28 Kasım 2018 Çarşamba

EKONOMİK BÜYÜME VE GELİŞME KAVRAMLARI ÜZERİNE

EKONOMİK BÜYÜME VE GELİŞME KAVRAMLARI ÜZERİNE

Cihan Dura
6.12.2012

Ekonomik büyüme ve gelişme, ekonomiyle ilgili konuşma ve yazılarda sık sık duyduğumuz iki terim. Örneğin son ekonomik krizle birlikte, ekonominin “kesintisiz büyüme rüyası”nın artık sona erdiğinden söz edildi, büyüme hızının düşerek yüzde 0.5’e kadar indiği yazıldı. Bundan başka ekonomik aktivitedeki yavaşlamanın önemli bir bölümünün, yüzde 1.1 oranında daralan imalat
sanayinden kaynaklandığı, son bir yıldır büyük sıkıntı içinde olan - son yıllarda büyümenin en önemli itici gücü- inşaat sektöründeki daralmanın yüzde 4.3’ü bulduğu belirtildi. Bu ifadelerin merkezi, açıkça görülüyor, büyüme ve gelişme kavramları... Yazımın konusu işte bu temel kavramlardır. Teknik ifadelerden olabildiğince uzak durarak, kolay anlaşılan bir anlatım yolu
tutmaya çalışacağım

1) GENEL OLARAK BÜYÜME VE GELİŞME

Büyüme ve gelişmeyle ilgili yapıtlarda terminoloji bakımından ilk dikkat çeken husus, literatürde bu alanda tam bir “terim birliği”nin sağlanamamış olmasıdır. Bu eksiklik kanı’mca teorinin dahamoluşum halinde iken, Neoliberalist anlayışın baskısıyla geri plana itilmesinden kaynaklanmaktadır[1].

Büyüme ve gelişme kavramları ile eş ya da yakın anlamlı olarak kullanılan başka kavramlar vardır: Genişleme, kalkınma, evrim, ilerleme, terakki gibi. Bu kavramlar anlam itibariyle aralarında sıkı bir bağlılık içinde iseler de kesinlikle eş anlamlı değildir; yakın anlamlı olduklarını söylemek daha yerinde olur. Bununla birlikte uygulamada yazarların, bunları kendi tarzlarınca tanımladıklarına da tanık oluyoruz. Oysa bilim kavramların herkes tarafından aynı şekilde
anlaşılmasını ister. Ben burada bu ilkeye uyarak büyüme ve gelişme olgularının, “herkesçe kabul edilebilir” bir açıklamasını, tanımlarını sunmaya çalışacağım.
Bunun için ufkumuzu geniş tutmakta, konuyu önce iktisat dışında ele almakta fayda var. Çünkü söz konusu kavramlar “evrensel”dir, iktisattan önce diğer bilimler tarafından kullanılmıştır; iktisat diğer birçok kavramı gibi bu kavramları da kendisinden önce gelişmiş diğer bilimlerden ödünç almıştır.

A) Büyüme (growth, croissance) kökeni bakından biyolojik bir kavramdır, bir bitkinin büyümesi, bir çocuğun büyümesi gibi. Genel olarak büyüme “nicelikçe uzama, genişleme ve çoğalma; nitelik bakımından yükselme” şeklinde tanımlanabilir. Etimolojik olarak büyüme hipotetik bir “bud” yahut “bod” yani “boy” kökünden gelir. Demek ki büyüme boyut, hacim ve ağırlık artışını
içerir. Şu anlamda ki boyutu olmayan bir şey büyümez; örneğin bir fikir büyümez, bir değerin, bir fiyatın büyümesinden de söz edilemez. Bir fikir gelişir, bir değer ya da fiyat ancak “artış” (accroissement) kaydedebilir.
Gelişmeye (development, développement) gelince, bu kavram sözcük olarak “büyüyüp boy atarak yetişme” demektir; örneğin bir çocuk yalnız büyümez, aynı zamanda gelişir. Gelişme “açılıp ilerleme, inkişaf etme” demektir. Bir fikir, bir akım, bir ideoloji, bir bilim gelişir. Büyüme kuşkusuz gelişmeye katkıda bulunur. Fakat boyutça artış olmasa da gelişme pekâlâ devam edebilir. Bir çocuk gün gelir delikanlı olur, büyümesi durur; ancak gelişmesi sürer. Büyüme sınırına varmış bir canlı varlık için “ergin” de deriz, ergin yemiş, ergin ekin deriz. İnsan
konusundaki ergin olma, “erginlik” halinin hukûkî anlamında da bu anlayışın yattığı varsayılabilir. Ancak ergin insanın gelişmesi ömrü boyunca durmayabilir. Hattâ küçülme değilse de, bir duraklama, sürekli bir gelişme ile atbaşı gidebilir.
Görülüyor ki büyüme daima nicel, ölçülebilir bir olgu iken; gelişme nitelikle ilgilidir, ölçüden kaçabilen bir olgudur. Gelişme “açılma” ve “tamamlanma” demektir[2].


B) Şimdi nispeten daha az kullanılan diğer kavramlara geçiyorum.

Önce ilerleyiş (progression), ilerleme, terakki kavramları üzerinde duralım. Dilimizde “ilerlemek” genel olarak “bulunduğu yerden daha uzakça bir yere gitmek” anlamında kullanılır. Ancak her ilerleyiş bir “terakki” içermez. İlerleme ancak mecazî anlamında, “daha iyiye, daha yüksek bir aşamaya erişme” anlamında “terakkî”ye (progrés) yaklaşır. Esas anlamıyla terakkî gelişme ile
daha haşır neşirdir. Ancak terakkide fazladan gaiyet (ereklik, finalité) fikri vardır. Şunu da eklemem gerekir ki Fransızca’da “progression” “belli bir yönde hareket etme, öne doğru hareket etme” anlamında kullanılır: Bir arabanın, buzulların ilerleyişi gibi. Bu sözcük “derece derece, düzenli ve sürekli gelişim” anlamında kullanıldığında Fransızca “progrés” kavramının verdiği anlama ancak yaklaşır. Yalnız “progrés”de bir değer hükmü vardır: “Progrés” iyiye doğru gelişimdir. Bu koşulu “ilerleme” sözcüğünde kısmen, “terakkî” sözcüğünde tam olarak
bulabiliyoruz.

Bir benzetme ile ifade etmek gerekirse, yukarda tanıtmaya çalıştığım kavramlar; basit matematik bir âlemden, madde âlemine uğrayarak eğer varsa bir metafizik âleme safha safha geçişte, her bir âlemin özü olarak çıkar karşımıza:
-Düzlem âleminde artışlar ve ilerleyişler vardır ki matematik vasıtasıyla ölçüle bilirler.
-Büyüme, düzlemin yanı sıra maddeyi de kaplayan uzay âlemine özgüdür ve üç boyutlu artışı ifade eder.
-Uzay âlemine soyut kavramları ve nitelikleri ilave ettiğimizde yeni bir aleme kavuşuruz ki orada gelişme vardır.
-Nihayet, sonuncu âlem “terakki”nin mevcut olduğu âlemdir ki burada da gelişme değer ve ereklik fikrine göre gerçekleşmektedir.

2 ) EKONOMİDE BÜYÜME VE GELİŞME

Yukarda yaptığım açıklamalar bize büyüme ve gelişme olgularının evrende genel olarak ne anlama geldikleri hakkında yeterli bir fikir vermiş bulunuyor. Şimdi “büyüme” ve “gelişme” kavramlarını düşünme alanımızı ekonomi dünyası ile sınırlandırarak açıklamaya çalışacağız. İktisat biliminde ekonomik büyüme ve ekonomik gelişme (kısaca büyüme ve gelişme) olguları hakkında ileri sürülmüş üç temel görüş vardır.

A) Birinci görüş gerek büyümeyi gerekse gelişmeyi birer reel (nicel) olgu olarak görür ve büyümeyi “belirli göstergelerin mutlak değerindeki yöndeş artışlar” olarak tanımlar. Gelişme ise “aynı göstergelerden elde edilen sentetik bir nicelikteki nispî artış” tan ibarettir. Buna göre büyüme gösterge mahiyetinde olan global niceliklere ait bir olgudur (söz konusu göstergeler genellikle millî gelir ve ülke nüfusu yahut sadece millî gelirdir); buna karşılık gelişme sentetik
niceliklere ait bir olgudur. Bu bağlamda kullanılan “millî gelir/ülke nüfusu” oranı sentetik bir niceliktir.
Ekonomik büyüme deyince genellikle bir ülkenin, bir milletin ekonomik büyümesi anlaşılır. Bu anlayışa göre büyüme millî ekonomiyi temsil ettiğine inanılan iki göstergeye dayanılarak şöyle tanımlanır: Büyüme bir milletin iki temel ögesinin, yani nüfus ile kullanılabilir kaynakların (örneğin millî hasılanın) birlikte artmasıdır. Görülüyor ki bu tanım büyümenin varlığından söz edilebilmesi için, göstergelerin her ikisinde de artış olmasını şart koşmaktadır. Örnek veriyorum:
-İngiltere’de 1860-1953 döneminde yıllık ortalama olarak hem nüfus (%0.8) hem millî hâsıla (%2) artış kaydetmiştir.

-Hemen hemen aynı dönemde ABD ekonomisi %1.6’lık nüfus, %.3.5’lik millî hâsıla artışıyla İngiltere ekonomisinden daha hızlı büyümüştür.
Aynı artışlar kullanılabilir diğer kaynaklarla ilgili göstergelerde de gözlemlenebilir. 
Örneğin ABD
ekonomisinde 1895-1946 arasında tarım üretimi 5 kat, sanayi üretimi (1881-1938) 7 kat artmıştır. İşte belirli göstergelerin istisnasız hepsinde artışlar olduğu için, söz konusu dönemlerde gerek İngiltere’de gerekse ABD’de gerçekleşen iktisadî hareketler, ekonomik büyüme olarak tanımlanacaktır.

Büyüme hakkındaki bu anlayış, kabul etmek gerekir ki göz önüne alınan göstergelerin gerçek hayatta birlikte gösterebileceği değişme hallerinden sadece birini hesaba katmaktadır. Bundan başka söz konusu iki göstergenin, gerçek hayatta birlikte ve sürekli olarak yükselişine az rastlanır. Örnek veriyorum: Yukarda sözü geçen dönemlerde Batı Avrupa’nın ve ABD’nin büyümesi, uzunluğu 7-10 yılı bulan bir çevrimler (cycle) silsilesi içinde gerçekleşmiştir. Üstelik
her çevrim boyunca hızlı büyüme dönemleri ile, üretimin artmadığı, hattâ azaldığı kriz dönemlerinin ard arda sıralandığı görülür. Aynı şekilde nüfusun seyri de ne daima artış yönünde olmuş, ne de diğer göstergenin, “kullanılabilir kaynaklar”ın seyri ile yöndeşlik göstermiştir. Çünkü söz konusu göstergelerin birlikte değişimi, aynı mekân ve zamanda, örneğin şu hallerden herhangi biri de olabilir:

- Hâsıla büyümesi ve nüfusta durgunluk,
- Hâsıla büyümesi ve nüfus azalması,
- Nüfus artışı ve hâsılada durgunluk
- Nüfus artışı ve hâsıla azalması.

 Demek ki bu ilk anlayışa göre büyüme tanımının özünü oluşturan, nüfus ile “kullanılabilir kaynaklar” ın birlikte artması hali, bu iki ögenin birlikte gösterebileceği türlü değişim hallerinden yalnızca biridir.

B) Yukarıdaki görüşün eleştirisinden hareketle yapılan ikinci bir analize göre:

-Ekonomik büyüme global bir gösterge olan gayrisafi millî hasıla (GSMH) ile ifade edilmelidir.
-Ekonomik gelişme ise şu oranla ile ifade edilecektir: GSMH / nüfus
GSMH’yı (toplam geliri) Y ile, nüfusu N ile gösterirsek, aşağıdaki büyüklükleri göz önüne almış oluyoruz:


Mutlak değişme hareket halinde olan bir niceliğin sayısal iki değeri arasındaki farktır. Göreli değişme, mutlak değişme mutlak değere oranlanarak elde edilir. Buna göre:
-dY ve dN, sırasıyla gelir artışı ve nüfus artışı,
-dY/Y ve dN/N sırasıyla “büyüme oranı (büyüme hızı)” ve “nüfus artış oranı” olarak adlandırılır.
-Y/N ise kişi başına gelirdir.

 Milli gelir ile nüfusun kaydettiği karşılıklı değişmelere bağlı olarak kişi başına gelir de mutlak değişmelere uğrar. Bu değişmeler 5 halde pozitif, 3 halde sabit, 5 halde negatiftir. Ekonomik gelişmenin ve bunun yanı sıra diğer yakın olguların tanımlanması, işte bu değerlere göre yapılır:
-Eğer kişi başına gelirdeki değişme sıfır değerini almışsa, bu hale durgunluk (stagnation) denir;
-negatif değer alması gerileme (regression),
-pozitif değer alması gelişme (développement) olarak nitelenir.
Bu ikinci görüşün öncekinden farkı gözlem alanını yeteri kadar genişletmesi, gelişme olgusunun yanı sıra buna yakın diğer olgulara da dikkat çekerek, bunların da tanımlarını yapmasıdır. Ayrıca bu görüş büyümeyi tanımlarken GSMH’daki artışı yeterli bularak, ayrıca bir nüfus artışını gerekli görmemektedir.

C) Büyüme ve gelişme hakkındaki sonuncu ve en olgun görüş, ünlü Fransız iktisatçı François Perroux (okunuşu: Fransua Peru) tarafından geliştirilmiş olan görüştür.

1) François Perroux da büyüme terimini millet hakkında kullanır; ancak olguyu farklı bir açıdan gözlemler. Oluşturduğu büyüme kavramı, sınırlı bir kavramdır. Bu yazara göre büyüme “belli bir boyut göstergesinin -millet için reel millî hasılanın- belirli bir dönem içindeki düzenli genişlemesi”dir. Büyümenin Perroux’gil tanımının bir orijinalliği büyüyen nesnenin, artık millet değil, hâsıla olarak alınmasıdır. Dolayısiyle Perroux’gil görüş açısı bizden, hiçbir rakamın veya
boyut göstergesinin bütünü ile ifade edemeyeceği bölge, millet, milletler öbeği gibi karmaşık coğrafi birimler hakkında “iktisadi büyüme” terimini kullanmaktan kaçınmamızı ister. Demek ki bu görüş “ekonomik büyüme” teriminin, kişi başına hâsıla, toplam hâsıla, nüfus ve sanayi üretimi gibi rakam veya sentetik göstergelerle ölçülebilir basit veya karmaşık verilere tahsis edilmesini
uygun görmektedir.

2) Bu tarzda anladığımız büyüme olgusu genellikle, etkilediği unsurlardaki yapı değişmelerine eşlik eder. 

Örnek verelim:

-Sanayi üretiminin büyümesi büyük bir ihtimalle arkaik üretimin gerilemesini veya yok olmasını içerecektir.
-Millî hâsılanın büyümesi, ekonomideki ilişkilerde, oranlarda ve davranış tiplerinde meydana gelen değişmelerle birlikte cereyan edecektir.
Gelişme kavramının anlaşılması bakımından hayatî olan bir husus da şudur: Ekonomik büyüme ayrı şeydir, yapı değişmeleri ayrı şeydir. Yapı değişmeleri hiçbir şekilde büyümenin kapsamı ve tanımı içine girmezler. Bunlar büyümenin sadece bir sonucudur, bir alt-ürünüdür. Büyüme ile gelişme arasındaki fark da işte burada karşımıza çıkar: Ekonomik gelişme yapı değişmelerini içerir ve bu sebeple büyümeden daha geniş, daha karmaşık bir olgudur.

Bir coğrafî kümenin gelişmesi; sürekliliği için gerekli yapı ve zihniyet değişmeleri eşliğinde-hâsıla gibi, kişi başına gelir gibi- belli sayıdaki karakteristik değişkenlerin büyümesinden oluşur.

Gelişme; sistemleri yapı kompleksleri olarak anlamak kaydıyla, bir ekonomik sistemden öbürüne geçiştir. Nicel bir bakış açısından, bir ekonomik birimin yapı “mutation”ları, iç değişmeleri söz konusudur. Şu açıklamalar gösteriyor ki büyüme kısmî ve nicel bir kavram iken, gelişme kavramı sentetik tir; hem nicel hem de nitel bir kavramdır.

SONUÇ

Sonuç olarak, aşağıda, açıklamalarımın çok kısa bir özetini, daha doğrusu özünü sunacağım.

Ancak bir kavram daha ekleyeceğim; bu kavram bizi ulusal bir hayal kırıklığımıza götürecek.

Ekonomik büyüme; bir ülkenin ekonomik yığınlarında, özellikle toplam hâsılasında meydana gelen artıştır. Ekonomik gelişme; bir ülkede, ekonomik büyümenin yanı sıra arzu edilir yapısal değişmeler meydana gelmesidir.

Eklemek istediğim kavram, en az diğerleri kadar kullandığımız ekonomik kalkınma kavramıdır.

Bana göre ekonomik kalkınma; bir ülkenin, ekonomik açıdan kendinden daha ileride olduğuna inandığı ülkeler düzeyine ulaşmasıdır.

Ekonomik büyüme ile yapı arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Buna karşılık ekonomik gelişme yapısal değişmeler içerir. 

Ekonomik kalkınma ise optimal (en iyi) ekonomik yapıya ulaşmaktır.

Dünya milletleri bugün bir gelişme yarışı içindedir.

Diyelim ki ortalarda koşmakta olan Türkiye yerini koruyor ya da hızlanarak, önündekileri geçmeye başlıyor. Bu durum ülkemizin gelişmekte olduğunu gösterir. En önde koşan beş altı ülkeye yetişip aralarında koşmaya başladığı zamansa, Türkiye’nin kalkınmış olduğu söylenecektir.

Atatürk “Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kaabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” derken, Türkiye’nin kalkınmasını düşlemiş ve kalkınmış Türkiye’ yi doğan bir güneşe benzetmiştir.

Ne yazık ki bu rüya gerçekleşmiş değildir bugün.
Ve galiba bu gidişle de hiç gerçekleşmeyecek.

KAYNAKÇA

J. Austruy, Le Scandale du développement, Editions Marcel Riviére et Cie, Paris,1972.
R. Barre, Economie politique, PUF, Paris, 1969.
H. Guitton, les Mouvements conjoncturels, Dalloz, Paris, 1971.
P. Maillet, Lacroissance économique, PUF, Paris, 1974.
[1] 1980’lerden önce Batı dünyası gelişme ve kalkınma teorisine önem veriyordu. Küreselleşme ideolojisi ile birlikte bu
ilgi zayıfladı; hedef değişti, asıl hedef yeni emperyalist anlayış çerçevesinde, az gelişmiş ülkelerin yeniden
sömürgeleştirilmesiydi; tabiî bizim kopyacı iktisatçılarımız da onların ardından düşüncesizce sürüklenip gittiler.
[2] Bu iki terim sırasıyla Fransızca “épanouissement” ve “accomplissement” karşılığı olarak kullanılmıştır.


http://www.cihandura.com/akademik-yazilar/154-ekonomk-bueyueme-...

***

ATATÜRKÇÜ DEYİP DURUYORUZ, PEKİ KİM BU ATATÜRKÇÜLER?

ATATÜRKÇÜ DEYİP DURUYORUZ, PEKİ KİM BU ATATÜRKÇÜLER?



Prof. Dr. Cihan Dura,
03-11-2018
ATATÜRKÇÜ DEYİP DURUYORUZ, PEKİ KİM BU ATATÜRKÇÜLER?
Bilimsel yaklaşım analiz ister, sınıflama ister. Yani gerçekliğini keşfedeceğimiz olgunun özüne girmek, yapısını görmek, oluşturucu ögelerini belirlemek, bunlar arasındaki sırayı, düzeni, ilişkileri görmek gerekir. Ancak böyle yapılırsa, nasıl bir olgu ile karşı karşıya bulunduğumuzu anlayabiliriz. Bu yaklaşımı en güzel ifade edenlerden en ummadığımız biri, Gazali, bakın ne demiş: Cevizi kırıp içine bakmayan, tamamını kabuk sanır.
Bu kural her alanda olduğu gibi “Atatürkçü” kavramı için de geçerlidir. Çünkü “Atatürkçü” dediğimiz kişilerin de, en mütevazısından en yetişmiş olanına, türleri, kategorileri vardır. Böyle hep genel bir terimle, “Atatürkçü” terimiyle yetinmek gerçekleri gizler; araştırma, eylem ve politika alanını daraltır. Bilimsel yaklaşım ise bize bir çözümleme, bir sınıflama yapmaya davet eder. Okuduğunuz yazının amacı budur, Atatürkçüleri kendi aralarında sınıflandırmaktır.
Ancak böyle bir denemeye girişmeden önce, konumuz açısından önemli olan bir kavram hakkında açıklama yapmamız gerekiyor; bu kavram ortak düşünme sistemidir.
Atatürkçülerin ortak bir düşünme zemini, bir düşünme sistemi olmalıdır. Atatürkçülerin “ortak düşünme sistemi” deyince ne anlaşılır, bu sistem nasıl öğrenilir? Bizim düşünme sistemimiz Atatürkçü Öğreti’dir, kısaca Ataöğreti’dir. Bu sistemi öğrenmek için, çok kitap okumak gerekir. Cumhuriyetimiz ve Atatürk üzerine çok daha fazla yapıt okumalıdır. Şu şartla ki, okuma sistemli, bir sıra ve düzen çerçevesinde yapılmalıdır.  Gelişigüzel, dereden tepeden okuyup bilgi biriktirme verimli olmaz.
Peki, kimlerin kitaplarını okuyacağız? Aklıma şu anda geliveren kimi yazarların adlarını vereyim, kuşkusuz başka yazarlar da var: Sina Akşin, Falih R. Atay, Banu Avar, Doğan Avcıoğlu, Metin Aydoğan, Necip Hablemitoğlu, Attila İlhan, Ceyhun A. Kansu, Ahmet T. Kışlalı, Sinan Meydan, Uğur Mumcu, Cengiz Özakıncı, Turgut Özakman, Mustafa Yıldırım… Bu ve diğer Atatürkçü yazarlarımızın kitaplarını sindire sindire okurken, bir yandan da, Atatürk’ün değişik alanlardaki fikir ve görüşlerine en kısa yoldan, sistemli olarak ulaşmak elbette mantıklı bir seçenektir. Bu takdirde, ATANAME iyi bir seçenektir.
Ancak bu faaliyet sırasında “münzevi” değil, “sosyal Atatürkçü” olmak gerekiyor. Bunun anlamı şudur: Asla yalnız olmayacaksın, arkadaşlarınla bir araya gelecek, gruplar, ekipler kuracaksın. Dayanışma, işbölümü ve birlik içinde hem kendini hem başkalarını yetiştireceksin. Çünkü ancak ortak düşünenler ki, bir araya gelir, birlik olur. Böylece hem Atatürk’ün birinci emelini, millî birliği gerçekleştirmiş olurlar, hem de birbirlerini yetiştirir, fikir üretir, büyük işler yaparlar.
Bu gerekli açıklamayı yaptıktan sonra, şimdi asıl konumuza geçebiliriz. Atatürkçüleri bir sınıflamaya tabi tutacağız. Benim önerim şöyledir:
- Yalancı Atatürkçü
- Gerçek Atatürkçü
 - Amatör Atatürkçü
 - Öğrenen Atatürkçü
 - İşçimen Atatürkçü
 - Halk dostu ve eğitmen Atatürkçü
 - Ergin Atatürkçü
 - Öncü ve kurmay Atatürkçü.

1) YALANCI ATATÜRKÇÜ
Önce eğriyi doğrudan ayıralım. Yalancı Atatürkçülerden Atatürkçü görünüp Atatürkçülüğü kendi veya çevresinin çıkarları için kullanan kişiler vardır. Bunlar sahte Atatürkçülerdir.
Halkını hâkir gören, halkı dışlayan, kulaktan dolma bilgiyle kendini Atatürkçü sanan kişiler ise sözde Atatürkçülerdir. Sözde Atatürkçü kendi kafasına göre, dağarcığındaki hazır bayat bilgiyi tekrarlar veya ona göre sonuçlar çıkarır, gelişigüzel konuşur ve yazar. Ona sormak gerekir: Mademki kafana göre, aklına geldiği gibi davranacaksın, o zaman neden “ben Atatürkçüyüm” diyorsun? Atatürk’ün görüşlerinden, hedeflerinden habersizsin. Yıllardır değişmeyen, kıt bilgi dağarcığınla, birkaç basmakalıp slogan ve davranışla yetiniyorsun, zamanını bomboş geçiriyorsun. Hayır, bu şekilde Atatürkçü olunmaz. Eğer gerçekten Atatürkçü isen, önce Büyük Önder’in ortaya koyduğu fikir sistemini öğrenmek, ona göre düşünmek, duyumsamak, iş yapmak zorundasın. Aksi halde -dediğim gibi- sen sözde, yüzeysel bir Atatürkçüsün.
2) GERÇEK ATATÜRKÇÜ
Gerçek Atatürkçüler en sadesinden en mükemmeline doğru, altı grupta toplanabilir.
a) Amatör Atatürkçü
Amatör Atatürkçü, adı üzerinde, Atatürk’ü bir hevesli olarak benimseyen kişidir. O sadece bir “taraftar”dır, bazıları bir “amigo” gibidir. Ona taraftar Atatürkçü de diyebiliriz.
Amatör Atatürkçü Büyük Önder’i, milletimizi genellikle lafla seven, fakat iş yapmayan biridir. Atatürk’ü tutar, ona saygı duyar; Cumhuriyetimize bağlıdır. Ancak, bu alanlardaki kültür düzeyi sığdır. Kendini yetiştirmemiştir, bazıları yetiştirmez de. Söylediği, yazıp çizdiği yavandır, hep aynı şeylerdir. Atatürkçe düşünemez, iş yapamaz. Mücadeleci değildir, olsa da üstünkörüdür. Birtakım basit eleştiri ve karşı çıkışlarla, mücadele verdiğini sanır. Çevresini etkileyemez. Diğer Atatürkçülerle bir araya gelemez. Atatürkçülerin “Ortak Düşünme Sistemi”nden habersizdir.
Acı olan şudur ki, “Atatürkçüyüm” diyenlerin büyük çoğunluğu amatör Atatürkçüdür. Rozetle, bayrakla, fotoğraf ve bayat sloganlarla yetinirler. Bununla birlikte, ne mutlu ki, içlerinde gelişme istidadı gösterenler de vardır. Aralarından öğrenen, işçimen ve eğitmen Atatürkçüler, bu sonunculardan da öncü Atatürkçüler yetişebilir.
b) Öğrenen Atatürkçü
Öğrenen Atatürkçüler Atatürk’ü ve Cumhuriyeti sevmekle, devrimleri savunmakla yetinmezler; aynı zamanda Atatürkçülüğü, Ataöğreti’yi öğrenmeye çalışırlar. Bildikleriyle yetinmez, Atatürkçülükle ilgili bilgilerini sürekli artırır, derinleştirirler. Faaliyetleri sistemli, düzenli ve ortaklaşadır.
c) İşçimen Atatürkçü
Öğrenen Atatürkçülerden bazıları zamanla işçimen Atatürkçü olur. İşçimen Atatürkçülerin, “öğrenen Atatürkçüler”den başlıca farkı iş yapmalarıdır, öğrendiklerini gerektiği her zaman uygulamaya koyarlar. Çalışkan, dinamik ve örgüt-severdirler. Atatürk’e ve Cumhuriyetimize yönelik saldırılara karşı çıkar, donanımlı olmaya çalışırlar. Bu alanda çevrelerini aydınlatırlar. Gerçeksever, gerçeği her ortamda ortaya koyan Atatürkçülerdir. Gerçekleri iyice öğrenip çevrelerine sürekli yayarlar.
d) Halk Dostu – Eğitmen Atatürkçü
Kimi Atatürkçüler de Halk Dostu Atatürkçülerdir. Halkını gerçekten seven, ona faydalı olmaya çalışan, Atatürkçülük yolunda iş yapan kişilerdir. Halk dostu Atatürkçüler yalnız bilgi sahibi olmayıp, aynı zamanda halka erişme, onunla kaynaşma eğilim ve yeteneğine sahiptirler. Onlara “eğitmen Atatürkçüler” de diyebiliriz. Halkla kaynaşan, onu anlamaya, ona bilgi götürüp aydınlatmaya, halktan esinlenmeye çalışan her kişi, eğitmen Atatürkçüdür. 
Öğrenen ve işçimen Atatürkçüleri “eğitmen Atatürkçü” olma yönünde teşvik etmek, özendirmek gerekir.
e) Ergin Atatürkçü
Bir yurttaşın düşünce, duygu ve davranışlarının oluşmasında “değerler”in çok büyük payı vardır. Değerler; bireyin nesneler, durum ve hareketler, fikir ve görüşler hakkındaki olumlu veya olumsuz yargılarını oluşturan kavramlardır. Atatürkçü düşüncenin de bağımsızlık, birlik, özgürlük, hak ve hukuk, dayanışma, değişim, akılcılık, gerçek, bilim, sosyal ahlak, çalışma gibi kavramlarla ilgili değerleri vardır. Bu değerleri bilmeyen, öğrenmeyen, benimsemeyen, düşünme, karakter ve eyleminin bir parçası haline getirmeyen, bu yönde gayret göstermeyenler gerçek Atatürkçü olamazlar. Bu ve benzeri değerlerle bütünleşmiş olanlar ise, ergin Atatürkçülerdir.  Öğrenen Atatürkçülerden bazıları, zamanla olgunlaşarak “ergin Atatürkçü” olurlar. Ergin “olgun, olgunlaşmış, kemale ermiş” demektir.
f) Öncü ve Kurmay Atatürkçü
Öncü Atatürkçü; Atatürk’ün görüşlerini çok iyi bilen, aynı zamanda onlara kolayca ulaşabilen, işleyen, kullanabilen, çevresine anlatıp yayabilen kimsedir. Türkiye bir sorunla mı karşılaştı, bir değerlendirme, bir çözüm önerisi mi gerekiyor? Öncü Atatürkçü derhal Atatürk’ün görüşlerine başvurur, onların ve kendi aklının ışığında konuyu irdeler, açıklar, çıkış yolu arar. Fikir oluşturur ve yayar, öğüt ve tavsiyelerde bulunur, iş yapar.
Öncü Atatürkçü yurtsever, bilinçli ve yol göstericidir. Sistemli düşünür, Atatürkçü düşünce sistemini başkalarına kolayca aktarabilir. Yurttaşlarını Atatürkçü Öğreti yolunda yetiştirip harekete geçirebilir. Öncü Atatürkçülerden en üst düzeyde, lider konumunda olanlar ise kurmay Atatürkçülerdir.
* * *
Bu denemeden şu iki sonuca ulaşıyorum:
-Atatürk’ün ve Cumhuriyetimizin asıl büyük düşmanı, en çok zararlı olanları bence yalancı Atatürkçülerdir. Gerçek Atatürkçüler bunu böyle bilmeli, yalancı Atatürkçülere karşı daima uyanık ve sak olmalıdır. Onları teşhis etmeyi görev bilmeli, halkımıza tanıtmalı ve onlara karşı yurttaşlarımızın uyanık olmalarını sağlamalıdır.
-Gerçek Atatürkçüler; en sadesinden başlayarak Atatürkçü olma yolunda her zaman daha ileri bir aşamaya ulaşmayı kendilerine baş hedef olarak belirlemelidir. Başka bir deyişle bir amatör Atatürkçünün gönlünde bir gün kurmay Atatürkçü olma hedefi bulunmalıdır.

25 Kasım 2018 Pazar

SYKES-PICOT GİZLİ ANLAŞMASI, BOP VE YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU. BÖLÜM 11

SYKES-PICOT GİZLİ ANLAŞMASI, BOP VE YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU. BÖLÜM 11





100 YILDIR HİNÇ YARATAN ANLAŞMA

Sykes Picot anlaşması, İngiltere ve Fransa arasında sağlanan antlaşma olup; Osmanlı imparatorluğunun Anadolu ve Ortadoğu topraklarının paylaşımını ele alan gizli bir antlaşmadır. Bu antlaşma 1916’ya Fransa adına François Georges Picot, İngiltere adına da Sir Mark Skyes imza atmıştır. Bu konuda uzlaşan iki devlet adamı antlaşmaya attıkları imza ile bölge üzerinde kalıcı etkilere neden olmuş ve aynı zamana da birçok değişime de yol açmışlardır. Antlaşma birçok içeriğe sahip olmakla birlikte ‘böl ve yönet’ taktiğinin hayata geçirilmiş bir uygulamasıdır.

Sykes Picot Anlaşması Maddelerinden Çıkan Sonuçlar Bu uygulamada Misak-ı Mili sınırlarına dâhil yerlerle birlikte Ortadoğu’ya da manda yönetimi ile hükmetmeye çalışan devletler, kendi sınırlarını belirlemeye çalışmış ve Ortadoğu’yu parçalayıp daha sonra yönetimlerini ele geçirme hayalleriyle adım atmışlardır. Ancak sonuç olarak ne olabileceklerini hesaba katmamış ve bunun için önlem almamışlardır. Bu açıdan antlaşma günümüzde Suriye ve Irak sınırlarının da sınır değişikliklerine yol açabileceklerin değişimlerin temelini oluşturmaktadır. 


20. yy başlarından itibaren önemli kaynaklar arasında değerlendirilen Ortadoğu birçok anlamda diğer devletler için önem taşımaktadır. Musul‘da bu paylaşım da kilit noktadaydı. Bununla birlikte Ortadoğu başta İngiltere olmak üzere sömürgeci güçlerin hedefi haline gelmiştir. Bu anlamda İngilizler bölgenin kontrolünü ele geçirmeye çalışmış ve bunun içinde planlar yapmışlardır. Bu planlardan bir tanesinde Mekke Şerifi’ni kullanmışlardır. Bu durumda Birleşik Krallık, Osmanlı devletini Arap aşiretleriyle tehdit etmekte ve iktidara gelebilmek için çabalayan Mekke Şerifi Hüseyin’i kullanmaya çalışmakta, Osmanlı hükümetine karşı kışkırtmalarda bulunmaktadırlar. Bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya savaşına katılmasından sonra Hüseyin’le temasları artırmışlar ve bölge içerisinde birçok kışkırtma örneği sergilemişlerdir. Bu yüzden İngiltere, Suriye ve Irak’ın kendileri içinde bağımsız bir devlet kurmasını desteklemiş ve aynı zamanda bu devletlerin bağımsızlıklarını ilan edip Osmanlı’nın yanında olmamaları için onlara destek vermiştir. 

İngiltere 1915 Kasım ayında bu planlarını Fransa’ya da bildirmiş ve bu konuda onlardan destek beklemiştir. Aynı zamanda aynı yılda Basra Körfezi’nin güney kıyıları için Necid Emiri bin Suud ile de antlaşma yapmıştır. 








Sykes Picot antlaşmasına göre İngiliz ve Fransızlara verilen bölgeler. 1. Dünya savaşı devam ettiği sırada bazı bölgelerde yapılan değişiklikler Lozan Anlaşma sının da etkisini hissettiren Sykes Picot anlaşması, bölgeyi huzursuzluğa sürüklenmiş ve Osmanlının da otoritesi sarsmaya çalışmıştır. Sykes Picot antlaşması Çarlık Rusya’da gerçekleşen Bolşevik devriminden sonra çarlık diplomasisinin bazı argüman ve belgeleri açıklamasıyla öğrenilmiştir. Gizli olan bu antlaşmanın bu şekilde öğrenilmiş olması yönetimde ve halkta yankı uyandırmış ve belgelerinde açığa çıkmasına sebep olmuştur. Bununla birlikte oluşabilecek sıkıntılara karşı tedbirler alınmış ve bunun gibi bir başka antlaşmanın hukuk dışı uygulanmaması için önlemler alınmıştır. Ancak bu durum Müslümanlar arasında milliyetçilik, ırkçılık, asabiyetcilik gibi birçok olayın gerçekleşmesini sağlamış ve bununla ilgili insanların birbirlerine sınırlar çizmesine neden olmuştur. Bunun dışında Irak, Ürdün gibi manda devletler sosyal, siyasal, kültürel anlamda düşünülmeden ihdas edilmiş ve bölgede süren huzursuzluk halen devam etmektedir. Bununla birlikte birçok sorun yaşanmış, halk zor zamanlar geçirmiş ve bu olaylar halk arasında kargaşaya, huzursuzluğa neden olmuştur. 

Sykes Picot İle İlgili Video/Belgesel


https://youtu.be/uHEw6Y8NGKc


Kaynak Linki : https://antlasmalar.com/sykes-picot-antlasmasi/



*********************





Sykes-Picot, Orta Doğu'ya nasıl bir miras bıraktı?



Tarık Osman
Mısırlı yazar
2 Temmuz 2014

20'inci yüzyılda yağlı kalemle çizilen harita, İngiliz ve Fransızların, günümüzün Orta Doğu'sunun yaratılmasına yardımcı olma amacı güden 100 yıllık planlarına dair hırslarını ve çılgınlıklarını gösteriyor.


Düz çizgiler, tamamlanmamış sınırları gösteriyor. İngiltere hükümetini temsil eden Mark Sykes ve Fransa hükümetini temsil eden Francois Georges-Picot'un 1916 yılında uzlaşıya vardığı çizgilerinin çoğunun düz olması da büyük olasılıkla bu sebepten kaynaklanıyor.


Sykes ve Picot, "imparatorluğu içselleştirmiş kişiler." Her ikisi de sömürge yönetiminde yetişmiş, bölge halkının Avrupa imparatorluğu altında daha iyi koşullarda olabileceğine inanan aristokratlar.


Her ikisi de Orta Doğu'ya dair derin bilgilere sahip.


Birinci Dünya Savaşı'nın yarattığı karmaşanın ortasında alelacele yürüttükleri müzakerelerde varılan anlaşmanın prensipleri bugün de Orta Doğu'yu etkilemeye devam ediyor.


Sykes-Picot'un düz çizgileri, 20. yüzyılın ilk yarısında İngiltere ve Fransa'ya önemli ölçüde yardımcı olsa da, bu çizgilerin bölge halkına etkisi çok daha farklı oldu.


Gizli anlaşma

İki kişinin çizdiği bu harita, 16'ıncı yüzyılın başından beri Osmanlı idaresinde olan toprakları parçalayıp yeni ülkelere böldü ve siyasi oluşumları iki etki alanına dâhil etti:

Irak, günümüzde Ürdün'ün bulunduğu topraklar ve Filistin, İngiltere etkisine

Suriye ve Lübnan da Fransız etkisine girdi
Telif hakkıBBC WORLD SERVİCE
Sykes ve Picot'a, Kuzey Afrika'daki Arap ülkelerinin de sınırlarını yeniden çizmeleri için yetki verilmedi. Ama bölünen etki alanları orada da varlığını gösterdi. Mısır İngiltere yönetimine girdi, Fransa Mağrip'i kontrolü altına aldı.

Sykes-Picot Antlaşması'yla oluşan yeni jeopolitik düzende üç farklı sorun ortaya çıktı.


İlk olarak, Arapların bilgisi dışında gizlice varılan bir antlaşmaydı. Ve, İngiltere'nin 1910'lu yıllarda Araplara, Osmanlılara karşı ayaklanırlarsa ve Osmanlı İmparatorluğu çökerse, bağımsızlıklarına kavuşacakları yönünde verdikleri sözü de boşa çıkarmış oldu.


Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu bağımsızlık gerçekleşmedi. Bu sömürgeci güçler 1920'li, 30'lu ve 40'lı yıllarda Arap dünyasındaki nüfuzlarını kullanmaya devam edince, Kuzey Afrika ve Akdeniz'in doğusundaki Arap siyaseti yönünü, (Mısır, Suriye ve Irak'ın 20'inci yüzyılın son 10 yılında tanık olduğu gibi) liberal anayasal yönetim inşasından, asıl amacı sömürgecilerden ve sömürgeci sistemden kurtulmaya çalışan milliyetçiliğe çevirdi.


Birçok Arap ülkesinde 1950'lerden 2011'deki Arap isyanlarına kadar olan süreçte askeri rejimlerin yükselmesindeki kilit faktör de buydu.


Mezhepsel hatlar

İkinci sorun da, haritada düz çizgi çizme eğiliminde yatıyor.

Sykes-Picot, Levant'ı mezhepler temelinde bölme eğilimindeydi:


Lübnan, başta Maruniler olmak üzere, Hristiyanlar ve Dürziler için sığınacak bir liman olarak öngörülmüştü

Filistin'de büyük oranda Yahudiler de yaşıyordu
Her iki ülkenin sınır bölgesindeki Beka Vadisi Şii Müslümanlara bırakılmıştı
Bölgede en büyük mezhepsel demografiye sahip Suriye'de de Sünni Müslümanlar vardı
Coğrafya da bu mezhep temelindeki ayrışmaya yardımcı oldu.

Haçlı seferlerinin sonundan, 19'uncu yüzyılda Avrupalı güçlerin bölgeye gelişine kadar olan süreçte, bölgenin canlı ticaret kültürüne rağmen, farklı mezhepler birbirlerinden ayrı yaşadı.


Fakat Sykes-Picot'un ardındaki düşünceler uygulamaya dönüşmedi. Yani yeni yaratılan sınırlar, sahadaki mevcut mezhepsel, aşiretsel veya etnik ayrımlarda karşılığını bulmadı.


Bu farkların üzeri, ilk olarak Arapların Avrupalı güçleri bölgeden çıkarma mücadelelerinde, daha sonra da Arap milliyetçiliği dalgasını bölgeden süpürürken örtüldü.


1950'lerin sonundan, 1970'lerin sonuna doğru, özellikle Mısır'da Cemal Abdül Nasır'ın en parlak döneminde (1956'daki Süveyş Krizinden 1960'ların sonuna kadar) Arap milliyetçiliği, birleşik bir Arap dünyasının, halklar arasındaki sosyo-demografik farklılıkları hafifleteceği fikrine çok büyük bir ivme kazandırdı.


Arap dünyasının güçlü liderleri, Levant'ta Hafız Esad ve Saddam Hüseyin, Kuzey Afrika'da da Albay Muammer Kaddafi gibi, 1980'li ve 1990'lı yıllarda farklılıkları, sıklıkla gaddarlık ve zulümle bastırdı.


Fakat bu farklılıkların tırmandırdığı gerilimler ve hırslar ne kayboldu, ne de hafifledi.


Bu ülkelerde, ilk başta güçlü liderlerin yok olması, daha sonra da bazı Arap cumhuriyetlerinin, küçük grupların ekonomik çıkarları tarafından kontrol edilen kalıtımsal derebeyliklerine dönüşmesi ve son olarak da 2011'deki isyanlarla eski ihtilaflar, hayal kırıklıkları ve yıllar boyunca gizlenen umutlar tekrar gün yüzüne çıktı.




Kimlik sorunu

Üçüncü sorun da, Birinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan devlet sisteminin, bir yanda milliyetçilik ve laiklik, diğer yanda da İslam anlayışıyla (bazı durumlarda da Hıristiyan odaklı anlayış) Arapların son 150 yıldır karşı karşıya oldukları kimlik sorununu kışkırtmış olmasıdır.

Liberal Arap çağının kurucuları, 19'uncu yüzyılın sonundan 1940'lı yıllara kadar, (1861'de Tunus'ta laik bir anayasa oluşturulması, Mısır'da savaşlar arası dönemde liberal demokrasiye geçiş örneklerinde olduğu gibi) devlet kurumları yarattı. Ve, liberal çağın kurucuları birçok toplumsal grubun (özellikle orta sınıfların) desteklediği bir anlayışı öne sürdü. Fakat önderlik ettikleri toplumsal modernleşmedeki toplumlara yaptıkları atıfları, dindar, muhafazakâr ve dini çerçeveyle örmekte başarısız oldular.


Sanayileşmedeki büyük ilerlemelere rağmen, üst orta sınıf ve toplumun geri kalan geniş kesimi arasındaki eşitsizlik devam etti.


Arap milliyetçiliğinin güçlü liderleri, toplumun büyük desteğiyle beraber, farklı bir (sosyalist ve zaman zaman militarist) anlayışı savundu. Ama bu, sivil ve siyasi özgürlüklerin yitirilmesini de beraberinde getirdi.


Son kırk yılda Arap dünyası, toplumsal dokusundaki zıtlıklarla mücadelede ulusal bir proje sunamadı veya ciddi bir girişimde bulunamadı.

Devlet yapısı patlamaya hazır haldeydi ve tetiği çeken de demografik yapının değişmesi oldu.


Son kırk yılda, Arap dünyasının nüfusu ikiye katlandı ve 330 milyonu aştı. Nüfusun üçte ikisi de 35 yaşın altında.


Bu kuşak, hiçbir katkıları olmamasına rağmen keskin sosyo-ekonomik ve siyasi sorunların miras bırakıldığı bir kuşak. Eğitim kalitesinden, istihdama, ekonomik beklentilerden geleceğe yönelik algıya kadar, tüm bu sorunların doğurduğu sonuçları da yaşayan bir kuşak.


2011'de başlayan Arap isyanları da, bu kuşağın, Birinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan devlet düzeninin sonuçlarını değiştirme teşebbüsüydü.


Orta Doğu'nun yaşadığı bu mevcut değişim, daha iyi bir gelecek arayan yeni bir kuşağa ve bölgeyi seneler boyu büyük bir kaosun içine sürükleyebilecek bir tehlikeye de işaret ediyor.


Mısırlı yazar Tarık Osman'ın bu yazısı, 14 Aralık 2013'te BBC Radio 4 için hazırladığı 'Modern Arap Dünyası'nın oluşumu' adlı belgeselden derlenmiştir.



https://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/07/140630_sykes_picot_mirasi



***


100. YILINDA SYKES-PICOT ANTLAŞMASI VE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI,



06 Ekim, 2016 SAHİPKIRAN AKADEMİ, 
Sahipkıran Akademi Yazıları, 
TARİH, ULUSLARARASI İLİŞKİLER 


Bu Yazımızda 1.Dünya Savaşı’nın hemen ardından İtilaf Devletleri tarafından imzalanan gizli bir antlaşma olan Sykes-Picot Antlaşması’nı (Küçük Asya Antlaşması)[1] kronolojik bir şekilde anlamaya çalışacağız. Ülkemizin topraklarının da içinde yer aldığı Ortadoğu bölgesi, dünyanın en zengin ve en verimli topraklarıdır. Ancak, özellikle son 100 yıl düşünüldüğünde, en huzursuz ve en acı bölge konumundadır. Kadim emperyaller İngiltere ve Fransa’nın bilinçli bir şekilde böldüğü bu topraklar, ne yazık ki 100 yıldır kardeş katline tanık oluyor. Onların kendilerine göre yaptıkları bu planlama, bölgenin yer altı ve yer üstü zenginliklerinin kendilerine akmasını öngörüyordu ve bölge halkının kanının akması da, bu planın olmazsa olmazıydı.


“Dünyanın en zengin ve verimli toprakları… En verimli yer altı zenginliklerine sahip bölge… Hemen hemen her ticaret yollarının kesiştiği yerler…” Bu ve benzeri ifadeleri içinde barındıran onlarca cümle zikredilebilir. Bunlar ve daha fazlası; içinde ülkemizin de bulunduğu kadim toprakları ifade etmektedir. Tamamı Osmanlı Devleti toprakları olan bu bölgeler, aynı zamanda Dar’ül İslam olarak da anılmaktadır. Ancak gelin görün ki 20. yüzyılın hemen başıyla hararetlenen İngiliz oyunları, böylesi zengin ve verimli topraklarının dağılması sonucunu doğurdu. Bu, sadece toprakların bölünmesi ya da Osmanlı’nın bitmesi değildi. Yerine kurulan ülkecikler, daha ilk andan itibaren kendilerini önü alınmaz bir kan davasına içinde buluyor ve kardeş kardeşin katili oluyordu. Tıpkı Habil ile Kabil’in hikâyesinde olduğu gibi…


İngilizler tarafından “Ortadoğu” olarak adlandırılan bu bölge, İngilizler önderliğinde hazırlanan bir planın şekillendirildiği suni sınırlar arasında sıkışmış durumda. Bu sıkışmışlık öyle bir hal almış ki; Kırmızı Çizgiler(!) aileleri, akrabaları, kabileleri birbirinden ayırmıştır. Ayırmakla birlikte fitne tohumlarının da ekilmesiyle, bitmeyen kan davaları yaratmıştır. Bugün hala aynı zihniyetin kandırdığı kimi halkların zavallı mücadelelerini görmek mümkündür. Kimileri de (DAEŞ, El Kaide, Boko Haram vs.) sözde emperyallere savaş açtığını söylese de, onların kuklası olmaktan öteye geçemiyorlar. Meşhur Sykes-Picotile şekillendirilen bu topraklar, her ne kadar bu plan yok dense de hala bu antlaşmanın izlerini taşımaktadır. Hatta biraz ileri giderek, bu planın bölgedeki birçok halkın dünya görüşünü de etkilediğini söyleyebiliriz.

Kuşkusuz, geçen 100 yılın başlarında en güçlü emperyal devlet İngiltere’ydi. İngilizlerin Osmanlı’ya olan düşmanlığı ve Halifeliği devirme planları, 19. yüzyılın ilk günlerine kadar gitmektedir. İngilizlerin ticaret yollarına hâkim olma stratejisi ve sömürgelerini koruma paranoyasına din olgusu da eklenince, acımasız bir plan karşımıza çıktı.[2] Osmanlı’yı yok etme adına hemen her şeye başvuran İngiltere ve diğerleri, ne yazık ki bunu en sonunda Osmanlının kendi çocuklarına yaptıracaktı.


Dünya Savaşı öncesinde kimi Osmanlı şahsiyetlerinin girişimlerini elinin tersiyle iten İngilizler, yaklaşan savaş öncesi tüm planlarını Osmanlı’yı parçalama üzerine kurmuştu. Yani Osmanlı’nın Dünya Savaşı’na resmen dahil olmasından önce Arap liderleriyle iletişime geçilmişti. Bilindiği üzere amaç, Osmanlı’ya karşı geniş kapsamlı bir isyan başlatmaktı. Fakat buna rağmen İngilizlerin Araplardan çok fazla ümitleri yoktu. Musul Konsolosu Henry C. Honey’nin İstanbul’daki Malahatgüzar’a yazdığı raporda çok ilginç ifadeler kullanılmıştır: “Bu insanları Türk’ten kurtarmak için cemiyetler kuruluyor, ajitasyon yapılıyor. Fakat daha büyük ihtiyaç, birisinin bu insanları önce kendilerinden kurtarmasıdır. Hiç şüphesiz hükümet kötü idareden sorumludur. Ama yerel idarede rüşvet ve irtikaba en çok bulaşmış olanların yerli Araplar olduğunu söylemek gerekir…”


Genel itibariyle İngiliz stratejileri, bu yazılanları dikkate almadı. Planları, Arapları Türklerden daha üstün olduklarına inandırmaya çalışmaktı. Tabi böylesine üstün bir ırk, Arap bağımsızlığı idealine ulaşmalıydı.[3]Her ne kadar bugün bizlere basit bir masal gibi gelse de, o günlerde bu plan göz kamaştırıyordu. Bunu körükleme adına İngilizlerin meşhur Savaş Bakanı LordKitchener, art arda yazdığı mektuplarla Mekke Şerifi Hüseyin’i ve ailesini etkilemeye çalıştı. Bu arada Mısır’daki İngiliz Konsülü Henry McMahon, İngiltere’nin Arap bağımsızlık hareketlerini desteklemeye söz verdiği gizli antlaşmanın altına 24 Ekim 1914’te imzasını koymuştu. Hatta McMahon, Kitchener’in talimatıyla Mekke Emiri Hüseyin’den Osmanlı ordusuna deve verilmemesini istedi. İngilizlerin Şerif Hüseyin’e vaadi şöyleydi: “Mersin, Adana, Birecik, Urfa ve Mardin hattı üzerinden İran sınırına tüm Suriye, Mezopotamya ve Suudi Arabistan’ı içine alacak bir bölge oluşturulacaktı.” Bu sınırları gösteren Şam Protokolü’nde sadece Aden, tercihli bir statüye sahip olarak İngiltere’ye bırakıldı. İngiltere, protokolü Mekke Emiri’nin onaylamasının ardından tüm desteğini vereceğini, isyan başarıya ulaştığında da kendisini Arapların kralı olarak tanımaya hazır olduğunu bildirmişti. Bundan güven aldığı belli olan Şerif Hüseyin, yazdıkları mektuplarda “Bütün Araplar Adına” ifadesini kullanıyorlardı.[4]


Fakat savaşın hareketlenmeye başlamasıyla, evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü İngilizler, bir defada İstanbul’u geçeriz düşüncesiyle Çanakkale’ye saldırmışlar ve bir adım ileriye gidememişlerdi. Deniz Savaşı hezimetinin ardından başlatılan Gelibolu Çıkarma Harekatı da, İngilizler ve müttefikleri adına hüsran oldu. Ama bu durum, İngiltere’de “Zafer yakın” ve“Bir adım kaldı” şeklinde lanse edildi. Bu nedenle olsa gerek, önce Arap isyanı planı rafa kalkar gibi oldu. Ancak Çanakkale’de yaşadıkları tarihi hezimet, yeniden Şerif Hüseyin kartına sarılmalarına neden oldu… Bu arada korkunç İngiliz siyaseti tüm sinsiliğiyle yürütüldü. İngilizler, Şerif Hüseyin ile paylaştıkları istihbaratta; Rusların Doğu Anadolu’da Osmanlı’nın karşısında zafer kazandığından bahsederken, Kut’ül Amare’de İngiliz ordusunun yaşadığı yenilgiyi es geçtiler. Aynı İngilizler; Başbakan Asquith tarafından savaşın hemen başıyla birlikte (Nisan 1915) Sir Maurice de Bunsen’in kurduğu komiteye, İngiltere’nin Ortadoğu’ya yönelik hedeflerinin tespiti ve bunlara nasıl ulaşılacağına dair bir planın işini verdi… Büyük savaşta sadece Osmanlı, varoluş mücadelesi verirken Müttefikler de dâhil geriye kalan tüm ülkeler, ganimet (Özellikle Osmanlı ganimeti) peşinde oldular. Tahmin edileceği gibi bu komite, savaştan sonra bölgede güçlü bir nüfuz alanının İngiltere’nin menfaatine olacağını; böylece Osmanlı topraklarında Ermenistan, Mezopotamya, Filistin, Suriye ve Anadolu şeklinde beş bölge oluşturarak böl-yönet taktiğinin kullanılabileceğini ifade ediyorlardı.


Nitekim çok geçmeden savaş öncesi bölgeyi karış karış gezen Avam Kamarası üyesi Sir Mark Sykes devreye alındı. Sykes, İngiliz Deniz Kuvvetleri Bakanı Churcill’e yazdığı mektupta şöyle yazmıştı: “Bölgede birbiri ile ihtilaflı unsurları şahsen tanıyorum. Böylece olayların gidişatını etkileyebilir, yerel unsurlardan menfaat karşılığı bizim için çalışabilecek gruplar teşkil edebilir, önde gelen kişileri de tarafımıza kazandırabilirim.”


Ancak Churcill bu kozu biraz daha bekletme kararı alırken, Savaş Bakanı Kitchener ise çok temkinli değildi. Sykes, Sir Maurice de Bunsen’in başkanlığındaki komiteye Kitchener’i temsilen atanmıştı ve bölgeyi bilmesinin avantajıyla, komitede ipleri eline almaya başladı. Sykes, Osmanlı topraklarının farklı farklı bölgelerinde bulunmuş tek kişiydi. İnşa edilebilecek demir yollarının nerelerden geçmesi gerektiğini, Kürt aşiretlerinin örf ve adetlerini bilecek kadar teknik konularda oldukça bilgi sahibi biriydi.


İngilizler Çanakkale’deki hezimetlerini kendi kamuoylarından saklarken, durumun değişebileceğini umut etmeye devam etmişlerdi. Aynı anda Irak’ta başlayan harekatın da başarıya ulaşacağından emindiler. Bu nedenle olsa gerek, 18 Mart 1915 günü Ruslara İstanbul’u ve boğazları bırakma taahhüdünde bulunurken, Irak’taki nüfuz alanlarına sahip olmayı tercih etmişlerdi. Yine bu noktada Mark Sykes, ortaya çıktı. Sykes, yerinde yaptığı gözlemler ışığında De Bunsen Komitesi’nde “Hilafet ve Halifelik” hakkında kapsamlı bir açıklama yaptı[5] Ona göre Hilafet makamı; İstanbul’dan Şam’a veya başka bir yere nakledilirse, Osmanlı’nın diğer Müslümanlar üzerindeki etkisi azalacaktı. Ayrıca Osmanlı’nın hakim olduğu Ortadoğu topraklarında Türklerin, Fransızların ve Rusların etki alanlarının önü kesildiğinde bundan İngiltere kazançlı çıkacaktı. Maurice De Bunsen Komitesi, büyük ölçüde Sykes tarafından şekillendirilmiş raporu kabul etti. İngiltere, Çanakkale harekâtına bel bağlamışsa da Türk halkının müthiş direnişiyle hezimeti yakın olduğunun farkına geç de olsa varmışlardı. Bu nedenle, Ortadoğu’daki isyan furyasının vaktinin geldiğine hükmettiler.




Fransa da tam bu sıralarda paylaşım müzakerelerinin başlaması için baskı yapmaya başlamıştı. Fransız hükümeti, tıpkı Sykes gibi bölgede uzun süre dolaşmış bir diplomat ve Beyrut eski Başkonsolosu Albay François Georges Picot’ugörevlendirdi. Picot, 1915 sonlarında İngiliz Dışişleri Müsteşarı Arthur Nicholson ile yaptığı görüşmede, mukaddes yerler dışında Suriye ve Filistin’i istediklerini bundan azını kabul etmeyeceklerini söyledi. Fakat İngilizler bu duruma oldukça soğuk yaklaşmışlardı. Paylaşım sadece bu iki ülke arasında konuşulmuyordu. Emperyaller kulübünün üçüncü üyesi, o günler için Rus Çarlığı idi. Rus Çarlığı adına bu paylaşım toplantılarına dışişleri bakanı Sergey Dmitriyeviç Sazanov katılıyordu. Yukarıda da belirttiğim gibi, 1915 Mart ayında yapılan toplantıda Boğazlar Bölgesi ve serbest limana dönüştürülmesi koşuluyla İstanbul, Ruslara bırakılacaktı. Ancak Rus Çarlığı, savaşta daha fazla kalamadı.

Yeni yapılan araştırmalar gösteriyor ki, Birinci Dünya Savaşı döneminde Rus Çarlığı’nın Ortadoğu’da genişleme konusunda bir isteği yoktu. Sykes-Picot-Sergey Sazanov pazarlıkları başladığı günlerde Ruslardaki hakim görüş, Boğazlar bölgesinin kendilerine verilmesi yönündeydi.


Doğu Cephesi muharebelerinde ne yazık ki Osmanlı orduları yanlış sevk ve idare sonucu ağır kayıplar verdi. Bunun doğal sonucu olarak da geri çekilmeler yaşandı. Yani, Rus ordularının önünde ilerleyebilecekleri geniş alanlar oluşmuştu. Fakat bu noktada Rus generallerinin isteksizlikleri görünüyordu. Bunun nedenini tarihçiler; Çarlık içinde hareketlenen ihtilalci ve sosyalist yapıların Ermenileri kontrol edebileceği ihtimali olarak açıklamaktadırlar. Görüşmeler sırasında Ruslarda ağır basan görüş; savaşın sonunda bu bölgelerin, 1914 Şubat ayında kabul edilen reform programı kapsamında Avrupa denetimi altında sınırlı Osmanlı kontrolüne bırakılmasıydı. Anlaşılacağı gibi, Osmanlı’ya bırakılması düşünülen topraklar bile Avrupa kontrolünde olacaktı. Rus dışişleri ve komuta kademesi, kontrolünde oldukça zorlandıkları Ermeni nüfusuyla, Türkler ve Kürtler arasında yaşanabilecek çatışmaları büyük bir risk olarak görüyorlardı.

Rus Çarlığı’nı tedirgin eden bir diğer nokta ise, Fransa’nın Güneydoğu Anadolu’da geniş bir alana yerleşerek Rusya ile komşu oluşuydu. Ancak Sykes yeni bir fikirle Rusları ikna etmeye çalıştı. Sykes, Ermeni nüfusunu Fransa ile Rus Çarlığı arasında bölüştürmeyi ve Doğu ile Güneydoğu’ya yerleştirmeyi öneri olarak sundu. Tekrar hatırlatmak gerekirse, savaş daha bitmemiş ve Osmanlı daha yenilmemişti. Uzun pazarlıklar neticesinde Ruslar; Trabzon’dan başlayarak Erzurum, Bitlis ve Van illerini kapsayan bir alana gönülsüzce razı oldular. Yani bu bölgede Fransa ile yakın olmak Rusları çok rahatsız etti. Aynı anda Ermenilerin umutlarının artmasının altında, İngilizlerin kurnaz siyasetlerinin olduğunu söylemek gerekir. Aynı durum, bölgede yüzyıllardır bir arada yaşayan Kürtler ve diğerleri için de geçerlidir.


Projenin son şeklini almasıyla üçüncü ayağın, yani Rus Çarlığının çöküşü arasındaki sürecin kısalığı, planın son şeklinin göz ardı edilmesine neden oldu. Rusya’da yaşanan Bolşevik Devrimi sonrası Büyük Savaş’tan çekilme,yavaş yavaş başlamıştı. Yeni yönetim,emperyal devletler ile yapılan gizli antlaşmalara sadık kalmayacaklarını açıkladı. Bu açıklama sonunda Sykes-Picot, kapsamlı bir değişikliğin de ötesine geçti.


Rus Çarlığı, 1917’de hem savaştan hem de tarihten çekilirken, Sykes ve Picot kendi başlarına kaldı. Fakat öncesinde bu ikili, Ocak 1916’da zorlu bir müzakere süreci yaşadılar. Sykes daha önce Savaş Bakanlığı’na hazırlattırdığı ve De Bunsen Komitesi’nde kullandığı açıklamalarındaki haritaları ortaya çıkardı. Bunlar aslında Fransa ve Rusya’ya dayatacakları sınırlardı. Üç gün süren ve tutanakları mevcut olmayan görüşmeler sonucunda beş başlıkta mutabık kalındı.


Bunlar şöyle açıklanabilir;


-Arapların milliyetlerinin tanınmasını istemeleri anlaşılabilir bir şeydir. Buna mukabil, Arap Birliği fikri bir ideal olarak öne sürülemez. Zira bu fikir, Arapların siyasi yapısıyla uyuşmadığı gibi, büyük idari ve mali sorunlar da doğuracaktır. Bu sebeple Araplar, bir prensin önderliği altında oluşacak bir Arap Konfederasyonu ile yetinmelidir.


-Bu konfederasyon, kuzeyde Fransa koruması altında olacak ‘A’ Bölgesi, güneyde ise İngiltere’nin koruması altında olacak ‘B’ Bölgesi şeklinde ikiye ayrılmalıdır.


-Suriye kıyılarından aşağı inecek şekilde maviyle gösterilen alan Fransa’ya, Basra’dan itibaren çizilen kırmızı alan ise İngiltere’ye bırakılacaktır. Fransa ve İngiltere, kendilerine bırakılan alanlarda doğrudan ya da dolaylı, istedikleri tarzda idare veya dolaylı kontrol tesis edebileceklerdir.


-Bu durumda İskenderun, Fransa’nın mavi sahasına düştüğü cihetle, İngiltere Filistin’deki Hayfa ve Akka limanlarını alacak, böylece kendi bölgesi Mezopotamya ile Akdeniz arasında bağlantı kurabilecektir. Filistin’de verdikleri bu tavize karşılık, Musul da Fransa’nın Arap konfederasyonundaki mavi alanına dahil edilecektir.


-Kudüs’teki mukaddes mekanlar, kahverengiyle gösterilen alan uluslar arası idareye devredilecektir.






sykes-picot-anlasmasi-1916

Anlaşılacağı gibi İngilizler, çoktan planı kurmuş ve paylaşımı yapmışlardı. Aslında diğerleri, sadece figürandı. Bölgede özgürlük ve toprak bekleyenler ise, ölmeye devam ettiler!!!Sykes,Picot ile anlaştığı planı üstlerine sunduğunda, Fransızların ilk istediklerinden daha azına razı oldukları için, iyi iş çıkardı gözüyle bakıldı. Fakat Londra hükümeti, geleneksel kurnazlığıyla temkinliydi. Bu arada canla başla var olma mücadelesi veren Osmanlı’yı kastederek, “Ayıyı öldürmeden postunu paylaşıyoruz” demeden de geri durmadılar. Londra’daki hâkim kanaat, Çanakkale’de yaşanan büyük hezimetin ardından Fransa’nın savaştan sonra ne alacağıyla uğraşmayı bir kenara bırakarak, bir an önce Arapların İngiltere’nin yanına çekilmesini sağlamak yönündeydi.


Bununla birlikte Hindistan’daki sömürge idaresi, Musul’un Fransa’ya verilmesiyle Bağdat demiryolu üzerinde kontrol sağlayacak olmasından endişe duydular. 

İngiliz deniz kuvvetleri de, İngiltere’nin İskenderun’da bir deniz üssü elde edemeyecek olmasını kabullenemedi.Anlaşılacağı üzere Fransa’ya bu derece taviz verilmesini, İngiliz aristokratları anlayamadı. Fakat muhaliflerin desteğiyle Sykes, 15 Şubat 1916’da parlamento açılışında yaptığı konuşmada; İngiltere’nin Doğu’da şaşkınca hareket ettiğini, karar alma süreçlerinin etkin çalışmadığını, böyle giderse Osmanlı’ya karşı mağlubiyetin kesin olacağını anlattı. Bu konuşma sonucu liberal Başbakan Henry Asquith’in koltuğu sallanmaya başladı. Bu da haliyle David Lloyd George’ın yıldızını yükseltmeye başladı. Genel itibariyle Avrupa cephelerinde sıkışmaya başlayan İngilizler, gözünü Ortadoğu’ya ve Araplara dikti. Aslını söylemek gerekirse İngilizler planlarını, Almanları yenmekten çok Osmanlı topraklarını parçalama yönünde yapmıştı. Tabi ki bu noktada bölgede bulunan İngiliz ajanları, oldukça aktif bir rol üstlendiler. Özellikle Lawrence, Arap kabilelerinden bazılarına Osmanlı’ya karşı  ayaklandırmak adına hemen hemen her şeyi vaat etti. Gökyüzünden yeryüzüne aklımıza gelen hemen her şeyi vaat etmişti ve Osmanlı isyanlarla adım adım parçalanmıştı…[6]

Osmanlı’nın Sykes-Picot planıyla parçalanması, 100 yıldır bölgede büyük bir trajediye ve kopmalara neden oldu. Özellikle Araplar, Kürtler ve diğer milletler, hala bununızdırabını iliklerine kadar hissetmektedirler. 1 asırdır Sykes-Picot düzeninin bizi bıraktığı siyasal girdaptan hala çıkamadık. Sykes-Picot düzeni; 2.Dünya Savaşı ve İsrail’in kurulmasıyla önce güncellendi, ardından da Camp David düzeni ile yeni hal aldı.[7] Sykes-Picot planı, her ne kadar ortadan kalkmış gibi dursa da, ne yazık ki Anadolu’dan Yemen’e kadar bütün bir Ortadoğu’nun ana hatlarını oluşturmuştur. Bunun yanında bölge halklarının belleklerine dahi etki etmiştir. Hala bu hayalin (Büyük Ortadoğu Projesi – BOP gibi)modernize edilmiş haliyle bölgede kandırılmış halkların oluşu, oldukça ilginçtir.


Sykes-Picot’tan günümüze geçen yüz yıllık zaman diliminde bölge bir türlü huzura kavuşamadı. Yaşanan bu dramatik durumda, bu planın etkisi ne yazık ki çok büyüktür. Bölgenin dini ve mezhepsel yönü de eklenince, anlaşmanın getirdiği düzen, emperyallerin bölgede kalıcı olmasına neden oldu. Özellikle ABD’nin bölgeye girmesi ve bölgenin yer altı kaynaklarının dünyaca farkındalığının artması, iştahı da arttırmıştı. Bölgenin kaderi, ne ilginçtir ki enerji hatları ve projeleriyle bir ilerliyor. Yüz yıldır bölgeyi sömüren İngiltere, Amerika ve diğerleri, bölgenin yerli milletlerinden birinin ya da bir kaçının silkelenmesine asla izin vermek istemiyorlar. Dünyanın en zengin topraklarında yeniden huzur, sakin ve güven ortamına oluşmasına asla izin vermemecesine direniyorlar. Bu nedenle olsa gerek, bazı vaatlerle yanlarına çekmeye çalıştıkları karakterler, kripto cemaatler ve kendini emperyal dünyaya adamış kişileri kullanmaktan da çekinmiyorlar. Sykes örneğinde görüldüğü gibi, bölgeyi, bölgedeki mikro yapıları, kabileleri, mezhepleri, ayrılıkları, kan davalarını ve kavgaları çok iyi bilmekteler.


Olaylara ve planlara ülkemizin bulunduğu pencereden baktığımızda ise; güney sınırlarımızın geçtiği yerler, bu yerlerin demografik durumu, aşiretler, halkların yayılımı ve coğrafi yapı, oldukça bilinçli bir şekilde planlanmıştır. Türkiye’nin son yıllarda enerji projelerinden, bölgedeki Kürtlerle kurduğu olumlu ilişkilere, kendi sınırları içindeki Kürtlerin sorunlarını çözmedeki kararlı duruşuna, kendi ayaklarının üzerinde durma hamlelerine ve yaklaşık 35 yıllık terörü çözme çabalarına birden bire vurulan ketler, bu planın hala işlemeye devam ettiğinin sinyalleridir. Türkiye’nin liderliğe yaptığı hamleler, sorunları çözme azmi ve gelişim arzusu,bir asır öncesi gibi bazı devletleri rahatsız etmektedir. Sykes-Picot Antlaşması ile tarumar edilen bu bölgenin kurtuluşu, yine bu bölgenin halklarıyla olmalıdır. Tabi bunun için de, bizleri birbirimize bağlayan bağları (dini, kültürel, tarih geçmişimiz… vs.) tekrar keşfetmemiz gerekir.


Ülkemizin ve insanlarımızın güzel günleri görmesi dileğiyle…


SAHİPKİRAN  MERKEZİ HAKKINDA; 


Sahipkıran; 1 Aralık 2012 tarihinde kurulmuş, Ankara merkezli bir Stratejik Araştırmalar Merkezidir. Merkezimiz; 

a) Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü savunan; ülkemizin her alanda daha ileri gitmesi ve milletimizin daha müreffeh bir hayata kavuşması için elinden geldiği ölçüde katkı sağlamak isteyen her görüş ve inanıştan insanı bir araya getirmek, 
b) Ülke sorunları, yerel sorunlar ve yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına yönelik araştırma ve incelemeler yaparak, bu sorunlara çözüm önerileri üretmek, bu önerileri yayınlamak, 
c) Tespit edilen sorunların çözümüne yönelik ulusal veya uluslararası projeler yürütmek veya yürütülen projelere katılmak, 
ç) Tespit edilen sorunlar ve çözüm önerilerimize ilişkin seminer ve konferanslar düzenleyerek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek, amacıyla kurulmuştur.

http://sahipkiran.org/



DİPNOTLAR

[1] Sykes-Picot Antlaşmasının bir diğer adı ‘‘Küçük Asya Antlaşması’’dır.


[2] Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye İş Bankası Yay.


[3] Bessam TİBİ, Arap Milliyetçiliği. (Çev. Taşkın Temiz), Yöneliş Yayınları


[4] Şükrü Mahmud Nedim, Filistin Savaşı (1914-1918), s.28


[5] Aaron S. Klieman, “Britain War Aims in the Middle East in 1915”, Journal of Contemporary History, Vol. 3, No. 3, The Middle East (July, 1968), pp. 237-251, s. 237.


[6] T.E. Lawrence, Bilgeliğin Yedi Direği. (Çev. Yusuf Kaplan), Rey Yayıncılık


[7] Mensur Akgün, ‘’Camp David Düzeni Sarsılırken Türkiye’’, TESEV, Ekim 2011


http://sahipkiran.org/2016/10/06/sykes-picot/


***



Belge Sızdırmanın Üstadı Komünist Ruslar'dı,

Erhan Afyoncu
06.12.2010

1917'de ihtilalden sonra komünist Ruslar çarlık Rusyası'nın Batılı devletlerle yaptığı bütün gizli antlaşma ve yazışmaları dünyaya ifşa etmişlerdi


WikiLeaks'in yayınladığı belgeler günlerdir tartışılıyor. Ancak tarih açısından önemli bir belge görmedik. Günlük politikaya yönelik ve bir kısmı gri propaganda belgesi olması muhtemel belgeler yayınlandı. Belge yayınladın mı bundan 93 yıl önce Bolşevikler'in yayınladığı gibi yayınlayacaksın. İhtilalden sonra Bolşevikler 
Çarlık Rusyası'nın gizli diplomatik belgelerini yayınlayarak Türkiye'yi ve Arap topraklarını derinden sarsmışlardı.

OSMANLI'YI PAYLAŞTILAR


Birinci Dünya Savaşı'nın başında İngiltere-Rusya ve Fransa arasında 1915 yılında yapılan görüşmeler sonucunda imzalanan Londra Antlaşması'yla Boğazlar ve İstanbul bölgesinin Ruslar'a bırakılmasına karşılık, İngiltere ve Fransa da Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer bölgelerinden istedikleri yerleri alacaklardı. Ancak bu iki devletin çıkarlarının çakıştığı toprakları paylaşmaları kolay değildi.


Bu arada İngiltere Arap krallığı kurup başına geçireceği vaadi ile Şerif Hüseyin'i Osmanlı'ya karşı isyan ettirmek için görüşmelere başlamıştı. Fransa, 

Araplar'la İngiltere'nin görüşmesinden ancak 1915 Kasım'ında haberdar oldu. Ortadoğu'nun aralarında paylaşılması için diplomasi yürütmeye başladı.

İngiltere Fransa görüşmeleri 25 Kasım 1915'te başladı. İngiltere bu arada 1916 başlarında kabul ettiği Şerif Hüseyin-Mc Mahon Antlaşması ile Şerif Hüseyin'in 

isteklerinin çoğunu kabul etmişti. İngiltere ile Fransa arasındaki görüşmeler bir süre daha devam etti ve 1916 Mayıs'ında iki devlet arasında Osmanlı topraklarını paylaşan bir antlaşma yapıldı. Görüşmeleri Fransa adına François Georges Picot, İngiltere adına ise Mark Sykes yürüttüğü için bu anlaşmaya Sykes-Picot Antlaşması denildi.

GİZLİ BELGELER ORTAYA ÇIKTI


Şerif Hüseyin İngiltere'ye güvenip, 1916'da isyan etti. Büyük bir Arap Krallığı'nın başına geçeceğinin hayali ile çöllerde Türk askerinin kanını döktü. Ancak 1917'de Bolşevik İhtilali ile Rusya'da Çarlığın yıkılması birçok şeyi değiştirdi.


İhtilalden sonra kurulan Sovyet hükümeti Rusya'nın Çarlık devrinde İngiltere ve Fransa ile yaptığı gizli diplomatik anlaşmaları yayınlayacağını ilan etti. Bu durum bütün Avrupa'da büyük bir heyecan yarattı. Komünistler gizli antlaşmaları Sarı Kitap adıyla neşretmeye başladılar. Lev Troçki nezaretinde Izvestia Gazetesi'nde yayınlanan belgelerin 11-24 Kasım 1917 tarihleri arasındakileri Türkiye'yle ilgiliydi. Bu belgeler Stockholm'de Fransızca'ya çevrilerek Türkiye'ye gönderildi. 


Osmanlı Dışişleri böylece düşmanlarının hakkındaki niyetlerini öğrenmişti.


Bolşevikler'in, Çarlık diplomasisinin gizli vesikalarını yayınlamasıyla bağımsız Arap Krallığı hayal eden Araplar'ın başlarından kaynar su dökülmüştü. Araplar'a birçok ümit veren İngiltere'nin kirli çamaşırları ortaya çıkmıştı.


Sovyetler Birliği Cumhuriyeti Dışişleri Halk Komiserliği bu vesikaları daha sonra E. Adamof'un girişi ile kitap olarak neşretti. Belgeler 1924'te Fransızca bir kitap 

olarak da yayınlandı. Erkân-ı Harbiye Kaymakamı (Kurmay yarbay) Babaeskili Hüseyin Rahmi Bey bu kitabı 1927'de "Türkiye'nin Taksimi" adı altında yayınladı. Kitabın alt başlığında "Eski Rusya Dışişleri Bakanlığı'nın gizli dosyalarından çıkarılan malumatla yazılmıştır" ifadesi vardı.

SYKES-PİCOT ANTLAŞMASI


Türkiye'de gizli antlaşmalarla ilgili fazla araştırma yoktur. Bu durumun istisnalarından biri Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan'ın "Osmanlı Mülkünü Paylaşım Planları Üzerine Düşünceler (Gizli Antlaşmalar 1914-1921)" isimli makalesidir.


İngiltere Fransa arasında Türkiye'nin paylaşılmasına yönelik görüşmeler 25 Kasım 1915'te başlamıştı. Görüşmeleri Fransa adına François Georges Picot, İngiltere adına ise Mark Sykes yürütüyordu. Fransa Suriye'nin tamamını, Lübnan'ı, Adana ve Mersin bölgesini istiyordu. Bağdat, Basra arasında kalan Irak toprakları ile Akdeniz'e açılan Hayfa Limanı da İngiltere'nin olacaktı. Bunun dışında her iki ülke ayrıca kendilerine birer nüfuz alanı seçiyor ve Kerkük-Akkâ hattının kuzeyi Fransızlar'a, güneyi İngilizler'e ayrılıyordu. Filistin'in uluslararası bir statüde olurken, diğer Arap toprakları bağımsız olacaktı.


İngiltere ve Fransa kendi aralarında anlaştıktan sonra durumu Ruslar'a haber verdiler. 1916 Mart'ında Ruslarla görüşmeler başladı. Ancak Rusya, kendisine bırakılan İstanbul ve Boğazlar'a mukabil İngiltere ve Fransa'nın alacağı toprakların fazla olduğunu ileri sürerek Kuzey-Doğu Anadolu'dan da toprak istedi. Rusya'nın istediği topraklar, Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis, Muş ve Siirt gibi illerimizdi. Rusya buna karşılık Fransa'nın Kayseri'den Elazığ'a kadar olan bölgeyi almasını kabul etti. İngiltere'de bu duruma Rusya'ya bırakılan yerlerde kendisine ait çıkarlarının korunması şartıyla itiraz etmedi. Böylece Sykes-Picot Anlaşması ortaya çıktı.


https://www.timeturk.com/tr/makale/erhan-afyoncu/belge-sizdirmanin-ustadi-komunist-ruslar-di.html



***




SYKES-PICOT GİZLİ ANTLAŞMASI, BOP VE YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU. BÖLÜM 10

SYKES-PICOT GİZLİ ANTLAŞMASI, BOP VE YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU. BÖLÜM 10





Sykes-Picot Anlaşması Neler getirmişti?

      Batılı güçler tarafından masa başında cetvellerle belirlenen sınırlar ve siyasi hâkimiyet alanları ile eksik de olsa başarıyla uygulanan anlaşma, “böl ve yönet” taktiğinin de hayata geçirilmiş bir örneği...

Olaylar 19 Haziran 2014 Perşembe 22:24
Emre Gül/ Dünya Bülteni/ Tarih Dosyası

Rusya’nın onayı ve 9-16 Mayıs 1916 tarihlerinde mektup teatisiyle İngiltere-Fransa arasında sağlanan anlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu’nun, Anadolu ve Ortadoğu topraklarının paylaşımını içeren gizli bir anlaşma Sykes-Picot. Fransa adına François Georges Picot, İngiltere adına ise Sir Mark Sykes’in imza koydukları bir uzlaşı olmasından dolayı, onların adı ile anılan bu anlaşma, bölgenin kaderi üzerinde bugüne ulaşan kalıcı etkiler bıraktı.

Milli Mücadele’den sonra kurulan “Türkiye Cumhuriyeti” hudutları dışında kalan, Misak-ı Milli sınırlarına dâhil yerlerle birlikte, Ortadoğu’da manda idaresi şeklinde ihdas edilen devletçikler, Batılı güçler tarafından masa başında cetvellerle belirlenen sınırlar ve siyasi hâkimiyet alanları ile eksik de olsa başarıyla uygulanan anlaşma, “böl ve yönet” taktiğinin de hayata geçirilmiş bir örneği. Bu açıdan bugün, Irak ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’da sınır değişikliklerine yol açacak boyuta varan gelişmelerin de temeli.


François Georges Picot ve Sir Mark Sykes

Dünyanın en önemli ve stratejik noktalarında bulunan, İstanbul-Çanakkale Boğazları, Süveyş Kanalı, Babü’l-Mendeb Boğazı, Hürmüz Boğazı, Basra Körfezi gibi geçiş yollarıyla birlikte 20.yüzyıl başlarından itibaren önemli bir enerji kaynağı haline gelen petrolün çıktığı Orta Doğu, başta İngiltere olmak üzere sömürgeci güçlerin hedefi haline geldi. Bölgenin kontrolünü ele geçirme planları yapan İngilizler, 1909 yılında göreve atanan ve o dönemden itibaren Osmanlı Hükümeti’ni, Arap aşiretlerinin isyanıyla tehdit ederek, güç ve iktidar peşinde koşan Mekke Şerifi Hüseyin ile temasa geçtiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’na katılmasından sonra daha da arttırılan bu temaslarla Arap sülale ve aşiretlerini ayaklandırmak için olabildiğince çalışıldı. 
Yapılan görüşmelerde Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in tüm Arap Yarımadası, Suriye ve Irak’ı içine alan bir devlet kurmasını, Lübnan’ı hariç bırakarak destekleyen İngiltere, 1915 yılının Kasım ayında bu görüşmeler hakkında Fransa’yı bilgilendirirken, aynı yılın Aralık ayında Necid Emiri İbn Suud ile de Kuveyt hariç Basra Körfezi’nin güney kıyılarını kapsayan bir bağımsızlık antlaşması yaptı. Yani Mekke Şerifi Hüseyin’e vaat ettiği topraklarda Necd Emiri İbn Suud’un da hâkimiyetini tanıdı. Bu iki yüzlü politika ile İngiltere, bölgedeki halkları birbirlerine düşman edecek tohumları ekiyordu.

1916 yılına gelindiğinde Irak Cephesi’ndeki muharebeler şiddetle sürmekteydi ve Osmanlı kuvvetleri, Halil Kut Paşa’nın komutası altında İngilizleri, Kutü’l-Amare’de büyük bir yenilgiye uğratmıştı. İşte bu zaferin hemen ardından Ortadoğu’yu paylaşmak için İngiltere ve Fransa arasında yapılan görüşmeler Sykes-Picot Anlaşması ile neticelendi. Bu anlaşmaya göre; “Suriye’nin kıyı bölgesiyle Adana ve Mersin Fransa’ya veriliyordu. Basra ve Bağdat vilâyetleriyle Hayfa ve Akkâ limanları İngiltere’ye bırakılıyor, Dicle ve Fırat sularının etki bölgelerinde ortak kullanımı garanti ediliyordu. İskenderun serbest liman ve Filistin uluslararası bölge oluyordu. Arabistan toprakları, Akkâ-Kerkük çizgisiyle ikiye bölünerek kuzey kısmı Fransız, güney kısmı İngiliz nüfuzuna bırakılıyordu. Musul vilâyetini içine alan Fransız nüfuz alanı İran sınırına kadar uzanıyordu. İngiltere’nin etki alanı ise Filistin’den Mezopotamya’ya kadar geniş bir bölgeyi kapsıyordu. İngiltere ve Fransa kendi nüfuz bölgelerinde Arap devletleri kurmayı ve bunları korumayı taahhüt ediyordu. Bitlis, Erzurum, Trabzon ve Van’ı kapsayan bölgeler ise Rusya’ya bırakılıyordu.” Böylece, İngiltere, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’e vaat ettiği toprakları bu defa da Fransa ile paylaşıyordu.



Mekke Emiri Şerif Hüseyin ise bu anlaşmadan habersiz “Büyük Arabistan Krallığı” hülyalarıyla Osmanlı İmparatorluğu’na karşı isyanını 1916 Haziran’ında başlattı. Bu olay, daha sonra ders kitaplarına girecek, Müslümanlar arasına fitne sokacak ve Batılı güçlerin de kulaklara fısıldadığı “Büyük Arap İhaneti” yalanının temelini oluşturdu. Fakat gerçek çok farklıydı. Bu gerçeği savaşın başından itibaren Hicaz Cephesi’nde ve Medine’de bulunan, Feridun Kandemir, “Medine Müdafaası Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler” adlı eserinde: “Lakin bu isyanın sebebi neydi? Araplar İstiklal mi istiyorlardı? Hayır, Araplar bütün bu harp boyunca Türklerle omuz omuza Çanakkale’den itibaren her cephede savaştılar. Hatta İstiklal Savaşı’mızda Aydın Cephesi’nde, Mehmetçiklerle yan yana Yunanlılarla boğuşarak, canlarını veren Araplar vardı. Ve ilk Cihan Harbi’nde, Araplarla meskun hiçbir yerde, ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne Filistin’de Türklere isyan eden tek bir Arap görülmedi. İsyan eden, sadece Mekke Emiri Şerif Hüseyin’di… Şerif Hüseyin’in bu isyanda kullandığı Araplar da, Hicaz çöllerinde öteden beri göçebe hayatı yaşayan ve talan ile geçinen son derece cahil, dünyadan habersiz fakir fukara bedeviler, yani Urbanlardı. Mekke, Taif, Cidde gibi şehir ve kasabalardaki Araplar isyana katılmadıkları gibi Şerif Hüseyin de zaten bunlardan asker almak teşebbüsünde bulunmamıştı. Urban ve Şeyhleri fakirlikleri dolayısıyla paradan başka birşey bilmezlerdi. Şerif Hüseyin gibi İngilizler de bunu bildikleri için, para gücüyle ancak bunlardan faydalanmışlardı. Ve isyanı sonuna kadar bunlarla yürütmüşlerdi.” Şeklinde ifade etmişti.

I. Dünya Savaşı devam ederken yapılan ve bazı bölgelerdeki değişikliklerle Lozan Antlaşması’nda kabul edilen sınırların temelini oluşturan Sykes-Picot Anlaşması, Rusya’da gerçekleşen “1917 Bolşevik Devrimi”nden sonra, Çarlık diplomasisinin gizli belgelerinin açıklanması ile öğrenildi. Bu, ve bu gibi anlaşmaları tamamlayan kararlarla, Tevhid’in, birliğin temsilcisi olması gereken Müslümanlar arasına, milliyetçilik, mezhepçilik, aşiretçilik, asabiyetler, çıkarlar empoze edilerek birbirlerinden ayıran yapay sınırlar çizildi. Irak, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Hicaz Krallığı gibi manda devletlerin sosyal, siyasal, kültürel denge gözetilmeksizin ihdas edilmesi, bölgeyi bugün de devam eden yüz yıllık süreçte kan, gözyaşı ve kargaşa ortamına sürükledi.

Kaynaklar: Cevdet Küçük, “Sykes-Picot”, Dia, c.38, İstanbul, 2010. Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, İstanbul, 2010. Feridun Kandemir, Medine Müdafaası Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler, İstanbul, 2007. Atatürk Araştırma Merkezi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, c.1, Ankara, 2006. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c.4. İstanbul, 2011.
Güncelleme Tarihi: 16 Mayıs 2016, 12:37


https://www.dunyabulteni.net/tarihten-olaylar/sykes-picot-anlasmasi-neler-getirmisti-h301594.html


................

Sykes-Picot Anlaşması
Wikipedia tasarımı üzerinden görüntüler

Sykes-Picot Anlaşması
MPK1-426 Sykes Picot Agreement Map signed 8 May 1916.jpg
Mavi alan Fransız sömürgesi; A alanı Fransız Mandası 
Kırmızı alan İngiliz sömürgesi; B alanı İngiliz Mandası
Çeşit Gizli antlaşma
Yazılma Birleşik Krallık Mark Sykes ve 
Fransa François Georges-Picot 
Kasım 1915 - Mart 1916
İmzalanma 16 Mayıs 1916
Yer Londra
İmzacı
devletler Birleşik Krallık Britanya İmparatorluğu 
Fransa Fransa Cumhuriyeti 
Rus İmparatorluğu Rusya
İmzalayanlar Birleşik Krallık Edward Grey 
Fransa Paul Cambon
Dilleri İngilizce, Fransızca



Fransız (mavi), İngiliz (kırmızı) ve Rus (yeşil) idare ve nüfuz alanları. 16 Aralık 2015'te Sykes'ın belirttiği üzere, Akra'nın "A"sından Kerkük'ün "K"sine çekilmiş çizgiyle ayrılmış Doğu-Güneydoğu Anadolu, Mezopotamya, Filistin ve Şam bölgeleri[1]

Sykes-Picot Anlaşması, I. Dünya Savaşı sırasında, 29 Nisan 1916'da Kut'ül Ammare Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı Devleti'nin 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra, 16 Mayıs 1916 tarihinde Britanya ve Fransa arasında yapılan ve aynı yılın Ekim ayında Rusya tarafından onaylanan, Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu'daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır.[2][3]

Antlaşmanın gelişimi



Bu sözleşme, çoğu antlaşmada olduğu gibi tarafların altını imzaladıkları bir metin olmaktan çok 3 büyük devletin bakan, büyükelçi ve bürokratları arasında gidip gelen bir yazışmalar bütünüdür. Sözleşmenin Sykes-Picot adını alması, bu iki kişinin sözleşme ilkerinin saptanmasında en etkili isimler olmasındandır.[4]

Arabistan Yarımadası'nı ele geçiren İngiltere, Osmanlı'ya karşı ayaklanan Mekkeli Şerif Hüseyin'i destekleyerek Irak ve Filistin toprakları üzerinde kendisine bağımlı bir Arap devleti kurmak istiyordu. Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır'daki Britanya Yüksek Komutanı McMahon arasında gizli bir antlaşma imzalanmıştır. Fransa bu plana karşı çıkıp Britanya'ya baskı yaparak yeni bir antlaşma yapılmasını istedi.

İlk görüşmeler I. Dünya Savaşı öncesinde Beyrut'ta Fransız konsolosluğu yapıp 1915 yılında Fransa'nın Londra büyükelçiliğinde siyasi danışman olarak görev yapan François Georges-Picot ile Britanya İmparatorluğu Dışişleri Müsteşarı Sir Harold Nicolson arasında 1915'in Kasım ayında başladı. Suriye'nin gelecekteki statüsü hakkındaki anlaşmazlıklar nedeniyle kesintiye uğradıktan sonra Aralık ayında Britanya Savaş Bakanı Lord Kitchener'in Ortadoğu işleri danışmanı, milletvekili ve yarbay Sir Mark Sykes atandı. Georges-Picot ve Sykes hızla sonuç alarak 1916 Ocak ayında bir plan ortaya çıkardılar, Şubat ayında bu gizli plan Britanya ve Fransa tarafından onaylandı. Mart ayında Georges-Picot ve Sykes Rusya'ya giderek planı Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Sazonov'a sundular. Sazonov prensip olarak olumlu görmekle birlikte, Rusya'nın Doğu Anadolu'daki toprak isteklerinin ve Karadeniz'deki Rus hakimiyetinin de sözleşmeye dahil edilmesini talep etti. En uzun süreyi Rusya'nın değişiklik taleplerinin düzenlenmesi ve onaylanması süreci aldı ve sözleşmenin tamamlanması Ekim ayını buldu.[4]

Antlaşmanın maddeleri

Rusya'nın onayı ile imzalanan bu antlaşmaya göre;

Rusya'ya, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı,
Fransa'ya, Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları,Britanya'ya Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya verilecektir.

Fransa ile Britanya'nın elde ettiği topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti kurulacak,
İskenderun serbest liman olacak,

Filistin'de, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle bir uluslararası yönetim kurulacaktır.

1917'deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan ve paylaşımdan vazgeçmiş, Lev Troçki gizli olan bu anlaşmanın bir kopyasını 24 Kasım 1917'de İzvestiya gazetesinde yayınlayarak dünya kamuoyuna Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasına ilişkin gizli paylaşımları açıklamıştır.[5][6]



Sadeleştirilmiş Anlaşma Haritası

Büyük Britanya adına müzakere eden Mark Sykes (t. 1918)
Fransa adına müzakere eden François Georges-Picot (1918)
Büyük Britanya adına imzalayan İngiliz Dışişleri Bakanı Edward Grey
Fransa adına imzalayan Paul Cambon Manchester Guardian'da 26 Kasım 1917'de yayınlanan ve Lev Troçki'nin gizli anlaşmayı ifşa etmesiyle Sykes-Picot Anlaşması olarak anılacak anlaşmaya atıf yapan ilk İngiliz yayını

Ayrıca bakınız

Balfour Deklerasyonu, 1917
McMahon - Hüseyin Yazışmaları
Musul Sorunu
Mark Sykes
Böl ve yönet
Büyük Orta Doğu Projesi

https://www.wikizero.com/tr/Sykes-Picot_Anla%C5%9Fmas%C4%B1


1916 Sykes-Picot Antlaşması,

1916 Sykes-Picot Antlaşması
Osmanlı Devleti'nin parçalanması sürecinde Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya arasında imzalanan bu anlaşma Küçük Asya Antlaşması (Asia Minor Agreement) olarak da bilinir. Anlaşmayı yazanlar Mark Sykes ve François Georges-Picot'tur, imzalayanlar ise Edward Grey ve Paul Cambon'dur.

I. Dünya Savaşı sırasında, 29 Nisan 1916'da Kut'ül Ammare Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra 16 Mayıs 1916 tarihinde İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve Türkiye'nin Orta Doğu topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır.

1915'te Arabistan Yarımadası'nı ele geçiren İngiltere, Türkiyeye karşı ayaklanan Mekke'li Şerif Hüseyin'i destekleyerek Irak ve Filistin toprakları üzerinde kendisine bağımlı bir Arap devleti kuracaktı. Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır'daki İngiliz Yüksek Komutanı McMahon arasında böyle bir antlaşma gizli olarak imzalanmıştır. Fransa böyle bir plana karşı çıkıp İngiltere'ye baskı yaparak yeni bir antlaşma yapılmasını istedi. Rusya'nın onayı ile imzalanan bu antlaşmanın içeriği aşağıda verilmiştir.

Sykes-Picot Antlaşmasının Maddeleri

1. Rusya'ya, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı,
2. Fransa'ya, Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları,
3. İngiltere'ye Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya verilecektir.
4. Fransa ile İngiltere'nin elde ettiği topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti kurulacak,
5. İskenderun serbest liman olacak,
6. Filistin'de, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle bir uluslararası yönetim kurulacaktır.

Gizli antlaşmanın ortaya çıkması ve Osmanlı'nın Arapları ikna çabaları
1917 devriminden sonra Rusya Sykes-Picot anlaşmasından vazgeçmiş, Lenin gizli olan bu anlaşmayı dünya kamuoyuna açıklamıştır.

Bu bilgiler ortaya çıktıktan sonra Osmanlı Devleti, olası bir bölünmenin sonucunda asıl hedefin Büyük Arap Devleti'ni kurmak olmadığını, İngiliz ve Fransızların yönetimine egemen olacağı çok sayıda ufak ülkeler kurulacağını anlatmaya çalıştıysa da, ne yazık ki Arapları ikna edememiştir. Parçalanan bölge günümüze kadar sürekli olarak çatışma altında kalmıştır. Halk sürekli olarak zulüm görmüş, diktatörlerin altında ezilmiştir. Amaç hiçbir zaman halkın bağımsızlığı ya da devletlerin güçlenmesi olmamış; büyük devletlerin kontrolündeki ülkelerde kaynaklarının rahat rahat paylaşımı olmuştur.

Peki ya Arnavutluk?

Böl ve yönet başlığı altında inceleyebileceğimiz benzer bir süreç de Arnavutluk toprakları üzerinde yaşanmıştır. Büyük Arnavutluk hayaliyle bağımsızlık mücadelesine girişen Arnavutlar, Arap ülkelerine benzer şekilde çok sayıda küçük ülkelere parçalanarak sürekli olarak bir kavga ve çatışma zemininde yaşamaları sağlanmıştır.

Tarihi iyi bilmeyen geleceğe yön veremez

Tarihi iyi bilmeyen geleceğe yön veremez derler ya... Biz ki sadece 100 yıllık Osmanlı arşivlerini okuyup anlayamıyoruz. Burada yeri gelmişken, arşivlerin büyük bir kısmının içimizdeki gafiller tarafından tahrip edildiğini tarihe bir kez daha not düşelim. Böyle olunca, bugün karşımıza çıkartılan 'Büyük Kürt Devleti projesi'nin nasıl sonuçlanacağını hangi bilgiyle nasıl öngöreceğiz ki? Zamanında Osmanlı Arapları ikna edememişti, bakalım Türkiye Kürtleri ikna edebilecek mi...

http://www.beycan.net/1059/1916-sykes-picot-antlasmasi.html

***

100 YILDIR HINÇ YARATAN SYKES-PICOT GİZLİ ANTLAŞMASI 




Sykes-Picot: Yüz yıldır hınç yaratan harita
Jim Muir
BBC News, Erbil
16 Mayıs 2016

Sykes-Picot anlaşması İngiliz diplomat Mark Sykes ve Fransız diplomat Francois George-Picot tarafından hazırlandı
1916 yılında imzalanan gizli Sykes-Picot anlaşması yüzüncü yılına girerken hiç olmadığı kadar saldırı altında.

Irak daha derin bir kargaşa ve bölünmeye doğru sürüklenirken, kuzeydeki özerk Kürt yönetimi Bağdat'ı bağımsızlık ilan etmekle tehdit ediyor.

Irak İslam Şam Devleti (IŞİD) militanları Irak ve Suriye sınırını 2014 yılında buldozerle dümdüz ederek Sykes-Picot anlaşmasını tarihe gömme ve bölgenin tüm sınırlarını ortadan kaldırma niyetlerini de ilan etmişti.

IŞİD'in kaderi ne olursa olsun, Sykes-Picot projesinin merkezindeki Suriye ve Irak devletlerinin bütünlüğü tehlikede.



Telif hakkı
NATİONALARCHİVES
Image caption

1916 tarihli haritada Sykes ve Picot'nun imzaları.
Aslında Orta Doğu'nun bugünkü sınırları, 16 Mayıs 1916'da Mark Sykes ve Francois George-Picot tarafından imzalanan belgede açıkça tanımlanmamıştı.

IŞİD'in sildiği Irak-Suriye sınırı büyük olasılıkla Sykes ve Picot tarafından çizilen meşhur "kumdaki çizgi"den bir kaç yüz kilometre ötedeydi.

Bu çizgi kuzeydoğuda İran sınırından, aşağıda Musul ve Kerkük ve çölü geçerek Akdeniz ve Filistin'in üst sınırına doğru uzanıyordu.


Telif hakkı.
Image caption
IŞİD Suriye-Irak sınırını 2014 yılında buldozerle yıktı.

Bölgenin mevcut sınırları Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünde ve Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda uzun ve karmaşık antlaşmalar, konferanslar ve çatışmalar sonunda belirlendi.

Ancak rakip iki sömürgeci gücün çıkarları ve acımasız hedeflerinin hakimiyetindeki Sykes-Picot'nun ruhu bu süreçte ve onu takip eden yıllarda 1956'daki Süveyş Kanalı krizine hatta daha sonrasına kadar hüküm sürdü.




Kürtlerin dönemi?

Gizlice sömürgeci paylaşımlara örnek teşkil eden Sykes-Picot anlaşması dış güçlerin kendi iradelerini dayattıkları, sınırlar çizdikleri ve yerel liderlikleri yerleştirdikleri, bölge halklarıyla 'böl ve yönet' oynadıkları ve kendi kazançları için diğerlerini harcadıkları bir çağın etiketi haline geldi.

Orta Doğu'nun miras aldığı düzende çeşitli ülkelerin sınırlarının etnisite, kabile, din ya da dil gözetmeksizin çizildiği görülüyor.

Çok sayıda azınlık grubu içinde barındıran ülkeler güçlü tek bir lider ya da güçlü bir merkezi hükümet olmadan yıkılmaya yatkın oluyor.

İlginç olan Sykes-Picot'nun mirasına açıkça saldıran iki tesirli güç şu an birbirlerinin boğazına sarılmış durumda; IŞİD militanları ve Irak ile Suriye'nin kuzeyindeki Kürtler.

Her iki ülkede de Kürtler batılı koalisyon güçlerinin IŞİD'le mücadelede en etkili müttefikleri oldu. Oysa hem IŞİD hem de Kürtler bölge haritasını yeniden çizme kararlılığını paylaşıyor.

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani BBC'ye röportajında "Bunu sadece ben söylemiyorum. Sykes-Picot başarısız oldu. Bitti." diye konuşuyordu.

Barzani "Bölge için yeni bir formül bulunmalı. Ben bu yeni formülde Kürtlerin tarihi taleplerini ve bağımsızlık haklarını alacaklarından umutluyum" diyordu.

Barzani "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Irak devletinin oluşumunda acı tecrübeler yaşadık. Irak'ın bütünlüğünü korumaya çalıştık ama parçalanmasından biz sorumlu değiliz. Başkaları sorumlu. Irak'ı her yandan saran kaos ve sorunların bir parçası olmak istemiyoruz" diye de ekliyordu.

Barzani bağımsızlık dürtüsünün çok ciddi olduğunu ve hazırlıkların "tam gaz" ilerlediğini de vurguluyordu.

Barzani: Bağımsızlık referandumuna gideceğiz
Irak'ta merkezi hükümetle ciddi müzakarelerin yapılması gerektiğini ve "dostça bir ayrılık" sağlanması gerektiğini söyleyen Barzani, bu olmadığı takdirde Kürtlerin tek taraflı olarak bir referandumla bağımsızlığını ilan etmesi gerektiğini anlattı.

Telif hakkıREUTERS
Image caption
Suriye'deki Kürtler kontrollerindeki bölgede federal sistem ilan ettiler.
Iraklı Kürtler, taleplerine sıcak bakmayan Suriye, Türkiye, İran ve Irak'la çevrelenmiş durumda.

IŞİD tehdidi altında Batılı güçlere her zamankinden daha fazla bağımlı olan Kürtler, Batılı müttefiklerinden Irak içinde kalma tavsiyeleri alıyor.

Iraklı Kürtler yakın zamanda resmi bir bağımsızlığa ulaşmasa da pasaport ve kendi para birimleri hariç, kendi sınırları içinde bir bayrak, uluslararası havaalanları, bir parlamento ve hükümet, kendi güvenlik güçleri bulunan bir varlık oluşturdular.

Bu anlamda haritayı yeniden çizmiş oldular. Kuzey Suriye'deki Kürtler de kendi kendine yönetim adı altında Türkiye ile sınırdaki bölgeyi kontrol ediyor.

IŞİD'in ise toprak kazanımları zirveye ulaştı.

Irak ve Suriye'deki kaos bunun kök salmasına izin verdi. Ancak Irak'ta Sunni Arap azınlığın ve Kürtlerin yabancılaştırılması ve Suriye'nin tehlikeli mehzepçi bir savaş içinde parçlanması henüz doğal sürecini tamamlamadı.

Konuşulmayan çaba, 20. yüzyılın mirasının bıraktığı sınırlar içinde farklı toplulukların yaşaması için formüller bulunup bulunamayacağı, insanları barındıracak yeni sınırların çizilip çizilemeyeceği ve bu kavramın nasıl belirleneceği üstüne.

Sınırların geleceği belirsiz
Lübnanlı Dürzi lider Walis Jumblatt "Sykes-Picot kesinlikle bitti. Ama şimdi her şey havada. Sonucun açıklığa kavuşması için uzun zaman gerekiyor" diyor.



İran'dan Ürdün Nehri'ne kadar çizilen çizgi.
Sykes-Picot anlaşması Osmanlı İmparatorluğu'na karşı destekleri karşısında İngilizlerin Araplara verdikleri özgürlük sözleriyle doğrudan çatışıyordu.

Anlaşma aynı zamanda ABD Başkanı Woodrow Wilson'un Osmanlı hakimiyeti altında yaşayan halkların knedi kaderini belirlemesi gerektiği yönündeki görüşüyle de zıt düştü.

Wilson'un dış politika danışmanı Edward House anlaşma hakkında İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour'dan bilgi aldıktan sonra şunları yazmıştı:

"Bu son derece kötü bir anlaşma. Bunu Balfour'a da söyledim. Gelecekte savaşların üreyeceği bir bölge yaratıyorlar".


https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160516_sykes_picot_100_yil


11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***