özelleştirmeyi, ABD’nin çıkarları doğrultusunda Türkiye gibi ülkelere dayatmakla görevli iki büyük kuruluş daha vardır: International Monatery Found (IMF, Uluslararası Para Fonu) ile World Bank (Dünya Bankası)… Marifetlerini; IMF “istikrar paketleri” ile, Dünya Bankası “yapısal uyum programları” ile yerine getirirler. Yapısal uyum programları açıkça devletin ekonomik ve sosyal etkinliğini azaltmayı öngörür. Dünya Bankası verdiği kredileri özelleştirme şartına bağlar.2) Küresel özelleştirme örgütlenmesi, kurban seçilen ülke içinde destek bulmadıkça hiçbir işe yaramaz. Bu sebeple dış güçler tuzaklarına düşürdükleri ülke içinde de örgütlenmeye giderek, bir özelleştirme örgütünün kurulmasını sağlar. Örneğin Türkiye’de Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nı, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nu kurdurmuşlardır. Bundan başka, hukukî alt yapıyı oluştururlar. Meclisten, ihtiyaç duydukları yasaları çıkartırlar. Medyada, politikada, üniversitelerde yuvalanmış adamları aracılığıyla, yoğun bir ideolojik şartlandırma kampanyası başlatır ve sürdürürler. Satılacak kuruluşların başlarına kendilerine bağlı insanların getirilmesini sağlarlar.

***
İşte sana bilgi değerli okur, şimdi sıra sende, buyur değerlendir AKP’nin çılgınlar gibi yaptığı özelleştirmeleri. Bu devlet senin, bu vatan senin,… görevindir bu! AKP’ye “istediğini yap, istediğini sat” diye oy vermedin.
Ben sonuç olarak şunu kaydetmekle yetineceğim: Özelleştirmeler kesinlikle halkımız için yapılmıyor. Özelleştirmeler ABD için, İngiltere ve benzeri Avrupa ülkeleri için, Adam Smith Enstitüsü, Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Gelişme Ajansı için, Madsen Pirie için, Batının parababaları Rothschild ve Rockefeller için, onların Türkiye’deki paragöz işbirlikçileri için yapılıyor.
Yargımız halkımızın yanında saf tutarken, 97. maddeyi yasalaştırmaya çalışanlar yabancı güçlerin yanında yer alıyor.

Ve bakıyorum, üç beş bağrı yanık yurtsever dışında kimseden çıt yok.
Peki, yarın? Yarın eminim ki, Türk milletinin mallarını aç kurtlar gibi paylaşanları, paylaştıranları, bu gaddarca yağma karşısında kılı kıpırdamayan sözde aydınları gelecek kuşaklar lanetle anacak, mezarlarına tükürecektir. 


[1] Sultan Özer, Birgün, 4.12.2010.
[2] Yunanistan ekonomik krize girince AB’li dostları kredi açma yerine, ona adalarını satmasını tavsiye ediyordu. İflas noktasında olan Yunan Hükümeti bugünlerde bu öneriye boyun eğmiş bulunuyor. Tam sırası diyerek, kaydetmeden geçemeyeceğim. Bu komşumuzun başarıları (!) iktisatçı geçinen, 2. Cumhuriyetçi, Atatürk düşmanı bir pırasaför tarafından AB’ye üyelik konusunda örnek olarak gösteriliyordu Türkiye’ye!
Cihan DURA     
04 Ocak 2011

Bir Hükümet Demokratik Meşruluğunu Ne Zaman Yitirir.,

 Bir Hükümet Demokratik Meşruluğunu Ne Zaman Yitirir.,




Bir Hükümet Demokratik Meşruluğunu Ne Zaman Yitirir? 
Yazar: Ümit Özdağ 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 


   Mısır’da yapılan askeri darbe, demokratik seçimler sonucunda seçilmiş bir hükümete karşı gerçekleştirilen bir askeri müdahalenin mahkum edilmesinin kaçınılmazlığı bir kez daha gösterdi. Öyle ki, ABD ve AB bir askeri darbeyi 
onaylayamayacakları için Mısır’daki askeri darbeye askeri darbe dememek yolunu seçtiler. Oysa, bir hükümetin demokratik seçimler sonucunda iktidara gelmesi, o hükümeti dokunulmaz yapmaz, onun demokratik meşruluğunun tek güvencesi seçimler olamaz. Özetle, bir hükümetin demokratik meşruluğunu sadece demokratik seçimler ile işbaşına gelmesi ile sağlamaz. 

Demokratik seçimler ile iktidara gelen bir partinin yine demokratik seçimler ile iktidardan ayrılmayı kabul etmesi, demokratik meşruluğu açısından olmaz ise olmazdır. Bir siyasal iktidarın bazı siyasal tasarruflar ile kendi eli ile demokratik 
meşruluğunu ortadan kaldırması mümkündür. Bunun en somut örneklerinden birisi 1933’de Almanya’da yaşananlardır. 

Adolf Hitler’in liderliğini yaptığı Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin 1932’de oyların % 33’ünü alarak iktidara gelmesi, demokratik meşruluğu için ön koşuldur. Ancak A. Hitler, 1933’de parlamentonun oyları ile parlamentonun yetkilerini devraldığı anda, şeklen demokratik bir devir bile olsa, demokratik meşruluğu sona eren bir liderdir. Çünkü Hitler, iktidarda darbe yaparak iktidarını daha da genişletmek yoluna gitmiştir. Tarih geri çevrilemez ancak eğer Alman Ordusu 1934’de Hitler’e karşı bir askeri darbe gerçekleştirilmiş olsaydı, insanlık tarihi için büyük bir kazanç olurdu. 

Demokratik seçimler ile iktidara gelmiş bir siyasi partinin kurduğu bir hükümetin meşruluğunu yitirmesinin başka şekilleri/yolları da vardır. Örneğin, bir iktidar partisi genel seçimlerin yapılmasının kanunen belirlenen zaman gelmesine 
rağmen, açıkça seçimleri iptal etmeden terör, yaklaşan savaş, olağanüstü hal gibi nedenleri ileri sürüp “gelirsiz bir geleceğe” erteler ise demokratik meşruluğu ortadan kalkar. 

Keza bir hükümet anayasal yetkilerini aşarak, kanun dışı yollar ile muhalefet partililerini kapatmaya çalışır ise meşruluğunu yitirir. Hükümetin meşruluğunu yitirmesi için muhalefet partisi/partilerini kapatmak için yapmış olduğu 
çalışmaların hangi aşamasına geldiği ayrı bir tartışma konusudur. İktidar partisinin bu görüşü gündeme getirmesi veya bazı yetkili üyelerinin muhalefet partisini / partilerini kapatalım söylemini geliştirmesi, iktidar partisinin meşruluğunu  yitirmesi için yetmez. Başkan/Başbakan pozisyonundaki bir kişi muhalefet partisinin/partilerinin kapatılmasından bahseder ise bu iktidarın meşruluğunu kaybetmesi için yeterlidir. Ancak, iktidar partisinin bu konuda somut adımlar atmaya başlaması, örneğin bunu mümkün kılacak bir hukuki düzenleme yapması, kendisinin de demokratik meşruluğunun ortadan kalkmasını beraberinde getirir. 
İktidar partisi muhalefet partilerinin siyasal faaliyetlerini engeller ise demokratik meşruluğunu yitirir. Bir iktidarın muhalefet partisinin siyasal faaliyetlerini engellemesi ile ilgili objektif ölçütler koymak, muhalefet partilerini kapatmak ile 
ilgili objektif ölçütler koymak kadar kolay değildir. Ancak bir hükümet muhalefet partisine destek verdiği için bir bölgenin temsil hakkını elinden alır ise örneğin bir ili, muhalefet partisini seçtiği için ilçe konumuna indirirse, çok somut olarak 
halkın demokratik temsil hakkının engellendiği anlamına gelir ve bunu yapan hükümetin demokratik meşruluğu ortadan kalkar. 

Bir hükümetin demokratik meşruluğunu sağlayan sadece hükümet partisine oy verenler değil, demokratik sistemlerde oy vermeyenlerin varlığıdır. Zaten iktidar partisi dışında bir partiye korkmadan oy verilemiyor ise o ülkede demokrasi yoktur. 
Eğer iktidar partisi muhalefet partisini seçen illeri bölüyor ise iktidarın meşruluğu tartışmalı hale gelir. Çünkü bu durumda iktidar açıkça “ben iktidardan gitmiyorum” dememekle birlikte, aldığı önlemler ile fiilen muhalefetin iktidar olmasını imkansız hale getiriyor ve bu amaçla (bir il içindeki seçim bölgesinin değil) bir ili farklı illere bölüyor ise demokratik meşruluğu tartışmalıdır. Ancak bu adım örneğin bir ilin, il statüsünün ortadan kaldırılması kadar travmatik değildir. Özetle bir hükümet, seçmenlerin bir bölümünün temsilcilerini seçme hakkını kısıtlar veya temsil hakkını ortadan kaldırır veya kısıtlar ise demokratik meşruluğu ortadan kalkar. 
Bir hükümet, ülke halkının bir bölümüne yönelik soykırım uygulamaya başlar ise demokratik meşruluğunu yitirir. Örneğin Hitler, demokratik seçimler ile gitmeyi kabul etse idi, ilk gaz odası çalıştığı günün ertesi gün yapılacak seçimlerde % 100 
oy alsa dahi demokratik meşruluğu olamazdı. 

Bir hükümet yabancı bir ülkenin Askeri saldırısı karşısında ülkeyi savunmak için uygun önlemleri alamaz, ülkenin askeri bir yenilgiye sürüklenmesine neden olur ve ülke savaşa devam edebilecek kaynaklara sahip iken utanç verici bir barış 
anlaşması imzalar ise meşruluğunu yitirir. Bu noktada böyle bir hükümete karşı her türlü direniş şeklinin demokratik meşruluğu vardır. İstiklal Harbi’nin milli meşruluğu dışında demokratik meşruluğa sahip olmasının nedeni budur. İstiklal
Harbimizi Büyük Millet Meclisi’nin idare ediyor olması, bu demokratik meşruluğu daha da güçlendirmiştir. 

Demokratik seçimler ile gelmiş bir hükümet, ülke genelinde mal ve can güvenliğini sağlayacak önlemleri alamaz, güvenlik bürokrasisini etkin bir şekilde çalıştıramaz veya siyasi endişeler ile güvenlik bürokrasisinin etkin bir şekilde çalışmasını 
istemez/engeller ise iç savaş koşullarının doğması veya iç savaş koşullarının doğma tehdidinin ortaya çıkması ile meşruluğu ortadan kalkar. 

Bu noktaya gelindiğinde sadece hükümeti meşruluğu değil, devletin varlığı da tartışmalı hale gelir. 

Çünkü devletin kuruluşunun ve varlığının amacı, vatandaşın öncelikli olarak can ve mal güvenliğinin sağlanmasıdır. Hükümetin vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamak için gereken önlemleri alamadığı, devlet yapısının aynı konuda hükümetin etkisizliğinden dolayı zaaf içine düştüğü noktada vatandaş can ve mal güvenliğini korumak için meşru müdafaa konumuna geçer. Böyle bir durum ise hukuk devletinin sona ermesi demektir. 

Bir hükümet yönettiği ülkedeki milletin hukuki ve siyasi varlığını ortadan kaldırmaya yönelik bir girişim içinde olur ise, bu durum hükümetin demokratik meşruluğunu ortadan kaldırır. Çünkü anılan hükümetin demokratik meşruluğunu sağlayan, hukuki ve siyasi varlığını ortadan kaldırmaya çalıştığı millettir. 

Bir hükümetin demokratik meşruluğunun ortadan kalkabileceği siyaset bilimi ve hukuk literatüründe ön görülmüş bir potansiyel tehdittir. 

http://www.21yyte.org/ 
adresinden 31.07.2013 13:44 tarihinde indirilmiştir


***


6 Aralık 2020 Pazar

Kâbus Bitti mi?

Kâbus Bitti mi?



18 Temmuz 2016

Prof. Dr. Sedat LAÇİNER:

Darbe girişimi Erdoğan yönetimine nefis bir araç sundu; 15 Temmuz sayesinde bugün uçan kuşu ‘paralel’ diye içeri atsanız kimsenin gıkı çıkmaz. 
Çıkmıyor da! Herkesin ağzı bir karış açık, buna ben de dâhil.
15 Temmuz darbe girişimi ülkeyi öylesine şoke etti ki önümüzdeki birkaç hafta içinde yargıdan bakanlıklara, üniversitelerden anaokullarına kadar on 
binlerce, belki yüzbinlerce insan tasfiye edilecek, mahkemeler giyotin makinası gibi çalışacak. Belki idam gelecek, belki başkanlık... 
Türkiye şoku atlattığında yepyeni bir gerçeğe uyanacak.
Yetkililer “kurunun yanında yaş da yansın, yaş olma ihtimali olan da” havasında. Bu da demek oluyor ki bir iki ay içerisinde devlette FETÖ’nün, paralelin 
ya da Cemaat’in izi bile kalmayacak.
Peki, böylece her şey bitecek mi?
Kâbus sona erecek, Türkiye huzurlu ve mutlu günlere bayrak mı açacak?
Başbakan Yıldırım’ın söylediği gibi tankların önüne yatan halk ülkemize demokrasiyi mi getirecek?
***
Tekrar etmekten dilimde tüy bitse de yine söyleyeceğim; bu ülkenin temel sorunu PKK, IŞİD, darbe veya Cemaat değildir. Ülkemizin yapısal sorunları var 
ve bunlar hukukun üstünlüğü yani adalet,  demokrasi, liyakate dayalı bir kamu idaresi, üretken bir ekonomi ve eğitimde nitelik sorununun aşılmasıdır.
Siz bunlardan hiçbirine eğilmediyseniz, değil Cemaat’i tüm cemaatleri bitirseniz, bir değil binlerce darbe girişimini önleseniz, halkın % 100’ünün oyunu 
alsanız da boştur.

Evet, 15 Temmuz gecesi halkın sivil iradeye sahip çıkması hoş bir manzaraydı. Ben de ziyadesiyle takdir ettim. Ancak işi abartmamak gerekir. 
Hatırlayacaksınız, 1991 yılında Rusya’da (Sovyetler) Ağustos Darbesi adıyla bir darbe girişimi oldu ve o darbeyi tankların üzerine çıkan Yeltsin ve arkadaşları 
durdurdu. Peki, ne oldu, Rusya’ya demokrasi mi geldi? Hayır, askeri darbe durduruldu ama yerine demokrasi değil, sivil idare geldi. Demek istediğim 
darbeyi durdurmak Türkiye’yi yeni sorunlardan kurtarmış olabilir ama mevcut sorunlarımız da ortadan kalkmış değil.
DÜNYADAN KOPUŞ
Hepimizin malumu, Türkiye son birkaç yıldır dünyadan uzaklaşıyor. İlk başlarda yöneticilerimiz bu durumu “değerli yalnızlık” olarak açıkladılar, ancak o 
yalnızlığın pek de değerli olmadığını kendileri de gördüler. Çöken turizm ve ihracat, inişe çeken ekonomi yalnızlığımızın acı sonuçlarından sadece birkaçı oldu. 
Son 6 aydır İsrail ve Rusya ile yakınlaşmak için verdiğimiz tavizler yalnızlığın ne kadar derin boyutlarda olduğunu kanıtlıyor.

15 Temmuz darbe girişiminin engellenmesi Türkiye’nin yalnızlığına da bir son verebilirdi. Türk toplumunun sivil idareye sahip çıkması Avrupa, 
ABD ve tüm dünyaya daha sevimli ve demokrasi aşığı bir Türkiye imajı verebilir ve buradan yeni bir dış politika üretilebilirdi. Ancak, darbecilere ve darbeyle 
ilgisi olmayan askerlere dönük linç girişimleri sadece içeride değil, dışarıda da büyük korkulara neden oldu. Kemerle kırbaçlanan askerler, çırılçıplak soyulup 
spor salonlarında eziyet edilen şüpheliler, defalarca tekmelenen askerler ve yakalanan kişilerin yüz ve bedenlerinde kolayca görülebilen kötü muamele izleri 
tüm dünyayı dehşete düşürdü. Ve yine gösterilerdeki IŞİD-vari görüntüler sivil direnişin sevimli yönlerini aldı götürdü.

Batı’nın Erdoğan’a sempatiyle bakmadığı bir sır değil. Ancak 15 Temmuz, Hükümet için de büyük bir fırsattı. Eğer Hükümet yetkilileri hukuka ve adalete 
dayalı açıklamaları ön plana çıkarabilselerdi, Türkiye’nin dış ilişkilerini tamir yönünde altın kıymetinde bir adım atmış olacaklardı. Oysa ki darbe girişimi 
sonrasında yetkililer intikam, tasfiye ve linç kokan açıklamalar yaptılar, hatta darbe konusunda ABD’yi doğrudan suçladılar. Eğer bir bildikleri varsa 
diyeceğim bir şey yok. Yani darbenin arkasında ABD’nin olduğunu biliyorlarsa elbette yaptıklarını anlamak mümkündür. Ama ortada somut bir delil yok da 
sırf Gülen ABD’de kalıyor diye Amerika’ya karşı açıklamalar yapılıyorsa, yani ABD sözle köşeye sıkıştırılıp Gülen’i iadeye zorlanmaya çalışılıyorsa bu doğru 
bir strateji değildir. ABD gibi devletler bu tür sıkıştırmalar ile karar vermezler. Onlar için çıkarları ve politikaları önemlidir.

Hukuk kısmına dönecek olur isek, gözaltılar ve tutuklamalar 10 bine yaklaştı. Üstelik sadece askerler değil, yargıç ve savcılar da gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. 

İş Anayasa Mahkemesi’ne HSYK’ya, Danıştay’a ve Yargıtay’a kadar uzandı. Yüksek mahkeme üyelerinin kamuoyuna somut deliller sunulmadan bu kadar kolay 
görevden alınabilmeleri ve hapsedilebilmeleri dünyaya izah edilebilecek bir olay değildir. Bunu Pakistan veya Mısır da yapsa dünya buna tepki gösterir. 
Bu nedenle Türkiye bu tür adımları daha ustaca yapabilmeliydi.
En son haberlere göre görevden alınan devlet memurlarının sayısı da 10 bine yaklaşmış. Gözaltı ve görevden almalar dalga dalga ilerliyor. 

Daha önce bazı grupların 400 bin civarında kişiyi gözaltına alma hayalleri kurduğunu yazmıştım. Bu hızla gidilirse 400 bin rakamı bile mütevazı kalabilir. 
Çünkü gözaltına alınan her bir kişi çevresindekileri de şüpheli hale getiriyor. Halka açık ihbar hatlarına gelen bilgiler ile yapılan gözaltılarsa işi daha vahim 
bir hale getiriyor.

Söylemek istediğim, sayı büyüdükçe olayın özü kaçıyor ve Türkiye kendi kendisiyle kavgasını şiddetlendiriyor.

Dikkat ettiniz mi, ABD Dışişleri Bakanı Kerry Türkiye’nin NATO üyeliğinin sorgulanabileceğinden bahsediyor. NATO için demokrasinin hayati bir kriter 
olduğunu söyleyen Kerry, bu kriterin her üye için geçerli olduğunu hatırlatıyor.
Avrupa Birliği (AB) Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, ise 15 Temmuz sonrasında gündeme gelen idam taleplerine 
takılmış durumda. Mogherini diyor ki “Hiçbir ülke, eğer idam cezasını geri getirirse, AB üyesi olamaz”. Şimdi diyeceksiniz ki “almazlarsa almasınlar. 

Sanki yarın AB’ye giriyoruz”. Doğru söylüyorsunuz, Türkiye için AB tam üyeliği kısa vadede mümkün görünmüyor. 
Türkiye şu haliyle AB kriterlerini karşılamanın yakınından bile geçmiyor. Diğer taraftan Türkiye AB ülkelerinde 6 milyondan fazla soydaşıyla zaten AB’nin içinde bir ülke. Ticaretimizin yarısı AB ile. Kısacası AB’ye resmi olarak girmemiş olsak da AB ile köprüleri atmanın hiçbir şekilde bize faydası yok. Türkiye’den Avrupa başkentlerine yayılan tekmelenen, eziyet edilen, çıplak asker fotoğrafları işimizi hiç de kolaylaştırmıyor. En yüksek makamlardan yapılan tasfiye ve temizlik açıklamaları da hukuk-devletlerinde olumlu yankı bulmuyor.

***
Darbeciler bu ülkede işlenebilecek en büyük suçlardan birini işlediler, bunda hiçbir şüphe yok. Darbe ekonomiden siyasete her alanda telafisi güç tahribatlar yaptı, bunda da bir şüphe yok. Ancak suçu ne olursa olsun herkes hukuk içinde muamele görme hakkına sahiptir. 

Hukukta İntikam, Linç, Temizlik gibi kavramlar yoktur.

Darbeye karşı gösterilen tepki takdire şayandır. Ancak halkın her gün ger gece sokaklarda tutulması aynı zamanda tehlikeli de bir iştir. 

Çünkü tıpkı ordular gibi halkların da yeri evleridir. Sokakta fazla kalan halk çok tehlikeli bir bomba gibidir. Sokaktaki enerjiyi yükseltmeye devam 
ederseniz o enerjiyi kontrol etmek her geçen gün zorlaşır. Özellikle bu ülke Türkiye gibi kimin eli kimin cebinde belli olmayan bir ülke ise.

Sonuç olarak, darbeyi başarılı bir şekilde durdurmayı başardık. Ancak darbeyi durdurmak eski sorunlarımızı halletmiyor, sorunlar yumağı olduğu yerde duruyor. 
‘Paralel yapı’yı, ‘Fethullahçılar’ı dağıtmak Hükümet için bir zafer olabilir, pek çok sorunlarını halletmiş de olabilir, ancak herşey cemaat değil ki!

Darbeyi aşmak güzel ama sevinci abartmanın ve faturayı konuyla ilgisiz kitlelere yaymanın bir anlamı yok... Türkiye, yüzlerce yıllık bir devlet geleneğiyle 
intikam modundan bir an önce çıkmak ve zaten sınırlı olan enerjisini sorunlarına odaklamak zorundadır.

Baştaki soruya dönecek olur isek, kâbus sona ermedi. 15 Temmuz maalesef bir son değildi. Oyun içinde oyun, tuzak içinde tuzaklar var.

18 Temmuz 2016
-----------------------
Prof. Dr. Sedat LAÇİNER: Uluslararası İlişkiler ve Güvenlik alanında öğretim üyesi. Lisans (Ankara Üniversitesi SBF), MA (University of Sheffield), PhD (King's College London)
e-posta: slaciner@gmail.com


***

5 Aralık 2020 Cumartesi

ABD Seçim Sonuçlarına., Rusya’dan Bakmak

ABD Seçim Sonuçlarına., Rusya’dan Bakmak


ABD Seçim Sonuçları, Rusyadan Bakmak,
Habibe Özdal
USAK - AVAM
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl:6 Sayı:21 2013 / 1 




    ABD’de başkanlık seçimi kampanyaları yaklaşık olarak bir yıl sürdüğünden uluslararası aktörlerin uzun süredir takip ettiği seçimler, ABD Başkanı Obama’nın 
bir kez daha seçilmesi ile son buldu. Aslına bakarsanız seçilecek olan kişi ABD Başkanı olunca, konunun ülke sınırlarını aştığı, Ortadoğu’dan Rusya’ya ve 
hatta Asya-Pasifik’e ilişkin bir hal aldığı açık. Rusya’dan bakınca ise seçimlerden sonra tartışmaların odağında doğal olarak “Rusya-ABD” ilişkilerinin olduğu görülüyor. Her ne kadar “reset sonrası dönemde” ikili ilişkileri zor sınavlar beklese de, Moskova’da uzmanlar ilişkilerde önemli bir kırılma öngörmüyor.
     Seçime bir gün kala Rusya’da yayınlanan ve ABD seçimlerine giden süreçte ülkedeki seçim ortamına ilişkin değerlendirmeler sunan bir çalışmaya değinmek gerekiyor. Rusya Merkez Seçim Komitesi’nin görevlendirdiği bazı sivil toplum kuruluşlarının ABD’deki seçim ortamına ilişkin yaptığı çalışmada, ABD’de yapılan seçimlerin ne özgür ne de adil olmayacağı açıklandı. Seçim kampanyaları süresince Obama ve Romney dışındaki adayların medyada yeterince yer almaması ve oy verme hakkına sahip vatandaşların seçim listelerinde bulunmaması gibi nedenlere dayanan söz konusu açıklamaların bulunduğu Rapor[1], 

Kremlin tarafından Rus siyasal sisteminin işleyişine ilişkin ağır eleştirilerde bulunan Beyaz Saray’a bir “karşılık” olarak hazırlanmış gibi görünüyor. 

     Diğer taraftan söz konusu çalışmanın gerek Rusya’da gerekse de uluslararası alanda pek de yankı uyandırmadığı söylenebilir.
Obama’nın yeni Rusya politikası esasında sadece iki ülke arasındaki ilişkileri belirlemeyecek. Zira Rusya ile ilişkiler ABD’nin uluslararası alandaki temel tavrını ve Beyaz Saray’ın Avrasya coğrafyasına ilişkin tercihsel tutumunu belirlerken
Asya-Pasifik bölgesinde Obama’nın ilk döneminde başlatılan inisiyatiflerin devam edip etmeyeceğini ve Ortadoğu bölgesindeki dengeleri de yakından ilgilendiriyor.

    Obama göreve geldiğinde yakın dönem Rus-Amerikan ilişkileri belki de en düşük düzeyde idi. Bush-Putin döneminde oldukça gerilen  ve bu nedenle gerileyen ilişkiler, konjonktürel gelişmelerin zorlaması ve Obama’nın ABD’nin imajını düzeltme çabalarının da etkisiyle “resetlendi”. Esasında seçim süreci boyunca Cumhuriyetçi aday Romney’in en büyük dış politika başarısızlığı olarak sunduğu bu inisiyatif, Rusya ile ABD arasında stratejik silahların sınırlandırılmasını öngören START 2 Anlaşması’nın imzalanmasını, İran’a dördüncü yaptırım kararının BM Güvenlik Konseyi’nden geçmesini, Rusya’nın DTÖ üyelik sürecinin uzun yıllar sonrasında tamamlanmasını ve Afganistan’a giden ve öldürücü olmayan teçhizatların Rusya ve Orta Asya ülkeleri üzerinden gönderilmesini mümkün kılmıştı.

    Yeni dönemde ikili ilişkiler bağlamında neler beklenmeli?

Esasında iki ülke arasındaki ilişkilerin kısa vadede dikkate değer bir değişiklik göstermesi beklenmiyor. Rusya Bilimler Akademisi ABD ve Kanada 
Çalışmaları Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Viktor Kremenyuk’a göre de “Başkanlık seçimleri sonrasında önemli bir değişiklik olmayacak.

Yeni bir Soğuk Savaş beklentisi içinde olunmamalı”. Uluslararası alanda “reset sonrası dönemde” ilişkileri şekillendirecek örnekler vermek mümkün.
   İran’ın nükleer faaliyetleri konusundaki hassasiyeti devam eden Obama yönetiminin, İran’a yaptırımlar başta olmak üzere Tahran yönetiminin hareket alanını daraltması ve ABD’nin Afganistan’dan çekilmeye hazırlandığı dönemde Rusya ve diğer Orta Asya ülkelerinden sağlanan lojistik desteğin devamının mümkün olması açısından ‘reset’ politikasının sürmesi gerekiyor. Diğer taraftan yeni dönem, ikili ilişkilerin seyrinin inişliçıkışlı olmasına neden olacak değişiklikler de içeriyor.

<  ABD Başkanlık seçimlerine giden yolda “arkada n yönetme” (leading from behind) anlayışı ile öne çıkmamayı tercih eden Oba ma’nın yeni dönem Suriye politikası oldukça önemli olacak. >

İkili ilişkilerdeki en büyük değişim, Obama’nın ilk dönemde muhatabı olan ve Rusya’nın yumuşak yüzünü temsil eden Medvedev’in yerine Rusya’da devlet başkanlığı koltuğunu yine yeni yeniden Putin’in alması oldu. Her ne kadar Putin ve Medvedev büyük bir “uyum” içinde hareket ettiyse de Putin’in tercih ettiği dil ve yöntemler, güçlü lider imajının bir parçası olarak Medvedev’den oldukça farklı. Rus siyasetinde 1992’den bu yana belirleyici nitelikte olan liderin etkisi, yeni dönem Rus-Amerikan ilişkilerinde kendisini zaman zaman söylem düzeyinde gösterecek tir. Ancak Putin’in devlet başkanlığı seçimlerinden önce yayınladığı ve dış politikaya ilişkin yeni vizyonunu açıkladığı makalesinde ABD’ye yönelik politikasında Rusya’ya yabancı yatırımların çekilmesi amacı ve ekonomide ortak projelere imza atılması öne çıkarılmıştı. Bu noktadan hareketle iki ülke arasında gerektiğinde “seçici alanlarda işbirliği” anlayışının devamını görmek de sürpriz olmayacaktır.

     Diğer taraftan Bush-Putin döneminde ikili ilişkileri oldukça zorlayan ve Obama’nın ilk döneminde NATO’ya devredilen füze kalkanı sistemi projesi ve
geçen 20 aylık süreçte bölgesel bir sorun değil, uluslararası sistemin yapısına ilişkin büyük güçlerin bir mücadelesi olduğu açık bir şekilde anlaşılan Suriye krizi gibi uluslararası meseleler önümüzdeki dönemde iki ülke ilişkilerinin önemli sınavları olacak. ABD Başkanlık seçimlerine giden yolda “Arkadan Yönetme” (leading from behind) anlayışı ile öne çıkmamayı tercih eden Obama’nın yeni dönem Suriye politikası oldukça önemli olacak.

     Pek çok bölgesel ve uluslararası gelişmeyi yakından ilgilendiren Rus-Amerikan ilişkilerinde reset sonrası dönemde temel belirleyici ise Obama’nın Rusya’yı -Kremlin’in uzun yıllardır uğraş verdiği şekilde uluslararası alanda “eşit bir aktör” olarak değerlendirip değerlendirmeyeceği nide saklı. Rusya iç siyasetinde Batılı ülkelerin beklediği “dönüşüm” bekleye dursun Rusya’da dış yardım alan STK’ların “yabancı ajan” olarak kayıt yaptırması  zorunluluğu ile Putin, Rus iç siyasetini dış etkilerden olabildiğince korumaya çalışıyor. Söz konusu tabloda Obama’nın yeni Rusya politikası ve  ikili ilişkilerin seyri ayrı bir merak da uyandırıyor.

[1] Rapor tam metni için bknz: 6 Ekim 2012,

      http://www.roiip.ru/news/738.htm.
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl:6 Sayı:21 2013 / 1 


***

ABD'nin Silahlandırmak ve Eğitmek İstediği Suriyeli İsyancılar Kimler?

ABD'nin Silahlandırmak ve Eğitmek İstediği Suriyeli İsyancılar Kimler?


20 Eylül 2014, 18:59 EEST    

Güncellendi  19 Eylül 2014, 20:51 EEST

Kongre sözde ılımlı Suriyeli isyancıların eğitilmesi ve silahlandırılması için yetki verdiğine göre, ABD, IŞİD'in acımasız militanlarına karşı mücadeleye liderlik etmek için az bilinen bazı kişilere yönelecek.

ABD'li yetkililer, savaşçıları inceleme sözü verdiler, ancak süreç hakkında çok az ayrıntı verdiler. Bu hafta Meclis ve Senato'dan geçen yasa, savaşçıların Suriye ve İran'daki rejimler, El Kaide üyeleri ve Hizbullah ile bağlantıları açısından incelenmesini öneriyor.

Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Marie Harf MSNBC'ye “Bu karmaşık bir süreç” dedi. "Verdiğimiz yardımın yanlış ellere düşmediğinden emin olmak istiyoruz."

OBAMA VİDEO KONFERANS

KONGRE OBAMANIN İŞİD E KARŞI MİSYONUNU ONAYLADI.,

19 EYLÜL 2014
https://www.today.com/video/today/56077296
blob:https://www.nbcnews.com/ba315a0b-2f5e-41be-9ef4-73226e4dde3a
https://www.dailymotion.com/video/x265q39

Suriye muhalefeti genellikle Özgür Suriye Ordusu olarak anılıyor, ancak Carter Center'ın bu hafta bir raporda belirttiği gibi, ÖSO tek bir tutarlı güç olarak 
mevcut değil . Binlerce silahlı gruptan oluşan sürekli değişen bir ağ.
Bu ağdan Amerikalılar, bir yıl içinde 5.000 Suriyeli asi savaşçıyı eğitmeyi ve donatmayı umuyor. İşte o savaş gücünün lideri olabilecek bazı insanlar:
- Ticaretle inşaat işçisi olan Jamal Maarouf , Suriye'nin kuzeyinde güçlü olan Suriye Devrimciler Cephesi adlı isyancı ittifakın lideri. 

Bir hafta önce savaşçılara hitaben yaptığı konuşmada IŞİD'e ve Suriye rejimine karşı açık savaş ilan etti.

İttifak ABD ile ilişkisini gizlemedi ve üyelerinin Türkiye'de Amerikalılar tarafından eğitildiğini söyledi - yaygın olarak bildirilen gizli bir program.
Washington Yakın Doğu Politika Enstitüsü'nde kıdemli bir üye ve Suriye konusunda bir otorite olan Andrew Tabler, bu grup içinde Maarouf'un “aşırılık 
yanlısı olmayan gruplar arasında en fazla krediye sahip olduğunu” söyledi.



_ Brik. Özgür Suriye Ordusu'nun yeni askeri şefi General Abdul-Ilah al-Bashir, 2013'te Ürdün'de. 

Batı destekli Özgür Suriye Ordusu yeni bir askeri şef atadı, muhalefet grupları Pazartesi günü bir isyancı hareketi yeniden yapılandırmaya çalıştıklarını 
açıkladı. Devlet Başkanı Beşar Esad'ı devirmek için verdiği mücadeleye verilen uluslararası desteği azalan iç çatışmalarla ve azalan uluslararası destekle 
karşı karşıya kaldıkça kargaşa içine düştü.Quneitra ve Golan Devrimci Komuta Konseyi Medya Ofisi AP üzerinden, dosya

- Orgeneral Abd al-Ilah al-Bashir , 2012'de Özgür Suriye Ordusu tarafından kurulan askeri komuta yapısı olan Yüksek Askeri Konsey'in başkanıdır. 
Savaş geçmişi vardır ve ılımlı bir İslamcı olarak kabul edilir. Bir ordu subayı ve asi bir taktikçi olarak ünü ve kabile bağlantıları, onu muhtemelen bir figürden daha fazlası haline getiriyor.

Carnegie Endowment for International Peace blogunun editörü Aron Lund, NBC News'e verdiği demeçte, Beşir'in sahada askerleri yönetmesi pek olası 
değil ancak resmi bir liderlik rolüne sahip olabilir.



Halep'teki isyancıların Askeri Konseyi komutanı Albay Abdul-Jabbar al-Aqidi, 21 Haziran 2013'te Halep'in Al-Sakhour semtindeki Ghurabaa al-Sham tugayının 
üyeleri arasında görülüyor.

Muzaffer Salman / REUTERS dosyası

- Albay Abdul Jabber el-Oqaidi , Batıyı kendisini yeterince desteklememekle suçladıktan sonra geçen yıl Halep'teki askeri konsey başkanlığından istifa etti, 
ancak geri dönüş için aday olabilirdi.

Seküler ve saldırgan Oqaidi, Suriye ordusunda 2012'de kaçan eski bir albay. Piyade tecrübesi var, isyancılar arasında nadir çünkü Suriye lideri Beşar Esad bu işleri Alevilere ayırma eğiliminde.

Lund, "Oqaidi şu anda resmi olarak döngünün dışında, ancak çok iyi bağlantıları olan bir adam ve bir şey için seçilebilir" dedi.

Image: Özgür Suriye Ordusu Başkomutanı Tuğgeneral Selim İdriss
Özgür Suriye Ordusu Başkomutanı Tuğgeneral Selim Idriss, 6 Mart'ta Brüksel'deki AB Parlamentosu'nda Liberaller ve Avrupa için Demokratlar İttifakı (ALDE) 
grup lideri ve Belçika üyesi Guy Verhofstadt (görülmeyen) ile bir basın toplantısı sırasında konuştu. , 2013.JOHN THYS / AFP - Getty Images dosyası

- Brig. Orgeneral Salim Idriss , Aralık ayında darbe dediği olayda Yüksek Askeri Şura başkanı olarak görevden alındı. Yumuşak huylu ve kibar İdris çok 
seviliyordu ama askeri komutan veya koalisyon kurucu olarak hiçbir tecrübesi yoktu.

Esad'ın ordusunda görev yaptı ve en yüksek komutan oldu, ancak kendisi ve ekibinin savaş deneyimi yoktu. Özgür Suriye Ordusu'nun başkanı olarak 
zamanının iki ana başarısı, ABD yardımını güvence altına almak ve Suriye-Türkiye sınırına yakın bir model eğitim kampı kurmaktı.

Şu anda Birleşik Arap Emirlikleri'nde yaşayan Idriss, Amerikan ajanslarının iş yapmakta rahat göründüğü türden bir subay olduğu için yeniden ortaya çıkabilir. 
Lund, onun da birlikleri sahada yönetme olasılığının düşük olduğunu söyledi.
NBC News'ten James Novogrod bu rapora katkıda bulundu.


***