26 Ocak 2020 Pazar

GÜVENLİK YAKLAŞIMLARINDA DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM BÖLÜM 1

GÜVENLİK YAKLAŞIMLARINDA DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM  BÖLÜM 1


Atilla SANDIKLI
Doç. Dr.
BİLGESAM Başkanı
Bilgehan EMEKLİER
Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi
Teoriler Işığında Güvenlik, Savaş, Barış ve Çatışma Çözümleri*

* Bu çalışma, 28-29 Nisan 2011’de Kocaeli Üniversitesi’nde düzenlenen Uluslararası Balkan Kongresi’nde sunulan ve Ekim 2011’de Uluslararası Balkan Kongresi: 
21. Yüzyılda Uluslararası Örgütlerin Güvenlik Yaklaşımları ve Balkanlar’ın Güvenliği ismiyle yayınlanan bildiriler kitabında yer alan “21. Yüzyılda Yeni Güvenlik Anlayışları ve Yaklaşımları” başlıklı bildirinin geliştirilmiş şeklidir.


20. yüzyıl, dünya tarihinin en kanlı yüzyıllarından biri olma özelliğini taşımakta dır. I. ve II. Dünya Savaşlarında milyonlarca insanın ölmesi, Hiroşima ve Nagazaki’de on binlerce sivilin hayatına mâl olan atom bombasının gelecek nesillerin yaşamını tehdit etmesi ve Soğuk Savaşın yarattığı psikolojik yıkım, 
20. yüzyıl tarihini özetlemektedir. Sadece savaş ve çatışmalarla değil, küresel ekonomik-politik krizlerle ve katı bir ideolojik-jeopolitik bloklaşmayla geçen bu 
yüzyıl, dünya tarihi açısından fırtınalı gelişme ve buhranların yaşandığı bir yüzyıl olarak literatürdeki yerini almıştır. Söz konusu olayların işaret ettiği gibi 
geçtiğimiz yüzyılı şekillendiren dönüm noktalarını krizler ve savaşlar oluşturmuştur.1

Tehdit, risk ve krizin egemen olduğu 20. yüzyılın uluslararası ortamını Hobbes’un “insan insanın kurdudur” önermesiyle açıkladığı “doğal yaşam hali” teziyle, temel aktörler olan ulus-devletlerin birbirleriyle ilişkilerini ve hegemonik davranış modellerini ise Machiavelli’nin “amaca giden her yol mübahtır” düşüncesiyle 
ilişkilendirmek mümkündür. Tarihi akış içerisinde Thucydides ile başlayan, Machiavelli ve Hobbes ile süregelen, Carr, Morgenthau, Waltz ve Huntington gibi
Teoriler Işığında Güvenlik, Savaş, Barış ve Çatışma Çözümleri teorisyenler tarafından yeniden üretilen reelpolitik akım, 20. yüzyılın çatışma odaklı ve 
Devlet Merkezli güvenlik anlayışını teorik ve pratik çerçevede inşa etmiştir. Ancak reelpolitik anlayışın oluşturduğu güvenlik paradigmasının gerek düşünsel 
gerekse de eylemsel boyutta güvenliği tesis etmedeki yetersizliği, 20. yüzyılın “buhranlar ve bunalımlar yüzyılı” olarak yorumlanmasında büyük rol oynamıştır.
Reelpolitik düşüncenin pratikte güvenliği sağlayamaması, güvenlik sorunsalını daha da önemli kılarak güvensizliğin nasıl çözümleneceğine dair öne sürülen yeni teorik ve metodolojik yaklaşımları gündeme taşımaktadır. 21. yüzyıla uluslararası sistemde kırılma yaratan ve küresel güven(siz)lik için bir dönüm noktası teşkil eden 11 Eylül saldırılarıyla adım atılırken, yeni güvenlik anlayışı ve yaklaşımlarının nasıl olacağına ilişkin kuramsal tartışmaların niceliği ve niteliğinde önemli bir değişim yaşanmaktadır. 11 Eylül olayları, Irak ve Afganistan müdahaleleri gibi olumsuz tecrübeler sebebiyle pratikte beliren umutsuzluklar, akademik alanda ileri sürülecek yeni güvenlik tezleriyle belki ötelenecek; fakat daha da önemlisi değer-bağımlı ve çok boyutlu bir güvenlik paradigmasıyla belki de yeni umutlara dönüşecektir.

Bu çalışmanın amacı, disiplinin temel kavramlarından biri olan güvenlik kavramına teorik açıdan nasıl yaklaşıldığını ortaya koymak ve bu yaklaşımların pratikteki dönüşümle birlikte nasıl evrildiğini analiz etmektir. Çalışmada öncelikle Soğuk Savaş konjonktürünün klasik güvenlik paradigması olan realizm ve neo-realizmin güvenlik anlayışları anlatılacaktır. Sonrasında Soğuk Savaşın detant yıllarını yansıtan ve “geçiş dönemi” olarak nitelendirilen süreçte ortaya konulan liberal ve neo-Marksist kuramların güvenlik anlayışlarına yer verilecektir. Ardından Soğuk Savaş sonrası dönemde klasik güvenlik paradigmasını sorgulayan eleştirel yaklaşımlar üzerinde durulacak, son olarak ise “yeni bir güvenlik paradigması” inşa etmeye yönelen Kopenhag Okulu ve Aberystwyth Okulu’nun güvenlik yaklaşımları incelenecektir.

I. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ GÜVENLİK YAKLAŞIMLARI

Pratik ve teori arasındaki etkileşimin açıkça gözlemlendiği uluslararası ilişkiler disiplinindeki kuramsal yaklaşımlar; uluslararası sistemin yapısından, uluslar arası konjonktürden, sistemdeki aktör sayısından, söz konusu aktörlerin niteliği ile niceliğinden ve birbirleriyle olan ilişkilerinden doğrudan etkilenmektedir. Nitekim 1945-1990 dönemindeki güvenlik literatüründe görülen durağanlık ve tekdüzeliğin Soğuk Savaş konjonktürünün statik yapısını yansıtması, söz konusu savı desteklemektedir. İki kutuplu sistemdeki güvenlik çalışmaları, Soğuk Savaş yıllarının hâkim teorisi realizm ve neo-realizmin etkisi altında ortaya çıkmış ve şekillenmiştir. Liberal düşünce ve neo-Marksist yaklaşımlar, 1960’ların sonlarında ve 1970’lerdeki detant döneminde klasik güvenlik anlayışını her ne kadar sorgulamaya açmış ve güvenlik çalışmalarında “geçiş dönemi”ni simgelemişse de iki bloklu yapının güvenlik paradigması, realist ve neo-realist düşüncenin ana varsayımlarıyla belirlenmeye devam etmiştir. Ontolojik çerçevesini realist ve neo-realist kuramın çizdiği klasik güvenlik paradigması, realizmin temel argümanlarına paralel olarak devlet-merkezli, ulusal güvenlik 
eksenli ve askeri güç odaklıdır. Klasik realizm ve neo-realizmin tekelinde bulunan ve bu karakteristiğiyle iki kutuplu sistemin hegemonik ve statükocu pratiğini net biçimde resmeden klasik güvenlik anlayışı, Soğuk Savaş yıllarının güvenlik paradigması olarak literatürdeki yerini almıştır.

1. Realizm ve Neo-realizmin Güvenlik Anlayışı Klasik realist teorisyenler aslında doğrudan bir güvenlik kuramı ortaya koymamışlar; uluslararası politikaya dair 
öne sürdükleri savlar ve kavramsallaştırmalar ile sonradan ortaya çıkan güvenlik literatürüne dolaylı ama ciddi katkıda bulunmuşlardır. Öyle ki realizm, ileri 
sürdüğü tezlerle II. Dünya Savaşının ardından disiplinin egemen teorisi olarak klasik güvenlik terminolojisinin oluşumunda önemli rol oynamıştır. 

Bu açıdan değerlendirildiğinde realizm, klasik güvenlik paradigmasının kavramsal, kuramsal ve metodolojik alt yapısını inşa etmiştir. Realizm,
güvenlik kavramını “sürekli bir güvensizlik ortamı” veya “güvende olmama hali” üzerinden tanımlamaktadır. Realizmin güvenlik çalışmalarında ön plana çıkan 
teorisyenlerinden Arnold Wolfers’ın güvenliği “kazanılan değerlere yönelik bir tehdidin olmaması hali”2 olarak tanımlamasında görüldüğü üzere realist yaklaşım, güvenlik perspektifini güç-tehdit-güvensizlik üçgeniyle sınırlandırmaktadır. Zira aktörler, “herkesin herkes ile çatıştığı” tehditlerle dolu güvensizlik ortamında hem varlıklarını hem de “kazandıkları değerleri” korumak için güçlü olmak zorundadır. 

  Güç kavramından anlaşılan ise maddi güçtür.

Realizmin güvensizliğe atfen tasarladığı güvenlik anlayışının merkezinde, “insan doğasının kötü olduğu” önkabulü ve uluslararası politikayı açıklamada kullanılan “anarşi” metaforu bulunmaktadır. Hobbesyen terminolojiyle uluslararası ortamı anarşi üzerinden betimleyen realist teori3, uluslararası ilişkileri temel aktör olarak gördüğü ulus-devletler arasındaki güç ve çıkar mücadelesine indirgemektedir. Güvenliği devletlerin askeri gücü ve ulusal çıkarları ile sınırlandırarak, dar ve determinist bir güvenlik tanımlaması yapan realistlere göre devletler, çıkar ve amaçlarını potansiyelden kinetiğe dönüştürebilmek için gerekli gücü elde etmek zorundadır. Makyavelist bir bakış açısıyla gücü neredeyse başlı başına amaç haline getiren4 realistlerin birçoğu, ulusal gücün nicel ve nitel bileşenlerden5 oluştuğunu kabul etmesine rağmen yine de devletlerin kapasitelerini askeri güç ile özdeş tutmaktadır. Realist teorisyenlerin neredeyse hepsi, devletlerin gerekli ulusal gücesahip olabilmeleri için sürekli 
askeri hazırlık içinde bulunmalarının zorunluluğuna dikkat çekmekte; devletlerin varlıklarını sürdürebilmelerinin ve ulusal güvenliklerini sağlayabilmelerinin önkoşulunun askeri güç olduğunu vurgulamaktadır.

Realist kurama göre anarşi ve güvensizliğin süreklilik kazandığı bir uluslararası ortamda güvende olmanın tek yolu, güç ve kapasite artırımına gitmektir. 
Analiz birimi olarak ele aldıkları devletlerin rasyonel ve bütüncül (unitary) yapılar olduğu önkabulünden hareket eden realistler, ulusal gücü artırma imkân ve 
kabiliyetine sahip tek aktör olarak ulus-devletleri görmekte; sıklıkla atıfta bulundukları “ulusal güvenlik” söylemi üzerinden de sadece ulus-devletlerin güvenliğini dikkate almaktadır. Realist paradigma, devlet eksenli bir güvenlik perspektifi inşa ederek ulusal güvenlik vurgusu ile toplumun ve açıkça belirtmese de bireyin güvenliğini devletin güvenliğine bağımlı kılmaktadır. Devletin güvenliğini ulusun ve dolaylı yoldan bireyin güvenliği ile eş tutan realizm, savaş ve çatışma olgularına yoğunlaşarak, çalışmalarında sıklıkla yer verdiği “güvensiz ortam” temasıyla devlet-bağımlı güvenlik yaklaşımını meşrulaştırmaktadır. 

Kısacası realist analizler, devletlerarasındaki mevcut ya da potansiyel çatışma alanlarına odaklanarak güvensizliğe vurgu yapmakta; “devlet egemenliği ve 
toprak bütünlüğü” söylemi ile güvenliği salt devletin bekasına indirgemektedir.
Diğer yandan realist kuram, devlet lehine tek-taraflı bağımlı kıldığı güvenliği yalnızca askeri güç ve stratejiye denk tutmaktadır. Bu sebeple realist analizlerde askeri-stratejik konular ve bunlara ilişkin politikalara odaklanılmakta dır. Realist düşünürler, askeri güç ve kapasiteye verdikleri önemin tezahürü olarak devletlerin uluslararası ortamda karşılaştıkları sorunları ve uluslararası ilişkiler gündemini hiyerarşik bir sıralamayla irdelemektedir. Birincil politika (high politics) ve ikincil politika (low politics) ayrımına gidilerek piramidin en üstüne ulusal güvenlik, bir başka deyişle güç merkezli askeri güvenlik ve stratejik konular yerleştirilmektedir. 

Realistlere göre devletin bekası için elzem görülen ve ulusal güvenliği oluşturan askeri-stratejik konular birincil politikayı; ekonomik, sosyal, kültürel ve çevresel konular ise ikincil politikayı meydana getirmektedir.

Klasik güvenlik çalışmalarına belki de en fazla katkı sağlayan teorik yaklaşım, güvenliğe odaklanan ve doğrudan bir güvenlik kuramı oluşturan neo-realizmdir. 
Stephen M. Walt’un disiplinde neo-realist teorinin ortaya çıktığı 1970’li yılları “Güvenlik Çalışmalarının Rönesansı” olarak betimlemesi, neo-realizmin klasik güvenlik literatüründeki önemli rolünü göstermektedir. Walt, The Renaissance of Security Studies (Güvenlik Çalışmalarının Rönesansı)7 adlı makalesinde güvenlik çalışmalarının II. Dünya Savaşı ile başladığını belirterek, bu dönemi güvenlik alanındaki “Altın Çağ”ın ilk basamağı olarak nitelendirmekte ve güvenlik literatürünün gelişimini üç döneme ayırmaktadır. Bu dönemselleştirmesinde Walt, 1955-1965 arası yılları “Altın Çağ”, 1960’ların ortasından 1970’lerin ortasına kadar olan dönemi “Altın Çağ’ın sona ermesi” ve 1970’lerin sonlarından itibaren devam eden süreci de “Rönesans dönemi” olarak kavramsallaştırmak tadır.8 Kısacası realist çalışmalar ile ortaya çıkan klasik güvenlik literatürü, neo-realist analizlerle olgunlaşıp şekillenmiştir.

Neo-realizmin “güvenlik ikilemi” (security dilemma) modeli, Soğuk Savaş konjonktüründe devletlerin nükleer ve konvansiyonel silahlanma pratiğini 
özetleyen bir kavram olarak literatürdeki yerini almıştır. Güvenlik ikilemi modeline göre bir devletin güvenliğini sağlamaya yönelik davranışları, 
mevcut ya da potansiyel düşmanlarının güvenliğini tehdit etmekte ve bu aktörleri tehlikeye sokmaktadır.9 
Söz konusu modelde.,

A Devletinin mutlak güvenliği, 

B Devletinin mutlak güvensizliği anlamına geldiğinden, bu durum devletleri güvensizlik sarmalına itmekte ve devletlerarası güven bunalımına neden olmaktadır. 

Soğuk Savaş döneminde aynı blokta yer almalarına karşın birbirini tehdit olarak algılayan Türkiye ve Yunanistan arasındaki silahlanma yarışı, güvenlik ikilemi modeline örnek teşkil etmektedir. Güvenlik ikileminde uluslararası ilişkileri “sıfır toplamlı bir oyun” olarak değerlendiren devletler, uluslararası sistemdeki davranış kalıplarını “nisbi kazanç” 10 varsayımına dayandırarak kurgulan maktadır. 

Nisbi kazanç varsayımına göre devletler, birbirleriyle ilişkilerinde “ikimiz de kazançlı çıkacak mıyız?” sorusu yerine “kim daha kazançlı çıkacak?” 
sorusunu yönelterek işbirliğine yanaşmamaktadır.11

Neo-realizm, anarşi olgusu ekseninde rekabetçi ve çatışmacı bir güvenlik perspektifi öngörmesine rağmen aslında işbirliği sürecini tamamen 
yadsımamaktadır. Bununla birlikte Kenneth Waltz ve John Mearsheimer gibi “karamsar” neo-realistler,12 

İşbirliğinin devletlerin birbirlerini aldatma ihtimali ve göreli kazançlara yönelik ilgisi ile şekillendiğini vurgulamakta; işbirliği yapmanın sınırlılığını 
ve zorluğunu ön plana çıkarmaktadır.13 
Zira uluslararası sistemin anarşik yapısı ve güvensizlik ortamı, devletlerin uzun süreli işbirliği yapmasını engellemektedir.14 
Neo-realist teorisyenler, liberal kuramcıların stratejik bir önem atfettikleri ekonomik ve siyasi işbirliğinin güvenliği tesis etmedeki rolüne eleştirel 
açıdan yaklaşmış ve askeri ittifakların görece başarısına dikkat çekmişlerdir. 

Nitekim neo-realizmde devletlerarası işbirliği, genellikle askeri ittifaklar üzerinden gerçekleşmektedir.

Waltz gibi güçten ziyade güvenliği önceleyen “defansif” (defensive) neo-realistler, devletlerin birincil amacının güç kazanmak değil, varlıklarını korumak olduğunu öne sürmektedir. Defansif neo-realist teorisyenlere göre daha çok güç, daha az güvenliğe yani bir bakıma güvensizliğe neden olmaktadır. Defansif neo-realistler, uluslararası sistemin hükmetmek isteyen devletleri değil, aksine statükoyu koruyan devletleri ödüllendirdiğini vurgulamakta ve bu noktada “ofansif” (offensive) neo-realistlerden ayrışmaktadır.15 Defansif neo-realistlere göre her devlet, statükocu bir yaklaşımla sistemdeki konumunu sürdürebilir ve bu sürecin sonunda uluslararası sistemde ortaya çıkan güç dengesiyle güvenliğini sağlayabilir.

Güç dengesi modeli, neo-realist güvenlik anlayışında uluslararası sistemin düzenleyici mekanizması şeklinde işlev görerek istikrarı sağlamakta ve uluslararası sistemin güvenliği devletlerin güvenliğini beraberinde getirmektedir.16 Başka bir deyişle neo-realizme göre uluslararası aktörlerin davranış ve güvenliklerini belirleyen yapı uluslararası sistemdir.17 Bu yönüyle neo-realizm, klasik realizmden farklı olarak ulus-devlet yapılarının güvenliği ile birlikte uluslararası sistemin güvenliğini de göz önünde bulundurarak güvenlik halkasını genişletmiştir. Neo-realizmin statik yapısalcı bir tutumla da olsa uluslararası sistemi incelemesi, güvenlik çalışmalarındaki analiz seviyesinin mikrodan makro boyuta taşınmasına katkı sağlamıştır.

Neo-realizmin güvenlik yaklaşımını realizmden farklılaştıran ve klasik güvenlik terminolojisini geliştiren bir diğer nokta, neo-realist düşünürlerin analizlerine 
ekonomik değişkenleri eklemleme çabasıdır. Nitekim Waltz, askeri-stratejik konuların yanı sıra ekonominin de artık uluslararası ilişkiler gündeminde belirleyici bir rol oynadığını belirtmiş ve bir bakıma ekonomik güvenlik üzerinde durmuştur.18 Neo-realistlerin uluslararası ekonomi-politiği çalışmalarına dâhil etmelerindeki kuramsal çabada uluslararası pratik etkili olmuştur. Zira Vietnam Savaşı, devletlere hedefe ulaşmadaki tek aracın askeri güç ve kapasite olmadığını gösterirken; 1973 ve 1979 petrol şokları da karar alma mekanizması ve süreçlerinde ekonomik parametrelerin de hesaplanması gerektiğini net bir biçimde ortaya koymuştur. 

Pratiğin teori üzerindeki bu etkisi, neo-realistleri ekonomiye yönlendirmiş olsa da nihayetinde askeri-stratejik konulara odaklanan neo-realizmin ağırlık merkezini 
yine de high politics teşkil etmiştir. Bu açıdan bakıldığında neo-realizmin uluslararası ekonomi-politik meselelerle ilgilenmesine rağmen, aslında askeri-stratejik ve politik sorunların literatürdeki önceliğini yeniden inşa ettiği söylenebilir.19

Özetlemek gerekirse klasik paradigma, güvenliği ulusal güvenlik kavramı üzerinden ve askeri güç ekseninde tanımlayarak, 1945-1990 yıllarının güvenlik literatürüne hakim olmuştur. Bu çerçevede klasik güvenlik paradigmasının temel ilgi alanı, devletlerin bekalarına yönelik tehditlerle mücadele etmek amacıyla geliştirmeleri gereken askeri imkân, kabiliyet, kapasite ve stratejilerdir.20 Realist güvenlik perspektifinde tasarlanan ve Soğuk Savaş konjonktürüne egemen olan tehdit odaklı klasik güvenlik paradigması, “iki süper güç arasındaki çekişmenin doğrudan silahlı çatışmaya dönüşmemesi durumu” şeklinde özetlenebilecek sınırlı ve dar bir çerçevede inşa edilmiştir.21 

Realizmin klasik güvenlik paradigmasını dar ve sınırlı bir çerçevede meydana getirmesinde sistemsel ve konjonktürel değişkenlerin büyük payı olmuştur. 
Zira Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu yapı, güvenliğin daha doğru bir ifadeyle güvensizliğin genelde bloklar, özelde ise ABD ve SSCB arasına sıkışmasına ve güvenlik pratiğinin çatışma eksenli gelişmesine imkân tanıyarak paradigmanın dar ve sınırlı tutulmasına zemin hazırlamıştır. Öyle ki, iki kutuplu klasik güvenlik algısının askeri ve hatta nükleer olmayan boyutları, Soğuk Savaş dönemi boyunca gündeme gelmemiş, getirilmemiş ya da getirilememiştir.22
Geleneksel güvenlik anlayışının dar ve sınırlı yapısı, klasik güvenlik formülünün de çerçevesini çizmiştir: “Tehdit = kapasite x niyet”. Ancak bu formül, teoride 
olmasa bile uygulamada büyük sorunlar içermiştir ve hala içermektedir. Zira devletlerin niyetleri, Hobbesyen bir anlayışla çoğu zaman “kötü” olarak 
varsayıldığından tehdit hesaplamaları salt kapasite üzerinden yapılmakta ve geleneksel güvenlik yaklaşımı, aktörleri ister istemez “güvensizlik sarmalına” 
götürmektedir. Nitekim ABD ve SSCB, Soğuk Savaş yıllarında ulusal güvenlik hesaplarını sadece birbirlerinin kapasitelerine dayandırmışlar ve birbirlerini sürekli güvensizliğe iterek, güvenliklerini aslında karşılıklı güvensizlik üzerinden tanımlamışlardır.23 Bu nedenle Soğuk Savaş dönemi güvenlik paradigması, “güvende olma durumu” yerine “güvende olmama durumu” üzerine inşa edilmiş, diğer bir ifadeyle güvenlikten ziyade güvensizlik ekseninde kurgulanmıştır.

2. Geçiş Dönemi Güvenlik Yaklaşımları

Soğuk Savaşın statik sert yapısının detant dönemine evrilerek, sistem-içi değişimin yaşandığı 1960 ve 1970’lerin uluslararası atmosferindeki
görece ılımlı hava literatüre de yansımıştır. Yapısal, süreçsel ve kuramsal anlamda geçiş dönemini simgeleyen bu yıllarda ortaya konulan teorik yaklaşımlar, klasik güvenlik anlayışının sorgulanmasını gündeme getirmiştir. Felsefi ve tarihi arka planını liberalizmden alan fonksiyonalizm, pluralizm ve transnasyonalizm ile Marksist düşünceye dayanan neo-Marksist yaklaşımlar, ortaya koydukları tezlerle realist teorinin güvenlik perspektifine alternatif model üreten kuramsal çalışmalar olarak öne çıkmıştır. Bu yaklaşımlar, realizmin gücünü ve hegemonyasını tam anlamıyla kıramasalar da getirdikleri eleştiri ve önerilerle Soğuk Savaş sonrasındaki eleştirel güvenlik yaklaşımlarına ve yeni güvenlik anlayışına uygun teorik zemin hazırlamışlardır.

2.1. Liberal Kuramların Güvenlik Yaklaşımları: Fonksiyonalizm, Pluralizm ve Transnasyonaliz min Güvenlik Anlayışları

Birey merkezli bir kuram olan liberalizm, bireyin güvenliğinin ve özgürlüğünün sağlanması ve korunmasında temel aktör olarak devleti görmekte; uluslararası 
kurumlar, çokuluslu şirketler, sivil toplum kuruluşları ve bireyler gibi devlet-dışı aktörleri de analiz birimi olarak incelemektedir. Liberalizm, realizmin devletlerarası güç politikalarına odaklanan yaklaşımının tersine politikanın düşüncenin bir ürünü olduğunu savlamaktadır. Liberalizme göre düşünceler ve algılar değişebilmekte; böylece devletlerarasında işbirliği ve uzlaşı tesis edilebilmektedir.24 İşbirliği odaklı bir güvenlik anlayışı ortaya koyan liberalizm, uluslararası ilişkileri “sıfır toplamlı bir oyun” olarak görmemekte ve “mutlak kazanç” varsayımından hareketle aktörlerin işbirliğine yönelmeleri halinde tarafların kazanç sağlayacaklarını ileri sürmektedir. Çünkü liberalizm, rekabet ve çatışmanın uluslararası sistemin anarşik yapısından ya da devletlerin kötü niyetlerinden değil, yanlış algılamalardan kaynaklandığını öne sürmektedir. Dünya tarihinin sadece çatışmalardan ibaret olmadığını aynı zamanda işbirliğinin de bulunduğunu belirten liberal kuramcılar, yanlış algılamalara ve güvensizliğe neden olacak koşulların düzeltilmesi durumunda çatışma ve rekabetin azalabileceğini, devletlerin birbirleriyle işbirliği yapabileceğini vurgulamakta 
dır. 25

    Liberalizm, uluslarası hukuk ve normların tesis edilmesiyle kolektif güvenliğin sağlanacağını savlamaktadır. 

Bu konuda uluslararası kurumların uluslararası düzeni sağlayacağını belirterek kurumsallaşmaya özel bir rol atfetmektedir. Uluslararası hukuk, anarşik topluma düzen getirerek barışı tesis edeceği için kolektif güvenliği de oluşturacaktır. Nitekim ulusların ve bireylerin ortak çıkar ve hedefleri paylaştıklarının farkında olmaları ve sorunlarını çözmenin en iyi yolu olarak işbirliğini tercih etmeleri, uluslararası düzenleyici mekanizmaları ve uluslararası toplumu ortaya çıkarmıştır.26 

Bu kurumsallaşmayla işlerlik kazanacak olan kolektif güvenlik sistemi, ortak norm ve kurallar aracılığıyla devletlerin demokratikleşmesi neticesinde yeni bir 
boyut kazanacaktır. Bu bakış açısına göre kolektif güvenlik sistemi, demokratik barış kuramının demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmayacağı tezinden 
hareketle sağlıklı bir biçimde işleyebilecek tir.Liberal kuramlar, uluslararası sistemde aktörler arası işbirliği kanallarının nasıl oluşturulacağı üzerine yoğunlaşarak güvenliğin tesisine yönelik bir yol haritası ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu kuramlara göre aktörler arasındaki ilişkiler; uluslararası normlar, kurallar ve rejimler aracılığı ile ortak güvenliğe dayalı bir kimlik kazanabilir. Bu çerçevede fonksiyonalizm, pluralizm ve transnasyonalizm gibi liberalizmin varyantları olan kuramlar, karşılıklı bağımlılığın hâkim olduğu 
bir yapıda kolektif güvenlik kurulabilmesi için işbirliği, bütünleşme, çoğulculuk, uluslararası toplum ve küresel yönetişim gibi kavramları önceleyerek birey, devlet ve sistem güvenliğini tesis etme arayışındadır.

Pratikten yola çıkarak Avrupa bütünleşmesi27 özelinde inşa edilen fonksiyonalist kuram,28 devlet ile entegrasyon arasındaki hassas ilişkiyi güvenlik olgusu 
bağlamında açıklamaya çalışmaktadır. Almanya ve Fransa ilişkilerindeki gibi yıllarca birbiriyle çatışma içinde olan ve birbirini tehdit olarak konumlandıran aktörlerin Avrupa Birliği çatısı altında işbirliğine yönelmeleri, fonksiyonalizm açısından güvenlik sorunsalının çözümüne ilişkin somut bir referans noktasıdır. Fonksiyonalist kuram, realizmin tek aktör olarak incelediği ulus-devletlerin reelpolitik güvenlik anlayışını sorgulamakta ve güvenliği ulus-devlet yapıları ile entegrasyon arasında kurduğu korelasyonla birlikte değerlendirmektedir.

Güvenlik çalışmalarını bütünleşme ekseninde ele alan fonksiyonalizmin temel argümanları şu şekilde sıralanabilir: 

i-  Siyasal kaygılardan uzak olan işlevsel uluslararası örgütleri ön plana çıkarmak, 
ii- Ulus-devletlerin belli fonksiyonlarla donatılmış uluslararası kurumlara yetki devrini gerçekleştirebilmek, 
iii-Teknik konuların önemine ve önceliğine vurgu yaparak siyasal kaygıları geri planda bırakmak, 
iv- Bir alanda başlayan fonksiyonel örgütlenmenin zamanla genişleyerek diğer alanlara da yayılmasını sağlamak, 
v-  Devletlerin uluslararası kurumlar aracılığıyla işbirliği ve uzlaşı içinde hareket etmelerini sağlamak. 

Bu kapsamda fonksiyonalizmin nihai amacının, entegrasyon şemsiyesi altında kalıcı barış ve güvenliğin tesis edildiği bir “dünya toplumu” modeline ulaşmak 
olduğu söylenebilir.29

    Fonksiyonalizmin güvenlik ve barış olguları arasında bağıntı kuran bu idealist bakış açısı, aktörler arasındaki işbirliği ve uzlaşı sürecine dayanmaktadır. 
Başka bir ifadeyle fonksiyonalist kuramın barış ve güvenliği tesis etmedeki metodolojik yaklaşımı, realizmin devre dışı bıraktığı ulaşım, iletişim, teknoloji, kültür ve çevre gibi diğer alanları gündeme taşıyarak işbirliğini yaygınlaştırmak ve karşılıklı güven ortamını oluşturmaktır. Fonksiyonalizme göre karşılıklı bağımlılığın ve çeşitli alanlardaki işbirliğinin ortaya çıkardığı güven duygusu ve ortak kimlik arayışı, aktörler arası sorunları çözebilecek niteliktedir. Fonksiyonalist kuramcılar, işbirliği ve uzlaşma olgularının devletlerarası etkileşimi artıracağını ve bu etkileşimin Avrupa bütünleşmesindeki Fransa-Almanya örneğinde olduğu gibi güvenlik topluluklarına dönüşebileceğini belirtmişlerdir. Karl Deutsch gibi fonksiyonalist kuramın öncüleri, mikro birlikteliklerin zamanla makro bütünleşmelere dönüşebilmesini, yani güvenlik toplulukları yaratılmasını aktörler arasındaki işbirliğinin konu ve kapsam açısından çoğulculuğuna dayandırmaktadır. Çoğulcu güvenlik anlayışına göre 
devletlerarası işbirliğine giden bu etkileşim, ne denli geniş kapsamlı ve askeri konulardan uzak olursa, barış için karşılıklı güven tesisi de o denli kolaylaşmaktadır.30

Neo-fonksiyonalizmin bu noktada ileri sürdüğü spill over modeli, ortak çıkar alanları oluşturmak suretiyle aktörlerin öncelikle ekonomik ve teknik bileşenlerden meydana getirdikleri ortak yapılanmanın yayılarak zamanla diğer alanları ve nihai olarak siyasi alanı kapsayacağını varsaymaktadır.31 
Spill over modelinde aktörlerin bir alandaki işbirliğinden yarar sağlamaları, diğer alanlardaki işbirliğinin gelişimini ve performansını etkilemektedir.32 
Dolayısıyla aktörlerin yeni alanlarda gönüllü bir biçimde ve birbirlerine güven duyarak işbirliğine yönelmeleri, hem sürecin verimliliğini hem de yeni aktörlerin 
oluşan işbirliği platformlarına katılım isteğini artırmaktadır. Spill over modelinde içeriğin derinliği, aktör sayısı ve sürecin verimliliği, birbirine bağımlı faktörlerdir. 
Böylece sistematik bir süreç dâhilinde gelişen işbirliği, aktörlerin karşılıklı güven(lik) sorunsalına çözüm oluşturmakta ve çoğulcu bir güvenlik topluluğu yaratmaktadır. 
Fonksiyonalizmin spill over modelinin yanı sıra güvenlik literatürüne katkısı, özelde somut bir örnek üzerinden ilerleyerek güvenlik sorunsalının çözümlenmesine ilişkin yöntem ve araçları paylaşması, genelde ise karşılıklı bağımlılık ve işbirliği vurgusuyla pluralist ve transnasyonalist kuramların önünü açması olmuştur.
Düşünce sistematiklerini fonksiyonalizmin temel savlarını referans alarak oluşturan pluralist ve transnasyonalist kuramlar,33 uluslararası ilişkiler disiplininin ana sorunsallarına çoğulcu bir anlayışla yaklaşmakta ve analiz düzeyi olarak küresel sistemi ele almaktadır. Bu kuramlara göre küresel sistem, oyuncuları sadece devletler olmayan ve iç içe geçmiş sorunlara çözüm arayan çok boyutlu karmaşık bir yapıdır. Pluralist ve transnasyonalist kuramcıların “değişim” paradigmasıyla açıklamaya çalıştıkları dönüşüm halindeki küresel sistem, Marshall McLuhan tarafından “küresel köy” (global village) 34 ve John Burton tarafından ise “dünya toplumu” (world society)35 şeklinde kavramsallaştırılmıştır. Özellikle de Burton’ın dünya toplumuyla özdeşleştirdiği ve karmaşık bir etkileşim içindeki bağıntılardan oluşan “örümcek ağı” (cobweb)36 metaforu, küresel sistemi açıklamada sıklıkla referans gösterilen bir model olmuştur. 
    Küresel sistemi çalışmalarının odak noktasına yerleştiren pluralizm ve transnasyonalizmin öznelliği; karmaşık karşılıklı bağımlılık olgusunu gündeme getirmeleri, devlet dışı aktörlerin ve siyasi-askeri olmayan konuların uluslararası sistemdeki belirleyici rollerini ön plana çıkarmaları ve uluslararası ilişkileri devlet merkezli açıklayan kuramlara alternatif bir yaklaşım sunmalarıdır.
Pluralizm ve transnasyonalizm, realizmin devlet merkezli yaklaşımına küresel sistemi açıklamanın tek boyutlu bir bakış açısıyla mümkün olmadığı eleştirisini getirmekte; küresel sistemi mikrodan makroya çeşitli boyutlardaki aktörler dizisinin karşılıklı bağımlılığı ve etkileşimi ile açıklamaktadır. Buna göre küresel sistem sadece devleti değil, bireyden sivil toplum kuruluşlarına, medyadan uluslararası şirketlere kadar birçok aktörü katılımcı kılan bir çözümler ağı gerektirmektedir. 

Başka bir deyişle küresel sistemin karmaşık doğası, başta güvenlik olmak üzere uluslararası ilişkilere dair temel olguların çok boyutlu bir bakış açısıyla yeniden 
üretilmesini gerekli kılmaktadır. Pluralist ve transnasyonalist kuramların, aktör ve konu çeşitliliğine yaptıkları vurguyla klasik güvenlik paradigmasını yeniden 
şekillendirme arayışında olduğu söylenebilir.

Pluralist ve transnasyonalist kuramlar, devletin sınırlarını aşan ve yalnızca devletlerarası ilişkilerle çözümlenemeyecek bir olgu olarak tanımladıkları güvenliği, farklı ölçekteki aktörler arasındaki etkileşimle anlamlandırmaktadır. Buna göre küreselleşmeyle birlikte güvenliğin tesis edilmesinde devletler ve devletlerin birbirleriyle sürdürdükleri ilişkiler yetersiz kalmaktadır. 

Zira fonksiyonalist kuramın etkisiyle güvenlik denkleminde önem kazanan uluslararası örgütlerin dahi birçok sorunla karşılaşması, farklı aktörlerin çözüm sürecine katılmasının zorunluluk haline geldiğini göstermektedir. Bir tehdidin ortadan kaldırılabilmesi için birden fazla aktöre ihtiyaç duyulabilmekte, güvenliğin yeniden tesis edilebilmesi için bu aktörlerin işbirliğine yönelmeleri gerekmektedir.

Pluralist ve transnasyonalistler için güvenlik denklemindeki aktör sayısının artması, bu aktörlerin işbirliği yapmaları koşuluyla karşılaşılan tehditlerin bertaraf edilmesini ve güvenliğin inşasını kolaylaştırmaktadır. Örneğin küresel ölçekte bir tehdit olan karbon yayılımına karşı önlem alınabilmesi için sanayi kuruluşlarından sivil toplum kuruluşlarına, uluslararası örgütlerden devletlerin ilgili düzenleyici mekanizmalarına kadar birçok aktörün işbirliği içinde hareket etmesi gerekmektedir. 

Önceden sınırlı etki alanına sahip bir tehdit, bugün küresel düzlemde farklı ölçekteki birçok aktörü etkileyebilme potansiyelini bünyesinde barındırmaktadır. 
Güvenliğe ilişkin bu dönüşüm, transnasyonalist kuramcılar tarafından özellikle ekonomik parametrelerle örneklendirilmekte dir. Mesela Yunanistan'daki ekonomik kriz, sadece ülke içindeki aktörleri veya üyesi olduğu AB ülkelerini değil, domino etkisiyle tüm dünyadaki finansal kuruluşları ve yatırımcıları ilgilendirmekte ve mikrodan makroya tüm aktörler için bir risk unsuru teşkil etmektedir. Pluralist ve transnasyonalist analizlerin güvenlik çalışmalarına dolaylı yoldan getirdiği çok boyutlu bakış açısı, aktör çeşitliliğinde olduğu gibi konu zenginliğinde de kendisini göstermiştir. Keza karmaşık karşılıklı bağımlılık olgusu, ulusal-askeri gücü merkezi konuma yerleştiren geleneksel güvenlik anlayışının hiyerarşik konu yapılanmasını sarsmıştır. Pluralist ve transnasyonalistlere göre birincil ve ikincil politika ayrımının kalktığı 1980’ler sonrası uluslararası ilişkiler gündeminde askeri-stratejik ve jeopolitik meseleler kadar ekonomik, ticari, mali, kültürel, çevresel, teknolojik ve bilimsel konular da önem kazanmıştır. Buna paralel olarak güvenlik çalışmalarının ilgi alanı çeşitlenmiştir. Ulusal ve uluslararası güvenlik gündeminin değişip dönüşen yapısı, Joseph Nye’ın sert güç (hard power) ve yumuşak güç (soft power) ayrımına dayanan tipolojisinde görülebilir.37 

Nye’ın sert güç bileşenleri (askeri, siyasi ve ekonomik güç) kadar yumuşak güç bileşenlerine de (yaşam tarzı, evrensel ve kültürel değerler, siyasal-demokratik 
normlar, liberal kurum ve kurallar) değinmesi ve bu öğelere ayrı bir önem atfetmesi, güvenlik kavramının çok boyutlu niteliğini ortaya koymuştur.
Bu kavramsal çerçeveden hareketle Joseph Nye, yeni güvenlik konularının önemini ulusal güvenlik ile ilişkilendirerek açıklamaktadır. Ona göre içinde bulunduğumuz teknoloji çağında öngörülemeyen risk ve tehditlerin artması, ulusal güvenliğin sadece siyasi ve askeri önlemlerle sağlanamayacağını ortaya koymaktadır. 

Artık nükleer caydırıcılık, sınır devriyeleri ve ülke dışına asker konuşlandırma gibi geleneksel yöntemler, güvenliği tesis etmek için yeterli olmamaktadır. 
Örneğin veritabanlarında bulunan gizli bilgilerin çalınması gibi tehditler, ulusal güvenliğin sağlanmasının yalnızca geleneksel yöntemlerle mümkün olmadığını 
göstermektedir. Bu kapsamda bilgiye hâkim olabilmek ve bilgi güvenliğini koruyabilmek için yenilikleri gerçekleştiren bir aktör olmak son derece önem kazanmıştır. 

Bu açıdan bakıldığında dünya genelinde kullanılan çoğu yazılım ve sistemin Silikon Vadisi menşeli olması ve Nye’ın bilgi sistemlerinin Hindistan’da da üretilmesini ABD’nin ulusal güvenlik açığı olarak yorumlaması oldukça anlamlıdır.38

Pluralist ve transnasyonalist düşünürler, 21. yüzyıl bilişim sistemindeki gelişmelerin aktörler arası iletişim ve etkileşimi yoğunlaştırdığı küresel bir ortamda işbirliği yapmanın faydasına vurgu yapmaktadır. 
Karmaşık karşılıklı bağımlılık olgusu, çatışma ve yeni güvenlik paradokslarının bertaraf edilmesinde ayırt edici bir niteliğe sahiptir ve aktörleri çıkarları doğrultusunda işbirliği ve dayanışmaya yönlendirebilmektedir. Zira küresel risk, tehdit ve güvenlik sorunsalının çözümünde eskiye nazaran daha fazla ön plana çıkan “aktörler arası birbirine muhtaç olma durumu”, küresel yönetişim olgusunun gelişimine katkı sağlayabilir.39 

Fayda-maliyet analizini göz önünde bulundurarak karşılıklı bağımlılığın çatışma riskini azaltacağını savlayan söz konusu kuramlar, uzlaşma zeminine dayanan, 
demokratik çoğulcu katılım ve işbirliği eksenli bir güvenlik yaklaşımı öne sürmektedir.40 Özetle pluralizm ve transnasyonalizmin güvenlik literatürüne katkıları, işbirliğine önem atfetmeleri ve küresel sistem okumasından hareketle aktör ve konu çeşitliliği üzerinde durarak eleştirel yaklaşımların önünü açmış olmalarıdır.

2.2. Neo-Marksist Kuramların Güvenlik Anlayışı

Uluslararası ilişkiler literatürüne pluralist kuramlarla aynı dönemde giriş yapan neo-Marksist kuram başka bir ifadeyle Bağımlılık Okulu, disipline ilişkin temel 
argümanlarını uluslararası sistem okuması üzerinden ortaya koymuştur. Kapitalist sistemin evrenselleşmeye doğru gittiği 1970’li yıllarda farklı düşünce yapılarına sahip neo-Marksist ve pluralist kuramcıları ortak paydada buluşturan ana unsur, uluslararası sistemi ele almaları olmuştur. Buna karşın neo-Marksistleri pluralistlerden ayıran en önemli nokta, neo-Marksist düşünürlerin “karşılıklı bağımlılık” olgusuna getirdikleri eleştirilerdir. Neo-Marksist kurama göre uluslararası sistemde bağımlılık mevcuttur; ancak bu bağımlılık tekildir ve karşılıklılık içermez.

Karşılıklı bağımlılık olgusunu reddederek işteşlik yerine tek taraflılığı ele alan neo-Marksist kuram, 41 bağımlılık tezleri üzerinde durmakta ve güvenliği bağımlılık modeliyle açıklamaktadır. Klasik Marksist teorinin alt yapıya yerleştirdiği ekonomik faktörleri analizlerinin merkezine alan neo-Marksist kuramcılar, ekonomi eksenli bir güvenlik perspektifi sunarak, bağımlılığı gelişmişlik-azgelişmişlik veya üçüncü dünyacılık üzerinden anlamlandırmaya çalışmaktadır. Modernleşme kuramlarının aksine ülkelerin geliş(me)mişlik düzeyini içsel nedenler yerine sistemsel faktörler ile ilişkilendirerek, uluslararası sistem çözümlemelerini yapısal bir problematiğe dayandırmışlar ve kapitalist sistemin “güvensizlik sarmalı”na neden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Neo-Marksist teorisyenlere göre bazı ülkelerin gelişmiş ve güvenli olma durumları ya da bazı ülkelerin gelişmemiş ve güvensiz olma durumları, uluslararası sistemin kapitalist doğasının bir sonucudur. Kısacası neo-Marksizm, analiz birimi olarak ele aldığı ulus-devletlerin ve toplumların güvenliklerini analiz düzeyi olarak incelediği uluslararası kapitalist sisteme bağlamaktadır.

Marksizmin burjuva-proletarya dikotomisi ekseninde savladığı sınıf mücadelesi sorunsalını bir bakıma yeniden üreten neo-Marksist düşünürler, uluslararası ilişkiler ve uluslararası sistem okumalarını “merkez-çevre”, “metropol-uydu”, “gelişmiş-az gelişmiş” ve “üçüncü dünya” kavramsallaştırmalarındaki paradoksallık üzerindenkurgulamıştır.42 

Nitekim neo-Marksizm, Karl Marx’ın sosyal teorisindeki gibi zengin merkez ülkelerini burjuva sınıfıyla, yoksul çevre ülkelerini ise proletarya sınıfıyla 
özdeşleştirmektedir. Bir başka deyişle neo-Marksizmin uluslararası sistemi ve politikayı açıklamada kullandığı tipoloji ve terminolojinin, Marksizmin sınıf ayrımını referans aldığı ifade edilebilir. Neo-Marksist kuram, Marksizmin sınıf mücadelesi ve eşitsizlikler üzerine kurguladığı güvenlik sorunsalını uluslararası sistemdeki merkez-çevre arasındaki çatışmaya dayalı bir güvenlik sorunsalı olarak yeniden inşa etmiştir. Marksizmde güvenlik endişesi nasıl ki sınıf (burjuva-proleterya) temelli bir sorunsalsa, uluslararası ilişkilerde de merkez-çevre arasındaki güvenlik algısı ayrışmasına bağlı açığa çıkan bir güvensizlik hali ve ekonomi eksenli çatışma söz konusudur.

Neo-Marksist kuramcılar, küreselleşmeyle birlikte asıl çatışmanın Doğu ve Batı arasında değil, Kuzey ve Güney, başka bir ifadeyle merkez ve çevre arasında 
yaşandığını öne sürmüştür. Neo-Marksizmin güvenlik perspektifinde, bir aktörün güvenliğinin diğer aktörün güvenliği tarafından tehdit edildiği, güvenlik ikilemine benzer bir model söz konusudur. Örneğin merkezin güvenliği, çevrenin güvenliğini tehdit etmekte ve çevrenin güvensizliği anlamına gelmektedir. Kısacası güvenlik ikileminin merkez Kuzey ülkeleri ile çevre Güney ülkeleri arasında yaşandığını varsayan neo-Marksist düşünürler, kuzeyin güvenliği ve güneyin güvensizliği arasında süregelen yapısal bir gerilim olduğunu vurgulamaktadır.

Neo-Marksist kuramcıların sistem düzeyinde ve ekonomi eksenli geliştirdikleri güvenlik anlayışını Johan Galtung’un “Yapısal Emperyalizm” 43 ve Immanuel 
Wallerstein’ın “Dünya Sistemi”44 kuramlarında görmek mümkündür. Neo-Marksist düşünürlerin kapitalist sisteme dair geliştirdikleri eleştirel sosyo-ekonomik analizler, “ekonomik güvenlik modeli” ortaya koymaktadır. Söz konusu modele göre az gelişmişliğin getirdiği güvensizliğin asıl kaynağı, kapitalist sistemin yapısında bulunmaktadır. 

Zira kapitalist sistem, özü itibariyle yayılmacıdır ve merkez bekasını sağlayabilmek için sürekli pazar arayışı içindedir. Bu arayış, “azgelişmişlik sarmalı” olarak kavramsallaştırılan ve çevrenin merkeze eklemlenmesine bağlı gelişen sistemsel bir ilişki modeline yol açmaktadır. Bu paradoksal ilişki sonucunda Kuzey ile Güney arasında meydana gelen yapısal gerilim, zamanla kalıcı hale gelmektedir.Wallerstein, Soğuk Savaşın bitmesiyle kapitalizmin nihai zafere ulaştığını savlayan görüşlerin aksine kapitalizmin yeni pazarlar bularak, kendini devam ettirme gücünden yoksun kaldığını ve kapitalist sistemin güvenliğinin derin bir yapısal kriz ile karşılaştığını belirtmektedir. Ona göre bu kriz; finansal piyasalarda sıkışma, ekolojik felaketlerin getireceği ek maliyet, demokratik toplumların taleplerinin yaratacağı mali kriz ve devlet egemenliğinin törpülenmesi sonucu güvenliği sağlayan aygıtın zayıflaması gibi nedenlere bağlıdır.45 Wallerstein’a göre kapitalizmin bu krizi, yeni bir güvenlik krizini beraberinde getirmektedir. Wallerstein, küreselleşmeyle birlikte geçmişte kapitalizmin kırıntılarından yararlanan çevrenin bundan mahrum kalması neticesinde merkez-çevre uçurumunun daha da derinleşeceğinin altını 
çizmektedir. Zira güvenlik ve ekonomik refah için gerçekleştirilen göçlerin sonucunda merkez içinde bir çevre doğduğunu ve bu iki kutup arasındaki çatışmanın daha tehlikeli ve gözle görülür hale geldiğini vurgulamaktadır. 46 

Wallerstein, ortaya koyduğu yeni güvenlik krizinde ekonomik faktörlerin toplum düzeyinde de güvenlik açısından sarsıcı etkilerinin bulunduğunu ileri sürmüştür. 
Analizlerine devletlerin yanı sıra toplumları eklemleyen neo-Marksist kuramcılar, bir bakıma toplum güvenliğine de değinerek ekonomik güvenlik anlayışlarının 
içeriğini derinleştirmiştir.

Sonuç olarak neo-Marksist kuram; devletlerin, ekonomik sınıfların, toplumların ve dolaylı da olsa bireylerin güvenlik sorunsallarını, uluslararası kapitalist sistemin yapısal krizleri çerçevesinde eleştirerek incelemiştir. Dolayısıyla sistem düzeyindeki bütüncül ve yapısalcı yaklaşımları, güvenliğin salt devlet merkezli ve siyasi-askeri açıdan ele alınmasının karşısında alternatif bir bakış açısının gelişimine katkı sağlamıştır. Bu doğrultuda neo-Marksist kuram, güvenlik ile ekonomik refah ve eşitsizlikler arasında kurduğu bağıntılarla eleştirel güvenlik yaklaşımlarının altyapısının oluşmasında rol oynamıştır. Buna karşın realizm gibi çatışmaya odaklanması ve çatışmacı bir güvenlik projeksiyonu sunması nedeniyle farklı araçlarla da olsa klasik güvenlik anlayışını bir bakıma yeniden ürettiği söylenebilir.

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Hüsamettin İnaç, Ümit Güner, “Avrupa ve Amerikan Güvenlik Çatışmaları Bağlamında Türk Dış Politikası”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi 6 1 (2006): 139.
2 Oktay F. Tanrısever, “Güvenlik”, içinde Devlet ve Ötesi, ed. Atila Eralp, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005), 108.
3 Hobbes’un insan doğası, güvensizlik ve anarşik ortam üzerine düşünceleri için bkz. Thomas Hobbes, Leviathan, (London: Penguin Books, 1985), 183-188.
4 Machiavelli’nin bu konudaki görüşleri için bkz. Nicolo Machiavelli, The Prince, (Wordsworth Editions, 1993), 81-83, 129-141.
5 Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, Cilt 1, çev. Baskın Oran, Ünsal Oskay, (Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği, 1970), 157. Morgenthau, ulusal gücün öğelerini nicel ve nitel olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Nicel öğeler (materyal faktörler)  coğrafya, doğal kaynaklar, endüstriyel kapasite, askeri hazırlık derecesi ve nüfustan; nitel öğeler (beşeri faktörler) ise ulusal karakter,  ulusal moral, diplomasinin niteliği ve hükümetin niteliğinden oluşmaktadır; Morgenthau, Uluslararası Politika: Güç ve Barış Mücadelesi, 141-194.
6 Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerin Gerçekçi Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, Uluslararası İlişkiler 11 (2004): 39.
7 Stephen M. Walt, “The Renaissance of Security Studies”, International Studies Quarterly 2 35 (1991): 211-239. Makalenin Türkçesi için bkz. Stephen 
 M. Walt, “Güvenlik Çalışmalarının Rönesansı”, Avrasya Dosyası (Güvenlik Bilimleri Özel) 9 2 (2003): 71-106.
8 Walt, “The Renaissance of Security Studies”, 213-217.
9 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, (İstanbul: Alfa Yayınları, 2004), 198.
10 Klasik ve neo-realist teorinin temel varsayımlarından biri olan “nisbi (göreli) kazanç”a göre devletlerin işbirliği yapmaları, birbirinin kazançlarını mukayese etmelerine bağlıdır. Ancak hem realizm hem de neo-realizm devletlerarası ilişkileri “sıfır toplamlı oyun” olarak savladıkları için birinin “kazancı”, diğerinin “kaybı” anlamına gelmektedir. Buna göre A devletinin mutlak kazancı aynı zamanda B devletinin mutlak kaybı olarak algılandığından, bu devletler birbiriyle işbirliğine yanaşmazlar. Örneğin olası bir işbirliğinde A devleti +2 kazanıyorsa B devleti de -2 kaybedeceğinden (ya da tersi), iki devlet de işbirliğinden kaçınmaktadır.
11 Kenneth Waltz, George H. Quester, Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi, çev. Ersin Onulduran, (Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1982), 46.
12 Waltz ve Mearsheimer örneklerinde olduğu gibi devletlerarası işbirliğine ilişkin karamsar görüşlerin yanı sıra iyimser görüşler de mevcuttur. “Koşulcu realistler” olarak da adlandırılan Charles Glaser gibi iyimser neo-realistlerin, karamsar neo-realistlere (standart yapısal realizm) karşı çıktıkları noktalar için bkz. John Baylis, “Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı”, Uluslararası İlişkiler 5 18 (2008): 75-76.
13 Baylis, “Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı”, 74.
14 Waltz, Quester, Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi, 46.
15 En etkini John Mearsheimer’ın olduğu ofansif neo-realistler ise devletlerin sistemdeki güvenliklerini elde edebilecekleri kadar çok güçle (ki güç maddi, özellikle de askeri kabiliyet olarak tanımlanmaktadır) sağlayabileceklerini ve bu nedenle revizyonist devletlerin daha güvenli olduklarını varsaymaktadır. 
Neo-realist paradigmadaki söz konusu ayrışma için bkz. Chris Brown, Kirsten Ainley, Uluslararası İlişkileri Anlamak, çev. Arzu Oyacıoğlu, (İstanbul: Yayınodası Yayınları, 2008), 39.
16 Kenneth Waltz, Theory of International Politics, (New York: McGraw-Hill, 1979), 41.
17 Rosecrance, Hoffman ve Kaplan’ın uluslararası sistem yaklaşımları için bkz. Waltz, Theory of International Politics, 38-59.
18 Bu konuda bkz. Waltz, Theory of International Politics, 146-160.
19 Aydın, “Uluslararası İlişkilerin Gerçekçi Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, 47.
20 Baylis, “Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı”, 73.
21 Pınar Bilgin, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”, SAREM 8 14 (2010): 73.
22 Bilgin, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”, 73-74.
23 Bilgin, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”, 78.
24 Tim Dunne, “Liberalism”, içinde The Globalization of World Politics, ed. John Baylis, Steve Smith, (London: Oxford University Press, 2001), 163.
25 Paul R. Viotti, Mark V. Kauppi, International Relations Theory, (United States: Pearson, 2012), 161-162.
26 Akira Iriye, Global Community: The Role of International Organizations in the Making of the Contemporary World, (California: University of California Press, 2002), 10.
27 Avrupa bütünleşmesi, bölgesel entegrasyonun tek örneği değildir. Ancak onu bu denli öznel kılan, bütünleşme sürecinin en sistematik ve kapsamlı örneğini 
sergilemesidir. Bütünleşme teorileri, Avrupa bütünleşmesinden yola çıkarak gelişmekte ve AB diğer bölgesel bütünleşmeler için bir laboratuar ortamı sunmaktadır; Dario Battissela, Théories des Rélations Internationales, (Paris: Presses de Sciences Po, 2003), 451.
28 Avrupa bütünleşmesinin seyrine göre gelişen bir kuram olarak fonksiyonalizmin liberal hükümetlerarasıcılık ve neo-fonksiyonalizm gibi çeşitli versiyonları bulunmaktadır. Fakat bu bölümde söz konusu kuramsal ayrımlara yer verilmeden bütünleşmeyi açıklayan kuramların güvenlik yaklaşımları, fonksiyonalizm ana  başlığı altında ele alınmıştır.
29 Sinem Akgül Açıkmeşe, “Uluslararası İlişkiler Işığında Avrupa Bütünleşmesi”, Uluslararası İlişkiler 1 (2004): 6.
30 Ken Booth, “Steps Towards Stable Peace in Europe: A Theory and Practice of Coexistence”, International Affairs 66 1 (1990): 29. 
Avrupa bütünleşmesi örneğinde devletler, askeri konuların dışındaki alanlarda işbirliği yaptıklarında daha hızlı aksiyon alabilirken, askeri konular gündeme 
geldiğinde karar alma mekanizmasının realist kaygıların da etkisiyle daha yavaş işlediği görülmüştür. Nitekim AB bütünleşmesinin ilk döneminde teknik konularda başlayan işbirliği, güven tesisi ve ortak kimlik anlayışının kurulmasında önemli rol oynamıştır. Ancak 90’lı yıllardan itibaren, Avrupa Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası’na ilişkin tartışmaların gündeme gelmesiyle birlikte karar alma sürecinde üye ülkeler arasında ciddi krizler yaşanmıştır.
31 Neo-fonksiyonalizmin anahtar olgularından spill over modeli, bir süreç olarak kısaca şu şekilde açıklanabilir: Aktör bir kere beklenti ve davranışlarının merkezle ilişkilendiğini ve yarar sağladığını görünce, ikincisinde de merkeze yönelir. Avantajları gören diğer aktörler de bütünleşmeye katılmak ister. Bir alan veya konuda avantaj ve çıkar sağlayan aktör, bütünleşmenin diğer alanlara da yayılmasını ister. Ayrıca dışarıdan avantajları gözlemleyen diğer aktörler de bütünleşmeye dâhil olmak ister. Bu süreç kapsamında bütünleşmenin yapısı gelişir ve derinleşir. Bütünleşmenin sürebilmesi ve yayılmanın artması için aktörlerin ortak politikalara dair sergiledikleri tutum oldukça önemlidir; Leon Lindberg, “Political Integration, Definition and Hypotheses”, içinde The European Union: Readings on the Theory and Practice of European Integration, ed. Brent F. Nelsen, Alexander C-G. Strubb, (Colorado: Lynne Rienner Publishers, 1994), 106-107.
32 Robert W. Cox, “On Thinking About Future World Order”, World Politics 28 2 (1976): 188.
33 Pluralist kuram, uluslararası ilişkiler literatüründe özellikle petrol krizlerinin etkisiyle 1970’lerde ortaya çıkmış; transnasyonalist kuramlar ise 1980’li ve 1990’lı yıllarda küreselleşmenin kazandığı ivmeyle pluralizmin bir varyantı olarak belirmiştir. Bu nedenle, pluralizmin temel argümanlarını uluslararası sistemin dönüşümüne paralel olarak güncelleyen transnasyonalizmin güvenliğe ilişkin yaklaşımları pluralizm ile birlikte incelenmiştir.
34 McLuhan “küresel köy”ü her çeşit aktörün içinde bulunduğu ortak bir “tiyatro sahnesi”ne benzetmekte ve dünyanın içinde bulunduğu değişimin nedeni olarak 
elektronik iletişimi ön plana çıkarmaktadır; Fred Halliday, “The Pertinence of International Relations”, Political Studies 38 (1990): 513.
35 Chris Brown, “World Society and the English School: An ‘International Society’ Perspective on World Society”, European Journal of International Relations 7 4 (2001): 423-441.
36 John Burton’ın örümcek ağı modeli, mikrodan makroya sistemdeki her aktörün birbiriyle etkileşim halinde olduğu bir modeldir.
37 Joseph Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu, çev. Gürol Koca, (İstanbul: Literatür Yayınları, 2003), 10-15.
38 Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu, 69-72.
39 James Rosenau, “Yeni Bir Küresel Düzende Yönetişim”, içinde Küresel Yönetişimler, ed. David Held, Anthony McGrew, (Ankara: Phoenix Yayınevi, 2008), 271.
40 Robert O. Keohane, “Uluslararası Toplumda Egemenlik”, içinde Küresel Yönetişimler, 190-191.
41 Bağımlılık Okulu, uluslararası ilişkiler literatüründe 1960’larda BM Latin Amerika Ekonomik Komisyonu’nun (ECLA) kurulmasıyla gündeme gelmiştir. 
Bağımlılık Okulu’nun iki temel entelektüel kolu bulunmaktadır: Neo-Marksizm ve ECLA. Neo-Marksist kuramcılar bağımlılık ve azgelişmişlik sorunsalının sosyalist 
devrimlerle çözümlenebileceğini vurgularken, ECLA kuramcıları ise bu sorunsalın uluslararası ekonomik sistemde yapılacak reformlar ile çözümlenebileceğini 
savunmuşlardır. Dolayısıyla ECLA kuramcılarının bağımlılık tezlerini evrimci, neo-Marksist kuramcıların ise devrimci bir yaklaşımla ele aldıkları söylenebilir. 
Her iki yaklaşımın temelini, bağımlılık tezlerini merkez-çevre kavramsallaştırması na dayandırmaları oluşturmaktadır; Dhammika Herath, “Development Discourse of the Globalist and Dependency Theorists: Do the Globalisation Theorists Rephrase and Reword the Central Concepts of the Dependency School?”, Third World Quarterly 29 4 (2008): 820. Ancak zaman içersinde ECLA’nın güncelliğini yitirip gündemden uzaklaşması nedeniyle bağımlılık tezleri bu bölümde genel bir çerçevede neo-Marksist perspektifte ele alınacaktır.
42 Örneğin Wallerstein, uluslararası ekonomi politik sistemi merkez, çevre ve yarı çevre arasındaki bağıntı ve çelişkiler ile ele almaktadır; bu konuda bkz. 
Immanuel Wallerstein, “Dependence in an Interdependent World: The Limited Possibilities of Transformation within the Capitalist World Economy”, African 
Studies Review 17 1 (1974): 1-26, Immanuel Wallerstein, “Semi-Peripheral Countries and the Contemporary World Crisis”, Theory and Society 3 4 (1976): 461-483.
43 Johan Galtung’un merkez-çevre hakkındaki düşünceleri için bkz. Johan Galtung, “Emperyalizmin Yapısal Teorisi-Kısım 1”, çev. Birgül Demirtaş Coşkun, Uluslararası İlişkiler 1 2 (2004): 25-46 ve Johan Galtung, “Emperyalizmin Yapısal Teorisi-Kısım 2”, çev. Birgül Demirtaş Coşkun, Uluslararası İlişkiler 1 3 (2004): 37-66.
44 Immanuel Wallerstein’ın modern dünya sisteminin analizine ilişkin temel tezlerini özetleyen bir çalışma için bkz. Elçin Aktoprak, “Immanuel Wallerstein: 
Sosyal Bilimlere Yeniden Bakmak”, Uluslararası İlişkiler 1 4 (2004): 23-58; özellikle bkz. 24-44.
45 Deniz Ülke Arıboğan, Uluslararası İlişkiler Düşüncesi, (İstanbul: Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, 2007) 312-313. Wallerstein’ın paylaşmış olduğu nedenlerden finansal piyasalardaki sıkışmayı günümüzde yaşanan küresel ekonomik krizle, çevre felaketlerinin getireceği ek maliyeti küresel ısınma ve iklim değişikliğine bağlı olarak dünyanın birçok bölgesinde yaşanan doğal afetlerle, demokratik toplumların taleplerinin yaratacağı mali krizi ise başta Yunanistan olmak üzere AB ülkelerinin birçoğunun içinde bulunduğu ekonomik krizle örneklendirmek mümkündür.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

25 Ocak 2020 Cumartesi

AKP’nin Son Kullanma Tarihi Dolmak Üzeredir, Yakında Çöpe Atılacaktır Ama…

AKP’nin Son Kullanma Tarihi Dolmak Üzeredir, Yakında Çöpe Atılacaktır Ama…


Ali Eralp

Hükümetin en yetkili kişileri “Orduya kumpas kurulduğunu” itiraf ediyorlar.
Yani bizim yıllarca yazdığımız, çizdiğimiz, anlattığımız, “Darbe masalları” diye dile getirdiğimiz tezgâhların, tertiplerin doğru olduğunu sonunda tüm ulusa açıklamak zorunda kaldılar…

Peki, bütün bu işler olup biterken, bu kumpaslar kurulurken bu itirafçılar ne yapıyorlardı?
Sabahın köründe, komutanlar adi birer katil gibi enselerinden tutulup götürülürken, bu itirafçılar neyle uğraşıyordu?
Madem kumpastan haberleri vardı; haksızlıklara, hukuksuzluklara neden müdahale etmediler?

Elleri armut mu topluyordu, yoksa ganimet mi?

Aslında kumpas, sadece orduya değil, tüm Türkiye’ye kuruldu… 
Kumpasın kurucusu ise ABD…

Bu kumpas sonucunda 2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşmalar yapıldı. BOP eş başkanlarına vatanı parçalama, bölme görevi verildi. Türk ulusunun başına AKP, PKK, Gülen cemaati bela edildi…

Cumhuriyete, Atatürk’e, orduya savaş açıldı…

Bu anlaşmalardan sonra ordunun, sınır ötesi harekâtlar yapması engellendi. PKK, içeride ve dışarıda dilediği gibi at koşturmaya başladı…
Bunun sonucunda şehit sayıları her yıl artarak üçe, dörde katlandı. Ocaklara ateş düştü. Analar, babalar, eşler, kardeşler, çocuklar, sevdalılar tabutlar başında feryat ettiler. Tüm ulus bu görüntüleri üzüntüyle, çaresizce izlemek zorunda kaldı. Herhangi bir çözüm üretmeden hükümet de izledi… 

Bu kumpastan sonra yalaka gazeteciler, yalaka televizyonlar, yalaka şarkıcılar, türkücüler yerden biter gibi, ayrık otu gibi, veba gibi çoğaldılar…
Sardılar dört bir yanımızı… 

Bu kumpastan sonra PKK’lı katiller, caniler, meclisteki PKK’lı parlamenterler adam yerine geçti. Muhatap kabul edildi. 

Onlarla kapı arkalarında görüşmeler yapıldı. Kırmızı bültenle arananlar, Diyarbakır meydanında yerli hainlerle birlikte Kürdistan türküleri söylediler…

Şanlı Türk bayrakları yasaklandı.
Gençliğe Hitabe, İstiklal Marşı yasaklandı. 
Devlet kurumlarından “TC” kaldırıldı. 

AMA YOLSUZLUKLAR, RÜŞVETLER, KARA PARA AKLAMALAR, HAYALİ İHRACATLAR SERBEST BIRAKILDI.

Ayakkabı kutularından trilyonlar çıktı… Menfaat grupları iktidarı paylaşmada ve ganimet bölüşümünde birbirlerine düştüler. Kirli çamaşırlar, kasetler, belgeler, fotoğraflar ortaya saçıldı. 
2013 Cemaat savaşları ile geçti… Birbirlerini yediler. Ama kazanan millet oldu…
Saltanat, sultanlık, padişahlık, talancılık bitiyor artık…
AKP’nin son kullanma tarihi dolmak üzeredir, yakında çöpe atılacaktır… 

AMA…

Hâlâ halktaki duyarsızlık devam ediyor. Hâlâ din sömürüsü geçerliliğini koruyor ve “Müslüman adam yalan söylemez, çalıp çırpmaz…” görüşü toplumda hüküm sürüyor… Bazılarının vurgundan, ayakkabı kutularından, şifreli kasalardan, para sayma makinelerinden haberi bile yok… 
Sevgili Bedri Baykam bir yazısında şöyle diyordu: “Bizim evde çalışan kıza annem sordu: ‘Gördün mü şu olup bitenleri?’ Yanıt: “Ne olmuş ki abla?”
Kıyamet kopuyor, yer yerinden oynuyor. Bizim kız “Ne olmuş ki abla?” diyor.
İşte Recep Tayyip’in güvendiği ortam bu… O, halkın bu ilgisizliğine, iletişim eksikliğine güveniyor… 
Elbette tek suçlu halkımız değil. Asıl suçlu, Ayakkabı kutularından trilyonlar çıkarken olayı halka yansıtmamak için “İzdivaç, yarışma programları, pembe dizilerle” halkın beynini yıkayan TV’lerdir…
Asıl suçlu, 21. yüzyılın mütareke basını ve yandaş yazarlarıdır…
Bu uyutma, uyuşturma, narkoz çemberini kırıp, sömürü çarkını, medyanın ve iktidarın “yalan rüzgârlarını” ulusumuza anlatmak için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır…
Hedef halkı ilgisizlikten, duyarsızlıktan kurtarmaktır.
Köylere gidilmelidir, varoşlara çıkılmalıdır; kentlerin konforlu, rahat koltuklu salonlarında kendimiz söyleyip kendimiz dinleme yerine kahvelerde, gecekondularda halkın arasına karışmalı, dertlerine sorunlarına ortak olunmalıdır… 
Gerçekler anlatılarak AKP’nin çöküş süreci hızlandırılmalıdır…
Bunun için de aydınlarımıza büyük görevler düşmektedir. 
AKP yıkılırken, ikinci sorun, onun yerine geçecek olan yeni hükümet sorunudur.
Bazılar “AKP gitsin de kim gelirse gelsin, önce şunlardan bir kurtulalım hele…” diyor.
İşte Türkiye’yi bitiren, çıkmazlara sokan, yoksullaştıran, çağdaş uygarlığı yakalamasına engel olan anlayış, bu anlayıştır… 
1946’dan bu yana, bu ülke, ne çektiyse, bu düşünceden çekti. Yeni söylemlerle, yeni masallarla Ahmet gitti, Mehmet geldi, değişen bir şey olmadı, olan vatandaşa oldu…
Sevgili yurdumuz yıllarca mandacı, işbirlikçi, dinci hükümetler tarafından yönetildi ve sonunda gelip Gül – Gülen – Tayyip iktidarına mahkûm oldu. 
Ortalık lağım kokuyor şimdi. Her sabah güne bir soygun haberi ile başlıyoruz…
Hep söylüyoruz, yine söyleyelim; Hükümet seçiminde ölçü şudur:

ABD, NATO, CEMAAT - AŞİRET YANLISI KİŞİLERDEN, ÖRGÜTLERDEN, PARTİLERDEN HAYIR GELMEZ…

Şer gelir. Talan gelir. Sömürü gelir. Hem de “din sömürüsü” dâhil, sömürünün her çeşidi gelir…
Hasan gider, Hüseyin gelir, biraz da o, memleketin içine eder, pislik içerisinde kalan yine vatandaş olur…

Yıllar geçer…

Dönüp bakarız ki geçmişe… Bir arpa boyu yol almışız…
Ömrümüz, “Bizi iktidar yapsın” diye Bush’a puşta, ite kurda, Obama’ya yalvarmakla geçer…


***

Genelkurmay’ın Unuttuğu Davalar,

Genelkurmay’ın Unuttuğu Davalar,



Saygı Öztürk

İstanbul’da “Balyoz”, “Ergenekon”, “Askeri Casusluk”, Ankara’da “28 Şubat” davaları olur da, İzmir’de yine çoğunluğu askerleri içine alan dava açılmaması eksiklik olurdu. İzmir’deki dava “Askeri Casusluk, Fuhuş, Şantaj” diye başladı ama bunların hiçbirisine ulaşılamadı. Şu anda dava gizli belge bulundurmaya döndü.

Kimler yok ki o davanın belgeleri arasında. Mülkiye müfettişinden, MİT mensubuna, Diyanet görevlisinden, Sosyal Güvenlik Kurumu müfettişine, Dışişleri mensubundan, vali yardımcısına kadar 2 bin 500 kamu görevlisinin ismi geçiyor. Hem de ne geçme. Haklarında fişleme yapılanlarla ilgili yazılanlar tam anlamıyla yüz kızartıcı cinsten…

Siyah torba içinde, buzdolabının arkasında

Bu davanın en yüksek rütbelisi Donanma Komutanı Koramiral Veysel Kösele. 357 sanıklı davada 316 kişi muvazzaf veya emekli asker. Belgelere göre “eskort kızlar” 400’ü bürokrat ve geri kalanı asker olmak üzere 2 bin 500 kişi hakkında fişleme yapmış. Onlar da, savunmalarında bir kurguya kurban edildiklerini belirtiyorlar.

Davada hayli ilginçlikler var. 357 sanıktan sadece 10’u ile ilgili yapılan aramalarda, “Pandora” veri tabanında olduğu iddia olunan dijital belgeler çıkmış. Diğer 347 kişinin hiç birinde iddia edilen dijital belgeler saptanmamış. Dijital verilerin hepsi, diğer asker davalarında olduğu gibi mutfakta ve buzdolabı arkasında siyah torbada bulunmuş. Bunlar üzerindeki parmak izleri alınmamış. Soruşturma, 10 Ağustos 2010’da ABD’den gelen elektronik posta üzerine başlıyor. Ancak o iletide adı geçen hiç kimse dava kapsamında ne sanık, ne mağdur, ne müşteki, ne de tanık. Şüphelilerden 45’i yaklaşık 2 yıl fiziki ve teknik olarak izlenmiş. Hatta bazı sanıkların Marmaris, Bodrum ve İstanbul gezilerine dahi eşlik edilmiş. Ancak, suç unsuru bulunamamış.

Arama tutanakları da farklı

“Pandora” isimli veri tabanının ele geçirildiği iddia edilen Bilgin Özkaynak’ın Sapanca’da adresinde yapılan aramaya ilişkin içerik ve imzası olanlar açısından birbirinden farklı iki arama tutanağı bulunuyor. Tutanağın birine göre evde sadece antika silahlar dışında hiçbir suç unsuru bulunamamış. Diğer tutanağa göre ise evde sadece el konulan dijital veri depolama materyalleri var ve başka suç unsuru yok. Tutanağın birine göre arama 00.45’te başlamış ve 05.35’te bitmiş. Diğer tutanağa göre ise arama 00.45’te başlamış ve 06.30’da bitirilmiş.
Birinci tutanakta aramaya 5 kolluk görevlisi, diğer tutanakta ise 14 kolluk görevlisi katılmış gözüküyor. Yine bir başka ilginçlik ise aramaların İzmir’den İstanbul’a, Sapanca’ya gönderilen polisler tarafından yapılması. Oysa, onların gönderiliş amaçları arama yapmak değil, suç unsuru olan malzemeleri teslim alıp getirmek.

N.K.’nın, iki yıllık takip sürecinde, hiç uğramadığı babasının evinde arama yapılıyor. Üstelik görme engelli babanın gözetiminde arama yapılıyor. Orada da davaya temel oluşturan taşınabilir bir hard disk bulunuyor. O diskte bulunanlar ise bilirkişi raporuna göre el koyma tarihinden sonra oluşturulmuş, kaydedilmiş.
Onların da hatırlanmaya ihtiyacı var

Sivil ve asker olmak üzere tutuklu 59 sanığın, Genelkurmay Başkanlığı’nı etkileme ihtimalinin, aralarında 8 amiral-general rütbesinde subay bulunan 266 tutuksuz asker sanığa nazaran daha yüksek olduğu kanaati ile tutukluluğun devamı yönünde kararlar veriliyor.

Davanın bir başka özelliği de, en çok muvazzaf askerin tasfiye edilmeye çalışılmasıdır. Tutuksuz yargılanan veya fişleme kapsamında adı geçen askerlerin çoğu pasif görevlere atanarak zaten tasfiye edilmiş durumdalar.

Bu davanın sanıklarından, yakınlarından gelen mektuplarda, “Evet, Balyoz’u, Ergenekon’u yazıyorsunuz ama bir de bizim durumumuzu gündeme getirin” sitemleri yer alıyor. Haklılar. Onları ihmal ettik. 19 aydır tutuklu olanlar var. Geçen yılın Ocak ayında dava açılmış, Nisan ayında ilk duruşması gerçekleştirilmişti. İstanbul’da da “casusluk-fuhuş-şantaj” davası açılmış ve bu davada 43 sanık hakkında mahkumiyet kararı Yargıtay tarafından onanmıştı. Onlar da tamamen sahipsiz kaldı? Genelkurmay, “durumunuz nicedir?” diye sormadı bile… Oysa, “Balyoz” davasını bir ağacın gövdesiyse, İzmir ve İstanbul’daki askerlerle ilgili diğer davalar ise o ağacın dallarıdır.
Genelkurmay Başkanlığı, geç de olsa, “Balyoz Davası”nda yaşandığı değerlendirilen haksızlık- hukuksuzluklara karşı C. Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Bunun için milletvekilinin “kumpas” demesi de yeterli oldu. Peki, “Balyoz”u, “Ergenekon”u gündeme getiren Genelkurmay Başkanlığı, büyük iftiralarla karşı karşıya olan yüzlerce askerinin yargılandığı diğer davaları niçin unutuyor? En azından biz hatırlatmış olalım.

***

141 Ali ne oldu?

141 Ali ne oldu?

Hasan Pulur

Okur bu soruyor, soracak, biz de bildiğimiz varsa cevaplayacağız.
Lakin bazen öyle şeyler sorup hafızamızı zorluyorlar ki!
Mesela biri soruyor:

“141 Ali ne oldu?”
Buyrun bakalım cevap verin!
Aklımıza bir şeyler geliyor ama...

***
Toparlamadan önce kendisi yardıma koşuyor!
“Yıllar önce siz yazıp anlatmıştınız.”
Evet, öyle birini hatırlıyoruz.
Ne yazmışız, ne demişiz acaba?

***
Okuyucu, okuyor, o tarihte lafa şöyle girmişiz:

“Arkadaşları onun ne mal olduğunu ilk defa lisede tanıdılar. Yani ‘141 Ali’ ile müşerref olma zevki, okul sıralarında tadıldı. Müdür ve müdür muavinleri sık sık sınıfta sigara muayenesi yaparlardı. Ne hikmetse, sigaralar hep ‘hanımevlatları’nın ya da ‘inek’ diye adlandırılan çalışkan çocukların paltolarının, pardösülerinin, ceketlerinin ceplerinden çıkardı. Hocalar da şaşardı bu işe! Oysa ‘14 Ali’nin marifetiydi bunlar. Durum öğrenilinceye kadar çok kişinin canı yandı. Bir gün sınıfta yine sigara muayenesi yapılıyordu, öğrencilerin kitapları, defterleri arasına sigara sakladıkları ihbar edilmişti. Müdür ‘141 Ali’nin edebiyat defterine bakınca, Arşimet gibi ‘buldum!’ diye bağırdı. Sigara filan bulmamıştı ama, yazıyı tanımıştı. ‘141 Ali’, yazılısına iki veren fizikçinin edebiyatçıyla kırıştırdığını imzasız bir mektupla müdüre bildirmişti. Müdür de mektuptaki yazıyı tanıyınca 
‘141 Ali’ye yol göründü.

***
141 Ali serbest hayatta da önemli işler becerdi. Mesela bir ara işportacılara taktı. İşportacı takımı hep tetikte olur, o da bunu bilirdi. Bayram arifelerinde ya da aybaşlarında birkaç kere Mahmutpaşa’ya dadandı. Çaktırmadan işportacıların yanına yaklaşıyor ve ‘hişt hişt geliyor’ dedi mi seyrediyordu işportacıları! Yalanı boynuna, bir kere Eminönü’ne kadar kaçırmıştı zavallıları.
Ama şimdi tövbe etti bu işe! Çünkü sonunda işportacılar numarayı çakıp ‘141 Ali’ye öyle bir dayak attılar ki!”

***
Evet evet hatırladık, “141 Ali”ler tükenir mi?
Son numarası evlenmekti!

“141 Ali’nin son numarası evlenmeydi. Bir kıza talip oldu. Kızın ailesi yanaşmıyordu bu işe. Kızın başka bir talibi vardı; ona vereceklerdi. Ama ‘141 Ali’ yer miydi bu işi! Gidip bir gazeteye ilan verdi.
Dostlarıma duyururum
Boşandım, mutluyum.”
Genç kız, oldu dul!

***
Peki, “141 Ali” ona buna attığı bu kazıklardan ne kazandı:
Hiçççç!
Politikacı oldu mu?
Hayır, keşke olsaydı başımıza bela oldu!
Belki de onun istediği buydu!


***

İtibar Meselesi,

İtibar Meselesi,

Enes İslamoğulları

Yaklaşık bir hafta önce Bakanlar Kurulu için belirlenen isimlerin bazılarına ‘partideki dengeler’ açısından itiraz eden, Bu hafta ise uzun süren sessizliğini bozarak, adli kolluk görevlilerinin soruşturma emrini yerine getirmemesi üzerine kendisine soruşturma esnâsında engel olunduğunu iddia ederek adliye önünde bildiri dağıtan savcının “yanlış yaptığını” söyleyen kişi, HSYK’nın Adlî Kolluk Yöndetmeliği’nde kanuna aykırı bir biçimde değişiklik yapmasından dolayı açıklama yapmasını “doğru bulmadığını” belirten, Üzerine de “Ben Cumhurbaşkanı olarak ne yapabilirim ki?” diye soran kişi, Bu ülkenin Cumhurbaşkanı’dır... 

Evinden ayakkabı kutuları içerisinde 4,5 milyon dolar çıkan banka müdürünü “tanıdığını”  ve başına gelenlerin “saflığından” ve “dürüstlüğünden” olabileceğini belirten, Devletin bakanlarına rüşvetle istediği her kapıyı açtırabilen İranlı iş adamını “tanıdığını”  ve  “hayırsever biri” olduğunu söyleyen kişi,
Milyar dolarlarla oynayan koca koca adamların bavullarla “kitap taşıyabileceğini” iddia eden, Hırsızlığın ve yolsuzluğun soruşturmasını başlatanlara “vatan haini” , bildiri dağıtan savcıya  “ajan” , bağımsız yargıya  “darbeci” , referandumda gözyaşlarıyla milletin karşısına geçip ağlayarak kendi tertip ettiği HSYK’ya “suçlu”  damgasını yapıştıran kişi; Bu ülkenin Başbakanı’dır...

Bir yıldır sitesinden PKKlı teröristlerin adam kaçırma, yol kesme gibi faaliyetlerini haber niteliğinde Türkiye’ye duyurulmasını sağlayan, Dün Balyoz ve Ergenekon dâvâlarında ağzını bıçak açmayan, selefi ve silah arkadaşı müebbete mahkûm olmuş cezâevinde yatan, yani yol arkadaşını yolda bırakan, yani komutanını yediren kişi, Bugün ise Başbakanı’nı yedirmemek adına,  “Milli Ordu’ya kumpas kuruldu” iddiası mı, itirafı mı belli olmayan açıklamalar yapılınca bir ânda mevzuya dâhil olup, komutanlara da aynı  “kumpasın kurulduğunu” iddia eden,
Milletin canını, güvenliğini emânet ettiği, bunun karşılığında da tonlarca vergi ödediği ordunun başı, hükümetin yoldaşı olan kişi, Bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı’dır...

6-7 yıl evvel hükümetin yaptığı yolsuzlukları ve devlet kurumlarında dönen rantı en ağır ifadelerle eleştiren, Bugün ise herkesin  “çiğ sütten geldiğini” , herkesin “ham meyva yediğini” , dolayısıyla herkesin “yolsuzluk yapabileceğini” söyleyen kişi, Başbakanı’nın telekinezi yoluyla öldürülmeye çalıştığı gibi enteresan iddialarla zaman zaman haberlere konu olan, Ve bu enteresan fikirleri karşılığında yine milletin ödediği vergilerle danışmanlık ücretini alan kişi, 

Bu ülkenin Başbakanı’nın Başdanışmanı’dır... Çok değil, daha 2 ay evvel Balyoz ve Ergenekon dâvâları hakkında muhalefet eden MHP’nin de suçu ve suçluyu övmek suçundan “yargılanması” gerektiğini söyleyip, Bugün ise Balyoz ve Ergenekon’un  “yalan” olduğunu itiraf edebilecek kadar utanması olmayan kişi, Bu ülkenin din referanslı en eski yazarlarındandır... Televizyonlarda ‘Aklın Yolu’ diye program yapıp, bu kadar hırsızlığı, bu kadar arsızlığı, bu kadar yolsuzluğu, bu kadar kirlenmişliği, bu kadar utanmazlığı  “Bal tutan parmağını yalar” noktasına getiren, Bu ülkenin gazetecileri, yazarları, medyasıdır... Ve şimdi bu adamlar ülkeye sormaktadırlar; Başbakanı’ın uluslar arası mahkemelerde yargılamasını mı istiyorsunuz? Ülkenizin teröre destek veren ülkeler listesine mi girmesini istiyorsunuz? Türkiye Cumhuriyeti’ni itibarsızlaştırmak mı istiyorsunuz? Yok, istemiyoruz! Biz bu memleketin hiçbir vakit sözüne itibar edilemeyen yöneticilerinden, hiçbir vakit manşetlerine, haberlerine itibar edilemeyen yandaş medyadan, kalemini dâima iktidarın mermileriyle dolduran itibarsız gazetecilerden, yazarlardan kurtulmasını istiyoruz..

Yani biz memleketin itibarı artsın istiyoruz..

***

Can Ciğer Kuzu Sarması,

Can Ciğer Kuzu Sarması,


Levent Kırca.,

  Hırsızlık hırsızlıktır. 

  Ben beni bildim bileli, hırsızlık para kazanmanın en güzel yoludur. En kolayı, en zevklisi de devleti soymaktır. Büyük hırsızlıkları kitabına uydurmak daha kolaydır. Onun için banka soyan yırtar, ekmek çalan yatar. Sistemin gereğidir bu. Devlet, vatandaşını da soyar. Hak ettiği maaş zammını yapmaz, sıkıştıkça vergileri arttırır, ilave vergiler koyar. Sen elektriği, suyu öderken bunları da ödersin. Mesela paranı biriktirdin, yemedin içmedin bir araba alacaksın. KDV'yi geç, ÖTV olmuş yüzde yüzellibeş.. Geçen galerici bir arkadaşla ayaküstü sohbet ediyoruz; Nedir bu yahu? Fiyatının üç katına araba mı satılır, araba mı alınır?
Cevap şaşırtmıyor: Abi vergi kaçıranlardan para bu yolla geri alınıyor. Sadece arabadan değil, benzin, sigara, aklına ne gelirse.

Ben de soruyorum: Peki vergi kaçırmayanın günahı ne?

Cevap: Abi vergi kaçırmayan zaten bu arabalardan alamaz!

Vatandaş soyulduğunu bilmiyor mu? Biliyor. Üstelik yasayla soyuluyor. Vergisini ödeyen vatandaş iyi, ödemeyen vergi kaçakçısı oluyor. Devlet memurundan, işçiden, vergi peşin peşin kesiliyor, maaşını kesintiye uğradıktan sonra alıyor. Garibim, onun vergi kaçırma şansı yok.

Büyük holdingler, iş adamları, hükümetlerle işbirliği yaparak soyarlar devleti. Teşvik alırlar, affa uğrarlar. Sonuçta, parası olan hep kazanır. Gider, bir bankadan kredi talep edersin. Banka yöneticisi; "Tamam bu parayı öderim ama, şu kadarını da ben alırım" der. Verirken alacağı parayı keser, sonra ödeme yapar. Alan razı, satan razı. Genellikle bu iş böyle olur. İhalelerde de durum değişmez. Birileri açıktan para alır. Yani, bir ihaleye giriyorsunuz; size derler ki; " Tamam bu ihaleyi size veririz. Ancak, siz bu paranın şu kadarını bana, şu kadarını şuna vereceksiniz." Çekişmeli bir pazarlık olur ve siz o ihaleyi alabilmek için, ciddi bir bedel ödersiniz.
Bunun adı yolsuzluk mudur? Elbette... Ama kitabına uydurulmuş yolsuzluktur.
Mesela, ben şöyle şeyler yaşadım zamanında. Elektrik idaresine bir borcunuz var diyelim. İdareden bir memur gelir size. Diyelim beş milyar borcunuz var. Memur der ki; "İki milyar bize açıktan verin. Beş milyarlık borç dosyalarını yok edelim." Makbuz yok, vergi yok. İşte bu ayakkabı kutularından çıkan paralar, bir anlamda bunlar. Bu ülkede kaçak kullanılan elektriği engellemek, çözmek yerine, aradaki farkı dürüstçe ödeyenlere yansıtanlar kimdi?

Bal tutan, parmağını yalar. Bütün bu dönen olaylara sistem deniyor, malum. Çarklar böyle işliyor. En küçük bir işinizi bile rüşvet ödemeden çözemezsiniz. Artık bu adet değil, hak olmuştur.

AKP ve Cemaat

Önce el ele ve omuz omuzaydılar. Yani can ciğer kuzu sarması. Hısımdılar, hasım oldular. Sebep, "Çıkar kavgası". Cemaat, devletin içinde kadrolaştı. Bu kendiliğinden mi oldu? Elbette bu atamaları, Bay Tayyip yaptı. Ne karşılığında? "Oy" elbetteki.

Bugün Türkiye'nin yaşadığı nedir? "Çıkar Çatışması". Başbakan; "Ne istediniz de vermedik" diyor. Pazarlığa bak sen! Dershanelerde başlayan kapışma, yolsuzluk dosyalarıyla devam ediyor. Daha neler çıkacak neler! Seks kasetleri zulada bekliyor. Karşılıklı açıklamaların, itirafların ardı arkası kesilmiyor.
Bir AKP'li; "TSK'ya cemaat tarafından kumpas kuruldu"diyor. Biz bilmiyor muyduk TSK'nın taksiratının olmadığını? İnsanlar içerde boş yere yatıyorlar. Hala yatıyorlar. Onlar yatıyor, biz uyuyoruz. Şarkıcı şarkısını, türkücü türküsünü söylüyor. Oyuncusu dizisini oynuyor. Eski devrimcilerin bile başı kumda gömülü.
Geçen gün Kenan Doğulu'yla karşılaştım. Abicim, mabicim vınladı gitti. Halbuki; "Oğlum ülkenize niye sahip çıkmıyorsunuz? Cumhuriyetinizi niye korumuyorsunuz? Hitap ettiğiniz kitleleriniz var. Gençler sizi dinler, size inanır" diyecektim ki... O da bunu anladığı için, topukladı gitti. Ele geçirip de istediğimi söyleyebildiğim genç sanatçılar şöyle yanıt verdiler hep; " Abi, üzerimize vergi memurlarını gönderiyorlar. Konserlere çağırmıyorlar. Dizilerden atılıyoruz."
"Ulan, siz nasıl gençlersiniz oğlum? Kim sahip çıkacak bu memlekete?" "Siz çıkıyorsunuz ya, abi" diyor. " Oğlum, hep biz mi yanacağız? Azıcıkta siz yansanız ya."

Herkesin bir mazareti var. "Ah, ben memur olmayacaktım ki..." diyor biri. "Benim iş yerim var. Kapatmayacaklarını bilsem..."
Hükümetin icraatlerini beğenen, bu vesileyle yandaş olup çıkar sağlayanlar, şimdi cemaate güvenip hükümete veriştiriyorlar. Yarın da devrimci olurlar, emin olun.

Cem Yılmaz boşanmış...

Vah... Vah...

AKP biraz olsun sevinmiştir buna. Vatandaş merakını, Yandaş Cem'e çevirir de, biraz olsun yolsuzluk dosyaları unutulur diye.

Yılbaşı gecesi biz de, o kanal, bu kanal dolaşıyoruz. Kalite sıfır. Bir avuç leblebiyle, az orası, az burası idare ediyoruz. Biraz sosyete komiği Cem'e baktım... Ne yazık ki, gülümseyemedim bile.

Arkadaşım; "Yarın reytinglerde, kimin birinci olacağı belli" dedi. "Mümkün değil!" dedim. Ona bir sıralama yaptım. Ertesi gün, Cem benim sıralamam gibi dördüncü oldu. Arkadaşım; "Nerden bildin bunu?" dedi. "Seyirci halk olunca, durum değişir" dedim. Nasıl ki, hükümet başta sanatın içine etti, yani değiştirdi. Bu Cem de, mizahın yönünü, akışını değiştirdi. Türk mizahı dediğiniz şey, başka bir şey oldu.

Bülent Ersoy, programında bu kez bayılmadı, aksine ayıktı. Onun programının kara kutusu, Akil Orhan Gencebay'dı. Beş karış suratla oturuyordu sahnede. Yüzünden düşen bin parça. "Nerden düştük buraya? Bitse de gitsek" gibilerden... Herhalde, akilliğin utancını üzerinden atamamıştı.
Benim 3 dileğim var. Birincisi, Akil Orhan Gencebay'la, diğeri Başbakan'la soru cevap bir tv program yapmak. Sonuncusu da, Fatih Altaylı'ya bir şans daha vermek.

Demem o ki, Fatih dersini iyice çalışsın. Bir program daha yapalım onunla. İlkinin rövanşı olsun. Ama bu yürek onlarda nerdeee?...

Çanakkale

Ocak ayının üçüncü haftasından itibaren Çanakkale Kepez, yerleşik bir kültür merkezi kazanıyor. Benim sanat yönetmenliğini yapacağım kültür merkezinin babası, Kepez Belediye Başkanı Dr. Ömer Faruk Mutan. Opera, bale, klasik müzik konserleri, sanat müziği konserleri, her çeşit tiyatro, çocuk tiyatrosu ve bir tiyatro okulu, Çanakkalelilerin hizmetinde olacak.
Ne mutlu...

Bir kez daha, Dr. Ömer Faruk Mutan'a teşekkür ediyorum.


***

Yağma Sofrası,

Yağma Sofrası,

Rahmi Turan,

Yolsuzluk… Rüşvet… Vurgun… Soygun… Bunlar, uzun yıllardır başımızın belasıdır!
Bu tür olaylar bana her zaman Tevfik Fikret’in (1867 -1915) ünlü Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası) adlı şiirini hatırlatır. Bu şiiri, Sait Maden’in uyarladığı günümüz Türkçesi ile okuyalım…

* * * * *
Bu memleket, efendiler, satılmak üzere tam hazır,
Huzurunuzda titreyen şu milletin sapır sapır,
Şu ıstıraplı milletin-ki ölmede ağır ağır-
Bütün hayatıdır, satın çekinmeden şakır şakır.

* * * * *
Satın efendiler satın, yiyin efendiler yiyin,
Aksırıncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin.

* * * * *
Evet bütün sizin ne varsa ortalıkta, vay ki vay!
Hasep, nesep, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin efendiler, bu gök, deniz, bu yıldız, ay,
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay.

* * * * *
Bu milletin malı deniz, yemezseniz domuzsunuz,
Kalın bir ense, şiş göbek, ne muhteşem olursunuz!

* * * * *
Büyüklüğün biraz ağır da olsa, hazmı yok zarar,
Tıkınmanın övüncü var, iç etmenin kıvancı var;
Bu memleket, bu sofra, hep sizinle etti iftihar,
Sizin bütün tekel-mekel, sizin bütün dolar-molar.

* * * * *
Satın efendiler satın, vatan ilel-ebet sizin,
Apar topar satın hemen, gerekmiyor izin-mizin.

* * * * *
Verir zavallı memleket, verir bütün hayalini,
Vücudunu, hayatını, ümidini, ayalini,
Zeminini, semasını, cenubunu, şimalini,
Hemen satın, düşünmeyin haramını helâlini.;

* * * * *
Bu milletin malı deniz, yemezseniz domuzsunuz,
Kalın bir ense, şiş göbek, ne muhteşem olursunuz.

* * * * *
Bu hortumun gelir sonu, kapıştırın giderayak,
Yarın bakarsınız söner, bugün çatırdayan ocak,
Bugün söğüşlemek kolay, hazır bütün köşe bucak,
Alıp satın, satıp yiyin, avuç avuç, bucak bucak!

* * * *
Yiyin efendiler yiyin, bu korkunç iştiha sizin.
Tıksırıncaya, çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yiyin.
Yarası olan gocunsun!


Şimdi, milli birliğin ve bölünmez bütünlüğün sarsıldığından…
Devletin çivisinin çıktığından…
Adaletin işlemediğinden…
Halkın ikiye ayrıldığından…
Devlet içinde devlet kurulduğundan…
Yasaların çiğnendiğinden filan bahsediyorlar…
Hem de AKP’liler söylüyor bunları…
Peki birader, kim yaptı bunları?
Uzaydan gelen görünmez yaratıklar mı ülkemizin bu perişanlığına sebep oldu?

12 yıldır AKP iktidarda… 

Tüm sakıncalı temeller bu dönemde atıldı!
Meclis Başkanı Cemil Çiçek (haklı olarak) isyan etti:

“Hukuk, siyasete yenildi… Bir gün yargı bir karar verir… O, bir kısmımızın işine gelir, bir kısmımızın işine gelmez.
İşine geldiği zaman “Adalet tecelli etti, yargı gereğini yaptı!” Tersi olduğu vakit bu defa tam aksi!
Hukuk, adaletin enstrümanıdır, siyasetin değil. 
Uzun zamandan beri hukuk unutuldu. Allahı’nı seven söylesin! 
Uzun zamandan beri, soruşturma gizliliği kaldı mı?”
Cemil Çiçek bunları kime mi söylüyor?
“Ben lafı ortaya bıraktım… İsteyen istediğini alsın!” diyor. 
Yani, kimin ya-rası varsa, o gocunsun!


***

ATİNA

ATİNA

Akif Kökçe

Yılbaşı tatilinde turla Atina’ya giden dostumuz anlattı...
Tur otobüsü Atina’yı dolaşırken Meclis’in önüne geliyor... Gençliği istanbul’da geçen Yunan rehber hanım Meclis’i göstererek diyor ki:
- İşte burada 300 hırsız oturuyor...
Otobüstekiler gülüşüyor... Aradan birisi:
- Çok cesursunuz hanımefendi, diyor...
Rehber hanım Meclis’i göstererek:
- Esas cesur onlar, diyor...
Ve ekliyor:
- Halkın isyan etmesine, küfür etmesine rağmen çalmaya devam ediyorlar... Onlar hepimizden cesur...

FAŞİZM

Karşıyaka taraftarına hem futbol hem basketbolda deplasman yasağı konuldu.
Üç hafta önce Balıkesir’de stada alınmadılar.
Bugün de Uşak Sportif ile Karşıyaka’nın oynayacağı basketbol maçına alınmayacakları bildirildi.
Neden bu yasaklar? Çünkü Karşıyaka seyircisi maçlarda “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”, “Her yer Taksim, Her yer direniş” diye tezahürat yapıyor. Koltuktan düşme korkusu bakın iktidarlara neler yaptırıyor...

***

Kemal Abi Modeli,

Kemal Abi Modeli,

Melih Aşık,

Çocukların çalışması güdeme gelince bu alanda öncü isim olan Kemal Abi ve oğlunu anımsamadan olmaz.

2007 öncesinin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın girişimci oğlu Abdullah Unakıtan’ın eli neye değse altın oluyordu.

Örneğin gümrük vergisi yüzde 20 iken mısır ithal etmiş, birden vergiler önce yüzde 45’e, sonra yüzde 70’e çıkarılmış, Abdullah Unakıtan böylece birkaç günde 360 milyar lira kazanmıştı.

2006’da kuş gribinin Türkiye’yi kasıp kavurduğu dönemde Unakıtan’ın A.B adlı şirketi raflara pastörize yumurta çıkardı... Aynı günlerde likit yumurtanın KDV’si yüzde 18’den yüzde 8’e düşürüldü. 

Satış patladı.

Dedikodular almış yürümüştü. Ancak Kemal Unakıtan bu konulardaki soruları ısrarla yanıtsız bırakıyordu.

Nihayet gazeteciler bir punduna getirip Abdullah Unakıtan’ın işleri konusunda ne diyeceğini Başbakan’a sordular.

Erdoğan’ın kayıtlara geçen cevabı aynen şu oldu:

“Medya bu konuda kendini fazla yormasın, medyanın ileri gelenleri de kendini yormasın, köşe yazarları da kendini yormasın. Attıkları birçok iftiranın yalan olduğu ortaya çıkıyor. Bunun bir şeylerin karşılığı olduğunun farkındayız..”
O zamanlar dış mihrakların rolü keşfedilmemiş olmalı ki... Başbakan durumu “iftira” ile izah ediyordu... Bu iftiraların neyin karşılığı olduğunu ise söylemiyordu!

Dönelim mahdum Abdullah Bey’e... Girişimci zat şu günlerde ne yapıyor acaba, diye meraklanıp haberleri taradık...

Geçen yılın ortalarında Bandırma’daki yumurta ve tavuk tesislerini 35 milyon liraya satışa çıkarmış. Ancak 25 milyon liraya alıcı bulmuş... İşleri pek iyi gitmiyormuş...

Üzüldük tabii...

Hırsız kasabası...

Bir kasabada her gün hava kararınca insanlar maymuncuk ve fenerlerini yanlarına alır, komşularının evlerini soymaya giderlermiş. Tabii gün doğarken geri döndüklerinde de kendi evlerini soyulmuş bulurlarmış.
Ama ülkede kimse kaybetmezmiş, çünkü herkes birbirinden çalarmış.
Adamın biri ise hırsızlığa çıkmaz, geceleri evinde oturur çalışırmış... Böyle bir durumda tabii onun evi soyulmazmış...

Gel zaman git zaman, ahali adama homurdanmaya başlamış:
“Çalmadan yaşamak senin tercihin, ama kötü örnek olmaya hakkın yok” diye kızıyorlarmış.

Adam bakmış olmayacak, sonunda kasabayı terk etmiş, bir başka mekana taşınmış.
Kasabada ise hırsızlık var gücüyle devam etmiş. Becerikli olanlar hırsızlıkta ustalaşmış, zenginleşmişler.

Zenginleşenler kendileri için maaşlı hırsızlar çalıştırmaya başlamışlar.
Bir yandan da kendilerini ve mallarını korumak için bekçiler tutmuşlar, hapishaneler kurmuşlar.

Kendi mallarının çalınmasını yasa dışı ilan etmişler.
Ancak yoksulları soymak hâlâ serbestmiş. Bunun da kanuni yolları bulunmuş, yoksullar soyulmaya alıştırılmış.

Sonunda hayat dengesiz bir dengeye  gelmiş. Herkes düzene razı olmuş.
Ancak herkesi memnun edecek bir yönetici bulmakta zorlanıyorlarmış.
Düşünmüş taşınmış, oraları ilk terk eden dürüst adamı başa getirmeye karar vermişler. Bir heyet oluşturmuş, yaşadığı yeri uzun uzun aramışlar. Gün yetmemiş. Gece de mumları yakıp aramaya devam etmişler. Nihayet evin yerini öğrenmişler. Ne var ki, adam gelenlerin kim olduğunu, neden geldiklerini öğrenmiş, onlar kapıyı çalmadan önce evi terk etmiş. Çıkarken de kapıya şu notu bırakmış:

“Bir yerde dürüst adam mumla aranır olmuşsa, her şey için çok geç demektir...”

AYGÜN

Suriye’de kaçırılan foto muhabiri arkadaşımız Bünyamin Aygün’den 40 gündür haber alınamıyor. Geçenlerde bu sütunda  iktidarın Bünyamin’in bulunması için çaba gösterdiğini sanmıyoruz demiştik. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç iki gün önceki basın toplantısında bizi doğruladı:
- Kimin elinde olduğunu şu ana kadar tespit edemedik...
Daha bunu bile tespit edemediyseniz iadesi için de bir şey yapmamışsınız, demektir.

Bünyamin’in İslamcı örgütlerin elinde olduğu haberleri geliyor. Onlara silah gönderen iktidar bir zahmet Bünyamin’i sormuyor mu?

Arınç CHP Milletvekillerine çağrı yapıyor:

- Esad ile görüşüp yan yana fotoğraf çektirdikten sonra bir arkadaşımızı getirmişlerdi. Bünyamin’in kurtarılması için de elinizden geleni yapın.
İktidarın gösterdiği çabanın ciddiyeti bu kadar...

AKP’liler “ Yolsuzluk bahanesiyle iktidar değiştirilmek isteniyor ” diyor.
Banka soyarken yakalanan hırsızların “ Hırsızlık bahanesiyle bizi hapse atmak istiyorlar” diye ağlaması yakındır.

***

Tek Başına Kalan Türkiye’ye Ağır Eleştiriler…

Tek Başına Kalan Türkiye’ye Ağır Eleştiriler…



Kenan Akın,

Sözde, “Arap Baharı”nın son trajedisinde, tek başına kalan ve şimdi de yolsuzluk iddialarıyla sarsılan Türkiye’ye gerek politik gerek medyatik ağır dış eleştiriler yağıyor.

Özellikle; ABD, Rusya, Avrupa Birliği ve İran’dan gelen uyarıların yanı sıra şimdi de dış basın oklarını Ankara’ya doğru fırlatıyor.

Gerçekten de, kabinesinde geniş bir değişiklik yapmasına rağmen Başbakan Erdoğan’ın başının daha çok ağrıması bekleniyor.
Türkiye’yi bir kriz içine sokan iç ve dış sorunlar, tabii ki beraberinde baskılar da getiriyor.

Sadece, ABD ve İran medyasından verilecek örnekler ile Financial Times gazetesinin iddiaları bile Türkiye’nin içinde bulunduğu krizi anlatmaya yetiyor. 
ABD medyası, siyasi kriz, ekonomiyi olumsuz yönde etkilediği yorumunda bulunuyor.

Amerika’nın Sesi, “ Siyasi kriz Türk ekonomisini olumsuz etkiler mi? ” sorusunu başlığa çıkardığı haber analizinde “ Yolsuzluk skandalı borsada dalgalanmalara yol açarken Türk Lirası, Dolar ve Euro karşısında geçtiğimiz günlerde rekor düzeyde düştü” diyor. 

Amerika’nın Sesi, “Yargının hükümete karşı başlattığı yolsuzluk soruşturması, ülke tarihinde şimdiye kadar görülen en geniş çaplı soruşturmalardan biri olarak anılıyor” değerlendirmesinde bulunuyor Dış gözlemciler; hükümetin geleceğinin, yargıyla arasındaki savaş kadar ekonomik duruma da bağlı olduğuna dikkatleri çekerken şu yorumu yapıyor: 

“Mart ayında yerel seçimler yapılacak. Başbakan Erdoğan’ın bu seçimleri hükümetiyle ilgili bir referanduma dönüştürmesi bekleniyor.” 

İran medyasından ise, Türkiye’ye sert eleştiriler yağmaya devam ediyor.
PressTV’nin, Suriye hükümetinin BM Güvenlik Konseyi’ne Türkiye’ye karşı harekete geçmesi çağrısını “anlaşılır ve haklı” olarak niteleyerek bu girişime tam destek veren bir analiz yayınlaması dikkatleri çekiyor. 

Press TV’nin, Esad yönetiminin BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu ve Türkiye ve başka ülkelerin “Şam’a karşı faaliyet gösteren militanları” destekleyerek “BM Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal ettiği” yönündeki iddiayı içeren mektubuna ilişkin bir analizde ABD’deki Institute for Historical Review direktörü Mark Weber’in Şam’ın girişimine arka çıkan, Türkiye’ye sert eleştirilere yer veren değerlendirmesini de yansıtıyor. 

Dünyaca ünlü Financial Times gazetesi’nin iddiaları, doğrudan doğruya Başbakan’ı itham ediyor. 

Financial Times gazetesi, “Türkiye’deki soruşturma inşaatla siyaset arasında bağ kurdu” başlıklı makalede Türkiye’de başlatılan yolsuzluk soruşturmasının ardından inşaat firmalarıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasındaki bağın mercek altına alındığını öne sürüyor.

Daniel Dombey ve Piotr Zalewski’nin kaleme aldığı makale Başbakan Erdoğan’ın “İstanbul’a dünyanın en büyük havalimanlarından birini inşa etme planına” odaklandığını belirtirken, şöyle devam ediyor: 

“Başbakan Erdoğan, destekçilerine yaptığı bir konuşmada ’Bu müteşebbisler, üçüncü havalimanını yapacak onlar, bakın onları da çağırıyorlar. Niye? Üçüncü havalimanını yapamasınlar diye. Ben şimdi bu tür art niyetli olan savcılara sesleniyorum. Sizin vatanseverliğiniz nerede?’ diye sesleniyor.” 
Gazete şu iddialara da yer veriyor:

“Erdoğan’ın konuşması, tıpkı yolsuzluk soruşturmasının kendisi gibi on yıllık iktidarı sırasında siyasetle inşaatın ne kadar birbirlerine dolandığını gösteriyor.
17 Aralık’ta yolsuzluk iddialarıyla yapılan ilk dizi tutuklamanın ardından hükümet yüzlerce polisin görev yerlerini değiştirip savcılar ve hakimler üzerindeki kontrolünü artırmaya girişince soruşturma karman çorman bir hale geldi.
Ama hükümetin engellediği soruşturmanın ikinci etabı, hükümetin gittikçe daha da fazla ilgilendiği inşaat sektörünün ihalelere fesat karıştığı iddialarına odaklanmaya hazırlanıyordu.” 

Açıkça görünüyor ki, başta Başbakan olmak üzere AKP iktidarı dolayısıyla Türkiye, büyük bir eleştiri, uyarı hatta itham tepkisiyle karşı karşıya bulunuyor.
Krizin önce dondurulması sonra da tamamen çözülmesi için, Erdoğan’ın bazı katı davranışlardan ve kararlardan acilen vaz geçmesi gerekiyor.

Her şeyden önce, yargı mekanizmasının sağlıklı bir şekilde ve güven altında işlemesinin temini icap ediyor.


***

Bizi Mahvettin Çocuk!,.

Bizi Mahvettin Çocuk!,.

Mustafa Mutlu,

Haziran Direnişi, bu ülkenin aydınlık yüzünü göstermişti bizlere... Gelecekten umudumuzu kestiğimiz bir anda ortaya çıkan gençler, "Bu ülke sahipsiz değil" diyerek varlarını yoklarını ortaya koymuşlardı.
Kimi canından oldu sonunda; kimi gözünden...
Sadece biber gazına maruz kalanlar ise ölen ve yaralanan arkadaşlarının acısıyla daha sıkı tutundular mücadelelerine; vazgeçmediler!
Parklarda, kendi oluşturdukları platformlarda sessiz çığlıklarını duyurmaya devam ettiler.

***
Bazı çocukların payına da sırf muhalif ya da vatansever oldukları için mahkûm edilen babalarından uzak kalmak düşmüştü. Vatanın parçalanması için elinden geleni ardına koymayan karanlık güçler, önlerindeki engelleri bir şekilde kaldırmalıydı.

Böyle başlamıştı "yurtsever aydın" avı...

Ülkesini seven, yıllarca terörle mücadele eden askerler "terörist" ya da "darbeci" suçlamalarıyla Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanmaya başlamışlardı. O günden bu yana, "Bu davada yöneltilen suçlar düzmecedir, bu yapılan haksızlıktır" diyerek çırpınan tutuklu asker aileleri ve avukatlarının çığlıkları görmezden gelinmiş, yok sayılmıştı...
Şimdi ise bizzat Başbakan'ın Başdanışmanı, bunun bir "komplo" olduğunu itiraf etti!

***
Gün gelecek, atılan iftiralar, kurulan komplolar tek tek ortaya çıkacak ancak neye yarar?
Dedim ya; olan çocuklarımıza oldu...
Kimi canını, kimi sağlığını, kimi özgürlüğünü kaybetti.
Kimleri de suçsuz yere tutuklanan babalarından ayrı kalarak cezalandırıldı.
Atahan da bu çocuklardan biri...
Balyoz davasında mahkûm edilen Deniz Kurmay Albay Erdinç Altıner'in oğlu...
Önceki gece Halk TV'de yayınlanan "Halk Arenası" programında tanıştık Atahan'la...
Henüz dokuz yaşında olmasına rağmen, kocaman bir yüreğe sahip o aydınlık çocukla...
Yaşına göre büyümüş de küçülmüş gibiydi konuşurken. O, bu durumu şöyle açıklıyordu:
"Bu yaşta böyle kötü bir tecrübe yaşadığım için yaşıtlarıma göre daha akıllandım."

***
Atahan; izleyenleri gözyaşına boğmakla kalmadı; resmen ders de verdi!
Küçük yaşta kendisine bu deneyimi yaşatan adaleti, "toplumsal bir sorun" olarak tanımladı. Adaletin bir gün herkese lazım olacağını düşünecek kadar bilinçliydi üstelik...
Babasıyla yaptığı telefon görüşmelerinin ona yetmediğini dile getiriyordu sıkça. Görüş gününde babasını, annesi ve babaannesiyle paylaşmak zorunda kalışına içerliyor, kendilerine verilen o iki saati dolu dolu geçirmek istiyordu.
Sadece babasıyla bütün bir günü birlikte geçirmenin hayalini kuruyordu düşlerinde...
Büyüyünce subay olmak istediğini ancak başarılı olursa kendisinin de babası gibi cezalandırılacağını düşünerek korkuya kapıldığını söylüyordu.
Korkma Atahan!
İstedikleri kadar susturmaya, ezmeye çalışsınlar başarılı olamayacaklar. Babanı mahkûm ederek susturabilirler ama seni susturabildiler mi?
Bir gün büyüdüğünde seni mahkûm etseler bile, senin çocuğunu susturabilecekler mi?

***
Nihayetinde çocuksun, küçüğüm.
Babanla en çok yapmak istediğin şeyin bir oyuncak mağazasına gitmek olduğunu söyledin...
İşte o an mahvoldum ben!
Dilerim en kısa zamanda bu hayalini gerçekleştirirsin.
Ama bu isteğin gecikecek olursa, bak buradayım... Söyle annene, "Mustafa Amcama götür beni" de yeter...
Baban kadar mutlu edemem seni elbette; ama inan, çalışırım.
Ve hiç kuşku duyma ki; benim gibi seni o oyuncak mağazasına götürmek için çırpınan on binlerce "baban" var!

***
Ne istediğini de biliyorum; bir denizci çocuğu neyi isterse onu istiyorsun sen de...
Başkaları gerçeğini alıyorlar çocuklarına ama bizim bütçemiz yetmez; sadece oyuncağını alabiliriz sana:
Küçük bir gemicik!
İdare ediver işte...

GÜNÜN SORUSU

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, iktidara yönelik yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun başladığı 17 Aralık tarihinin, kendisinin doğum günü olduğunu söylemiş... Sorum kendisine:

Ne yani; savcılar operasyonu özellikle bu tarihe denk getirerek size mesaj mı vermek istediler?

'Türk'süz Kızılay...

Tüzüğünde ismi Türkiye Kızılay Derneği olarak geçen ve kurumsal adı Türk Kızılayı olan insani yardım kuruluşu, ürettiği maden suyundan 'Türk'ü kaldırmış...

Türk Kızılayı Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar bir açıklama yaparak bu değişikliğin gerdekçesini şöye açıklamış:

"Türk Kızılayı maden suyunun yenilenen imajı, birçok değişikliği de beraberinde getirdi. Bizi biz yapan değerleri koruyarak, günümüz trendlerine uygun ve tüketici alışkanlıkları doğrultusunda bir değişime imza attık."
Çok merak ediyorum:

Acaba Başkan'ın "Bizi biz yapan değerler" dediği değerler arasında "Türk" olmak yok mu ki, ondan bir çırpıda vazgeçebildiler?

Günün İsyanı!

Dünyaca ünlü sosyal paylaşım sitesi Facebook'un, kullanıcıların özel mesajlarını tarayarak elde ettiği verileri reklam verenlerle paylaştığı iddia ediliyor. İsyanım Facebook yetkililerine:

Böyle bir şeyi yaptıysanız, ödeyeceğiniz tazminatlara harcayacağınız parayı hiçbir reklam veren karşılayamaz!

***

Naçizane Çözüm Önerisi,

Naçizane Çözüm Önerisi,



Yılmaz Özdil,

Tayyip Erdoğan, memleketteki sorunları çözmek için gaztecilerle toplantı yaptı.

*
Yasin Doğan katıldı.
Yasin Aktay katıldı.
Mehmet Barlas, Hakan Albayrak,
Ali Bayramoğlu katıldı.
Osman Can, Elif Çakır, Ersoy Dede,
Abdurrahman Dilipak katıldı.
Doğu Ergil de oradaydı…
Gülay Göktürk de.
Mustafa Karaalioğlu’suz olmaz.
Hasan Karakaya’sız hiç olmaz.
Hilal Kaplan, Turgay Güler,
Ahmet Kekeç, Fehmi Koru,
Etyen Mahçupyan katıldı.
Avni Özgürel, Can Paker,
Abdülkadir Selvi, Sevilay Yükselir,
Salih Tuna, Hüseyin Yayman
ve benzerleri katıldı.

*
Aralarında sanki kendisi değilmiş gibi, sahte isimle yazı yazan var. Türk yoktur diyen var. Bizden adalet beklemeyin diyen var. Darbeci generale evinde parti veren var. Üniversitelerde kafasına yumurta atılan, suratına gazi protezi fırlatılan âkiller var. Şeriatçı var. Liboş var. Sorosçu var. Yalaka var. Dönek var. Gezi olaylarına katılan gençlere “pezevenk, kaltak, köpek oğlu köpek” diyen var.

*
Tayyip Erdoğan, sorunları çözmek için bunlarla toplantı yaptı ama… Aslında bunları toplamışken, “arkadaşlar, bugüne kadar verdiğiniz hizmetlere teşekkür ediyorum, hepinizi işten atıyorum” dese, zaten memlekette sorun kalmayacak!


***