27 Kasım 2020 Cuma

27 Aralık Muhtırası, 1979

''27 Aralık Muhtırası"nın Hikayesi..


Abdullah Muradoğlu


Muhtıra mektubu Cumhurbaşkanı Korutürk tarafından Başbakan Demirel ve anamuhalefet partisi lideri Ecevit''e elden teslim edilmişti. Korutürk, muhtıra mektubunu diğer muhalefet liderlerinin yanısıra TBMM Başkanı ve Cumhuriyet Senatosu Başkanı''na da göndermişti. ''12 Eylül'' darbesini yargılayan mahkeme, 27 Aralık 1979''da Genelkurmay Başkanı Kenan Evren tarafından dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk''e verilen ''muhtıra mektubu''nun orijinaline henüz ulaşamadı. 27 Aralık Muhtırası 12 Eylül''e giden yolu açmıştı.

14 Ekim 1979''da Senato Üçte Bir Yenileme Seçimleriyle birlikte Meclis''te boşalan milletvekillikleri için 5 ilde ''Ara Seçim'' yapılmıştı. Beş milletvekilliğinin tümünü Adalet Partisi kazanmıştı, Senato seçimlerinde de açık arayla öndeydi.
Seçim yenilgisini CHP Hükümeti için bir ''güvensizlik'' sayan Başbakan Bülent Ecevit istifa kararı almıştı. CHP Hükümeti''nin yerine 13 Kasım''da, MHP ve MSP''nin dışardan desteğiyle Adalet Partisi ''azınlık hükümeti'' kuruldu.
Başbakanlık koltuğuna Süleyman Demirel oturmuştu. Ecevit hükümeti döneminde yaygınlaşan siyasi şiddet olayları tam gaz devam ediyordu.
Cumhurbaşkanı Esseyit Hasan Fahri Korutürk''ün görev süresi Nisan ayında sona eriyordu. Ufukta Cumhurbaşkanlığı seçimi vardı. Daha o zamanlarda bile Cumhurbaşkanlığı için Genelkurmay Başkanı Kenan Evren''in adı geçiyordu.
Çiçeği burnunda Hükümet ekonomik krizin yanı sıra terör ve şiddet olaylarını da devralmıştı. 

Bu yüzden Demirel ''enkaz devraldık'' demişti.



SELİMİYE KIŞLASI''NDA MUHTIRA KARARI

Bir NATO toplantısı için Brüksel''de bulunan Genelkurmay Başkanı Kenan Evren 13 Aralık''da Ankara yerine İstanbul''a döndü. İstikamet 1. Ordu karargahının bulunduğu ''Selimiye Kışlası''ydı.
Kuvvet komutanları, ordu komutanları ve kolordu komutanları'' Kenan Evren''i bekliyorlardı.Toplantıda hükümete ve muhalefet partilerine muhtıra verilmesi kararı çıktı.
2 Ocak 1980''de gazetelerde Ordunun Cumhurbaşkanı''na ''uyarı mektubu ''verdiği haberi yer almıştı. Aslında altında kuvvet komutanlarının imzası bulunan ''muhtıra mektubu'' 27 Aralık 1979 günü, bizzat Kenan Evren tarafından Çankaya Köşkü''nde Cumhurbaşkanı Korutürk''e verilmişti.
1 sayfalık Muhtıra mektubuna ''Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşü '' başlıklı 2 sayfalık bir bildiri eklenmişti. 6 sayfalık ''terörü durdurma hedeflerine varış'' başlıklı metin de cabasıydı.

''İSTERSENİZ İSTİFA EDEYİM''

Cumhurbaşkanı Korutürk''e,TSK''nın görüşleri hayata geçirilmediği takdirde ordunun yönetime müdahele etmek durumunda kalacağı söylenmişti. Oysa TSK, görüşlerini ''Milli Güvenlik Kurulu''nda zaten dile getiriyordu. Cumhurbaşkanı da MGK''nın başkanıydı.
Askerler açısından zarlar atılmıştı, gerisi bahaneydi. Askerler, hükümete hiçbir sivil hükümetin gerçekleştiremeyeceği ağır şartlar öne sürmüşlerdi.
Genelkurmay Başkanı muhtıra mektubunun önce radyoda okutulması yönünde bir eğilim geliştiğini, ancak bundan vazgeçildiğini söylemişti Korutürk''e. Mehmet Ali Birand''ın ''12 Eylül'' başlıklı kitabında yer alan bilgilere göre Cumhurbaşkanı, Evren''e ''Peki ne yapmayı planlıyorsunuz'' diye sormuştu.
Evren, ''Eğer bunlar doğru yolu bulmazsa, Meclis''i feshetmek ve başka bir yöntem denemek gerekebilir. Bizim, bu uyarıyı yapmaktan başka çaremiz yok'' cevabını vermişti.


Cumhurbaşkanlığı eski Basın Sözcüsü Ali Baransel''in anılarında yer alan bilgilere göre komutanlar Korutürk''e şunları söylemiştiler:
''Bu işler böyle gitmiyor. Siz yaşça ve kıdemce bizden büyüksünüz. Hepimizin komutanısınız. Geniş tecrübe sahibisiniz. Gelin başımıza geçin, Türkiye''yi içine düştüğü badireden kurtaralım.''
Korutürk ise komutanlara bakın nasıl cevap vermiş:
''Askeri rejimle bunların halledilmesi mümkün olmayabilir. Dış kamuoyunun tepkileri Türkiye''yi güç durumda bırakabilir. Yalnızlığa sürüklenebilirsiniz. Ama sizler ihtilal yapmaya kararlıysanız, ben bu işte yokum. İsterseniz şimdi istifa etmeye de hazırım''.
Cumhurbaşkanı Korutürk, Anayasal rejime sahip çıkmak yerine istifa etmeyi düşünmüştü.

ÇANKAYA, MUHTIRA POSTASI

CHP''li İsmail Hakkı Birler''e göre ise Cumhurbaşkanı Korutürk, komutanlardan, görev süresinin dolacağı Nisan 1980''e kadar yönetime müdahale etmemelerini istemişti. Oysa Korutürk, 1973''te Adalet Partisi ve CHP''nin desteğiyle Cumhurbaşkanı seçilmişti.

27 Aralık muhtırası 12 Eylül darbesinin ilk adımıydı. Askerler Cumhurbaşkanı Korutürk''e adeta bir postacı görevi yüklemişlerdi. Korutürk, Başbakan Demirel ve ana muhalefet partisi lideri Ecevit''i Köşk''e çağırarak muhtırayı kucaklarına bırakmıştı.
Demirel de, Ecevit de ''muhtıra mektubu''ndan 2 Ocak günü haberdar olmuşlardı.
Korutürk''ün danışmanı ve basın sözcüsü Ali Baransel''in anılarında yazdığına göre uyarı mektubu çoğaltılarak, Meclis Başkanı Cahit Karakaş''a, Senato Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil''e, Cumhuriyet Senatosu ''Milli Birlik Grup Başkanı Fahri Özdilek''e, Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Grubu Başkanı Zeyyat Baykara''ya gönderilmişti.
Muhtıra''nın birer nüshaları Milliyetçi Hareket Partisi lideri Alparslan Türkeş''e, Milli Selamet Partisi lideri Necmettin Erbakan''a, Cumhuriyetçi Güven Partisi lideri Turhan Feyzioğlu ve Demokratik Parti Genel Başkan Vekili Faruk Sükan''a da postalanmıştı.
Maalesef, hükümeti darbe ile tehdit eden uyarı mektubu karşısında Cumhurbaşkanı, iktidar ve muhalefet partileri ortak bir tavır sergileyemediler.

CHP DARBEYİ ÖNLEYEBİLİRDİ

CHP''nin önemli simalarından merhum İsmail Hakkı Birler ''CHP''li yıllar'' başlıklı kitabının ''CHP, CHP olsaydı, darbeyi durdurabilirdi'' bölümünde şöyle diyordu:
''Bana göre 12 Eylül Cuma günü değil, 10 Eylül Çarşamba günü olmuştur. Zira o gün yapılan CHP grup toplantısında sergilenen manzara, CHP''nin artık istemediği şeyleri engelleme gücünün kalmadığını bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Darbecilere adeta yeşil ışık yakılmıştır.''
Birler''i bu kanaate sevkeden gelişmeler, Adalet Partisi ve CHP arasında gerçekleşecek bir ''büyük koa-lisyon'' önerisinin Demirel tarafından kabul görmemesinin yanısıra Adalet Partisi''nin erken seçime gitme öne-risinin de CHP''lilerin çoğunlukta olduğu Anayasa Komisyonu''nda reddedilmesiydi.
CHP''liler bu öneriyi, Cumhurbaşkanı seçilmeden erken seçim kararı almanın Anayasa''ya aykırı olacağı gerekçesiyle kabul etmemişlerdi. Yani, darbe göz göre göre gelmişti.
2 Ocak günü, Cumhurbaşkanı Korutürk ve Demirel ''Muhtıra''yı sineye çekmek yerine, darbe yapmayı kafaya koymuş olanları hesaba çekseydiler Türkiye ''12 Eylül'' felaketini yaşamayacaktı.

Celal Bayar az kalsın kendini öldürecekti!

''12 Mart'' darbesi gerçekleştiğinde Cumhurbaşkanlığı koltuğunda Cevdet Sunay oturuyordu. Süleyman Demirel Hükümeti''ne verilen askeri muhtıra karşısında Cevdet Sunay, askerlerin tarafında yer almıştı. Oysa Sunay''ın seçilmesinde Demirel''in dahli vardı. ''28 Şubat'' darbesinde'' 12 Mart'' ve ''12 Eylül''ün mağduru olmuş olan Süleyman Demirel oturuyordu. 28 Şubat, 12 Mart''ın kopyası gibiydi. 12 Mart muhtırasının verildiği gün Başbakan Demirel istifa etmiş, yerine ''ara rejim'' hükümeti kurulmuştu. 28 Şubat ise 12 Mart''ın 1 günde yaptığını birkaç aya yaymıştı, fark buydu. 12 Mart''ın balyozu ''sol''un tepesine inmişti. 28 Şubat''ın balyozu ise ''mütedeyyinler''i hedef almıştı. Demirel, 28 Şubat darbesinin Refah-Yol Hükümeti''ni düşürmesine ve mütedeyyin kesimleri ezmesine göz yummuştu. Hatta Demirel''in rolü göz yummadan daha fazlasıydı. 27 Mayıs''a gelince.. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Çankaya Köşkü''nde kendisini tutuklamak isteyen darbecilere direnme cesareti göstermişti. Küçük tabancasına el atarak teslim olmaktansa cuntacılara ateş etmeyi, sonra da intihar etmeyi bile düşünmüştü. Tümgeneral Burhanettin Uluç, Köşk''te karşısında teslim olmak istemeyen bir Bayar görünce ''Millet ve ordu sizi istemiyor. Buna bizi siz mecbur bıraktınız'' diye bağırmış, Bayar da ''Bu işi siz yapamazsınız. Buraya seçilerek geldim'' diyerek karşılık vermişti. Bayar darbeyi önleyememişti ama hiç olmazsa direnmeyi göze almıştı.

Darbecileri mağdur eden darbeciler..

''27 Mayıs'' darbesini yapan ''Milli Birlik Komitesi'' üyeleri 1961 Anayasası''na konulan bir maddeyle dokunulmazlık zırhına büründürülmüşler di. Buna göre MBK üyeleri ''Tabii senatörler'' olarak yaşam boyu görev yapabileceklerdi.
Görev süreleri dolan Cumhur başkanları da ''Tabii Senatörlük'' niteliği kazanmışlardı. ''12 Mart''ın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve 27 Aralık 1979''da muhtıra mektubunun verildiği dönemde Cumhurbaşkanı olan Fahri Korutürk de 1980''e kadar Tabii Senatör olarak görev yapmışlardı.
Cumhur başkanların dan sadece Celal Bayar, 1974''de kendisine teklif edilen Tabii Senatörlüğü, ''Ben ömrüm boyunca demokrasi için mücadele ettim. Demokrasilerde tabii senatörlük yoktur'' diyerek reddetmişti.
12 Eylül darbesiyle Meclis''in yanı sıra Senato''nun kapısına kilit vurmuştu. 1982 Anayasası Senato''yu tümden ortadan kaldırmıştı.
Tabii Senatörlük fikrini ortaya atan da CHP olmuştu. Bu fikri Temmuz 1960''da ilk defa kamuoyuna açıklayan Bülent Ecevit idi. Ecevit''e göre darbeciler, Tabii Senatörler olarak ''27 Mayıs rejimi''ni koruyabilirlerdi.
İlkin ''bu bir siyasi rüşvettir'' diyerek karşı çıkan darbeciler bir süre sonra sistemi denetlemek vve kollamak gerekçesiyle öneriyi kabul etmişlerdi. Milli Birlik Komitesi''nden tabii senatör olanlar ''Milli Birlik Grubu'' adıyla görev yaptılar.
1970''lerin sonlarına doğru ''Milli Birlik Grubu'' ile ''CHP'' arasındaki bağlantıyı CHP Genel Sekreter Yardımcısı sıfatıyla İsmail Hakkı Birler sağlıyordu. Birler, Milli Birlik Grubu''yla yaptığı toplantıları bir rapor halinde Ecevit''e bildiriyordu.
''12 Mart'' darbesini destekleyen Tabii senatörler, Baas tipi bir rejim kurmak için darbe hazırlığı yapan ''9 Mart cuntası''nın sivil liderlerinden Doğan Avcıoğlu''nun ''Devrim'' gazetesinin yazarları arasındaydılar.
'' Milli Devrim ordusu'' adında bir gizli teşekküle mensup oldukları gerekçesiyle suçlanan bazı Tabii Senatörlerin 12 Mart darbesinden önce dokunulmazlıkları kaldırılmıştı. ''Anayasa Mahkemesi'' kararıyla senatörler dokunulmazlıklarını tekrar kazanmışlardı. 12 Mart''tan sonra dokunulmazlığı kaldırılan Ekrem Acuner''in dokunulmazlığı da aynı şekilde iade edilmişti.
1980 Eylül''ünde ''Senato Milli Birlik Grubu''nda 8 ''tabii senatör'' bulunuyordu. 19 yıldır görevdeydiler. 12 Eylül darbecileri, 27 Mayıs darbecilerinin ''ömür boyu senatörlük'' ödüllerini rafa kaldırmıştı. Mağdur edenler, bu kez kendileri mağdur olmuşlardı.

Kenan Evren''e kutlama telgrafı göndermiş!

Genelkurmay Başkanı Kenan Evren 27 Aralık 1979''da muhtıra mektubunu Cumhurbaşkanı Korutürk''e elden teslim ettiğinde iş başında 35 günlük ''Süleyman Demirel hükümeti'' vardı. Oysa siyaset koridorlarında ''askerler darbe hazırlığı içerisindeler'' söylentisi ''Ecevit hükümeti'' döneminde ayyuka çıkmıştı.
CHP Hükümeti''nde Başbakan Yardımcısı olan Faruk Sükan ordu içerisindeki gelişmelerden bilgi sahibiydi. Bu yüzden 20 Eylül 1979''da sürpriz bir şekilde görevinden istifa etmişti. Başbakan Ecevit''in Sükan''ı istifa etmemesi yönündeki ısrarlı girişimleri sonuç vermemişti. Sükan, Ecevit''e şöyle demişti:
''Arkadaşlarımla, Demokratik Parti''nin ileri gelenleriyle konuştum. Onlar bir askeri darbenin hazırlandığını bildiklerini açık bir şekilde anlattılar ve partili olarak benim de bu dönemde sorumluluk mevkiinde bulunmamı istemediklerini belirttiler.''
Sükan''ın bu sözleri karşısında irkilen Ecevit ise şu şekilde karşılık vermişti:
''Söyledikleriniz çok vahim. Ben derhal Cumhurbaşkanı''na gider ve bu söylediklerinizi naklederim. Böyle bir şey varsa, onun bilmesi gerekir.
Sükan, ''Nasıl isterseniz'' diyerek karşılık vermişti.
Ecevit dediğini yapmış, hemen özel bir uçakla İstanbul''a hareket etmişti. İstanbul''da Florya''da bulunan Cumhurbaşkanı Korutürk''ü ziyaret ederek Sükan''dan duyduklarını nakletmişti. Cumhurbaşkanı, ''kesinlikle böyle bir şey bilmiyorum. Şu kadarını söyleyeyim ki, eğer bir darbe olursa ben buna karşı vaziyet alırım'' demişti. Ecevit, rahatlamıştı.
27 Mayıs''ı ve 12 Mart''ı görmüş, deneyimli bir siyasetçi olan Ecevit''in rahatlaması için ciddi bir sebep yoktu. Askerlerle iyi ilişkileri olan Sükan''ın istifası aslında herşeyi anlatıyordu.
''Darbe olursa buna karşı vaziyet alırım'' diyen Korutürk 13 Eylül 1980 günü Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren Paşa''ya bir telgraf göndererek kutlamıştı.
CHP şimdi 12 Eylül davasına müdahil olarak katılma kararı aldı. İlginç bir tesadüf, Korutürk''ün oğlu Osman Korutürk şimdi CHP milletvekili.

http://www.yenisafak.com/yazarlar/abdullahmuradoglu/27-aralik-muhtirasinin-hikayesi-31963?mobil=true

Abdullah Muradoğlu KİMDİR;

Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi "Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi" bölümü mezunu. 15 yıldan uzun zamandır basın 
camiasının içinde yer aldı. 1997 yılından bu yana Yeni Şafak Gazetesi Haber Merkezi'nde özel haberler, dizi yazıları, araştırma yazıları, röportajlar, tarih sayfaları ve köşe yazıları yazdı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti  2004 Türkiye Gazetecilik Başarı Ödülleri Röportaj Dalı'nda ödüle layık görüldü. Biyografi alanında dört kitap yayınladı. Sivil toplum kuruluşlarında çeşitli görevler üstlendi. 
...
  _ ÖZEL NOTUM;
1952 DOĞUMLUYUM.. 1959 DAN İTİBAREN ÇOCUKLUĞUM.., GENÇLİĞİM VE BU GÜNLERİM.., YUKARIDAKİ OLAYLARI  HER TÜRK VATANDAŞI GİBİ BENDE YAŞADIM.., 
OLAYLARIN AKIŞI SONUCU HER  DÖNEM TÜRK HALKI VE  GENÇLİĞİ ZARARLI ÇIKTI..
DÜNYANIN GELİŞMİŞ ÜLKELERİN DE SİYASİLER  BİR DÖNEM GÖREVİNİ  TAM MANASIYLA 4X4 İFA EDER VE  GÖREVİ BİR SONRAKİNE DEVİR EDER.. VE KÖŞESİNE ÇEKİLİR DANIŞILIRSA FİKİR BEYAN EDER..
BİZDE SİYASET  SANKİ SANAT 50 YILDIR AYNI SİYASİLER İŞ BAŞINDA ( PARTİ ADI DEĞİŞİR  SİYASETÇİNİN ADI DEĞİŞMEZ ) ÖMÜR BOYU DA..EMEKLİLİĞİN KEYFİNİ ÇIKARIR YİNEDE KONUŞMADAN DURAMAZ .., 
ÖLÜNCE SİYASETİ BIRAKMIŞ  OLUR.. İŞTE YUKARIDAKİ OLAYLAR VE TABLONUN NETİCESİ ( POLİTİK ACILARA EN GÜZEL ÖRNEKTİR..)
BÖYLE BİR SİYASİ YAPI..,  TOPLUM ARASINDAKİ KOPUKLUK.. TOPLUMU AYAKTA TUTACAK OLAN SOSYLA DERNEKLERİN İÇERİSİNE SİYASİ YATIRIM KİŞİLERİN ELE GEÇİRMESİ..,

TÜRKİYEYİ 12 EYLÜLE GETİRMİŞTİR.. YİNE ANAYASANIN VE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNİN İÇ HİZMET YÖNETMELİĞİ 35 MADDESİ GEREĞİ ÜLKENİN SELAMETİ İÇİN ASKERİ MÜDAHALE   KAÇINILMAZ OLMUŞTUR.. 

  27 MAYIS 1960 DAN FARKI HİÇBİR SİYASETÇİ İDAM EDİLMEMİŞTİR..  LAKİN  SUÇ İŞLEYENLER DE CEZASIZ KALMAMIŞTIR..SİYASİ HAYATLARI SONA ERMİŞTİR.. SON 50 YILIN SİYASİ TARİHİ GELİŞMELERİNİ OKUDUĞUNUZ İÇİN TEŞEKKÜRLER EDERİM..
TAKDİRLERİNİZE.
SAYGIYLA

***

12 ADALAR EGE SORUNU ATATÜRK - İSMET İNÖNÜ

12 ADALAR EGE SORUNU ATATÜRK - İSMET İNÖNÜ 



Ortaylı: '12 adaları Lozan'da verdik' demek Cehalettir


18 Ekim 2018 09:49

Kayseri'de 2'ncisi düzenlenen Kitap Fuarı'na 'Onur Konuğu' olarak katılan Prof. Dr. İlber Ortaylı, sevenleriyle bir araya geldi. 

Ortaylı, 

   '12 Adayı Lozan'da kaybettik diyorlar. Bu söz tamamen cehalettir. Bu sözü söyleyen bizim içimizdeki ve Yunanistan'daki bazı yalancılar' dedi.

Ortaylı: '12 adaları Lozan'da verdik' demek cehalettir

   Merkez Kocasinan İlçesi Zümrüt Mahallesi'nde bulunan Kadir Has Kültür Merkezi Salonu'nda gerçekleştirilen konferansa Büyükşehir Belediye Başkanı 
Mustafa Çelik'in yanı sıra çok sayıda davetli, öğrenci ile vatandaşlar katıldı. Kayseri'nin en büyük salonlarından biri olan salonda izdiham yaşanırken, 
merdiven boşlukları ve kulis aralıklarının da dolu olduğu dikkatlerden kaçmadı. Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Çelik, "Geçen yıl salon dar gelmişti. 
Buraya geldik. Bu salonun kapasitesi de malum ama, maşallah vatandaşlarımız buraya da sığmadı. Müthiş bir ilgi var. Herkese teşekkür ediyorum" dedi. 
Kayseri Kitap Fuarı'na 'Onur Konuğu' olarak katılan İlber Ortaylı'nın söyleşisini 2 bin 500 kişinin takip ettiği belirtildi.

' TEL AVİV BİZİM SAYEMİZDE KURULDU '

    Günümüzde İsrail sınırları içinde yer alan birçok şehri Osmanlı'nın kurduğunu ifade eden Prof. Dr. İlber Ortaylı, "19. Yüzyıl'ın Osmanlı coğrafyasını 
maalesef bilmiyoruz. Bu bizim için çok yanlış şeyler getiriyor. O zaman ki Şam'dan, Halep'ten, Beyrut'tan haberimiz yok. Bu salonda bir anket yapsam 
'Beyrut neresi? Nasıl gelişmiştir' desem, çoğu kişi cevap veremez. Beyrut dediğimiz yer bir köydür. Onu, o hale getiren biziz. Bugün ki İsrail'deki şehirlerin 
hangilerini biz kurduk desem. Çoğundan haberiniz yoktur. Yafa, sadece bir iskeleydi. Gemi yanaşamazdı. Yafa'yı mamur hale biz getirdik. Osmanlı geliştirdi. 
Tel Aviv bizim sayemizde kuruldu. Biz müsaade ettik. Geldi, yerleştiler, kurdular. Sultan Hamit döneminde Yahudi gelmedi diyorlar. Bu tamamen yalandır. 
Avrupa'da zulüm gören Yahudiler sığınmak için talepte bulunuyor. Bir kısmı alınıyor. Bir kısmı reddediliyor. Gelenlerin bazıları da beğenmediği için ilk fırsatta 
buradan başka ülkelere gidiyor" dedi.
Yakın Çağ tarihinin, araştırmazlık dolayısıyla tahribatın çok fazla olduğunu da sözlerine ekleyen Prof. Dr. Ortaylı, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuranlar 
tamamıyla Osmanlı Devlet ricalidir. Ay'dan inmemişlerdir. Osmanlı demek bir millet demek değildir. Osmanlı diye bir millet yok. 'Osmanlıca' zaruretten 
dolayı bürokrasinin geliştirdiği bir dildir. Bir sürü kelime var. Çoğuna Arapça diyorlar. Araba söylesen anlamaz. Osmanlıca, bir düşüncenin, gelişmenin, 
devlet hayatının, bürokrasinin, ilmi ihtiyacının, sosyal bilimler ve iktisat gibi bilimlerini gelişmesi, yeni şeylere bakması için hayatımıza girmiş. 
Bunu ayrı dil diye söylemeyin. O, bürokrasinin dili. Onun için okumuş olmak ve halkın anlaması lazım. Halk, günlük hayattaki kelimeleri bilir" diye konuştu.

'TÜRK KELİMESİ IRKÇILIK ANLAMINA GELMİYOR'

'Türkler' kelimesinin ırkçılık anlamına gelmediğini de ifade eden Prof. Dr. İlber Ortaylı, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Devlet isimleri, ya kurulduğu şehrin adını taşırlar Roma İmparatorluğu gibi, yahut hanedanın adını taşırlar Sasaniler, Abbasiler, Emeviler, Selçuklu 
veyahut Osmanlı. Bunun düpedüz millet adına dönüşmesi biraz zorlamadır. Muhtelif unsurlardan oluştuğumuz için devletin adı böyle çıkmıştır. 
Yani bir vatandaşlık gibi çıkmıştır. Zaten o imparatorluk parçalandı, geriye Türkler kaldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Türkiye olarak kuruldu ve 
ondan sonra da yerleşti daha Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalkmadan. Çünkü çifte idare vardı biliyorsunuz, 1922 Kasım’ına kadar. 

Ondan sonra da bugünkü Türkiye Devleti adı oldu. Adı ırkçı yaklaşımla söylenmemiştir, bu çok açıktır. Fransa nasıl sadece Frank’ların ülkesi değilse 
ama herkesi içeriyorsa. Hiçbir kimse kalkıp da ‘Vay faşist Fransa’ demiyor. Demekki burada başka bir şey var."

12 ADALAR TARTIŞMASI

    Yunanistan'ın batı devletleri tarafından sürekli korunduğunu da ifade eden Ortaylı, "Türkiye devleti kurulurken bazı şeyleri kabul etmek zorunda kaldı. 
Mudanya Mütakeresi ve Lozan'da müthiş bir kavga çıktı. Lozan'da bize hiç kimse, süngüyle girmediğimiz, restore etmediğimiz haritamızı ve haklarımızı 
restore etmediğimiz bir memleketi vermez. Tarihte böyle memleketler vardır. Bunlardan bir tanesi Yunanistan'dır. Her zaman başka kuvvetler tarafından 
korunur. Hatta kaybettiği bir şekilde iade edilir" dedi. Lozan Antlaşması tartışmalarından da bahseden Prof. Dr. Ortaylı, 

"O zaman İngiltere ve Fransa, kolay kolay Yunanistan'dan Türklere toprak vermezdi. Yunanistan karlı çıkardı. Atina'ya yanaştık. 
Oradan mütakere imzalandı. Lozan'da süngü nerede bitiyorsa orayı verirler bize. '12 adayı Lozan'da verdik' demek cehalettir. Gidin lütfen haritaya bakın, doğru dürüst tarih okuyun. Lozan'da 12 adaların işi yok. Onlar çoktan zaten elden gitmiş. Londra ve Uşi Antlaşmaları'nda elden gitmiş. 

   Bunu söyleyen 2 takım var. 
Birincisi, bizim içimizde olanlar, Allah onları ıslah etsin İkincisi de Yunan uydurukçuları. Yunanistan'daki ve buradaki yalancılar bir araya geliyor, adı da '12 adayı Lozan'da verdik' oluyor. 12 adaları Lozan'da vermedik. Musul'u da vermedik. O zaman, Musul'da değildik. 
Musul bizim değildi. Halep'i de vermedik. Orada da değildik. Niye verelim. Milletin inisiyatifi olmasa, Hatay, Maraş ve Urfa'dan bu tarafa geçecektik" ifadelerine yer verdi.

'KAYSERİLİLERİN TARİHİ GÖRÜŞÜ KİRLENMEYE BAŞLADI'

Osmanlılar döneminde Kayseri sanayisinin gelişmişliğinden bahseden Ortaylı, "Osmanlı coğrafyasını bilmezseniz ve sloganlarla öğrenirseniz 'Bu imparatorlukta hiç sanayi yoktu' dersiniz. Ben bunu bir devlet adamından duydum, bir eski başbakandan ama doğru değildir, sanayi vardır, ihracat bile yapıyorlardı. 
Kayseri'de sanayi vardı, bunu Kayserililer bilmiyor, en fazla 'Bizim burada halı dokuturlardı' derler. Halı dokutmanın ötesinde işler vardı. 

Metal dokuma sanayisi üst düzeydeydi. Burada metal, büyük olmayan bir sanayi vardı. Top fabrikaları yoktu ancak sanayi vardı ve bunlar ihraç ediliyordu. 
İhracattan dolayı demiryolu gelmesi söz konusu olunca Ankara'ya kadar geleceği duyulunca, Kayserililer ayaklandı, 'bize gelmeyecek mi?' diye. Berlin'e, 
Hamburg'a kadar mal satıyorlarmış. Buradan giden kumaşı, halıyı, metal eşyayı, kuru meyveyi ve tabi ki pastırmayı, çoğu kişi bilmiyor. 

   Belki bunlar silah satmaya, otomobile benzemez ama bir üretimdir, mamuldür. Gelir getirir. Kayseri'deki taş konaklar yıkıldı. Yerine devasa binalar yapıldı. 
1962'den beri bu şehri bilirim. O Kayseri gitti, bu Kayseri geldi. Afiyet olsun. İkisi aynı olmadığı için, Kayserililerin tarihi görüşü kirlenmeye başladı" diye konuştu.
Program sonunda Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Çelik tarafından Prof. Dr. İlber Ortaylı'ya hediye verildi.


***

26 Kasım 2020 Perşembe

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 9

 BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 9


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,


Hukuk Sistemi Hakkında Farkındalık ve Bilinç Düzeyi...,

Görüşmelerimiz sırasında, hukuk sistemi hakkında genel bir bilgisizlik havasının
egemen olduğunu tespit ettik. 
Kuvvetler ayrılığı ilkesi gibi soyut ve kuramsal konulardan başlayarak mahkemeler in görev alanlarına, hukukî metin hiyerarşisinden yargıya müracaatta gözetilecek sıraya gelinceye kadar geniş bir hukuk alanının, yurttaşların bilgi dağarcığı içinde neredeyse hiç yeri yok.
Van’da görüştüğümüz kişilerden biri, vatandaşın “cehaletinin” adaletin tecellisinde
önemli bir engel olduğunu vurgulamış ve buna şöyle bir örnek vermiştir:
Yani adam eğer kendisini yeteri kadar ifade edebilmiş olsaydı, ben işte okuma yazmam [yok] diyor vesaire, başta işte avukatın ne olduğunu bilemiyor veya işte
bu kadastronun yaptığı işlem[i], bedeli ödenmeden tapu devri niye yapıldı onları
bilseydi bu duruma düşmezdi. (Van 2)

Aynı şekilde, Denizlili görüşmeci de hukuk ve yargı konusunda “hiçbir şey bilmediğini” söylemekten çekinmiyor:

Sorarak öğreniyorsun yani bir şekilde oradakilere... [Onlara] muhtaç kalıyorsun.
Onlara bile belli bir miktarda para ödüyorsun, dilekçe yazıyor. Sormak zorundasın,
bilmiyorsun çünkü. Şey var mahkemelerin aslında içlerinde bir danışma gibi
yerler oluyor ya işte onlar o kadar şey değil, bilgili değiller. (Denizli 1)
Bilgisizliğin adaletin tecellisinde ve hak arayışında çok önemli bir eksiklik olduğu,
görüşmecilerin tümü tarafından teslim edilmektedir. Eğitim sisteminin bu bilgisizliği gidermek bakımından hiçbir etkisinin olmadığı da anlaşılmaktadır. Vanlı görüşmecilerden biriyle aramızda geçen diyalog, eğitim sisteminin de yardımıyla, hukuk ve yargı konusunda temel bilgilerin edinilmesinin yaratabileceği sonuçlara dair kanaatin iyi bir ifadesi sayılır:

Eğitim sistemi içerisinde hukukla ilgili bilgi aldınız mı veya hani şu mahkeme
şu işe yarar, hakkını arama yolları budur diye size bir eğitim, bilgi verildi mi hiç
herhangi bir safhada?   Yok! Peki, buna ihtiyaç olduğunu düşünüyor musunuz?
Düşünüyoruz evet. [Sulh Hukuk Mahkemesi ile Asliye Hukuk Mahkemesi arasındaki farkı...], ikisinin aslında ne işe yaradığını hakikaten de bilmiyoruz. Hocam, köylü bunu bilirse, zaten bu köydeki ağalık sistemi kalkar. Köylü hakkını aramaya kalkarsa olay bitti. Köylü haksızlığa da uğramayacak. Ya oradaki işte aşiret reisinden dolayı, ağadan dolayı. Hakkını arayınca işte Kemal Sunal’ın filminde vermiş.

Hani yurttaşlık dersi vardı eskiden, şimdi o da yok. Köyde hocanın dili döndükçe,
evvelsi gün hani oradaki öğretmene düştüyse, öğretmen bildiği kadar sistemi
anlatıyor. Ama hiçbir öğretmen de Asliye... (Van 1)

Hukuk sistemi ve yargının işleyişi konusunda bilgilenme ihtiyacı olup olmadığını
sorduğumuz Hakkârili görüşmeciden şu cevabı aldık:

Tabii ki var. Mesela az önce siz bir şeyler söyleyince, ben kendimi çok geri kalmış
hissettim.

Estağfurullah.

Ama doğru bu. Şimdi siz Ağır Ceza Mahkemesi deyince acaba “ağır” ne iş yapıyor
veya ben dara düştüğümde şu an herhangi bir olayla karşılaştığımda hangi birime
gideceğimi ben şahsen bilmiyorum. Sokakta geçen insanlara da sorsak insanların
herhalde yüzde 70’i bilmiyor. Belki rakamı biraz az söyledim, belki çok söyledim
ama... (Hakkâri 1)

Bu genel bilgisizlik halinin birkaç istisnası vardır. İstisnalar şu şekilde gruplanabilir:

1) Hukuk alanına yakın işlerde çalışanlar.
2) Eğitimli kişiler.
3) İşi mahkemeye düşüp, yaşayarak bilgi sahibi olanlar.

Birinci ve ikinci kategoriye örnek olarak Samsunlu hekim görüşmeciyi verebiliriz.
“Biriyle yaşadığınız sorunu nasıl çözersiniz?” sorusu karşısında bu görüşmeci,
ombudsmanlık, mahkeme öncesi hakem heyeti gibi kurumların gerekliliğine işaret ediyor:
Tüketici hakları anlamında girelim mesela konuya, mesela ne var? Bir mal aldınız,
bu malda sorun var, direkt mahkemeye gitmiyorsunuz. İllerde, ilçelerde, ilçelerde
kaymakamlıklarda, illerde valiliklerde tüketici hakem heyeti var, buraya başvuruyorsunuz.
Öncelikli olarak malı aldığınız yere gidersiniz, dersiniz böyle böyle
bir sorun var, orası olayı sahiplenmezse hakem heyetine girersiniz, hakem heyetinden çıkan sonuç sizi tatmin etmezse veya sonucu uygulamaya koymazsa ne yaparsınız, Ticaret Mahkemesi’ne gidersiniz, Tüketici Mahkemesi’ne gidersiniz.
(Samsun 1)
Aynı kişi, görüşmeciler arasında mahkemelerin görev alanlarına dair bilgisi olan
ender kişilerden biriydi. Bir başka eğitimli görüşmeci de aynı soruya ayrıntılı bir
cevap verdi:

Az çok bilgim var. Her mahkemenin ayrı görevleri vardır. Davanın, mahkemenin
konusuna göre mahkemenin görevleri değişir. Örneğin bir vergi davası ile
boşanma davasının görevleri aynı olamaz. (Sivas 2)

Genellikle mahkemelere işi düşmüş olanlar, örneğin boşanma, ölüm gibi durumlarda mahkemeyle tanışmış olanlar, ilgili mahkemelerin görevlerini ve alanlarını bilmektedirler (örneğin Kayseri 5; Yozgat 1). Esasen adalete erişim konusunda karşılaşılan zorluklar da, aynı kişiler tarafından dile getirilmiştir. Örneğin Hakkârili görüşmeci “yasa ve mevzuat dili”nden şikâyetçidir. Bir adlî süreci anlamak için, ona göre, sözlükle dolaşmak lazımdır. (Hakkâri 1) Benzer biçimde Bursalı görüşmeci, işlemlerde kullanılan dilin yarattığı erişim sorununu şu şekilde ifade etmiştir:
Bence kesinlikle yasalar, mesela en ufak şeyi biz noterlerde yaşıyoruz. Noterlerde
kullanılan belli bir yasa dili vardır. Bilmiyorum bu konuda siz daha iyi bilirsiniz,
orada bir vekâletname yapıyor, bir kelimeler geçiyor, bir kelimeler geçiyor yani
okuyarak anlamıyorsunuz. Sadece kime verdiğiniz, adını, soyadını, doğum
tarihini, doğum yerini biliyorsunuz. Yani bunların daha yalın bir hale getirilmesi
lazım diye düşünüyorum.
Hukuk dili insanların hak aramasına da engel olacak boyutlarda karmaşık bir
dil mi size göre?
Evet, yani şöyle söyleyeyim; yazıların ne olduğunu bilmeden imza attığınız takdirde yarın öbür gün ben yargıya şey yaptım mı yargı, senin imzan var diyor. Bu sefer vatandaş hakkını arayamaz haline geliyor, hukuk onu tamamlıyor. 
(Bursa 1)
Bir başka görüşmeci de, usule uygun müracaatlar için arzuhalci veya avukat dolayımını kullanmak zorunda olduklarından yakınıyor. Ona göre, en basit konularda bile böyle bir sıkıntı var:
Arzuhalciye sürekli para veriyorsun canım. Sürekli avukatın yanına gidersen para
şey etmiyor [yetmiyor], mesela avukat tutarsan avukat senin işlemlerini vekâletle
yürütüyor. (Kayseri 4)
Görüşmeciler arasında, hukuk sistemindeki değişikler hakkında bilgi sahibi olanların sayısı da çok az. Bu az sayıdaki kişiler de, eğitimli kesime dahil. Mesela Samsun’da görüştüğümüz hekim, çapraz sorgu yönteminin ceza muhakemesi usulüne girmesiyle birlikte daha hakkaniyetli ve adil sonuçlar elde edileceğine inandığını söylüyor:

Bizim Ceza Kanunumuzda artık çapraz sorgulama denen bir uygulama gündeme
geldi. Nedir çapraz sorgu? Tanıkların sanıklarla karşılıklı, yine mahkeme huzurunda, avukatlar aracılığıyla birbirine soru sorabilmeleri, olayları teyit ettirebilmeleri ve vuku bulan olayın, tekrar bir nevi animasyon halinde, görsel olarak değil de sözsel olarak teyitlerin alınması... Bu çapraz sorgu dediğimiz olay sistemimizde hakkaniyetle bir şekilde yerleşirse, bu tür hataların önlenmesi [sağlanacak], büyük ölçüde yanlış kararların önüne geçilecek. (Samsun 1)

   Hukuk düzeyinde yaşanan değişimin farkında olanların çoğu, yeni düzenlemeler in uygulamaya tam olarak yansımadığını düşünüyor. Mesela Samsunlu diğer görüşmeci, Medenî Kanun’da kadın haklarını genişleten düzenlemeler için böyle bir
değerlendirme yapıyor:
Mesela medenî hukuk açısından evet değişti. Kadınlar biraz daha hak sahibi
olmaya başladı, eskisi kadar değil en azından. Ama yine insanları tatmin edici
yönde değil, ihtiyaçlarını karşılayacak kadar değil, daha düne kadar para cezaları
çok cüz’i miktardaydı, çünkü eskiye göre ayarlanmıştı. Bunun gibi bir sürü şey var.
(Samsun 2)
Aynı görüşmeci, trafik cezalarını ağırlaştıran düzenlemeleri örnek vererek, değişikliklerin hayata geçirilebilmesi için zihniyet dönüşümüne ihtiyaç olduğunu vurguluyor:
Mesela bugün trafik cezalarına şey getirdiler, bir sürü yeni kanunlar çıkardılar,
ehliyetler bile iki yıl deneme süreli oldu, bu çok doğru bir karar ve yerinde bir
karar ama bunu kapatacak şey yine şey insanların üst makamlardan tanıdıkları,
bizim kafamızdaki bu şey kalkmadığı sürece kanunlara ne kadar ağırlaştırırsan
ağırlaştır, bunun bir faydası olmayacağını düşünüyorum. (Samsun 2)
Sonuç Yerine..,
Modern toplumlarda yargının temel işlevi, bireylerin birbirleriyle ve devletle
olan ihtilaflarını “tarafsız bir usul ve süreç” içinde çözmek, böylece toplumsal
barışı korumaktır. Yargının bu işlevi yerine getirebilmesi, büyük ölçüde toplumun
güvenine mazhar olmasına bağlıdır. Bu ise, yargının adil bir şekilde işlediğine
dair toplumda yaygın ve kuvvetli bir inancın bulunmasını gerektirir. TESEV
yargı araştırmaları serisinin ilk kitabı olan Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler
ve Savcılar için görüştüğümüz hâkimlerden birinin sözleri, bu durumu çarpıcı bir
tarzda özetlemektedir: “Halkın yargıya düşmanlığı önemli değil. Bana göre halkın
yargıya güvensizliği önemlidir. Eğer güvensizlik doğarsa, işte asıl felaket o zaman
başlamıştır.”
Toplumda yargıya yönelik güvenin varlığını ve derecesini araştırmak, hukuk
sosyolojisinin ve onun bir alt dalı olan yargı sosyolojisinin uğraş alanında önemli
bir yer tutar. Batı’da bunun için özellikle anket uygulamasının çeşitli türlerinden
bolca yararlanıldığı görülüyor. Anketlerin ve sayısal ölçümlerin güvenilirliği haklı
nedenlerle sorgulanmaktadır. Anket yönteminde belli seçeneklerle cevaplanması
gereken kapalı uçlu soruların, güven konusundaki algıyı tam anlamıyla ortaya
çıkarmaya elverişli olmadığı, bu tartışmalarda en sık dile getirilen tezdir. Bu
eksikliği gidermek için, yargıya dair algı kalıplarını tanımayı sağlamak amacıyla
“derinlemesine mülakat” yöntemine başvurulur. Kuşkusuz bu yöntemin de sınırları
vardır; bunların başında da, araştırma ölçeğinin ve evreninin belirlenmesi gelir.
Toplumun tümünü temsil edecek bir örneklem oluşturmak, derinlemesine mülakat
tekniğinin doğasıyla çelişir. Bu nedenle, bu yöntemle yürütülen çalışmalarda,
genellenebilir sonuçlara ulaşma iddiası, daha baştan bir kenara bırakılır. Aynı
nedenle, bu tür çalışmalara bir “sonuç” yazmak da zordur ya da yazılacak sonuç,
esas itibariyle, görüşmelerden çıkan verilerin bir özeti olmaktan öteye gidemez.
Bununla beraber, böyle bir özetin anlamsız olduğunu düşünmek de doğru değildir.
Zira dar bir görüşmeci evreninde bile olsa, tespit edilen algı kalıpları, yargıya
yönelik onay veya eleştirilerin örnekleri olarak değerlendirilebilir. Bilhassa olumsuz
algıların, yargının topluma karşı sorumluluğunu hatırlatan birer uyarı işlevi görmeleri dolayısıyla, yargının kamusal denetimine ve demokratik hesap verebilirliğine ilişkin arayışlara destek sundukları kabul edilir. Çalışmamızın bulgularını da, bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Bu çalışmanın “sonuçları” arasında, özellikle vurgulanmaya değer gördüklerimizi
kısaca şöyle özetleyebiliriz.
Yargı erki, görüşmecilerin çoğu tarafından, kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı bir
bilinçle değil, bütünsel devlet kavrayışıyla algılanmaktadır. Yargıya yönelik bu
algının, en iyi anlatımını Franz Kafka’nın Şato ve Dava romanlarında gördüğümüz
evrensel sayılabilecek nedenleri vardır. Mesela yargı, genel olarak “nihaî otorite”
gücüyle donanmıştır; otoriteyi sürekli hatırlatan ritüellerle işler vb. Ancak demokratik hukuk devleti bilincinin gelişmiş olduğu toplumlarda, bu özellikler, yargıyı devlet iktidarının doğrudan temsil mekânı veya tam bir izdüşümü olarak algılamaya yol açmazlar; ya da bu algı, en azından görüşmecilerimiz de saptadığımız ölçülere ulaşmaz. Şu halde, yargı–devlet özdeşliği olarak nitelediğimiz bu algının Türkiye toplumuna has nedenleri olduğunu kabul etmek, makul görünüyor. Burada devleti, yurttaşlara hizmet sunan bir organizasyondan çok, toplumu kontrol ve terbiye etmeyi hedefleyen dışsal bir güç ve yapı olarak gören zihniyetin etkisinin önemli rol oynadığı söylenebilir. Esasen mahkemelerin soğuk ve korkutucu makamlar/mekânlar olarak görülmesi de, devlete bakışın bu özgül alana tercümesi sayılabilir.

Görüşmecilerin büyük bir kısmında mevcut olan “yargıda devletçilik” algısı da bu
bağlama yerleştirilebilir. Görüşmeciler arasında, devletin veya devlet görevlilerinin
taraf olduğu davalarda mahkemelerin az ya da çok, ama mutlaka devleti kolladıkları yönündeki algının yaygın ve güçlü olduğunu hatırlatalım.
Görüşmecilerin bu konuda dile getirdikleri fikirlerin çoğunun, Demokratikleşme
Sürecinde Hâkimler ve Savcılar çalışması kapsamında görüştüğümüz hâkim ve
savcıların büyük bir kısmının değerlendirmeleriyle örtüşmesi, bizce üzerinde
ciddiyetle durulması gereken önemli bir bulgudur.
Yargının bağımsız olmadığı yönündeki algının değişik tezahürlerinde de, güçlünün
iradesini dayattığı algısının etkileri açıkça görülebilir. Yargı bağımsızlığına en büyük tehdidin hükümetten geldiğini söyleyen görüşmeciler, AKP’nin toplumsal iktidar noktalarını ele geçirdiğine ve bu iktidar üzerinden yargıyı etkilediğine inanıyorlar.
Buna karşılık, başta ordu olmak üzere değişik güç odaklarının yargıyı hükümet
aleyhine manipüle ettiklerini düşünenler ise, AKP’nin “gerçek iktidar”a sahip
olamadığı öncülünden hareket ediyorlar.
Yargıya güven duygusunun zayıflığı, çalışmamızın bir başka bulgusudur. 
Bu duygunun temelinde, kayırmacılığın ve güç ilişkilerinin yargılama sürecini etkilediği inancı yatmaktadır. Burada da, ister devlet ister özel şahıslar olsun, güçlünün çoğu zaman haklı çıktığı algısının belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Bir görüşmecinin şu sözleri, bu algının sade ve çarpıcı bir ifadesi olarak okunabilir: “Garibanlar hep yenik düşüyor…”
Bu ifadenin anlamı, Türkiye’de devlet kavramında tecessüm eden iktidar
yapısının ve ilişkilerinin, herkese eşit şekilde uygulanan hukuk fikrinin inandırıcılık
kazanmasını engellediğidir. Buna rağmen, görüşmecilerin çoğunun mahkemeleri bir çare olarak görmesi, bir çaresizlik itirafı olarak da değerlendirilebilir.

Netice itibariyle, görüşmelerden çıkan tablo ışığında, yargıya dair sıkıntıların sadece adalet sisteminin örgütsel yapısı ve işleyişiyle sınırlı görülemeyeceğini, genel olarak egemen yönetim zihniyeti ve yerleşik devlet–yurttaş ilişkisi modeli çerçevesinde ele alınması gerektiğini vurgulamak isteriz.



YER / KİŞİ  YAŞ GRUBU  MESLEK/ MEŞGALE  CİNSİYET EĞİTİM DURUMU    DİĞER   ( YER VE AİDİYET )

Kars 1 35-40 Çiftçi E İlkokul Yeni Polat köyü/Kürt
Kars 2 35-40 Çiftçi E İlkokul Polat köyü/Kürt
Kars 3 35-40 Çiftçi E İlkokul Polat köyü/Kürt
Kars 4 25-30 Esnaf E Lise Arpaçay/Terekeme
Kars 5 50-55 Ev kadını K okuryazar Polat köyü/Kürt
Kars 6 20-25 İşsiz K Yüksek Arpaçay/Terekeme
Kars 7 35-40 Çiftçi E İlkokul Carcı köyü/Kürt
Kars 8 20-25 İşsiz E Yüksek Arpaçay/Yerli
Kars 9 45-50 Esnaf E Lise Arpaçay/Yerli
Kars 10 30-35 Esnaf E Lise Kars/Terekeme
Kars 11 15-20 İşsiz E Lise Polat köyü/Kürt
Kars 12 65-70 Ev kadını K okuryazar Polat köyü/Terekeme
Kars 13 40-45 Çoban E İlkokul Polat köyü/Kürt
Kars 14 30-35 Ev kadını K İlkokul Polat köyü/Kürt
Kars 15 35-40 Şoför E İlkokul Polat köyü/Terekeme
Kars 16 40-45 Çoban E Lise Polat köyü/Kürt
Kars 17 25-30 Aşçı E İlkokul Kars merkez/Kürt
Kars 18 40-45 Esnaf E Lise Çakmak köyü/Yerli
Rize 1 35-40 Mühendis E Yüksek Rize
Rize 2 30-35 Ormancı E Lise Çamlıhemşin
Trabzon 1 35-40 Esnaf E Yüksek Trabzon
Erzurum 1 75-80 Ev hanımı K - Köprüköy/Kürt
Erzurum 2 20-25 Esnaf E Yüksek Alevi
Nusaybin 1 25-30 Öğretmen E Yüksek Kürt
Samsun 1 40-45 Hekim E Yüksek Adli tıp uzmanı
Samsun 2 20-25 Öğrenci K Yüksek Muhasebe öğrencisi
Sivas 1 25-30 Serbest E Lise Sivas merkez
Sivas 2 40-45 Ev hanımı K Yüksek Sivas merkez
Sivas 3 50-55 Öğretmen E Yüksek Sivas merkez
Kayseri 1 60-65 Emekli E İlkokul Yeşilhisar/Soğanlı köyü görüşme Listesi (devam)


YER / KİŞİ YAŞ GRUBU MESLEK / MEŞGALE CİNSİYET EGİTİM DURUMU DİĞER (YER VE AİDİYET)

Kayseri 2 35-40 Çiftçi E İlkokul Yeşilhisar/Soğanlı köyü
Kayseri 3 40-45 Memur E Yüksek Kayseri merkez
Kayseri 4 30-35 İşçi E İlkokul Merkez/Karahüyük köyü
Kayseri 5 35-40 İşçi E İlkokul Merkez/Karahüyük köyü
Yozgat 1 55-60 Aşçı E İlkokul Kadışehri
Van 1 45-50 Esnaf E İlkokul Van merkez
Van 2 45-50 Teknisyen E Lise Van merkez
Van 3 33-40 İnş. işçisi E İlkokul Van merkez
Hakkâri 1 30-35 Esnaf E Lise Hakkâri merkez
Denizli 1 30-35 Garson E Lise Kış: Denizli/Yaz: Marmaris
Antalya 1 35-40 Resepsiyonist E Yüksek Antalya merkez
Eskişehir 1 50-55 Em. işçi E Ortaokul Eskişehir merkez
Eskişehir 2 40-45 İşçi E Lise Eskişehir merkez
Bursa 1 35-40 İş adamı E Lise Mobilyacı/Beyaz Eşyacı
Bursa 2 30-35 İşçi E Lise Bursa merkez
Kocaeli 1 45-50 STK Yöneticisi K Lise Gölcük
İstanbul 1 35-40 Yayıncı E Lise
İstanbul 2 20-25 Öğrenci E Yüksek Yüksekokul öğrencisi
İstanbul 3 20-25 Öğrenci E Yüksek Yüksekokul öğrencisi
İstanbul 4 30-35 Yayıncı E Yüksek
İstanbul 5 45-50 Hizmetli K İlkokul
İstanbul 6 25-30 Teknisyen E Lise
Ankara 1 45-50 Öğretim Üyesi E Yüksek
Diyarbakır 1 40-45 Serbest E Yüksek
Diyarbakır 2 60-65 Emekli E İlkokul
Diyarbakır 3 50-55 Esnaf E Ortaokul
Diyarbakır 4 45-50 Esnaf E Lise
İzmir 1 30-35 Grafiker E Yüksek
İzmir 2 30-35 Kaportacı E Ortaokul

Yazarlar Hakkında.;

Mithat Sancar.,


  1963 Nusaybin doğumlu. 1984’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1985 -1990 yılları arasında Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Ankara Üniversitesi’nde yaptı. 
  “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti (2000), Mülteciler ve İltica Hakkı (2002, Bülent Peker’le birlikte) ve Geçmişle Hesaplaşma – Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne (2007) kitaplarının yanı sıra, çeşitli dergilerde çok sayıda makalesi yayımlandı. Bir süre Birgün gazetesinde köşe yazarlığı yaptıktan sonra, Taraf gazetesinde yazmaya başladı. Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’n de profesör olarak çalışıyor.

Suavi Aydın.,

1962 yılında Ankara’da doğdu. 1986 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü’nden mezun oldu. Aynı alanda yüksek lisans yaptıktan sonra doktorasını
Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde tamamladı. Halen aynı bölümde
öğretim üyesidir. Etnisite, milliyetçilik, devlet sorunsalı, etnotarih, yerel tarih ve
yerleşim tarihi alanlarında çalışmaktadır. Halen Toplum ve Bilim, Tarih ve Toplum veKebikeç dergilerinin yayın kurulunda yer alan yazarın çok sayıda makalesinin yanısıra, yayımlanmış çalışmaları arasında.,Modernleşme ve Milliyetçilik (1993), 
Kimlik Sorunu, Ulusallık ve “Türk Kimliği” (1998), Mardin: Aşiret, Cemaat, Devlet (2000 –Kudret Emiroğlu, Oktay Özel ve Süha Ünsal ile birlikte), 

Antropoloji Sözlüğü (2003 –Kudret Emiroğlu ile birlikte), 
Küçük Asya’nın Bin Yüzü: Ankara (2005 – Kudret Emiroğlu, Ömer Türkoğlu ve E. Deniz Özsoy ile birlikte) bulunmaktadır.


***

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 8

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 8


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,


Yargının hükümetten yana değil, aksine hükümete ve onun temsil ettiği değerlere
karşı olduğunu düşünen görüşmecilerin sayısı da az değil. Örneğin yargının siyasallaşıp siyasallaşmadığına ilişkin bir soru karşısında, Van’da görüştüğümüz kişilerin aklına Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsü hakkında verdiği karar geliyor:
Anayasa Mahkemesi’nin kararını kastediyorsan tamamen taraflıdır diyorum,
benim görüşümü ben söylüyorum sadece, halkın değil. Tamamen siyasî bir karardır.

Bizi, beni şahsen derinden yaralayan bir karar çıktı diye düşünüyorum. Fikrim
benim bu. Nedeni de, yıllarca bütün vatandaşların, bütün halkın söylediği gibi
özgürlük, demokrasi, demokraside herkes bir olsun diyorsa neticede bu anamız,
bacımız bir şekilde üniversiteye gidip okumalı, bizim düşüncemiz o. Adaletli bir
karar mı diyorsan hayır, benim açımdan hemen size şunu söyleyeyim; hayır.
Adaletli bir karar değil.
Yargının burada hukuku gözetmediğini, aynı bir tür siyasî taraf haline geldiğini
mi söylüyorsunuz?
Evet, aynen. Aynen düşüncem odur. Peki, başörtüsü olayı bizim kültürümüzle,
Doğu’da yaşayan insanın kültürümüzle iç içe, başörtüsü bizim köyümüze gittiğiniz
zaman köyümüzdeki kızın on yaşından sonra başı bağlanır, taa ki ölünceye
kadar. Bunun başörtüsüyle bir ilgisi yok. Bizim kültürümüz, ibadet şeklimiz, yani
dinî vecibelerimiz bunlar. Bizim çocuğumuzu okula zorla götürüyorlar, kimin
çocuğu okumuyorsa gelip kaydediyor, başı açık ceza, ondan sonra çocuğa diyor
ki, başını kapatma, açacaksın diyor. Çocuk da her konuda bir kültürü vardır, köy
yaşamı vardır, başını bağlamak zorundadır. O zaman baba diyor ki her çocuk okusun ama... Hakkı yoktur, bana göre hakkı yoktur.
O zaman size göre bu yüksek yargı kararlarının hukukîliği problemli gözüküyor.
Evet, problemlidir... Hocam, çok enteresan bir durum; şimdi üniversitelere galiba
başörtüsüyle girilmeye başlandı. Şimdi bu üniversiteli çocuğa devlet burs veriyor.
Diyor ki, okul bitene kadar ben sana burs vereceğim, okulu bitirip bir yere girip
çalıştıktan sonra benim bursumu ödeyeceksin. Başı bağlı oku, burs vereceğim
diyor. Devlet dairesinde çalışana da başındakini çıkart diyor! Burada çok büyük bir
tezat oluşuyor. Yani bu adamı okutuyorsun, para veriyorsun, ondan sonra devlet
kurumlarına da diyor ki, başı bağlı giremezsin! Çok büyük bir tezat. Ne olacak?
Yarın öbür gün ne yapacak? Dava açacak, diyecek ki beni bu şekilde okuttun, ben
bu adama borçlandım, borcumu ödemek için de kurumda çalışmak zorundayım.
Yani çok çelişkili. Yani şahsî... benim kendi kız çocuklarım var. Ondan dolayı ilkokuldan sonra okutmadım.

Sırf bu yüzden mi okutmadınız?

Hep bu yüzden. Ve bununla tek benim şeyim bir siyasî simgeye bağlı olunca asla!
Dinimiz, inancımız gereği olaraktan buna müsaade etmiyorum. Çünkü ben biliyorum...
Peki şunu soracağım, mesela kızınız 18 yaşını geçti başı bağlıyken. Ya ben böyle
yaşamayacağım, başımı açacağım dese ne yaparsınız?
Ben ne yaparım? Ben babası olarak ilk önce şeyi bir usulünde söylerim. Benim
inancıma aykırı bir şey senin bu yaptığın, inancıma aykırı. Baş edemezsem bir şey
de yapamam, ne yaparım yani. Yani bu gerçek. (Van 1)
Bir standart uyguluyor orada, mesela okul yaşındaki kızları zorla okula gönderiyor,
kampanya yollarıyla gönderiyor. Belli bir yaşa, belli bir okuma yaşına geldiği
zaman orada durduruyor. Orada engelliyor. Bu haksızlık oluyor, bu şey değil yani.
Bu karara tamamen karşıyız. Artı hocam, çocuk 18 yaşına kadar geliyor, okuyor,
bu ilköğretimi okuyor, liseyi okuyor, ama 18 yaşına gelip yani kendini, kendini,
fikrini beyan edecek yaşa geliyor hani yasal olaraktan, hukuk olaraktan, temsil
olarak çocuk belli bir yaşa geliyor orada dur diyor, okuyamazsın! Bu çifte standart
oluyor bize göre. Yani ben istemiyorum. (Van 2)
Aynı görüşmeciler, bu kez AKP’nin kapatılması davasının yargının siyasallaşması
açısından ne tür anlamlar taşıdığı üzerinden, şunları ifade ediyorlar:
Kapanma davasından dolayı olan güvenimizi de kaybettik diyebiliriz. (Van 1)
Bağımsız yargıya güvenmiyoruz, evet... Neye güveneceğiz? (Van 2)
Aynı Adnan Menderes’i idam ettiler, yirmi sene sonra, altmış sene sonra yeniden
yargılıyorlar. Yani bu sistem hâlâ devam ediyor. Bizde devam ediyor bu sistem.
Yani belli bir adalet yok.
Bir hükümetin hakikaten hükümet etmesi mümkün mü böyle bir sistemde? Hayır,
mümkün değil. Cumhuriyet’ten bu yana hükümetin varlığı sadece ekonomik,
para toplama görevidir. İstedikleri zaman belli kısım bir şey istediği zaman devleti
devre dışı edebilir, vatandaşı devre dışı edebiliyor. Bizim hiç... (Van 1)
Şu anda görülmüyor. Bizim en son yaşadığımız olay, 411 milletvekili seçilen, milletvekili bir kanuna evet dediler... (Van 2)
On bir tane üyeye talimat verildi.
Talimat verildiğini mi düşünüyorsunuz?
Düşünüyoruz evet, kesin düşünüyoruz. Çünkü on bir kişinin şeyi değil...
Aynı görüşmeciler, “367 kararı da mı böyleydi sizce?” şeklindeki sorumuz üzerine şu açıklamaları yapıyorlar:

Evet, o da aynıydı. Çünkü on tane, on bir tane Cumhurbaşkanı seçildiğinde hiçbir
olay yoktu böyle, bu problem yoktu. Buna gelince, yani istedikleri zaman yönlendirebiliyorlar. (Van 1)
İstediklerini kendi aleyhlerine çevirebiliyorlar, lehlerine çevirebiliyorlar. Hani bilmiyorum,şu ana kadar... (Van 2)
Çok enteresan bir durum var; yani anketlere bakıldığı zaman, işte Türkiye’nin
yüzde 60, yüzde 50 oyunu almış bir parti tepe aşağı geliyor. Ya şimdi hükümetleri
kimler yıkar? Seçimle gelir seçimle giderler. İcabında kim yıkıyor ki bu partiyi,
kim yıkıyor? Hani bu yüzde 60’la başa gelen hükümeti kim devirir? Hakikaten gizli
devlet, derin devlet mi var? Hani dışardan bazı insanlar mı bunu karıştırıyor veyahutyön veriyorlar? (Van 1)
Şu ana kadar o konular pek fazla bilinmiyordu, ama sonra da yavaş yavaş onlar
da ortaya çıkmaya başladı. Yani diyelim ki hükümetin ağırlığı mı, artık sistemin
şeyi mi bilmiyorum onu tam olarak, ama o gizli, derin devlet olayları, gizli çeteleşmeler falan yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bunlar biraz bizi umutlandırıyor yani. (Van 2)
Dünkü gazetede şey vardı, Arap gazetesinde, Kara Kuvvetleri Komutanı ile Anayasa Mahkemesi Başkanı görüşmüşler mesela. (Van 1)
Görüşmüşler, CHP aynı anda olaya girdi, bu tamamen insanları endişelendiriyor
ya. (Van 2)
Şimdi nasıl güvenebiliriz bu yargıya? Bir tenekeye 40 milyondur, bu 8 litrelik bir...
bu parti kapatma dolayından 80 milyona çıktı. Bir kilo pirinç, maalesef vatandaşa
gidiyor.

Yani şu andaki bu ekonomik kriz de buna mı bağlı?

Krizi de tamamen buna bağlıyorum. Çünkü hükümet ne yaptığını bilemiyor,
hükümet eli ayağı durmuş… Geçen ben Bahçesaray’daydım, devletin beş tane
ihalesini bir vatandaş olarak devletin beş tane işini yaptım ben. Yanımda 20-30
kişi çalışıyorlar. İstikrar vardı o zaman, bir güven vardı. Piyasadan alabiliyordum,
verebiliyordum, yapabiliyordum, çevirebiliyordum. Bu sene o yok, tamamen bitti
yani. Nedeni neydi bunun? Birdenbire niye bu böyle oldu? Tabii bunun nedeni
düşündüğün zaman ortaya siyasî istikrarsızlıkla ki tamamen bu bir güvensizlik
meselesi ortaya çıkıyor... Ekonomistliği, biz hepimiz de biliyoruz, yani bir Başbakan, Cumhurbaşkanı’na gittiği zaman çıktıktan sonra yüzü asıksa ekonomide
dalgalanmalar olur. Bunu köydeki çoban da biliyor, yargı da biliyor, başka bütün
insanlar da biliyor. Yani böyle hassas konuda Türkiye’de, yani yargının başındaki
insanlar bunu böyle yaptıkları zaman Türkiye’nin ekonomisi çok büyük bir şekilde
çökeceklerini göremiyorlar mı? Göremiyorlar. Ve de bunu başka bir değişiklik
yapma yolu yoktur. (Van 1)

Anayasa Mahkemesi’nin özellikle AKP karşısında siyasî bir tutum takınarak tarafsızlığını zedelediğini bir başka görüşmeci de vurguluyor:
Mesela Anayasa Mahkemesi genellikle politik davranıyor. AKP’nin kapatılma
davasında olduğu gibi. (Diyarbakır 4)
İstanbullu eğitimli bir görüşmeci de, özellikle 367 kararına atıf yaparak hukuka karşı zaten duymakta olduğu güvensizliğin bir kez daha teyit olduğunu şu sözlerle ifade ediyor:

367 çok güzel bir oyun, çocuk bahçesine döndü Millet Meclisi de.
Bu tür durumlar hukuka olan güveni sarsmaz mı sizce?
Yani hukuka çok büyük güven duymuyorsanız, böyle gelmiş böyle gider derseniz
her şey kolay. Teyit ediyor diyorsunuz?

Tabii tabii. Zaten genelde şu an içinde bulunduğumuz durum biraz o, ataleti doğuruyor.
Yani her kurumuna karşı, devletin her kurumuna karşı olduğu gibi yargı
organına da böyle bir hissizlik var. Belki böyle tanımlayabilirim. Benim kendi ruh
halim böyle belirsizliğin içinde, beni çok şaşırtmayan aksine işte dediğiniz gibi,
“yaparlar, bunları da yaparlar”. (İstanbul 2)
Hakkâri’de görüştüğümüz kişi de, yargının “en azından son dönemde siyasîleştiği ni” düşünmektedir. (Hakkâri 1) Görüşmecimiz, yargının siyasallaşmasında, özellikle bölgedeki uygulamalarda, ordunun payı olduğunu; belli konularda adalet
görevlilerinin baskı gördüklerini vurguluyor:
Emekli bir general bile şöyle söyledi, yani “hâkim ve savcıların kendilerine gelmesi
için ben bomba patlattım” dedi. 
Yani Şırnak’taki olaya, yani şimdi buna yok dersek de, o söz insanın aklına gelir. (Hakkâri 1)
Görüşmecimizin bu algısının, bu projenin ilk ayağı için görüştüğümüz hâkim ve savcıların bazıları tarafından açıkça dile getirilen değerlendirmelerle birebir örtüştüğüne dikkat çekmek isteriz.
Aynı görüşmeci, yine bir hâkimin ilk kitapta yer alan yorumuna paralel olarak, yargının tarafsızlığını kuşkulu hale getiren durumların, anayasal sistemde ve toplumsal hayatta karmaşaya yol açtığını düşünüyor:
İşte Yargıtay’ı, Danıştay’ı bunlar trafikteki akıştaki şeritleri karıştırdılar. Yani Türkiye’de olduğu gibi sağ şeritten mi, yoksa başka bir ülkede olduğu gibi sol şeritten mi gidiliyor onu şaşırdılar. Yasama mı önce, yürütme mi önde önce ona biraz bir karar vermeleri gerekir. Çünkü kendi üstüyle bu defa çelişkiler yaşıyor, hayır, sen bunlara bu kanunu çıkartmazsın veya bunu yapamazsın...
Yani parlamentoya müdahale anlamında mı diyorsun?
Yani tabii ki, ona da kim üstünse, onu da bilmek lazım. Kanunlar eksikse kim
düzeltecekti? Yani bu düzenleme… Yani biri birine hakaret ediyor, e dolayısıyla
Meclis’e hakaret ediliyor ki, edilirse bu ülkenin tümüne. E, Meclis hukuka hakaret
ediyorsa dolaylı olarak yine bana edilen bir hakaret. Yani her türlü halka, yani o
ülkenin halkına... o ülkenin vatandaşına yansıyor tabii ki. (Hakkâri 1)
Görüşmecimiz, hukuku işlevsiz hale getiren bu karmaşanın temel nedenini, ordunun sistem içindeki konumuna ve rolüne bağlıyor; ama Türkiye’de hukuk devletinin yerleşeceğine olan inancını da koruyor:
Yani şimdi bana sorarsanız, devlet kim? Çankaya Köşkü mü, Başbakanlık mı,
direk Genelkurmay derim. Yani devlet ora.
Nereden bu kanaate varıyorsunuz?
E, bir gecede bir savcının işini bitiriyorsa, bir Cumhurbaşkanı’nın, yani Başkomutanlığın yemin törenine bile gitmiyorsa ve bunu unutmamak için kendi fikrime
[…] yemin törenine katılmıyorsa ve hâlâ çeşitli bahanelerle Başkomutanlığı rencide
eden medya gruplarına bile susarak, ki susma da çeşitli anlarda desteklemektir,
hakkını veriyor. Yani bu çalışmalar her birini etkiliyor, bizi zedeliyor yani
insanların güveni bitiyor.
Hukuka güven biterse ne olacak? Neye güveneceğiz?
İnşallah bitmez. […] hukuk herkese lazım, yani illa da ben dara düştüm bana
lazım oldu diye bakmamak lazım rahat rahat yatağınızda uyurken. (Hakkâri 1)

Mahkemelerde Ayrımcılık..,

Mahkemelerde karşılaşılan ayrımcılık durumlarını da, yargının tarafsızlığı bağlamında değerlendirmek gerekir. Bazı görüşmeciler, ayrımcılık sayılabilecek uygulamalara değinmiş, bazıları da maruz kaldıkları örnekleri aktarmışlardır. Bu örnekler arasında “dil”le, yani Kürtçeyle ilişkili olanlar çoğunluktadır.
Bir görüşmeci, mahkemelerde Türkçe dışında bir dilin kullanımı karşısında
heyetlerin eskiden tepkili olduğunu, ama bu durumun giderek düzeldiğini şu sözlerle anlatıyor:

Bir dönem mahkemelerde Türkçe dışında bir dille konuşulduğunda çok kötü tepki
alınıyordu. Şu anda bu tepkiler azaldı, eskisi kadar değil. (Diyarbakır 2)
Aynı görüşmeci, mahkemelerde giyim-kuşamın da zaman zaman sorun olduğunu
söylüyor:
Mahkemelerde giyim-kuşam sorun oluyor. Özellikle dinî kıyafetler... Ama sonucu
çok etkilediğini sanmıyorum. (Diyarbakır 2)
Diyarbakırlı bir başka görüşmeci, Kürtçenin bir ayrımcılık nedeni olduğunu anlatırken, bir ayrım yapıyor:
Valla geçmişte [dille ilgili sorun] çok yaşanıyordu. Ama son süreçte mahkemelerdeki tavır değişti biraz. Siyasî olarak, Türkçe bilmenize rağmen Kürtçe savunma yaptığınızda tepkiyle karşılaşabiliyorsunuz. Ama gerçekten Türkçe bilmiyorsanız, tercüman çağırıyorlar. (Diyarbakır 4)

Bir diğer Diyarbakırlı görüşmeci de, mahkemelerdeki dil uygulamasının ayrımcılıkla
ilişkisini kuruyor:
Evet, [kimi kişilere farklı] davranılıyor. Mesela Kürtlere farklı davranılıyor. Kürtlerin kendi dilinde savunma verememesi bile buna bir örnektir. (Diyarbakır 3)
Aynı görüşmeci, yargının işleyişinde güç, para, prestij, yakınlık gibi kayırmacılık
konuları dışında, siyasî ve dinî nedenlerle ayrımcılık yapıldığına inanıyor:
Bence rüşvetten daha çok siyasî kayırmacılık var. Siyasî ve dinî kayırmacılık çok
fazla. Bunlar sağ ve muhafazakâr kesimlerdir. Bildiğim tek doğru şey var; o da
solun hiç adaletten yararlanamadığı ve sola hiçbir zaman adil davranılmadığıdır.
(Diyarbakır 3)
Bu görüşmeciye göre, örneğin mafya babaları “iyi hal”den salıverilirken veya onlara ceza indirimleri uygulanırken, aynı tutum siyasî sanıklara gösterilmemekte dir: Mafya babaları bir takım elbiseyle mahkemeye çıkınca, iyi halden cezaları epey indirilebiliyor. Siyasî tutuklulara bu tür ayrıcalıklar tanınmıyor. Bunun etkisi var ama bence yanlıştır. (Diyarbakır 3)

Bir başka Diyarbakırlı görüşmeci de, Kürt olmanın, hele bir de siyasî bir nedenle
yargılanıyorsanız, ciddi bir ayrımcılık ölçütü olarak işlem gördüğüne inanıyor:
Düşünce suçlarından yargılandığınızda çok daha fazla tedirgin oluyorsunuz.
Zaten siyasî davalarda yargı da siyasî kararlar veriyor. Bu bölgede çok yaygın.
Adi suçlarda insanlar kendini daha rahat hissediyor. Siyasî suçlar, hele de bu bölgede ve Kürt’seniz sonuç değişiyor ve duygular da değişiyor. Yani pek çok kişi
siyasî suçlardansa adi suçlardan mahkemeye çıkmayı yeğler. [...] Eğer Kürt’seniz
size farklı davranıyorlar. Mahkeme heyetleri siyasî nedenlerden dolayı ve basın
yayının etkisiyle Kürtlere farklı davranabiliyor. Dinî gruplara karşı yaklaşımda da
bu durum var. Bu durum kararları da etkiliyor. (Diyarbakır 4)

Aynı görüşmeci, kadınlarla ilgili davalarda mahkemelerin ataerkil bir tavır takındığını, bu durumun özellikle “töre cinayetlerine” ilişkin davalarda açıkça görülebildiğini söylüyor:
Töre cinayetleri ve kadına yönelik şiddet konusunda farklı kararlar verilebiliyor.
Bazen infiallere de yol açıyor. Yargı kadının hak ve hukukunu güvence altına alabilmelidir. (Diyarbakır 4)

Özel Mahkemelere Dair Değerlendirmeler.,

Geçmişte yaşanmış özel mahkemeler deneyimi de, bazı görüşmeciler tarafından
tarafsızlıktan sapmanın ya da yargının siyasal amaçlarla kullanımının örnekleri
olarak anılmıştır. Özellikle Yassıada Yargılamaları, Sıkıyönetim Mahkemeleri ve
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin bu görüşmecilerin hafızasında yarattığı etkiler, bu
tür uygulamalara tepki duyma şeklinde dışa vurulmuştur. Bazı istisnalar dışında,
görüşmecilerimiz genellikle özel mahkemelerin varlığını şüpheyle karşılıyorlar.
Örneğin Kars’taki bir görüşmeci, Sıkıyönetim Mahkemeleri bağlamında, bizatihi
sıkıyönetim rejiminin sakıncalarını şöyle anlatıyor:
Hayır olmamalı, bence olmamalı! Halksak, biz halksak böyle şeyler olmamalı!
Sıkıyönetim olmamalı, halkımız özgür olmalı, özgürce yaşamalı, birbiriyle iyi
geçinmeli, bu gibi şeyler olmamalı bence yani. (Kars 1)
Özel mahkemeleri “hukuk devleti ilkesinin yanlış yorumlanması” olarak gören bir
görüşmeci şunları söylüyor:
Tabii ki bunlar hukuk devleti ilkesini[n] bence yanlış yorumlamaları. Hukukta,
yargıda yürütmenin, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, İstiklal Mahkemeleri, tabii
ki bunlar devletin işleyişini kolaylaştırıyor ve devletin belki illegal uygulamalarını
meşrulaştırmak, yasallaştırmaktan öteye gitmeyen mahkemelerdir.
Bir tür hukuksuzluk mu yani?
Aynen öyle! Ama tabii ki, burada işte hukuk üyelerinin, hukuk personelinin çalışması da başka bir ironi, hani manidar. Evet, bu İstiklal Mahkemelerinde hâkimler görev almıyor. İstiklal Mahkemelerinde seçilmiş, milletvekili komisyonlarından seçilmiş insanlar görev alıyordu ama... (İstanbul 2)

Bir başka görüşmeci de, özellikle İstiklâl Mahkemelerini örnek göstererek, bu tür
mahkemelerin esasen hukukî olmadığını düşünüyor, ancak o zamanın şartlarında
“maalesef işe yaradığını” da ekliyor:
İstiklâl Mahkemeleri... Onu tabii içinde bulunulan zamanın dinamiklerine göre
belirlemek gerekiyor. İstiklâl Mahkemeleri kurulduğu zamanlarda tam anlamıyla
hani bırakın bağımsızlığı, devlet olduğundan bile söz edilmek tam anlamıyla
mümkün değildi, maalesef kurulma aşamasında olan bir millî iradenin insanı
birtakım, yine zararlı ot diyeceğim, ama ayıklamak için kullandığı bir sistemdi.
Maalesef o zaman işe yaramış.
Hukukî midir sizce?
Hukukî değil ama çok işe yaramış. (İstanbul 3)
Aynı görüşmeci, kanunda işleyişi ve yargılanma koşulları çok sağlam belirlendiği
takdirde, DGM türü mahkemelerin olabileceğini söylüyor:
[...] Ama hani savaş olmasaydı [İstiklâl Mahkemeleri gibi] bir şey olmayacaktı
gibi bir şey. Devlet Güvenlik Mahkemeleri ise normal seyrinde giden bir demokraside de olabilecek bir şey gibi gösteriliyor en azından. Devlet Güvenlik Mahkemesi denen şey, eğer devletin çıkarlarını koruyan bir yargı sistemiyse ya da mekanizmasıysa, olabileceğini düşünüyorum. Ama hani bu sonuçta gazeteleri okuyup da köşe yazarlarının sevmediğimiz ifadelerinden dolayı yargılanabileceği bir şey olmamalı. (İstanbul 3)

Bir görüşmeci, sadece siyasî suçlar için özel mahkemelerin olması gerektiğini söylüyor, “onun haricinde normal suçlar için olmamalı” diyor. (Kars 9)
Başka bir görüşmeci ise, bu tür mahkemeleri genel olarak kabul ediyor, ama “daha adaletli karar verebilmek için tarafsız olmak şartıyla” diye ekliyor. (Kars 11)
Karslı görüşmecilerden birisi, “bu tür mahkemelerin işleri daha çok uzattığını”
düşünüyor. (Kars 10)
Ancak, mağdur olduğunu düşünen bir görüşmeci, bu tür mahkemelerin gerekliliği ne inanıyor. Normal mahkemeyi “gevşek”, cezaları yetersiz buluyor. Olağanüstü mahkemelerin daha “sıkı” (dolayısıyla sert) olacağını düşünüyor. (Kars 5)
Tabii hâkim ilkesinin uygulanmasıyla ilgili bir diğer tartışma, Askerî Mahkemelerin
varlığı üzerinden yapılmaktadır. İnsanların bu konuda kafaları oldukça karışık
olmakla birlikte, bu durumun tabii hâkim ilkesiyle bağdaşmadığına ve askerî sistemin kapalılığı yüzünden muhakemenin aleniyeti ilkesini ihlâl ettiğine ilişkin bir
sezgileri mevcuttur.
Mesela özel mahkemeler konusunda ayrıntılı açıklamalar yapan İstanbullu görüşmecinin, Askerî Mahkemelere dair değerlendirmesi, bu tereddütleri ve çekinceleri yansıtıyor:
Askerî Mahkeme’nin [olmasında], yani orada bir yargılama sistemi olmasında bir
sakınca yok bence. Askeriye’nin kendi içinde bir yargılama sistemi olabilir. 
Ama bu[nun] diğer yargılama sisteminin bir alt dilimi gibi işlemesi daha normal geliyor.
Yani sonuçta askerlerin yaptıkları her şey [...] Askeriye’deki yargı sisteminin
sorunu, yani onların bakması bu işlere biraz tuhaf geliyor. Ama [...] hani Askerî
Mahkeme bildiğimiz yargı sisteminden bağımsız bir küçük, kendi içine hapsolmuş
ve kendisinden sorumlu yargı sistemi olmasaydı, yani seçilebilseydi rahatlıkla,
o zaman bir sakınca olmazdı yani. İnsanların şöyle bir güvencesi olurdu: Zaten
diğer mahkemede görülecek davalardan farklı bir karar olmayacak orada. Ama...
O izlenimi alamıyorsunuz...
Evet, almıyorum o izlenimi.
Bu izleniminizi güçlendiren ne gibi şeyler var?
Neden onların kendilerine has bir yargılama sistemi olduğu konusu mu? Bir kere
şöyle bir şey var; ben askere gittim, orada kaldım. Orada başıma gelecek herhangi bir şey konusunda Askeriye dışındaki herhangi bir insan müdahale edemezdi.

Yani orada kendimizi teslim etmişiz, biliyorsunuz ve bu hissi engelleyecek
hiçbir şey yok. O yüzden orada infaz etmeye kalksalardı, sanki yapabilirlermiş
gibi... Mesela orada bir komutan gelip sizi öldürse, ondan sonra da kendi yargı
sistemlerinde bir gerekçeyle bunun suç olmadığını söyleseler kimse buna itiraz
edemez gibi hissediyorum. (İstanbul 3)



***